Emperyalizm ve gericiliğin planı: ışid ile mücadele, nusra ile müdahale!

Y. Yılmaz Karataş

IŞİD’in bu yılın Mayıs ayında önce Irak’ta Sünni nüfusun ağırlıkta olduğu El Anbar vilayetinin en önemli kenti Ramadi’yi ve ardından da Suriye’de Antik Palmira kentinin bulunduğu Tedmuru ele geçirmesi, ABDnin Eylül 2014te Obama tarafından açıklanan ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’nin iflas ettiği tartışmasını beraberin- de getirdi. Gerçekten de, ABD’nin IŞİD’e karşı açıkladığı stratejinin üzerinden 9-10 ay geçme- sine rağmen, IŞİD, Irak ve Suriye’nin önemli bir kısmını elinde tutmaya devam ediyor. ABD stratejisinin başarısızlığı, Suriye’de bir dönem geri plana düşen Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcı çeteler üzerinden yeni arayışlara yönelmesinin de önünü açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan’ın yeni kralı Selman ile Şubat sonunda yaptığı görüşmede iki ülkenin Suriye’de daha etkin bir rol üstlenmesi ve iş- birliği yapması konusunda anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın ardından, Nisan ayında Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın desteklediği ve başını El Nusra ile Ahrar’uş Şam’ın çektiği cihatçı örgütler birleşerek, Fetih Ordusu’nu kurdular. Fetih Ordusu, kuzeyden Türkiye ve güneyden S. Arabistan’dan aldığı destekle İdlib kentini rejim güçlerinin elinden alarak, önümüzdeki süreçte bölgesel denklemde daha etkili bir güç olarak yer alacağını gösterdi. Denklemin diğer önemli güçlerinden PYD/YPG, Kobanê’den sonra stratejik bir önem taşıyan Tel Abyad’ı da IŞİD’den temizleyerek, Rojava kantonlarının güvenliği bakımından önemli bir başarıya imza attı. Suriye rejimi, İdlib, Tedmur gibi kentleri kaybetmesine rağmen, Lübnan Hizbullah’ının ve İran’ın askeri ve Rusya’nın siyasi desteği sayesinde gücünü korumaya devam ediyor.

Yapılan hamlelere ve bağlı olarak ortaya çıkan dengelere bakıldığında, Suriye’de dördüncü yılını dolduran ve IŞİD’in güçlenmesinden sonra Irak’a da sıçrayan savaşta mevcut denklemin nasıl çözüleceğinin belirsizliğini koruduğu söylenebilir. Ancak bu belirsizlik, bölgede bizi sıcak bir yazın beklediği gerçeğini değiştirmiyor.

Şimdi bölgesel denkleme ve bu denklemden çıkabilecek olası sonuçlara daha yakından bak- maya başlayabiliriz.

IRAK: ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİNİN AÇMAZLARI

El Kaide’nin Irak kolu, Irak İslam Devleti (IİD) 2004’te Ebu Bekir el Bağdadi öncülüğünde kuruluşunu ilan etmiş ve 2011de Türkiye, Katar ve

S. Arabistan’ın başını çektiği Suriye’ye müdaha- le girişimlerinden sonra, Suriye’de el Nusra adı altında rejime karşı savaşan güçlere katılmıştı. El Nusra, dünyanın dört bir tarafından gelen radikal İslamcı-cihatçı militanların katılımıyla, kısa sürede binlerce militanı olan bir örgüt haline gelmişti. El Nusra’nın lideri Ebu Muhammed el- Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören Bağdadi, Nisan 2013te, El Nusra ve İDin IrakŞam İslam Devleti (IŞİD) adı altında birleştirildiğini duyurdu. Colani ve el Kaide’nin lideri Aymen el- Zevahiri bu birleşmeye karşı çıksa da, IŞİD, kısa sürede diğer radikal İslamcı güçleri etkisizleştirerek, Suriye’de kendine önemli bir hakimiyet alanı oluşturdu. Suriye petrollerinin denetimini eline alarak, Rakka’da İslam emirliği kurdu.

Aynı dönemde Irak’ta Şii Maliki Hükümeti ile Sünni aşiretler arasındaki gerilimin tırmanması, Sünni El Anbar vilayetinde IŞİD’in etkinlik kazanmasına zemin sağladı ve IŞİD, 2014 başlarında, El Anbar vilayetine bağlı Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi bir süre ele geçirdi. Bu dönem boyunca, ABD, IŞİD’in hem Suriye’de, hem de Irak’ta güç kazanmasına seyirci kaldı. Ancak IŞİD’in bütün dünyada ses getiren hamlesi, Haziran ayında Musul’u ele geçirmesi oldu. IŞİD’in Musul’u çatışmadan ele geçirmesi, Irak’ta Sünniler içinde ne kadar etkin bir güç haline geldiğini de gösteriyordu. İşte, ABD’nin IŞİD’e karşı harekete geçmesi de, ancak Musul ve Şengal saldırısından sonra Kürdistan Federe Yönetimi için ciddi bir tehdit haline gelmesinden sonra oldu. ABD Başkanı Obama, IŞİD ile mücadele stratejisini Eylül 2014te ıkladı. Bu strateji, ABDnin IŞİD’in egemenlik sahasını genişletmesine neden bu kadar süre seyirci kaldığını ve IŞİD üzerinden hangi adımları atmak istediğini gösteriyordu.

ABD, Irak’ta 2003 müdahalesi sonrası kurduğu düzenin yıkılmasını ve Irak’ın Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasında 3’e bölünmesini istemiyordu ki, bu bölünme Irak’ın büyük bir

bölümünün (Irak Şiilerinin) İran’ın ve dolayısıyla Rusya’nın denetimi altına girmesi anlamına geliyor. Bu nedenle öncelikle IŞİD tehdidi üzerinden Irak’ta sürekli gerilim halinde olan Şii ve Sünni Araplar ile Kürtleri yeniden birleştirmeye yönelik adımlar atıldı. Bu gerilimin tarafları olarak öne çıkan Başbakan Maliki ve Sünni Meclis Başkanı Nuceyfi’nin yerine daha ‘ılımlı’ isimler (başbakanlığa Şii Haydar el İbadi ve Meclis Başkanlığına Sünni Selim el Cuburi) getirildi ve Barzani uzun bir süreden beri bağımsızlık talebini gündemde tutmasına rağmen Kürt yönetimi de bu birlik içinde yer almaya ikna edildi. Ardından bölgedeki savaşın mezhepsel bir görünüm kazanması nedeniyle ABD’nin kendi politikasına bağlamakta zorlandığı müttefikleri –S. Arabistan, Katar, Ürdün, BAE gibi Sünni rejimler– IŞİD’le mücadele koalisyonunun içine alınarak kısmen denetim altına alındı. ABD, bu dönem boyunca, IŞİD’in Suriye’deki güçlerine karşı müdahale konusun- da isteksiz kaldı. Hatta IŞİD, Rojava kantonlarından Kobanê’ye ağır silahlarla saldırdığında bile, durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinilmişti. Ancak ABD, IŞİD barbarlığına karşı Kobanê direnişinin bütün dünyada yankı yaratıp destek bulmasından sonra artık stratejisi tartışılmaya başlandığı için IŞİD’i havadan bombalamaya başladı. Üstelik Kobanê’de YPG’ye verilen destek ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesi sürecinde bölge halkları nezdinde katliam ve işkencelerle edindiği kötü imajını düzeltme olanağını da sağlıyordu.

Obama’nın açıkladığı IŞİD ile mücadele stratejisi 4 aşamalı bir stratejiydi. Birinci aşamada koalisyonun hava saldırıları ile IŞİD zayıflatılacak, ikinci aşamada yerel güçlerin karadan müdahalesi gerçekleştirilerek IŞİD temizlenecek, üçüncü aşamada IŞİD’in mali kaynakları yok edilecek ve son aşamada ise zarar gören bölgelere insani yardım ulaştırılacaktı. Ancak bu strateji Irak’ta bir türlü işlemedi. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Birinci olarak, ABD’nin tüm girişimlerine rağmen Şii-Sünni gerilimi ortadan kaldırılabilmiş değil ve bu nedenle kendilerini yönetimden dışlanmış hisseden Sünniler üzerinde IŞİD’in etkisi sürüyor. İkinci olarak, karadan harekat için Irak ordusunun yeterli olmaması, IŞİD’e karşı İran’ın ve onun etkisindeki Şii milislerin öne çıkmasına neden oldu. Dolayısıyla bu durum ABD’yi tam bir açmazın içine sürüklüyor. Çünkü IŞİD’den kurtulmak için atılan her adım Şii milislerin ve İran’ın Irak’taki gücünü arttırmasına hizmet ediyor ve bu nedenle ABD IŞİD’e karşı etkili mücadeleye bir türlü yanaşmıyor. Öte yandan, IŞİD’e karşı mücadele sürecinde Kerkük başta olmak üzere merkezi hükümetle ihtilaf- lı olduğu bölgeleri fiili olarak denetimine alan Kürdistan Federe Yönetimi de, IŞİD’e karşı mücadelede daha etkin bir pozisyon alarak merkezi hükümeti rahatlatmak istemiyor. Aksine, Barzani Mayıs ayında ABD’ye giderek, bağımsızlık talebini yineledi, ancak ABD’nin farklı öncelikleri nedeniyle Irak’ın birliğinin devam etmesini istemesi, Barzani’yi, bu talebi bir dönem daha ertelemek zorunda bıraktı. Sonuç olarak, Irak’taki güçler arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar ve İran ve etkisindeki Şii milislerin giderek etkin

hale gelmesinden duyulan kaygıyla gerekli adımların atılmaması, ABD’nin IŞİD stratejisinin başarısız olmasına ve tartışılmasına yol açtı. ABD’nin içine düştüğü açmazı, eski Savunma Bakanlarından Robert Gates Gerçekte bir stratejimiz yok. Günübirlik davranıyoruz” sözleriyle özetliyordu.

  1. SURİYE: MAHŞERİN ÜÇ ATLISI VE SAHADA YENİ ARAYIŞLAR

Irak’taki durumun aksine, IŞİD ile mücadele stratejisi Suriye Kürdistan’ında (Rojava) önemli bir başarı gösterdi. Bunun en önemli nedeni, ABD/koalisyonun havadan desteklediği PYD/ YPG’nin yerellerde IŞİD’e karşı bütün halkların birliğini/ortak demokratik yönetimlerini kura- bilmiş olmasıdır. Önce Kobanê ve ardından Tel Abyad’dan IŞİD’in sökülmesi ve bu barbar örgüt- ten kaçanların eski yerleşim yerlerine dönmeye başlaması, Rojava’daki durumun Irak’tan farklı olduğunu gösteriyor. AKP-Erdoğan’ın etnik temizlik yapılıyoriddialarına yanıt veren PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, halkların kardeşliği temel prensibimizdir diyor ve basını bu iddiaların doğru olup olmadığını yerinde araştırmaya çağırıyor. Özetle Rojava, Irak’ta neyin yapılamadığını ve ABD stratejisinin neden başarısız olduğunu da açıklıyor. Çünkü Rojava, koalisyonun havadan desteğine rağmen IŞİD ile mücadelenin başarısının temelinde bu desteğin değil, halkların demokratik birliğinin ve bu temelde kurdukları ortak yönetimlerin olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyor.

Burada Türkiye (AKP Hükümeti) için bir parantez açmak gerekiyor. AKP Hükümeti, savaşın sürdüğü 4 yıl boyunca Rojava’da kurulan demokratik kantonların yıkılması ve Esad rejiminin devrilmesi politikasını ısrarla sürdürdü. Bu politikanın başarısı için, önce Nusra ve ardından IŞİD’e her türlü desteği vermekten geri durmadı. En son Tel Abyad IŞİD’den temizlenirken kaçan sivillere sınırlarını kapatıp sivilleri IŞİD’e kalkan yapması, bu desteğin en açık ifadelerinden biri olmuştur. Ancak AKP-Erdoğan’ın Rojava ve Esad’a karşı mücadele stratejisini ısrarla sürdürmesine rağmen Türkiye’de 7 Haziran’da yapılan seçimlerin bu politikaya darbe vurduğu kesindir.

Sonuçta, Erdoğan’ın başkanlığının engellenmesi ve AKP’nin tek başına hükümet kuramayacak ol- ması, hangi koalisyon (AKP’nin MHP ya da CHP ile kuracağı bir koalisyon) kurulursa kurulsun, yeni durum Türkiye’nin Suriye ve Rojava’daki pozisyonunun daha görünür olmasını sağlayarak mevcut politikanın sürdürülmesini önemli oranda olanaksız hale getirecektir. Bu durumun, aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz AKP Hükümeti’nin Suriye’de S. Arabistan ve Katar ile yeniden oluşturduğu işbirliği/ortaklığa da etkileri olacaktır. Ancak AKP’li bir koalisyonun olduğu her durumda Türkiye’nin bu politikasının hepten değişmesi de beklenmemelidir. Hatta AKP’nin özellikle MHP’nin Rojava-Kürt hassasiyetini kaşı- maktan geri durmayacağını da söylemek gerekiyor. Bu nedenle, AKP’nin mevcut politikasının ne kadar değişeceğini, kurulacak koalisyonun yanı sıra ve daha çok yeni Meclis’te HDP ile daha güç bir blok haline gelen demokrasi ve barış güçlerinin bu politikaya karşı sürdüreceği mücadele belirleyecektir.

ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisinin başarılı olamamasının en önemli sonucu, bu strateji açıklandıktan sonra geri plana düşen bölge gericiliklerinin yeni hamleler peşinde koşması oldu. Suriye’ye müdahale girişimlerinin başını çekerek Suriye’ye savaş, açlık ve ölüm getiren Türkiye, S. Arabistan ve Katar, IŞİD dışındaki radikal İslamcı çeteleri yeniden toparlamak için harekete geçtiler. Hatırlanırsa, Libya’da NATO güçlerinin dahalesiyle Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne, yanına Katar ve S. Arabistan’ı alan Türkiye/AKP Hükümeti soyunmuştu. Ancak Esad rejiminin devrilmesi beklentisi gerçekleşmeyince, Katar ve

S. Arabistan görece geri plana düşmüştü. Türkiye

ise, hem Esad rejiminin devrilip bölgesel liderlik (Sünni İslam’ın liderliği) iddiasının devam etme- si ve hem de Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimlerini kurmalarını engellemeyi bir varlık-yokluk sorunu haline getirdiği için, radikal İslamcı çeteleri (önce Nusra ve sonra IŞİD’i) desteklemeye devam etmişti. 2014e gelindiğinde Katar ve S. Arabistan, ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğu koalisyona katılırken Türkiye bu koalisyona girmeme yönünde bir tutum takınmıştı.

IŞİD ile mücadele süreci, bölgenin Şii güçlerinin etkinliğini arttırmasına yol açmıştı. Bu süreçte İran, Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı aktif bir mücadele tutumu içinde olurken, öte yan- dan da P5+1 ülkeleri (Birleşmiş Milletler venlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa + Almanya) ile nükleer anlaşması imzalayarak, bölgesel güç ve etki- sini arttırdı. Lübnan’nın Şii Hizbullah’ı, askeri olarak zorlanmaya başlayan Esad rejimine destek için binlerce militanını Suriye’ye gön- derdi. Yine Irak’ta IŞİD’e karşı Şii milisler öne çıkarken, Suriye’de Esad rejimi artık ABD (ve Batı’nın) öncelikli hedefi olmaktan çıkmıştı. Aynı süreçte, Yemen’de de Şii Husiler yönetimi ele geçirdiler. Tüm bu gelişmelerin en beklenir sonucu, bölgenin Sünni rejimlerinin bu duruma karşı yeni hamleler içine girmesiydi. Bu nemde S. Arabistan’da ölen kral Abdullah bin Abdülaziz’in yerine kardeşi Selman tahta oturmuştu. Selman, İran’ın ve Şii güçlerinin artan gücüne karşı daha aktif bir dış politika izleme yoluna girdi. Yanı başındaki Yemen’de egemen hale gelen Şii Husilere karşı diğer Sünni Arap rejimlerini (BAE, Ürdün, Mısır, Kuveyt, Bahreyn vb.) yanına alarak, ‘Kararlılık Fırtınası’ adı altında hava operasyonları başlattı. Aynı dönemde (2015 Şubat sonunda) Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan ziyaretin- de Riyad’da Kral Selman ile yapılan görüşme sonucunda, “Suriye’de muhalefete verilen desteğin sonuç almayı hedefleyecek biçimde arttırılması için işbirliği yapılması” kararı alındı.

Bu kararın ardından, Nisan ayında Suriye’deki radikal İslamcı muhalif gruplar, El Nusra, Ahrar’uş Şam, Ecnad’uş Şam, Feylak’uş Şam, Liva el Hak, Ceyş es Sunne, Cund’ul Aksa birleşerek ‘Fetih Ordusu’nu kurdular. Financial Times, Washington Post gibi gazeteler ‘Fetih Ordusu’ ile Türkiye, S. Arabistan ve Katar arasında sahada yeni bir ittifakın canlandığını ve bu ittifakın bölgesel dengelere etkisi olacağını yazdılar. Bu dönemde dikkat çeken bir diğer gelişme ise,

S. Arabistan’ın desteklediği ve Şam kırsalında rejime karşı savaşan etkin güçlerden biri olan İslam Ordusu’nun lideri Zehran Alluş’un Türki- ye’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretin de yeni işbirliğinin bir sonucu olduğu açıktı.

Fetih Ordusu, kuruluşundan kısa bir süre sonra, İdlib kentini ve Cisr Şugur’u ki burada yapılan Alevi katliamı söz konusu çetelerin IŞİD’den pek bir farkının olmadığını bir kez daha gösterdi– rejimin elinden alarak, önümüzdeki dönem sahada daha etkin bir rol oynayacağının ilk işaretini vermiş oldu. Tabii, Fetih Ordusu’nu oluşturan güçler, kısa sürede toparlanıp böylesine bir role soyunabilmelerini kendilerini destekleyen ülkelere borçluydular. Çünkü Suriye’yi yakından takip eden kaynaklar (El Hadath haber sitesi, Şark El Awsat ve El Quds el Arabi gibi gazeteler) para ve silah desteğinin Suudilerden geldiğini ve geçişlerin Türkiye üzerinden gerçekleştiğini yazıyordu. Aynı kaynaklar, Fetih Ordusu’nun İdlib’e saldırısı öncesinde 5 bin militanının Türkiye sınırından bölgeye geçiş yaptığı ve bu güçlerin Amerikan yapımı TOW tanksavar füzeleri ve diğer ağır silahlarla donatılmış olduğunu belirtiyordu.

Türkiye, S, Arabistan ve Katar’ın Fetih Ordusu üzerinden Suriye’de yeniden etkin bir rol üstlenme arayışının ABD tarafından sessizlikle karşılandığı söylenebilir. Bu sessizliğin altında, ABD’nin, terör örgütleri listesinde bulunan ve daha önce hava saldırıları da gerçekleştirdiği Nusra’nın başını çektiği bu örgütün Esad rejimine karşı etkinlik kazanmasının elini güçlendireceği hesabını yapıyor olması yatıyor. Bu hesabın en açık ifadesi, geçtiğimiz dönemde Dışişleri Bakanı Kerry’nin önünde sonunda Esad rejimi ile masaya oturacaklarını söylemesine rağmen, son gelişmelerden sonra Obama’nın Suriye’nin geleceğinde Esad yok açıklamasını yapmasında görmek mümkündür. Ancak Putin’in S. Arabistan Dışişleri Bakanı Muhammed bin Selam’ın Haziran’da yaptığı Rusya ziyaretinde Suriye politikasın- da bir değişiklik olmayacağını; dolayısıyla S. Arabistan’ın da içinde olduğu askeri müdahale girişimlerine karşı siyasi çözümü savunmaya devam edeceğini söylemesi de, bütün girişimlere rağmen Esad’sız bir çözümün en azından bu dönem için mümkün olmadığına/olamayacağına işaret ediyor. Ötesinde BM Suriye özel temsilcisi Steffan De Mistura’nın Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Mayıs ayından bu yana –ki bu görüşmelerin Temmuz sonuna kadar devam edeceği belirtiliyor– rejim ve muhalefet güçleri ile soruna taraf ülkelerin temsilcileriyle görüşmeler sürdürdüğü hatırlanırsa, mahşerin üç atlısının bu girişimlerinin hesapsız olmadığı da ortadadır. Çünkü en nihayetinde bu girişimin söz konusu ülkelerin Suriye sorununun çözümünde Esad rejimine karşı elini güçlendirdiği açıktır.

Bu gelişmeler üzerinden genel sonuçlar çıkarmak gerekirse:

Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi, aslında ABD’nin Irak’ta IŞİD’e karşı genel bir strateji değil, aksine bölgede kendi varlığını kalıcılaştırmaya/kendini bir ihtiyaç haline getirmeye yönelik eski Savunma Bakanı Gates’in deyimiyle günübirlik bir politika izlediği söylenebilir. Özellikle dış güçlerin müdahalesinin Irak’ın Şii ve Sünni Arapları ile Kürtler arasındaki gerilimi canlı tutması,

IŞİD gibi örgütlerin bu gerilimden beslenmesine uygun zemin hazırlamaktadır. Öte yandan IŞİD’e karşı mücadele sürecinde İran ve Şiilerin öne çıkması da, ABD’nin bu konuda gerekli adımla atmakta isteksiz olmasına da yol açmaktadır. Dolayısıyla bu yaz, Irak’ta IŞİD’in elindeki kentlerin geri alınması yönünde yapılan hazırlıklara rağmen, IŞİD’in önümüzdeki dönem tamamen yenilgiye uğratılması olanaklı görünmemektedir.

  • Suriye’de Türkiye, S. Arabistan ve Ka- tar’ın IŞİD dışında başını El Nusra’nın çektiği radikal İslamcı güçleri Fetih Or- dusu adı altında birleştirmesi ve Fetih Ordusu’nun İdlib’i alması, sadece IŞİD tehdidinin olduğu koşullarda ABD ve Ba- tılı emperyalistler için öncelikli hedef ol- maktan çıkan Esad rejimini, yeniden he- def haline getirmiştir. Ancak Fetih Ordusu gibi girişimlerin Esad rejimini devirmesi pek olanaklı görünmemekte, dolayısıyla bu girişim, Suriye sorununa siyasi çözüm bulma amacıyla yapılan/yapılacak müza- kerelerde rejime karşı ABD ve müttefikle- rinin elini güçlendiren bir hamle olmanın ötesine gidememektedir.

  • Emperyalist güçler, bölgesel rejimler ve uzantıları olan örgütler arasında Suriye üze- rinden sürdürülen ve Irak’ı da etkisi altına alan çatışma ve kamplaşmanın seyri bakı- mından belirsizlik/denge durumu devam etmesine rağmen ve bu dengelerin de bir sonucu olarak Kürtler bölgenin geleceğiyle ilgili hiçbir senaryonun göz ardı edemeyeceği bir güç olarak öne çıkmışlardır. Ve Rojava, emperyalist güçlerin karşı karşıya getirdiği halkların nasıl bir arada barış içinde yaşaya- bileceğini gösteren demokratik bir yönetim modeli olarak bu süreçte özel bir edinmiştir.

  • Türkiye’nin 7 Haziran Seçimlerinden sonra yeni kurulacak hükümetinin mevcut politikalarda ne kadar ve nasıl bir değişime gideceğinin Suriye ve Irak’ta devam eden çatışma ve kamplaşmanın seyri üzerinde doğrudan bir etkisi olacağı açıktır. Öte yan- dan yeni hükümetin Rojava ile ilişkilerinin de çözüm süreci”nin seyrini belirleyeceğini de belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin dışarıda müdahaleci bir politikadan vazgeçmesi, barışı için de olmazsa olmaz bir koşul haline gelmiştir ve 7 Haziran Se- çimlerinin çıkardığı sonuç da bu yönelimin en temel güvencesinin emek, barış ve demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesi olduğunu göstermiştir.

  • Nihayetinde Irak’ta IŞİD’le mücadele stratejisi açıklayanların Suriye’de IŞİD’in içinden çıktığı Nusra’yı rejime müdahalenin aracı olarak kullanmaları, müdahale politikalarıyla sorunu yaratanların çözümü sağlayamayacağının en açık ifadesidir. Dolayısıyla bölgedeki savaş ve çatışmaların en önemli nedeninin dış/emperyalist güçlerin müda- halesi olduğu ve halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemediği koşullarda, emperyalist güçlerin ne stratejilerinden, ne de müzakerelerinden kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Bölge halklarının en büyük açmazı, emperyalist güçler ve bölge gericiliklerinin egemenlik mücadelesine/çıkar çatışmasına yedeklen- meleri, bu müdahale politikalara karşı bağımsız bir tutum geliştirememeleri ve barış- demokrasi içinde birlikte yaşayacakları bir çözüm yönünde ortak bir mücadele hattını örememeleridir. Çünkü emperyalist güçler ve gerici rejimlerin müdahalesine karşı ortak bir mücadele hattına girilmedikçe bölgenin farklı halkları, inançları, mezhepleri için ka- lıcı bir barıştan söz etmek olanaklı değildir

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑