Newroz ve “provokasyon”

Bölgedeki bugünkü durumu provokasyon kavramıyla açıklamaya yönelik bütün tespitler gerçeğin üstünü örtmeye hizmet edecektir. Provokasyon teriminin rasgele kullanılmasının, Kürt kitlelerinin PKK çizgisinde birleştiğini göz ardı etmeye yönelik bir etkisi olacağı görülmelidir. Bunun, aynı zamanda, önümüzdeki günlerde yeni mesafeler kat etmesi beklenen PKK merkezli siyasal girişimlere karşı da peşin bir suçlamayı taşıyacağı göz ardı edilmemelidir

1992 Newroz’u, ileride Kürt ulusal kurtuluş hareketinin keskin dönemeçlerinden birisi olarak anılacak özelliklerle yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor,
1984’den 1992’ye kadar geçen zaman içinde PKK, silahlı hareketin, kır gerillasının eyleminin yarattığı sosyal ve siyasal ortamı, örgütlü bir halk hareketinin gelişme atmosferi haline getirmeyi başardı. 1992 Newroz’u, bu atmosferin bir onaylanması ve gelecekteki siyasal atılımların bir habercisi olarak özel tarzda kutlandı.
Newroz öncesinde PKK, bu geleneksel halk bayramını, “Devrimci atılım” için bir çıkış noktası yapacağını çeşitli vesilelerle ve araçlarla açıkça ilan etmişti. Buna göre, 92 yılı için PKK, ulusal meclis, Botan-Behdinan savaş hükümeti, ulusal ordulaşma gibi başlıca üç kurumsal kavramla ifade edilen “DEVLETLEŞME”ye yönelik adımlar planlamıştır. Bu amaca varmak için PKK’nın yoğun bir savaş geliştireceği, gene aynı kaynaklarda PKK tarafından açıklanmıştır.
Ancak PKK’nın planını, 21 Mart Newroz gününden başlayarak yürürlüğe koyacağı tezi, yalnızca Türk basınının, istihbarat teşkilatının propaganda servislerinin ve burjuva parti sözcülerinin, belki kendilerinin de inanmadığı yakıştırmalardan ibaretti. Bu, aynı zamanda, Newroz için sokağa dökülecek Kürt halkını, uygun bir zamanda yıldırmak\ve daha ileri hedeflere ulaşma isteğini kırmak ve bir moral yıkıntısı yaratmak için uygulanacak terörü meşru gösterme çabasının da bir ürünüydü. Bu anlamda, PKK’nın planlarından çok, devletin planlarını ilgilendiren bir tarih olarak saptandı Newroz. Çünkü PKK’nın ilan ettiği siyasal planının gerçekleşmesi için, Newroz’un kültürel bakımdan taşıdığı moral değerlerin genel siyasal birikim için yönlendirilmesi amacı bir yana, özel bir gün olarak belirlenmesi söz konusu değildir. Hiç bir parti, düşmanına, alışılmış anlamıyla ayaklanma tarihini önceden bildirmez. 1992 Newroz’u, PKK’nın ayaklanma çağrısı yaptığı, yapacağı gün değildi, olamazdı. PKK’nın ilan ettiği siyasal planın, bir gün içinde ve kültürel olayın ardına gizlenerek yürürlüğe konulamayacağı açıktır. Söz konusu plan, bir süreci, yaklaşık sekiz yıllık bir geçmişi olan bir birikimin siyasal bakımdan örgütlenmesini sağlayacak bir süreci kapsamaktadır ve bir gün içinde gerçekleşecek bir ayaklanmaya sığacak kadar dar kapsamlı ya da bunun gerçekleşebileceği özel konjonktürel koşullara sahip değildir. Dolayısıyla, devlet ve burjuva basın tarafından 21 Mart’ın “ayaklanma günü” olarak ilan edilmiş olmasının doğrudan doğruya PKK’nın “ayaklanma planlarıyla” bir ilgisi yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti açısından “ayaklanmanın önlenmesi” için alınacak tedbirlerin, bu bakımdan belli bir güne rast getirilmeye çalışıldığını düşünmek de aynı derecede anlamsızdır, Belirli bir siyasal analize dayanan askeri hareket planlarının da, böyle bir günü gerçekten kendi uygulama tarihi olarak tanımlamasının akla yatkın bir yanı yoktur. Hiçbir kurmay bu tarzda plan yapmaz. Buna rağmen, ısrarla vurgulanan 21 Mart tarihinin, devletin ve PKK’nın karşılıklı stratejileriyle değil, yalnızca devletin sindirmeye yönelik taktik saldırılarının gelişim aşamalarıyla ilgili bir anlamı olduğu, olayların gelişiminden anlaşılmıştır. Devlet güçlerinin, artık er geç patlayacağı açıkça görülen Kürt ayaklanmasını bir “erken doğum” halinde zorlamak için provokatif girişimlerde bulunduğu bir dereceye kadar ileriye sürülebilir. Ancak, başlıca kamuoyu odaklan tarafından genel ve eşzamanlı bir ayaklanmanın olacağının propaganda edilmesine rağmen, provokatif girişimlerin ardında yatan gerçek niyetin bu aldatıcı ve kışkırtıcı reklâm kampanyasından bağımsız olarak, uzak olmayan bir gelecekte gerçekleşecek siyasal atılımın moral barikatlarını yıkmak olduğu da açığa çıkmıştır.
Özetle, propaganda odaklarının yaratmaya çalıştıkları havanın aksine, Newroz’un bir ayaklanma günü olmayacağı, bu merkezlerce biliniyordu; buna rağmen halka karşı etkili silah kullanımının başlıca nedeni, önümüzdeki aylarda gerçekleşmesi beklenen PKK siyasal planının parçalarının tahrip edilmesi ve bu planın uygulanma aşamalarında yürütülecek operasyon biçimlerinin denenmesidir.
Ne var ki, Kürt halkının tarihsel deney birikiminin taşıdığı başlıca özellikler, bu girişimi de etkisizleştirecek potansiyele sahip görünüyor. Bölgedeki Kürt halkı, herhangi bir biçimde “tahrik’le ayaklandırılamayacak, ya da kendisinin ayaklandığına ve bundan dolayı da zulüm gördüğüne inandırılmayacak kadar olgun ve deneyimlidir. Bir anlamda, sürekli “tahrik” edilen Kürt kitleleri, eğer bu bir neden olacaksa, çoktan “provokasyona gelmeliydi! Dolayısıyla Newroz kutlamaları sırasında özel tim elemanlarının bütün çabalarına, kışkırtma, saldın ve katliamlarına karşın, Kürt halkı siyasi iradenin belirlediği çizgiyi aşmamıştır.
Bu açıdan, bölgedeki bugünkü durumu provokasyon kavramıyla açıklamaya yönelik bütün tespitler gerçeğin üstünü örtmeye hizmet edecektir. Olayın, karşılıklı stratejilerin ve taktiklerin denendiği siyasal bir çatışmadan, bir iktidar savaşının aşamalarını gösteren özelliklerinden öte bir içeriği yoktur, bölgedeki bugünkü durumu provokasyon kavramıyla açıklamaya yönelik bütün tespitler gerçeğin üstünü örtmeye hizmet edecektir Provokasyon teriminin rasgele kullanılmasının, Kürt kitlelerinin PKK çizgisinde birleştiğini göz ardı etmeye yönelik bir etkisi olacağı görülmelidir. Bunun, aynı zamanda, önümüzdeki günlerde yeni mesafeler kat etmesi beklenen PKK merkezli siyasal girişimlere karşı da peşin bir suçlamayı taşıyacağı göz ardı edilmemelidir.

Nisan 1992

Saldırıları Geri Püskürtme Görevi Ve 1 Mayıs

Newroz’la birlikte diktatörlüğün saldırılarının dizginsizleştiği, işçi sınıfı ve emekçi sınıflara karşı yeni bir saldırının örgütlendiği bir dönemde binlerce irili ufaklı fabrika, atölye ve işyerinde toplanan milyonlarca işçi, işçi sınıfıma uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs’a hazırlanıyor.
1 Mayıs, dünyanın her köşesinde aynı koşullar altında, kapitalist kölelik altında yaşayan bütün proleterlerin birliğinin pekiştiği, sermayeye karşı birleşik sınıf ruhunun canlandığı; aynı zamanda proletaryanın her bir ülkedeki parçasının kapitalist sisteme karşı mücadelesini yükselttiği bir gündür. Proletaryanın uluslararası tarihinde yüz yıllık geçmişi olan bu günün gerçek içeriğine uygun olarak kutlanmasına komünistler ve ileri işçiler her zaman büyük bir önem vermişlerdir. 1 Mayıs, aynı zamanda proletarya ve halk güçleri ile karşı-devrim arasında güçler ilişkilerinin sınandığı, proletarya öncüsünün yığınları harekete geçirme gücünü sınadığı bir gün olması bakımından büyük bir öneme sahiptir,
Türkiye’de 1 Mayıs, faşist diktatörlüğün yasağı altında şehitler verme pahasına on yıllardır kutlanmaktadır. 12 Eylül sonrasında da özellikle son dört yıldır, işçi sınıfı 1 Mayıs’ı iş yavaşlatmadan, iş bırakmaya, sokak gösterilerine kadar değişik eylem biçimleriyle kutladı.
İşçi sınıfı için 1992 1 Mayısı, temel ve acil taleplerin geniş yığınlara mal edildiği, diktatörlüğün Kürdistan’da girişmekte olduğu katliamlara, hak gasplarına karşı mücadelenin yükseldiği, geçmiş 1 Mayısların deneyleri ışığında eylemin üst aşamaya sıçratıldığı bir gün olmak zorundadır.

‘92 1 MAYISI VE SALDIRILARI GERİ PÜSKÜRTME GÖREVİ

1 Mayıs, yüz yıl boyunca gerçek komünistlerle revizyonist-reformist akımlar arasında bir tartışmanın konusu olagelmiştir; 1 Mayıs, göstermelik bir resmi geçit töreni olarak mı geçiştirilecek, yoksa sermaye ve diktatörlüğe karşı mücadelede yeni bir dönem mi olacak? İşçi sınıfının sahte dostları, 1 Mayıs’ın içini boşaltarak egemen sınıflar için zararsız bir gün haline getirmek için her yola başvurmuş, resmigeçit törenlerinin, uzlaşmanın konusu yapmışlardır. Oysa Marksistler, 1 Mayısı işçi sınıfının genel mücadelesinin bir parçası olarak yeni atılımların halkaları olarak ele almışlardır. Türkiye işçi sınıfı, 92 1 Mayısı’nda kendisini bekleyen tehlikeleri görmek, karşı taktikler geliştirmek göreviyle karşı karşıyadır.
Dünya kapitalist sisteminin sorunlu bir parçası olan Türkiye egemen sınıfları, bütün olguların gösterdiği gibi, işçi sınıfına, halka ve Kürt halkına karşı yeni yeni saldırılar örgütlemek zorundadırlar, içinde bulundukları koşullar onları bu saldırıya adeta mahkum etmektedir. Devletin mevcut hükümet eliyle uyguladığı programlar, ancak’ işçi sınıfı ve emekçi sınıflara saldırıyla birlikte uygulama alanı bulacaktır. Bunun için işçi sınıfının mücadelesi “terör” kapsamına sokularak hedef tahtasına çakılmaktadır. Kürdistan’da ulusal mücadele bugünden başvurulan katliamlarla ezilmeye, Kürdistan’daki terör ortamını tüm Türkiye’de genelleştirilmeye çalışılmaktadır.
Buna karşılık, işçi sınıfı, içine girilen sözleşme döneminde yaşanır bir ücret artışı sağlamak, özelleştirme, taşeronlaştırma, tenkisat vb adlar altında uygulanan işçi kıyımına karşı durmak, sendikal ve siyasal özgürlük taleplerini öne çıkarmak, Kürt ulusal mücadelesini destekleyerek Türk şovenizminin yedeği olmayı reddetmek zorundadır.
92 1 Mayısı, merkezinde siyasal talepler bulunan bir mücadelenin yükseltilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Verili koşullar böyle bir mücadeleye imkân sağlamaktadır.
20 Ekim seçimleri sonrasında emekçi yığınlarda geçici bir beklenti yaratmayı başaran hükümet, uygulamalarıyla yığınlardaki öfke ve hoşnutsuzluğu besleyerek, diktatörlüğün paratoneri olma şansını kaybetmiştir. Bunalımına çare olmak istediği sistemin ayakta kalma koşulu, işçi sınıfına ve halka, Kürt halkına saldırmaktır. Reform ve tavize tahammülü yoktur.

OLANAKLARIN MÜCADELEYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Bütün bu objektif avantajların mücadeleye dönüştürülmesi, işçi sınıfı hareketinin bünyesinde taşıdığı, güçlerini tahrip eden zaafları asmasıyla mümkündür. Hareketin göze çarpan en önemli zaafı, kendiliğindenliği ve istikrarsızlığıdır. Kesikli dalgalar halinde patlayan direnişler, kısa sürede eylemsizlik noktasına düşebilmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sendikal hareketin, ezici bir çoğunlukla, sınıfı en az direniş çizgisinde tutmaya, ilk fırsatta satmaya ve eylemi kırmaya çalışan sendika bürokrat ve ağalarının yönetimi altında olmasıdır.
İşçi sınıfının kitle olarak harekete geçmesinin araçları olarak sendikalar eylem kararlarının içine çekilmedikçe, ileri işçilerle sınıfın diğer kesimleri arasında eylem birliği sağlamak çok zor olacaktır. Fakat sendikaların mevcut durumu göz önünde tutulduğunda, inisiyatifi sendika yöneticilerine bırakmak daha baştan eylemsizliğe boyun eğmek anlamına gelir. Geçmiş işçi eylemlerinin onlarca kez kanıtladığı gibi, bir eylemin ortaya konup başarıyla sürdürülmesi, sendika bürokrasisi etkisizleştirilmeden mümkün değildir. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da sendika ağalan 1 Mayıs çalışmasını son bir haftanın gündemi yapmaya, yasal bir 1 Mayıs ihtimalini öne sürerek çalışmayı baltalamaya çalışacaklardır. Bunun için hem sendika bürokrasisini etkisizleştirmek, hem de sendikal organları sürece katmak gerekiyor. Bunun yolu, ne sendika bürokrasisine tabi olmak ne de sendika dışında bir çalışmayı amaç haline getirmektir. İleri işçilerin inisiyatifli tutumuyla sendikanın 1 Mayıs çalışması yapmasını sağlamak, sendika tabanındaki eylem çizgisini sendika bürokrasisine kabul ettirmektir. 1 Mayıs için özel örgütlenmeler yaratarak sendika yönetimlerine kabul ettirmek, olmadığı durumda sendika tabanında bu türden 1 Mayıs komiteleri oluşturmak ve işçi çoğunluğuna sabırlı bir çalışmayla kavratmak ertelenemez bir görev durumundadır. 1 Mayıs komitelerinin, sendika yönetimiyle birlikte oluşturulsa bile bizzat işçilerce denetlenebilecek bir yapıda olması, sendika ağalarının olası manevralarını etkisizleştirmenin güvencesidir.

TAKTİK TARTIŞMALARI YA DA BİÇİMİN AMAÇLAŞTIRILMASI
Son bir kaç yılın 1 Mayıs kutlamaları, bu günün nasıl kutlanmasına ilişkin taktik tartışmalarını daha yoğun bir şekilde gündeme soktu. Bir kısım sol gruplar, belirli bir alanda gerçekleştirilen kutlamayı, işçilerin katılımı ne düzeyde, sınıf hareketini yükseltmeye hizmet ediyor mu gibi soruları açıkta bırakarak, 1 Mayıs’ın kutlanıp kutlanmadığının tek ölçüsü olarak görme eğilimindedir. Onlara göre, bir grup devrimciyle sınırlı da olsa, Taksim Meydanı’nda bir gösteri yapılmışsa 1 Mayıs “adına yaraşır” bir biçimde kutlanmıştır. Bu tutum, 1 Mayıs’ın özünü kutlandığı mekâna indirgeyen, gerçekte 1 Mayısı resmigeçit töreninden farklı değerlendirmeyen bir anlayıştır. Marksistler için 1 Mayıs’ın kutlanmasında amaç, bu günü yığın hareketinin yükseldiği ve işçi sınıfı gündemine anti-kapitalist taleplerin, yerleştirilmesine hizmet eden bir gün yapılmasıdır. Biçim, bu amaca hizmet eder nitelikte olmalıdır. İşçi sınıfının bütün eylemlerinde olduğu gibi, 1 Mayıs da fabrika ve işyerlerine dayanan bir faaliyetin sonucunun sokak hareketinde somutlaşmasıdır.
19923 1 Mayısı, geniş işçi ve emekçi yığınlarınca sokağa taşan çeşitli eylem biçimleriyle ve siyasal taleplerle kutlandığında, 1 Mayıs sonrasında diktatörlüğün saldırılarının püskürtüleceğinin de bir işareti olacaktır.

Nisan 1992

Ermenistan-Kürdistan Hattında Türkiye

Ermenistan ile Azerbaycan arasında, Karabağ ekseninde başlayan çatışmalar, yalnızca bölgeye özgü olmaktan çıkarak, hem Türkiye’nin yüklü iç ve dış politika gündeminde ağırlıklı bir yer tuttu, hem de çok yönlü uluslararası ilişkileri yakından ilgilendiren siyasal, diplomatik ve ekonomik özellikleriyle bir dünya sorunu halini aldı. Türkiye’nin iç ve dış politik gündeminin karakteristikleri kuşkusuz yalnızca Ermenistan ve Kürdistan kavramlarına indirgenemez. Ancak güncel gelişmeler, şu anda bu iki faktörün birbiriyle ilişkilendiği özel bir tablo ortaya çıkarmış bulunuyor. Türkiye’nin şubat ve mart aylarındaki gündemi Ermenistan ve Kürdistan çizgisinde belirlendi. Bu yazımızda Karabağ krizinin Türkiye’yi ilgilendiren yönleri üzerinde duracağız.

BURJUVA MUHALEFETİN AZERBAYCAN “POLİTİKASI”!

Karabağ’daki Ermeni milislerin Azeri halka saldırısı, Türkiye’de değişik tepkiler yarattı. Burjuvazinin politik aygıtları, iç politikanın , ihtiyaçlarıyla diplomasinin gerilimli bağlantıları arasındaki dengeyi zorlayan bu olay karşısında, genel, uzun vadeli planlarla, özel propaganda nemalarının birbirine geçtiği bir özellik gösteren tavırlar geliştirdiler.
Türkiye kamuoyunun başlıca odakları, Azerbaycan’la olan tarihsel, kültürel, ulusal bağları öne çıkaran ve diğer yandan Ermenistan’a karşı yerleşik önyargıları temel alan bir yaklaşımı yerleştirmeye gayret gösterirken, devlet ve hükümet düzeyinde, “soğukkanlı”, “barışçı”, “uluslararası dengeleri ve ilişkileri gözeten” bir tutum tercih ediliyordu.
Bu farklılık, özellikle sağ basının kahramanlık ve zavallılık temalarının bir arada kullanıldığı kışkırtıcı yayınında ve hükümeti hedefe koyan bir muhalefet hareketi yaratılmasına yönelik çabalarında somuttandı.
Milliyetçi ve dinsel renklerin hâkim olduğu sağcı basın yayın organlarında, hemen her gün en geniş alanların Azeri-Ermeni çatışmasına ayrılmasına rağmen, konuya ilişkin hiç bir esaslı analiz yapılmadı ve sorun, çoğu kere yalana, tahrifata ve demagojiye dayanan bir üslupla, doğrudan doğruya Kürt sorunu’ ile ilişkilendirilerek ele alındı.
Örneğin, Azerbaycan’da Ermeni milislerin giriştiği eylemlerde çok sayıda insanın öldüğü günlerde, “Yeni Düşünce” adlı faşist gazete, PKK ile Ermeniler arasındaki ilişkiyi “ifşa eden” haberler yayınlıyordu: “Güneydoğuda faaliyet gösteren bölücü terör örgütü PKK’nın Ermenilere taşeronluk yaptığı öğrenildi. PKK’nın davasının aslında “Kürt Davası” olmadığı, bölgede bir Ermeni devleti kurulması için Ermenilerin direktifiyle faaliyet gösterdiği belirlendi. Abdullah Öcalan’ın aslında kukla birisi olduğu ve olayların arkasında Samurcuyan isimli bir Emeninin bulunduğu öğrenildi. PKK’ya silah ve para yardımının önemli ölçüde Avrupa ve – ABD’deki Ermeniler tarafından yapıldığı tespit edildi.”  Bu sözde haberdeki bütün o kesin ifadelere rağmen, haberin en küçük bir doğruluk değeri taşımadığını, en sıradan bir göz bile fark edebilirdi. “Belirlendi”, “tespit edildi”, “öğrenildi” kelimelerinin hiçbirinin kaynağı, hiçbirinin karşılığı olmadığı açıktı. Buna rağmen, Ermeni ve Kürt kelimelerinin bir arada geçmesi, Azerbaycan konusunun kamuoyundaki sıcaklığının, şovenizmin çeşitli atraksiyonları için bir kalkış noktası oluşturabileceği hesabını açığa vuruyordu. Hesap, faşist yayın organlarının ve yazarların yönelimlerini belirlemek bakımından “doğru çıktı”; bu düzmece haber, kimi faşist köşe yazarlarınca “kaynak” gösterilerek üzerinde yorumlar yapıldı. Faşist propaganda için Azerbaycan, Kürdistan’la Ermenistan’ı birleştiren bir katalizör rolü üstlenmişti. “Ermeni vahşeti” üzerine dökülen bütün gözyaşları, Kürt hareketine karşı bir saldırı ya da çarpıtma ile birleştiriliyordu. Böylece, faşist basının asıl derdinin “Azerbaycanlı din kardeşlerimiz” olmayıp, ayaklanmaya yönelen Kürt halkı olduğu görüldü. Bütün amaç, şovenizmin yükseltilmesi için Azerbaycan’ın araç olarak kullanılmasından ibaretti.
Ermenistan söz konusu olunca, aynı çevrelerin üstünde birleştiği bir diğer ana tema, “Ermenistan’ın Kafkasya’da yeni bir İsrail haline getirilmek istendiği” idi. “Yeni İsrail” kavramının içi hiç bir zaman doldurulmaksızın,  Ermenistan’ın dinsel özelliklerinin çıkış noktasına konulduğu bir dinsel ajitasyon yaygın olarak yapıldı. Bu sözde analize göre, İsrail, Asya ve Afrika Müslümanlarının birleşmesini önlemek üzere, Hıristiyan âlemi tarafından bölgede yaratılmış bir şeytan devletiydi; şimdi de Orta Asya ve Kafkasya Türkleriyle, Türkiye’nin birleşmesini önlemek için, Ermenistan devreye sokulmak isteniyordu. “Türkiye” gazetesindeki köşesinde M. Necati Özfatura, bu “derin” fikri şöyle dile getiriyordu: “ABD’nin, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Türkiye yoluyla sızmak ve burada yeni filizlenen İslami yayılışı “Laiklik” maskesi altında kökünden kurutmak,  en azından Şiilik, vahabilik gibi ehli sünnet dışı inançlara kanalize etmek, Bush’un Yeni Dünya Düzeni’nin ilk sıralarında yer alan hedefleridir. Nil’den Fırat’a Büyük İsrail ile GAP’ı Dicle,  Fırat sularını ve Kuzey Irak ile Güneydoğu Anadolu’daki petrol rezervlerini bölücüler yoluyla Siyonizm emrine tahsis etmek ise “Yeni Dünya Düzeni”nin bir numaralı hedefidir.” Bu bağlamda, TC’nin devlet ve hükümet düzeyindeki politikası, eleştiriyi yöneltenin politik tercihine göre, bazen SHP’nin etkisinde kalan Demirel’in bir gafleti olarak, bazen de zaten hiçbir zaman iflah olmayacak olan “batılılarla birleşmeyi amaçlayan laisizm yanlılarının ihaneti” olarak tanımlandı.
Genel olarak bakıldığında, faşist “muhalefet” odaklarının Karabağ olayını, kitle tabanını genişletmek, taraftarlarındaki şövenist duyguları bilemek ve bütün bunların sonucunu, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine seferber etmek için kullandığı görülüyor. Karabağ olaylarının ardında yatan gerçek nedenler, Azerbaycan ve Ermenistan halkının gerçek düşmanları hakkında en küçük bir gerçek kırıntısına rastlanmayan bu yorumlar, yalnızca ağır duygusal sömürü tonlarıyla, kahramanlık edebiyatıyla ve yoğun milliyetçi düşmanlıklarla dikkat çekiyordu.
Bu arada, dinsel gerici politik akımları zor durumda bırakan olaylardan biri, Ermenistan’ın İran’la ilişkileri oldu. İran, Ermenistan’ı ilk tanıyan devletlerden biri olmakla kalmamıştı; Karabağ sorununda da, Ermenistan’ı tedirgin etmeyen, hatta övgüyle karşılayan bir tutum izliyordu. Bir kısım faşist yazar, “İran’dan ne zaman Türk’e, Türkiye’ye hayır geldi ki?” diye soruyordu. Bu, bir ucundan, Türkiye ile İran arasında, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde cereyan eden rekabete de denk düşüyor, böylece de, devlet politikasının kimi özellikleri, bir kez daha, faşist basının kimi tespitleriyle çakışıyordu. Ne var ki, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti’nin arabuluculuk girişimleri, Azerbaycan’da, Ermenistan’da karşılandığı kadar sıcak karşılanmadı ve açıklanmayan Karabağ planının Azerbaycan tarafından kabul görmemesi üzerine, İran’ın girişimi sonuçsuz kaldı. Böylece, İran yanlısı grupların sıkıntısı, hiç olmazsa konunun gündemden düşmesiyle, bir ölçüde hafifledi.

KARABAĞ KRİZİNİN ARDINDA YATAN SORU: PARÇALANAN SOVYETLER BİRLİĞİ NASIL PAYLAŞILACAK?

Emperyalist paylaşım mücadelesinin son yıl içinde ortaya çıkan başlıca nesnesi, eski “sosyalist blok”un ülkeleri. Doğu Avrupa’da yaşanan süreçlerde, ABD ve Avrupa, değişik ülkelerin “demokrasiye geçiş süreçlerini kendi hegemonya alanları bakımından değerlendirdiler ve Doğu Avrupa süreci, bu bakımdan şu anda ikinci plana düşmüş bulunuyor. Ancak Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının sonuçları henüz netleşmedi. Özellikle, ulusal küçük devletçiklerin kurulma süreçleri ile bunların bağımlılık ilişkileri içinde alacakları yer konusu, diplomasinin ve emperyalist tekellerin uluslararası ilişkiler platformunun gündemine görece yeni geldi.
Karabağ sorunu, paylaşım mücadelesinin değişik boyutlarını göstermesi bakımından ilginç özellikler taşıyor.
Azerbaycan, Hazar Denizi kıyısındaki petrol kaynakları ve üretim tesisleri ile bağımsızlığının ölçüsü ve ilişkilerin tarafı konusunda üzerinde en çok gürültü koparılmaya aday ülke konumunda bulunuyor. (Benzer bir durum, nükleer tesisleri elinde bulunduran Kazakistan için de söz konusudur.) Ancak Azerbaycan, dağılan Sovyet cumhuriyetleri içinde, emperyalist sistemle bütünleşme konusunda en fazla “sorunlu” ülke olarak kaldı. Bu bakımdan, başta ABD olmak üzere tüm batılı emperyalistler, hem Azerbaycan’ın denetlenmesi, hem de İran’ın bölgedeki baskısının kırılması için, Ermenilerin, Karabağ konusundaki saldırgan tutumunu bir fırsat olarak değerlendirdiler. Azerbaycan’ın yumuşak karnı, Karabağ. Karabağ’ın “işleyen bir yara1′ olarak tutulması, Azerbaycan’ın baskı altına alınması için bir araç. Bölgede hegemonya için mücadele eden İran da, aynı olayı, aynı taktikle fakat tersinden kullanmak istiyor. Bu yüzden İran, politikasını, Ermenistan üzerinden geliştirmeye çalıştı. Özgürlük Dünyası’nın 41. sayısındaki yazımızda (Bkz. ‘Yeni Dünya Düzeni”nde Emperyalistler-arası Çelişkiler) , Asya üzerindeki emperyalist hesaplarda Türkiye’nin yeri üzerinde durmuştuk. Bu genel değerlendirme, Azerbaycan söz konusu olduğunda, özellikle önem kazanıyor. ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri arasındaki yarışta, Türkiye, ABD’nin yanında yer tutmuştu ve bu tutum, Ermenistan- Azerbaycan ilişkilerinde, Türkiye’nin politikasını “tarafsızlık” olarak belirledi. Türkiye, yalnızca İran’la rekabet bakımından değil, emperyalist çözümün anahtarı olarak rol oynamaya elverişli, kültürel ve siyasal tutumuyla da, bu rolü üstlenmeye hazır olduğunu açıklamış bulunuyor. Bu yüzden, muhalefetteki partilerin ve milliyetçi önyargılarla güdümlenen kamuoyunun baskısına rağmen, TC devlet ve hükümet politikaları, “Karabağ’daki katliamlar” karşısında bile “soğukkanlı” kalmaya devam etti. Belki de, sonradan tevil edilmesine rağmen, hükümetin ve devletin görüş ve duygularını yansıtan, Devlet Bakanı Onur Kumbaracıbaşı’nın şu sözleriydi: “Karabağ, Azerbaycan’ın sorunudur.”
Ermenistan, Türkiye için özel olarak ABD ve Batı Avrupa ilişkileri bakımından önem taşıyor. Fakat aynı zamanda, gelecekte tasarlanan büyük Orta Asya ekonomik ilişkileri bakımından da Ermenistan, Türkiye’nin planlarında işbirliği yapılacak bir ülke olarak yer tutuyor. Buna karşılık, Ermenistan’ın da, geliştirmek istediği kapitalizm bakımından Türkiye’ye ihtiyacı var. Ermenistan, denize kıyısı olmayan bir ülke. En yakın liman kenti, Trabzon. Trabzon-Erzurum üzerinden kurulacak bir karayolu bağlantısı ile Ermenistan ticaretinin büyük bölümünü gerçekleştirebilir. Akdeniz’le olan bağlantısını ise, şu anda bile Mersin limanı aracılığıyla sağlayabiliyor. Ermenistan ile Avrupa arasındaki uçak seferlerinin de, Türkiye hava sahası üzerinden yapılması zorunlu. Bu yılın başlarında, Ermenistan, Türkiye’den resmi olarak, Alican-Markara sınır kapısının açılmasını talep etmişti. Ermenistan’ın hemen hemen tek ihraç kapısı burası.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ekonomik faturasını en ağır biçimde üstlenen cumhuriyetlerden birisi olan Ermenistan’ın, ABD ile daha sıkı bir ekonomik bağımlılık aradığı gözleniyor. Türkiye, bu bağımlılığın gerçekleşmesi için coğrafi bakımdan olduğu kadar, siyasi ve ekonomik bakımdan da belirleyici bir önem taşıyor. Türkiye ile Ermenistan, kapitalizmin zincirleriyle, Türkiye’nin Azerbaycan’a “kültürel, tarihsel, milli” bağlarla bağlılığından çok daha sıkı bağlanmış durumda. Ancak bu, geliştirilmek ve tamamlanmak ihtiyacında olan bir ilişki. Şu andaki haliyle, ABD’nin ve Batı Avrupa emperyalizminin planlarının gerçekleştirilmesi için yeterince elverişli olmaktan uzak. Ermenistan, emperyalizmin siyasal ve ekonomik bakımdan Orta Asya’ya açılan kapısı olarak düşünülüyor. Ermenistan, sermaye akışını kolaylaştıran pek çok etken dolayısıyla, Kafkasya’da emperyalizm bakımından öne çıkıyor. Bu anlamda, Ermenistan, Türkiye’nin öteden beri kendisine yakıştırdığı “Doğu ile Batı arasında bir köprü” olma özelliğini kazanacak potansiyellere sahip. Ne var ki, bu potansiyelin pratik bir değer kazanabilmesi için, Türkiye ile Ermenistan arasında, sağlam, kalıcı bir ilişkinin kurulması zorunlu. Geçen ay içinde, politik ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinin öncesinde, ekonomik ilişkilerin temelinin atılması yolundaki çabalara ağırlık verilmesi, bu yolda ciddi bir planın olmasa bile, kuvvetli bir niyetin bulunduğu izlenimini veriyordu. Amerika’daki Ermeni cemaatinin başkanı Hovnaniyan’ın, Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan’ın talebiyle devreye girerek, Türkiye’de Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’la ilişkiye geçtiği ve Hovnaniyan ile Alaton arasında yapılan görüşmeler sonucunda, Trabzon’da serbest bölge kurulmasını amaçlayan ALPORT AŞ’nin kurulmasına karar verildiği, geçen ayın sonlarında basında açıklandı. Bu tekil gibi görünen ilişki, aslında, Türkiye’nin en büyük tekellerinden biriyle yapılmış bir anlaşma olarak belirleyici bir önem taşıyor. Nitekim bu anlaşma, ilk meyvesini, Ermenistan’a Karabağ’da olayların en sıcak olduğu bir dönemde, Alarko Holding aracılığıyla çeşitli yardım malzemeleri ulaştırılmasıyla birlikte verdi. Diğer yandan, Alport AŞ’nin temel talebi olan sınır kapısının açılması ve serbest bölgenin kurulması, özellikle Karabağ sorunu bu biçimiyle devam ettikçe gerçekleşemeyecek gibi görünüyordu. Ne var ki, Türkiye bakımından diplomatik ilişkilerin kurulması ve resmi düzeyde 1915 soykırımı iddialarından vazgeçilmesi koşuluna bağlanan bu gelişme için, bugün yeni imkânlar sağlanmış” bulunmaktadır. Türk Dışişleri Bakanı’nın 25 Mart’ta Ermenistan yetkilileriyle Avrupa’da gerçekleştirdiği son görüşme, Ermenistan’ın her iki koşulu da yerine getirmeye hazır bulunduğu biçiminde bir izlenimle kapandı. Soykırım iddiası konusunda, Ermenistan, bunun kültürel bir mesele, kamuoyuna yerleşmiş bir inanç olduğunu ve düzeltilmesi için zaman gerektiğini belirterek, daha önce Türkiye ile “önkoşulsuz” görüşme ilkesinden oldukça geri bir adım atmış bulunuyor. Görüşmeler için Türkiye’nin koşullarının kabul edildiği anlaşılıyor.
Azerbaycan ve Karabağ olaylarının yarattığı duygusal hava, Ermenistan’la Türkiye arasındaki ilişkilerin sıcaklaştırmasını zorlaştırırken, Türkiye Kürdistanı’nda meydana gelen olayların kamuoyunu meşgul ettiği bir sırada, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Ermenistan ile diplomatik ilişkilerin kurulacağını, Ermenistan’ın toprak bütünlüğünün önemini vurgulayan konuşması sırasında açıkladı. Bu açıklama, şubat ayı sonlarında, Ermenistan Devlet Başkanlığımdan yapılan, Türkiye’nin taleplerinin kabul edilemez nitelikte olduğu yolundaki açıklamayla çelişiyor. Ermenistan, bu koşulların ortadan kaldırılması için ABD’nin Ankara’yı ikna edeceği inanandaydı. Öyle görünüyor ki. ABD, ikna yeteneğini, Türkiye üzerinde değil, Ermenistan yönetimi üzerinde oynamıştır. Böylece Karabağ olaylarının başlangıcından ben, Ermenistan’ın Türkiye hakkındaki “olumlu” yaklaşımı, ilişkileri düzeltmek ve sürekli hale getirmek için harcadığı çabalar, başlangıçta Ermenistan’ın istediği içerikte olmasa da, cevabını bulmuş oldu.
Emperyalizmin, dağılan Sovyetler Birliği üzerindeki hesapları bakımından Türkiye’ye biçtikleri rol, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki gerginlik dolayısıyla tehlikeye düşmüş gibi görünüyordu. Bölgede bir istikrar unsuru ve koçbaşı görevi üstlenmesi beklenen Türkiye’nin böyle bir çatışmada tarafsız kalamayacağı endişeleri, Ermenistan’la girişilen yeni ilişkilerin bu boyutunda artık dağılacağa benziyor. Şimdi, Türkiye sürecin başından beri savunduğu ve gerçekleşmesine katkıda bulunduğu AGİK Prag toplantısının kararlarının uygulanması için ABD’nin de desteğinde daha etkin bir konum kazanabilir. AGİK, Şubat sonunda Prag’daki toplantısının sonunda, Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğunu, tarafların birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygı göstermelerini karara bağlamıştı. Aynı karar, taraflara bütün ülkelerce silah ambargosu uygulanmasını, çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanlara yardım edilmesini ve soruna barışçı bir çözüm bulunması için her türlü çabanın gösterilmesini de kararlaştırmıştı. Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğu gerçeğini vurgulamanın ötesinde -ki bu, dağılan Sovyetler Birliği Anayasası’nın bir hükmü idi- hiç bir siyasi değeri olmayan bu renksiz karar, sonuç itibariyle Türkiye’nin politikasının uluslararası bir platformun politikası olarak ilan edilmesi anlamına geliyordu ki, bu da Türkiye’nin üstlenmek istediği stratejik rol bakımından önemliydi. Bu yüzden, Prag kararları, özellikle Azerbaycan’ın sorunun Birleşmiş Milletler platformuna getirilmesi önerisine, tarafsızlığını olası bir oylama sırasında bozmak zorunda kalacağı düşüncesiyle karşı çıkan Türkiye kadar, Ermenistan’ı da rahatlatan sonuçlar taşıyordu.

ERMENİSTAN’DAN KÜRDİSTAN’A ABD POLİTİKALARI

Türkiye, kendisini iki ucundan sıkıştıran Ermenistan ve Kürdistan sorunlarına, şimdilik, ABD politikaları çerçevesinde bir çözüm bulmuş gibi görünüyor. Irak- Kuveyt bunalımı sırasında, bölgedeki Kürtleri “Saddam’ın zulmünden korumak için” yerleştirildiği ilan edilen Çevik Kuvvet, Türkiye’nin olası imha planları bakımından çelişkili bir konum gösteriyordu. Saddam’a karşı korunan Kürtler, Türkiye’ye karşı korunmayacaklar mıydı? ABD Çevik Kuvveti, bölgedeki misyonunu, gelecekteki bir bağımsız Kürt devletinin olası konumlarını da içeren bir plana göre değerlendiriyordu. Son durumda, Türkiye’nin “bahar taarruzu” adıyla yürürlüğe koyduğu operasyonlar dizisinin, ABD tarafından nasıl karşılanacağı ciddi bir endişe konusu olmuştu. Ancak, S. Demirel’in ABD gezisinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda herhangi bir engel kalmadığını açıkça ve rahatlamış bir ifadeyle dile getirdi. ABD, PKK’ya karşı girişilecek her türlü operasyonu destekleyecekti. Çevik Kuvvet’e bağlı helikopterlerin PKK gerillalarına yardım ettiği yolundaki haber ve yorumlar da, bu netliğin sağlanmasından sonra kesildi. Newroz olayları sırasında, ABD’nin tavrı, daha da netlik kazandı; PKK bir terör örgütü olarak açıkça ve bir kez daha mahkûm edilirken, sürdürülen operasyonlar da haklı ve meşru olarak değerlendirildi. Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in yukarıda değindiğimiz Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulacağına ilişkin açıklaması, bu sırada yapıldı ve ister istemez, ABD’nin Ermenistan’la Kürdistan arasında gidip gelen bir pazarlığı yürüttüğü yolundaki izlenimlere güç kazandırdı, Öyle görünüyor ki, Türkiye, Ermenistan karşısındaki tutumunu bu çizgide sürdürdüğü müddetçe, ABD, geçmişteki Kürdistan’la ilgili tehditlerini, en azından durumda önemli değişiklikler olmadıkça, tekrarlamayacak.
Örneğin, “PKK gerillalarına helikopterli yardım” gibi provokatif haberlere, bu çizgide bir aksama olmadıkça bir daha rastlayamayacağız. Bu ilişki, faşist basının propagandasının aksine, Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle Ermenistan’ın bugünkü yöneticilerinin çıkarları arasında bir ilişki bulunmadığını gösteriyor. Ermenistan, Kürdistan’a karşı bir koz olarak kullanılıyor ve bu kuşkusuz her iki halkın yakın ve uzak ortak çıkarları bakımından büyük bir tehlike oluşturuyor. Her iki halkın aleyhine olarak, ABD ile TC arasında oluşturulan birlik, aynı zamanda, Türk halkı için de ciddi tehlikeler taşıyor. Bölge halkları arasında onulmaz düşmanlıkların doğmasına, şoven, ırkçı politikaların süreğen özellikler kazanmasına yol açacak olan bu sürecin kırılabilmesinin yolu, birleşik devrimci mücadeleden geçiyor.

Nisan 1992

Zonguldak Katliamı Ve Ocakların Kapatılması

Geçen yıl, Türkiye işçi sınıfının tarihine, adlarını unutulmaz “Ankara Yürüyüşü” ile yazdıran Zonguldak işçileri, bu yıl bir kez daha kendilerini -ama acıyla- yeniden gündeme soktular.
3 Mart’ta Kozlu-İncirharmanı kömür ocağında gece vardiyasının başlamasından dört saat sonra patlayan grizu, resmi açıklamalara göre 120, resmen onaylanmamış açıklamalara göre 300 madencinin ölümüne neden oldu. Ocak kapatıldığı, kurtarma çalışmaları durdurulduğu halde, cesetleri çıkarılmadığı için yeraltında bırakılan işçiler resmen ölü olarak kabul edilmedi ve ailelerin “resmi ölülere verilen devlet tazminatından yararlanamayacakları açıklandı.
Kozlu’nun yiğit işçilerinin, bu kentin Ankara’ya yürüyüşü sırasında Çankaya’ya doğru savurdukları sıkılı yumrukları, şimdi cansız bedenleri Zonguldak SSK Hastanesi’nin üçüncü bodrum katındaki morgun gasil hanesinde yıkanmak ve alelacele ailelerine teslim edilmek üzere bekletilirken, bu kez hiçbir şey ifade etmemek üzere, iki yanlarına sarkmış, kiminin de göğsüne kenetlenmişti. Siz eğer burada durup 1991’in Ocak ayına geriye dönüşler yaşamıyorsanız ve “diri diri gömülmek istemiyoruz, grizuda, göçükte ölmek istemiyoruz” sloganları kulaklarınızda çınlamıyorsa, bu yanlara sarkmış kömür karası eller, bu bele asılmış kazmalar, lastik çizmeler, zimmetli madenci lambaları size flash-back’ler yaptırıp gözünüzün önüne taleplerini haykıran ama yarı yoldan geri döndürülen devasa bir işçi kitlesini getirmiyorsa, gerçekten ifadesizdirler…
Kozlu’daki grizu faciasıyla birlikte patlamanın nedeni, kömür ocaklarının durumu ve işçilerin bundan sonraki yazgılarının ne olacağı konusunda tartışmalar başladı. Ancak politik gündemde önceliklerin sık sık değiştiği ülkemizde öne çıkan diğer güncel sorunların arasında önceliğini ve önemini yitirerek hiç değilse şimdilik bir yana bırakıldı.
Patlamayla ilgili yorumlar Zonguldak işçi sınıfına göre ve Zonguldak’la ilgili tasarıları olan tekelci burjuvazinin temsilcilerine ve onların devletine göre farklılıklar gösteriyordu. Zonguldaklı işçilere göre Kozlu faciasının nedeni ihmaldi; gözleri İncirharmanı kuyusunun giriş kapısında arkadaşlarının cesetlerinin çıkarılmasını beklerlerken “onlar için iki araba daha kömür çıkarmak işçinin hayatından daha önemli” diyorlardı. “Bu yüzden metan gazı oranı yükseldiği halde ocak boşaltılmadı.” Oysa TTK ve devlet sözcüleri olayın doğal bir afet, bir kaza olduğunu söylüyor, başsağlığı diliyorlardı. Çok sıkışınca da öfkeli işçilerin karşısına ihmalden, dolayısıyla kazadan sorumlu olarak mühendisleri ve teknik elemanları çıkarıyorlar, hedef tahtasına bu kesimleri yerleştiriyorlardı.
TTK yetkililerinin kazadan hemen sonra açıkladıkları ve matbu olarak basına dağıttıkları günlük metan gaz ölçümleri, 3 Mart tarihli listede oldukça ilginç bir tablo çiziyordu. Ocakta, kömür çıkarımı sırasında doğal olarak oluşan metan gazının % 1,5’a kadar yükselmesi normaldir. % 2 düzeyi gazın kritik bir düzeye geldiğini gösterir ve bu noktadan itibaren alarm verilmesi ve ocakların boşaltılması gerekir. TTK listelerinde gaz, saat 19:40 dolaylarında işte bu kritik noktaya gelmiş ve patlamanın olduğu 23:03’e kadar geçen 23 dakikada ne ocak boşaltılmış ne de alarm verilerek işçiler uyarılmıştır. Dahası ocaklarda son bir haftadır gözlenen sıcaklık artışı tutanaklara geçirildiği halde, gerekli kontroller ve işlemler yapılmamıştı. Bu ilk listelerin gazetelerde yayınlanmasıyla kamuoyunda yoğun bir tepkinin uyanmasından sonra TTK yetkilileri alelacele bir basın toplantısı düzenleyerek, ilk listeyi yalanladılar ve bunun bir daktilo hatası olduğunu ilan ettiler. “Karışık bir zamandı, böyle hatalar olur”du. Yeni düzenlenen listede ise her şeyin işçilere haber verilemeyecek kadar kısa sürede olup bitiği görülüyordu. İki-üç dakikada aniden yükselen metan gazı için bir şey yapılamazdı; Zonguldak olayı bir kazaydı. Devletin resmi açıklaması TTK yetkililerinin ağzından böyle yapılıyordu.
Kozlu’lu işçiler ilginç bir açıklama daha yapıyorlardı. On beş gündür MET-SEC Macar firmasının mühendisleri “delme patlatma yöntemi” adı verilen bir metodu denemek ü2ere Kozlu’da bulunuyorlardı. Dik ve dar damarlarda kömür çıkarımını kolaylaştırdığı iddia edilen bu yöntem denemelerinin grizu faciasını provoke ettiğini söylüyorlardı. İşçiler diyorlardı ki: “15 gündür buradalar, denemeyi yaptıkları yerde oldu olay. Bizi deneme tahtası olarak kullandılar” oysa aynı TTK yetkilileri bu iddiayı da reddediyorlar ve “Daha önce işçileri sokmak zorunda kaldığımız damarlardan kömürü 800 atmosfer basıncında hava göndererek çıkaracağız, bu işçinin lehine olan bir yöntemdir” diye ifade veriyorlardı.
Ocağın 425 katındaki patlamanın ardından başlayan yangın kısa sürede büyüdü. İçlerinde sorumluluk duyarak yeni bir patlama olasılığını ve ölümü göze alarak arkadaşlarını kurtarmaya ya da hiç değilse cesetlerini yerüstüne çıkarmak için can havliyle yeraltına inen işçiler, bir süre sonra geri çağrıldı ve kurtarma çalışmaları durduruldu. Yangınla mücadele edilememişti ve ocak kapatılıyordu. Oysa Kozlu’nun tek girişi olan Yeniçeltek’ten farklı olduğu, birçok girişinin bulunduğu, şu anda “tahkimat yangını” olarak süren yangının kontrol altına alınacağı ve Kozlu’nun asla Yeniçeltek olmayacağı konusunda teminatlar verilmişti. Şimdi ise yeraltında kalanların üzerine bütün girişler kapatılıyordu.
Kozlu devletin ve TTK’nın gözbebeğidir ve taş kömürü denince akla önce buradaki yataklar gelir. Çünkü sözde en iyi modernize edilmiş ve en iyi donatılmış ocaklar buradadır. Bu yüzden ocaklarla ilgilenen basın mensuplarına, yabancı ziyaretçilere ve Zonguldak’a gözlerini dikmiş İshak Alaton’a örnek olarak Kozlu yatakları gezdirilirdi.
Kozlu maden ocaklarının ne denli modern olanaklara sahip olduğunu göstererek övünmek, Zonguldak’ın çeşitli yörelerine yayılmış olan ve işçilerin yaşamını kadere bırakan yöntemlerle işletilen diğer ocakların durumunun gizlenmesine yaramaktaydı, son Grizu faciası göstermiştir ki Kozlu kötülerin arasında iyidir ancak.

ZONGULDAK KAZA DEĞİL KATLİAM
Kozlu’daki grizu faciasıyla ilgili olarak bu yatakların jeolojik durumuna ilişkin, patlamanın özel oluşma biçimine ilişkin, tek tek mühendis ve teknikerlerin dikkatsizliğine ve şeflerin haris prim avcılığına ve bilgisayar monitöründe beliren gaz yükselmesinin işçilere haber verilmemesine ilişkin, onlarca neden bulunup söylenebilecektir ve söylenmektedir de. Ama sorun tek başına Kozlu’daki olayın özel nedenlerinin ortaya çıkarılmasıyla aydınlanmayacaktır. Çünkü bu facia, Kozlu’nun ve Kozlu gibi olan, aynı akıbete uğramaya aday diğer maden ocaklarının içler acısı durumu ve iğcilerin içinde tutuldukları çalışma koşullarıyla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Katliamın sorumlusu da ocakların iyileştirilmesinden özenle kaçman, iş güvenliğini sağlamaya yönelik hiçbir girişimde bulunmayan ve bu yöndeki taleplere kulaklarını tıkayan devlettir.
Zonguldak maden ocaklarında bugün tamamen el emeğine dayalı üretim yapılır. Bu yüzden kömür “istihsal”i artışı, işçinin bedensel olanaklarının sınırına bırakılmıştır. Bu sınır çeşitli yöntemlerle zorlanır. Kömür ocaklarının tarihinde bu sınırın nasıl zorlandığına ilişkin sayısız örnek vardır. 2. dünya savaşı yıllarında, çıkarılan bir kararnameyle köylü erkekler köylerinden jandarma dipçiğiyle zorla koparılıp alınarak ocaklarda çalışmaya mecbur kılındılar. Bu yıllar mükellefiyet dönemleri olarak bilinir. Yeraltına inmeyi reddedip kaçan işçiler bulunup getirilerek cezalandırılırdı.
Bugün işçiler jandarma veya polis zoruyla çalıştırılmıyorlar ama onları bu ilkel donanımlı ve tehlikeli ocaklarda çalışmaya mahkûm kılan nedenler, jandarma-polis baskısından daha etkili. Çünkü Zonguldak’ta başka hiçbir çalışma alanı yok ve Şemsi Denizer’in açıkladığı rakama göre İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda kayıtlı 63. 000 işsiz var. Bu yüzden Zonguldak’ta maden işçisi olmak bir statü haline geldi ve bir “işe yerleştirme mafyası” oluştu. Zonguldak’ta en önemli seçim yatırımlarından biri de işsiz seçmenlere ocakta iş verme vaadi oldu.
Maden işçisi olmayı başarmış “şanslı” işçi için iş yaşamı azaptır. 8 saatlik vardiya boyunca o, ait olduğu kartiyenin payına düşen ve önceden hesaplanmış günlük “istihsal” miktarından üstüne düşeni gerçekleştirmek üzere didinecektir. İşçiden, ayrıca bu miktarın üstüne çıkması da beklenir. İşçinin buna gönüllülüğü, verileceği vaat edilen primle sağlanır. Prim işçiler için çok az bir miktardır ama “istihsal” artışının kaymağı yani asıl prim şeflere ve TTK’nın başına çöreklenmiş bürokratlara düşer. Uçaklardaki bu üretim zorlaması grizuyu çağıran etkenlerdendir. İşçiler çoğu kez, ocakların yabancı sermaye tarafından işletildiği zamanlarda talan edilmiş olan damarlarda çalışmaya zorlanır. Metan gazı birikimi bu eski ve zayıflamış damarlarda daha yoğun olmaktadır.
Zonguldak’ta maden işçisinin bedensel gücü son damlasına kadar sömürülür. İşçi hâlâ 1940’larda olduğu gibi kazmayla kömür çıkarmaktadır. Hidrolik tahkimat sistemi ve elektrikli ray sistemi gibi teknolojik olanaklar bu ocaklarda hâlâ tanınmaz ve ahşap tahkimat, dekovil taşımacılığı ve klasik madenci kazmasının, sözü geçer galerilerde işçiler, modern aletlerin kullanılmasının tehlikeli olacağına inandırılmaya çalışılmaktadır ve birçok bilinçsiz işçi için bu kanıksanmış bir görüş olmaktadır.
Teknolojinin düzeyi ocaklardan metan gazının aspire edilerek çekilmesini ve hatta bu gazın evlerde yakıt olarak kullanılmasını sağlayacak olanakları sunmaktadır ve maden ocaklarının havalandırma sistemleri geliştirilmiştir. Bu yöntemler grizuyu tamamen önlemese bile oldukça azaltmaktadır.
Zonguldak’taki maden ocaklarının bu ilkel koşulları, işçilerin sağlığını ve can güvenliğini tehdit etmektedir. Göçük ya da grizuya yakalanmadan emekli olmayı başaran birçok yeraltı işçisi, kömür tozu solumaktan kaynaklanan çeşitli akciğer hastalıklarına yakalanır ve yaşamını üst solunum yolları ve akciğer problemleriyle geçirir.
Siyasal iktidar maden ocaklarındaki bu olumsuz koşulların düzeltilmesi konusunda şimdiye dek hiçbir şey yapmadı. Üstelik sürekli olarak kömür ocaklarının devlete yük olduğunu, kendi kendini finanse edemediğini söyleyerek sızlandı. Zonguldak işçi sınıfının da kendi iş güvenlikleriyle ilgili kayda değer taleplerinin olduğu söylenemez. Çoğu kez geçim sorunu, ücretlere zam istemi iş güvenliği talebinin önüne çıkarılarak gereken önem verilmedi. Genel Maden-İş de başından beri bu konuda olumsuz bir tutum gösterdi.

OCAKLAR KAPATILAMAZ
1991 Ocak yürüyüşü sırasında olduğu gibi, Kozlu katliamının ardından gelen günlerde de burjuvazi daha önceden hazırladığı senaryoyu oynadı. Çok sayıda kişinin ölümüyle sonuçlanan grizu faciasından sonra işçiler, henüz üzerlerindeki şoku atamadan, önlerine dikilen yeni bir sorunla karşı karşıya bırakıldılar. Devlet, işçilerden daha hızlı davranarak, ocakların tehlikeli ve üstelik ekonomik bakımdan verimsiz olduğunu iddia ederek kapatılması gerektiğinin propagandasını yapmaya başladı. Tekelci burjuvazinin ideologları, ekonomistleri ve bizzat aralarından bazıları madenci cesetlerinin karşısında sahte gözyaşları dökerek, insan hayatının öneminden bahsederek, Zonguldak halkının çıkarından başka bir şey düşünmüyormuş gibi görünerek “Ocaklar kapatılsın” diye feryat ediyorlar.
Oysa onların bu sahte gözyaşlarının arkasında ölüler üzerine basarak kollamaya çalıştıkları sınıfsal çıkarları ve ticari hesapları gizlenmektedir. İşçiler açısından iş güvenliği talebi, şimdi artık, öne çıkarılan iş güvencesi sorununun karşısına koyulmakta, işlerini kaybetme tehdidi altında telaşa kapılan madencilerin öfkesi söndürülmeye çalışılmaktadır. TTK’nın alt katındaki salona toplanan yüzlerce tedirgin işçi bürokratların ağzından çıkacak kararı, endişeyle beklerken çoklardaki kötü koşulların düzeltilmesi istemini dile getirmek yerine ellerinden alınmak istenen işlerine ne olursa olsun sahip çıkma durumuna düşürülmüşlerdir.
TTK’nın maliyeye, SSK’ya olan borçları, ödemek zorunda olduğu faizler zarar olarak gösteriliyor ve işçilik giderlerinin de yüksek olduğu, dolaysıyla kömür ocaklarının boşuna çalıştırıldığı söyleniyor. Buna göre devlete ait bir kurumdan diğerine aktarılacak yani bir cepten diğerine geçecek olan parasal rakamların transferindeki zorluklar maden işçisine fatura ediliyor ve işsizlikle tehdit ediliyor. Ocaklarda 5000 işçi açığı, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda iş için bekleyen binlerce işçi, işlenmesi gereken 1,5 milyar ton kömür rezervi bulunurken devlet ve TTK bürokrasisi ocakları işletme konusundaki başarısızlığının sorumlusu olarak işçileri gösteriyor. Oysa maden ocaklarında işçilik gideri olarak ayrılan pay kömür üretiminin düzeyi ile çoktan karşılanmaktadır ve üstelik bürokratları da beslemeye yetmektedir.
Metalürji ve demir-çelik sanayisinin belkemiğini oluşturan taşkömürünü besi yeri olarak görmeye alışkın olan burjuva devlet, sahip olduğu kapitalist işletmecilik zihniyetiyle, bu ocakları sübvanse etmek yerine kapatmayı ya da özelleştirmeyi düşünüyor ve bu doğrultuda bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.
Zonguldak üzerine oynanan oyunun birçok boyutu vardır. Taş kömürünün bir kısmı zaten dışarıdan ithal edilmektedir ve bu miktarın arttırılması düşünülmektedir. İsrail’den ithal edilecek olan taşkömürünün komisyonculuğuna soyunan Sosyal-demokrat hükümet ortağının finansörlerinden, İshak Alaton ocakların kapatılması konusunda en çok yaygara koparan kişidir. Diğer yandan Zonguldak için planlanan Somon balığı üretiminde de Alaton’un parmağı vardır. Somon balığı ile ilgili şirketin ortaklarından biri odur, diğer ortak ise veliaht Ahmet Özal’dır. Alaton’un Türkiye’de doğal gaz kullanımının yaygınlaşmasıyla nasıl bir ticari kâr sağlayacağı da hesap edilirse, madenci ölülerinin üzerine döktüğü gözyaşlarının niteliği anlaşılabilir.
Son olarak da Peugeot ve yerli ortaklarına Zonguldak’ta imtiyazlar tanınarak buraya yatırım yapmaya özendirilmektedirler.
Ocaklar kapatılarak, işçi ücretleri iki yıl boyunca karşılıksız olarak ödendiğinde bile, devletin kârlı olacağı iddia edilmekte ve maden işçilerinin gönülleri çelinmeye çalışılmaktadır, iki yıl boyunca toplam iki trilyon lira ödeneceği vaadinin Zonguldak halkını cezp edeceği sanılıyor. Devlet kurumları arasında da kâğıt üzerine yazılan rakamlar olarak gerçekleşen para transferinin, böyle ete-kemiğe bürünerek Zonguldak’a nakit olarak aktarılabileceğine işçilerin inanması isteniyor. Ama iki trilyon liranın çok daha azı bir miktarla maden ocaklarının koşulları iyileştirilebilir ve modernize edilmiş koşullarda ocakların kapatılmasını zorunluluk haline getirdiği söylenen üretim düşüklüğü de giderilebilir.
Önerilerin ardındaki niyet işçinin can güvenliğini sağlamak değildir. İki trilyon lira gibi vaatlere inanmamak için çok nedeni var Zonguldak işçilerinin. İki trilyon lirayı uzaktan göstererek satın almaya çalıştıkları, madencinin iş güvenliği talebidir. Yapılmak istenen arkadaşlarının cesetleri karşısında iş telaşına düşerek işçilerin suskun kalmalarının sağlanmasıdır. Bunun için kömür ocaklarının ölüm kokan karanlık galerilerinin alternatifi olarak hayali 2 trilyon lira, iki yıl ücretli tatil, gün ışığı ve rahatlık koyulmaktadır. Kendi kurdukları düşte maden işçisinin boğulmasını istemektedirler.

AVUNTU DEĞİL, İŞ GÜVENLİĞİ

Zonguldak işçi sınıfı, bu artarda gelen facialar ve katliamlar karşısında suskun kalmaksızın iş güvenliği talebini öne çıkarmak zorundadır. Bunu işverenle, yani devletle bir pazarlık konusu haline getirmelidir. Şimdiye dek geçim sorunu ve gündelik diğer sorunlar içinde unutulan iş güvenliği talebi öne çıkarılmalı, burjuvazinin ocakları kapatma provokasyonu ile gündemi değiştirme girişimine karşı hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.
Ücretlere zam talebi belki, iş güvenliği istemine görece daha kolay karşılanabilir bir talep olmakla birlikte “işçi sağlığı ve iş güvenliği, çalışan işçinin doğrudan yaşamıyla ilgili bir konu olup, uzun vadede bakıldığında ücret ya da diğer taleplerden daha fazla önem verilmesi gereken taleplerdir” (İşçi Sınıfı Mücadelesi ve Toplu Sözleşme)
İş güvenliği talebi kapitalistlerin özenle kaçındığı, pazarlık masasına yatırmak istemedikleri bir konudur. Çünkü daha fazla kârlılık ilkesine göre işleyen ekonomik sistem için, işçi sağlığı ve iş güvenliği için yapılacak yatırımlar kârdan çalınmış bir pay olarak görünür. Bu bakımdan işçi sınıfının iş güvenliği ile ilgili talepleri yükselterek öne çıkarması kapitalizmin doğasını zorlar ve onun işleyiş mekanizmasını tehdit eder. İşçi sınıfı ve özel olarak Zonguldak maden işçileri kendi ruh ve beden sağlıklarını, can güvenliklerini tehdit eden kapitalizme karşı böyle bir tehdidi yöneltmek ve burjuva devletle bu anlamda hesaplaşmak zorundadır.

Nisan 1992

Sendikal Demokrasi Üzerine

İşçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezleri olan sendikalarda, sendikal demokrasiyi savunmak ve eksiksiz olarak hayata geçirilmesini sağlamak, işçilerin genel olarak özgürlük ve demokrasi mücadelesine, özelde sendikal mücadeleye katılmasında, ileri ve kalıcı mevziler elde edebilmesinde önemli bir yere sahiptir. Şu bir gerçektir ki, sendikal demokrasinin eksiksiz uygulanması, sınıf sendikalarının olmazsa olmaz koşullarından biridir.
İşte, bu kadar önemli olmasından dolayı, sendikal mücadele içerisinde en fazla istismar edilen, çarpıtılan konuların başında sendikal demokrasi konusu gelmektedir. Öyle ki, yıllardır sendikaların başına çöreklenmiş sendika ağa ve bürokratları, yeminli işçi düşmanları, sicilli faşistler ve her renkten reformist ve revizyonistler dahi, sendikal demokrasinin gerekliliği, hatta uygulandığı üzerine her gün vaaz vermekteler. Bu sınıf düşmanları, her konuda olduğu gibi, bu konuda da, işçilerin bilinçlerini çarpıtmak için en bayağı demagojilere başvurmaktan geri durmuyorlar.
Sınıf mücadelesi, demokrasi anlayışı, sınıf mücadelesinde sendikaların yeri, rolü ve önemi konusundaki farklı anlayışların var olması, kaçınılmaz olarak sendikal demokrasi konusunda da farklı yaklaşımların var olmasının zeminini oluşturmaktadır.
Hangi tür sendika ağa ve bürokratı olursa olsun, bunlar sendikal demokrasiyi kendine, daha doğrusu temsil ettiği sınıfın (burjuvazinin) çıkarlarına uygun olarak yorumlar, işine geldiği gibi açıklar. Aralarındaki, renk farklılığına, ifade biçimlerindeki değişikliklere karşın hepsi aynı konuda, demokrasinin, sendikal demokrasinin inkârı konusunda hemfikirdirler.
Nasıl ki sendikal anlayışlar, genel olarak sınıf işbirliğini savunan çeşitli renklerde burjuva sendikaları ve sınıf işbirliğini reddeden sınıf sendikaları diye ikiye ayrılıyorsa, demokrasi ve sendikal demokrasi konusunda da temel bir ayrım vardır: Demokratik hak ve özgürlükler, onun bir parçası olan sendikal hak ve özgürlükler ve sendikal demokrasiden yana olan, bunların kazanılması, eksiksiz ve kesintisiz uygulanabilmesi için sermaye ve faşizme karşı kararlılıkla mücadele verenler ile bu mücadelenin açıkça veya sinsice karşısında olanlar.
Siyasi hak ve özgürlükler, sendikal hak ve özgürlükler için mücadele etmeyenlerin, sendikal bazda olsa da “demokrasiyi” uygulamaları bir yana, “savunmaları”, savunuyor görünmeleri sadece tiksinti uyandırır.
Şimdi yıllardan beri bütün varlığıyla sermaye ve hâkim sınıflara hizmette kusur etmemiş bir Şevket Yılmaz, Mustafa Özbek, Faruk Barut, İbrahim Eren vb.nin demokrasiden, sendikal demokrasiden yana olduğunu kim iddia edebilir?
Aynı şekilde, “yönetime katılma”, “Toplumsal Mutabakat” sloganlarıyla açıktan sınıf uzlaşmasının teorisi ve savunusunu yapan Kristal-İş, Laspetkim-İş yöneticilerinin, sendikal demokrasiden yana olduğunu söyleyebilir miyiz? Demokrasiden, sendikal demokrasiden yana olduğunu söyleyebilmek için her şeyden önce bunların demokrat olmaları gereklidir. Sadece bunlar değil, bugün sendikaların başına çöreklenmiş çeşitli burjuva kliklere bağlı sendika yöneticilerinin, İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK mücadelesi, insan hakları ihlalleri, işkence, sokakta infaz, KÜRT SOYKIRIMI vb. konularındaki tavırları göz önüne alındığında, bunların demokrat olduklarını söyleyebilmek için saflıktan öte ahmak olmak gerekir. Emperyalistler, onların işbirlikçisi hâkim sınıflar (İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak ağaları), ne kadar “demokrat” ve “demokrasiden” yanaysa, bunlar da o kadar “demokrasiden” ve “sendikal demokrasiden” yanadır.
Bütün sınıflı toplumlarda, iktidarı elinde bulunduran sınıflar için demokrasi varken, yönetilenler için diktatörlük vardır.
Kapitalist toplumda burjuvazi için demokrasi, emekçiler için diktatörlük varken; insanın insanca yaşadığı, sömürünün olmadığı SOSYALİST TOPLUMDA ise “Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zora dayanan bastırma, yani demokrasiden dışlama vardır.” Diğer bir ifadeyle, egemen sınıf olarak örgütlenmiş olan emekçi yığınlarının bir avuç sömürücünün üzerinde diktatörlüğü vardır.
Sömürücü egemen sınıflar, varlıklarını devam ettirebilmek için, koyduğu yüzlerce kısıtlama ve yasakla, ezilen, sömürülen yığınları “siyasetten, demokrasiye etkin katılımdan dıştalar. uzaklaştırırlar.” Kitlelerin aktif olarak siyasi mücadeleye (iktidar mücadelesine) katılmasını engellerler.
Devlet bazında böyle olduğu gibi, sendika yönetiminde de durum böyledir. Günümüzde sendikaların başına çöreklenmiş -gasp etmiş demek daha doğru olacak- bir avuç sendika ağa ve bürokratı, işçilerin sınıf mücadelesine sendikal mücadeleye etkin biçimde katılmalarını engellemek, bu mücadeleden uzaklaştırmak, dıştalamak için ellerinden geleni yapmaktalar. Bu tutum onların sınıfsal çıkar ve konumları gereğidir ve davranışlarında anlaşılmaz bir yan yoktur.
Sendika ağa ve bürokratları, hâkim sınıfların desteği ve yol göstericiliğinde, mevcut faşist anayasa ve yasaların yanı sıra, yaptıkları gerici tüzük ve yönetmeliklerle, yürüttükleri propagandalarla ve uygulamalarla, işçilerin hareket alanlarını daraltmaya bilinçlerini çarpıtmaya, burjuva bilinç vermeye, işçilerin tepkisinin düzene (siyasal iktidara) yönelmesini engellemeye, tepkinin, sendikalizmin dar sınırları içinde kalmasına azami çaba gösterirler. İşte bu nedenlerden dolayı, sendikal demokrasinin kapsam ve hedefi, ne gerici sendika yönetimleriyle, ne de tüzük ye yönetmeliklerle sınırlı olamaz. Bu mücadele, genel olarak demokrasi ve sendikal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için verilen mücadelenin bir parçası olmalı; sadece sendika ağalarını, yönetimlerini değil, bir bütün olarak tüm burjuva sendikal akımları ve onların gerisindeki egemen sınıfları hedeflemelidir. Bu alanda başarı kazanmanın, kalıcı mevziler elde etmenin ön koşulu, diğer şeylerin yanı sıra, mücadelenin bu kapsam ve perspektifle ele alınıp yürütülmesine bağlıdır. Bugün başta Türk-İş ve ona bağlı sendikalar olmak üzere, Hak-İş, DİSK ve “Bağımsız” sendikaların yönetiminde, reformist, revizyonist, faşist ve dinci-gerici sendika ağa ve bürokratları bulunmaktadır. Bunlar, işçi sınıfının, sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezleri olması gereken sendikaları, sendikal eylemi parçalamak, boğmak isteyen burjuva sendikacılık akımlarının, işçi sınıfına karşı saldırı merkezleri haline getirmişlerdir.
“İşçi sınıfının sendikal özgürlükleri elde etmesinin ve sendikal demokrasinin gerçekleşmesinin önündeki en önemli engel, sendikalara sınıf işbirlikçisi sendika bürokrasisinin ve burjuva sendikalizm akımının egemen olmasıdır. Dolayısıyla isçiler, sendikal özgürlüklere ve sendikal demokrasiye ulaşmak için, bürokrat sendika yöneticilerinin çizgi ve egemenliğine karşı mücadele etmek zorundadırlar.”Sendikalara egemen olan çeşitli burjuva sendikal akımlar, sadece yönetim olarak değil, çizgi ve anlayış olarak da, sendikalardan tasfiye edilip, sınıf sendikacılığı anlayışı, sendikalara egemen kılınmadan, ne sendikalar sınıf mücadelesindeki gerçek yerlerini alabilir, ne de sendikal demokrasi yerleşebilir.

SENDİKAL DEMOKRASİ KONUSUNDA YANLIŞ ANLAYIŞ VE ÇARPITMALAR
Sendikal demokrasi konusunda her sendikada değişik biçim ve düzeyde olmak üzere çok farklı anlayış ve çarpıtmalar vardır. Bunları tek tek ele alıp eleştirmek, açıktır ki bu yazının kapsam ve boyutunu aşacaktır. Biz o yüzden, bunlara kaynaklık eden belli başlı yanlış anlayışlar üzerinde duracağız.
FAŞİST YASA VE TÜZÜKLERİN DEMOKRATİKLEŞTİRİLMESİ SENDİKAL DEMOKRASİ İÇİN GEREKLİDİR ANCAK YETERLİ DEĞİLDİR
“Faşist, gerici, reformist ve revizyonist akımların ve bu akımlara bağlı sendika ağası gruplarının sendikalarda egemen olmasının doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, işçi sınıfı hareketinin ve sendikal eylemin, ekonomik mücadelenin dar sınırlarına hapsedilmesi; diğeri, sendikal demokrasinin yok edilmesidir” (Konferans Belgeleri)
Her türden burjuva-gerici, faşist sendika ağa ve bürokratı sendikaların başında kaldığı ve mevcut bürokratik yapı parçalanmadığı sürece, sendikal demokrasinin işlemeyeceği açıktır. Durum böyle olmasına rağmen günümüzde sendikal alanda yürütülen mücadele ve öne sürülen talepler, bırakalım sosyalizm mücadelesine bağlanmayı, birlikte ele almayı, sendika bürokrasisini parçalamayı hedeflemeyen bir çizgide seyretmektedir. “Sendikalarda taban denetimi”, “yönetimde söz ve karar sahibi olma” gibi sloganlar da reformist bir perspektifle öne sürülmektedir. Bu ve benzeri önermeler salt faşist, gerici, revizyonist, reformist sendika yöneticilerini değil, (Troçkistler taban denetiminden, işçilerin sendika bürokratlarının değiştirilmesini değil onların denetlenmesini savunuyorlar), bütün burjuva sendikal akımların sendikalardan tasfiyesini, bürokratik aygıtın parçalanıp ortadan kaldırılmasını içermelidir.
Bugün hemen bütün sendika ağa ve bürokratı, delege seçimlerini, genel kurulları, temsilci toplantılarını, anket dağıtmalarını, “tabanın yönetimde söz ve karar sahibi olmasını” hayata geçirmek için yaptıklarını, bunun da sendikal demokrasinin bir gereği olduğunun propagandasını yapıyor. Bu propagandayla kendilerinin    “demokrat” olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Ancak bunlar, tek tek veya bir bütün olarak incelenerek üstündeki örtü kaldırıldığında görülecektir ki, bunların hepsi göstermelik, göz boyamaya yöneliktir ve sendikal demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Her türden burjuva sendikacıların, delege seçimleri ve Genel Kurullarda hangi ayak oyunlarına, kafakol ilişkilerine başvurdukları, koltuk vaatlerinden lüks otellerde ağırlamaya kadar ne tür pislikler içinde olduklarını bilmeyenimiz yoktur. Bunlar bir yana, özgür bir seçme ve seçilmenin faşist yasalarla engellendiği bir ortamda, seçimleri sendikal demokrasi gibi göstermek saçmalıktır.
Bugünkü Anayasa ve sendikal yasalarda her türden halk düşmanının seçilebilmeleri için kolaylıklar sağlanırken (devrimcilerin seçilmelerini engellemek bile, başlı başına bir kolaylıktır), devrimcilerin, komünistlerin yönetime seçilebilmeleri engellenmiş durumdadır. Sermaye ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele eden, bu mücadelede işten atılmalarının yanı sıra, faşist diktatörlükçe çeşitli cezalar verilerek cezalandırılanların seçilmeleri, sendika kurmaları yasaklanmıştır. Bunun yanı sıra, genç işçilerin düzene ve sendika ağalarına daha çok tepki gösterir olmalarından dolayı, onların da seçilmelerini engellemek için bir on yıllık baraj engeli daha konmuştur. İşçiler adeta sendika ağalarından birini tercih etmeye zorlanmaktadır. Konumuz sendikal yasaların eleştirisi olmadığından ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak belirtelim ki, seçme ve seçilme hak ve özgürlüğünün tam olarak uygulanmadığı koşullarda sendikal demokrasiden bahsetmek olası değildir. O nedenle sendika seçimlerinin yapılıyor olmasını sendikal demokrasiymiş gibi göstermek yanlıştır. Şayet seçimlerin yapılıyor olması tek başına demokrasinin olup olmadığının bir göstergesi olsaydı, parlamento seçimlerinin yapılmasına bakarak, ülkemiz yönetimini “demokratik” ilan etmemiz gerekecekti.
Seçimler konusunda esas nokta, seçme ve seçilme özgürlüğünün tam olarak uygulanıp uygulanmamasının yanında, seçilenlerin görevlerini yerine getirmediği koşullarda, seçenler tarafından hiçbir bürokratik ve yasal engele çarpmadan görevden alınıp alınamayacağıdır.
Faşist yasalarla beraber sendika tüzük ve yönetmelikleri de bu konuda işçilerin önüne engel üstüne engel çıkarmaktadır. Özellikle Genel Merkez ve Konfederasyon yöneticileri sınıfa hizmet etmedikleri, sınıfın uzun ve kısa vadeli çıkarlarını savunmak bir yana, açıkça sınıfa ihanet ettikleri halde, birkaç dönem boyunca hatta 20-25 yıl yönetimde kalabilmekteler. (Ancak belirtelim ki, bu sınıf düşmanlarının böyle uzun süre yönetimde kalabilmelerinin tek nedeni, faşist yasa, tüzük ve yönetmeliklerin o şekilde düzenlenmiş olmaları değildir. Bu sadece nedenlerden birisidir. Tek neden olarak görülmesi bizi sığlığa, tüzük değiştirildiğinde sendikal demokrasi yerleşecekmiş gibi yanlış bir anlayışa götürebilir).
Sendika ağa ve bürokratları gücünü esas olarak sömürü düzeninden, düzen partilerinden almanın yanı sıra, sendikalardaki, bürokratik yapılanmalar da onlara çok geniş olanaklar sunmakta, sınıf düşmanı konumlarını korumalarına yardım etmektedir.
Bir sendikada tüzük, üye ve yöneticilerin hak ve görevlerini belirlemek ve sendikanın iç işlerliğini düzenlemek için yapılır. Ancak günümüzde hemen tüm sendikaların tüzükleri bütünüyle sendika bürokratlarını isçilere karsı koruyacak ve bürokratik yapıyı güçlendirecek şekilde düzenlenmiştir. Mevcut yasa ve ondan daha da gerici şekilde düzenlenmiş olan tüzükler, sendika ağalarının adeta kalkanı durumundadır. Bu işçi düşmanları, işçiler tarafından her sıkıştırıldığında kâh yasaların, kâh tüzüğün arkasına sığınmaktalar. Hatta işi daha da yüzsüzlüğe vurup kendilerinin de bu faşist yasa ve tüzüğe karşı olduğunu söyleyenler bile vardır. Ama görüldüğü gibi bu sınıf düşmanları, karşı olduklarını söyledikleri ne faşist yasalara karşı mücadele ediyorlar ne de kendi yaptıkları tüzükleri değiştirmeye yanaşıyorlar.
Sendika ağa ve bürokratlarının hareket alanlarını daraltmaya yarayan tüzük değişikliklerinin önemi yadsınamaz. Fakat sadece tüzük değişikliğiyle sınırlı bir mücadele, sendikalist, reformist bir mücadele anlayışıdır. Ki, bütün burjuva sendikal akımların da istediği budur.
Günümüzde daha çok revizyonistler olmak üzere, reformist ve faşist sendikacılar “örgütsel disipline uymak gerekir” gerekçesi altında, işçileri faşist yasa ve tüzüklere uymaya, onları ihlal etmemeye çağırıyorlar. Bunlara göre en kutsal şey, sömürü dünyası ve o düzenin devamını sağlayan yasalardır. Bu yasalar dokunulamaz ve ihlal edilemezler. Aksi davranışlar, yani sömürü düzenine karşı çıkış, başkaldırış, onun yasalarını tanımama “anarşizm”dir, maceracılıktır, disiplinsizliktir.
Bu gerekçeleri ileri sürerken bunların temel çıkış noktası, işçilerin mücadelesini düzen sınırları içine hapsetmek, sömürü düzeninin temellerine yönelmesini engellemek, mücadelenin sendikal sınırlar içinde kalmasını sağlamaktır. Yani düzen-içi mücadele.
Düzen-içi mücadele, ezenle ezileni, sömürenle sömürüleni uzlaştırmaya, düzenin devamını sağlamaya yönelik reformist bir mücadeledir. Sendikal alanda bunun öncülüğünü Otomobil-İş, Kristal-İş, Laspetkim-İş yöneticileri çekmektedir. (Burada diğer sendika yöneticilerinin düzenin yıkılmasından yana oldukları sonucu çıkarılmamalıdır. Biz bunları işin öncülüğünü yaptıkları için belirttik.) Bunlar, “Japon tipi sendikacılık”, “yönetime katılma”, “Toplumsal mutabakat” gibi önermelerle sendikaları ücretli-kölelik sisteminin devamını sağlamaya yarayan örgütler haline getirmeye çalışıyorlar.
SENDİKAL YABANCILAŞTIRMA
Sendikal demokrasinin inkârı, yozlaştırılması demek olan uygulamalardan birisi de, sendikal yabancılaştırmadır. Sendikal yabancılaştırma kısaca, işçilerin sendikalara sahiplenmemesi, sendikalara gelmemesi, sendikal faaliyete aktif ve inisiyatifli olarak katılmaması, her şeyi seçtiği yöneticilerden beklemesi, gelişmelere karşı duyarsız kalması vb. şeklinde özetlenebilir.
Açıktır ki, yukarıdaki uygulamaların ve işleyişin olduğu, bu anlayışın yerleştirilmeye çalışıldığı bir sendikal yapıda sendikal demokrasiden bahsedilemez. Olsa olsa işçilerin sendikalardan, sendikal faaliyetlerden dışlandığından bahsedilebilir.
Bugünkü sendika yöneticileri, işçilerin değil Genel Merkeze, sendika şubelerine dahi gelmelerini engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. İşçilere, işyerindeki sorunlar için işçi temsilcilerine gitmelerini, işçilerin buralara kadar gelip “yorulmamalarını” öğütlüyorlar. Buna rağmen gelenlere ise ne kadar soğuk davrandıkları, hatta kovdukları yaşanılan gerçeklerdir. Bu tutumun altında yatan nedenlerden birisi işçi temsilcilerine inisiyatif tanımak değil, işçilerin sendikalara gelmesini önlemek; diğeri kendilerinin, işçilerin parasıyla lüks içinde sürdürdükleri saltanatlarını görmelerini engellemek.
Toplu Sözleşmelerdeki sendikal izinlerin azlığından, işyerlerinin şubeye uzaklığına, düzenli işçi, temsilci, delege toplantılarının yapılmayışından, eylemsizliğin yerleştirilmesine, toplu sözleşme görüşmelerine katılmamaktan işçilerin birliğinin bozulmasına kadar her türlü girişimlerle, işçiler sendikalardan uzaklaştırılmakta, sendikal faaliyetten dışlanmakta, kendi örgütlerine yabancılaştırmaktadırlar. İşin ilginç yanı, kendisine demokrat devrimci hatta komünist diyenlerin, sendika bürokratlarının bu tutumlarına karşı, düzenli bir faaliyet yürütüp onların manevra alanlarını daraltma, işçilerde gelişen anti-sendikal düşünceyi kırmak yerine, sendika ağalarının tam da istediği biçimde davranarak onların ekmeğine yağ sürmeleridir. Özellikle Tes-İş, Türk Metal, Teksif gibi faşistlerin yönetimde olduğu sendikalar resmen onlara terkedilmiş gibidir. Gözden kaçan nokta, sendikalar, faşist ve revizyonistlere bırakılarak, ne sınıf sendikacılığı savunulabilir, ne sendikal demokrasiden bahsedilebilir, ne de, işçilerin genelde sınıf savaşına, özelde de sendikal mücadelesine katılınabilinir.
Devrimciler gerici sendikalarda da çalışma yürütürler ve yürütmeleri zorunludur da. Faşist diktatörlüğe karşı hayatın her alanında uzlaşmaz bir mücadele yürütürken, sendikaların yöneticileri faşisttir diye burjuvaziye, burjuva uşaklarına terk edilmesi sadece “solculuktur”. Devrimci komünistler, her türden sendika ağa ve bürokratlarına karşı amansız bir mücadele yürütmek, iflah olmaz burjuva uşaklarının “ipliğini tam olarak pazara çıkarana ve böylelerini sendikalardan kovana kadar” mücadelelerini eksiksiz ve kesintisiz olarak sürdürmekle yükümlüdür. Unutulmamalı ki, “bu savaşım belirli bir aşamaya vardırılmadan siyasal iktidarı elde etmek olanaksızdır .” (ve bu yapılmadan iktidarı alma yolunda bir çaba gösterilmemelidir de. — Lenin.)
Gerici sendikalarda çalışmama, buraları, yöneticileri faşisttir diye onlara terk etme, bir yanıyla işçileri faşistlerin etkisine terk etme, diğer yanıyla da sendikal hak ve özgürlükler için verilen mücadeleyle çelişmesini görmezden gelmedir. Unutulmamalıdır ki, sendikal hak ve özgürlükler sendika ağa ve bürokratlarına değil işçi sınıfına gereklidir.
Bütün faşist, revizyonist, reformist sendikacılar sürekli şu temayı işliyorlar: “Bizi siz seçtiniz, bize güvenin, bu bizim görevimizdir.” Bu tutumun amacı işçileri sendikalardan uzaklaştırmak, işçilerin inisiyatif sahibi olmalarını önlemek ve onların denetiminden kaçmaktır. Elbette ki, işçiler seçtikleri insana güvenirler, ancak, seçilenin işçi sınıfının kısa ve uzun vadeli çıkarları için kararlılıkla mücadele yürüttüğü ve seçilenlerin denetimine açık olduğu, istenildiğinde görevinden alınabildiği koşullarda.
İşyerinin uzak şubelere bağlanması, yetkisinin o şubeden alınıp diğerine verilmesi işçilerin sendikalara gelmesini önlemede en fazla başvurulan yöntemler arasındadır. Örneğin, Gebze’de, Pendik’te şubesi olan Çimse-İş Sendikası, buradaki işyerini (Yunus Çimento) Beşiktaş’taki şubeye bağlıyor. Cevizli Tekel işçileri hemen hepsi aynı yerde çalışıyor olmasına karşın üç şubeye ayrılmışlardır. (Keza Topkapı ve Cibali’deki bazı işyerlerinin Cevizlideki 3 Nolu şubeye bağlı olması). İşçinin sendikal faaliyete duyarlı kılınmasının, katılmasının yollarından biri, işçi, temsilci, delege toplantılarının düzenli olarak yapılması olmasına rağmen, hiçbir sendika bunları düzenli bir şekilde yapmadığı gibi, önemli durumlarda işçilerin görüş ve onayını alarak onlarla beraber hareket etme yoluna da gitmiyorlar. Ara sıra yapılan temsilci toplantıları ise, daha çok işçi tabanındaki kaynaşmayı bastırmaya, tepkileri yumuşatmaya yöneliktir. Tüzüklerine göstermelik olarak Temsilciler Kurulu’nu koyan Belediye-İş, Petrol-İş gibi sendikalarda da durum pek farklı değildir.
İşçiler çoğunluğunun Anayasa, Sendika, İş, TİS yasalarını, sendikanın tüzüğünü, hatta kendi işyeriyle ilgili Toplu İş Sözleşmesini dahi okumadığını, son derece kısıtlı da olsa yasal haklarının neler olduğu konusunda bile bilgilerinin yeterince olmadığını söylersek abartmış olmayız.
Siyasal ve sendikal mücadele konusunda bilinçlendirilmeyen, aksine bilinçlenmesi engellenen işçilerin mücadelesinin sendikalizm sınırlarını aşamayacağı açıktır.
TOPLU SÖZLEŞME VE GREV DÖNEMLERİ SENDİKAL DEMOKRASİ KONUSUNUN EN ÇOK TARTIŞILDIĞI DÖNEMLERDİR
İki yıllığına imzalanan toplu sözleşmelerde alma-satma konusu olan işçinin işgücü olmasına karşın, bu pazarlıkta hep işçi dıştalanmış, pazarlık, İşverenle sendika bürokratları arasında yapıla-gelmiştir. Toplu İş Sözleşmelerine hazırlık, taleplerin tespiti, görüşmelerin sürdürülmesi, TİS in imzalanması veya greve çıkılmasında, belirleyici olan işçilerin iradesi değil, sendika ağa ve bürokratlarının iradesi olmaktadır. Durum böyle olmasına karşın, sendika yöneticileri, yaptıkları birkaç göstermelik girişimle, sözde sendikal demokrasiyi uyguladıklarını, tabanın görüş ve önerilerini aldıklarını iddia edecek kadar yüzsüzleşiyorlar.
Sözde işçilerin önerilerini belirlemek için dağıtılan anketlerin şu veya bu şekilde doldurulmasının, sendika bürokratlarınca hiçbir kıymeti yoktur. Gelen anketlerin okunmadan çöpe atıldığını bilmeyen yoktur. Dağıtılan anketlerin doldurulması, bir eğitim ve mücadeleye dönüştürülmesi, taslağın işverene verilmeden önce işçilerin onayının alınması, görüşmelerde söz hakkı bulunan işçi temsilcilerinin olması, görüşmelerin her aşamasında işçilere bilgi verilmesi, bağıtlanmasında işçilerin onayının alınması, sendika ağa ve bürokratlarına hepten yabancı gelen ilkelerdir. İşi kapalı kapılar ardında halledip, içeriği boş anket dağıtarak sendikal demokrasi uyguladığını söylemek en hafifinden sahtekârlıktır.
TİS konusunda olduğu gibi grev konusunda da, işçilerin söz ve karar sahibi oldukları söylenemez. Sendika yönetimince grev kararı alınıncaya kadar işyerlerinde grevle ilgili hemen hemen hiçbir ön hazırlık yapılmıyor. Daha görüşmelere başlanmadan ve görüşmeler sürerken, üretimin yavaşlatılması, her işyeri ve vardiyada grev komitelerinin kurulması, işçilerin pratik ve moral olarak greve hazırlanması vb. adımların atılması zorunlu iken, sendika yöneticileri tam da bunların tersini yapıyorlar.
Görüşmeler sürerken üretim yavaşlatacaklarına, üretimin artması için fazla mesai ve tatil çalışmasına ses çıkartmıyor, hatta işçileri teşvik ediyorlar. Hemen hiçbir sendikada, daha görüşmeler sürerken, üretimin yavaşlatıldığı, fazla mesaiye gelinmediği, greve hazırlandığı görülmemiştir. Hal böyleyken, bir de sendikal demokrasiden bahsetmeleri tam da sendika ağalarına yakışan “soylu” (!) bir davranıştır.
Sendikal demokrasinin varlığı, uygulanış biçimi ve düzeyi, sendika yöneticilerinin niteliğinin yanı sıra, esas olarak işçilerin bilinç, örgütlenme ve eylemlilik düzey ve tecrübeleriyle doğru orantılıdır.
Yukarıdan beri açıkladığımız üzere, sendikal demokrasi konusu, sendikal alanda temel konulardan biridir ve sendikal faaliyetlerin niteliği ve yürütülmesinde önemli bir yeri vardır.
Sendikalarda otoritercilik ve bürokrasinin düzey ve kapsamı, demokrasinin uygulanabilirliğiyle ters orantılıdır. Diğer bir ifadeyle, otoriterizm ve bürokratizmin panzehiri demokrasidir. Sendikal demokrasi ne kadar eksiksiz uygulanıyorsa, otoritenin ve bürokrasinin etkisi o kadar azdır.
Ne seçimden seçime oy kullanıp üç sene bir kenara çekilip yöneticileri, sınıf mücadelesi ve sendikal mücadeleyi seyretmek, ne, yöneticilerin aklına estiği zaman temsilci toplantıları yapmaları, anket dağıtmaları ne de, işçileri sömürü düzeniyle uzlaştırmaya yönelik eğitim yaptırmaları sendikal demokrasi değildir. Bunlar, işçinin yönetimde söz ve karar sahibi olduğu ve sendikal demokrasinin uygulandığı anlamına gelmez.
Sendikal demokrasi, yani işçilerin yönetimde söz ve karar sahibi olmaları demek, her şeyden önce, sendikal bürokratik aygıtın parçalanması burjuva faşist, parlamentarist partilerin, onların işçi sınıfı içerisindeki temsilcileri olan her türden sendika ağa ve bürokratlarının sendikalardan tasfiyesi, bir bütün olarak bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin her alan ve her aşamasında, işçilerin sendikayla, sendikal yönetimle ortak hareket etmesi, onlarla kaynaşması, sendikalarını sahiplenmesi ve sendikaların sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezlerine dönüştürülmeleri demektir.
“Tabanın yönetimde söz ve karar sahibi olması” demek, bir yanıyla yöneticilerin tabandan koparak bürokratlaşmamaları, diğer yanıyla da, daha fazla işçinin sendikal faaliyete katılması, yöneticilerin ve temsilcilerin üzerinde bilinçli ve kesintisiz denetimi sürdürmesidir.
Seçilenlerin ise, işçilerin denetimini, onlara sistemli olarak hesap vermeyi kabul etmeleri gerekir. Denetim “Zımpara taşı gibidir. İyi bir duş ve keselenmek, kanı harekete geçirir.” Elbette ki, revizyonist ve reformistler gibi, denetimi savunmak ve kabul ettiğini söylemek yetmez. Denetimin yapılmadığı, yapılamadığı veya yeterince hızlı işlemediği durumlarda, bizzat yönetimin denetimi örgütlemesi gerekir.
Sendikalarda demokrasinin işlememesi, bürokrasiyi geliştirmesinin yanında, sendikalarda atalete, durgunluğa, sömürüyü kabullenmeye, baskı ve zora karşı kayıtsızlığa yol açar, kaderciliği geliştirir, mücadele isteğini köreltir. Sömürücü sınıflar, sendika ağa ve bürokratlarının istediği tam da böyle bir ortamdır.
Sendikal demokrasinin yerleştirilmesi, düzene karşı mücadelenin yanı sıra sendikal bürokratizme karşı mücadeleyi de öngörür. Bu, anti-sendikal bir anlayışın ürünü olan “işyeri komite ve konseyleri” ve “öncü savaş” savunucularının iddia ettiği gibi, salt devrimcilerle sendika bürokratları arasındaki mücadele değildir. Aksine, bürokratizmin panzehiri olan tabandan eleştiri ve tabandan denetim yoluyla, en geniş işçi yığınlarının harekete geçirilmesiyle bürokratizm alt edilebilir. Geniş işçi yığınları sınıf mücadelesine, onun bir cephesi olan sendikal mücadeleye çekmeden, en azından bu bakış açısıyla hareket etmeden, sendikal bürokrasiye karşı tutarlı bir mücadeleden bahsedilemez ve sendikal bürokrasinin parçalanabileceği düşünülemez.

Nisan 1992

EK:
“Sendikal Demokrasi”mizden Bir Çeşni: TES-İŞ 4 NOLU ŞUBE ÖRNEĞİ

Ocak ayında Tes-İş üyesi SUSER ve İGDAŞ işçilerinin yaşadığı olaylar Türk-İş ve ona bağlı Tes-İş’in sendikal demokrasiyi nasıl işlettiklerine iyi bir örnek olduğu kanısındayız. Aslında Tes-İş üyesi işçiler bu uygulamalara hiç de yabancı değiller… Daha önce Diyarbakır’da ve İstanbul 1 Nolu Şube’de de benzer olaylar yaşandı.
SUSER’de çalışan 1080 işçi Tes-İş istanbul 4 Nolu Şube’de örgütlüydüler. Sendikaların; işçilerin örgütleri olduğunu düşünerek, kendi sorunlarına ve sendikalarına sahip çıktılar. Bütün sorunlarına ilgisiz kalan sendika ağalarına karşı, oldukça güçlü bir muhalefet çalışması yürüttüler, işçiler yapılacak kongrede kendi iradelerinin de temsil edilmesini, yönetimde söz ve karar sahibi olmayı hedefliyorlardı. Ancak, Türk-İş ağalarına göre sendikal demokrasi, kendi saltanatlarının devamı anlamına geliyordu.
Yaklaşmakta olan delege seçim takvimini öğrenmek amacıyla, 4 Nolu Şube’ye giden SUSER işyeri temsilcilerine, genel merkezin kendilerini bu şubeden ayırdığı ve yeni bir şube kurulacağı bildirildi. Gerekçe şubenin “üye sayısının çokluğu”ydu. Tes-İş Genel Merkez Yönetim Kurulu’nun anti-demokratik sendika tüzüğüne dayanarak aldığı bu karar işçilerin tepkisine neden oldu.
İşçiler bu anti-demokratik kararı protesto ettiklerini bildiren telgraflar çekerken, oluşturdukları bir heyeti de Genel Merkez’le görüşmek üzere Ankara’ya gönderdiler. Tes-İş genel merkezine görüşmeye giden heyet, yeni bir şube istemediklerini ve 4 Nolu Şube’de kalarak, sendikal çalışmalarını burada sürdürmek istediklerini bildirdi. Tes-İş Genel Başkanı Faruk Barut ise İstanbul’a gelerek yeni şube oluşturulması ile ilgili kararı işçilerle konuşacaklarını bildirdi. Ancak işçilerin tepkilerini dile getiren telgrafları aldıklarında, “olayın çarpıtıldığı” sonucuna vararak, 24 Ocak’ta gönderdikleri bir yazı ile toplantıyı iptal ettiklerini bildirdi.
Tes-İş Genel Başkanı Faruk Barut’un imzasını taşıyan 31 Aralık 1991 tarihli karar, 27 Ocak’ta İstanbul 4 Nolu Şubeye gönderildi. Gönderilen gerekçeli kararda ayırma nedeni SU-SER ve İGDAŞ’ın “Türk-İş’in Aralık ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na sunduğu rapora istinaden işkollan tüzüğünde yapılması istenilen değişiklikle 28’nolu Genel işler işkolu içerisinde yer alması” gösteriliyordu.
Değişmemiş bir iş kolları yönetmeliğine dayanak, 4 Nolu Şube’nin faaliyet sahasındaki SUSER A.Ş. ile 3 Nolu Şube’nin faaliyet alanında bulunan İGDAŞ geçici olarak, 1 Ocak 1992 tarihi itibariyle İstanbul 2 Nolu Şube’ye bağlandığı bildirildi.
Ayrılma kararında, iki nokta oldukça ilginçtir. Birincisi, SUSER ve İGDAŞ’ın geçici olarak bağlandıkları 2 Nolu Şube’nin kongresinin Haziran ayında yapılacak olmasıdır, ikincisi ise, karar tarihi 31 Aralık 1991 olmasına rağmen, Ankara’ya Ocak ayı ortasında giden işçilere 2 Nolu Şube’ye bağlanacaklarının söylemeyip, yeni bir şube kuracaklarını söylemeleridir.
Sendika ağalarının, sendikal demokrasi kavramı Öylesine gelişmişti ki(!), 3 ve 4 Nolu Şube kongrelerini garanti altına almak için yaptıkları bu anti-demokratik uygulamalar bile onlar için yeterli olmadı. 15 Mart’ta yapılan 4 Nolu şube kongresini izlemek isteyenlerin salona girişleri davetiyeye bağlandı.
SUSER işçileri de Tes-İş Sendikasının üyesi olduklarını düşünerek, kongreyi izlemek istediler. Ama kongre salonu girişinde önce içeri alınmadılar, ondan sonra da polis çağrılarak oradan uzaklaştırıldılar.

“Bilim Yöntemi”, Kürt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi

İsmail Beşikçi, Kürt ulusunun kölelik durumu ve özgürlüğü sorunuyla yakından ilgilenen; bu ilgisi nedeniyle de işkence gören ve zindanlara atılan bir Türk aydını, bir “Bilim adamı” olarak tanınır. Dahası, Beşikçi’nin “Bilim” adına tek ve esas uğraş konusunu Kürtler oluşturuyor. Türkiye gibi birden fazla ulus ve milliyetin yaşadığı, ezen-ezilen ulus ilişkisinin emperyalizmin uşağı egemen sınıflar tarafından sürdürüldüğü, faşist ulusal zulmün Kürt halkına dayatıldığı, Kürt ulusal varlığının ve Kürt ulusunun haklarının inkâr edildiği bir ülkede, ezilen ulustan yana tutum almak ve ezilen ulusun haklarını savunmak kuşkusuz olumlu bir tutumdur ve övgüye değerdir. Bu olumlu tutum, kendilerini ilerici “solcu” ya da “devrimci” olarak lanse edenleri de dâhil, Türk kökenli yazar, gazeteci ve aydınların, resmi ideolojinin öğretilileri olarak devletçi, “Misak-ı Milli”ci, şoven milliyetçi bir çizgide ısrarla yürüdükleri koşullarda daha da değerlidir.
Biz, Beşikçi’nin, ezilen ulus sorununa ilgi duyması, tüm baskı ve işkencelere karşın, Kürt ulusunun haklarını savunmasını olumlu bir tutum olarak değerlendiriyoruz. Ancak, Beşikçi’nin tutumunun, ona atfedildiği gibi, “bilim adamı” olma tutumuyla bağdaşmadığı, burjuva düşünce kapsamını aşmadığı, Kürt işçi ve emekçilerinin olduğu kadar, genelde işçi ve emekçi yığınların çıkarlarına uygun bir savunuyu içermediğini de biliyoruz.
İsmail Beşikçi, “bilim” adına, bilime tek yanlı yaklaşan, onu, sözde Kürt halkı yararına darlaştıran, olgu olarak yalnızca “Kürtler”i gören, olgu ve olayların, karşılıklı ilişkileri açısından ele alınması yerine, olgularla oynamayı “Bilim yöntemi”  olarak sunmaya çalışan bir “Bilim adamı”dır!
Beşikçi’nin toplumlara, çağımıza, toplumsal olaylara, sınıflara ait ideolojilere yaklaşımı bilimsel olmaktan uzaktır. O, tarihin, ezenle-ezilenin mücadelesi kapsamında değerlendirilmesine karşıdır. Bunu kitaplarında, kendisiyle yapılan röportajlarda açıkça ifade etmektedir. Marksizm-Leninizm ve Marksistler karşısında “bilim yöntemi” adına önyargılı olmaktan, önyargıyla hareket etmekten kaçınmamaktadır.
Beşikçi, sınıf olgusuna, sınıfların mücadelesine göre toplumsal gelişmelerin irdelenmesine, “gerçeği tam açıklayamadığı” iddiasıyla karşı çıkmaktadır. “Gerçek”in uluslara göre değiştiği iddiasındadır. Bir ulusa göre gerçek olanın, bir başka ulusa göre gerçek olmadığını, ulusların zıt çıkarlarını örnek göstererek açıklamaktadır. Beşikçi devlet olgusu ve kavramını sınıflara göre değil, uluslara göre ele almaktadır. Ona göre Türk devleti, Türk işçi ve emekçilerinin de devletidir! Enternasyonalizm kavramını, içeriği açısından çarpıtmaktadır. “Türk solu” kavramı, Beşikçi’nin “Bilim” adına kaleme aldığı tüm kitaplarında en fazla üzerinde durduğu bir kavramdır. “Türk solu” kavramı, öteden beri, Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunanlarca, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, faşist devlet ve emperyalizme, sermaye ve gericiliğe, tüm milliyetlerden tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı birliğini ve birlikte mücadelesini savunanlara karşı, onları Kürt halkından tecrit amacıyla kullanılıyor. Beşikçi, bunun ideologluğunu yapmaya çalışıyor, Beşikçi’nin, Kürtlere, Kürt işçi ve emekçilerine “Bilim adına” önerdiği “Kürt olmaları ve Kürt kalmaları”dır! Beşikçi, Kürt halkının “çürüdüğü” iddiasındadır vb. Beşikçi Kürdistan’daki mücadeleyi de yanlış değerlendiriyor.
Biz bu yazıda, bir makale çerçevesini bir hayli aşacağını bildiğimiz Beşikçi’nin olay ve olgulara onunla aynı tarzda ve onun yöntemiyle yaklaşan başkalarının da, bilim karşıtı yaklaşımlarının bazıları üzerinde kısaca duracağız. Bunun, halkımızın özgürlük ve sosyalizm mücadelesi açısından yararlı olacağını düşünüyoruz.
“Gerçek”in uluslara göre değişmesi, “Türk solu” kavramı ve enternasyonalizm
Bilimden söz ettiği her yerde Beşikçi, Kürt sözcüğünü de kullanıyor. Bilimsel yöntemin tek kıstası, Kürtlerin ezilmişlik durumunun dikkate alınması oluyor Beşikçi’de. Resmi ideoloji karşıtlığının önemine dikkat çeken Beşikçi, bilim yönteminden ayrılmamak ve bilimden taviz vermemek gerektiğini de belirtiyor.
Doğrudur, bilimden ve bilimsel yöntemden taviz verilmemelidir. Hangi bilimden söz ettiği ve hangi bilimsel yöntemi kullandığı sorularını bir yana bırakarak, Beşikçi’nin, tüm iddialı sözlerine karşın, sorunlara, olay ve olgulara, gelişmelere bilimsel yöntemle yaklaşmadığını vurgulayalım. Beşikçi kitaplarındaki görüşlerini, çeşitli röportajları kullanarak -örneğin Yeni Ülke ve Özgür Halk’taki röportajlar- yaygınlaştırmaya çalışırken, bazı önyargılı saplantıları, gerçek olarak göstermeye, özen gösteriyor.
Beşikçi, “tarihsel olaylara, her zaman sınıfsal açıdan bakmak çözümleyici olmuyor. Ulusların da bir bakış açısı var demektedir. (Özgür Halk Şubat 92) O, buna kanıt olarak, şunları gösteriyor: “Örneğin İran-lrak savasını, Araplar farklı değerlendiriyor, Farslar farklı değerlendiriyor. Türk-Yunan savası Türkler tarafından ve Yunanlılar tarafından çok farklı bir şekilde anlatılmaktadır… Lozan Türkler için yeniden doğuş demektir. Kürtler için öyle midir? Lozan Kürtler için bir işarettir, Lozan Kürtler için bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmasının adıdır; sömürgeleşmenin, köleleşmenin, kişiliksizleşmenin adıdır, Türk Marksistlerinin de Lozan’ı farklı bir şekilde değerlendirdikleri yoktur. Fakat bir Kürt devrimcisi bir Kürt Marksist’i Lozan’ı böyle değerlendiremez” (Özgür Halk Şubat 92)
İşte Beşikçi’nin tarihi açıklama yöntemi, adına “bilim yöntemi” dediği bakış açısı budur! O, tarihin “ulusların bakış açısına” göre değerlendirilmesinin, bilimsel yönteme “daha uygun” olacağı görüşündedir. Verdiği örnekler de bunu gösteriyor. Beşikçi’nin “bilim yöntemi” her şeyden önce, toplumların, ulusların sınıflardan meydana geldiği gerçeğinin üstünü örtüyor. “Ulusların bakış açısı” hangi sınıfın bakış açısını yansıtıyor? Bu sorunun yanıtını bilinçli olarak vermez Beşikçi. Çünkü bu soruya, bilime uygun bir cevap verildiğinde, kendi yönteminin, bilim karşıtlığı ortaya çıkacaktır.
Kuşkusuz, herkesin Marksist bakış açısına sahip olması, olay ve olguları diyalektik materyalist dünya görüşüne göre irdelemesi ve bunun sonucu olarak, kendine gerçekleştirmek üzere görevler belirlemesi beklenmez. Ama “bilim yöntemi’ni kullandığı iddia edilen ve öyle zannedilen bir yazarın, Marksist bakış açısını eleştiri temelinde, “sınıfsız zümresiz bir kitle” anlayışını, “doğru bir bakış açısı” olarak piyasaya sürmesi karşısında da sessiz kalınamaz.
Biz Marksist’iz, olay ve olguların karşılıklı ilişkileri içinde ve materyalist dünya görüşüne göre ele alınmasının bilimsel doğruluğuna inanıyoruz. Önyargılı iddiaların, dogmaların, tek yanlı değerlendirmelerin, “Bilimsel yaklaşım” olduğunu kabul edemeyiz. Birilerinin, bu anti-Marksist yaklaşımını, temel önemdeki bir devrim sorununu konu ederek, “bilimsel yaklaşım” olarak sunmasına karşı da suskun kalamayız.
Beşikçi “ulusların bakış açısı”nın hangi tarihi evrede ortaya çıktığına değinmediği gibi -sadece röportajlarda değil, kitaplarında da- uluslardan önceki toplumlar tarihinin hangi bakış açısına göre değerlendirilmesi gerektiğini de geçiştiriyor. Tarihsel olaylara, sınıfsal açıdan bakmanın neden “çözümleyici olmadığı”, Beşikçi’nin cevaplarında açık değildir. Beşikçi, toplumsal çelişkilerin var olduğu köleci, feodal ve kapitalist toplumların devrimci bakış açısıyla bir analizini yapmanın, tarihsel olayları, kişilere, kahramanlara veya tesadüflere göre veya “sınıfsız zümre”ye göre açıklamaya olanak tanımayacağını biliyor. Bu zahmetli, üstelik de kendi dogmalarını altüst edecek yönteme ve çabaya gerek görmüyor. Bilinçli olarak ondan uzak duruyor. O, senyör ve serfin, köle sahibi ve kölenin, proleter ve burjuvanın bakış açılarının farklı olacağı ve olmak zorunda olduğunu da inkârdan geliyor.
Bilim yöntemi şunu öngörür: Eğer, toplumlar, üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre farklı çıkarlara sahip katmanlara, sınıflara bölünmüşlerse, bu toplumsal konumlan tarafından belirlenen bakış açılarına sahip olurlar. Bir sınıfın bakış açısı ile ötekinin bakış açıları farklı olmak zorundadır, farklıdır. “Gerçek”e bakışları farklıdır. Bu, eğer toplumsal bir gerçekse ve toplumlar sınıflara bölünmüşlerse, o gerçeğe kendi sınıflarının konumundan bakıp öyle değerlendirmek zorundadırlar. Çünkü toplumsal sınıflar, uzlaşmaz karşıtlıklar içindedirler. Biri için kutsal ve dokunulmaz sayılan, öteki için yıkılmak üzere hedefe konandır.
“Ulusların bakış açısı” ulusların ortaya çıkmasıyla, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Ulusu meydana getiren sınıf ve katmanların “ortak” sayılabilecek çıkarları son derece sınırlıdır ve “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun hâkim sınıflarının, ulusun burjuvazisinin bakış açısına denk düşer. Tarihsel olaylara sınıfsal açıdan değil de “ulusal” açıdan yaklaşan her kişi, niyeti ne olursa olsun, gerçekte ve esas olarak burjuva sınıfa, ulusun mülk sahibi sınıfına hizmet eder. Söz konusu ulusun “ezilen”, ya da “sömürge” ulus olması, gerçeği ve durumu değiştirmez.
Beşikçi’nin, sınıfsal bakış açısının “geçersizliği”ni kanıtlamak için gösterdiği örnekler de, bilimsel düşünmediğini ortaya koyuyor. İran-Irak savaşının, Türk-Yunan savaşının, Lozan antlaşmasının, bu savaş ve antlaşmalara taraf olanlar tarafından farklı değerlendirilmesi ve “farklı anlatılması” doğaldır ve bu gerçeğin ne olduğunu değiştirmiyor. Gerçek, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi değil, olay ve olguların tüm bağlantılarıyla ve objektif olarak değerlendirilmesi temelinde görülüp açıklanabilir ve Marksistler tam da böyle yapıyorlar.
Bir kez, İran-Irak, Türk-Yunan savaşlarını çıkaranlar bu toplumların ezen ve egemen sınıflarıdır. Emperyalistlerin kışkırtması ve doğrudan katılmalarıyla bu savaşlar çıkmıştır. “Ulusal bakış açısı”yla soruna yaklaşıldığında tabi ki gerçek, bu taraflara göre değişmekte ve değişik biçimde “anlatılmaktadır.” Bu savaşların hangi koşullarda, hangi gelişmelerin sonucunda meydana geldiği, hangi kesim ve sınıflara nelere mal olduğu, işçi ve emekçiler açısından bu savaşların neyi ifade ettiği, “kendi” egemen sınıflarının, bu ülkelerdeki ezilen ve sömürülen sınıflarla ilişkilerinde ne tür değişikliklerin olduğu v.b. gerçeklerin bilimsel temelde ortaya konması, hangi milliyetten olursa olsun Marksist’e göre değişmez. Bir ulusun ezilen sınıfı için kötü olanın, diğer ulusun ezilen sınıfı için iyi olduğu düşüncesi Marksistlere ait değildir. Marksistler Lozan’ı yalnızca bir yönüyle, onun “Türkler” için ifade ettikleriyle değerlendirmiyorlar. İddialarının aksine, tek yanlı değerlendirmeyi yapan Beşikçi ve onun ideolojik yönlendirmesi doğrultusunda yol alanlardır. Beşikçi, birçok konuda bir burjuva bilim adamının objektivitesine bile sahip değildir.
Lozan, “Türkler için” değil, Türk egemen sınıfları için bir anlama sahiptir. Lozan, Kürt ulusunun ezilmişlik durumunun pekiştirilmesi ve resmileştirilmesi açısından Kürtler için de bir anlama sahiptir. Lozan’ı imzalayan Türk kurtuluş savaşı yöneticilerinin, Lozan’ı içte ve dışta kendi sınıf çıkarları açısından değerlendirdikleri doğrudur. Ne Lozan, ne de Türk kurtuluş savaşı, Kemalistler ve Türk işçi ve emekçileri açısından aynı anlamı taşımadıkları gibi, hiçbir Marksist, -sahte ve şoven milliyetçi “Marksist’lerden söz etmiyoruz- hiçbir gerçek Marksist, ister Türk, ister Kürt kökenden olsun, ona böyle bir anlam yüklememişlerdir. Beşikçi ve onun iddialarını tekrarlayanlarla, kendilerine ‘Kürt solu’ olarak adlandıranlar, Kemalistleri, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle” demagojileri nedeniyle eleştirirler. Ama çeşitli değerlendirmelerde, sorunları benzer tarzda ele almaktan da geri durmazlar.
Beşikçi, Lozan’ı, Kürtler açısından, “paylaşılmanın ve parçalanmanın” işareti sayarken gerçeğin bir yanına değiniyor. Ama o, örneğin bir Türk kurtuluş mücadelesi olgusunu bile kabul etmiyor. Kemalistlerin, güdük de olsa, bir anti-emperyalist potansiyel taşımadıkları ve emperyalist işgale karşı bir mücadelenin söz konusu olmadığı, aksine onların, İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak Kürdistan’ı bölüp parçaladıklarını söylüyor. Burada “bilim yöntemi” adına bilimsel bakış açısının bir kez daha ayaklar altına alınması söz konusudur. 1919’lar Türkiye’si gerçeği, Beşikçi’yi doğrulamamaktadır. Uzunca irdeleyecek değiliz. Ancak çok kısaca özetlemekte yarar var.
Birinci Dünya Savaşı, bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Osmanlı İmparatorluğu, paylaşım kavgasını yürüten “ihtilaf”-“ittifak” devletleri biçiminde bloklaşmış olan emperyalist ülkelerle, onların yönlendirmesinde savaşa taraf olan ülkelerden biri olarak Alman, İtalyan ve Avusturya-Macaristan saflarında savaşa katıldı ve yenilen taraf oldu. İngiliz-Fransız ittifakı yenen emperyalistler olarak, üzerinde Türk ve Kürtlerin yaşadığı toprakları işgal etmeye giriştiler ve Yunanlıları da bu işte kullanmaya çalıştılar. Kemalistlerin, işgale karşı çete savaşı yürüten “Anadolu” halkının anti-emperyalist mücadelesi üzerine oturduğu ve işgale karşı süren eylemin önderliğini ele geçirdikleri tarihsel bir gerçektir. Kemalistlerin sınıf karakterleri ve konumu bu tarihsel gerçeği değiştirmediği gibi, onların bu konumu, onları tutarlı anti-emperyalist de kılmıyor. Nitekim başta -Beşikçi’nin “bilim yöntemi” adına suçlamaya çalıştığı- Lenin ve Stalin olmak üzere Marksistler, Kemalistlerin tutarsız anti-emperyalistliğine dikkat çekmiş ve onların kurduğu devletin işçi ve köylülere karşı konumunu açıklıkla ortaya koymuşlardır.
Milli Türk Ticaret burjuvazisinin temsilcileri olarak değerlendirilen Kemalistlerin başına geçtikleri Türk burjuva devriminin, “bir toprak devrimi ihtimaline karşı”, “işçi ve köylülere karşı” geliştiği ve Kemalistlerin, daha işgale karşı mücadele sürecinde, güçlü ve kazanan taraf olan İngiliz ve Fransızlarla işbirliğine girişmekten geri durmadıklarını ortaya koymuşlardır. Kemalistlerin, daha TC’nin kuruluşu ilan edilmeden de, Kürtlere karşı bir girişim içinde oldukları ve savaş sürecinde Kürtlere yönelik saldırıları kısmen hafifletmelerine, kurtuluş savaşını “Kürt ve Türklerin savaşı” olarak değerlendirmelerine karşın savaş sonrasından başlayarak, Kürt halkına karşı soykırıma giriştikleri biliniyor ve Marksistler bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman görmezden gelmemişlerdir. Lozan’ın veya “Türk kurtuluş savaşı”nın Türk Marksistleri ve Kürt Marksistleri tarafından farklı değerlendirildiği ve farklı değerlendirilebileceği iddiası da gerçeğe dayanmıyor. Farklı milliyet kökeninden de gelseler, Marksistler, tarihsel olayları, diyalektik ve tarihsel materyalizme göre değerlendirirler. Çünkü Marksistler milliyetçi değil, enternasyonalisttir. “Gerçek” Türk kökenli Marksist’e göre neyse Kürt kökenli Marksist’e göre de odur. Kuşkusuz, Beşikçi gibi, olay ve olgulara sınıfsal temelde bakmayan ve anti-Marksist perspektife sahip biri için, gerçeği “Türklere” ve “Kürtlere” göre irdelemek fazla aykırı olmuyor. Beşikçi bir kez bile olsun sınıf sorunundan, Kürt işçi ve köylülerinin durumundan söz etmiyor. O, Türk kökenli unsuru, sınıf konumu ve savunduğu görüşlerden soyutlayarak ele alıyor, sömürgecilik ve zulümle birlikte anıyor. Onun mantığı çerçevesinde, “Kürt olan” her şey kutsal, “Türk olan” her şey lekelidir. Sınıf ve politika farkı gözetmeksizin, Türklerin sömürgeci ve şoven olduklarını söylüyor. Türk milliyetinden işçinin, köylünün, gencin, devrimci ve Marksist’in zulüm ve baskı altında bulunuşu işçi ve gençlik hareketinin durumu, büyük şehirlerde içice ve aynı sömürü çarkı içinde yaşayan değişik milliyet kökenli işçinin sorunları onu ilgilendirmiyor. Değerlendirmelerinde bunların yeri yok ve o, bütün bunlara karşın bilim yöntemi kullanan bilim adamı oluyor!
Biz Kürt Marksist-Leninistleri, Beşikçi’nin “anti-sınıfçı” düşünce ve yaklaşımlarının, halkımızın ve tüm milliyetlerden proletaryanın özgürlük ve sınıfsal kurtuluş mücadelesine hizmet etmekten uzak, dogmatik, tek yanlı ve anti-bilimsel olduğunu düşünüyoruz.
Beşikçi, gerçeğin uluslara göre değiştiğini söylerken, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliğinin “gerçeğe uygun olmayacağını” düşünmektedir. “Kürtlerin bakışı” ve “Türklerin bakışı” anlayışları, halkların ortak yanları, ortak çıkarları, ortak düşmanları kavramları üzerinde durmayı daha baştan “gereksiz” kılmaktadır. Çıkarları ve dünya görüşleri farklı sınıflardan meydana gelen ulusların tüm kesimlerinin aynı ölçüde ve aynı biçimde bir soruna bakmalarını gerektiren, ortak bir “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik görüşten söz etmek gerçeği yansıtmıyor. Toplumun sınıflara bölünmesinin ileri düzeyde yaşandığı günümüzde, burjuvazi ve toprak ağalarıyla işçi ve köylülerin ortak “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik tutumlarından söz etmenin neresi bilimsel düşünmektir? “Türklerin bakışı” Türk egemen sınıflarının bakışı değil midir? Egemen ideolojinin, egemen politikanın Türk işçi ve emekçisinin, hele de “Türk solu” gibi uyduruk ve aşağılama amaçlı bir tanımlamayla, egemen bakışın ortağı gösterilmek istenen devrimci ve Marksistlerin bakışı, politikası olduğu nasıl söylenebilir?
Beşikçi’nin ve PKK başta olmak üzere kendilerine Kürt solu diyenlerin, hiçbir ayrım yapma “inceliği” göstermeden, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, emperyalizme ve faşist diktatörlüğe karşı; ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini, halkların kardeşçe ve gönüllü birliğini, proletarya ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını hedefleyen bir çizgide birlikte mücadelesini, dayanışması ve birliğini savunanları “Türk solu” olarak nitelemeleri kasıtlı ve amaçlıdır. Bu tutum, politik bir çıkarcılığı içerdiği gibi, Marksist bakış açısının çarpıtılmasını da içermektedir. Politik bir çıkarcılığı, milliyetçi temelde içermektedir. “Türk solu” kavramıyla, tüm milliyetlerden proletaryanın tek örgütünü savunanların, Kürt sorunuyla, Kürt ulusunun haklarıyla, Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesiyle ilgileri olmadığı vurgulanmak istenmektedir. Bu gerçek dışı vurgulama, Kürt kökenli işçi ve gencin, Kürt emekçilerinin, asla bir ulusa mensup olmayan ve kendilerini öyle de tanımlamayan, içlerinde, Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli devrimci ve Marksistlerin bir araya geldiği, özgürlük ve sosyalizmi hedefleyen devrimci komünist partiye önyargılı bir mesafede durmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Bir Marksist’in, bir milliyetten gelse bile, asla, yalnızca kendi milliyetinden işçi ve emekçilerin çıkarları ve kurtuluşuyla ilgilenmekle yetinmediği ve yetinmeyeceği, onun, enternasyonal bir sınıf olan proletaryanın devrimci dünya görüşü açısından sorunlara yaklaşarak, baskı ve eşitsizliğin her türüne karşı mücadele edeceği gerçeğinin, görülüp, kavranması istenmemektedir.
“Türk solu” yakıştırması, bir ayrımcılığı ifade etmektedir. İki halkın ve tüm milliyetlerden proletaryanın yaşamın her alanında içice olduğu, ulusal ayrımcılıktan kaynaklanan ulusal baskı ve zulmün uygulayıcıları olan gerici egemen sınıflar tarafından sömürü, baskı ve zulme tabi tutulduğu, üretim sürecinde, üretim birimlerinde ve sendikal örgütlerde birlikte yer aldığı koşullarda, devrimci güçlerini tek bir merkez altında toplamalarını ve düşmana öldürücü darbeyi vurmalarını savunmak ve bunun çabasına girişmek, “Türk solu” demagojisine başvuranlara göre; kaderini tayin hakkının tanınmasının reddi oluyor! Onlardan bazıları, proletaryanın tek örgütünün ve iki halkın ortak mücadelesinin savunulmasını “Kemalizm’den etkilenme” ve “sömürgeciliğin savunulması” olarak değerlendirebilecek kadar önyargılıdırlar. Newroz dergisi yazarları gibileri, mantıklarını doğal sonucuna vardırarak, Kürt unsurun, her alanda “Türk’ten ayrılması”nı zorunlu gördüklerini açıklıyorlar.
İki ulustan işçi ve emekçiler arasında güvensizlik yaratmanın aracı olarak bu kavram kullanılmaktadır. Kuşkusuz, kendilerini “Türk solu” olarak adlandıran, eyleminin muhtevası da böyle olan örgütler de vardır. Ancak bu örgütleri Marksist saymak olanaklı değildir. Onlar, Kürt ulusal devrimci hareketinin kaydettiği gelişme ve Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin aldığı boyutlar karşısında, “Türk” köşesine çekilmeyi kabullenmiş, düşünceleri ve eylemlerinin niteliğiyle küçük-burjuva olan örgütlerdir.
Aynı anlayışın sonucu olarak İsmail Beşikçi, İstanbul, İzmir, Adana, Zonguldak gibi işçi merkezlerinde meydana gelen işçi eylemlerini “Türk işçi sınıfının eylemi” olarak değerlendiriyor. “Türk işçi hareketinin Kürt sorunu karşısında olumlu bir tutum almadığını, fakat Kürtlerin Türk işçi hareketine karşı her zaman olumlu bir tutum aldığını söylüyor Beşikçi ve buna örnek olarak Zonguldak grevini veriyor. Şöyle yazıyor:
“Kürtlerin, Türk işçi hareketine karşı tavrı her zaman olumlu olmuştur. Türk işçileri, herhangi bir yerde greve gittikleri zaman veya buna benzer eylemler sırasında, Kürt devrimcileri her zaman, Türk işçi sınıfıyla dayanışma duygularım açıklamıştır. Fakat Türk işçi hareketi, Kürt sorunu karşısında en ufak olumlu bir görüş açıklamamıştır.”
Beşikçi, Türkiye’nin işçi merkezlerindeki işçileri “Türk işçisi” saymakla çok sayıdaki yanlışlarından bir diğerini ortaya getiriyor. Buralarda çalışan işçilerin, Kürt, Türk çeşitli milliyet kökenli olduklarını görmek için devrimci, ya da Marksist olmaya gerek yok. Bu objektif bir olgudur. Beşikçi’nin Kürt kökenli işçileri, Türk saymasının nedenini daha önce görmüştük. O, bu işçileri, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almadıkları için Kürt olmaktan çıkarıyor. Ama bunun neresi bilimsel yaklaşım? Sübjektif durum ve tutumların, objektif (nesnel) durumları geçersiz kıldığı nerede görülmüştür?
Beşikçi, “Türk işçi hareketi” dediği, işçi hareketinin bugün hangi ideolojik-siyasal çerçevede hareket ettiğini kasıtlı olarak dikkate almıyor ve onu sınıf bilinçli işçinin tutumu gibi gösterip eleştiriyor. “Türk” değil, ama Türkiye işçi sınıfının Kürdistan’da süre-giden imha ve asimilasyon politikası karşısında, sınıf bilinçli işçinin tutumuyla hareket etmediği ve işçi hareketinin önemli zaaflar taşıdığı bir gerçektir. Kürt kökenli işçilerin de ulusal özgürlük mücadelesinin içinde yeterince yer almadığı, öncü sınıf konumuna uygun bir tutum sergilemediği açıktır. Ama buradan hareketle, işçileri suçlamak, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü oynayacağından kuşku duymak, toplumlar gerçeğini, tarihsel materyalizmi ve sınıf mücadeleleri tarihini kavramamaktır.
İşçi sınıfının -milliyet kökeni önemli değil- tarihsel devrimci rolünü oynaması, kuşkusuz sınıf bilincine sahip olmasını gerektirir. İşçiler, kendiliğinden ve burjuvazinin ideolojik, politik, ekonomik, askeri, kültürel, ahlaki kuşatması altında “kendileri için sınıf” konumuna gelemezler. Marksist partinin rolü burada ortaya çıkar. Sınıf bilinci, sınıfa dışardan, ekonomik mücadele alanının dışından ve burjuva kuşatma yarılarak verilir.
Bugün Kürt, ya da Türk olsun, eğer işçiler, henüz, kendi gerçek sınıf çıkarları doğrultusunda, baskı ve zulmün her türüne karşı ayağa kalkmıyor ve örneğin ulusal sorun karşısında yeterli devrimci bir tutum sergilemiyorlarsa, bu, onların, henüz esas olarak, burjuva ideolojik-politik etki alanında bulunduklarını gösteriyor. Ama bir devrimci, ya da Marksist bu duruma bakarak karamsarlığa kapılmaz. Üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışır.
Kaldı ki, eğer, tüm çabalarına karşın Türkiye gericiliği, henüz bir Türk-Kürt çatışmasını becerememişse, bunda tüm milliyetlerden işçilerin, günlük yaşamdaki birlikteliğinin ve sınıf içgüdülerinin, bu kapsamda sahip oldukları olumlu özelliklerin payı büyüktür. “Türk” ve “Kürt” arasında hiçbir ortak yan görmeyen Beşikçi için, bunun pek bir anlam ifade etmediğini biliyoruz.
Beşikçi, olay ve olgularla, keyfinin istediği gibi oynuyor ve buna da “bilim yöntemi” diyor. Kürt devrimcilerinin tutumunu olumlu yönde izah ediyor, fakat Türk kökenli Marksist ve devrimcilerin, tutumuna ilişkin olarak objektif davranmıyor, onların ulusların kaderlerini tayin haklarını, somutta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını, ayrı devlet kurma hakkı da dahil savunduklarını, bunun pratik mücadelesi içinde olduklarını, bu yüzden “bölücülük” suçlamalarıyla diktatörlük tarafından işkence ve zulme tabi tutulduklarını, kurşunlanıp tutuklandıklarını görmezden geliyor, bunun üstünü örtüyor. O, işçilerin, burjuvazinin ideolojik-siyasal etkisi altında oldukları koşullarda, komünistleri de grev alanlarından kovdukları gerçeğini görmezden gelerek, bilinçli bir çarpıtmaya girişiyor ve güvensizlik yaratma amacıyla, Türk işçilerinin “Kürtlere karşı oldukları” temasını işliyor. Faşist Şevket Yılmaz’ı, Şemsi Denizer gibi düzen ve devlet savunucularını “Türk işçi sınıfı”nın temsilcileri sayıp, onların tutumunu sınıfa, dahası devrimcilere ve Marksistlere mal etmeye yelteniyor.
“Bilim adamı” Beşikçi, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu geri bilinç ve örgütlenme düzeyinden hareketle, işçi sınıfına duyduğu güvensizliği, -o hem Kürt, hem Türk işçilerine güvenmiyor- açıkça ifade ediyor ve şunları yazıyor: “Kürdistan’ın ve Türkiye’nin koşullarım kavramaktan böylesine uzak olan bir işçi sınıfının, kendi sorunlarını çözmesi, ücretlerini yükseltmesi, kendini kurtarması söz konusu olabilir, fakat başka insanların kurtuluşuna öncülük etmesi, hele hele Kürtlerin kurtuluşuna öncülük etmesi mümkün değildir.”
Beşikçi ortada güvenilecek, dayanışma içine girilecek kimse bırakmıyor. Esasen, Beşikçi’nin mantığıyla hareket edildiğinde, işçi sınıfının kendini kurtarması da söz konusu olamaz. Beşikçi, Kürtlere, kendileri dışında, daha doğrusu Kürt köylülüğü ve esnafları dışında hiç kimseye güvenmemelerini salık veriyor. O, devrimcilere, Marksist-Leninistlere de oynayacakları bir rol, yerine getirecekleri bir görev bırakmıyor. Çünkü o, bilimi katletmeye çalışan inançsız bir “bilim adamı”dır! Onun mantığında her şey bugünle, şu an varolan ve görülenle, bugünkü örgüt ve bilinç düzeyiyle sınırlıdır, bundan ibarettir, gelecek ve değişim söz konusu olamaz. “Kendiliğinden sınıf”, “kendisi için sınıf haline gelemez.
Beşikçi ve onunla aynı bakış açısına sahip olanlar “Türk solu” olarak adlandırdıkları örgütleri de, aralarındaki ciddi farklılıkları gizleme temelinde, kolaycı bir anlayışla ve bir kalem darbesiyle aynı kaba doldurup, hepsine şoven ve Kemalist damgası yapıştırmaktadırlar. Onlar için Kemalist gericiliğin Kürt katliamlarını açıkça alkışlayan Şefik Hüsnü oportünizmiyle, İ. Bilen’lerin TKP’siyle, Kürtlerin ulusal özgürlüğü için mücadele eden devrimci Marksistler arasında hiçbir fark yoktur, ya da bu farkın, belirtilmesi gibi “ufak bir ayrıntı” ile uğraşmaya gönülleri razı olmamaktadır. “Türk solu” olarak suçlanan devrimci örgütlerin, izledikleri çizginin tutarsızlığını ve şoven etkilenmeler içermesini eleştirmek başkadır, onları bir “ulusa ait” olmakla suçlamak başkadır ve bu ikincisi kasıtlı yapılmaktadır. Aynı tutum, devrimci Marksizm’in Türkiye ve Türkiye
Kürdistan’ı topraklarındaki bayraktarlığını yapan ve proletaryanın devrimci enternasyonal konum ve düşüncesine uygun olarak içinde Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli Marksistlerin bir araya geldiği devrimci komünist partiye karşı da takınılmaktadır. Birleşimiyle, hedef ve amaçlarıyla, uğruna mücadele ettiği ilkeleriyle, bir tek ulusun değil, tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını savunan ve bunun için mücadele eden bir siyasal örgütü, “Türklere ait” göstermek, yalnızca bilim karşıtı, yalnızca “ulusalcı” bir tutum değil, aynı zamanda kasıtlı ve bilinçli bir tutumdur.
Kürt işçi ve emekçileri tarihsel olaylara “etnik açıdan” mı bakmalıdırlar? ya da bu yeterli mi?
İsmail Beşikçi, kitaplarında, “Kürtlerde eksik olanın” sınıfsal bilinç değil, ulusal bilinç olduğunu vurgular ve “o halde Kürtler tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar” der. Bununla da yetinmez; Türk şovenlerinin, sözde Marksist, şoven Türk solcularının tutumunu, Marksist-Leninistlere mal ederek “Zaten Türkler de öyle yapıyor, Türk Marksistleri de. Türk Marksistleri zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ diyorlar.” diye devam eder. Şefik Hüsnü’yü örnek vererek, onun Türk Marksistleri tarafından “önder olarak değerlendirilebileceğini”, ancak, Kürtlerin bunu yapamayacaklarını, çünkü Ş. Hüsnü’nün Kürt düşmanı olduğunu söyler.
Beşikçi, bir taşla birkaç kuş vurmayı becermek istiyor, ancak bunu başarması mümkün değil. O, Marksist-Leninistlerin milliyet kökenlerine göre gerçeklerin, toplumsal olgu ve olayların ve bu olaylar karşısında kişi, parti ve grupların aldığı ve alacağı tutumların farklı olabileceği, yorumlanabileceği ve tümünün de kendi açısından doğru olabileceği iddiasındadır. Yani, bir Türk Marksist’ine göre gerçek bir biçimde iken, Kürt Marksistlerine göre bir başka biçimde olabilir! Birine göre gerici, düşman olan, ötekine göre, ilerici, yurtsever, hatta Marksist olabilir. Beşikçi’nin yaklaşımı ve mantığı böyle.
Bu “Bilim yöntemi” adına gerçek olanın bir-kez daha çarpıtılması, bilimsel bakış açısının iğdiş edilmesidir. Bir Marksist, hangi milliyetten gelirse gelsin, toplumsal olayları ve bu olaylar karşısında kişilerin durumunu, ezen ve ezilen sınıflar ilişkisi kapsamında, ezen ve ezilen ulus ilişkilerini dikkate alarak değerlendirir. Bu değerlendirme, şu milliyet kökenli Marksist’e göre böyle, bu milliyet kökenli Marksist’e göre şöyle olamaz. Marksist bakış açısı, sınıf bakış açısıdır, olayları işçi sınıfının ve ezilen yığınların sınıfsal kurtuluşları açısından değerlendirir. Hangi milliyet kökenli olursa olsun bir Marksist, uluslar arasındaki ilişkileri, ulusal çatışmaları ezen-ezilen ilişkisi kapsamında, haklı, ya da haksız savaşlar kapsamında değerlendirir ve ona göre tutum belirler. Kürt ulusunun, ulusal kölelik karşısında geliştirdiği mücadele, Türk olsun, Kürt olsun Marksistler için haklı ve desteklenmesi gereken bir mücadeledir. Eğer bir Türk Marksist’i, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin “kendi” ulusunun burjuva egemen sınıflarına zarar vereceğini düşünerek, buna karşı tutum alıyorsa, o artık bir Marksist değil, sosyal-şoven bir gericidir. Böylelerinin kendilerine Marksist demesi bir anlam ifade etmez. Onların maskeleri indirilmelidir. Beşikçi gibi, “bir kişi ben Marksist’im diyorsa onu öyle kabul edeceksin” demek olmaz. Gerçekten Marksist olup olmadığına bakmak gerekir.
Ş. Hüsnü’yü de böyle değerlendirmek gerekir. Ş. Hüsnü’yü “Marksist” ve önder kabul eden sosyal-şoven Türk solcuları vardır. Ancak, onu Marksist bakış açısıyla eleştiren, onu Kemalist işbirlikçisi burjuva sosyal-şoven olarak değerlendiren, onun Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumunu burjuva sınıf işbirlikçiliği olarak mahkûm eden gerçek Türk ve Kürt Marksistleri de vardır. Beşikçi, bile bile, bu gerçeği görmezden geliyor. Amacı Kürt halkının Türk Marksistlerine güvenmesini ve uyanış içindeki Kürt gençlerinin Marksizm’e sarılmalarını engellemektir.
Beşikçi, Türk Marksistlerinin sorunlara “etnik açıdan” baktıklarını ve “zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ dedikleri”ni söylerken de gerçeği ifade etmiyor, dahası, burjuva-liberal ve sözde solcu bazı Türk aydınlarını “Marksist olmak”la payelendirerek, onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri mahkûm etme ucuz tutumunu benimsiyor.
Marksist-Leninistlerin, ister Türk, ister Kürt kökenli olsunlar “mevzuat” sınırlarını tanıma diye bir sorunlarının olmadığını, “mevzuatları” ve yasakları, işkence, baskı ve zulmü göğüsleyerek ve göze alarak çiğnediklerini dünya-âlem biliyor. Beşikçi doğru konuşmuyor, gerçeğe gözlerini kapatarak, peşin suçlamalarda bulunuyor. Beşikçi “bilim adamı” dürüstlüğüyle olaylara yaklaşmıyor. Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme karşı bir mevziiye yerleşerek, Marksist-Leninistleri suçluyor.
“O halde Kürtler, tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar. Zaten Türkler de böyle yapıyor, Türk Marksistleri de” diye yazabilmek için kişinin burjuva bakış açısıyla olayları irdelemesi gerekir ki Beşikçi de bunu yapıyor. Etnik gruplar açısından olaylara bakanların, salt bu bakış açısıyla toplumsal olayları değerlendirenlerin, burjuva milliyetçi çizgiyi aşamadıkları ve aşamayacakları açıktır. Bunun için bir yetenek kazanmaya da gerek yoktur. Ezen-ezilen ulus ilişkisi içinde gelişen olaylar, ulusal baskı ve zulüm, dil ve kültür yasağı, ezilen ulusun emekçi yığınlarında, zaten ulusal duygu ve düşüncelerin uyanması ve gelişmesine ve onların bu doğrultuda ulusal baskıya karşı harekete geçmesine yol açar. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bugün Kürt halkını zulme karşı direnmeye yönelten esas etken de, sorunlara “etnik gruplar açısından bakma yeteneği kazanan” gerillaların eylemi değil, bu olgudur. Toplumsal-ulusal ilişki alanındaki eşitsizlik, adaletsizlik ve zora dayalı birliktir, bunun zorbalıkla ayakta tutulmak istenmesidir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt halkının ulusal kölelikten kurtulması için mücadele etmeli, bu mücadelenin esas olarak kendi sorunu olduğunu bilmelidirler. Faşist, zora dayalı bugünkü devlet birliğinin Kürt ulusunun iradesine aykırı olarak sağlandığı, bunun yıkılmaya mahkûm olduğu, Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirlemesi hakkını şu ya da bu biçimde kullanması karşısında, egemen sınıfların başvuracağı her tür baskıya karşı kararlılıkla mücadele edilmesi gerektiği, gerici, zora dayalı, devlet birliğinin yıkılarak yerine halkların özgür, eşit ve gönüllü birliğine dayalı demokratik devletinin kurulması gerektiği vb. Türk, Kürt, tüm Marksistlerin savunduğu ve savunmaya devam edeceği düşüncelerdir. Ama bu, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi sorunlara etnik gruplar açısından bakarak değil, sınıf bakış açısından bakarak ancak mümkün olabilmektedir. Yani Kürt işçi ve emekçileri için en fazla gerekli olan, olaylara, sınıfsal bakış açısıyla bakmayı öğrenmeleridir. Eğer, egemen sınıfların gerici, sömürücü diktatörlükleri altında ezilme durumlarının sürüp gitmesini istemiyorlarsa, ulusal bilinçle yetinmemeli, sınıfsal bilince ulaşmalı, sınıf bilincini edinmelidirler. Beşikçi gibileri Kürt işçi ve emekçilerine, sınıf bilincinin, sınıf bakış açısının önemsiz olduğunu söylerken, onlara’ kötülük etmekte, burjuvazi ve toprak ağalarının değirmenine su taşımaktadırlar. Türk burjuva aydınlarının, sözde Marksist Türk solcularının, anti-Marksist ve halk düşmanı tutum ve davranışlarını gerekçe göstermek ise, insanı burjuva kulvarda, sosyalizme karşı koşmaktan alıkoymuyor.
Burada, Beşikçi de dahil olmak üzere, birçok çevre, özellikle de, kendilerine “Kürt solu” diyenler tarafından çarpıtılıp bulanıklaştırılan bir diğer kavram, Enternasyonalizm kavramı üzerinde de kısaca durmak gerekiyor.
Sorunların sınıf mücadeleleri temelinde irdelenmesi ve proletaryanın enternasyonalizminden söz edilmesi Beşikçi’yi ve öteki “ulusalcı enternasyonalist”Ieri rahatsız etmektedir. Beşikçi “ulusal bilince ulaşmamış” Kürtlerin, “Kürtlerin birliği için çalışmadan”, “Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma içinde olamayacağını düşünmektedir. O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin, ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslardan işçi ve emekçilerle enternasyonal bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemeleri gerektiğini vaaz ediyor.
Enternasyonalizm toplumsal gelişme sürecinin belli bir evresinde, sorunların ulusal sınırların ötesine taşarak uluslararasılaştığı bir dönemde, bu dönemin ve uluslararasılaşmanın üzerinde yükselen bir kavramdır. Uluslararası alanda birlik ve dayanışmayı ifade eden, ulusal değil, sınıfsal planda kullanılan bir kavramdır.
Kapitalizm, gelişme sürecinde, burjuvazi-proletarya karşıtlığını genişletip olgunlaştırırken, aynı zamanda, tekelci evreyle birlikte (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) sermayenin “ulusal” sınırları yıkarak ya da aşarak, uluslararası pazara açılmasına, tek tek ülke ekonomilerinin, emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline gelmesine, henüz kapitalist gelişmenin olmadığı ya da cılız olarak var olduğu, geri, sömürge ve bağımlı halkların emperyalist sisteme eklenmesine yol açtı. Kapitalizmin bu uluslararası özelliği, onun ezen ve ezilen sınıflarının, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olmasını da belirleyen bir özelliktir. Ekonomik-toplumsal sistem olarak gelişmesinin son sınırına ulaşmış kapitalizm olan emperyalizm, bütün ülkelerden ve tüm uluslardan burjuvaziyi, uluslararası burjuvazinin yerel kolları olarak örgütler ve onun enternasyonalizmini yaratırken, sömürülen ve kapitalizmin ürünü olarak doğup büyüyen proletaryayı da, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” uluslararası bir sınıf haline getirir. Kapitalizm hem burjuvazinin ve hem de proletaryanın enternasyonal birliğini doğurup büyüten bir toplumsal sistemdir.
O halde enternasyonalizmi sınıfsal temelde ele almak zorunludur. Enternasyonalizm gerçekte ulusların değil, sınıfların dayanışması ve birliğini ifade eder. Beşikçi Kürt toplumunu, kendine özgü “bilim yöntemi”yle burjuvazisi, aydını ve işçi sınıfı olmayan, çelişkisiz bir bütün olarak gösterip, ezilen ulus konumunda kaldığı sürece “Kürtlerin, Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma ve birlik içinde olamayacaklarını ne kadar iddia ederse etsin ve yine, enternasyonalizm kavramının çarpıtılmasına yönelik çabalara karşın, enternasyonalizmin günümüzde ifade ettiği gerçek yukarıdaki gibidir. (1)
Uluslararası -enternasyonal- bir sınıf olan proletaryanın ideolojisinin ve sınıfsal kurtuluşunun savunucuları olan Marksistler de işte bu yüzden enternasyonalisttirler. Kürt ya da Türk milliyet kökenli oluşları Marksistlerin enternasyonalist bir tutum ve politikaya sahip olmalarının önünde engel değildir. Marksistler ve proletarya, uluslararası proletarya ordusunun, şu ya da bu ülkedeki kolu olarak en başta kendi ülkelerinde olmak üzere, devrimin gerçekleşmesi ve ulus ve ülke ayrımından bağımsız olarak tüm emekçi sınıfların ve tüm insanlığın tam kurtuluşu için mücadele ederler. Proletarya ve Marksist-Leninistler, bu mücadelelerinde üzerinde yaşadıkları dünya ve ülkenin durumunu, çeşitli sınıfların durumu ve ilişkilerini, uluslararası ilişkileri dikkate alırlar. Proleter enternasyonalizmi, burjuva baskı ve zulmün her türüne, proletaryanın ve ulusların köleliğine karşıdır. Proleter enternasyonalizmini savunmanın, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin en tam dayanışması ve birliği için çaba göstermenin “Türk solculuğu” olduğu suçlaması, temel perspektifleri “Kürt olmak ve Kürt kalmak”la sınırlı olanların, olayları ve toplumları esasta ezilen ulus burjuvazisinin penceresinden irdelemeye kalkışmalarından kaynaklanmaktadır.

(1) M. Can Yüce, Yeni Ülke gazetesinde, “milliyetçilik ve enternasyonalizm” baslıktı yazısında, Kürdistan’da “burjuva milliyetçiliği’nin, boy verme, gelişme koşullarının olmadığını iddia ediyor ve enternasyonalizmle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Ülkemizde enternasyonalizm, yurtseverlikten, ulusal kimlik mücadelesinden, ulusal duygu ve ulusal gururu dolu dolu yaşamaktan, ulusal kurtuluşu gerçekleştirmekten geçer. Bunun dışındaki ‘enternasyonalizm’ yaklaşımları içi boş, anlamsız olmaktan öteye inkârcılıktan başka bir şey değildir.”
Enternasyonalizmi bu biçimde tanımlamanın bir eksikliği, dahası proleter enternasyonalizmi tanımlamasının çarpıtılmasını içerdiği açıktır. Kuşkusuz» enternasyonalist olmakla, ezilen ulusun özgürlüğü için mücadele etmek birbirinin alternatifi olarak ele alınmamalıdır. Enternasyonalizm, kendi ülkesinde, proletarya ve halkın devrimci kurtuluşunu sağlamak için mücadele etmek olduğu kadar, bu mücadeleyi proletaryanın uluslararası devrimci eylemine bağlamak, ona bağlı olarak ele almaktır da. Enternasyonalizmi, Kürt ulusunun “ulusal kimliği için mücadeleyle, “ulusal gururu dolu dolu yaşama’yla, ulusal kurtuluş için mücadeleyle sınırlamak onu darlaştırıp, ulusallaştırmaktır. Bir proleter ya da devrimci, Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele etmeden enternasyonalist sıfatını hak edemeyeceği gibi, bu mücadeleyi proletarya ve emekçilerin devrimci kurtuluş mücadelesine ve proletaryanın uluslararası eylemine bağlamayan bir kişi de milliyetçilik sınırını aşamaz. Küçük-burjuva milliyetçiliği, enternasyonalizmi ulusların eşitliğiyle sınırlar. Oysa proleter enternasyonalizmi öncelikle, herhangi bir ülkedeki proletarya mücadelesinin uluslararası proletaryanın devrimci çıkarlarına bağlanması, ona bağlı olarak ele alınması gerekir. Sorun budur.

Nisan 1992

Kadının Özgürlüğü Sorunu Ve Burjuva Saptırmalar

Aşağıdaki yazı, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkezi Yayın Organı, Devrimin Sesi’nin 1992 Mart Kadın Özel Sayısı’ndan alınmıştır. Okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Kadın sorunu gibi, her toplumda ve her ülkede insan soyunun yarısını oluşturan bir kitleyi doğrudan ilgilendiren ve insan soyunun öteki yarısının da ilgisiz kalmayacağı bir sorun, kuşkusuz, yalnızca yılda bir kez ve “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” vesilesiyle gündeme getirilen bir sorun olarak ele alınamaz. Proleter ve emekçi kadınlar, her iki cinsten sömürülen ve ezilen emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sınıf olarak kurtuluşları için yürütülen mücadelenin aynı zamanda ezilen cins olan kadının kurtuluşu için mücadele olduğunu ve böylesi bir mücadelenin yıldönümü ve bazı günlere sığdırılan dar kapsamlı bir mücadele olmadığını ve olamayacağını bilmelidirler.
Yine proleter ve emekçi kadınlar, ezilen ulusa mensup Kürt kadınları, kadın sorununun, kadının özgürlüğü sorununun, toplumsal ekonomik-siyasal sistemden koparılarak ele alınamayacağını, sınıfların varlığı, karşılıklı konumu ve çıkarlarından bağımsız bir kadın sorunu ve kadınların özgürlüğü sorununun söz konusu edilemeyeceğini bilmelidirler.
O halde Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında, ezilen sınıfa, ezilen cinse ve ezilen ulusa mensup kadının kurtuluşu sorunu; onun içinde bulunduğu somut durum tarafından belirlenir. Bu somut durumun irdelenmesi temelinde gündeme gelmeyen bir “kadın hakları” tartışması, açıktır ki ne proleter ve ezilen kadına, ne ezilen cins olarak kadına, ne de burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadeleye hizmet etmeyecektir.
Toplumsal yaşamdan ve sürüp giden sınıflar mücadelesinden koparılmış, dergi odaları ve masa başlarında ve esas olarak ahlaki planda üretilmiş sözde çözüm önerilerinin, ezilen kadının yaşam pratiğine çarparak anlamsızlaştığını, kadının kurtuluşu sorunu olarak burjuva kadın akımları ve gizli ve açık “feminist” çevreler tarafından “cinsel özgürlük” sloganlarının bayraklaştırılmasının ve “serbest aşk özgürlüğünün” taleplerinin öne çıkarılmasının burjuvaziye hizmet ettiğini ve burjuvazi tarafından kışkırtıldığını göremeyenler, “ataerkil erkek diktatoryası”na ne denli kılıç sallarlarsa sallasınlar, kadının kölelik statüsünde bir değişiklik olmayacaktır.
Burjuva partilerinin, onlara bağlı kadın kuruluşları ve vakıflarının, burjuva politikacıları ve burjuva kadın akımlarının, kadın kitlesinin aldatılması ve burjuvazi tarafından uzun süreli olarak kullanılmasını olanaklı kılmak için faaliyet yürüttükleri biliniyor. Onların, kadının gerçek ezilen kitlesini oluşturan proleter ve emekçi kadının ve Kürt kadınının bugün içinde bulunduğu durumu gizleme çabaları da bilinmektedir. Yine, özellikle 12 Eylül gericiliğinin toplu ve çok yönlü saldırısı ortamında, yılgınlığın ve devrimci mücadeleden geri basmanın besleyip güçlü kıldığı, “feminist”, “sosyalist feminist” gibi kadıncı çevrelerin, kadının özgürlüğü sorununu, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda çarpıtma çabalarını ve ahlaki yozluklarını, küçük-burjuva yozlaşma eğilimlerini “kadın özgürlüğü sorunu” olarak yansıtma girişimlerini anlamak mümkündür ve bunlar bilinen şeylerdir.
Ancak, legal devrimci basında, Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ı gerçeğinden, kadının bu topraklardaki konumunu ve yaşantısından kopuk, sorunu kapitalist reklâmcının, kadını reklâm öğesi olarak kullanması gibi kısmi ve daha çok da ahlaki planda eleştirisiyle sınırlayan, dahası kimi zaman, sorunu feministçe ve erkek düşmanlığı kışkırtmasına dönüştürerek ele alan yazıların çıkmasını anlayışla karşılamak mümkün değildir.
Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda kadının durumu nedir? Kadın salt bir reklâm aracı olarak ele alındığında, ya da evlilik ilişkisinin eşitsiz koşulları nedeniyle mi aşağılanmaktadır? Özgürlüğü savunulan kadın hangi kadındır? Kadın özgürlüğünü kime karşı, kiminle birlikte ve nasıl elde edeceğiz? Kadın sorunu, özel bir sorun olarak ele alındığında, sınıflar üstü ve “kadın cinsi sorunu” olarak ele alınabilinir mi? Bunlar ve daha da uzatılabilecek bu gibi sorulara verilmiş doğru bir cevaptır ki, kadının özgürlüğü mücadelesine devrimci tarzda hizmet edebilir.
Bugün Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda milyonlarca işçi ve emekçi kadın, burjuva-feodal değer yargılarının egemen olduğu, ezilen cins olarak kadının köleleştirildiği toplumsal koşullarda ve faşist baskı altında, sömürünün ve aşağılanmanın her türüne tabi tutulmakta, yalnızca mutfağa ve çocuk odalarına -işçi ve emekçilerin ayrı bir çocuk odalarının bulunmadığı ve çoğu kez barınmaya elverişsiz, rutubetli ve güneş görmez küçük ve dar bir “ev” içinde ana-baba ve çocukların bir tek odayı paylaştığı gerçeği unutulmasın- hapsolmasından ve erkek karşısındaki ikinci durumundan, erkeğe tabi olma ve onun tarafından ezilmesinden kaynaklanan baskıların değil, aynı zamanda ulusal-siyasal baskı ve zulüm altındadır.
Kürt kadını, faşist işgalin her tür zorbalığını günlük yaşamında hissetmekte, dayak, küfür ve işkencenin yanı sıra, kurşunlara hedef olmakta, öldürülmektedir. Eşi, kardeşi ve çocuğuyla birlikte tabi tutulduğu baskı ve zorbalık onu, insan ve kadın olarak ezmekte, aşağılanıp horlanması, analık duygularının (feministlerin ve bazı “Marksist” kadın yazarların öfkesini üzerimize çekme pahasına analık duygularından söz etmeyi göze alıyoruz) ayaklar altına alınması onu ayrıca çökertmektedir. Kürt kadını, Kürt halkına yönelik baskı ve zulmü en yoğun olarak yaşayan kesimi oluşturur. Bu yönüyle Kürt kadınının özgürlüğü sorunu ulusal özgürlük sorununa da bağlanmıştır. Feodal değer yargılarının daha etkili olarak varlığını sürdürdüğü Kürdistan’da, Kürt kadını, genel olarak kadına yönelik baskı ve sömürüyü daha yoğun olarak yaşamaktadır. Feodal baskı, faşist ulusal baskıyla donanıp katmerleşmekte, ağa, aşiret reisi ve devletin resmi görevlilerinin zulmü, feodal değer yargısı ve anlayışlarla birlikte Kürt kadınını cendereye almaktadır. Aşiretçi yapıdan kaynaklanan sınırlamalar nedeniyle Kürt kadını herhangi bir konuda fikrini ortaya koyma olanağı bulamamakta, kızların evlenmesinde baba ve aile büyükleri söz sahibi olmakta, evlilikte bir nevi para karşılığı satış anlamına gelen başlık parası alınmaktadır.
Eğitimsizlik, Kürt dili ve kültürüne yönelik baskı ve yasaklanma, dilde eğitim hakkının bulunmaması ve emperyalist yoz kültürün topluma şırınga edilmesi (tüm işçi ve ezilen kadını olduğu gibi) Kürt kadınını da etkilemekte, dil bilmeyen kadın,, en basit sağlık sorunlarını bile doktora anlatamamakta, erkek doktora muayene olmaktan kaçınmaktadır.
Kürt kadınının ulusal kimliğiyle politik faaliyette yer alması burjuvazi ve gericilik tarafından tümüyle yasaklanmıştır ve “bölücülük” olarak değerlendirilmektedir. Kürt kadınının ulusal özgürlük mücadelesinde artan oranda yer alması ise, zulüm ve baskıya karşın gerçekleşmekte, birçok kadın ve genç kız, bu mücadelede işkenceye çekilmekte, tutuklanmakta, sakat bırakılmakta ve öldürülmektedir.
Bütün bunlar Kürt kadınının kurtuluşu sorununun özelde işçi ve emekçi kadınının, genelde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kapitalist kölelikten ve burjuva sınıf egemenliğinden kurtuluşu sorunu olduğu ve ona kaçınılmaz olarak bağlandığını da ortaya koymaktadır.
Toplum kadına ev, çocuk ve koca bakıcılığını “asli görev” olarak vermiş onun üretime katılmasının sınırları da bu “asli görev” tarafından belirlenmiştir. Genelde erkeğin baskısı, evin tüm angarya işlerinin kadının sırtına yüklenmesi, ev temizliği, çamaşır ve bulaşık yıkanması, yemek ve tarla işleri, çocuk bakımı vb. kadını fazlasıyla yorduğu ve köleleştirdiği gibi, aynı zamanda bu tür bir iş bölümünün kadın tarafından da süreç içinde benimsenerek sistemleşmiş olması kadını ezilen cins olarak kuşatmıştır. Buna ek olarak, bugün, işçi ve emekçi kadınlar ve Kürt kadını, faşist devletle, devletin kurumları, yasa ve yasaklarıyla yüz yüze geldiği her yerde, toplumsal yaşamın her alanında, ister eve kapatılmış ev kölesi, isterse, kapitalist üretim faaliyetine çekilmiş ücretli köle olsun, faşist baskı ve zulme tabi tutulmakta, maddi ve manevi işkence görmektedir. Genç kız ve kadınların binlercesinin işkence tezgâhlarına yatırılması, tecavüz tehdidi altında tutulması, zindanlara tıkılması, sakat bırakılması, zindan ve mahkeme kapılarında süründürülmesi, yanı sıra, eş, kardeş ve çocuklarının aynı biçimde zulüm görmesi, feodal değer yargılarının daha etkin olduğu Kürdistan’da, toplu dayak ve işkenceler sırasında kadın ve erkeğin soyundurularak aşağılanması vb. kadına yönelik maddi ve manevi zulüm ve baskının somut durumunu göstermektedir.
Bugün Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda azımsanamayacak bir kadın kitlesi, kapitalist üretim sürecine çekilmiş, hizmet sektörü, tekstil ve tekel işkolları başta olmak üzere, bazı alanlarda, burjuvazi tarafından düşük ücretle istihdam edilmiştir. İşçi ve ev dışında da çalışan kadını iliklerine dek sömüren burjuvazi, bunu kadının özgürleştirilmesi olarak göstermektedir. Kadının emek gücünü emek pazarına alan kapitalizm, kadının kendisinin ve kadınlığının ticari meta haline gelmesinin koşullarını genişleterek üretmekten başka bir şey yapmazken, kadının ev köleliğine bir de ücretli köleliğini eklemiştir. Çalışan ve proleter kadın, kadın sağlığına aykırı koşullarda erkeklerden daha düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Horlanma, aşağılanma, patronlar tarafından iğrenç burjuva arzularının tatmini aracı olarak kullanılmayla her an karşı karşıyadır. Kapitalistler, kadın ve çocuk emeğini ucuza sömürdükleri gibi, onları erkek işsizlere karşı bir koz olarak da kullanırlar.
Kadın-erkek eşitsizliği, resmi olarak aksi iddia edilse de, siyasal-sosyal yaşamın her alanında devam ettirilmektedir. Bazı toplumsal işlerin ve mesleklerin “kadına göre olmadığı” düşüncesi topluma egemendir. Cehalet ve eğitimsizlik, toplumsal bir tutumun sonucu ve kadının ikincil öğe sayılması nedeniyle, kadınlar içinde daha yaygındır. Eğitim sistemi ve egemen ideoloji kadına sınır çektiği gibi, eğitim basamaklarında yukarı doğru çıkıldıkça, eğitim görmüş kadın sayısı da düşmektedir.
Politika daha çok erkek işi sayılmaktadır. Egemen sınıflara mensup kadınlar -daha çok ve esas olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin kadınları- kısmen politik kurum ve partilerde yer alırken, işçi ve emekçi kadına politika yasaktır. Onun görevi, kocasına da tabi olarak, dayatılan burjuva politikaya boyun eğmek ve burjuva partilerinden birine oy vermekle sınırlıdır. Toplumsal sistemin kadına biçtiği rol, erkeğe tabi ve ikincil olduğu için, bu durum yaşamın her alanında, fakat en fazla olarak politik alanda görülür. “Karı-koca” ilişkisi açısından soruna bakıldığında, mülkün sahibi erkek olduğundan herhangi bir konuda karar verme ve politik tutum belirlemede, politika yapmada erkek belirleyici konumdadır. Gerçi, ülkemizde, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda işçi ve emekçilerin politik faaliyet yürütmesi, Kürt halkının ulusal özgürlük talebiyle politik arenada yer alması yasaktır. Ve bu tür bir faaliyet ancak egemen sınıfların baskıcı kurumları ve yasaları çiğnenerek yürütülebiliniyor. Politik faaliyet, gerici egemen sınıfların, burjuva-feodal çevrelerin tekelindedir. Bu bakımdan, ezilen sınıfa ve ezilen ulusa mensup kadın gibi, bu kesimlerin erkeklerinin politik faaliyeti de, ancak baskı ve zulmün, işkence ve tutuklanmanın, kurşunlanarak öldürülmenin göze alınmasıyla mümkün olabilmektedir.
Sorun burjuvazinin ikiyüzlülüğü açısından ele alındığında da kadının politik örgütlenmelerde, meslek örgütlenmelerinde, çeşitli mesleklerde görev almasında, politik ve mesleki örgütlerin yönetimindeki oranlarda erkekle arasında büyük bir uçurumun olduğu açıkça ortaya çıkar. Burjuva partileri ve parlamentolarının bileşimi de bunu açıkça göstermektedir.
Kapitalizm, diğer sınıflı ve sömürülü toplumlardan farklı olarak, kadını toplumsal üretime ucuz işgücü olarak çekmekle de ayrılır ve bu köleliğinin yanına ücret köleliğini de ekler. Kapitalistler, kız ve kadın işçileri çalıştırmakla onların vücutları ve işgüçleri üzerinde de hak iddia ederler. İşten kovma fabrikaların, patronların haremine dönüştürülmesinin ürkütücü bir aracı olarak kullanılır. Fabrika yaşamı kadın vücudu üzerinde kalıcı izler bıraktığı gibi, doğum sakatlıkları ve güçlüklerine, doğum sırasında ölümlere yol açmaktadır. Hamile kadın doğum anına kadar fabrika ve işyerlerinde çalıştırılmakta, doğum sonrası yeterince dinlenmelerine izin verilmemektedir. İşyerleri ve fabrikaların sağlığa zararlı ve kirli oluşu gebe kadınlarda zehirlenme ve çocuk ölümlerine yol açmakta, sakat doğumlar önemli bir oran teşkil etmektedir. İlaç sanayinde, tavuk çiftliklerinde, tütün ve şarap fabrikalarında tekstil iş kolunda çalışan kadınlar ve genç kızlar birçok hastalık ve sakatlıklarla karşı karşıyadırlar ve kapitalistler kârlarından kısarak çalışma koşullarının iyileştirilmesine yanaşmamaktadırlar. Sürekli ayakta çalışan kadın ve genç kızlar, varis başta olmak üzere birçok hastalığa yakalanmaktadır.
Emekçilerin maddi koşulları, insan olmanın gerektirdiği dünyayı tanıma ve belirleme olanağını ortadan kaldırmakta, eğitimsizlik ve cehalet, yoksul kadın ve kızların ahlaksızlığa sürüklenmesine, köleliği benimseyerek, para karşılığı kendini ve vücudunu satmasına neden olmaktadır. 12 Eylül gericiliğinin işçi ve emekçilere yönelik kapsamlı ekonomik-siyasi saldırılarının ve emekçileri açlık ve sefalete sürüklemesinin sonucu olarak, büyük şehirlerde yaşayan insanların saflarında ahlaki yozlaşma ve fuhuşun artması gerçeği bu söylediklerimizin bir diğer göstergesidir.
Kadın ve erkek işçiler, toplumsal düzenin tüm yükünü çektikleri halde, onun nimetlerinden yararlanamamaktadırlar. Kapitalizmin gelişmesi sonucu, bir ihtiyaç maddesi olarak işçi ve emekçilerin de yaşamına giren televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi vb. aletlerin alınması için yeme, içme ve giyiminden kesen ve borçlanan işçiler, bunun sonucu olarak, çeşitli hastalıklara yakalanmakta, zayıf düşmekte, ömürleri kısalmaktadır.
Kapitalizm aile yaşamını işçi için olanaksız hale getirmiş, aile fertlerini değişik alanlara sürmüş, aileyi parçalamış, bireyleri sistemden kaynaklanan kötü alışkanlık ve ahlaksızlıkların içine itmiştir. Fuhuşa sürüklenen kadınların büyük çoğunluğunun burjuva erkekleri tarafından baştan çıkarılıp aldatılması ve sokağa bırakılması sonucu vücutlarını sokaklarda veya burjuva-kapitalist toplumun resmi satış merkezlerinde satması kapitalizmin ürünüdür.
Proleterler ve tüm emekçiler’, kendi suçları olmaksızın ve kötü yaşam koşullarından kurtulmak için aç-perişan büyük çabalar harcamalarına karşın “izbe” kulübe ve gecekondularda veya ahırlarla birlikte yapılmış olan köy evlerinde ömür tüketmektedirler. Emekçilerin köhne mekânları ve kötü yaşam tarzları, en çok kadını ezmektedir. O, bir yandan bu mekânlarda evin hizmetçisi olarak ömür tüketirken, öte yandan kapitalist toplumun manevi baskısı altında ezilir.
Bütün bunlar ve kadının kapitalizm kaynaklı bu ezilme durumu, kadının kurtuluşu sorununun doğru devrimci ele alınış tarzını da belirler.

KADININ GERÇEK ÖZGÜRLÜĞÜ NASIL SAĞLANACAKTIR, BURJUVA “KADIN HAKÇILARI” KADININ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ MÜ SAVUNUYOR?
Sorunun cevabı, kadının köleleştirilmesinin ve erkek karşısında ezilen cins olarak tutulmasının esas kaynağının doğru tespitiyle verilebilir. Ev yönetiminin toplumsal olarak zorunlu bir çalışma olmaktan çıkarak “kamusal niteliği”ni yitirmesi ve özel bir iş, “özel bir hizmet” haline gelmesiyle kadının toplumsal üretimden alıkonularak, özel ev işinin baş görevlisi, evin hizmetçisi haline gelmesi ve kapitalizmin bunu modern tarzda sistemleştirmesi, kadının toplum ve aile içindeki ve erkek karşısındaki konumunu belirleyen esas etkendir. Kapitalizm, ucuz işgücü olarak kadını üretime çekerek, kadının söz konusu durumunu değiştirmez, aksine onu ücret köleliğine de bağlar.
Kapitalist sistem aynı zamanda bugünkü aile kurumu üzerine oturmuştur. Sistemi değiştirmeden, sistemin üzerine oturduğu aile kurumunun değiştirilebileceğini, kadın-erkek ilişkisinde eşitliğin sağlanabileceğini söylemek sorunu kavramamak ya da çarpıtmaktır. Kapitalizm, kadını kapalı mutfak ve çocuk odası çevresine kapatmışsa, bu durumdan kurtulmak, her şeyden önce kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.
Bunun için tüm dikkati kadının ezilmesi ve horlanmasına temel teşkil eden kapitalizmin tasfiyesi ve proleter devrimi için mücadeleye yöneltmeyen her yaklaşım, kadın özgürlüğü ve eşitliği üzerine ne denli çok söz ederse etsin, sonuçta burjuvaziye hizmet eder. “Çünkü insan soyunun kadınsal yarısı kapitalizm koşullarında iki kat ezilmiştir. İşçi ve köylü kadınlar sermaye tarafından ezilirler ve bunun dışında en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile, birincisi hak eşitlikleri tanınmadan kalırlar; çünkü yasa onlara erkekle eşit haklar vermez; ikincisi -en önemlisi- en kaba, en ağır, en çok körelten işle, mutfaktaki ayrıntılarla ezildikleri için, ‘evsel kölelik’ içinde kalırlar, ev köleleri olarak kalırlar. Bunun için kadının özgürlüğü sorunu, mülk sahipleri sınıfının mülksüzleştirilmesi ve insanın kölelikten özgürleştirilmesi sorununa doğrudan bağlı bir sorundur. Özel mülkiyetin kaldırılması kadın özgürlüğüne giden yolu açacaktır. “İkinci ve en önemli adım mülkte ve akarda, fabrikalarda ve ilişkilerde özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Kadının tam ve gerçekten, kurtulması için, ‘evsel kölelik’ten kurtulması için yol, kadının ev yönetiminin küçük ayrıntılarından toplumsallaştırılmış büyük ev yönetimine geçmesiyle, böylelikle ve yalnız böylelikle açılır.” (Lenin.)
Bundan dolayı, “proleter kadın hareketi, biçimsel bir eşitlik için savaşımı değil, tersine, kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşımı ana görevi’ bilmelidir. Bunun için, kadının özgürlüğü sorunu, sistemlerden ve sınıflardan bağımsız bir sorun olarak ele alınamaz. Kadının ekonomik-toplumsal eşitsizliğinin kaynağına vurmayan, bu kaynağın tasfiyesini hedeflemeyen her hareket kapitalizmin sınırları içinde kalacaktır. Feminist vb. gibi küçük-burjuva “kadın hakçı” grupların eylemi de kadın emekçilerin mücadelesinin saptırılması ve kapitalist ahlaksızlığa ve yozlaşmaya bağlanarak etkisiz kılınmasını, yanı sıra, kapitalizmin bunalıma sürüklediği küçük ve orta sınıf kadınının “serbest aşk özgürlüğü” sloganlarıyla, “ataerkil erkek diktatoryası”na karşı sözde saldırıya geçerek, pisliğe bulanmış, düşkün erkek mekânlarını kadın mekânlarına çevirmeye kalkışmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
“Sorunun yetersiz, Marksist’çe olmayan ele alınışı nereye varıyor öyleyse? Cinsel sorunun ve evlilik sorununun büyük toplumsal sorunun parçası olarak kavranmamasına, tersine büyük toplumsal sorunun cinsel problemin bir uzantısı, bir parçası gibi görünmesine. Ana sorun, ikincil sorun gibi geri çekiliyor. Bu bir konudaki aydınlığa zarar vermekle kalmaz, genellikle proleter kadınların kafasını, sınıf bilincini bulandırır.” (Lenin)
“Feminist”, “sosyalist feminist” gibi çevrelerin, Marksizm-Leninizm’in ve Lenin’in kadın sorununa bakışını benimsemeyip reddettiklerini, kadın sorununu “büyük toplumsal sorunun bir parçası” olarak ele almadıklarını, sorunu cinsel problemin bir parçası ya da onunla özdeş bir sorun olarak görüp göstermeye çalıştıklarını, proleter ve emekçi kadınların kafasını bulandırmaya çalıştıklarını biliyoruz. Onlar, proleter ve emekçi kadının, Kürt kadının sorunlarından söz edilmesini “kadın hareketinin bölünmesi” olarak değerlendirmekte, sınıflar üstü genel bir kadın örgütlenmesinden söz etmektedirler.
Feminist hareket sorunu toplumsal temellerinden, ekonomik toplumsal-siyasal sistemlerden koparmakta, cinsiyetçiliğe karşı olma adına cinsiyetçiliğe indirgemekte, erkeğin aile içindeki durumuna son verme veya kadının gördüğü işleri “erkeğin işi” haline getirme olarak ele almakta, işi erkek düşmanlığına, erkeklerden arınmış “kadın dünyası” yaratma hayallerine kadar vardırmaktadır. Genel olarak, küçük ve orta burjuva katmanlara mensup bu kadın çevreleri proleter devrimi ve sosyalizm karşısında gerici bir konumda bulunmaktadırlar. Kadın sorununu sınıf sorunundan, sınıf temelinden ve sınıflı toplum gerçeğinden soyutlayarak ele alan ‘feminist’, ‘sosyalist feminist’ ya da onlardan etkilenmiş sözde Marksist ve devrimci kadın çevreleri, tüm kadınların kapitalizm koşullarında “erkekle eşit”, dahası, erkek karşısında üstün bir konuma gelebileceğini iddia etmekte, cinsel yaşam ve “beden sorunları”nı öne çıkararak, kadının dikkatini burjuva yoz ilişki ve düşünce çerçevesiyle sınırlamaya çalışmaktadırlar. “Erkek egemen ideolojisi”, “faşist ataerkil ideolojisi” vb. uyduruk tanım-lamalarla, sözde “kadın egemen ideolojisi” yaratılabileceği saplantısı içindedirler. Cinslere ait ideoloji iddiası, terminolojik yanlışlığından öte, saçma ve temelsizdir. Sınıflara ait olan, egemen toplumsal yapı tarafından, ekonomik toplumsal temel tarafından belirlenen, o temel üzerinde yükselen ve ifadesini bulan ideolojileri, sınıfların içinde bir cinse ait olmakla sınırlamak, soruna “kadıncı” pencereden bakmak doğru değildir. İdeolojiler, belirli sınıflara aittirler. Burjuva ya da proleter ideolojiden söz edilebilir.
Feminizm Türkiye’de anti-sınıfçı, dolayısıyla anti-sosyalist bir konumdadır ve esas olarak 12 Eylül ortamında devrimci saflardan geri basan küçük-burjuva aydın, ya da yarı-aydın kadınların oluşturduğu bir “kadıncı” hareket olarak var olmuştur. Anti-Marksist ve anti-sosyalist bir konumda bulunmaktadır ve kimi yazarların ona ithaf ettiği gibi “geleceğin sosyalist yıldızını esinle”memektedir.
Sosyalizm karşıtları, toplumun sınıf ilişkileri ve çelişkileri temelinde irdelenmesine ve kadın sorununun buna bağlı olarak ele alınmasına karşı çıkmaktadırlar. Onlar, işçi kadını, ezilen sınıfın kadınını, Kürt kadınını, burjuva egemen sınıf kadınlarıyla aynı konumda değerlendirerek, tüm bu kesimlerin kadınlarını kapsayacak bir örgütlenmeyi hayal etmektedirler.
Oysa egemen sınıflara mensup kadınlar, kendi erkekleriyle eşitsiz ilişkiler içinde olsalar da, onlar, ezilen sınıfın kadınlarıyla karşıt kutuplarda yer almaktadırlar. Bu iki sınıfa mensup kadının, kadınlık durumu nedeniyle sınıfsal karşıtlık içinde olmayacağı ve ortak hedeflerle aynı kadın örgütlerinde örgütlenebileceği saçma iddiası küçük-burjuva yarı-aydın kadınların hayali bir varsayımı olmasından öte, ezilen emekçi kadının bilincini bulandırmaya yönelik gerici bir çabanın da ifadesidir. Toplumun sınıflara göre değil de cinslere göre sınıflandırılması ve kadınların sınıfsız bir topluluk teşkil ettikleri iddiası saçma ve bilim dışıdır. Burjuva ve proleter kadının tek ortak özelliği “kadın olmak”tır ve kadının ezilen cins olması olgusu, bu cinsin kendi içinde, maddi yaşam koşullarına ve üretim sürecindeki konumlarına göre ayrışmasına engel değildir. Her şeyin aynası pratik yaşam da, bunu göstermektedir.
“Feminizmin odak noktası kadınların sınıfsal farklarından kaynaklanan ayrılıkları değil, kadın olarak ezilmişliklerinden doğan ortak paydalarıdır” diyen bu çevreler erkek düşmanlığı temelinde, salt cinsiyet problemini öne çıkarırlarken, kapitalizm koşullarında kadının durumunun kökten değiştirilebileceğini öne sürmektedirler.
Sistemin kurumları ve yerleşik değer yargılarıyla ayakta kaldığı koşullarda kadının özgürleşmeyeceği bir yana, burjuva kadınlarının, kadının toplumsal statüsünü belirleyen kapitalist sistemi, burjuva toplumunu ve bu toplumdaki kendi ayrıcalıklı konumlarını değiştirme potansiyel ve özelliğini taşımadıkları bir gerçektir. “Erkek, egemen ideolojisi” sistemlerden ve sınıflardan bağımsız değildir. Burjuva kadınları kadın cinsinin erkek karşısındaki genel ezgiden pay alsalar da, ezen sınıfın mensupları olarak birçok ayrıcalığa sahiptirler. Onlar, işçi ve emekçi kadının sömürülmesinden pay almakta, sınıfsal olarak kötü yaşam koşullarına mahkûm edilmesi ve baskı altına alınmasında rol oynamaktadırlar. Bu nedenle kadının kurtuluşu sorunu gerçekte işçi ve emekçi kadının, Kürt ve Kürdistanlı kadının kurtuluşu sorunudur ve ancak devrimle mümkündür. İşçi kadının fabrikada köle olarak çalıştırılması, hastalık ve sakatlıklarla boğuşması, hizmetçi kadının angarya çalıştırılması ve aşağılanması, Kürt kadınlarının faşist ulusal baskı altında ağıt yakmaya mahkûm edilmesi, işkenceye çekilmesi, erkeği ve kadınıyla burjuva ve gerici egemen sınıfların saltanatı, rahat yaşamı sürsün diyedir. “Burjuvazinin hanımlarının bezenmesine yarayan” metaların üretilmesi için, proleter kadınlar sömürü çarkına çekilerek, sağlıkları ve bedenleriyle oynanmaktadır. Tüm bu gerçeklere gözlerini kapatarak sözde ayrımsız bir kadın hakları savunuculuğuna soyunanlar ve bunu da daha çok ahlaki planda yapanlar, soruna köksüz küçük-burjuva aydınının dar penceresinden bakıyorlar.

“FEMİNİST”, “SOSYALİST-FEMİNİST”, “MARKSİST” MASKELİ “KADINCI” DÜŞÜNCELER, BURJUVAZİNİN SINIFSAL VE İDEOLOJİK EGEMENLİĞİNE GÜÇ KATIYOR
Burjuva kadın hareketleri, kadının kurtuluşu sorununa sınıfsal yaklaşımına tepki göstererek, bu sorunun “başka sosyal hareketlerin mücadele alanı içinde eritilmemesi”ni istiyorlar.
Feminist hareketten etkilenen kimi devrimci kadın çevreleri de “hangi sınıfa mensup kadın?” diye bir sorunun sorulmasına tepki gösteriyor ve “kadın cinsinin çıkarı ile erkek cinsinin çıkan arasındaki çelişki” ye vurgu yaparak “ataerkil erkek çetesi”ne, “terörist erkek diktatoryası”na, “fuhuşla göbeği kesilmiş erkekler”e kadın cephesinden savaş açıyorlar.
İşçi ve emekçi kadının, Kürt kadının içinde bulunduğu duruma ilişkin bir düşüncesi ve bu durumdan çıkmaya yönelik bir önerisi bulunmayan bu çevrelerin, “feminist”, “sosyalist feminist” vb. “kadıncı”, “serbest aşkçı” çevrelerde bir araya gelen kadınların, erkek düşmanı çığırtkanlıklarının etkisiyle “gelişen ve geleceğin sosyalist yıldızını esinleyen” kadın hareketinden söz etmeleri ise tıpkı erkeklere yönelik küfürler gibi, parlak ve içi boş tekerlemelerden başka bir şeyi ifade etmiyor.
Erkek arkadaşlarıyla birlikte sermayenin zulmüne ve sömürüsüne karşı Zonguldak’ta, İzmir’de, Paşabahçe’de, “ayağa kalkan” işçi kadınının mücadelesi değil bu çevreleri coşkulandıran. Çocuğu, eşi ve kardeşiyle faşist işgalcinin azgın ulusal zulmüne direnen Kürt emekçi kadınının durumu hiç değil! Uyanış içine giren işçi ve emekçi kadının işkenceye ve zulme direnmesi bu çevreleri fazlaca etkilemiyor. “Kadınlardaki uyanışın demokratik niteliğinden söz ederken bu çevrelerin gördüğü, işçi-emekçi ve Kürt kadınının uyanışı değildir. Onlar, daha çok 12 Eylül’cü faşist generallerin ve faşizmin azgın terörü ve ideolojik saldırıları sonucu küçük-burjuva kadınların saflarında ve eski ‘devrimci’ kadın çevrelerinde görülen ideolojik sapkınlıkları, “serbest aşk özgürlüğü” biçimindeki yozlaşma eğilimlerini, bu çevrelerin toplantı, “kurultayı”, vakıf ve erkek mekânlarına baskınlarını görüp övmektedirler. Sınıfsal, ulusal ve cinsel baskı altındaki emekçi kadının sorunlarına bütünlüklü olarak bakamayan bu çevrelerin, bazı devrimci yayın organlarında, Matild Manukyan’ın işi ve televizyon reklâmlarında kullanılan kadının durumunu ele alarak, kapitalizmi teşhire yönelmeleri elbette önemlidir. Ancak bu yetersiz uğraşı “bir görevin yerine getirilmesi” saymak mümkün değildir ve bu durum kadının özgürlüğü sorununda doğru kavrayışın önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Canlılara, insanlara ve bu arada kadınlara özgü bazı özelliklerin varlığına bile karşı çıkan bu çevreler, Marksistlerin ve devrimcilerin, burjuva ‘kadıncı’ düşünceleri eleştirmelerini de hazmedememektedirler. Devrimcileri, “kadınlardaki uyanışın demokratik niteliğini görmezlikten gelen”ler olarak suçlamakta, devrimci ve Marksistlerin, ‘kadıncı’ hareketleri “burjuva içerikle, damgalayarak, önemsememe yanlışına” düştüklerini iddia etmektedirler.
Oysa gerçek devrimci ve demokratik nitelikteki emekçi kadın uyanışını görmeyen, duyumsamayan ve değerlendiremeyen kendileridir. Sorunu, erkeklere yönelik küfürler manzumesine çeviren, kapitalist sistemden kopararak “ataerkil erkek çetesine” karşı kadınların savaşı olarak gösteren, “erkek diktatoryasının yıkılmasıyla” yani aile kurumu içindeki erkek ve kadının rollerinin değişmesiyle sorunun çözümleneceğini iddia ederek, işçi ve emekçi kadınının, Kürt kadınının bilincinin çarpıtılmasında, istemeyerek de olsa burjuva ideolojisine güç veren kendileridir.
Bu kişi ve çevreler “kadın cinsin çıkarı ile erkek cinsin çıkarı arasındaki çelişki”yi, anti-Marksist bir tarzda ele alıyor ve aynı sınıfa, aynı ekonomik-sosyal ve siyasal çıkara da sahip olsalar, erkek ve kadın cinsin ortak çıkarı olabileceğini reddediyorlar. “Cinslerin sosyalist eşitliğine giden yol, erkek diktatoryasının yıkılmasından geçer” diyen bu çevreler, sınıf bakış açısını darlaştırıp bulanıklaştırdıkları gibi “erkek diktatoryası”nı olanaklı kılan toplumsal sistemleri de dikkate almıyorlar.
Böyle yaparak onlar, hem, kadının ezilmesi ve sömürülmesinin kapitalist-burjuva feodal-toplumsal temelini gizliyorlar, hem de kadının kurtuluşunun sosyalizmle gerçekleşebileceği gerçeğinin açık-seçik kavranmasının önüne set çekmiş oluyorlar.
Bilindiği gibi, proletarya, kendisiyle birlikte tüm toplumun kurtuluşu ve gerçek özgürleşmesini sağlayan yegâne devrimci sınıftır. Proleter ve emekçi kadının kurtuluşunun burjuva kadınlara da özgürlük sağlayacağı açıktır. Bu, burjuva kadının, kadının özgürlüğü ve gerçek kurtuluşu için mücadele potansiyeli taşıması ve proleter kadınla bu mücadeleyi paylaşmasından değil, sosyalizmin kadın-erkek eşitliğinin toplumsal temellerini yaratarak onun özgürleşmesini de sağlaması nedeniyledir.
Sosyalizm, kadın-erkek eşitliğinin maddi-toplumsal temellerini yarattığı gibi, siyasal plandaki düzenlemelerle bu eşitlikçi ilişkiyi garanti eder ve hükme bağlar. Din ve geleneksel temeldeki aşağılanmalara karşı savaş açarken, ev işleri ve çocuk bakımının toplumsallaştırılması, ortak aşevleri, çamaşırhaneler, kreş ve çocuk yurtlarını genel olarak hizmete sunarak kadının durumunda gerçek bir devrime ve iyileşmeye zemin yaratır.
Onun içindir ki, kadının kurtuluşu sorunu sosyalizm mücadelesine bağlanarak ele alınmalıdır. Bunun dışındaki her yol kadının kölelik durumunun onanmasına götürür. Kuşkusuz kapitalizm koşullarında da kadının durumunun iyileştirilmesi için mücadele edilmeli ve ekonomik-demokratik taleplerin elde edilmesi için çalışılmalıdır.

Nisan 1992

“Deniz dalgasız olmaz; kapitalizm de.” Sermayenin kriz politikası

“Batıyoruz, iflas ediyoruz…”
Her sermayedarın adeta attığı bir “nara…”
1980’li yılların başında bankerler faciası, ardından bankaların tasfiyesi, 1983 seçimlerinde yanlış ata oynama ve bunun cezası, ekonominin devam eden üretim sorunları…
Sermaye dünyası açısından sonuç; bazı şirketlerin dökülmeleri. Bunun yarattığı korku.
Bazılarını devlet süpürdü. Özelleştirmeyi tekrarlayan iktidar, özel sektörün kriz kamburlarını kamulaştırdı.
Bazıları da küçülerek krizi atlatmaya çalıştı.
“80”lerdeki hedef “90”larda da sürüyor: “Fiyat artışlarının durdurulması.”
Peki, bu kadar vurgulandığı halde, enflasyonun düşmesi gerçekten isteniyor mu?
Böyle bir niyet varsa, sermayedar özel sektörü ve iktidarıyla bu kadar süre enflasyon yüküne niye katlanıyor?
Krize karşı somutlaşan bir politika olarak öne çıktı ve vazgeçilemedi.
Önce besleyici canlandırıcı, krize karşı önemli bir politikaymış gibi görünen enflasyonist politika, kalıcılaşmasıyla, çöküşü de hızlandıran etken oldu…
Kriz maddi bir gerçekti…
Ne “rasyonel organizasyona” gitmenin, ne de rekabeti “düzenlememiş” olmanın bir sonucuydu.
Kriz ekonomik (ve dolayısıyla siyasi) sistemin tıkanmasıydı.
’80’li yıllar, krizle içice birlikte yaşanılan bir dönem oldu.
Ülkemizde kriz, farklı sermaye gruplarını değişik oranlarda etkiledi.
Kimisi “Yaprak Dökümü” misali sonbaharı yaşadı, kimisi “kamulaştırıldı”, kimisi de “Tekelci” gücünü daha da arttırdı.
Sonuç olarak bir dönemde sistemin üretim birimi şirketlerden 5, 10, 20, 50, 100 ve hatta 1000’lerin sorunlu olması, sistemin krizi yaşadığının en güzel anlatımı değil mi?
Kapitalist, yani sermayedar işçi karşısında bütün olarak varlığını korumasına karşın kendi arasında, sistemin krizde olmasından dolayı kurtarılan ile kurtarılmayan, kamu bankaları kaynaklarını kolayca alan ile alamayan, küçülmek zorunda kalan ile daha da te-kelleşen gibi çelişkileri bağrında taşıdığı da unutulmamalı. Kriz, çelişkileri artıran bir etken.

“BOLLUK” İÇİNDE KITLIK

Kapitalistin amacı, “daha çok kâr…” Kapitalizme hayat veren temel bir yasa. Bu, bir üretim tarzı olan kapitalizmle var oldu. Onun kaldırılması ile de ekonomik işlevine son verilecek bir yasa.
Pek çok fonksiyonu var. Hangi yatırımın, ne kadar sermayeyle, nereye yapılacağını o yönlendiriyor. Yine o, sermayenin birikimi için daha çok sömürüyü ve ücretli köleliği varlık koşulu sayıyor.
Böyle bir ilkeyi esas alan ekonomik yapılanımda, yeniden üretimin devam eden akışı kesintiye uğramaktan da kurtulamıyor. Kesintinin varlığı, krizin en somut göstergesini oluşturuyor. Diğer bir deyişle kriz, genişletilmiş yeniden üretimin, onun maddi temelinin, emek-gücünün ve kullanılmakta olan üretici güçlerin “daralması”dır. Daralma veya durgunlaşma; gerek mekanik gerekse mutlak olarak kavranılmamalı. Nispi bir ilişkilendirme söz konusudur. Daralma, üretimin (sıkça olmasa da) bir önceki dönem düzeyinin gerisinde kalmasından kaynaklanabileceği gibi, azalan veya aniden kırılan büyüme şeklinde de olabilir. Bunun içindir ki ekonominin büyümesi; kimi ülkelerde orta vadede, kimi ülkelerde de uzun vadede azalan bir trend izledi. Hatta bazen mutlak olarak üretimin bir dönem önceki düzeyi bile korunamadı.
Son dört yılda ABD ekonomisinin üst üste gittikçe azalan oranda büyümesi nedeniyle, uluslararası ekonomide krizin yoğunlaşmasından bahsedilmesi hiç de tesadüf değil, öte yandan Türkiye özellikle 1980’li yılların birinci yansından itibaren bir yıl, dikkat çeken oranda büyüdü. Devam eden iki yılda daraldı. 1987’de yüzde 7’yi aşan büyüme oranı, 1988 ve 1989 yıllarında yüzde 3,4 ve yüzde 1,4 olarak gerçekleşti.” 1990’da yüzde 9’u aşan büyüme oranı geçtiğimiz yılda yüzde 1,6’ya indi.
Bugün ve dün yaşanılanlar dikkate alınırsa, 21. yüzyılı yakalayan dünyamız ve ülkemiz kapitalizmi; ahenkli ve dengeli bir şekilde gelişmesi fikrini, revizyonistlerin tam teslim olmalarına rağmen kesinlikle itibardan düşürdü. Kurtulduk denilen an, bir yeni krizin başlangıcı oldu.
Böyle bir yapılanmadan dolayı üretim güçlerinin uğradıkları maddi tahribat, krizin bir sonucu olarak görünüyor. Üretimde daha az işçi istihdam edildiği için kriz meydan gelmiyor. Krizin patlak vermiş olmasından, işsizlik artıyor. Sermayedarın emekçiye ödetmeye çalıştığı bir fatura. Açlık başladığı için emeğin verimi azalıp, kriz başlamıyor. Krizin patlak vermesinden dolayı açlık, emekçinin ödemek zorunda kaldığı bir fatura olarak günlük hayatın bir unsuru olarak kalıcılaşıyor.
“İşçi çıkaramazsak batarız!” veya “Özel sektörü de KİT’leştirmeyin!”, özlü açıklamalar; TİSK, MESS Başkanlarının demeçleri olarak basında yer aldı. (Meydan, 4 Şubat 1992). Bu, kriz faturasının işçiye kesildiğinin bir ifadesidir. Bunu “Fazla yükü olan, ama batan gemi örneği” ile gerekçelendiriyorlar.
Kapitalizmde yeniden üretim süreci neden kesintiye uğruyor? Üretimin ve fiziki tüketim kapasitesinin yetersizliğinden mi kaynaklanıyor?
Ekonomi politik, kapitalizm öncesi krizleri üretimin ve ulaşımın yetersizliğinden kaynaklandığını açıklığa kavuşturdu. Fakat üretim, yetersizliğin kapitalizmde krize yol açmadığını da aynı derecede ispatladı. Toplam nüfusun, piyasada metayı talep eden olarak fiziki tüketim kapasitesinin yetersizliğinden dolayı, üretim sürecinin dönemsel olarak krizi yaşadığı söylenemez. Çünkü emekçiler ihtiyaç duyulan temel tüketim maddelerini bile alıp tüketemedikleri için “Aç kalıyorlar.” Koskoca bir dev olan ABD ekonomisi açlıktan ölecek insanları da barındırıyor. Özal’ın oğlu Efe, 50 milyon liraya bir villa kiralayabiliyor. Fakat işçilerin büyük çoğunluğu ancak bir milyon liraya yaklaşan aylıkla çalışmak zorunda kalıyor.
Kapitalizm bu türden çelişkileri besleyen bir bölüşüm ilişkisiyle varolabiliyor.
Yeniden üretim süreci, neden kesintiye uğruyor? Alım-gücünün somutlandığı talebin üretimden az olması, krizin esas nedeni. Parasal olarak ifadesini bulan peşin tüketimin yetersizliği. Sonuç olarak nisbi bir meta “bolluğu” yaşanıyor. Piyasada kendi eşdeğerini bulamayan bir meta “bolluğu.” Dolayısıyla mübadele değerini de gerçekleştiremiyor. Ülke genelinde bu kriz somutu; firmalar özelinde satılmadan kalan metalar, sahip sermayedarları da iflasa sürüklüyor.
Pazarda tüketim; temel insani ihtiyacı gidermek için yapılan bireysel tüketim ile üretim için üretken tüketimden oluşuyor. İşçiler ve kapitalistler birlikte tüketim maddelerini, sadece kapitalistler ise üretim araçlarını talep ederler, iç pazarda genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleşmesine bağlı olarak toplumsal üretimin üretim araçlarını üreten kesimi, tüketim maddeleri üreten kesimden daha hızlı büyür. Çünkü kapitalist üretimin bir diğer yasasına göre, değişmeyen sermaye, değişen sermayeden yani ücretlerden daha hızlı artar. Bu nedenle, kapitalizmde pazarın büyümesi, bir dereceye kadar, kişisel tüketimdeki büyümeden “bağımsızdır.” Böyle bir sonuç, üretken tüketimden dolayı ortaya çıkmaktadır. Ama bu “bağımsızlık,” üretken tüketimin bütünüyle bireysel tüketimden ayrılmış olduğu şeklinde de anlaşılmamalı. Son tahlilde, üretken tüketim, her zaman kişisel tüketime bağlıdır.
Kâr oranının dalgalanması, genişletilmiş, yeniden üretimin denge şartlarının düzenlenmesi ve metanın paraya dönüşmesinde kesintinin oluşması; kapitalizmde krizin içselliği ve yapısallığının koşullarını oluşturuyor.
Konjonktürün daralması, eşitsiz ve istikrarsız gelişme nedeniyle firmaların bir kısmının sorunları artarken, bir kısmı da canlanmasını sürdürebiliyor.

1980’LERDE KRİZ
1980’li yıllar toplumsal işbölümün daha da geliştiği bir dönem. Bunun gereği olarak imalatından hammadde üretimine kadar meta ekonomisi de gelişti. Böyle bir yapılanımdan dolayı yaşanılan krizi de niteliğine uygun düşen bir analizle açıklamak zorundayız. Yoksa kendi içinde tutarlılığımız tartışmaya neden olur. Bu da, “Bolluk” içinde kıtlık nitelemesine uygun düşen, nispi aşırı meta üretim krizi.
Krizin bu niteliğini holding yetkilileri de teyit ediyor.
Kullandığı kaynağı toplama imkânı veren Meban, bankerler faciasıyla iflasa sürüklendiği için Transtürk’ün 1980’li yılları, krizli geçiyor. îç pazar payları daralan Ercan ve Anadolu Endüstri de, kapasiteleri kadar üretememe ve satamamadan dolayı krizi yaşıyor. Net holding; genelde sektörün yaşadığı krizi, yoğunlukla 1990 ortasından itibaren yaşamak zorunda kalıyor. Dalan döneminde açılan ESKA, sonrasında toplanamıyor.
Holdingin en yetkili ağızlarının söylediği gibi, “üretip satamamak, satamayacağı için üretmemek” koşullan kriz yılları olarak geçiyor. Krize götüren çelişkiler sistemin yaşattığı ve beslediği kendi ifadelerinde var. İsmail Amasyalı 10,20, 30 firma krizdeyse, o zaman sistem sorgulanmalı demekle konjonktürü güzel tanımlıyor. İTO Başkanı Yalım Erez de iflasa giden veya sorunlu firmaların durumunu ekonomi politikalarla ilişkilendirmekle, sisteme atıf yapıyor.
Yine bu dönemde imalat sanayinde kurulu kapasitenin üçte birinin esas olarak talep yetersizliğinden dolayı kullanılamaması, bir yönüyle de üretici güçlerde gerekli kapasite üzerinde bir yoğunlaşmayı da gösteriyor.
“Meta ekonomisinin temeli, toplumsal işbölümüdür. İmalat sanayi, hammadde sanayinden ayrılır, bunların her biri meta olarak belirli ürünler üreten ve bunları başkalarının ürünleriyle değişen türlere ve alt türlere bölünürler. Böylece, meta ekonomisinin gelişimi, ayrı ve bağımsız sanayi dallarının sayısında bir artışa yol açar… Toplumsal işbölümü, meta ekonomisinin ve kapitalist ekonominin bütün gelişme sürecinin temelidir.” (Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, V. t. Lenin, Çev. Seyhan Erdoğdu, Sol Yay., Ankara, 2. baskı, 1988, sf. 25-27).
Ekonomide krizin göstergeleri:
* Ekonomi istikrarsız büyümesini sürdürdü.
* İşsizlik çığ gibi büyüdü.
* Enflasyon yüzde 70’lere yerleşti.
* Son iki yılda bazı iyileştirici gelişmelere rağmen gelir dağılımı emekçiler aleyhine daha da bozuldu.
* Üretken yatırımların göreli olarak azalması, ekonominin üretim ve uzun süreli iş yaratma kapasitesini olumsuz yönde etkiledi.
* imalat sanayi üretimi sürekli bir artan ve bir gerileyen, istikrarsız bir trend oluşturdu.
* Talep yetersizliği nedeniyle imalat sanayinde varolan kapasitenin ancak üçte ikisi kullanıldı.
* TL’nin sürekli değer yitirmesi, paranın temel işlevlerini yerine getiremez duruma düştü.
* “İhracatımız arttı, artık, ödemeler dengesinde problem yok” denildiği halde, sürekli dış borçlanmaya gidildi.
* Borç ödemeleri bütçenin normal olarak nitelendirilecek gelirleri yutacak düzeye yükseldi. Bütçeyi ipotek altına aldı.
* Kamu açıklarının ulusal gelire oranı büyüdü.
* Artan kamu kesimi finansman açıkları ya TCMB kaynakları ya da yüksek faizli iç borçlanma ile kapatıldı. İmalat sanayi yatırımlarına ayrılan kaynak azaldı.
*  “Liberalizm” tekerlemesiyle, tekelcilik güçlendirildi.
* Vergi politikasında, maaşlı ve ücretlinin ödediği vergi yükü artarken, zaten sınırlı olan sermayedarın vergi yükü daha da hafifletildi.

FİRMALAR, KRİZİ NASIL YAŞADI?
Firmalar bünyesinde krizin derinleşmesine paralel olarak alacak devir hızının küçülmesi, meta ile eşdeğeri arasında gerçekleştirme süresinin daha da uzamasına neden oldu. Açık anlatımla “metanın paraya dönüşme süresinin” uzaması, eşdeğerini çok geç buldu. Hatta tahsil edilmeyen alacaklar da oldu. Böylece gittikçe net olarak belirginleşen meta ile pazardaki parasal eşdeğeri arasındaki çelişki, metanın dönüşüm süresi ile yeniden üretim süreci arasındaki çelişki halinde somutlandı. Bir nevi ödeme aracı olan senetlerin ödenmemesinden şirketler arasında haciz ve icra olayları yaşanıyor. Protesto edilen senet sayısı ve tutan da her yıl arttı. Firmalar krizi farklı etkilerle yaşamak zorunda kaldılar. Kimisi krizde daha da güçlendi, kimisi de çöktü. Krizi firmaların nasıl yaşadıkları konusunda birkaç örnek:
Kuruluşu 1940’lara kadar inen Transtürk Holding de krizi yoğunlukla yaşayan firmalardandı. Faruk Süren (Holding Yön. Kur. Başk.): “Yıl 1982. O dönem bir Kastelli krizi yaşandı. Sermaye piyasası kuruluşumuz olan Meban, nakit dar boğazına girdi. Mecburiyetimiz olmadığı halde, Transtürk olarak destekleme kararı aldık, işte bu destekleme karan, holdingi nakit şokuna soktu. Çok etkilendik. Tabii yavaş yavaş bu krizi atlattık.” (Ekonomist, 16 Şubat 1992). Holding’in kurucusu Yön. Kur. eski Başkanı Fuat Süren de benzer şeyleri söylüyor. İşadamı olma onuruna yakıştırmasa da “Bunda bir sistem hatası olabilir” diyor. (Kapital, Aralık 1990)
“Yollarda MAN, ahirette iman” yazıları göze çarpardı, çamurlukların üzerinde. Ercan Holding’in bazı şirketleri 500 Büyük Firma içerisinde ilk 30 arasındaydı. ’80’li yılların ortalarından itibaren işler iyi gitmemeye başladı. 1988 kriz yılı. Zırhlı araç ihalesini Nurol-Amerikan FML’nin alması, bedelsiz ve araç ithalatının serbest bırakılması, dövizde yükselme ve kredi maliyetinde artışlar, grubun krize girmesini gerçekleştiren nedenleri oluşturuyor. İç pazarı etkileyen araç ithalinin serbest bırakılması döneminde, Koç’un Otosan’ı zarar ediyor, ama birkaç yıl içinde kendisini yeniden toparlayabiliyor.
Murat Ercan (Ercan Holding Genel Koordinatörü): “Holdingin iştiraki olan iki şirketin krize girmesi ve dolayısıyla bundan da Holding’in etkilenmesi söz konusu oldu… MAN Kamyon ve Otobüs San AŞ. ve MAN Motor San. ve Tic. A.Ş. yatırımların tamamlamış üretime geçecekleri dönemde” kredi maliyetlerinin yükselmesi, enflasyonun artması, vadeli satışlarda KDV’nin peşin ödenmesi ve “Bedelsiz ithalat yoluyla ekonomik ömrünü doldurmuş ve hurda durumda on bini aşan kamyon, çekici ve otobüsün ithaline izin verilmesi.” ile şirketlerin krize girdiğini belirtiyor. (Kapital, Haziran 1991)
Bira satış ve dağıtımına getirilen kısıtlama ile üretimin yüzde 40’ı aşan oranda düşmesiyle bir anlamda Anadolu Endüstri Holding (AEH), “Borç içinde boğuldu.” 1980’li yılların ilk yarısında varlıkların finansmanında kullandığı borçlar payı yüzde 80 olması ve öz-sermaye payının yüzde 20’de kalması, grubun daha uzun süre böyle gidemeyeceği sinyallerini verdi. Çünkü 1980’ii yılların başında mali yapısı hep bu durumdaydı. Öyle bir hale geldi ki her 100 liralık satıştan 20 kuruş kâr eder ve 15 lira da borç öder, duruma düştü 1985’le. Oysa 1981 ve 1982 de borç tutan 10 lirada kalırken, kâr miktarı 11 lira idi.
Tuncay Özilhan (AEH Yön. Kur. Başkanı): “Grup olarak en önemli yatırımlarımız bira sektöründeydi. 1984 yılında çıkan bir yasaklamayla biranın reklâmı ve satışı kısıtlandı. Bu sıra bir gün içerisinde satışlarımız yüzde 50 düştü. İşte en önemli kaynağımız olan bira grubu, böylece krize girmemizin en önemli nedenlerinden bir tanesi oldu. Yatırımlarımızı gereğince değerlendirmek imkânımız olmadı. Çumra’da kurduğumuz malt fabrikası devreye girdikten sonra iki, iki buçuk sene boş kaldı… İkinci sıkıntımız, dış ticaret sermaye şirketimiz Anadolu Export… Tabi yönetim hatası da oldu. MDP’yi desteklediğimiz doğru değil. Bugün ANAP’ı destekliyoruz.” (Kapital, Şubat 1991).
“Evvela tesisi yapayım, sonra pazarlarını” yöntemi turizmi krize götüren önemli bir nedendi. Sektörün etkin kurumlarından Net için, “Turizmin yarattığı bir grup” deniyordu. Bir önceki yılın ikinci yansından itibaren turizmin beklenen performansı gösterememiş olmasından Net Holding de etkilendi. Mali bünyesi sarsıldı. Oysa 1990’ın başında “Kendi şirketlerimiz açısından ’90’lı yıllar çok başarılı geçecektir. Yaptığımız yatırımların meyvelerini toplayacağız” diyordu, Tibuk. (Kapital, Ocak 1990).
Besim Tibuk (Net Holding Yön. Kur. Başkanı): “Kriz tam bir felaket gibi sektörün üzerine çöktü. Siz bir iş kolunun işinin birdenbire durduğunu düşünün. Hiçbir sektörün böyle bir krize dayanmasına imkân yoktur… Turizm sektörü sahipsiz kaldı. Durgunlukta bir de finans kurumlarının, başta devletin, bankaların sektörü boğma operasyonları vardır… Net’in bu krizden etkilenmesinin nedeni, kamu bankalarının tavırları ve bu tavrın, sonra özel bankalara yansımasıdır.” (Kapital, Ocak 1992). “1991 için tam kriz yılı oldu.” (Ekonomist, 2 Şubat 1992)
Daha 1989 yılının ortalarında “Küçülmüyoruz, fakat en azından büyümeye de gitmiyoruz” diyordu, ESKA patronu Selim Edes (Kapital, Ağustos, 1989) inşaattan turizme kadar geniş bir alanda faaliyet gösteriyordu.
ESKA’da üst yönetici olarak çalışan ismi saklı birisi: “ESKA’nın nasıl battığına şahit oldum. ESKA üçkâğıtçılar kategorisinin iyisiydi. Perpa… İnşaat yapıldıkça proje de yapılıyor, geliyordu… Çöküş, Dalan’dan sonra başladı. Arayışlar ondan sonraki olaylardır… Tefecilerle iş yapılıyordu. Tefecilerle iş yapmaya başlayınca, batma da başladı… Para gelir ve buharlaşırdı; bazen gelmeden buharlaşırdı. Alınan ihaleleri taşeronlar yapıyordu.” (Kapital, Ocak 1992).
’80’lerde soba denilince ilk akla gelenlerden Amasyalı’nın sahibi İSMAİL AMASYALI: “biri idari hata, diğeri ülkenin içinde bulunduğu şartlar… 10 tane, 20 tane, 500 tane, 1000 tane firmada problem varsa, o zaman sistemde bir hata vardır.” (Kapital, Nisan 1989)
İTO Başkanı Yalım Erez de iflaslar konusunu şöyle değerlendiriyor: “Ekonominin daraldığı, şansların düştüğü bir ortamda bazı iflas olaylarının meydana gelmesi tabiidir… Bu firmalar, muhtemel iş imkânları hesaba katılarak ve ekonominin büyümesini sürdürdüğü dönemlerde kurulmuş firmalar olup, ekonominin durgunluk içine girdiği bir dönemde faal olarak muhafazasında bir yarar görülmeyen teşebbüslerdir… Uygulanmakta olan ekonomi politikaların teşebbüsler üzerinde şüphesiz büyük etkileri vardır. Büyüyen, dinamik bir ekonomiden ani olarak daralan, küçülen bir ekonomiye geçilmesi halinde elbette firmalar etkilenecek, yeni şartlara uyum sağlamanın yollarını arayacaktır. Kişisel başarısızlıklar da firma iflaslarında, kapanma veya tasfiyelerinde rol oynayabilir.” (Kapital, Nisan 1989)
Krizin niteliği de açıklanıyor: “Sistem firma bütünlüğü içinde üretip satamamak, satamayacağı için üretememek, satıp parasını alamamak, küçülmek zorunda kalmak…”

“YAPRAK DÖKÜMÜ”

Kriz ve çöküş… Artarda gelen ve zamanın belli bir diliminde meydana gelen gelişmeleri nitelendirmede kullanılıyor.
’80’li yıllarda yaşanan kriz nedeniyle kimi firmalar bedelini varlıklarını tasfiye etmeleriyle ödediler. Öte yandan bu, çalışan binlerce emekçinin de işsiz kalması ve açlığın daha da artmasının nedeni oldu.
İstanbul, Türkiye Ekonomisinde yüzde 40’ı aşan bir paya sahip olan metropol. Sadece sanayi kuruluşların üye olabildiği İstanbul Sanayi Odası’nda, 1981 ile 1991 yılları arasında tam tamına beş bin 400 üyenin kaydı silindi. Yani faaliyetini durdurdu. Sermayeleri toplamı 542 milyar 472 milyon 500 bin lira olan bu şirketlerde 146 bin 320 kişi çalışıyordu.
Kaydın silinmesinde “devir” edilenleri de dikkate alacak olursak, işsizler ordusuna yeni katılanların sayısı 140 bine yaklaşıyor.
Firmaların toplamında yüzde 1,7’sinin (93 tanesi) kaydı şirket sahibinin ölümünden, yüzde 8,5’inin (461 üye) de bir diğer şirkete devir edilmesinden dolayı silindi. Geriye kalanlarsa ya tasfiye ya da terk edildi.
Bu veriler sadece İSO’ya ait. İstanbul’da bunun dışında Ticaret, Deniz Ticaret gibi daha pek çok oda faaliyet gösteriyor.
Bunlarda da farklı gelişmenin yaşandığını iddia etmek mümkün değil. Bu; kriz nedeniyle pek çok şirketin ekonomik hayattan çekildiği gerçeğini ortaya koyuyor.
Ekonomide yüzde 40 paya sahip olan İstanbul’daki bu gelişmeyi, Türkiye geneline yaygınlaştırdığımızda toplam 370 bine yaklaşan emekçinin istihdam edildiği, sermayesi bir trilyon 360 milyar lira olan, yaklaşık 14 bin şirketin faaliyetini durdurmak zorunda kaldığı ortaya çıkıyor. Kapitalist pazarın genişlemesinin itici gücü; farklı ülkeler, farklı sektörler, farklı işkolları, hatta farklı şirketler arasında yaşanan eşitsiz gelişme ritmidir.
Bu, kapitalistler arası çelişkiyi de artırıyor. Kriz nedeniyle kimi şirketler iflas ederken, kimisinin de yeniden kurulması bu yasanın ve çelişkinin ekonomide hayat bulduğunun bir göstergesidir. Belki bir alanda iflas eden kapitalist, sermayesini bir diğer alanda yatırıma dönüştürme gayretinde olabilir.
Yasanın somut ifadesi olarak geçen bu dönemde altı bin 323 şirket İSO’ya üye oldu. Toplam sermayesi bir trilyon 337 milyar lira olan bu şirketlerde, yaklaşık 171 bin emekçi çalışıyor.

İSTANBUL SANAYİ ODASI’NA KAYDOLAN VE KAYDI SİLİNEN ÜYELER HAKKINDA (1981-1992)
Kaydı Silinen                        Kaydolan
Üye Sayısı    İşçi        Sermaye(Milyon TL)    Üye Say.    İşçi        Sermaye
1981        445        9117        1.175,7        472        9821        5.190,7
1982        409        7149        5.272,6        6354        13995        7.914,5
1983        519        10558        2.363,2        650        13702        12.967,0
1984        619        19631        18.413,2        533        13466        17.844,4
1985        622        12022        5.786,2        438        17230        25.062,8
1986        541        13961        21.010,9        377        15332        72.281,7
1987        389        13438        27.630,7        606        22879        133.012,9
1988        397        15019        48.316,3        695        18882        94.427,3
1989        497        12506        47.509,8        786        19536        198.422,3
1990        454        18461        105.146,4        583        13756        393.441,3
1991        508        14458        259.847,3        538        12390        376.504,2
TOPLAM:    5400        146320    542.472,5        6323        170789    1.337.069,1
KAYNAK: İSO Dergileri

Kriz yıllarında bankaların sıkıştırmasına karşılık veya borcunu bir miktarda dondurmanın aracı olarak KONKORDATO’ya gitmek bir nevi kurtuluş oldu. Bu konuda İstanbul’la ilgili bir haberde, 1980 ile 1991 arasında toplam 404 kuruluş konkordato talep etti. 70 bini aşan emekçiyi istihdam ediyordu. Bozkurt Helva, Türk Telekom, Bakırsan, Vezüv Soba, Kastelli inşaat ve Narin Holding gibi kuruluşlar geçmiş üç yılda konkordatoya giden firmalardan birkaçı. (Panorama, 23 Şubat 1992).
Geçen dönemde kriz nedeniyle hazan yaprakları gibi dökülmek zorunda kalan firmalardan bazıları;
ÇAVUŞOĞLU/KOZANOĞLU HOLDİNG: “Kale gibi banka: Hisarbank” reklam spotu aslında bir dönemi temsil ediyordu. Gazeteci Nazlı Ilıcak’ın ağabeyi Ömer Çavuşoğlu ile Ahmet Kozanoğlu birlikte yatırıma yöneliyor. Bunun, bir ürünü olarak 1982 yılında Güneş gazetesi yayın hayatına başladı. Sırasıyla, ticaretten sanayiye kadar “pek çok alanda faaliyet gösteren 30’u aşkın şirkete sahip olan holding Ortadoğu, Basra ve Libya pazarlarına girmenin de öncülüğünü yapmıştı. Sonunda iflastan kurtulamadı.
Bankası ve menkul kıymet pazarlayan bankerlik kuruluşu Ziraat Bankası’na devredildi. Geriye kalan 32 şirketi de devlet tarafından alındı. Yani özel şirketin elindeki şirketler, kamulaştırıldı. Gazeteyi ise bugünün spordan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Yılmaz aldı.
Grubun 30 milyar liraya yaklaşan borçlarını ödeyemeyen holding, böyle bir sonucu kabullenmek zorunda kaldı.
OKUMUŞ HOLDİNG: 1980’li yılların başında yeni tip işadamının bir temsilcisi olarak sunulan Mehmet Okumuş, 1983 yılında yapılan seçimlerde Turgut Sunalp’ın partisi MDP’yi tercih etmesi ve partisinin kaybetmesinin sonucunda ilk ANAP Hükümeti’nin kurbanı oldu. Bundan dolayı “Yanlış ata oynamanın cezasını çekti” bile denildi. 1985 yılına kadar dayanabilen holding sonunda iflas bayrağını çekti. Holding’in 30 milyar liraya yaklaşan borcunu ödeyememesi böyle bir sonucu kaçınılmaz kıldı. Grup bünyesinde yer alan 22 şirket, borç ilişkisinin bir sonucu olarak NASCO’ya devredecekti. Halen bu devir işleminin yarattığı sorunlar, zaman zaman Mehmet Okumuş’un basma demeç vermesi ile gündeme geliyor.
SUNGURLAR: 1980’li yılların başında Sungurlar Isı San. ve Sungurlar İmalat San. adlı şirketlerin krizi yoğunlukla yaşamasından, ’80’li yılların ortasında iflası isteniyor. ’80’li yıllarda önlenemeyen düşüşü yaşayan tekstil dünyasının patronu SAPMAZLAR, Güney Sanayi’nin kamulaştırılmasına ek olarak bazı işletmeleri de tasfiye etmek zorunda kaldı.
AMASYALI: Bir dönem soba denilince akla ilk gelen “Amasyalı”nın artık esamisi bile okunmuyor. Sonunda Amasyalının sahibi İsmail Amasyalı sanayicilikten politikacılığa terfi etti. Bugünkü Meclis’te DYP’den Kocaeli Milletvekili, iflası, Japon sobaların ithalinin yoğunlukla yapılmaya başladığı döneme rastlıyor.
1967 yılında sanayiciliğe başladı. Murat arabalarının benzin depolarını, kamyon ve Mercedes otoların egzoz susturucuları, yakıt depoları ve saç aksamını üreten oto yan sanayi sektörüne girdi. 1980’de Kartal/ Maltepe’de soba fırın, elektrikli ocakları üreten Isıtaş A.Ş.yi kurdu. 1989’da 400 işçiden kala kala ancak 13’ünün çalışmasına imkân verildi. Bu süreçte devam eden icra, iflas davaların mahkemesinde İsmail Amasyalı’nın bayılıp düşen fotoğrafları gazetelerde yer aldı.
TUBER ÇELİK: Bir zamanlar kendi alanında Türkiye’nin ilk beş firması arasında yer alan Tuber Çelik de iflas masasına yatmaktan kurtulamadı. Orhan Aker ve Sürmen ailesine ait olan firma, iflas masasına 13 milyar lira ile yatmış olmasına karşın, fabrikaya -biçilen değer altı milyar 618 milyon lirada kaldı.
İŞKUR: Bandırma’da kurulu gübre sanayine yan ürünleri üreten fabrika da el değiştirdi. Sektörün en irilerinden olan BAG-FAŞ aldı.
BAŞAK GRUBU: Hayali ihracattan yargılanan ve cezaevine giren ender şahsiyetlerden biri olan Ertan Sert’in grubundaki şirketlerden Vinylex, 1981 yılında İSO’nun araştırmasında, 500 Büyük Firma idinde 197. ve Gülok Elektrik ise 198. sırada yer aldı. Sorunlarının arttığı 1985 sonrasında grubun 20’yi aşan şirketi, sekiz milyar lirayı aşan banka borçlarından beş milyar 500 milyon lira alacaklı olan Anadolu Bankası’na devredildi.
AKER HOLDİNG: Yine 1981 yılında İSO’nun 500 Büyük Firma araştırmasında 180. sırada bulunan Aker Demir, Holdingin önemli kuruluşlarından biriydi. Aker Demir grup bünyesindeki diğer şirketler de, ekonominin yaşadığı krizden kurtulamayanlar sınıfına dâhil oluyordu.
TRANSMETAL: Transmetal’in 8 milyar 500 milyon lira ve aynı kişinin diğer şirketi Gürtaş’ın iki milyar lira olan borcu, mali sorularla dolu bir dönemi yaşamasına neden oldu.
KULA MENSUCAT: Firma sahibi Sait Çolak’ın öldüğü 1972 yılına kadar altın çağını yaşadı. Sonrasında hissedarlar arasındaki çelişmeler Kula’yı sarstı. Genel krizin firmayı da etkilemesiyle sorunlar daha da arttı. Finansal yapısının bozulması ve borçlarının artması sonucunda 1985 yılında iki bin 200 işçi alacağına karşın, şirketin iflası istendi.
KURT İPLİK: Ege Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Hüdai Kurt’un firması mali yapısının bozulmasının bedelini faaliyetini durdurmakla ödedi. Ege’nin tekstil kralı da gidişata fazla dayanamadı.
BİSAN: Bisan ve bağlı kuruluşları borçlarını ödeyememenin kurbanı. Bisan’ın bir milyar 500 milyon lira, Mosan’ın iki milyar 500 milyon lira ve Sanlar’ın üç milyar 500 milyon lira olan borcu, alacaklarınca tahsilâtı, firmanın faaliyetini durdurmasına neden oldu.
BANKER SERVET: Dönemin önemli banker kuruluşlarından birisi de Banker Servet idi. En fazla faizi vermekle reklâm yapan bu kuruluş sahibi, aşk hayatıyla basına sürekli konu oldu. Sonunda Boğaz Köprüsü üzerinde arabası terk edilmiş olarak bulundu.
BANKER YALÇIN DOĞAN: İş hayatına bir handa çaycılık yapmakla başlayıp, bankerlik yaparken yanında bir dönemin bakanlarını bile çalıştıran Yalçın Doğan, bankerlik skandalını hapis cezasıyla ödeyen tek kişi.
DİĞERLERİ: Altınbaşak, İzmir Yün Mensucat, Sezak Halı, Batılılar Giyim, Durusal Halıcılık, Halime Yatkın’ın Arı Bisküvi, Uğurgüller, kurulmasında Özal’ın da bulunduğu Butrak, Otopar, Merbolin Boyaları A.Ş., Başakfleks ve Kemal Derinkök’ün İşçi ve Kredi Bankası, 1980’lerin ortalarından itibaren yaprak dökümünü yaşayan kuruluşlardandı.
“MECBUREN SATIYORUM”: Gelişim Yayıncılık, Veb Ofset, Güneş Gazetesi ve bazı yerel gazeteler de Asil Nadir tarafından alındı. Fakat 1990’ın Ağustos’unda yaşadığı krizden dolayı elindeki bu varlıkları ve diğer şirketlerini mecburen satmak zorunda kalacaktı.
Hâkim hissesi el değiştiren diğer kuruluşlar: Garanti Bankası, Eti Bisküvileri, Genoto, Sermesi Halı, Artteks, Ege Otomotiv, Dokusan, Betonsan.

KÜÇÜLENLER: “YILDIZI KAYANLAR”

1980’li yıllarda yaşadıkları kriz sonucu bazı varlıklarını elden çıkarmak suretiyle küçülen firmalardan veya gruplardan bazıları
TRANSTÜRK HOLDİNG: 1980 yılında cirosu 28 milyar lira olan ve beş bin kişinin çalıştığı şirketleri bağrında toplayan önde gelen gruplardan birisiydi. 1945’de 20 bin lira sermayeli limitet bir şirketle Transtürk’ün temeli atıldı. 1980’li yılların başında sermaye piyasasında etkin olan ve önemli bir paya sahip olan bankerlik kuruluşu Meban’ın ödemelerde zorlanması holdingin mali yapısını sarstı.
Holdingin yabancı sermaye ile yapmış olduğu ortak yatırımları da vardı. Thyssen, Knor Çorbaları gibi.
Meban sekiz milyar 500 milyon liralık borcuna karşılık olarak Anadolu Bankası’na; Olmuk ve Ak-Kardon, Sabancı’ya; Tezsan ve Bimak, Iş Bankası’na; Comag Madencilik, Çukurova’ya; Besan, Koç’a, Bemis, Kemal Derinkök’e; Ismak, Ercan Holding’e devredildi. Yapı Kredi ve Pamukbank hisselerini de satmak zorunda kaldı.
Bugün büyümesine devam eden holdingin 1992 yılı başında ancak 1981 düzeyininin yarısı kadar olduğunu belirtiyor Faruk Süren. 18 şirketi var, 1991 cirosu 250 milyar ve kârı 28 milyar lira.
Finans kurumu Meban’ın içine düştüğü kriz nedeniyle, holding darboğazı atlatmak için küçülmeyi benimsiyor.
Faruk Süren (Holding Yön. Kur. Baş.): “Krizi atlatmak için, bir sürü aktifimizi satmak zorunda kaldık… Bütün operasyon bugünkü değeriyle 100 milyon dolara mal olmuştu. Krize girdiğimiz 1982’de dolar 156 liraydı. O zaman Meban’a on gün içerisinde dört milyar liralık destek sağladık.” (Ekonomist, 16 Şubat 1992). Babası olan ve eski Başkan Fuat Süren de, hemen küçülmeye karar verdiklerini belirtiyor şöyle devam ediyor: “Küçülme karan yanında, hemen eski çalışma temposunu devam ettirdik… Normal hayatımıza devam ettik.” (Kapital, Aralık 1990)
ERCAN HOLDİNG: 1985 yılına gelindiğinde daha öncesinde yapmış olduğu yatırımların tam kapasite ile çalışacağı bir dönemde, ihaleleri kaybetmiş olması holdingi kriz aşamasına getirdi. Vakıflar Bankası, İş Bankası, İktisat ve Garanti Bankası’nın da dâhil olduğu 14 tane alacaklı banka ile oturulan pazarlık sonucunda 1987’de grubun 23 tane olan şirket sayısı, üç yıl sonrasında 10’a indi. Küçülme, Almanlarla ortaklaşa kurdukları MAN’daki hisse payını da etkiledi. Yüzde 34’ten yüzde 1’e düştü.
İç pazarda holding ürünlerine olan talebin düşmesiyle krizi yaşayan grup, kriz politikası olarak küçülmek zorunda kalıyor. 1987 yılında 23 olan şirket sayısı, 1991’de 10’a indi.
“Ercan Grubu, krizden küçülerek sıyrılmış durumdadır.” (Murat Ercan, Ercan Holding Genel Koor.; Kapital, Haziran 1991)
ANADOLU ENDÜSTRİ HOLDİNG: 1980’li yılların ortalarında Türkiye’nin dördüncü büyük grubu olan Anadolu Endüstri, 38 şirketin oluşturduğu bir gruptu. Bira satış ve dağıtımına getirilen kısıtlama ile üretimin yüzde 40’ı aşan oranda düşmesi ve Anadolu Export’un yaşadığı sıkıntı holdingin finansal yapısını sarstı. Sonunda benimsenen politika, küçülerek sarsıntıyı atlatma oldu. 1980’li yılların sonunda yeniden toparlanmaya başladı.
Tuncay Özilhan (Holding Yön. Kur. Başkanı): “Küçülmeye karar verdik. İki önemli nokta var. Biz borcumuzu sonuna kadar ödeyeceğimizi söyledik. İkincisi, bunu söylediğimiz zaman gücümüzü şundan alıyorduk, bütün şirketlerimiz kendi faaliyetleri itibariyle kârlı durumdaydılar. Bunu hem hükümete hem bankalara anlatmaya çalıştık.” (Kapital, Şubat 1991).
Küçülen grup 1980 sonlarına doğru toparlanmaya başladı. Bira satışlarının artmasına bağlı olarak sorunlarını çözdü. Darboğazdan kurtulma uğraşları sonuç verdi. Grubun 1991’de vergi öncesi kârı 500 milyar liraya ulaştı.
NET HOLDİNG: Onun için turizmin yarattığı bir grup olduğu söyleniyordu. Bir önceki yılın ikinci yarısından itibaren turizmin beklenen performansı gösterememiş olmasından Net Holding de etkilendi. Mali bünyesi sarsıldı. Sonunda grubun bankası Netbank’ı, Global Menkul Kıymetleri, bazı oteller ile Marina’daki ve Galleria’daki hisselerini satarak borçları ödendi. Net Holding 1992 yılma küçülerek girdi.
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Besim Tibuk, toplam 150 milyar liralık borç ödemesi yaptıklarını söylüyor. (Kapital, Ocak 1992). İzledikleri kriz politikasını ise şöyle açıklıyor: “Biz çok varlıklı bir şirkettik… Bankayı sattık, tamamıyla devrettik. Ayrıca Galleria’daki hisselerimizi maalesef çok ucuza satmak zorunda kaldık. Global Menkul Değerleri de sattık.” (Ekonomist, 2 Şubat 1992).
ESKA: Daha 1989 yılının ortalarında “Küçülmüyoruz, fakat en azından büyümeye de gitmiyoruz” diyordu, Selim Edes (Kapital, Ağustos 1989). ESKA’nın ilk şirketi 1976 yılında ve geriye kalan 11 tanesi de 1980’li yıllarda kuruldu. İnşaattan turizme kadar geniş bir alanda faaliyet gösterdi. İnşaattan turizme, pazarlamadan ticarete kadar faaliyet gösteren bu şirketlerin hepsini kaybetmiş durumda. Sonunda öyle bir küçüldü ki, artık grubun bitkisel hayata girdiğini söylemek hiç de abartma olmayacak.
ESKA’nın bir üst düzey yöneticisinin ismini saklı tutarak yaptığı açıklama: “ESKA’nın nasıl battığına şahit oldum. ESKA üçkâğıtçılar kategorisinin iyisiydi. Perpa… inşaat yapıldıkça proje de yapılıyor, geliyordu… Çöküş, Dalan’dan sonra başladı. Arayışlar ondan sonraki olaylardır… Tefecilerle iş yapılıyordu. Tefecilerle iş yapmaya başlayınca, batma da başladı… Para gelir ve buharlaşırdı; bazen gelmeden buharlaşırdı. Alınan ihaleleri taşeronlar yapıyordu.” (Kapital, Ocak 1992).
SAPMAZ HOLDİNG: Tekstil dünyasının 1940’lardan beri yıldızlarından olan Güney Sanayi’nin de yer aldığı birçok şirket, el değiştirmek zorunda kaldı. Özellikle grubun varlığıyla bütünleşen ve temsil gücü olan Güney Sanayi’nin el değiştirmesi pek çok tanışmanın konusu oldu.
Güney Sanayi ve Sapmaz Tekstil Sanayi icra yoluyla satıldı. Güney Sanayi hisseleri, kredi ilişkisinden dolayı Sümerbank ve Ziraat Bankası’na satıldı. Sasa ve Akbank hisselerini ise bir diğer ortak Sabancı Holding aldı. Yapı Kredi ve Garanti Bankası’nın da hisselerini elinden çıkarmak zorunda kaldı.
Küçülen grubun faaliyeti halen tekstil, montaj, turizm, yabancı dil eğitimi, toplu konut, elektrikli komple tesis kurma ve ithalatçılık alanlarında devam ediyor.
HAS HOLDİNG: 1990’lara küçülerek giren bir diğer grup da Has Holding. Yaşadığı krizden dolayı, 1952 yılında kurduğu İstanbul Bankası’nı Ziraat Bankası’na devretmek zorunda kaldı. Ayrıca Coca-Cola ve diğer bazı şirketlerindeki hisselerini de sattı.
SANTRAL HOLDİNG: Tekstil sanayisin devlerinden Mensucat Santrali bünyesinde barındıran bir gruptu. 1990’lara doğru yatırım faaliyetini çoğunlukla borçlarla finanse etmesi grup bünyesini sarstı. Yılların kuruluşu Rabak’ın İstanbul’daki fabrikasını satmak zorunda kaldı. Mali sorunların devam etmesi, grubun küçülme eğiliminin halen sürmekte olduğunu gösteriyor.
DİĞERLERİ: Mengerler, Sungurlar, Sarp Holding, Çarmıklı Holding, Demirören Holding, Narin Holding ve Akfa Grubu da 1990’lara sorunlardan kurtulma gayretleri göstererek girdi. Bunlar listenin bilinen birkaç örneği.
Krizi yaşayan şirketlerin ödemeleri zamanında yapamadıkları için borçlarına karşılık verilen senetleri de protesto oluyor. Ülke çapında Merkez Bankası’nın yaptığı belirlemeye göre senet sayısı, 1988 yıl sonrasında azaldı. Çünkü dikkate alınan senet limit miktarı değiştirildi. Bundan dolayı protesto edilen senet sayısında azalma olmasına karşın, nominal değeri ise sürekli arttı. Senet başına düşen tutar da paralel bir gelişme gösterdi.

KAMULAŞTIRMA

İktidar, zorda kalan, ekonomik tabirle krizi atlatamayan özel sektör şirketlerini ve bankalarını, kamu sektörüne katarak, holdingleri veya gruplan kamburlarından kurtarıyordu.
Kurtarma, salt batık firma ve bankaların devletleştirilmesi ya da KİT’lerin bunlara ortak edilmesi ile sınırlı kalmıyordu. Bir çırpıda alınan kararlarla firmaların SSK primlerini, vergi veya faiz borçlarını hafifleterek, kaynak aktarımıyla krizi atlatmalarına yardımcı olunuyordu. Böyle bir operasyon için çiftçi borçlarını silme de maskeleyici bir araç.
Özelleştirmenin sıkça tartışıldığı bir dönemde kamulaştırılan özel sektör firmalarından bazıları:
ASİL ÇELİK: 1979 yılının Mayıs ayında üretime başladı. Firma bir Koç ve İş Bankası ortaklığı olarak üç milyar 700 milyon liraya mal olmuştu. 1982 yılında bir doların 185 lira olması nedeniyle firmanın 770 milyon liralık borcu 10 milyar 175 milyon liraya çıktı ve bu çıkış bünyesini sarstı. Ziraat Bankası iki milyar lira ile Koç’un Asil Çeliği’ne hissedar oldu.
TÜRK OTOMOTİV ENSDÜSTRİ (TOE): 1955 yılında kuruldu. Yabancı sermayenin de ortak olduğu TOE’ye, OYAK ve MKE de hissedar. Firma, yabancı ortağın Inter marka kamyon ve traktörünü üretiyordu. Bunu da MAT adlı yan kuruluşuyla pazarlıyordu. Yabancı ortağın ABD’de sıkışık durumda olması, TOE’ye gereken yardımı yapmasını engelledi. Yönetimin de etkisiyle firma 1983 yılında 12 milyar olan borcu, bir yıl sonrasında 14 milyar liraya çıktı. Bunun üzerine aynı yılın Mart ayında Ziraat Bankası yüzde 90 hissesini alarak ortak oldu.
Bankanın beş yılda tam beş milyar lira harcamasına karşın sorunlarının devam etmesinden, 1989 Kasım’ında ikinci kurtarma operasyonunu yaşadı. Çünkü aynı yılda firmanın toplam borcu 33 milyar lirayı bulmuştu.
PAKTAŞ: Toprak Holding Paktaş kamburunu sırtından atınca yıldızı daha da parladı. 1985’in 16 Aralık tarihinde vergi borcundan dolayı hacizli olan firma, önce hazineye devredildi. Ardından da Sümerbank bünyesine katıldı. Paktaş’ın Hazine’ye devri için 25 milyar lira verildi.
OYAK KUTLUTAŞ: Oyak ve Kutlutaş Holding’in bir ortaklığı olan bu inşaat şirketi, zor durumdayken, Emlak Bankası’nın yüzde 15 oranındaki ortaklığı ile kurtarıldı.
BANKALAR: Kastelli operasyonu sonrasında- ödeme sorunları artan Hisarbank, İstanbul Bankası ve Odibank ve Bağbank ile birlikte 30’a yakın iştirakleri Ziraat Bankası tarafından devralındı. Bu operasyonla Hisarbank ve Odibank’a 16 milyar lira, İstanbul Bankası’na 28 milyar lira, Bağbank’a da 9 milyar lira ödeme yapıldı. Kemal Derinkök’ün İşçi ve Kredi Bankası ve Töbank da kamulaştırılan bankalardan.
BAŞAK GRUBU: Hayali ihracat sanığı olan Ertan Sert’in Başak Grubu da kurtarma operasyonu geçirenlerdendi. Grubun sekiz milyar lira olan banka borçları beş milyar 500 milyon lira alacaklı olan Anadolu Bankası tarafından kurtarıldı.
TSKB: Sanayi yatırımlarının yapılmasında büyük katkıları bulunan TSKB yabancı ve yerli sermayeli bir ortaklık olarak 1954 yılında kuruldu. 1984 yılına gelindiğinde alınan bir kararla, Osmanlı Bankası ve Uluslararası Finansman Kurumu’nun yüzde 13’ü bulan ortaklık payı, sermaye artırımından doğan rüçhan hakkı Ziraat Bankası’na kullandırıldı. Böylece Ziraat Bankası TSKB’ye ortak oldu.
MEBAN: 1982 yılında yaşanan banka-banker faciasından sonra Transtürk’ün bankerlik kuruluşu Meban, sekiz milyar 500 milyon liralık burcuna karşılık olarak Anadolu Bankası’na devredildi. Meban’ın kurtarılması Transtürk’ün de mali sorunlarını çözmesine yardımcı oluyordu.
ANADOLU BANKASI: 1988 yılı sonunda içine düştüğü krizden kurtulmanın çaresi olarak varlıklarıyla birlikte bir operasyonla Emlak Bankası’na katılıyordu. Bir devlet bankasını bir diğer devlet bankası kurtarıyordu. Birleşme anında Anadolu Bankası’nın faaliyetinden dolayı basına yansıyan ve tartışılan sorunlar halen aydınlığa kavuşturulmuş değil.
GÜNEY SANAYİ: Bir dönemin önde gelen holdinglerinden olan Sapmaz Holding’e ait Güney Sanayi de kurtarılanlardan. Şirkete Ziraat Bankası ve Sümerbank ortak edildi. Bu da kamulaştırılan şirketlerden oldu.
ÖZELLEŞTİRİLENLER MAHKEMELİK: Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun son raporuna göre özelleştirilen beş fabrika mahkemelik.
İspir Ayakkabı Üretim Fabrikası: 1986 yılında 750 milyon lira karşılığında Altay inşaat ve Tic. A.Ş.’ye satıldı. Geçen bu sürede Altay AŞ’ye yatırım yaptı, ne de taksitlerini ödedi. Bunun için Sümerbank “bedelsiz olarak” geri alınabilmesi için mahkemeye başvurdu.
TORTUM YÜNLÜ SANAYİ: 1985 yılında Oskar İnşaat ve San. AŞ. firmayı üç milyar liraya satın aldı. Ayrıca KOI, 1987’de Oskar’a, Vakıflar Bankası’ndan beş milyar 600 milyon lira da kredi kullandırdı. Şirket, fabrikanın bedeline ilişkin taksitleri ödemediği için KOl “bedelsiz olarak almak üzere” çalışmalara başladı.
IĞDIR PAMUKLU ENTEGRE: 1985’de üç milyar 300 milyon lira karşılığında Aras Tekstil’e satıldı. Aras Tekstil’in sahibi İbrahim Aydın “MHP’liyim arkadaş” demekten çekinmiyor. KOl, 1986’da eksik kalan yatırımların tamamlanması için bir milyar 500 milyon liralık kredi açtı. Daha sonra KOl, hiç para almadan sattığı şirketin yüzde 44,4’ünü 4 milyar 100 milyon lira ödeyerek geri satın aldı. Yine KOl’yi vekâleten Etibank, mahkemeye başvurdu. Fabrikaya haciz kondu ve Aras Tekstil’in iflasına karar verildi.
IĞDIR PAMUKLU ENTEGRE: Yarım kalan tesislerden olan Darende Çimento, Yarteks Tekstil AŞ’ye iplik fabrikası olarak tamamlanmak üzere 1986 yılında satıldı, iki yıl sonrasında on milyar 500 milyon lira tutarında yatırım kredisi kullandırdı. Yarteks, halen geri ödemelerde bulunmadı.
KARS SÜT FABRİKASI: Firmanın işletme hakkı Peysan A.Ş.’ye devredildi ve bu arada da bir milyar 500 milyon liralık işletme kredisi verildi. Ancak şirketin aldığı krediyi yerinde kullanmadığı belirlendi. Firmadan bazı makinelerin de Peysan tarafından sökülmüş olduğu anlaşıldı. Bu haliyle firmanın yeniden kamulaştırılması öneriliyor.

KURTARMA: “DEVLET DESTEĞİ”
Özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren KİT’lerin elden çıkarılmasına yönelik olarak Özal Hükümeti’nin başlattığı “Özelleştirme Kampanyası” burjuvaziden beklenen desteği buldu. Geçen sürede yapılanlarsa bazı firmalarda kamu hisselerini elden çıkarmak oldu.
Öte yandan ise özel sektörün batan şirketleri de kamulaştırıldı. Bilinen deyimiyle “Şirketler kurtarıldı.”
Özelleştirmenin bir gerekçesi KİT’lerden dolayı halkın vergisiyle ve fiyat ilişkisiyle bir bedel ödemesinin yani bu yöne yapılan kaynak aktarımının “önlenmesiydi.” Bu yönden öne çıkarılan “halkı korumacılık” gayreti, özel sektörün, kriz nedeniyle batan şirketlerini kurtardı. Hem de halkın vergisi ve fiyat ilişkisiyle yaratılan kaynağın aktarılmasıyla.
Kurtarma, kampanyanın yürütücüsü durumunda olan Özal’ın “Batan batsın, hiç kimseyi kurtarmayacağız. Zor durumda olanlar villalarını satsınlar” demesine rağmen yapıldı. Krizi yaşayan bazı firmalar veya gruplar da bir biçimde ucu devlet bankalarına kadar uzanan bir operasyonla küçülmek zorunda kaldılar.
Özal, bu demecine karşın 1986 Aralık ayında ismi “Sermaye piyasasının teşviki, sınaî mülkiyetin tabana yayılması ve ekonomiyi düzenlemede alınacak tedbirler” ile ilgili vergi mevzuatında değişiklik öngören yasal düzenleme ile bilinen biçimiyle “şirket kurtarma” da yasal düzenlemeye kavuşuyordu.
Kurtarılan şirketlerin sayılacak belli başlı özellikleri şöyle sıralanabilir:
1- Dönemin iktidar partisine yakınlık ön planda geliyor, ilişki gereği bu tür firma veya gruplar tercih edilirken, Okumuş, Demirören ve Yaşar Holding gibi bir başka partiyi destekleyenler ise kendi yağıyla kavruldu. Yeni hükümet döneminde Yaşar Holding tercih edilenler listesine geçti. Kapitalistlerin içsel çelişkisi.
2- Finansman yapısı daha çok bozulan, kriz nedeniyle yok olma noktasına gelen ve halk tarafından tanınan şirketler kurtarıldı.
3- Kurtarılan şirket, burjuvazinin hiç istememesine rağmen, devletin ekonomide ağırlığını artıran bir KİT oldu.
4- Böyle bir operasyonda gerekli kaynak, vergi ve fiyat ilişkisinden yaratıldığı için halk tarafından ödendi. Kaynağı alan sermayedar ise krizden çıkmanın faturasını yine emekçi halka ödetti.
5- Kurtarmayı gerçekleştiren bankanın kriz nedeniyle varolan sorunları daha da arttı. Onun da kurtarılması gerekebilir. Pek çok şirketi kurtaran Anadolu Bankası’nı, yine bir kamu bankası olan Emlak Bank kurtardı. Emlak Bank’ın durumu da sürekli tartışma konusu.
Sayılan koşullara uygun bir şirketi kurtarmak için gerekli fon, devletin halktan sağladığı kaynaktan sağlanıyor. Kullanan Hükümeti temsilen bazı kurumların devrede olması bu gerçeği değiştiremez. İlgili mevzuatın esas alınmasına göre kurtarma operasyonu üç şekilde yapılıyor:
BİRİNCİSİ: Krizde bulunan şirketin devlete vermek zorunda olduğu hem kendi vergisini hem de vergi sorumlusu olarak çalışan işçilerden kestiği vergisini ödemesinde erteleme olanağı sağlanır. Bugünlerde sıkça tartışılan SSK prim affı ve vergi affının, böyle bir işlevinin olduğu dikkate alınmalı.
İKİNCİSİ: Böyle bir amaçla oluşturulan fondan, piyasada kredi faizinin yüzde 100’e yaklaşmasına veya aşmasına rağmen faizsiz kredi verilir. Fonların denetimi bile yasamanın en büyük kurumu Meclis’ten esirgendiği için, kime ne, ne kadar verildiğini de bilmek mümkün değildir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Merkez Bankası kaynaklarım kullanmadır. Bu, özellikle kur farkından dolayı şirketin krize düşmesi halinde çok düşük faizli kredi verilmesi ya da operasyonu yapacak bankaya kaynak aktarması biçiminde somutlanıyor.
Devletin kurtarma faaliyetinin dışında sermayedarı destek politikası hep oldu:
Ucuz girdi sağlaması ve özellikle kredi problemini çözmede yardımcı olmak amacıyla ortak olması, ihale usulüyle yaptığı cari ve yatırım harcaması ile kaynak aktarması, yatırımlara ve ihracata özel teşviklerin getirilmesi, sayısı 18’e varan vergi istisna ve muafiyetin olması, riski az alanları özel sektöre bırakması; KİT ürünlerinin büyük kapitalist grupların şirketleri aracılığıyla ihraç etmesi; yönetici değişimi ile “organik” bağ kurulması şeklinde devlet politikalarını sıralamak mümkün.

“KREDİ ZENGİNLERİ”

Basında sadece bazı kısımları yer alan Yüksek Denetleme Kurulu raporlarından öğreniyoruz ki, mali sektörün yüzde 50’den fazlasını elinde tutan kamu bankalarının fonları birilerini zenginleştirmenin aracı olarak kullanıldı. Sermayedar olarak yatırıma yönelen kişiye, arazisini veren, girdileri ucuza sağlayan devlet, üstüne üstlük bir de düşük faizle uzun vadeli kredi veriyor. Bu sistem, kredi zenginlerinin türemesine neden oldu.
Bilinen birkaç örnek:
Böyle bir şahsiyet olan ve yanılmıyorsam 1986 yılında Anadolu Bankası’nı dört milyar lira “tokatlayan” (piyasa ağzıyla) kişi, ANAP ileri gelenlerinden Mustafa Taşar’ın kardeşi olduğu için ancak dört yıl sonra yakalandı.
Mehmet Kurt, Etibank’tan aldığı kredi ile Zeytinburnu’nda 660 dönüm araziyi yedi milyar liraya aldı. Ödemeleri geciktiği için borcu 40 milyar liraya çıktı. 60 dönümü ESKA ile yüzde 50 kat karşılığı ortak oldu, hisselerini Emlak Bankası’na 70 milyar liraya sattı. Sonuç olarak devlete ait bankaların kredisi ile 30 milyar lira nakit ve 600 dönüm araziye sahip oldu.
Emlak Bankası, içinde Kutlutaş, Eska’nın da bulunduğu sekiz şirkete verdiği bir trilyon 742 milyar liranın batak olduğu Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında belirtiliyor.
Yapımı üç milyar dolara bitecek otoyolları için tam yedi milyar 500 milyon dolarlık ödeme yapıldı.
Onun için Santral Holding Yönetim Kurul Başkanı Halil Bezmen “Borçtan kimse batmaz” diye boşuna söylemiyor. (Sabah, 4 Mart 1992). Bu kural sermayedarların hepsine aynı tavrın gösterildiği anlamına tabi ki gelmiyor.
Bankaların 100 trilyon liraya yaklaşan kredi toplamında yarısından fazlası devletin elindeki bankalar tarafından verilmiş. Özel ticaret bankalarında mümkün olmayanı kamu bankalarında yapmak çok kolay. Kredinin önemli bir bölümü mevcut bir borcu ödemek, döviz ve hisse senedi almak, taşınmaz mallar üzerinde spekülasyon yapmak, kişisel gereksinmeleri karşılamak için kullanıldığı sistem içinde kabul gören bir değerleme. Çünkü kredi alınması için, uygun şartlar yaratılıyor. Alınan yer için kullanılmaktan kaçınmak genel yerleşmiş bir kural.
Kamu bankalarının yasayla belirlenen amacına bir yenisi de 1980’li yıllarda eklendi. O da özel sektörün batırdığı şirketleri veya bankaları bünyesine katmak. Bu halde, kamu bankalarının mali sektörde yapının azalmasını zaten politikacı hiç istemiyor, ama özel sektör sermayedarların istediğine inanmak çok zor. Ancak özellikle bankası olan büyük sermaye grupların istemesi anlaşılır. Diğerlerinki “liberalizm” adına bir aldatmacadır. Böyle bir işleyişin olduğu kamu bankalarında 1979-1991 arasında sekiz ayrı hükümet kuruldu. Fakat sekiz bankada ise 48 tane Genel Müdür görev aldı.
Devletin bankalara olan bu uygulamanın, özel ticaret bankalarında benzerini bulmak çok zor. Alacağını tahsil etmek konusunda yoğun gayret gösterir. Bundan dolayı bunların varlıklarında iştirakler payı arttı. Alacağını tahsil etmek için, krediyi alanın varlığına haciz koyması ve buna ortak olması ile iştirakleri arttı.
25 Mart 1987 tarihinde çıkarılan “Şirket Kurtarma Yasası” ile finansman güçlüğü içinde bulunan anonim şirketlerden alacaklı olan bankaların tahsili gecikmiş kredilerini, sermaye iştiraki şekline dönüştürülmesi öngörüldü. Çeşitli vergi bağışıklıkları ile de desteklenen bu operasyon, tahsili ‘gecikmiş kredilerin bankaların iştirakine dönüştürülmesinin işlerlik kazanmasından, banka iştirakleri arttı.
Tahsil gecikmiş kredilerin alınmasına kolaylık tanındı. Yasa esas olarak özel ticaret yasalarında işlerlik kazandı. Öte yandan kamu bankaları kredi zenginleri türetmenin fon kaynağı işlevini gördü.
Sisteme az sayıda (dört tane) bankanın hâkim olması, holding bankacılığının etkinliğinin artması, kamu bankalarının sistemde ağırlığını koruması gibi özellikleri mali sektöre etkin.

YOĞUNLAŞMA

Büyük sermaye gruplarının sermayesinin yoğunlaşmasına bağlı olarak ekonomideki etki alanları da arttı. Belirli ürünlerde zaten varolan tekelci eğilim ’80’lerde daha da güçlendi. Böyle bir yapılanım zaten varolan tekelci olan ile olmayan arasındaki çelişkiyi artırıyor.
Önde gelen on tane holdingin satış gelirleri 1990’a göre yüzde 68iik bir artışla tam tamına 115 trilyon liraya yükseldi. Bu toplamda, Koç ve Sabancı’nın payı tam tamına yüzde 52,3. Satış hâsılatı ile GSMH’nin içerikleri farklı olmakla birlikte, sadece, büyük kapitalistlerin etkinlikleri gösterilmek istendi.
Yine bu on holdingin satış gelirleri toplamının ulusal gelire oranı, 1990’da yüzde 23,8 iken, geçtiğimiz yılda yüzde 25,3’e çıktı.
Gruplardan Profilo, Koç, Sabancı, Yaşar dikkate alındığında, satış hâsılatı toplamının ulusal gelire oranı 1986’da yüzde 13,4 iken 1990’da yüzde 15,3’e ve 1991 yılında da yüzde 15,8’e yükselmesi dikkat çekiyor.
Bunlar krizli yıllarda yoğunlaşmanın dikkat çeken bir boyutta olduğunun sadece bir tanecik örneği.

HOLDİNGLERİN CİROLARI (TRİLYON TL – Cari)

1986    1990    1991
Koç            2,4    24,7    39,2
Sabancı        2,2    13,4    21,0
Çukurova        –    11,2    18,0
Doğuş            –    4,1    8,0
Tefken            –    2,6    5,3
Eczacıbaşı        –    2,6    5,0
Profilo            0,3    3,0    5,5
Dinçkök        –    2,6    4,0
Yaşar            0,4    3,0    6,3
AEH            –    1,3    2,7
Toplam (1)        5,3    68,5    115,0
ESMH (2)        39,4    287,3    454,8
½ (Yüzde)        13,4    23,8    25,3
Kaynak: Basında çıkan açıklamalar.

Nisan 1992

Özelleştirme mi, devletleştirme mi?

Ülkemizde, 1970’li yıllardan bu yana bir “özelleştirilsin mi, devletleştirilsin mi” tartışması sürüp gidiyor. “Devletleştirilsin”, en azından devlet işletmeleri satılmasın, diyenler kendilerini ulusal ekonomi, halk, giderek sosyalizm yanlısı ilan edenleri kapsarken, “özelleştirme” yanlıları ise, kendilerini liberal ekonominin, “demokrasinin alt yapısı”nın savunucuları sayıyorlar. Karşılıklı olarak birbirlerini suçlayarak emekçileri bu sahte kavgada kendi yanlarına çekebilecek gerekçeler uyduruyorlar.
Özelleştirilmeyi savunanlar, devlet işletmelerinin zarar ettiğini, işletmelerin verimli çalışmadığını, siyasi partilerin buraları kendi yandaşlarını istihdam ederek siyasi çıkar sağladıklarını bu yüzden de bunlara bütçeden sürekli sübvansiyon yapıldığını, halktan toplanan vergilerin bu yolla çarçur edildiğini iddia ederek kendi tezlerini güçlendirmeye çalışırken, devletleştirme yanlıları ise; bu işletmelerin uzun yıllar emekçilerin alın terinden kesilen vergilerle kurulduğunu, bunun yok pahasına özel kişilere satılmasının halkın zararına olduğunu, bu kuruluşların temel sanayi girdileri sağlayan işletmeler olduğunu, bu yüzden de devletin elinde olmasının gerektiğini söylüyorlar. “Devletçiliği” savunan “sol”cular ise, daha da ileri giderek bu kuruluşlar yoluyla devletin sosyal adaletçi bir bölüşümü gerçekleştirebileceğini, özel sektörü, hatta kapitalist sömürüyü azaltabileceğini/ azaltabildiğini, dahası bunların sosyalizmin kuruluşunun temel taşları olacağını söyleyebiliyorlar.
Böylece tartışma kapitalizmin yandaşları arasında olmaktan çıkıyor, kapitalizm yanlılarıyla “sosyalizm” yanlıları arasında bir tartışmaya dönüşüyor. Bütün bu kargaşa sonucunda geniş yığınların kafasında kalan devletçiliği savunanlar halktan yana ilericiler ve sosyalistlerdir; özelleştirmeyi savunanlar ise, kapitalizm yanlılarıdır. Hemen belirtelim ki; bu ayrım tümüyle sahte bir ayrımdır. Çünkü kapitalist sistem içinde kalındığı sürece ister devletçiler egemen olsun, ister özel sektörcüler, sistemin özü işçi ve emekçilerin sömürülmesi üstüne kurulmuştur. Bu yüzden de çatışma bir emek sermaye çatışması değil en fazla kapitalist klikler arasındaki bir çatışmadır. Ve proletarya ve emekçilere burada düşen, bu çatışmadan kendi sınıf çıkartan doğrultusunda yararlanma, kendi sınıfının çıkartan doğrultusunda tavır almadır.
Kapitalizmin son yüz yıl içinde izlediği politikalara bakıldığında bile, özelleştirme ya da devletçiliğin tümüyle büyük kapitalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendiği, bazen “devletçiliğin” bazen “özelciliğin” öne geçtiği görülür. Örneğin kapitalizmin anavatanı İngiltere’de, İşçi Partisi iktidarı aldığında kimi kuruluşları devletleştirir, Muhafazakâr Parti iktidara geldiğinde, İşçi Partisi’nin devletleştirdiği kuruluşları yeniden özelleştirir. Ama İngiltere’de, ne İşçi Partisi devletleştirdi diye İngiltere daha az kapitalist olur, ne de Muhafazakâr Parti kimi devlet kuruluşlarını özelleştirdi diye İngiltere daha çok kapitalist olur.
Kapitalist sistem, bütün azgınlığı ile emek sömürüsünü sürdürür.
Dünya kapitalizmi açısından bakıldığında durum daha açık görülür: 1929 Büyük Kapitalist Buhranını kapitalist dünya, ekonomiye devlet müdahalesini artırarak aşabildi. Bunun sonucu olarak kapitalist ülkelerde devletçilik itibar kazandı, her ülkede KİT’lerin sayısı ve büyüklükleri arttı. 2. Dünya Savaşı bu eğilimi daha da güçlendirdi. Savaş sonrası Avrupa’sı ekonomide devlet kuruluşlarının ağırlığının hayli arttığı bir Avrupa olarak kuruldu. Özel girişim, özel sektörcülük elbette teşvik edildi, ideolojik olarak yüceltildi ama dönemin ihtiyacı merkezci ve devletin olanaklarının seferber edilmesini gerektirdiği için kapitalistler bu devlet ağırlıklı ekonomiye itiraz etmediler, tersine onu destekleyip kendi kişisel çıkarlarının bu politikalarda olduğu bilinciyle davrandılar. Bu döneme burjuva iktisatçıları Keynes’çi dönem diyorlar.
1950’lerin sonundan itibaren, Keynes’çi politikaların savaş sonrası rahatlama dönemi sona erdi. Ve kapitalist ekonomilerde baş gösteren durgunlaşmaya karşın bu sefer aynı Keynes’çi monetarist politikaların tersinden müdahaleyi savunan burjuva iktisatçıları öne çıkmaya başladı. Chicago ekolü ya da Friedmancı ekol denilen iktisatçılar ekonomiye devlet müdahalesine karşı çıkan ve günümüzde “serbest pazar ekonomisi” denilen politikaları savunmaya başladılar. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler Friedmancı öğütleri benimserken, daha çok da geri ülkeleri bu yöne çekerek kendi pazar olanaklarını artırmaya çalıştılar. 1970’li yıllar “serbest pazar ekonomiciliği”nin yüceltilip propaganda edildiği, IMF ve Dünya Bankasının bu ideolojinin ekonomik zorla uygulatma merkezleri; 1980’li yıllar ise “serbest pazar ekonomiciliği”nin tabulaştığı, her derde devam olduğu yıllar oldu.
Elbette kapitalist ülkelerde devletçi politikaların uygulamasının yoğunlaşmasının nedeni sadece yukarıda sözünü ettiğimiz yandan ibaret değil. Sorunun bir başka yönü de var: Büyük Ekim Devrimi’nin zaferi ile dünyanın birbiriyle uzlaşmaz iki karşıt sisteme, sosyalist ve kapitalist sisteme bölünmesi ve bunun sonucu olarak dünya işçi sınıfı için sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkıp somut bir gerçek haline gelmesi. Dünyanın bugüne kadar gördüğü en köklü değişiklikti bu. Birinci emperyalist paylaşım savaşının kanlı bilânçosu ve Ekim Devrimi’nin zaferi kapitalizme ağır bir darbe vurmuştu ve dünya emekçilerinin gözünde kapitalizm büyük bir itibar yitimine uğramıştı. SB’nde ekonomik ve sosyal yaşamda büyük gelişmeler olurken kapitalist dünyada 1929 ekonomik buhranının patlak vermesi zaten itibar yitimine uğramış olan kapitalizmi emekçilerin gözünde hepten itibarsızlaştırmıştı. Bu yüzden de kapitalistler, bir yandan kapitalizmi kurtarmaya çalışırken öte yandan da kapitalizmden yüz çeviren işçi ve emekçileri kapitalizmle yeniden barıştırmak ihtiyacındaydılar. Bu kirli uzlaştırma görevini de ancak kapitalist devlet yapabilirdi. Keynes’çi politikalar, sadece ekonomik nedenlerle değil bu sosyal ve siyasal sorunları çözme bakımından da olanaklar yaratan politikalar olduğu için geniş kapitalist çevrelerde destek buldu.
Kapitalist ülkelerde “serbest piyasa” ya da ”serbest pazar ekonomisi” adı verilen politikaların yeniden taraftar bulmaya başlamalarının sosyalist sistemdeki revizyonist yozlaşma ve geriye dönüşle ilginç bir paralelliği vardır. 1950’lerin ortasından itibaren Kruşçevizmin  güç kazanmasıyla  birlikte, kapitalist dünyanın hem pazarı genişler hem de işçi sınıfı hareketi içindeki bölünme kapitalistlere daha pervasız bir sömürü için olanak yaratır. 1970’lere doğru geriye dönüş sürecinde alınan yola paralel olarak kapitalist ülkelerdeki eski komünist partilerinin birer reformcu burjuva partisine dönüşmesi ve sınıf hareketinin düzen içi bir çizgiye çekilmesi de kapitalistleri cesaretlendirici bir rol oynar. 1970’lerden itibaren SB açık emperyalist politikalar izleyerek Batılı rakipleriyle kıyasıya rekabet ederken dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar için artık bir dayanak değil, bu mücadelelere karşı kapitalist dünyanın dayanağıdır. Yani, sosyalist sistem kapitalizm için artık bir engel olmaktan çıkmıştır. Bu durum, kapitalist dünya için “sosyal devlet” zorunluluğunu da ortadan kaldırıcı bir etkendir. Ve “serbest piyasa ekonomisi”ni uygulamaya sokmak için koşullar oldukça elverişlidir. Emperyalist ülkeler, zaten iğreti duran “sosyal önlem” ve kendilerine “ek masraf getiren sosyal harcamaları kısıtlarken, geri kalmış ülkelere de IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile “gümrük duvarlarının kaldırılması”, ekonomiyle uğraşan devlet kurumlarının özelleştirilmesi”, “sosyal harcamaların en aza indirilmesi”, “fiyatlar üstünde devlet kontrolüne son verilmesi”, “faizlerin serbest bırakılması” vb. doğrultusunda baskıya başlarlar. 1970 ortalarından itibaren, bu “önlemlere” imza atmayan hiçbir geri kalmış ülke kapitalist dünyanın finans piyasasında borç bulamaz hale gelir. Bu önlemlere direnen ülkelerdeki hükümetler içte büyük burjuvazinin, dışta emperyalistlerin baskısıyla yıkılır.
SB ve Doğu Avrupa’daki revizyonist diktatörlüklerin yıkılması ise; burjuva propagandacılar tarafından “serbest piyasa ekonomisinin doğruluğunun ve yenilmezliğinin kanıtı” olarak propaganda edildi, ediliyor.
Hiç kuşkusuz ki, bütün kapitalist ülkelerde, en “liberal” ve “serbest piyasacı” geçinenler de dâhil, kapitalist devlet ekonomiye, tarihte hiç olmadığı kadar dolaysız bir müdahale içindedir. Sadece müdahale de değil, bu devletlerin ekonomik faaliyet içinde bizdeki KİT’lere benzeyen çok sayıda kuruluşları da vardır. Bugün de bu kuruluşlar, ABD, İngiltere, Fransa dâhil bütün kapitalist ülkelerde faaliyet halindedir. Örneğin, genel yatırımlar içinde kamunun payı, İngiltere’de % 1, İtalya’da % 30 Fransa’da % 32, Batı Almanya’da % 15,Türkiye’de ise % 19’dur. Bu yüzden de “liberalizm”, “serbest piyasacılık” ekonomik olmaktan çok ideolojik-siyasi boyutu olan, ancak bu boyutta anlamlı kavramlardır. Özellikle de bu propagandanın hedefi emekçiler ve geri kalmış ülkelerdir.
Geri kalmış ülkelerde devletçiliğin kökleri ülkenin kuruluş aşamasında, daha çok anti-emperyalist mücadelelerle ve kapitalist özel mülkiyetin yeterince gelişmemişliği ile bağlantılı olup gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devletçilikle en azından bu yanıyla farklılık gösterir. Örneğin Türkiye’de KİT’lerin kuruluşu ve ekonomide ağırlıklı rol oynayışı Cumhuriyetin ilk 20-30 yılındadır. Elbette bugün de KİT’lerin üretimdeki payı küçümsenemez, ama rolleri toplumsal olmaktan çok özel kapitalist tekellerin çıkarlarına göre biçimlenen politikalar izleyen bir sektör durumundadır. Kapitalist devletin emekçileri azgınca sömürerek elde ettiği sermaye ile bu kuruluşları gerçekleştirdiği bir yana bırakılırsa bugün bunların herhangi bir özel sektör kuruluşundan farkları kalmamıştır.
İster süper emperyalist, ister geri kalmış olsun bütün kapitalist ülkelerde günümüzde kapitalizmin niteliği tekelci devlet kapitalizmidir. Bunun anlamı ise tekellerle devletin içice geçmişliğidir. Devletin varlık nedeni tekellerin çıkarlarını savunmak olup, devlet ya da özel sermayenin sahibinin kimliğine bakmadan onun egemenliğini ve sürekliliğini sağlamaktır. Bu amaca uygun olarak kapitalist devletler, sermayenin ulusal ve uluslararası genel çıkarlarına uygun olarak, bazen özel bir kuruluşu devletleştirerek kurtarmakta, bazen da bir dönemlere göre ise bazen devletleştirmelere ağırlık vererek, bazen da özel kuruluşları güçlendirerek kapitalizmin açmazlarına çare aramaktadır devletler. Bu yüzden de özelcilik-devletçilik politikaları iki ayrı sınıfın politikası değil aynı sınıfın çeşitli dönemlerdeki politikaları olmaktadır. Emekçilerin bu temelde saflaştırılması, özelciliğin ya da devletçiliğin aleti olmaya zorlanması reformcuların, her soydan sözde ilerici düzen yanlılarının bir aldatmacası, emekçileri sahte bir kavganın yandaşları haline getirme çabasından ibarettir. Bu tutumun gerçek niyetleri bu yazının seyri içinde çok daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

TÜRKİYE’DE KİT’LERİN KURULUŞU VE KURULUŞ AMAÇLARI
Cumhuriyet öncesi Türkiye’nin ekonomik yapısı, hemen hemen yok denecek kadar geri bir sanayi ve ilkel tarımı ile yıllarca emperyalist devletlerin yağmasına bırakılmış Osmanlı devletinin bağımlılık politikası sonucu oldukça çöküntü halindedir. Kurtuluş Savaşı sonrası, İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresi, ülke ekonomisinin kalkınma modeli olarak, özel sektörün teşvik edilmesi ve milli bir ekonominin geliştirilmesi doğrultusunda kararlar alır. Yabancı sermayeye karşı olmamakla birlikte zamanın koşullarına uygun olarak özel sektöre palazlanma olanağı sağlama ve yerli sermayeyi teşvik etme yöntemine başvuran yeni Türkiye
Hükümetini, kendi olanakları ile kalkınmaya iten bazı etkenleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Birincisi, aynı zamanda en önemlisi, Birinci Paylaşım Savaşı sonucu, dünya konjonktüründeki ekonomik durumdur. Savaşta yıkıma uğrayan emperyalist devletlerin dış ülkelere kredi verecek gücünün kalmaması, mali bakımdan çöküntüye uğramalarıdır.
b) İkincisi, emperyalist bunalımdan kurtulma yolu olarak emperyalist devletlerin Keynes’çi “devletçilik” politikasını benimsemeleridir. Yeni Türk hükümetinin bu dünya politikasından ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmesi söz konusudur.
c) Üçüncüsü, SSCB’deki sosyalizmin zaferi ile doruklanan sosyalist ideolojinin genelde dünya halkları, özelde Türkiye halkı üzerindeki etkisidir. Sosyalist ekonominin planlı kalkınma stratejisinin olumlu gelişimi, yeni kurulan Türkiye ekonomisi için de etkisi küçümsenmeyecek önemli bir faktördür.
d) Dördüncüsü, iç etken olarak ortaya çıkan durumdur. Emperyalist devletlerin uzun yıllar süren yağma ve talan politikasına karşı bağımsızlık savaşı veren işçi, köylü, esnaf ve yerli burjuvazinin bir kesiminin, anti-emperyalist görüşlere ve milli kalkınmayı benimseyen duygu ve düşüncelere sahip olması, yeni hükümetin bu olguyu göz ardı edememesi gelir.
Yeni cumhuriyet hükümetinin bu iç ve dış etkenlerin belirlediği koşullarda, özel sektörü destekleme ve sermaye birikimini kendi kaynaklarından (ülke içi tarım ve sanayi kesiminden alınan vergilerle) sağlama yolundan başka çaresi yoktur ve Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarında tarım ve sanayiye yeni kaynak elde etmek için bu nedenle milli kalkınma politikası izlemek durumundadır. Buna karşın yabancı sermayeye kapalı olmadığını da açıkça belirtmektedir. Ama yabancı sermaye yeni cumhuriyete yatırım yapma hevesinde değildir. Bunu bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz: 8 Nisan 1923 tarihli Millet Meclisi oturumunda Amerikan “Chester grubu” ile hükümet arasında yapılan bir sözleşmenin onaylanması çok ilgi çekicidir. Onaylanan bu sözleşmeye göre; Ankara-Kerkük hattı ile Samsun-Doğu Beyazıt hattı olarak yapımı planlanan 4400 km. uzunluğundaki demiryolu ile 3 limanın inşaatı Chester grubuna verilecek. Bu yapıma karşı Chester grubu demiryolu çevresindeki 40 km.lik şeritteki tüm maden ve petrol kaynaklarını 99 yıl süre ile işletecek. Bu süre içinde demir yollan ve limanlan işletme hakkı Amerikan şirketine çok az bir vergi yükümlülüğü ile bırakılacak.  Bu sözleşmeyi onaylayan hükümet dışta itibar, içte ise milli kalkınma hamlesi adı altında kamu desteği sağlamaya çalışır. Ama Amerikan şirketi Türkiye’deki madenleri işletmeyi pek karlı bulmadığı için bu yatırımdan vazgeçer.
Örnekten de anlaşılacağı gibi, yabancı sermayenin ülkeye girişinin, bu ülkeye yatırılacak kredinin karlılığının emperyalist ülkeye fazla cazip gelmemesi sonucu azlığından bahsedilebilir. Kaldı ki, 1920-30 yılları arasında yabancı sermaye Türk anonim şirketlerine ortak olarak, milli burjuvaziden daha güçlü bir şekilde dokuma, gıda, çimento, elektrik, havagazı, orman, haberleşme ve yayın, sinema, tiyatro ve kaplıca işletmeleri gibi birçok alanda denetim ve kontrol sağladıkları biliniyor. Yabancı sermaye ortaklığı ile kurulan Türk anonim ortaklıklarında yerli ortak, işbirlikçi, komisyoncu yani paravan görevi görüyordu. (Burada emperyalist devletlerin, geri kalmış tarım ülkelerine sızma ve onları bağımlı hale getirme yollarından biri olarak uyguladıktan yerli işbirlikçiler yoluyla ekonomiye hâkim olma siyasetlerinden bahsedilebilir). Devletin, yabancı iştirakli şirketlere ödediği sermaye, tüm anonim şirketlere ödediği sermayenin % 43’ü oranındadır.
1925’te Sanayi ve Maadin Bankası, kamu işletmeciliğini geliştirmek, özel teşebbüsü desteklemek amacıyla kurulur. 1933’te bu banka Sümerbank’a devredilerek ilk KİT örneği olan bir iktisadi devlet kurumuna dönüştürülmüştür. 1929’a kadar ödemeler dengesinde sürekli açık veren Cumhuriyet Hükümeti 1930’dan sonra özel yatırımların yeterli sermaye birikimine neden olamaması sonucu, devletçilik politikasına ağırlık vermiştir. Ekonominin canlandırılması istemiyle 1934’te Etibank, 1938’de toprak mahsulleri ofisi, 1941’de Petrol Ofisi, 1952’de Et Balık Kurumu, bunlara ek olarak MTA, Devlet Demir Yollan, Deniz Yollan, TC. Merkez Bankası, KİT statüsünde kurularak yaygınlaştırılan devlet işletmeleridir. 1934’te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre oluşturulan KİT’ler, sermayesinin tamamı devlet tarafından karşılanan kuruluşlardır. Bunlardan Sümerbank ve Etibank; dokuma, maden işletmeleri, kâğıt, kimyasal ürün, çimento sanayilerinin kurulması ve giderek tarım, madencilik, ulaştırma ve bankacılık alanlarında milli kalkınmayı sağlayan ilk kuruluşlardır. KİT’lerin tüm sermayesinin devlet eliyle halktan alınan ağır vergi ve gümrük vergilerinin arttırılması, dolayısıyla ithalatın kısılarak yerli malın arttırılması yoluyla sağlandığını görürüz.
Böylece sanayi girişimciliğinin temeli, KİT’i tümüyle finanse eden halkın ödediği ağır vergilerden sağlanan sermaye birikimiyle olmamaktadır. Böylece Birinci Kalkınma Planının döneminde KİT’ler eliyle gerçekleştirilen sanayi atılımı dış borçlanmada ağır bir yük altına girmeden, ödemeler dengesinde fazla açık vermeyerek gerçekleşmiş ve yerli sanayinin gelişimi açısından KİT’ler “başarılı” olmuşlardır. Bu dönemde sadece Karabük Demir Çelik Fabrikalarının kuruluşu için gerekli sermaye (Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının öngördüğü yatırım finansmanı) yetmediğinden % 50 oranında (İngiliz) yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmuştur. 1940’ların ortalarından itibaren, ABD emperyalizminin etkisi sonucu, devletçi sanayileşme, temelinde tarım ürünlerinin sanayi üretiminin hammaddesi olarak kullanılması politikası izlenmiştir. Ağır sanayi, makina yapan makina yapımı, gerek yeterli ve teknik işgücü kapasitesinin çok sınırlı olması, gerekse yeni kurulan devletin bu sanayiyi kuracak yeterli sermaye birikiminden yoksun oluşu nedeniyle ihmal edilmiş ve geri bir düzeyde bırakılmıştır. Devletçi sanayileşme politikasının 1929 bunalım yıllarında uygulama alanına konulan tüketime yönelik ve halkın en temel ihtiyaçlarının yerli sanayi ile giderilmesine yönelik politikanın en önemli nedenleri arasında dış faktörler gelir. 1945’li yıllara kadar ağır sanayi girişimi olarak sadece Karabük Demir Çelik Fabrikaları vardır.
1940’lardan itibaren “devletçilik politikası” ve ekonomik kalkınmanın devlet tekeliyle sağlanması olgusu, ABD emperyalizminin dünya konjonktüründe uluslararası bir güç kazanmasına paralel olarak genelde gevşetilir. Marshall ve Truman doktrinleriyle ülkemize giren “serbest piyasa ekonomisi” yeni bağımlılık politikası biçiminde giderek güçlenir. “Dışa açık iktisadi politikalar” gündeme getirilir. Bu dışa açılma, sanayi ve hizmet sektörünün tamamen yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda yabancı tekellerin denetimine bırakılması, günümüze kadar KİT politikalarında belirleyici olur. İkinci Paylaşım Savaşı sırasında ticari sermaye birikiminin karaborsa ve yasadışı kazanç yollarıyla çok büyük bir artış kaydetmesi, işbirlikçi tekelci sermaye sahibi sınıflara geniş yatırım olanakları sağlar. KİT’ler yoluyla (devletçilik) kalkınma modeli terk edilir. Ama KİT’lerden daha çok yarar sağlayan yabancı yatırımcıya olanak sağlayan ekonomik yönelişe girilir. İstanbul Tüccarlar Derneği’nin önerisi ile 1948’de toplanan 2. İktisat Kongresi’nde, devlet işletmeciliğinin sınırlandırılması yönünde kararlar alınmıştır. 1950’de hükümete gelen DP programında devlet işletmelerinin özele devredilmesine yer verilmiştir. Ama uygulamada kamu yatırımları, iktisadi konjonktürde önemli bir etken olmaya devam etmiştir. 1947’deki CHP kurultayı, özel sermaye çevrelerinin ekonomik taleplerinin çoğunu benimserken, “devletçiliği” , esas olarak özel teşebbüse yardım etmeye yönelik bir ilke olarak benimsemişti.
Hizmet ve sanayi gelişiminde tarıma dayalı ara malı üretimine ağırlık verilerek oluşturulan KİT kuruluşlarının özel sermaye birikimine nasıl olanak tanıdığını açıklayalım:
1933’te İktisat Bakanlığı tarafından açıklanan rapor: ” … Ana sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye erbabına daha çok geniş ve faydalı endüstri imkânları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ara demir sanayisi, hususi teşebbüslerin yeniden tesis edecekleri makine, tel-çivi, vida, torna, …vs. fabrikalara ve sanayiye ucuz ve kolay tedarik edilir yan mamul emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz pamuk, ip halat, pamuk, örme sanayisine de yeni faaliyet imkânları bahşedilecektir. Bunlar gibi etrafında hususi teşebbüslerle takviye edilebilecek ve memleketin sınaî inkişafı ile mütenasip… birçok sanayi şuabatı doğacaktır ki, bunların hakkı hayatları da… mümessillerine kıyasen daha ziyade taht-ı emniyette olacaktır.”
Anlaşılacağı gibi rapor, devletin, özel teşebbüs sahiplerine geniş imkânlar sunulması konusunda devlet görüşünü ortaya koymaktadır. Böylece, özel teşebbüsün karlılık ve yatırım sermayesi açısından uygun görmediği girişimleri, devlet tarafından açılan ve işletilen KİT’ler üstlenir.

KİT’LERİN ÖZEL SEKTÖRÜ DESTEKLEME YOLLARI
* KİT’ler, bir yandan iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla, diğer yandan tüccardan yüksek fiyatla hammadde alıp, ucuz fiyatla yarı mamul madde satarak özel sektörü destekler. Örneğin demir çelik işletmelerinden kütük ya da som demiri ucuza alan haddeciler, bunları çeşitli inşaat demirlerine dönüştürerek yüksek karla inşaat sektörüne satarlar. SEKA’dan ucuz kâğıt alan özel girişimci, defter ya da dosya kâğıdı imal ederek yüksek fiyatla piyasaya satar. Diğer yandan TEKEL’e tütün, Sümerbank’a pamuk ve yün, SEK’e süt satan tüccar, her zaman piyasanın üstünde fiyatla, sürekli bir pazara sahip olurken, aynı zamanda bir kar garantisi, sermaye birikimi ve yatırım için bir güvence de bulmuş olur.
* KİT’lerin genişletilmesi, özel sektöre geniş pazar olanağı sunması yatırımcı özel sermayenin büyüyerek daha, karlı hale gelmesine de neden olur. KİT’ler özel teşebbüsün katlanamayacağı kuruluş maliyetini üstlenerek, teknik ve nitelikli iş gücü yaratılmasında özel sektöre önemli olanaklar kazandım. KİT için de eğitilmiş teknik personelin işgücü verimliliği özel sektöre kaydırılırken, KİT’lerin maliyet kaybı ve verimlilik düşüşü pahasına özel sektör desteklenir.
* KİT’lerden yararlanmanın en önemli yollarından biri de iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla özel sektörün desteklenmesidir. Özel ve tüzel kişiler, KİT kuruluşları ile ortak şirketler kurarak çeşitli kredi olanaklarından yararlanma, ucuz yan mamul girdi fiyatları ve risk faktörüne karşı güvence sağlamaktadırlar. Bu tür iştiraklerde yasalar, özel ve tüzel kişilerin korunması yönünde düzenlenir.
Örneğin bir KİT kuruluş olan DMO (Devlet Malzeme Ofisi) Arçelik’e % 15 hisse ile TEK Çanakkale Seramik’e % 22,2 hisse ile Türkiye Şeker Fabrikaları TAT Konserve’ye % 25, MKE Tofaş Otomobil Sanayisi’ne % 25 hisse ile ortaktır. 1938 tarihli KİT yasasında; “KİT’lerin genel kurulları veya hükümetlerin önerisiyle pay sahiplerinin Türk olması koşuluyla, payları nama yazılı limitet ya da anonim ortaklığa dönüştürülebilir” hükmü vardı. Eğer bakanlar kurulu gerekli görürse, “KİT iştirakli ortaklıkların paylarının hamiline yazılı” olabileceği de yasada ek olarak konuluyor. Buna rağmen 1950’lere dek, KİT’ler ortaklığı ile kurulan şirketler oldukça sınırlıdır. 1960’dan sonra KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıkları hızla artış gösterir. 83’e kadar KİT’lerin iştirak paylarına herhangi bir sınırlama getirilmez iken, 83’te en az yine % 26, 84’te ise % 15 gibi bir sınırlama getiriliyor. Bu durum KİT’lerdeki emperyalist yağmanın daha açık bir gelişme seyri içinde olduğunu gösteriyor.
* KİT’lerin, özel şirketleri batmadan önce finanse etme durumuna ek olarak, kredi borçlarını ödeyemez durumdaki şirketleri kurtarma ve batık şirketlere yeni olanaklar sağlama amacıyla, kendi bünyesine alarak, ortaklıklar kurması da özel sermayeyi teşvik yollarından biridir. Batmakta olan tekstil, demir-çelik, banka kuruluşları, KİT ile ortak edilerek kurtarılmıştır. Paktaş, Güney sanayi, TÖBANK, Asil Çelik, vs. KİT’e ortak edilerek veya dönüştürülerek kurtarılan özel teşebbüslerdir.
* KİT ortaklıklarında sermaye dağılımı özel ya da tüzel kişiler lehine işler. KİT ortaklıklarındaki yasal zorunluluk; ortaklık payının yandan fazlasının KİT’e ait olmamasıdır. (Ama bu yasa hiçbir zaman uygulanmamıştır.) Ticaret yasasına göre, KİT ortaklıklarında kuruluş sermayesinin dörtte birinin ödenmesi, dörtte üçünün ise taahhüt edilmesi gerekir. KİT’in ortaklık payının tamamını veya tamamına yakınını ödemesi geleneği varken, özel teşebbüsçü payına düşenin dörtte birini ödemesi yeterlidir. Örneğin bir ortaklığın sermayesinin % 49,9 hissesinin KİT tarafından tamamının ödetilmesi durumunda, % 50,1 hisseye sahip özel kesimin % 12,525 hissesini ödemesi, özel sermaye sahibinin şirketin yönetimini elinde tutmaya yetiyor. Karın bölüşümü de sadece ödenmiş değil, taahhüt edilmiş ve ödenmiş sermayeye göre olduğu için özel sermaye sahibi kardan yandan fazla pay alır. Taahhüt edip ödeyemediği pay için de tekrar devlet bankalarından veya KİT’ten çok ucuz ve uzun vadeli kredi alabilir. Böylece KİT payı ödenmiş sermaye içinde özel sektörde daha fazla olduğu halde, özel sektör kendine düşen kardan daha fazla pay almaktadır. Örneğin, 1975-87 yılları arasında KİT ortaklıkları yılda ortalama % 42,5 kar ederken, KİT’e düşen pay oranı % 12.7 (kar/ödenmiş sermaye)olarak saptanıyor, ve bu kar da, şirketin özel kesimden gelen ortaklarınca sermaye artırımına dahil edilerek KİT’e ödenmiyor. Ayrıca KİT ortaklıklarının çok büyük bir kısmı (vergi kaçırma, stok gösterme ve muhasebe oyunlarıyla) sürekli zarar ediyor gösterilir ve hemen hemen kardan hiç pay alamaz. Bu nedenle KİT ortaklıklarındaki özel girişimci sermaye çevreleri ellerinde tuttukları yönetim ve denetimle sınırsız karlar elde edebilirler. KİT ortaklıklarında yönetime seçilen ya da denetimci olarak görevlendirilen KİT yöneticileri ise, genelde esas işlerinin dışında ek gelir sağlama ve avanta elde etme işi olarak gördüklerinden KİT lehine hiç denetim yapmazlar, yapanlar da zaten yönetime gelemez.
* Bu kuruluşlarda KİT bünyesinde üretilen ara mallan ucuz almak, KİT ürünlerinin fiyatlarını belirlemek, hazır pazara kolayca girmek, karaborsa ve piyasa dalgalanmalarından daha kolay faydalanmak gibi özel kesimin olanakları vardır. Bunlara ek olarak KİT’ten kredi almak, çok düşük faizle devlet bankası kredisi kullanmak gibi olanakları da sıralayabiliriz. Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporlarına göre % 50’den fazlası kamu sermaye payı olan pek çok KİT ortaklıklarının KİT olarak gösterilmesi istenmediği için muhasebe oyunlarıyla KİT sermayesi % 50’nin altında gösterilmiştir. Bu kuruluşlara örnek olarak; Ereğli Demir-Çelik, Northern Elektrik, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti işbirliği ile kurulan Sanayi İşletmeleri Ltd. Şti. gibi ortaklıklar sayılabilir.
* KİT’lerin özel sermaye yanlısı birikim sağlama veya özel teşebbüsü desteklemede oynadığı diğer bir rol de fiyat belirleme politikasıdır. Bunun için hükümetler genelde KİT ürünlerinin fiyatlarını maliyetlerinin altında saptarlar. Bu ürünleri alan tüccarlar ise, birkaç misli fiyatla piyasaya sürerek, özellikle karaborsa dönemlerinde büyük karlar elde ederler. Sümerbank, SEK, Tekel ve birkaç istisna dışında hemen hemen tüm KİT ürünlerinin tamamı özel sektör tarafından pazarlanır. 1950’li yıllar öncesi Sümerbank mağazaları ülke çapında yaygınken, bu tarihten sonra çoğu kapatılır veya özel şirketlere geçer. Devletin belirlediği fiyatların altında satış yapabilen ya da dışardan ucuz mal ithal eden tüccarın, özellikle tekstil kotalarının kaldırıldığı dönemde, bu alanda iç pazara tümüyle egemen olduğu bir gerçektir. 1930’lu ve 89’lu yıllarda, hükümetin şeker fiyatlarına yaptığı zam dış ithalat yoluyla şeker getiren tüccara büyük karlar sağlamıştır. Karaborsacılık genel olarak savaş yıllarında halkın pervasızca soyulmasına olanak yaratırken, 24 Ocak kararlarıyla uygulanan “yeni ekonomik canlandırma politikaları”yla, ihracat-ithalat kotalarının serbest bırakılması, gümrük duvarlarının düşürülmesi ve ticaretin tam serbestliği ile vurgun olanakları arttırılmıştır. Bu yolla KİT ürünleri fiyatları da KİT’lerin zararına olacak düzeyde tutulmuştur. KİT’lerin ilk kurulduğu dönemde, yasal olarak KİT yönetimlerinin KİT’in çıkarı gözetilerek ürün ve hizmet fiyatlarını belirlemesi öngörülüyordu. Ama hiçbir zaman bu yasa yürürlüğe konmadı. KİT ve KİT ortaklıkları şeklinde kurulan tüm işletmelerin ürünlerinin fiyatı, her zaman hükümetlerin yanlı politikalarıyla belirlendi. 1960’ta yapılan yasayla KİT ürünleri ve hizmetlerinden sadece temel mal ve hizmet olarak saptananların fiyatlarının hükümetçe belirlenmesi, diğerlerinin hatlarının tespiti ise KİT yönetimine veriliyordu. (Bu yasa da hiç uygulanmadı.) 24 Ocak kararlarıyla da buna benzer bir yasa çıkarıldıysa da fiyat belirleme konusunda hükümetler sürekli KİT’lere zarar vermek pahasına özel sektöre peşkeş çeken bir fiyat politikası sürdürdüler. KİT zararlarını ise, devlet sübvansiyonu ile kapamak ve bunu halktan alınan ağır vergilerle karşılama, devletin sermaye çevrelerini koruma ve destekleme politikasıdır. (KİT lehine çıkanlar yasaların KİT’leri karlı duruma getirerek, özel sektöre devredilmesi amacıyla çıkarıldıkları açıkça önadadır.)

KİT POLİTİKALARINDA, HÜKÜMETLERİN SERMAYE YANLISI VE DIŞA BAĞIMLILIK POLİTİKASI BELİRLEYİCİ ROL OYNAR
Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana el atan emperyalist devletlerin, 2. paylaşım savaşı sonrası daha etkin biçimlerde yağma politikasına geçtikleri görülür. Türkiye, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütüne 1947’de üye olmuştur. Bu yıldan itibaren IMF ve Dünya Bankasının desteği ve finansmanı ile Türkiye’de KİT’lerin yönetimlerine yabancı ve özellikle Amerikancı tekeller el atmışlardır. Bu kuruluşların özelleştirilmesine yönelik teklif ve öneriler, ABD ekonomisinin ve diğer kapitalist ekonomilerin 1970’lerde girdikleri krizden kurtulma çabalarının ve SSCB’deki kapitalizme entegrasyonu vs. gibi dünya konjonktüründeki değişiklikler, buna bağlı Türkiye’deki “dışa açılma”, “liberasyon”, “özgürleşme” adı altında ortaya atılan bağımlılık politikalarının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. ‘45’lerde başlayan dışa açılma, ‘70’lerde KİT ve hükümetlerin kadrolarında yabancı sermaye kontrolünü daha da pekiştiren bir gelişme seyri izler. 83’te KİT’ler, İDT(ticari amaçlı) ve KİK(Temel mal ve hizmet üretme amaçlı) olarak ikiye ayrılırken, KİT’lerin özelleştirilmesi ve bağlı ortaklıklarının tasfiyesi gündeme getirilir. Bu nedenle 1984 yılında Kamu Ortaklığı Fonu Yönetmeliği yayınlanır. Bu yönetmelikte yer alan gelir ortaklığı senetleri, hisse senetleri, işletme hakkı devri, kiralama gibi yollarla KİT’lerin tasfiyesine gidilir. Aynı yıl bir yasayla, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kuruluşu (TKKOK) KİT’lerin özelleştirilmeleri konusunda karar verecek yetkilerle donatılarak, başbakanlığa bağlanır. Özelleştirmede yöntem olarak;
*KİT satışı öncesi mülkiyet hakkı özel kişilere verilmemekle birlikte, işletme hakkı, ürünlerin pazarlanması ve dağıtım hakkının özel şirketlere devredilmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların mülkiyetine, hisse senetlerinin tek tek veya blok halinde satışlarıyla özel şahısların ortak edilmesi,
*KİT’e bağlı ortaklıkların Anonim şirketlere dönüştürülmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların kiralanması, devir ve tasfiyesi v.s. uygulanmaktadır.

—sürecek-

Nisan 1992

Kamu emekçilerinin konumu ve sendikal perspektif

KAPİTALİST ÜRETİM SÜRECİ VE KAMU EMEKÇİLERİNİN SINIFSAL KONUMU
Kapitalist düzende, üretim araçlarına sahip olup olmama, toplumsal üretimde oynadıkları rol, toplumsal üretimden aldıkları pay temelinde insan grupları, burjuvazi ve işçi sınıfı olarak adlandırılan iki temel sınıf oluştururlar. Kamu emekçileri, bu iki temel sınıf arasında kalan küçük burjuvazinin şehir yoksulları kesimini oluştururlar. Burjuvazi üretim araçlarının sahibi olmaktan dolayı ücretli emeği satın alır, artı-değere el koyar ve sömürür. Bu sömürü düzenini de devlet aracılığıyla korur, sürdürür. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişki uzlaşmazdır ve çözümü de toplumsal sistemin temelden değiştirilmesiyle mümkündür. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki bu tarihsel çatışma, sınıf mücadelesi, siyasi, ekonomik ve ideolojik alanlarda sürer. Bizim mücadelemiz de bu alanda şekillenir. Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte memurlar da toplumsal bir katman olarak ortaya çıkmışlardır. Devletin sürekliliği ve işlerliğinin sağlanmasında devletle özdeş bir konumda görünmüşler, seçkin bir tabaka olarak halkın “gıpta” ettiği kişiler olmuşlardır. Kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak devletin toplumsal yaşamın her alanına müdahale gereksinimi sayıca az bu kesimi kitleselleştirmiştir. Bir yandan kitleselleşen memurlar, öte yandan uğradıkları sömürüye paralel olarak giderek yoksullaşmalardır. Bir avuç bürokrat dışında kamu emekçileri geniş bir kitle oluşturmuşlardır. Yaşama koşulları giderek kötüleşirken baskı ve sömürüden yeterince payını alan kamu emekçileri, toplumdaki yerlerini kavramaya başlamış, “kapı kulluğu” anlayışını aşarak, örgütlenme ve mücadeleye yönelmişlerdir. Özellikle öğretmenler, Osmanlı Devleti’nden bu yana yüz yıllık örgütlü mücadele geleneğini günümüze dek sürdürmüşlerdir.
Kamu emekçileri, burjuvazinin artı-değer sömürüsüne maruz kalmamalarına karşın, hizmetlerinin karşılığını alamayarak, günlük dildeki anlamıyla sınırlı olmak üzere, sömürülmektedir. Yaşama ve çalışma koşulları giderek kötüleşmiştir. Belli bir kesiminde kafa emeğinden çok kol emeği öne çıkmıştır. (Hizmetli, müstahdem, şoför v.b) Özel mülkiyet karşısında ikili bir karakter gösterirler. Yoksullaştıkça mücadele ve devrimden yana olabildikleri gibi, devlet hiyerarşisi içinde yükselip “zenginleştikçe” de düzen yanlısı tavır alabilirler. Sınırlı bir kesiminin de olsa bürokrasi içinde yükselme şansı vardır. Bu bağlamda kamu emekçilerini işçi sınıfı ile birebir özdeşleştirmek olanaklı değildir. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici faktörü meta üretimi ve bu üretimde el konan artı-değerdir. Kamu emekçileri ise meta üretiminden elde edilen artı-değerden devlet aracılığıyla pay alırlar. (Bu pay rantiye bir biçimde değil, ürettikleri hizmet karşılığında ödenir.)
Kamu emekçileri ekonomik-siyasi talepleri uğruna mücadeleye atıldıkça, siyasi platformda işçi sınıfının en yakın müttefiklerinden biri konumuna gelirler. (Yoksul köylülük gibi) Sınıf mücadelesinin gelişmesine paralel olarak kamu emekçilerinin de mücadelesi yükselir. (Bahar eylemleri, madenci eylemi vb.) İşçi sınıfının önderliği altında bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bağlaşığı olurlar. Devrimin yedek güçleri haline gelirler. Daha iyi yaşama ve çalışma koşulları uğruna, verdikleri mücadelede karşılarında devleti bulurlar. En küçük ekonomik ya da mesleki talep karşısında egemen sınıfların siyasi saldırılarıyla karşılaşırlar. Örgütlenme ve mücadele sürecinde düzenin baskı, soruşturma, sürgün, gözaltı ve benzeri saldırılarıyla karşılaştıkça, devrimci siyasal bilincin etkisiyle mücadeleleri ekonomizmin dar sınırlarını aşar. Kamu emekçilerinin kendiliğinden mücadelesi, giderek siyasi talepler için mücadele niteliğine kavuşur. Aslında her sınıf hareketi, sınıf karakterinden dolayı özünde siyasidir ve iktidara yöneliktir. Siyasetten bağımsız hiç bir sosyal olgu olamaz. Burada siyasi nitelikten söz ederken, gündemine aldığı talepler bakımından siyasi olmasına dikkat çekilmektedir.
Yaşama ve çalışma koşullarımızın kötülüğü, her türlü baskı ve sömürünün kaynağı emperyalizme bağımlı kapitalist düzen olduğuna göre, ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak verdiğimiz tüm mücadeleler de özünde düzene yöneliktir. Emperyalizme bağımlılık ilişkileri son bulmadan ve demokratik bir halk iktidarı kurulmaksızın kamu emekçilerinin bu düzen koşulları içinde sorunlarının çözümü de olanaklı değildir. Kamu emekçileri mücadelelerini yükseltirken, işçi sınıfının ve onun partisinin önderliğine ve yol göstericiliğine tabi olmalıdırlar. Çünkü tüm sınıf ve tabakaları kendisiyle birlikte özgürlüğe ve nihai kurtuluşa götürebilecek tek sınıf işçi sınıfıdır. Onun ve tüm emekçilerin yol göstericisi de işçi sınıfının partisidir. Sınıfın partisinin sınıf mücadelesinde gösterdiği taktikler, kendi özgül alanımızdaki günlük taleplerin yükseltilmesiyle yaşama geçirilmeli, İŞ, EKMEK, ÖZGÜRLÜK şiarı kamu emekçilerinin mücadelesinin ruhu haline getirilmelidir. Bu mücadele sürecinde sınıf sendikacılığı ilkeleri olmaksızın, ekonomik, demokratik ve siyasi taleplerimizin doğru bir biçimde savunulması olanaksızdır.

SINIF SENDİKACILIĞI İLKELERİ
Sendikal ilkeler tek tek üyelerde ya da yönetime gelecek insanlarda aranacak özellikler olarak algılanmamalıdır. Bu ilkeler ekonomik mücadeleyi, siyasi-ideolojik mücadele ile diyalektik bir bütünlükte sürdürebilmek acısından yol gösterici, sosyal kurtuluşa giden yolda rehber açılımlar olarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda sınıf sendikacılığının ilkeleri süreç içinde kitlelerin ve örgütün dönüşerek eyleminin özünün ulaşması gereken nitelikler toplamıdır. Bu dönüşme sürecinde günlük taleplerden başlayarak yükseltilen mücadele içinde, kitlelerin kendi deneyimleriyle öğrenmelerinin yanı sıra doğru siyasi-ideolojik önderlik belirleyici bir rol oynayacaktır. Kuşkusuz işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ve Partisinin siyasi-ideolojik yol göstericiliği rehberimiz olacaktır. Kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin geri olduğu öne sürülerek doğru sendikal ilkeleri belirleyip yaşama geçirmekten geri duramayız. Bu, kitlelerin kendiliğinden bilincine tabi olma, öncülük ve önderlik görevlerinden geri durmak anlamına gelecektir. Burjuva ideolojisinin derin etkisi altında olan kitlemizi kendisi için düşünen, kendisinin farkında bilinçli üyeler haline getirmenin koşulu, doğru önderlik ve yol göstericiliktir. Bu ilkeler mücadele pratiğinde yaşam tarafından doğrulandıkça, kitlelerin bilincine çıkacak, maddi, kitlesel bir güce dönüşecektir. Aslolan ilkeleri kitlelerin kabul edebileceği bir biçime indirgeyerek özünü sulandırmak değil, kitleleri doğru ilkeler temelinde örgütleyip, mücadeleye çekmektir. Sendikaların okul olma işlevi tam da bu noktada ifadesini bulacaktır.
Kamu emekçileri; özelde eğitim ve bilim emekçilerinin mücadelesinde sınıf sendikacılığı ilkeleri nasıl yorumlanmalıdır?
1- EĞİT-SEN; Eğitim ve Bilim emekçilerinin ekonomik, meslek haklarının tavizsiz savunucusu olmalıdır. Eğit-Sen, ekonomik mücadeleyi demokrasi mücadelesine bağlı olarak ele almalıdır. Ekonomik mücadeleyi küçümsemediği gibi, mutlaklaştırmaz da. Sermayenin salt ekonomik mücadele ile alt edilemeyeceğinin bilinciyle ekonomik mücadeleyi siyasi mücadeleye tabi kılmalıdır. “Hak verilmez, alınır” ilkesiyle ücret ve toplu-sözleşme mücadelesini tavizsiz bir biçimde sürdürürken ücretli kölelik sistemi kapitalizmi ortadan kaldırılması hedefini mücadelesinin merkezine koymalıdır. En küçük ekonomik-mesleki kazanımların bile özünde çetin siyasi mücadeleler gerektirdiği bilinciyle üzerindeki sömürüyü sınırlama mücadelesini, sömürücü sistemin kendisine yöneltmelidir.
2- EĞİT-SEN, Eğitim ve Bilim emekçilerinin birliğinin gerçek savunucusu olmalıdır. Eğit-Sen, sendikal ilkeleri, mücadele programı ve çizgisiyle eğitim emekçilerinin çıkarlarının ger-çek savunucusu, onların kitlesel birliğinin sağlanabileceği bir örgüttür. Eğitim emekçilerinin birliği ve kitlesel mücadelesi konusundaki EGİT-SEN anlayışı, bugüne dek yaşam tarafından doğrulanmıştır. EGİT-SEN bugüne dek uyguladığı politikalar ve aldığı tutumlarla eğitim emekçilerinin birliğinin gerçek savunucusu olmuştur. Bu anlayış yüz binlerce eğitim emekçisinin EĞİT-SEN çatısı altında birliğinin yanı sıra, iş kolundaki diğer sendikalarla güç ve eylem birliğini hedeflemelidir.
3- EGİT-SEN, Sendikal demokrasiyi savunmalıdır. Eğit-Sen; Demokratik merkeziyetçiliği tabanın tüm süreçlerde söz ve karar sahibi olduğu, kitlelerin inisiyatifi temelinde ele almalıdır. Sendikal mücadeleyi her şart altında yaşatabilmenin güvencesi olarak işyeri örgütlülüklerini esas almalıdır. Sendikal bürokrasinin oluşmasına neden olabilecek buyrukçu, atama anlayışlarını yadsımalıdır. Tabandan-tavana tüm yöneticilerin kitleler tarafından seçilmesine, her an denetlenmesine ve görevden alınmasına olanak sağlayacak en geniş örgüt içi demokrasiyi savunmalı, yaşama geçirmelidir. Kitlelerin eğitimi ve dönüştürülmesini sendikal demokrasinin güvencesi olarak görmelidir.
4- EĞİT-SEN, Kamu çalışanlarının yanı sıra, işçi sınıfı ile birlikte ulusal ve uluslararası ölçekte tüm çalışanların güç ve eylem birliğini savunmalıdır. Eğit-Sen; eğitim emekçilerinin olduğu kadar tüm kamu çalışanlarının ve işçi sınıfının ulusal ve uluslararası platformda dayanışma, güç ve eylem birliğini savunmalıdır. Ortak mücadele platformlarına katılmalıdır. Sendikal mücadeleyi tüm emekçilerin ortak cephesi olarak görmeli, emekçilere yönelik her türlü saldırı karşısında ortak tavır almayı, dayanışmayı savunmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin güç ve eylem birliğinde işçi sınıfı mücadelesinin tayin edici rolünün bilincinde olmalıdır.
5- EĞİT-SEN, Bağımsızlık, demokrasi ve Sosyalizm mücadelesinin kararlı bir müttefiki olmalıdır.
Bugünkü sömürü ve baskının kaynağı emperyalizme bağımlı, kapitalist düzendir. İşçi ve emekçilerin ürettikleri toplumsal değerlerin büyük bir bölümüne işbirlikçi sınıflar ve emperyalist tekeller el koymaktadır. Bu değerlerin önemli bir bölümü emperyalist azami kâr olarak yurtdışına akmaktadır. Tüm yoksulluk, sefalet ve baskının nedeni bu dışa bağımlı, sömürü sistemidir. Sendikal mücadelemizi de, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkileri sürecinde ve ona karşı veriyoruz. Yaşama ve çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi, hak gasplarına, baskı ve keyfi uygulamalara karşı yükselttiğimiz tüm mücadeleler bizatihi düzenin kendisine ve değiştirilmesine yönelik mücadelelerdir. Sendikal hakları almak, özgürce kullanmak, geneldeki demokrasi mücadelesinin, siyasi kazanımların gelişmesine ve başarısına bağlıdır. Düzenin ekonomik ve siyasi baskıları-saldırılarına karşı mücadele, bizatihi düzenin kendisine karşı mücadeleye denk düşer. Biz de ekonomik mücadelemizi, siyasi taleplerimizle birleştirerek ve ona bağlı olarak ele almalı ve yürütmeliyiz. Eylememizin niteliği, anti-faşist, anti-emperyalist bir muhtevaya ulaşmalıdır.
6- EĞİT-SEN; Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını savunmalıdır;
Eğit-Sen; Ulusların eşitliği, dünya halklarının kardeşliği anlayışında olmalıdır. Başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı bilinciyle inkârcı, asimilasyoncu devlet politikalarına karşı çıkmalıdır. Şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadele ederken ulusların ve dillerin üzerindeki baskıyı yadsımalıdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmalıdır. Kendisi özgür olmayan bir ulusun dilinin de özgür olamayacağı bilinciyle, ana dilde eğitim hakkını savunmalıdır.

SINIF SENDİKACILIĞINA EKLENEN “KİTLE” KAVRAMI

Eğit-Sen tüzüğünde ve örgütsel yaşamın çeşitli alanlarında sendikal anlayışımız, “sınıf ve kitle sendikacılığı” olarak yer almıştır. Tüzüğün ve programın hazırlandığı dönemin kendine özgü ve sınırlı koşullarında bu söylemin yanlışlığı fazlaca önemsenmemiş, özünde sınıf sendikacılığı anlayışına denk açılımlar söylendiğinden üzerinde fazlaca tartışılmamıştı. Aslında, bugün de bu kavramın söylemimizde yer alması yaşamsal bir sorun olmamakla birlikte, ideolojik mücadelenin yükselmesine paralel olarak her şeyin yerli yerine oturtulması da bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Esas olarak sınıf sendikacılığı, örgütsel yaşamın diline yerleşecektir. Batı’da Komünist Partilerin Euro-komünizme, devrimci sınıf sendikalarının da reformcu sendikacılığa dönüştüğü koşullarda, bizde de 1970’li yıllarda revizyonist mihraklar ve DİSK bürokrasisi SINIF VE KİTLE SENDİKACILIĞI kavramını öne sürdüler. Sınıf sendikacılığının ilkeleri sulandırılarak kitle maskesiyle işçi aristokrasisi ve ara tabakaların taleplerine indirgendi. Türk-İş ağalarına karşı sınıf, devrimci sendikal muhalefete karşı da kitle olmak üzere ikiyüzlü bir madalyon üretilmiş oldu. Gerekçeleri basitti: Kitlelerin bilinci geriydi. İşçi sınıfının partisine karşı “bağımsız” sendikacılık anlayışı öne sürülüyor, böylece işçi sınıfı siyasal mücadelenin dışında tutularak, ekonomik-sendikal alanın dar sınırlarına hapsedilmek isteniyordu. Ekonomist-sendikalist eğilimlerin, sendikaları ekonomik mücadele ile siyasi mücadelenin birleştirildiği örgütler olmaktan çıkarma anlayışının bir sonucu olarak ortaya “KİTLE” eki çıkıyordu. Hâlbuki sınıf sendikacılığının tarihi örnekleri, Marksizm-Leninizm’in sınıfa ve onun kitle örgütlerine bakışı, zaten “KİTLE” demeksizin sınıfın bütününü ifade etmektedir. Sendikal mücadelenin ve örgütlülüğün tartışılmaz bir ilkesidir kitlesellik. Dahası ancak sınıf sendikacılığı sınıfı kitlesel olarak birleştirmeye açık tek programdır.
Yukarıda yorumlamaya çalıştığımız sınıf sendikacılığı ilkelerinin sınıfın (kitlelerin) ve örgütün dönüşmesi sürecine gereksinim duyduğu bu anlamda verilecek mücadeleler ve dönüşümler sonucu ulaşılacak nitelikler toplamı olarak algılanması doğru olacaktır. Yoksa bu ilkeler, değişik anlayışlarla yönetimlere gelme konusunda, olmazsa olmaz olarak ele alınacak ittifak ilkeleri olarak algılanmamalıdır. Mücadele diye sorunu olan, sendikal mücadeleyi ekonomizmin dar sınırlarına hapsetmeden, genel demokrasi mücadelesine bağlı kılma anlayışındaki eğilim, anlayışlarla şartlara uygun birlikler yapmalı, Eğit-Sen’in sınıf sendikacılığı yolunu aydınlatmalıyız.

Nisan 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑