“Bilim Yöntemi”, Kürt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi

İsmail Beşikçi, Kürt ulusunun kölelik durumu ve özgürlüğü sorunuyla yakından ilgilenen; bu ilgisi nedeniyle de işkence gören ve zindanlara atılan bir Türk aydını, bir “Bilim adamı” olarak tanınır. Dahası, Beşikçi’nin “Bilim” adına tek ve esas uğraş konusunu Kürtler oluşturuyor. Türkiye gibi birden fazla ulus ve milliyetin yaşadığı, ezen-ezilen ulus ilişkisinin emperyalizmin uşağı egemen sınıflar tarafından sürdürüldüğü, faşist ulusal zulmün Kürt halkına dayatıldığı, Kürt ulusal varlığının ve Kürt ulusunun haklarının inkâr edildiği bir ülkede, ezilen ulustan yana tutum almak ve ezilen ulusun haklarını savunmak kuşkusuz olumlu bir tutumdur ve övgüye değerdir. Bu olumlu tutum, kendilerini ilerici “solcu” ya da “devrimci” olarak lanse edenleri de dâhil, Türk kökenli yazar, gazeteci ve aydınların, resmi ideolojinin öğretilileri olarak devletçi, “Misak-ı Milli”ci, şoven milliyetçi bir çizgide ısrarla yürüdükleri koşullarda daha da değerlidir.
Biz, Beşikçi’nin, ezilen ulus sorununa ilgi duyması, tüm baskı ve işkencelere karşın, Kürt ulusunun haklarını savunmasını olumlu bir tutum olarak değerlendiriyoruz. Ancak, Beşikçi’nin tutumunun, ona atfedildiği gibi, “bilim adamı” olma tutumuyla bağdaşmadığı, burjuva düşünce kapsamını aşmadığı, Kürt işçi ve emekçilerinin olduğu kadar, genelde işçi ve emekçi yığınların çıkarlarına uygun bir savunuyu içermediğini de biliyoruz.
İsmail Beşikçi, “bilim” adına, bilime tek yanlı yaklaşan, onu, sözde Kürt halkı yararına darlaştıran, olgu olarak yalnızca “Kürtler”i gören, olgu ve olayların, karşılıklı ilişkileri açısından ele alınması yerine, olgularla oynamayı “Bilim yöntemi”  olarak sunmaya çalışan bir “Bilim adamı”dır!
Beşikçi’nin toplumlara, çağımıza, toplumsal olaylara, sınıflara ait ideolojilere yaklaşımı bilimsel olmaktan uzaktır. O, tarihin, ezenle-ezilenin mücadelesi kapsamında değerlendirilmesine karşıdır. Bunu kitaplarında, kendisiyle yapılan röportajlarda açıkça ifade etmektedir. Marksizm-Leninizm ve Marksistler karşısında “bilim yöntemi” adına önyargılı olmaktan, önyargıyla hareket etmekten kaçınmamaktadır.
Beşikçi, sınıf olgusuna, sınıfların mücadelesine göre toplumsal gelişmelerin irdelenmesine, “gerçeği tam açıklayamadığı” iddiasıyla karşı çıkmaktadır. “Gerçek”in uluslara göre değiştiği iddiasındadır. Bir ulusa göre gerçek olanın, bir başka ulusa göre gerçek olmadığını, ulusların zıt çıkarlarını örnek göstererek açıklamaktadır. Beşikçi devlet olgusu ve kavramını sınıflara göre değil, uluslara göre ele almaktadır. Ona göre Türk devleti, Türk işçi ve emekçilerinin de devletidir! Enternasyonalizm kavramını, içeriği açısından çarpıtmaktadır. “Türk solu” kavramı, Beşikçi’nin “Bilim” adına kaleme aldığı tüm kitaplarında en fazla üzerinde durduğu bir kavramdır. “Türk solu” kavramı, öteden beri, Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunanlarca, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, faşist devlet ve emperyalizme, sermaye ve gericiliğe, tüm milliyetlerden tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı birliğini ve birlikte mücadelesini savunanlara karşı, onları Kürt halkından tecrit amacıyla kullanılıyor. Beşikçi, bunun ideologluğunu yapmaya çalışıyor, Beşikçi’nin, Kürtlere, Kürt işçi ve emekçilerine “Bilim adına” önerdiği “Kürt olmaları ve Kürt kalmaları”dır! Beşikçi, Kürt halkının “çürüdüğü” iddiasındadır vb. Beşikçi Kürdistan’daki mücadeleyi de yanlış değerlendiriyor.
Biz bu yazıda, bir makale çerçevesini bir hayli aşacağını bildiğimiz Beşikçi’nin olay ve olgulara onunla aynı tarzda ve onun yöntemiyle yaklaşan başkalarının da, bilim karşıtı yaklaşımlarının bazıları üzerinde kısaca duracağız. Bunun, halkımızın özgürlük ve sosyalizm mücadelesi açısından yararlı olacağını düşünüyoruz.
“Gerçek”in uluslara göre değişmesi, “Türk solu” kavramı ve enternasyonalizm
Bilimden söz ettiği her yerde Beşikçi, Kürt sözcüğünü de kullanıyor. Bilimsel yöntemin tek kıstası, Kürtlerin ezilmişlik durumunun dikkate alınması oluyor Beşikçi’de. Resmi ideoloji karşıtlığının önemine dikkat çeken Beşikçi, bilim yönteminden ayrılmamak ve bilimden taviz vermemek gerektiğini de belirtiyor.
Doğrudur, bilimden ve bilimsel yöntemden taviz verilmemelidir. Hangi bilimden söz ettiği ve hangi bilimsel yöntemi kullandığı sorularını bir yana bırakarak, Beşikçi’nin, tüm iddialı sözlerine karşın, sorunlara, olay ve olgulara, gelişmelere bilimsel yöntemle yaklaşmadığını vurgulayalım. Beşikçi kitaplarındaki görüşlerini, çeşitli röportajları kullanarak -örneğin Yeni Ülke ve Özgür Halk’taki röportajlar- yaygınlaştırmaya çalışırken, bazı önyargılı saplantıları, gerçek olarak göstermeye, özen gösteriyor.
Beşikçi, “tarihsel olaylara, her zaman sınıfsal açıdan bakmak çözümleyici olmuyor. Ulusların da bir bakış açısı var demektedir. (Özgür Halk Şubat 92) O, buna kanıt olarak, şunları gösteriyor: “Örneğin İran-lrak savasını, Araplar farklı değerlendiriyor, Farslar farklı değerlendiriyor. Türk-Yunan savası Türkler tarafından ve Yunanlılar tarafından çok farklı bir şekilde anlatılmaktadır… Lozan Türkler için yeniden doğuş demektir. Kürtler için öyle midir? Lozan Kürtler için bir işarettir, Lozan Kürtler için bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmasının adıdır; sömürgeleşmenin, köleleşmenin, kişiliksizleşmenin adıdır, Türk Marksistlerinin de Lozan’ı farklı bir şekilde değerlendirdikleri yoktur. Fakat bir Kürt devrimcisi bir Kürt Marksist’i Lozan’ı böyle değerlendiremez” (Özgür Halk Şubat 92)
İşte Beşikçi’nin tarihi açıklama yöntemi, adına “bilim yöntemi” dediği bakış açısı budur! O, tarihin “ulusların bakış açısına” göre değerlendirilmesinin, bilimsel yönteme “daha uygun” olacağı görüşündedir. Verdiği örnekler de bunu gösteriyor. Beşikçi’nin “bilim yöntemi” her şeyden önce, toplumların, ulusların sınıflardan meydana geldiği gerçeğinin üstünü örtüyor. “Ulusların bakış açısı” hangi sınıfın bakış açısını yansıtıyor? Bu sorunun yanıtını bilinçli olarak vermez Beşikçi. Çünkü bu soruya, bilime uygun bir cevap verildiğinde, kendi yönteminin, bilim karşıtlığı ortaya çıkacaktır.
Kuşkusuz, herkesin Marksist bakış açısına sahip olması, olay ve olguları diyalektik materyalist dünya görüşüne göre irdelemesi ve bunun sonucu olarak, kendine gerçekleştirmek üzere görevler belirlemesi beklenmez. Ama “bilim yöntemi’ni kullandığı iddia edilen ve öyle zannedilen bir yazarın, Marksist bakış açısını eleştiri temelinde, “sınıfsız zümresiz bir kitle” anlayışını, “doğru bir bakış açısı” olarak piyasaya sürmesi karşısında da sessiz kalınamaz.
Biz Marksist’iz, olay ve olguların karşılıklı ilişkileri içinde ve materyalist dünya görüşüne göre ele alınmasının bilimsel doğruluğuna inanıyoruz. Önyargılı iddiaların, dogmaların, tek yanlı değerlendirmelerin, “Bilimsel yaklaşım” olduğunu kabul edemeyiz. Birilerinin, bu anti-Marksist yaklaşımını, temel önemdeki bir devrim sorununu konu ederek, “bilimsel yaklaşım” olarak sunmasına karşı da suskun kalamayız.
Beşikçi “ulusların bakış açısı”nın hangi tarihi evrede ortaya çıktığına değinmediği gibi -sadece röportajlarda değil, kitaplarında da- uluslardan önceki toplumlar tarihinin hangi bakış açısına göre değerlendirilmesi gerektiğini de geçiştiriyor. Tarihsel olaylara, sınıfsal açıdan bakmanın neden “çözümleyici olmadığı”, Beşikçi’nin cevaplarında açık değildir. Beşikçi, toplumsal çelişkilerin var olduğu köleci, feodal ve kapitalist toplumların devrimci bakış açısıyla bir analizini yapmanın, tarihsel olayları, kişilere, kahramanlara veya tesadüflere göre veya “sınıfsız zümre”ye göre açıklamaya olanak tanımayacağını biliyor. Bu zahmetli, üstelik de kendi dogmalarını altüst edecek yönteme ve çabaya gerek görmüyor. Bilinçli olarak ondan uzak duruyor. O, senyör ve serfin, köle sahibi ve kölenin, proleter ve burjuvanın bakış açılarının farklı olacağı ve olmak zorunda olduğunu da inkârdan geliyor.
Bilim yöntemi şunu öngörür: Eğer, toplumlar, üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre farklı çıkarlara sahip katmanlara, sınıflara bölünmüşlerse, bu toplumsal konumlan tarafından belirlenen bakış açılarına sahip olurlar. Bir sınıfın bakış açısı ile ötekinin bakış açıları farklı olmak zorundadır, farklıdır. “Gerçek”e bakışları farklıdır. Bu, eğer toplumsal bir gerçekse ve toplumlar sınıflara bölünmüşlerse, o gerçeğe kendi sınıflarının konumundan bakıp öyle değerlendirmek zorundadırlar. Çünkü toplumsal sınıflar, uzlaşmaz karşıtlıklar içindedirler. Biri için kutsal ve dokunulmaz sayılan, öteki için yıkılmak üzere hedefe konandır.
“Ulusların bakış açısı” ulusların ortaya çıkmasıyla, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Ulusu meydana getiren sınıf ve katmanların “ortak” sayılabilecek çıkarları son derece sınırlıdır ve “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun hâkim sınıflarının, ulusun burjuvazisinin bakış açısına denk düşer. Tarihsel olaylara sınıfsal açıdan değil de “ulusal” açıdan yaklaşan her kişi, niyeti ne olursa olsun, gerçekte ve esas olarak burjuva sınıfa, ulusun mülk sahibi sınıfına hizmet eder. Söz konusu ulusun “ezilen”, ya da “sömürge” ulus olması, gerçeği ve durumu değiştirmez.
Beşikçi’nin, sınıfsal bakış açısının “geçersizliği”ni kanıtlamak için gösterdiği örnekler de, bilimsel düşünmediğini ortaya koyuyor. İran-Irak savaşının, Türk-Yunan savaşının, Lozan antlaşmasının, bu savaş ve antlaşmalara taraf olanlar tarafından farklı değerlendirilmesi ve “farklı anlatılması” doğaldır ve bu gerçeğin ne olduğunu değiştirmiyor. Gerçek, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi değil, olay ve olguların tüm bağlantılarıyla ve objektif olarak değerlendirilmesi temelinde görülüp açıklanabilir ve Marksistler tam da böyle yapıyorlar.
Bir kez, İran-Irak, Türk-Yunan savaşlarını çıkaranlar bu toplumların ezen ve egemen sınıflarıdır. Emperyalistlerin kışkırtması ve doğrudan katılmalarıyla bu savaşlar çıkmıştır. “Ulusal bakış açısı”yla soruna yaklaşıldığında tabi ki gerçek, bu taraflara göre değişmekte ve değişik biçimde “anlatılmaktadır.” Bu savaşların hangi koşullarda, hangi gelişmelerin sonucunda meydana geldiği, hangi kesim ve sınıflara nelere mal olduğu, işçi ve emekçiler açısından bu savaşların neyi ifade ettiği, “kendi” egemen sınıflarının, bu ülkelerdeki ezilen ve sömürülen sınıflarla ilişkilerinde ne tür değişikliklerin olduğu v.b. gerçeklerin bilimsel temelde ortaya konması, hangi milliyetten olursa olsun Marksist’e göre değişmez. Bir ulusun ezilen sınıfı için kötü olanın, diğer ulusun ezilen sınıfı için iyi olduğu düşüncesi Marksistlere ait değildir. Marksistler Lozan’ı yalnızca bir yönüyle, onun “Türkler” için ifade ettikleriyle değerlendirmiyorlar. İddialarının aksine, tek yanlı değerlendirmeyi yapan Beşikçi ve onun ideolojik yönlendirmesi doğrultusunda yol alanlardır. Beşikçi, birçok konuda bir burjuva bilim adamının objektivitesine bile sahip değildir.
Lozan, “Türkler için” değil, Türk egemen sınıfları için bir anlama sahiptir. Lozan, Kürt ulusunun ezilmişlik durumunun pekiştirilmesi ve resmileştirilmesi açısından Kürtler için de bir anlama sahiptir. Lozan’ı imzalayan Türk kurtuluş savaşı yöneticilerinin, Lozan’ı içte ve dışta kendi sınıf çıkarları açısından değerlendirdikleri doğrudur. Ne Lozan, ne de Türk kurtuluş savaşı, Kemalistler ve Türk işçi ve emekçileri açısından aynı anlamı taşımadıkları gibi, hiçbir Marksist, -sahte ve şoven milliyetçi “Marksist’lerden söz etmiyoruz- hiçbir gerçek Marksist, ister Türk, ister Kürt kökenden olsun, ona böyle bir anlam yüklememişlerdir. Beşikçi ve onun iddialarını tekrarlayanlarla, kendilerine ‘Kürt solu’ olarak adlandıranlar, Kemalistleri, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle” demagojileri nedeniyle eleştirirler. Ama çeşitli değerlendirmelerde, sorunları benzer tarzda ele almaktan da geri durmazlar.
Beşikçi, Lozan’ı, Kürtler açısından, “paylaşılmanın ve parçalanmanın” işareti sayarken gerçeğin bir yanına değiniyor. Ama o, örneğin bir Türk kurtuluş mücadelesi olgusunu bile kabul etmiyor. Kemalistlerin, güdük de olsa, bir anti-emperyalist potansiyel taşımadıkları ve emperyalist işgale karşı bir mücadelenin söz konusu olmadığı, aksine onların, İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak Kürdistan’ı bölüp parçaladıklarını söylüyor. Burada “bilim yöntemi” adına bilimsel bakış açısının bir kez daha ayaklar altına alınması söz konusudur. 1919’lar Türkiye’si gerçeği, Beşikçi’yi doğrulamamaktadır. Uzunca irdeleyecek değiliz. Ancak çok kısaca özetlemekte yarar var.
Birinci Dünya Savaşı, bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Osmanlı İmparatorluğu, paylaşım kavgasını yürüten “ihtilaf”-“ittifak” devletleri biçiminde bloklaşmış olan emperyalist ülkelerle, onların yönlendirmesinde savaşa taraf olan ülkelerden biri olarak Alman, İtalyan ve Avusturya-Macaristan saflarında savaşa katıldı ve yenilen taraf oldu. İngiliz-Fransız ittifakı yenen emperyalistler olarak, üzerinde Türk ve Kürtlerin yaşadığı toprakları işgal etmeye giriştiler ve Yunanlıları da bu işte kullanmaya çalıştılar. Kemalistlerin, işgale karşı çete savaşı yürüten “Anadolu” halkının anti-emperyalist mücadelesi üzerine oturduğu ve işgale karşı süren eylemin önderliğini ele geçirdikleri tarihsel bir gerçektir. Kemalistlerin sınıf karakterleri ve konumu bu tarihsel gerçeği değiştirmediği gibi, onların bu konumu, onları tutarlı anti-emperyalist de kılmıyor. Nitekim başta -Beşikçi’nin “bilim yöntemi” adına suçlamaya çalıştığı- Lenin ve Stalin olmak üzere Marksistler, Kemalistlerin tutarsız anti-emperyalistliğine dikkat çekmiş ve onların kurduğu devletin işçi ve köylülere karşı konumunu açıklıkla ortaya koymuşlardır.
Milli Türk Ticaret burjuvazisinin temsilcileri olarak değerlendirilen Kemalistlerin başına geçtikleri Türk burjuva devriminin, “bir toprak devrimi ihtimaline karşı”, “işçi ve köylülere karşı” geliştiği ve Kemalistlerin, daha işgale karşı mücadele sürecinde, güçlü ve kazanan taraf olan İngiliz ve Fransızlarla işbirliğine girişmekten geri durmadıklarını ortaya koymuşlardır. Kemalistlerin, daha TC’nin kuruluşu ilan edilmeden de, Kürtlere karşı bir girişim içinde oldukları ve savaş sürecinde Kürtlere yönelik saldırıları kısmen hafifletmelerine, kurtuluş savaşını “Kürt ve Türklerin savaşı” olarak değerlendirmelerine karşın savaş sonrasından başlayarak, Kürt halkına karşı soykırıma giriştikleri biliniyor ve Marksistler bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman görmezden gelmemişlerdir. Lozan’ın veya “Türk kurtuluş savaşı”nın Türk Marksistleri ve Kürt Marksistleri tarafından farklı değerlendirildiği ve farklı değerlendirilebileceği iddiası da gerçeğe dayanmıyor. Farklı milliyet kökeninden de gelseler, Marksistler, tarihsel olayları, diyalektik ve tarihsel materyalizme göre değerlendirirler. Çünkü Marksistler milliyetçi değil, enternasyonalisttir. “Gerçek” Türk kökenli Marksist’e göre neyse Kürt kökenli Marksist’e göre de odur. Kuşkusuz, Beşikçi gibi, olay ve olgulara sınıfsal temelde bakmayan ve anti-Marksist perspektife sahip biri için, gerçeği “Türklere” ve “Kürtlere” göre irdelemek fazla aykırı olmuyor. Beşikçi bir kez bile olsun sınıf sorunundan, Kürt işçi ve köylülerinin durumundan söz etmiyor. O, Türk kökenli unsuru, sınıf konumu ve savunduğu görüşlerden soyutlayarak ele alıyor, sömürgecilik ve zulümle birlikte anıyor. Onun mantığı çerçevesinde, “Kürt olan” her şey kutsal, “Türk olan” her şey lekelidir. Sınıf ve politika farkı gözetmeksizin, Türklerin sömürgeci ve şoven olduklarını söylüyor. Türk milliyetinden işçinin, köylünün, gencin, devrimci ve Marksist’in zulüm ve baskı altında bulunuşu işçi ve gençlik hareketinin durumu, büyük şehirlerde içice ve aynı sömürü çarkı içinde yaşayan değişik milliyet kökenli işçinin sorunları onu ilgilendirmiyor. Değerlendirmelerinde bunların yeri yok ve o, bütün bunlara karşın bilim yöntemi kullanan bilim adamı oluyor!
Biz Kürt Marksist-Leninistleri, Beşikçi’nin “anti-sınıfçı” düşünce ve yaklaşımlarının, halkımızın ve tüm milliyetlerden proletaryanın özgürlük ve sınıfsal kurtuluş mücadelesine hizmet etmekten uzak, dogmatik, tek yanlı ve anti-bilimsel olduğunu düşünüyoruz.
Beşikçi, gerçeğin uluslara göre değiştiğini söylerken, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliğinin “gerçeğe uygun olmayacağını” düşünmektedir. “Kürtlerin bakışı” ve “Türklerin bakışı” anlayışları, halkların ortak yanları, ortak çıkarları, ortak düşmanları kavramları üzerinde durmayı daha baştan “gereksiz” kılmaktadır. Çıkarları ve dünya görüşleri farklı sınıflardan meydana gelen ulusların tüm kesimlerinin aynı ölçüde ve aynı biçimde bir soruna bakmalarını gerektiren, ortak bir “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik görüşten söz etmek gerçeği yansıtmıyor. Toplumun sınıflara bölünmesinin ileri düzeyde yaşandığı günümüzde, burjuvazi ve toprak ağalarıyla işçi ve köylülerin ortak “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik tutumlarından söz etmenin neresi bilimsel düşünmektir? “Türklerin bakışı” Türk egemen sınıflarının bakışı değil midir? Egemen ideolojinin, egemen politikanın Türk işçi ve emekçisinin, hele de “Türk solu” gibi uyduruk ve aşağılama amaçlı bir tanımlamayla, egemen bakışın ortağı gösterilmek istenen devrimci ve Marksistlerin bakışı, politikası olduğu nasıl söylenebilir?
Beşikçi’nin ve PKK başta olmak üzere kendilerine Kürt solu diyenlerin, hiçbir ayrım yapma “inceliği” göstermeden, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, emperyalizme ve faşist diktatörlüğe karşı; ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini, halkların kardeşçe ve gönüllü birliğini, proletarya ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını hedefleyen bir çizgide birlikte mücadelesini, dayanışması ve birliğini savunanları “Türk solu” olarak nitelemeleri kasıtlı ve amaçlıdır. Bu tutum, politik bir çıkarcılığı içerdiği gibi, Marksist bakış açısının çarpıtılmasını da içermektedir. Politik bir çıkarcılığı, milliyetçi temelde içermektedir. “Türk solu” kavramıyla, tüm milliyetlerden proletaryanın tek örgütünü savunanların, Kürt sorunuyla, Kürt ulusunun haklarıyla, Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesiyle ilgileri olmadığı vurgulanmak istenmektedir. Bu gerçek dışı vurgulama, Kürt kökenli işçi ve gencin, Kürt emekçilerinin, asla bir ulusa mensup olmayan ve kendilerini öyle de tanımlamayan, içlerinde, Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli devrimci ve Marksistlerin bir araya geldiği, özgürlük ve sosyalizmi hedefleyen devrimci komünist partiye önyargılı bir mesafede durmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Bir Marksist’in, bir milliyetten gelse bile, asla, yalnızca kendi milliyetinden işçi ve emekçilerin çıkarları ve kurtuluşuyla ilgilenmekle yetinmediği ve yetinmeyeceği, onun, enternasyonal bir sınıf olan proletaryanın devrimci dünya görüşü açısından sorunlara yaklaşarak, baskı ve eşitsizliğin her türüne karşı mücadele edeceği gerçeğinin, görülüp, kavranması istenmemektedir.
“Türk solu” yakıştırması, bir ayrımcılığı ifade etmektedir. İki halkın ve tüm milliyetlerden proletaryanın yaşamın her alanında içice olduğu, ulusal ayrımcılıktan kaynaklanan ulusal baskı ve zulmün uygulayıcıları olan gerici egemen sınıflar tarafından sömürü, baskı ve zulme tabi tutulduğu, üretim sürecinde, üretim birimlerinde ve sendikal örgütlerde birlikte yer aldığı koşullarda, devrimci güçlerini tek bir merkez altında toplamalarını ve düşmana öldürücü darbeyi vurmalarını savunmak ve bunun çabasına girişmek, “Türk solu” demagojisine başvuranlara göre; kaderini tayin hakkının tanınmasının reddi oluyor! Onlardan bazıları, proletaryanın tek örgütünün ve iki halkın ortak mücadelesinin savunulmasını “Kemalizm’den etkilenme” ve “sömürgeciliğin savunulması” olarak değerlendirebilecek kadar önyargılıdırlar. Newroz dergisi yazarları gibileri, mantıklarını doğal sonucuna vardırarak, Kürt unsurun, her alanda “Türk’ten ayrılması”nı zorunlu gördüklerini açıklıyorlar.
İki ulustan işçi ve emekçiler arasında güvensizlik yaratmanın aracı olarak bu kavram kullanılmaktadır. Kuşkusuz, kendilerini “Türk solu” olarak adlandıran, eyleminin muhtevası da böyle olan örgütler de vardır. Ancak bu örgütleri Marksist saymak olanaklı değildir. Onlar, Kürt ulusal devrimci hareketinin kaydettiği gelişme ve Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin aldığı boyutlar karşısında, “Türk” köşesine çekilmeyi kabullenmiş, düşünceleri ve eylemlerinin niteliğiyle küçük-burjuva olan örgütlerdir.
Aynı anlayışın sonucu olarak İsmail Beşikçi, İstanbul, İzmir, Adana, Zonguldak gibi işçi merkezlerinde meydana gelen işçi eylemlerini “Türk işçi sınıfının eylemi” olarak değerlendiriyor. “Türk işçi hareketinin Kürt sorunu karşısında olumlu bir tutum almadığını, fakat Kürtlerin Türk işçi hareketine karşı her zaman olumlu bir tutum aldığını söylüyor Beşikçi ve buna örnek olarak Zonguldak grevini veriyor. Şöyle yazıyor:
“Kürtlerin, Türk işçi hareketine karşı tavrı her zaman olumlu olmuştur. Türk işçileri, herhangi bir yerde greve gittikleri zaman veya buna benzer eylemler sırasında, Kürt devrimcileri her zaman, Türk işçi sınıfıyla dayanışma duygularım açıklamıştır. Fakat Türk işçi hareketi, Kürt sorunu karşısında en ufak olumlu bir görüş açıklamamıştır.”
Beşikçi, Türkiye’nin işçi merkezlerindeki işçileri “Türk işçisi” saymakla çok sayıdaki yanlışlarından bir diğerini ortaya getiriyor. Buralarda çalışan işçilerin, Kürt, Türk çeşitli milliyet kökenli olduklarını görmek için devrimci, ya da Marksist olmaya gerek yok. Bu objektif bir olgudur. Beşikçi’nin Kürt kökenli işçileri, Türk saymasının nedenini daha önce görmüştük. O, bu işçileri, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almadıkları için Kürt olmaktan çıkarıyor. Ama bunun neresi bilimsel yaklaşım? Sübjektif durum ve tutumların, objektif (nesnel) durumları geçersiz kıldığı nerede görülmüştür?
Beşikçi, “Türk işçi hareketi” dediği, işçi hareketinin bugün hangi ideolojik-siyasal çerçevede hareket ettiğini kasıtlı olarak dikkate almıyor ve onu sınıf bilinçli işçinin tutumu gibi gösterip eleştiriyor. “Türk” değil, ama Türkiye işçi sınıfının Kürdistan’da süre-giden imha ve asimilasyon politikası karşısında, sınıf bilinçli işçinin tutumuyla hareket etmediği ve işçi hareketinin önemli zaaflar taşıdığı bir gerçektir. Kürt kökenli işçilerin de ulusal özgürlük mücadelesinin içinde yeterince yer almadığı, öncü sınıf konumuna uygun bir tutum sergilemediği açıktır. Ama buradan hareketle, işçileri suçlamak, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü oynayacağından kuşku duymak, toplumlar gerçeğini, tarihsel materyalizmi ve sınıf mücadeleleri tarihini kavramamaktır.
İşçi sınıfının -milliyet kökeni önemli değil- tarihsel devrimci rolünü oynaması, kuşkusuz sınıf bilincine sahip olmasını gerektirir. İşçiler, kendiliğinden ve burjuvazinin ideolojik, politik, ekonomik, askeri, kültürel, ahlaki kuşatması altında “kendileri için sınıf” konumuna gelemezler. Marksist partinin rolü burada ortaya çıkar. Sınıf bilinci, sınıfa dışardan, ekonomik mücadele alanının dışından ve burjuva kuşatma yarılarak verilir.
Bugün Kürt, ya da Türk olsun, eğer işçiler, henüz, kendi gerçek sınıf çıkarları doğrultusunda, baskı ve zulmün her türüne karşı ayağa kalkmıyor ve örneğin ulusal sorun karşısında yeterli devrimci bir tutum sergilemiyorlarsa, bu, onların, henüz esas olarak, burjuva ideolojik-politik etki alanında bulunduklarını gösteriyor. Ama bir devrimci, ya da Marksist bu duruma bakarak karamsarlığa kapılmaz. Üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışır.
Kaldı ki, eğer, tüm çabalarına karşın Türkiye gericiliği, henüz bir Türk-Kürt çatışmasını becerememişse, bunda tüm milliyetlerden işçilerin, günlük yaşamdaki birlikteliğinin ve sınıf içgüdülerinin, bu kapsamda sahip oldukları olumlu özelliklerin payı büyüktür. “Türk” ve “Kürt” arasında hiçbir ortak yan görmeyen Beşikçi için, bunun pek bir anlam ifade etmediğini biliyoruz.
Beşikçi, olay ve olgularla, keyfinin istediği gibi oynuyor ve buna da “bilim yöntemi” diyor. Kürt devrimcilerinin tutumunu olumlu yönde izah ediyor, fakat Türk kökenli Marksist ve devrimcilerin, tutumuna ilişkin olarak objektif davranmıyor, onların ulusların kaderlerini tayin haklarını, somutta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını, ayrı devlet kurma hakkı da dahil savunduklarını, bunun pratik mücadelesi içinde olduklarını, bu yüzden “bölücülük” suçlamalarıyla diktatörlük tarafından işkence ve zulme tabi tutulduklarını, kurşunlanıp tutuklandıklarını görmezden geliyor, bunun üstünü örtüyor. O, işçilerin, burjuvazinin ideolojik-siyasal etkisi altında oldukları koşullarda, komünistleri de grev alanlarından kovdukları gerçeğini görmezden gelerek, bilinçli bir çarpıtmaya girişiyor ve güvensizlik yaratma amacıyla, Türk işçilerinin “Kürtlere karşı oldukları” temasını işliyor. Faşist Şevket Yılmaz’ı, Şemsi Denizer gibi düzen ve devlet savunucularını “Türk işçi sınıfı”nın temsilcileri sayıp, onların tutumunu sınıfa, dahası devrimcilere ve Marksistlere mal etmeye yelteniyor.
“Bilim adamı” Beşikçi, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu geri bilinç ve örgütlenme düzeyinden hareketle, işçi sınıfına duyduğu güvensizliği, -o hem Kürt, hem Türk işçilerine güvenmiyor- açıkça ifade ediyor ve şunları yazıyor: “Kürdistan’ın ve Türkiye’nin koşullarım kavramaktan böylesine uzak olan bir işçi sınıfının, kendi sorunlarını çözmesi, ücretlerini yükseltmesi, kendini kurtarması söz konusu olabilir, fakat başka insanların kurtuluşuna öncülük etmesi, hele hele Kürtlerin kurtuluşuna öncülük etmesi mümkün değildir.”
Beşikçi ortada güvenilecek, dayanışma içine girilecek kimse bırakmıyor. Esasen, Beşikçi’nin mantığıyla hareket edildiğinde, işçi sınıfının kendini kurtarması da söz konusu olamaz. Beşikçi, Kürtlere, kendileri dışında, daha doğrusu Kürt köylülüğü ve esnafları dışında hiç kimseye güvenmemelerini salık veriyor. O, devrimcilere, Marksist-Leninistlere de oynayacakları bir rol, yerine getirecekleri bir görev bırakmıyor. Çünkü o, bilimi katletmeye çalışan inançsız bir “bilim adamı”dır! Onun mantığında her şey bugünle, şu an varolan ve görülenle, bugünkü örgüt ve bilinç düzeyiyle sınırlıdır, bundan ibarettir, gelecek ve değişim söz konusu olamaz. “Kendiliğinden sınıf”, “kendisi için sınıf haline gelemez.
Beşikçi ve onunla aynı bakış açısına sahip olanlar “Türk solu” olarak adlandırdıkları örgütleri de, aralarındaki ciddi farklılıkları gizleme temelinde, kolaycı bir anlayışla ve bir kalem darbesiyle aynı kaba doldurup, hepsine şoven ve Kemalist damgası yapıştırmaktadırlar. Onlar için Kemalist gericiliğin Kürt katliamlarını açıkça alkışlayan Şefik Hüsnü oportünizmiyle, İ. Bilen’lerin TKP’siyle, Kürtlerin ulusal özgürlüğü için mücadele eden devrimci Marksistler arasında hiçbir fark yoktur, ya da bu farkın, belirtilmesi gibi “ufak bir ayrıntı” ile uğraşmaya gönülleri razı olmamaktadır. “Türk solu” olarak suçlanan devrimci örgütlerin, izledikleri çizginin tutarsızlığını ve şoven etkilenmeler içermesini eleştirmek başkadır, onları bir “ulusa ait” olmakla suçlamak başkadır ve bu ikincisi kasıtlı yapılmaktadır. Aynı tutum, devrimci Marksizm’in Türkiye ve Türkiye
Kürdistan’ı topraklarındaki bayraktarlığını yapan ve proletaryanın devrimci enternasyonal konum ve düşüncesine uygun olarak içinde Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli Marksistlerin bir araya geldiği devrimci komünist partiye karşı da takınılmaktadır. Birleşimiyle, hedef ve amaçlarıyla, uğruna mücadele ettiği ilkeleriyle, bir tek ulusun değil, tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını savunan ve bunun için mücadele eden bir siyasal örgütü, “Türklere ait” göstermek, yalnızca bilim karşıtı, yalnızca “ulusalcı” bir tutum değil, aynı zamanda kasıtlı ve bilinçli bir tutumdur.
Kürt işçi ve emekçileri tarihsel olaylara “etnik açıdan” mı bakmalıdırlar? ya da bu yeterli mi?
İsmail Beşikçi, kitaplarında, “Kürtlerde eksik olanın” sınıfsal bilinç değil, ulusal bilinç olduğunu vurgular ve “o halde Kürtler tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar” der. Bununla da yetinmez; Türk şovenlerinin, sözde Marksist, şoven Türk solcularının tutumunu, Marksist-Leninistlere mal ederek “Zaten Türkler de öyle yapıyor, Türk Marksistleri de. Türk Marksistleri zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ diyorlar.” diye devam eder. Şefik Hüsnü’yü örnek vererek, onun Türk Marksistleri tarafından “önder olarak değerlendirilebileceğini”, ancak, Kürtlerin bunu yapamayacaklarını, çünkü Ş. Hüsnü’nün Kürt düşmanı olduğunu söyler.
Beşikçi, bir taşla birkaç kuş vurmayı becermek istiyor, ancak bunu başarması mümkün değil. O, Marksist-Leninistlerin milliyet kökenlerine göre gerçeklerin, toplumsal olgu ve olayların ve bu olaylar karşısında kişi, parti ve grupların aldığı ve alacağı tutumların farklı olabileceği, yorumlanabileceği ve tümünün de kendi açısından doğru olabileceği iddiasındadır. Yani, bir Türk Marksist’ine göre gerçek bir biçimde iken, Kürt Marksistlerine göre bir başka biçimde olabilir! Birine göre gerici, düşman olan, ötekine göre, ilerici, yurtsever, hatta Marksist olabilir. Beşikçi’nin yaklaşımı ve mantığı böyle.
Bu “Bilim yöntemi” adına gerçek olanın bir-kez daha çarpıtılması, bilimsel bakış açısının iğdiş edilmesidir. Bir Marksist, hangi milliyetten gelirse gelsin, toplumsal olayları ve bu olaylar karşısında kişilerin durumunu, ezen ve ezilen sınıflar ilişkisi kapsamında, ezen ve ezilen ulus ilişkilerini dikkate alarak değerlendirir. Bu değerlendirme, şu milliyet kökenli Marksist’e göre böyle, bu milliyet kökenli Marksist’e göre şöyle olamaz. Marksist bakış açısı, sınıf bakış açısıdır, olayları işçi sınıfının ve ezilen yığınların sınıfsal kurtuluşları açısından değerlendirir. Hangi milliyet kökenli olursa olsun bir Marksist, uluslar arasındaki ilişkileri, ulusal çatışmaları ezen-ezilen ilişkisi kapsamında, haklı, ya da haksız savaşlar kapsamında değerlendirir ve ona göre tutum belirler. Kürt ulusunun, ulusal kölelik karşısında geliştirdiği mücadele, Türk olsun, Kürt olsun Marksistler için haklı ve desteklenmesi gereken bir mücadeledir. Eğer bir Türk Marksist’i, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin “kendi” ulusunun burjuva egemen sınıflarına zarar vereceğini düşünerek, buna karşı tutum alıyorsa, o artık bir Marksist değil, sosyal-şoven bir gericidir. Böylelerinin kendilerine Marksist demesi bir anlam ifade etmez. Onların maskeleri indirilmelidir. Beşikçi gibi, “bir kişi ben Marksist’im diyorsa onu öyle kabul edeceksin” demek olmaz. Gerçekten Marksist olup olmadığına bakmak gerekir.
Ş. Hüsnü’yü de böyle değerlendirmek gerekir. Ş. Hüsnü’yü “Marksist” ve önder kabul eden sosyal-şoven Türk solcuları vardır. Ancak, onu Marksist bakış açısıyla eleştiren, onu Kemalist işbirlikçisi burjuva sosyal-şoven olarak değerlendiren, onun Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumunu burjuva sınıf işbirlikçiliği olarak mahkûm eden gerçek Türk ve Kürt Marksistleri de vardır. Beşikçi, bile bile, bu gerçeği görmezden geliyor. Amacı Kürt halkının Türk Marksistlerine güvenmesini ve uyanış içindeki Kürt gençlerinin Marksizm’e sarılmalarını engellemektir.
Beşikçi, Türk Marksistlerinin sorunlara “etnik açıdan” baktıklarını ve “zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ dedikleri”ni söylerken de gerçeği ifade etmiyor, dahası, burjuva-liberal ve sözde solcu bazı Türk aydınlarını “Marksist olmak”la payelendirerek, onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri mahkûm etme ucuz tutumunu benimsiyor.
Marksist-Leninistlerin, ister Türk, ister Kürt kökenli olsunlar “mevzuat” sınırlarını tanıma diye bir sorunlarının olmadığını, “mevzuatları” ve yasakları, işkence, baskı ve zulmü göğüsleyerek ve göze alarak çiğnediklerini dünya-âlem biliyor. Beşikçi doğru konuşmuyor, gerçeğe gözlerini kapatarak, peşin suçlamalarda bulunuyor. Beşikçi “bilim adamı” dürüstlüğüyle olaylara yaklaşmıyor. Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme karşı bir mevziiye yerleşerek, Marksist-Leninistleri suçluyor.
“O halde Kürtler, tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar. Zaten Türkler de böyle yapıyor, Türk Marksistleri de” diye yazabilmek için kişinin burjuva bakış açısıyla olayları irdelemesi gerekir ki Beşikçi de bunu yapıyor. Etnik gruplar açısından olaylara bakanların, salt bu bakış açısıyla toplumsal olayları değerlendirenlerin, burjuva milliyetçi çizgiyi aşamadıkları ve aşamayacakları açıktır. Bunun için bir yetenek kazanmaya da gerek yoktur. Ezen-ezilen ulus ilişkisi içinde gelişen olaylar, ulusal baskı ve zulüm, dil ve kültür yasağı, ezilen ulusun emekçi yığınlarında, zaten ulusal duygu ve düşüncelerin uyanması ve gelişmesine ve onların bu doğrultuda ulusal baskıya karşı harekete geçmesine yol açar. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bugün Kürt halkını zulme karşı direnmeye yönelten esas etken de, sorunlara “etnik gruplar açısından bakma yeteneği kazanan” gerillaların eylemi değil, bu olgudur. Toplumsal-ulusal ilişki alanındaki eşitsizlik, adaletsizlik ve zora dayalı birliktir, bunun zorbalıkla ayakta tutulmak istenmesidir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt halkının ulusal kölelikten kurtulması için mücadele etmeli, bu mücadelenin esas olarak kendi sorunu olduğunu bilmelidirler. Faşist, zora dayalı bugünkü devlet birliğinin Kürt ulusunun iradesine aykırı olarak sağlandığı, bunun yıkılmaya mahkûm olduğu, Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirlemesi hakkını şu ya da bu biçimde kullanması karşısında, egemen sınıfların başvuracağı her tür baskıya karşı kararlılıkla mücadele edilmesi gerektiği, gerici, zora dayalı, devlet birliğinin yıkılarak yerine halkların özgür, eşit ve gönüllü birliğine dayalı demokratik devletinin kurulması gerektiği vb. Türk, Kürt, tüm Marksistlerin savunduğu ve savunmaya devam edeceği düşüncelerdir. Ama bu, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi sorunlara etnik gruplar açısından bakarak değil, sınıf bakış açısından bakarak ancak mümkün olabilmektedir. Yani Kürt işçi ve emekçileri için en fazla gerekli olan, olaylara, sınıfsal bakış açısıyla bakmayı öğrenmeleridir. Eğer, egemen sınıfların gerici, sömürücü diktatörlükleri altında ezilme durumlarının sürüp gitmesini istemiyorlarsa, ulusal bilinçle yetinmemeli, sınıfsal bilince ulaşmalı, sınıf bilincini edinmelidirler. Beşikçi gibileri Kürt işçi ve emekçilerine, sınıf bilincinin, sınıf bakış açısının önemsiz olduğunu söylerken, onlara’ kötülük etmekte, burjuvazi ve toprak ağalarının değirmenine su taşımaktadırlar. Türk burjuva aydınlarının, sözde Marksist Türk solcularının, anti-Marksist ve halk düşmanı tutum ve davranışlarını gerekçe göstermek ise, insanı burjuva kulvarda, sosyalizme karşı koşmaktan alıkoymuyor.
Burada, Beşikçi de dahil olmak üzere, birçok çevre, özellikle de, kendilerine “Kürt solu” diyenler tarafından çarpıtılıp bulanıklaştırılan bir diğer kavram, Enternasyonalizm kavramı üzerinde de kısaca durmak gerekiyor.
Sorunların sınıf mücadeleleri temelinde irdelenmesi ve proletaryanın enternasyonalizminden söz edilmesi Beşikçi’yi ve öteki “ulusalcı enternasyonalist”Ieri rahatsız etmektedir. Beşikçi “ulusal bilince ulaşmamış” Kürtlerin, “Kürtlerin birliği için çalışmadan”, “Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma içinde olamayacağını düşünmektedir. O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin, ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslardan işçi ve emekçilerle enternasyonal bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemeleri gerektiğini vaaz ediyor.
Enternasyonalizm toplumsal gelişme sürecinin belli bir evresinde, sorunların ulusal sınırların ötesine taşarak uluslararasılaştığı bir dönemde, bu dönemin ve uluslararasılaşmanın üzerinde yükselen bir kavramdır. Uluslararası alanda birlik ve dayanışmayı ifade eden, ulusal değil, sınıfsal planda kullanılan bir kavramdır.
Kapitalizm, gelişme sürecinde, burjuvazi-proletarya karşıtlığını genişletip olgunlaştırırken, aynı zamanda, tekelci evreyle birlikte (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) sermayenin “ulusal” sınırları yıkarak ya da aşarak, uluslararası pazara açılmasına, tek tek ülke ekonomilerinin, emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline gelmesine, henüz kapitalist gelişmenin olmadığı ya da cılız olarak var olduğu, geri, sömürge ve bağımlı halkların emperyalist sisteme eklenmesine yol açtı. Kapitalizmin bu uluslararası özelliği, onun ezen ve ezilen sınıflarının, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olmasını da belirleyen bir özelliktir. Ekonomik-toplumsal sistem olarak gelişmesinin son sınırına ulaşmış kapitalizm olan emperyalizm, bütün ülkelerden ve tüm uluslardan burjuvaziyi, uluslararası burjuvazinin yerel kolları olarak örgütler ve onun enternasyonalizmini yaratırken, sömürülen ve kapitalizmin ürünü olarak doğup büyüyen proletaryayı da, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” uluslararası bir sınıf haline getirir. Kapitalizm hem burjuvazinin ve hem de proletaryanın enternasyonal birliğini doğurup büyüten bir toplumsal sistemdir.
O halde enternasyonalizmi sınıfsal temelde ele almak zorunludur. Enternasyonalizm gerçekte ulusların değil, sınıfların dayanışması ve birliğini ifade eder. Beşikçi Kürt toplumunu, kendine özgü “bilim yöntemi”yle burjuvazisi, aydını ve işçi sınıfı olmayan, çelişkisiz bir bütün olarak gösterip, ezilen ulus konumunda kaldığı sürece “Kürtlerin, Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma ve birlik içinde olamayacaklarını ne kadar iddia ederse etsin ve yine, enternasyonalizm kavramının çarpıtılmasına yönelik çabalara karşın, enternasyonalizmin günümüzde ifade ettiği gerçek yukarıdaki gibidir. (1)
Uluslararası -enternasyonal- bir sınıf olan proletaryanın ideolojisinin ve sınıfsal kurtuluşunun savunucuları olan Marksistler de işte bu yüzden enternasyonalisttirler. Kürt ya da Türk milliyet kökenli oluşları Marksistlerin enternasyonalist bir tutum ve politikaya sahip olmalarının önünde engel değildir. Marksistler ve proletarya, uluslararası proletarya ordusunun, şu ya da bu ülkedeki kolu olarak en başta kendi ülkelerinde olmak üzere, devrimin gerçekleşmesi ve ulus ve ülke ayrımından bağımsız olarak tüm emekçi sınıfların ve tüm insanlığın tam kurtuluşu için mücadele ederler. Proletarya ve Marksist-Leninistler, bu mücadelelerinde üzerinde yaşadıkları dünya ve ülkenin durumunu, çeşitli sınıfların durumu ve ilişkilerini, uluslararası ilişkileri dikkate alırlar. Proleter enternasyonalizmi, burjuva baskı ve zulmün her türüne, proletaryanın ve ulusların köleliğine karşıdır. Proleter enternasyonalizmini savunmanın, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin en tam dayanışması ve birliği için çaba göstermenin “Türk solculuğu” olduğu suçlaması, temel perspektifleri “Kürt olmak ve Kürt kalmak”la sınırlı olanların, olayları ve toplumları esasta ezilen ulus burjuvazisinin penceresinden irdelemeye kalkışmalarından kaynaklanmaktadır.

(1) M. Can Yüce, Yeni Ülke gazetesinde, “milliyetçilik ve enternasyonalizm” baslıktı yazısında, Kürdistan’da “burjuva milliyetçiliği’nin, boy verme, gelişme koşullarının olmadığını iddia ediyor ve enternasyonalizmle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Ülkemizde enternasyonalizm, yurtseverlikten, ulusal kimlik mücadelesinden, ulusal duygu ve ulusal gururu dolu dolu yaşamaktan, ulusal kurtuluşu gerçekleştirmekten geçer. Bunun dışındaki ‘enternasyonalizm’ yaklaşımları içi boş, anlamsız olmaktan öteye inkârcılıktan başka bir şey değildir.”
Enternasyonalizmi bu biçimde tanımlamanın bir eksikliği, dahası proleter enternasyonalizmi tanımlamasının çarpıtılmasını içerdiği açıktır. Kuşkusuz» enternasyonalist olmakla, ezilen ulusun özgürlüğü için mücadele etmek birbirinin alternatifi olarak ele alınmamalıdır. Enternasyonalizm, kendi ülkesinde, proletarya ve halkın devrimci kurtuluşunu sağlamak için mücadele etmek olduğu kadar, bu mücadeleyi proletaryanın uluslararası devrimci eylemine bağlamak, ona bağlı olarak ele almaktır da. Enternasyonalizmi, Kürt ulusunun “ulusal kimliği için mücadeleyle, “ulusal gururu dolu dolu yaşama’yla, ulusal kurtuluş için mücadeleyle sınırlamak onu darlaştırıp, ulusallaştırmaktır. Bir proleter ya da devrimci, Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele etmeden enternasyonalist sıfatını hak edemeyeceği gibi, bu mücadeleyi proletarya ve emekçilerin devrimci kurtuluş mücadelesine ve proletaryanın uluslararası eylemine bağlamayan bir kişi de milliyetçilik sınırını aşamaz. Küçük-burjuva milliyetçiliği, enternasyonalizmi ulusların eşitliğiyle sınırlar. Oysa proleter enternasyonalizmi öncelikle, herhangi bir ülkedeki proletarya mücadelesinin uluslararası proletaryanın devrimci çıkarlarına bağlanması, ona bağlı olarak ele alınması gerekir. Sorun budur.

Nisan 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑