3 Kasım Seçimleri’ne on sekiz parti katıldı.
Bir parti, Emek,. Barış ve Demokrasi Bloğu’na dayanan DEHAP’tı. Dört partinin oluşturduğu seçim işbirliğini temsil ediyordu. DEHAP çatısı altında seçime katılan partilerin tümü, gerçekleştirdikleri birliğin bir seçim işbirliği ile sınırlı ve 3 Kasım’a endeksli olmadığını açıkladılar.
Bu iş ve güç birliği, kendisini; uluslararası sermayeye işbirlikçileri karşısında emeğin haklarını, savaş karşısında barışı, yasakçı-inkârcı tekelci gericilik karşısında demokrasiyi savunma bloğu olarak tanımladı. Seçim bildirgesini bu üç temel ayak üzerine oturttu. Kendisini, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu olarak deklare etti.
Geri kalan partiler, kuşkusuz bir dizi vaadi peşi sıra sıraladıkları seçim bildirgeleri hazırladılar. Seçim propagandalarında özellikle bazıları -“dilin kemiği yok”u yeniden kanıtlamacasına- halkın talep ve özlemlerine vurgu yaptılar. Ve tümü kendilerini, sağ, sol ya da merkez sağ, merkez sol veya merkez partiler olarak tanımladılar.
Bunlardan altısı sol ya da merkez sol adına seçime katılan partilerdi. Seçim süreci ve tartışmalarının bir bölümüne katılan ama seçime giremeyen SHP de sayılırsa, sol iddialı partilerin sayısı yediyi buluyor. Yedi “sol” parti çok değil mi? Çok. Ama on bir tane de sağ/merkez sağ partinin seçime katıldığı düşünülürse, çok görülmemeli!
Sol parti ve örgütlerin sayısı, yediyle de sınırlı değil. Seçimlere katılma yeterliğini sağlayamayan SHP ya da Mümtaz Soysal’ın partisinden farklı olarak seçimleri boykot eden ya da bağımsız adaylar çıkaranlar da var. İlk elde üçü sayılabilir. Blok’a katılıp destek veren sekizinin yanı sıra, adı parti olsun olmasın, henüz bir parti olabilmenin asgari gereklerini yerine getirememiş gruplar da gerçeğimiz. Tümü birden sayıyı çok büyütüyorlar.
Sol iddialı parti ve grupların tümünü, sahip oldukları “sol” ve “solculuk” iddiası dışında, kuşkusuz ortak bir paydada kümelendirmek olanaklı değil. Tümünün bazı ortak özellikleri olsa bile farklılıkları da var. Bizatihi bu, “sol” ya da “solculuk”un nitelik belirtici bir tanımlama ekseni olmadığını kanıtlayan önemli bir veri sayılmalı.
Buradan, farklı “sol” ve “solculuk” türleri olduğu ve bunların tümünün birden “sol” etiketli bir “torba”ya doldurulamayacağı, öyleyse “sol”un, üzerinde sağlam bir “bina” inşa edilebilecek bir “temel” varsayılamayacağı gerçeğine gelebiliriz.
“SOL” KENDİNE YETERLİ ÖLÇÜT MÜ?
Örneğin MHP ve ANAP’la koalisyon kurmuş olmasına ve konjonktürel olmanın ötesine geçen, uzunca bir dönem içtikleri su ayrı gitmemesine karşın DSP’nin sol iddialarını kim yok sayabilir? Seçim öncesinde kendi niteliklerini tarif etmek üzere yaptıkları son tanımlama “ulusal sol” idi. Bu tarif ve tanımladığı niteliğin içeriği şu ya da bu yönden yorumlanıp eleştirilebilir. DSP’nin sahip olduğu dünya görüşü, politikaları ve pratiğinin “ulusallık” ya da “solculuk”la veya ikisiyle birden uyumlu olmadığı söylenebilir. Ancak kimsenin, başka herhangi “sol” iddialı bir parti ya da grup kadar, DSP’nin de elinden kendi platformunu ve toplam olarak kendisini tanımlama hakkını alamayacağı ortadadır.
DSP ya da bir başka parti “sol” ya da “solcu” olduğunu ileri sürüyorsa, “hayır ‘sol’ değildir, öyle ‘sol’ olmaz” demek de bir yaklaşımdır, ama kolaycı bir yaklaşımdır. Bu, “sol” ve “solculuk”u, tertemiz, belirli bir sol iddia sahibinin kendisini tanımlamasına elverecek türden yekpare bir bütün, dolayısıyla kendi tekelinde ve kendi konumunu açıklamaya yeterli bir zemin olarak anlama ihtiyacının zorunlu kıldığı kolaylıktır. Doğru ve gerekli olan, iddiasında bulunulan “sol” ve “solculuk”un türünü, niteliğini ve içeriğini gerçeğine uygun olarak açıklamak ve pozisyonu, dayanakları, yönü, politikaları ve olanaklarıyla onu yerli yerine oturtmaktır. Sonuç olarak, belirli “sol” ve “solculuk” iddiası karşısında, işçi sınıfı ve halkın çıkarları bakımından doğru ve gerçekçi bir tutum almaktır.
Ya “sol” kendine yeterdir, açıklayıcıdır, kapsayıcı ve bütünseldir; üzerinden tartışılmak ve temel edinilmek bakımından kendi dışında başka herhangi türden temele ihtiyaç duymaz; bu durumda “sol”, tüm solu kapsayarak, beğenilsin-beğenilmesin bütün “solculuk” iddiaları toplamı olarak varsayılıp anlaşılacaktır. Ya da sol kendi kendine yeter bir bütünlük, bir eksen değildir, kendi başına bir temel oluşturmaz; bu durumda değişik sol iddialar, kendi benzerlik ve farklılıkları içinde, ama kendi dışında ölçütlere, temel ve dayanaklara göre açıklanıp ele alınacak, sınıflandırılacak ve yine bu ölçütlere göre karşılarında tutumlar geliştirilecektir. Doğru olan, ikincisidir. O halde, sol bir eksen ya da çeşitli olgu ve güçleri, herhangi türden toplumsal siyasal gelişmeleri tanımlayan/belirleyen bir ölçüt olarak anlaşılmamalıdır. Kendisi ölçülmeye muhtaç, kendisi ölçüte ihtiyaç duyan ölçüt; ancak, son derece yanıltıcı, doğru çözümlemeler yapıp doğru sonuçlara varmayı olanaksızlaştırıcı bir ölçüt olabilir.
BURJUVA SOL, DÜZEN SOLU
Seçim sürecinin kırtasiye gereklerini yerine getirip getirmemeleri bir yana, bu sürece bir türden müdahil olmuş sol olmasına sol partilerin yakın çekim fotoğrafı alınacak olursa, karşılaşacağımız şey, yine de, uzak-yakın akrabalık ilişkileriyle bir “aile fotoğrafı” olacaktır. Bir kısım “akrabalar” arasında deyim yerindeyse kalıtsal, genetik dayanakları olan daha özel yakınlık ve samimiyetler; bazıları arasındaysa -hatta “düşman kardeşler”i niteleyen- daha uzak benzerlikler ve karşıtlıklarla aykırılıklar görebiliriz. Bu, “sol”un, yakınlıklar kadar uzaklıkları, benzerlikler kadar farklılıkları da bir arada tanımlayan, öyleyse kendine yeten bir tanımlama olmadığını bir kez daha altını çizerek kanıtlayacaktır.
Seçim sürecine müdahil olan sol iddialı partiler, somut pozisyon ve politikalarıyla, bu politikaların hizmet ve temsil edip savunduğu çıkarlarla birlikte ele alındıklarında görüntü daha anlaşılır olacaktır. Aralarında kümelenmeleri bir yana bırakarak, sırayla bu partilere bakılacak, olursa:
DSP, 57. Hükümet’in sol ortağı olarak uluslararası sermaye ve onun bir parçası olan yerli büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda izlediği, emeğin haklarının bütünüyle gasp edilmesi yönündeki politikalarıyla ayırt edilmiştir. İkinci ayırt edici yönü, uluslararası sermaye ve büyük emperyalist devletlerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla ülkeyi talan edip ekonomik ve siyasi yaşamını kendine bağımlı kılarak köleliği dayatmasına aracılık etmiş olmasıdır. Buna bağlı olarak ABD’nin dünya egemenliği emelleri çerçevesinde Ortadoğu’ya ve Ortadoğu petrollerine egemen olma, bu amaçla Irak’a karşı açmayı planladığı savaşa Türkiye’yi sürükleme politikasına onay verip uyum sağlaması, DSP’nin üçüncü ayırt edici yönü olmuştur. Dördüncü olarak Amerikalılar ve Avrupalılar karşısında güvercinin güvercini boyun eğme siyaseti izlerken Kürtler -buraya Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan da eklenebilir- karşısında şahin kesilmesi ve aşırı şoven siyasetiyle ayırt edilmiştir. Beşinci ayırt edici yönü ise, şovenizmin peşinde izlediği inkarcı eşitsizlik politikasını; ekonomik alanın yanı sıra siyasi yaşama, devlet işleriyle ilgili alana, eşitsizlik ve küçük bir azınlığın dikte etmeye dayalı koşulsuz egemenliği, hak inkarcılığı, yasakçılık içeriğiyle tam bir gericilik ve demokrasi karşıtlığı düzeyinde yayması olmuştur. DSP, en başta IMF programı savunuculuğunda belirginleşen emperyalizm yanlısı emek ve halk düşmanı, Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı bir parti olarak seçimlere katılmıştır.
YTP, zorunlu olarak seçim sürecine bağlanan bir önceki politik atağın aracı olarak organize edilmiş hareketin dönüştüğü partidir. Yakın geçmişi DSP olduğu kadar, DSP’yi, kuşkusuz yönetimini, ele geçirmeye yönelik komplocu bir ekip de olmak olan YTP’nin ayrı bir parti olarak seçime girmek zorunda kalması, kuşkusuz onun DSP’den önemli programatik ve politik farklılıklara ve dayanaklara sahip olduğu anlamına gelmiyor. YTP, tek bir düzen partisi içinde de olabilecek kişisel ve ekipsel nüanslarının ötesinde, DSP’den farklı bir görüntü vermemiştir. Ecevitler’in baskısı altında kendilerini ve politikalarını ifade edemeyenlerin ve belki liderinin yerine gelen Ş. Sina Gürel’in AB ve Kıbrıs gibi sorunlarda daha “ulusalcı” politika izleme görüntüsü vermesinden hareketle biraz daha küreselci ve neoliberal olarak niteleneceklerin partisi olduğu ileri sürülebilecek YTP’riin, kendisinin DSP’den varsa farklarını ortaya koymakta başarılı olduğu ve varsa farklı dayanaklarını oluşturabildiği söylenemez. Seçime ilişkin de kullandığı, ayrı bir “hareket” olarak ortaya çıkışından itibaren ortaya attığı “üç dert”e ilişkin slogan, “önceden aklın neredeydi” dedirten aldatıcı içeriklidir. YTP’nin, kurucuları DSP içindeyken beraberce izleyip sorumluluğuna ortak oldukları DSP’nin emperyalizm yanlısı ve IMF programı savunucusu politika ve pratiklerine, emek, halk ve Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı çizgisine ne bir itirazı ne de farklı açılımları olmuştur.
CHP, öncesinde başlayıp seçim sürecinde doruk noktasına varan parlatılmanın konusu edilmiş, parlamento dışından “ana muhalefef”e taşınmış sol partidir. Bunu ne kadar hak edip etmediği, bugünkü pozisyonunu tutmak için ne yaptığı, önceki dönemde halkın umudunu temsil etmeye elverecek ne gibi muhalif çabalar içine girdiği tartışılabilir. Uzatmaya, en azından bu yazı sınırları içinde gerek yoktur. CHP, öncesi ile birlikte seçim sürecinde kendisini nasıl ortaya koymuş, nelerle karakterize olmuştur? Bir belirgin yönü, Şeyh Edebali’ye bağlanan “Anadolu solu” söyleminin geliştirilmesidir. 57. Hükümet’in ithal bakanı, IMF-DB memuru K. Derviş’in partiye katılımı ve bu katılımın -partinin yönelimi, politika ve dayanaklarını da belirtmek ve sözleri yasa sayılan dış ve iç çevrelere “yenilenme”nin kanıtı olarak sunulmak üzere- özellikle başlangıçta tantanayla seçim çalışmasının başköşesine yerleştirilmesi, CHP’nin rengini veren bir diğer yönü olmuştur. Bir başkası, “yenilik” olarak “sosyal-liberal sentez” açılımına sığınılmasıdır. Ezilenlerin, halkın hiçbir talebinin sahiplenilmemesi, ama halkın belini bükme programı olan IMF programının benimsenmesi, Derviş öncesi ve sonrası CHP “yenilenmesi”nin temeli edinilmiştir. Asıl sorun, halkın adım başı kendisine dokunulmasından, binlerce eşitsizlik, inkâr, yasak ve hak gaspıyla çevrelenmiş olmasından kurtulması ve halkın egemenliği önündeki engellerin kaldırılmasıyken, seçim propagandasının “milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması” üzerine kurulması, “dokunulma” sorununun milletvekilleriyle sınırlı ortaya konulmasıyla yetinilmesi, dolayısıyla halka ve demokrasi taleplerine uzaklık ve karşıtlık; CHP’nin başlıca tanımlayıcı yönlerinden biri olmuştur. Bir zamanlar görünüşü kurtarmak için bile olsa “Güneydoğu raporu” hazırlayan CHP, seçimlerde Kürt’ten söz etmeme inkârcılığıyla ayırt edilmiştir. Irak’a yönelik ABD operasyonu karşısında barışı savunmak yerine kendisini savaşa uyarlama yolunu seçip savaşın başbakanlığına talip olan (Baykal: “Savaş kararını yeni hükümet ve Meclis alsın!”) Baykal’ın CHP’sinin solculuğunun içini emperyalizm ve savaş yanlılığı ile doldurması, onun bir belirgin özelliği olmuştur. Baykal hizbinin yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını pürüzsüzce savunmak üzere yeniden düzenlediği CHP, halkı ve taleplerini savunmadığı gibi, parti içinde de az-çok yüzü halka dönük, eşitlik/özgürlük söylemli, görece ilerici hiç kimseye yönetimde ve milletvekili listelerinde yer vermemiştir. Buralarda Kürtlere ayrılan yer de, CHP’nin inkarcılığının bir belirtisi durumundadır. Baykal CHP’sinin Ecevit DSP’sinden farkı, ulusallığa, “ulusal sol” türünden söylemler aracılığıyla bile yer vermemesindedir.
Üçü birbirine oldukça benzeyen DSP, YTP ve CHP, ufak tefek farklılıklara sahip olsalar da, belli başlı sorunlarda fikir ve tutum birliği içinde olmuşlardır. Dediklerine bakılırsa sol’durlar, ama emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarlarını savunmada birinin diğerinden eksiği yoktur. İşçi sınıfı, emekçiler, Türk ve Kürt ezilenleri ve talepleriyle ilgileri ise, söylemleri ne olursa olsun düşmanlıktan ibarettir. Sol’durlar ama, iç ve dış sermayenin tüm isteklerini yerine getirmekte, onların programını uygulayıp çıkarlarına uygun politikaları izlemektedirler. Bu, IMF programı karşısındaki tutumlarında belirginleştiği gibi, işçi ve emekçilerle, Kürtler karşısındaki tutumlarında, demokrasi ve savaş karşısındaki politika ve pratiklerinde yansımaktadır. Soldurlar, ama küçük farklılıklarıyla, neoliberal partilerdir. Eski sol söylemin önemli ölçütlerinden “emek yanlılığından ve emeği “en yüce değer” saymaktan çoktan ve bütünüyle vazgeçmişlerdir; -işbirlikçisi yerli sermaye de içinde olmak üzere- uluslararası sermayenin çıkarlarını en yüce çıkar saymaktadırlar. Sermaye soludurlar. Burjuva sol partilerdir. Üstelik sermaye partileri ve burjuva solu arasında sadece işçi sınıfı ve sosyalizme düşmanlıklarıyla değil, ama, açıktan emperyalizm yandaşlığı yaparak, Kürt ve Türk ezilenlerine, bütün halka ve demokrasi ve özgürlükler namına her şeye düşmanlıklarıyla sivrilmektedirler. O halde, düzen soludurlar; ilerici bile değillerdir.
Burada, “sol” ve “solculuk’tan çok daha önemli ve temel, sol ve solculuk türlerini de birbirinden ayırt eden başlıca ölçüte varıyoruz. İşçi sınıfı, halk, Türk’üyle Kürt’üyle sömürülüp ezilenler ve çıkarlarıyla talepleri. Güç buradadır. Maddi olan odur. Başka ölçütleri belirleyen, siyasal, ideolojik ölçütlerin vurulacağı “kantar” bundan başkası değildir. Ölçüt olarak ileri sürülen “sol”u; emek-sermaye ve emperyalizmle işbirlikçileri-halk, ezenler-ezilenler karşıtlıkları dışında ve emek, halk, ezilenler ve çıkarlarıyla ihtiyaçları ölçütüne dayandırmadan anlamlı kılmak olanaksızdır. DSP, YTP ve CHP solculuğu, bundan başkasını kanıtlamaz.
“SOL” MU, İŞÇİ SINIFI VE HALKIN ÇIKARLARIYLA TALEPLERİ Mİ?
“Sol” kavramı; bir dünya görüşünü, bir ideolojik tutumu ifade etmek üzere kullanıla gelmiştir. Önünde sonunda bir kavramdır. Kavrama can veren madde; dünya görüşü ya da ideolojinin “kim”in olduğu her zaman ve koşulda önde gelir, önceliklidir. İdealizme düşmekten kaçınılacaksa, ikincilliği bilinen bilince dair olanla önceliği tartışma götürmez maddesel olanın ilişkisi doğru kurulmak zorundadır.
“Sol”un ilk kez ve ideolojik siyasal tutumların tanımlayıcısı olarak tarih sahnesine çıkışı ve literatüre girişinin Fransız Devrimi sonrası kurulan Meclis’le birlikte olduğu biliniyor. Bu nedenle, bir kez, kavram, burjuva karakterlidir. Burjuva radikalizminden yana olanlarla uzlaşmacılıktan yana olanları ayırmak üzere siyasal gündeme girmiştir. Gündeme giriş nedeni de söylenenleri doğrulamaktadır: Eski yapının köktenci değişikliğinden yana tutumlarıyla bir araya toplanan “aşağı” katmanların, Kraliyet döneminin ezilenlerinin temsilcileri Meclis’in “sol” tarafına oturmuşlardır. Bazı değişikliklerle eskinin devamından yana, eskiyle uzlaşma tutumlarıyla çıkarlarının belirli kökleri eskide olan katmanların, Kraliyet döneminin ara tabakalarının temsilcileri ise “sağ” tarafa oturmuşlardır. Sağa ya da sola oturanlar, kuşkusuz belirli siyasal eğilimleri temsil ettikleri için yan yana gelmişlerdir. Ancak her şeyden önce, yan yana gelenler, sonradan “sağ” ve “sol” olarak anılacak olmak üzere saflaşanlar, halkın çıkarları ve taleplerine göre bölünmüşlerdir. Safları belirleyen, bu çıkar ve taleplere nasıl yaklaşıldığı, savunulup savunulmadıkları olmuştur. Radikalizm ve uzlaşmacılık da, sol ya da sağcılık da zaten bu temelde şekillenmiştir.
Sağı ve solu, ilk sahneye çıkışından bu yana belirleyen; düşünce ve eğilimler ya da kendilerine sağcı ya da solcu diyenlerin kendilerini nasıl tanımladıkları, kendileri hakkındaki iddialarının ne olduğu değil, ama ezilenlerin, halkın çıkarları ve taleplerine görelik olmuştur. Baştan beri tayin edici ölçüt halktır, halkın çıkarları ve talepleridir.
Ardından işçi sınıfının eylemli olarak kendisini ortaya koyusu, daha kendisi için sınıf olmaya geçiş koşullarında, doğrudan kendi sınıf çıkarları ve kurtuluşunun ihtiyacı olan dünya görüşünün ve ona uygun politik yönelim ve tutumların ortaya çıkışını koşullamış, zorunlu kılmıştır. En başta Marx ve Engels, bu açıdan bilimin/bilince ilişkin olanın üzerine düşeni yerine getirme işini üstlenmişler; burjuva, feodal, küçük burjuva vb. sosyalizminden, ütopik, mezhepsel vb. sosyalizmden arındırıp ayırdıkları işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini kurmuşlardır. O günden bu yana saflaşma, halkın çıkarları ve taleplerine göreliğin yanında ve onun gelişkin ileri unsuru olarak emeğin, işçi sınıfının çıkar ve taleplerine görelik esasına göre gerçekleşmektedir. Zaten bilimsel sosyalizm, bu nedenle, kurgulanmış düşünsel bir ürün olarak savunulan ütopik sosyalizmden farklı olarak, işçi sınıfının dünya görüşüdür.
O halde dünü, bugünü ya da fethine çıkılan geleceği buradan, asıl olandan, temelinden, başlıca ölçütten hareketle açıklamak ve kurmak; tahlil, yaklaşım ve belirli alanlara ilişkin özel ve iktidara dair genel politikaları bu ölçüte dayandırmak; siyasal güçleri, en başta kendimizi buradan düzenlemek zorundayız demektir.
Karar vermek zorunluluğu ortadadır. Ya ölçüt sol olacaktır ya da işçi sınıfı da içinde olmak üzere halk ve çıkarlarıyla talepleri. Kendisini sol olarak tanımlayıp nitelendirenler ya kendileri için ya da halk ve taleplerinin gerçekleşmesi için var olacaklardır.
“Sol”, önünde sonunda dünyaya ve toplumsal sorun ve olaylara belirli yaklaşım ve bu yönde izlenen/izlenecek politikalar toplamını anlamlandırma adına ileri sürülen tanımlayıcı bir kavram, iddiada bulunanların kendilerini ve yaklaşımlarıyla politikalarını isimlendirişleridir. Yaklaşım ve politikaları anlamlandırma ya da isimlendirmenin önemsiz olduğu söylenemez. Ancak bu yaklaşım ve politikaların kendilerinin ve en önemlisi bu yaklaşım ve politikalara hayat veren, deyim yerindeyse onları koşullandıran, bu yaklaşım ve politikaların ancak çıkar ve taleplerini yansıtıp gereğini ifade ettiğinde anlam kazanacağı nesnel temelin, sol söz konusu olduğunda, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen ve ezilen yığınların, çıkar ve taleplerinin önemsiz olduğu anlamına kuşkusuz gelmez. Önemsiz olmadığı gibi, üstelik tayin edici olan da odur.
Birinci nedeni söylendi. Öncelikli ve belirleyici olan, bilince ilişkin olduğu genel kabul görecek yaklaşım ve politikalar değil, ama genel olarak bilincin üzerinden oluştuğu madde, nesnellik, “sol” ile ilgili tartışma söz konusu olduğunda, işçi ve emekçiler, tüm ezilenlerdir.
“ÖNCÜLER”, “TABAN”, POLİTİKA İLE SOSYAL TABAN ARASINDAKİ ÇELİŞKİ VE SOL
İkinci nedene gelinecek olursa; “sol” iddialı yaklaşım ve politikalar, genellikle işçi ve emekçiler, ezilenler adına ileri sürülmektedir. Hatta burjuva solu bile, emekçilerin talepleriyle oynayarak onların adına iddialarda bulunmaktadır. Kuşkusuz herkes, her politik parti ya da grup temsil iddiasında olduğu ya da temsilini öngördüğü sosyal katmanlar adına yaklaşımlar geliştirip politikalar ileri sürme özgürlüğüne sahiptir. Ancak burada, -henüz hiçbir sol parti ya da grubun temsil iddiasında bulunduğu “taban”a oturduğu ve onu gerçekten temsil ettiği iddia edilemeyecek olmasının yanı sıra- iki nokta daha akılda tutulmak zorundadır.
Birincisi, ideoloji ve politika ile onların nesnel temeli olan ve adına saptamalar yapılan sosyal katmanlar ve çıkarları arasında ya da daha genel deyişle politika ile ekonomi arasında bir çelişki vardır. Bu, birinci nedenin işleyişinin ürünüdür. Bilinçli hareketin ya da bizzat bilincin, düşüncenin hareketinin, kuşkusuz nesnellikle bağlantılı ama kendi evrimi ve gelişim süreci, bu gelişimin kendi yasaları olduğu bilinir. İktisadi olaylara, bu çerçevede sosyal sınıf ve katmanların nesnelliğine ilişkin gelişme ise, tamamen kendi yasaları olan farklı ve temel süreçlerdir. Bağlantılı olması kaçınılmaz ama gelişmelerinin özgünlüğü olan iki ayrı sürecin çelişkileri koşullaması anlaşılır şeydir. Bu çelişkinin giderilmesi tabii ki gereklidir. Ama bunun bir çırpıda ve hele yalnızca masa başında olamayacağı, üstelik yaşamın sürekli yenilenmeyi zorunlu kılarak bu çelişkiyi durmaksızın yeniden ürettiği bilinmelidir. Adına hareket edenlerin, -gereklerini yerine getirip getirmedikleri, bunun koşullarına sahip olup olmadıkları tartışmasına girmeden söylenecek olursa- “öncüler”in, sahip oldukları bilimsel birikimin büyüklüğü yanında, adına hareket ettikleriyle, temsilini iddia ettikleri katmanlarla birleşmede kat ettikleri mesafenin büyüklüğüne, özetle “öncüler”in “taban” varsaydıklarını temsiliyet düzeylerinin gelişkinliğine bağlı olarak bu çelişkinin azalacağı öngörülebilir. Bu da, mutlak değildir. “Öncüler” “taban”larıyla önemli ölçüde birleşmelerine rağmen, tabanlarının nesnel çıkarlarını temsil edemiyor halde olabilirler. Burada, bilimsel sosyalizm ve onun işçi hareketiyle birliği sorununa ve tayin ediciliğine hiç girmeyeceğiz.
İkincisi, adına hareket edenler, “öncüler”, önünde sonunda “küçük azınlıklardır; “bilinçli azınlıklardır. “Bilinçlilik” durumları gerçeği yansıtır ya da yansıtmaz, nesnelliğe müdahaleleri doğru ya da yanlış olabilir; ama küçük bir azınlık oluşturdukları kesindir. Temsilini iddia ettikleri ya da temsil etmeyi öngördükleri sosyal katmanlar ise, çoğu bilincine varmadıkları ya da eksik veya yanlış vardıkları görüşlerin yanı sıra bir dizi geleneksel fikir ve önyargılara sahip, sömürücü sınıflar ve düzenden kaynaklanan çok çeşitli köleleştirici etkiye açık geniş bir büyüklüktür. Bu büyüklük saflarında, kendi içinde çelişen çok sayıda fikir, görüş, önyargı, alışkanlık, farklı eğilimler ve duygular, ruh halleri bir arada bulunur. Üstelik bunlar zaman ve koşullara göre dalgalanma gösterir. Zamana ve koşullara göre değişecek olsa da, belirli zaman dilimleri ve koşullar çerçevesinde birbiriyle çelişmeyen ve dolayısıyla ortak çıkarlara sahip sosyal katmanların büyük genişliğini etrafında birleştirebilecek olan; onların ortak nesnel çıkarlarından, buradan yansıyan ortak taleplerinden başkası olamaz. O halde, politika ve birlikler söz konusu olduğunda, üzerinden yürünecek temel de bundan başkası olamaz demektir.
“Sol” bu nedenle de politika ve birlik zemini olamaz.
“ÖNCÜNÜN “DOĞRUSU”, HALKIN DOĞRUSU, ÖNCÜLÜK VE SOL
“Öncüler”, özel olarak öncülük iddiasındaki ve kendi zeminini birlik zemini olarak ileri süren sol; hem sosyal katmanların nesnelliğiyle politika arasında kaçınılmaz olan çelişme ve hem de küçük bir sol azınlığı birleştirmek için yeterli olabilecek “sol” kavram ya da tanımlar temsiliyet iddiasında bulunulan “tabanı” birleştirmek bakımından yetersiz ve elverişsiz olduğu için, yaklaşımını değiştirmelidir.
Kimse bunun politika dışı ya da politik olmayan bir önerme olduğunu ileri sürmesin! Tartışılan, politikanın nasıl yapılacağı, politikanın hangi temelden hareketle geliştirilmesinin zorunlu olduğudur.
“Öncüler”, henüz temsil iddiasında bulundukları kitlenin “doğrusu” haline gelmemiş “kendi doğrularını”, politikanın ve onun özel bir alanına ilişkin birlik politikasının hareket noktası varsayabilecekleri gibi; temsilini öngördükleri ve birleştirilmesini başlıca iş edinmek durumunda oldukları sosyal katmanları ve çıkarlarını, öyleyse taleplerinin karşılanmasını da genel ve birlik politikalarının başlıca dayanağı olarak sahiplenebilirler. İkisi de mümkündür. Politika, öyle de böyle de geliştirilebilir ve yapılabilir. İkisi arasındaki fark, politika ile politika dışılık farkı değil, politikanın, tarzıyla birlikte dayanaklarına, ölçütüne, temeli ve içeriğine ilişkin farktır.
Şu kesin olmalıdır: Kendi “doğrusu”nu, bu “doğru”yu doğru saymayan temsili iddiasında bulunulan “taban”a dayatmak öncülük kavramıyla çelişir. Öncü tabii ki aydınlatacak, yol gösterecektir; ama öncülüğün bu işlevini, emekçilerin, ezilenlerin henüz sınavdan geçirmedikleri ve doğruluğunu yalnızca bilinçli azınlık olan öncünün bildiği ya da “inandığı” “doğrular”ın doğruluğuna inanmalarını ve bu “doğrular” etrafında birleşerek mücadele etmelerini, haydi dayatmak demeyelim, beklemek içeriğiyle kavramak, öncülük fikrine yapılabilecek en büyük kötülük olur. Bu, “öncü” ile varsayılı “taban”ın ayrı ayrı duruşu ve birbirinden kopuk mücadelesini baştan kabullenmek anlamına gelir. Çünkü bu tutum ya da beklenti ile, “öncü”nün “doğrusu”nun halkın doğrusu haline getirilerek “öncü”yle “taban”ın birleşmesi ve “öncü”nün de gerçekten temsil niteliği kazanarak öncüleşmesi olanaksızdır.
Sadece bilincin ve bu çerçeveye sığan politikaların iktisadi ve sosyal gerçeklikle çelişme halinde olmasının anormal olmadığı saptamasını dikkate almak da yetmez. Bir de “bilinç”in, “sol” adına ileri sürülen politikaların çoğu kez yanlış ya da hatalı olma olasılığının hiç de küçümsenemeyeceği gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Önünde sonunda temsil iddiasında olunan “taban” adına ileri sürülen az çok geliştirilip sistematize edilmiş ve bunlardan çok daha fazla şurasından burasından geliştirilmiş görüş, düşünce ve eğilimlerin sayısız bolluğu içinde; çok sayıda deneme yanılma ve doğrulama etkinliğini kapsayarak; doğrularla yanlışların, eksiklerle fazlaların bir arada bulunduğu; birbirini tamamlayan ya da etkisini gideren, ve üstelik yalnızca düşünsel etkinliklerin, araştırma, inceleme, polemik ve tartışmaların değil; duygu, önyargı ve alışkanlıklara, yanı sıra, “öncülük” iddiasında olanlar da içinde olmak üzere, politik ve henüz tam politikleşmemiş, az çok politik ya da salt iktisadi nitelikte azınlık ve kitle eylemlerinin de etkide bulunup rolünü oynadığı tarihsel bakımdan hiç de kısa sayılamayacak süreçte, bilinçle ezilenlerin nesnelliği ya da politika ile emekçilerin, ezilenlerin nesnel çıkarları arasındaki çelişki; her duruma ilişkin olarak yeniden ve yeniden çözüme kavuşur. Bu, tek bir çözüm amaçlanıp onunla yetinilemeyeceği, her yeni durumda yeniden çözüm için kolları sıvama ve bu çabayı sürekli kılma zorunluluğu anlamına gelir. Ama aynı zamanda, genel olarak ezilenleri temsil adına ileri sürülen “sol” politikaların, daha genel anlamıyla “solculuk”un -hele özellikle, ileri sürülmüş ve sürülen “sol” politikaların çeşitliliği, her durumda birden fazlalığı, birbiriyle çelişki halinde bulunuşu da dikkate alındığında- en azından bazılarının yanlışlığı ve hatalı olduğu anlamına da gelir.
HANGİ SOL, “ORTALAMA SOLCULUK” MU?
İki soru: Peki, sol ve sol politikalar, solculuk birlik zemini var sayılacaksa, çok sayıda sol yaklaşım ve politika önerilerinin hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu nereden anlaşılacak, ne tür bir sol zeminde birleşilecektir? Farklı kaynaklı, farklı varoluş ve duruşlara sahip tüm “solculuk” türlerinin tümünün birden doğru sayılamayacağı açıktır. Herkes kendisini doğru sayacaktır. Ancak teorik olarak konuşulduğunda, tümünün bir arada doğru olamayacağı kesindir ve en fazla yalnızca biri doğru olabilir; öte yandan, birinin bile doğru olmaması ihtimali de yok değildir. Birleşme zemini kimin “solu” olacaktır? Problemin, bu sorunun yanıtı üzerinden çözülemeyeceği kolaylıkla kabul edilecektir. Öyleyse ikinci soru; herkes, her sol politik parti ya da grup kendi “solculuğu”nun doğruluğu iddiasında olduğuna/olacağına ve aksi halde kendisini inkar durumunda kalacağına göre, sorunun “geçici çözümü” açısından “ortalama bir sol” zemin nasıl belirlenecektir?
Bu sorulara “solcu” yanıt deneyleri yok değildir. Her “ortalama sol” arayışı, kaçınılmazlıkla belirli bir sol ve solculuk yaklaşımı esas alınarak ya da başlıca tez ve yaklaşımlarıyla ağırlıklı olarak belirli bir sol ve solculuk yaklaşımına dayanılarak sağlanabilir, öyle olmuştur; ama her arayış neredeyse mutlaklıkla başka bazı sol ve solculuk anlayışlarını dışlamış ve ayrı varoluşlarını varsaymıştır.
Ayrıntısını tartışmanın burada gerekli olmadığı ÖDP ve kuruluş deneyi hatırlansın. Kimse “ÖDP bir sol parti deneyiydi” demesin. Kimse “sol birlik’in tek biçimi parti birliği değildir” görüşünü ileri sürmesin. Kuruluşunda “parti olmayan parti” vurgusu fazlasıyla yapıldığı gibi; “çoğulculuk”, “çok seslilik”, “çok renklilik” vurgularıyla aslında bu partinin bir ideolojik birlik, irade birliği olmadığı ve tersine -bizce, bir cephe ya da güç birliği örgütü türünden- çeşitli grupların bir arada bulunabilmesini mümkün kılan taviz ve uzlaşmalara dayalı, bunlar üzerinden bir “hukuk” ya da “kültür” oluşturmayı ve grup yapılarını aşmayı deneyen parti olmayan bir “parti” olduğu söylenmişti. Yine ilk DEV-GENÇ ve ilk TİP, benzeri farklılıklarıyla ve ama kuşkusuz belirli bir sol anlayışa dayanarak gerçekleşen “sol birliklerin” -belirtilmeli ki birinci TİP bir “sol birlik” olmanın ötesine geçmişti- örneği sayılabilir. Ama hiçbir deney tüm solu birleştirmeyi sağlayamamış, “sol birlikçilik” her deneyde “sol”un ancak bazı bölümlerini bir araya getirebilirken bazı bölümleriyle araya sınır çekmiştir. “Sol birlikçilik” mantalitesinden bakıldığında da, “sol”un birlik açısından yeterli bir zemin olduğu söylenemez. Bu tutumla, bırakalım asıl birleştirilmesi gereken halkı, ezilenleri, solcular bile birleştirilememiştir.
Peki, benzeri bir birlik öngörülecekse, bu şimdi nasıl gerçekleşecektir? Emek-Barış-Demokrasi Bloku’nun onca kazanımları ve gösterdiklerine rağmen şimdi yine “sol birlik”, “solcuların birliği” önerisi ileri sürülebilmektedir. Nasıl kurulacaktır? Her şey bir yana “sol” kavramının tanımında nasıl anlaşılacaktır? Herkesin kendine göre ve birbirinden oldukça farklı sol yaklaşımları yok mudur? Kavrayış farklılıkları ve politik yaklaşım önerilerindeki çeşitlilik gerçek değil midir?
Bu farklılıklar nasıl aşılacaktır?
Aşılması önerilmiyor ve “farklılıklarla birlik” deniyorsa, “birlik” hangi “solculuk” kavrayışıyla gerçekleşecek, bunca sol grubun varlığı dikkate alındığında, birlik için kimin “sol” yaklaşımı esas alınacaktır? Bu durumda, “birlik”in temeli, programı, genel ve özel yaklaşım ve tutumları, politikaları, tarzı vb. nasıl ve neye göre, hangi sol anlayışla saptanıp tanımlanacaktır?
Yok, aşılacaksa, ya tavizler ve bir asgari müşterekte birleşme yoluyla aşılması önerilecektir ya da kuşkusuz bir “sol” anlayışta anlaşmayı da gereksinen program tartışmalarını içeren “birlik tartışmaları” aracılığıyla.
Tavizler yoluysa, kim hangi tavizi verirse versin, “birlik”, sonunda tavizle çözülemeyecek ve mutlaka birinden birisi esas alınmak zorunda kalınacak bir “sol” anlayışa oturtulmak gerekecektir! Bu, hangisi olacaktır? Üstelik politika ile iktisat ve sosyal katmanların nesnelliği arasındaki çelişkiye dair söylenenler hatırlanırsa, taviz alış-verişiyle bir “sol” anlayış zemin olarak kabul görse bile, bunun doğruluğundan kim nasıl emin olacaktır?
Tartışmalar aracılığıyla ise, hiç değilse sonu iyi gelmeyen ÖDP deneyinin hatıraları hafızalarda bunca tazeyken, kimse yeniden sonu gelmez “tartışmalar süreci”ni önermemelidir. Yılların temposunun aylara, hatta haftalara sığabildiğinin Blok’la yaşanıp görüldüğü; sömürülen ve ezilen yığınlarla düzen partilerinin arasının bunca açılmış olduğu ve hele doğru müdahale edilmesi durumunda görece kısa süreler içinde ezilenlerin şu ya da bu türden ve belki birleşik hareketinin gelişmesinin ve önemli alt-üst oluşların mümkün sayılması gereken koşullarda, yeniden “Kuruçeşme” türünden uzun ve en azından bugünkü amaca hizmet etmeyeceği belli olan tartışmalar gereksiz olmalıdır. Üstelik bu tür tartışmalarla sağlanan “birlik”in pek de dayanıklı olmadığı, halkı kucaklamak bir yana, birleştirdiği “solcular” açısından da henüz öngörülen yeterli büyüklükleri oluşturmayı başarmadan, yani fırtınalarda nelerle karşılaşacağı görülmeden ufak rüzgârlarda dağıldığı bilinirken.
Son söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç; sol zeminde birliğin, bu öneri kapsamında bakıldığında bile, gerçekleşebilirliğinin önünün tıkalı olduğudur. En azından hiçbir solcu, her isteyen solcunun katılabileceği bir birliğin çerçevesini çizmeye güç yetiremeyecektir. En azından her solcu, isteyen her solcunun katılabileceği bir “sol birlik”in olanaklı olmadığı gibi istenir de olmadığını teslim edecektir. Üstelik hiçbir solcu, isteyen her solcunun, her sol iddialı parti, grup ve kişinin katılabileceği bir “sol birlik” düşünmemektedir. “Solcu” yaklaşımın kendi, içindeki çelişkili hali odur ki, hem “sol birlik” istemekte hem de bu birliğe her sol iddia taşıyanın değil ama ancak kendi istediği ya da “sol” kabul edebileceği parti ya da grupların katılmasını benimseyebilmektedir. Solsa sol, bu halde her solcuyum diyen katılsın; yok katılmayacaksa, katılması istenmeyecekse neden sol! Ölçüt “sol” sayılmaktadır ama “sol” da bir türden, her solcu tarafından kendine göre tarif edilmektedir. Bu, aşırı düşünceye ve isteğe dayalı bir birlikçi anlayış savunuluyor demektir.
Ancak sorunun esası burada değildir ve bu esasa, buradan hareketle ulaşılamaz. Bunun için “sol” tutuculuğunun dışına çıkmak zorunludur. Çünkü solun, sözü edilen çelişkili hali ve ürünleri, bir yandan darlığın savunulmasıdır, daraltıcıdır; diğer yandan, kendi yasaları olan sınıf mücadelesinde bunca istekçiliğe yer olamaz. Sorunun esasına girebilmek için sol mantalitenin aşılması gereklidir.
DEĞİŞEN ÖLÇÜLER VE ÖLÇÜTÜN DEĞİŞME ZORUNLULUĞU
Özellikle 3 Kasım Seçimleri’nden sonra “sol” ve “solculuk” artık pratik olarak da ölçüt sayılamaz. Eskiden farklı olarak şimdi ölçüler değişmiştir; o halde kafalarda artık ölçütün de değişmesi gerekmektedir.
Seçim sürecinde bloklaşılmış, eksiği gediğiyle de olsa halkın belli başlı talepleri üzerinden yürünmüştür. Hem Blok’un kendisi halkın özlem ve beklentilerine yanıt olmuş hem de Blok emeğin ve Kürtlerin taleplerinin karşılanmasını hareket noktası edinmiş ve IMF’ye, savaşa karşı ve demokrasi için bir bloklaşma olarak emeğin haklarını, barışı ve demokrasiyi savunmuştur. Bunlar, ezilenlerin, halkın acil ihtiyaçlarından başkası değildi. Blok politikayı sol argümanlar üzerinden değil ama halkın bu ihtiyaçları üzerinden yapmıştır. Uygulama eksiklikleri ve geliştirilmesi gereken yanlar olup olmaması burada önem taşımıyor; önemli olan politikası ve politika yapışının bu içeriğidir. Bu politika, herhangi sol grubun ya da partinin kendi varolma hakkına değil ama ezilenlerin varolma hakkına ve taleplerinin gerçekleşmesine dayandığı için tutmuş, milyonlara mal olmuştur. Artık ölçü 5,10, yüz ya da bin değildir, ama 2 milyondur.
İki milyon insan Blok’un kardeşlik çağrısı etrafında birleşmiş; kardeşleşme, henüz özellikle bir ayağı ciddi biçimde geliştirilme ihtiyacı olmasına karşın, “öncüler”in dışındaki kesimlere yayılma eğilimi göstermiştir. Bu yönüyle “öncüler”in ve ihtiyaçlarının dışına taşıldığı, zaten kardeşleşmeye de öncülerin ihtiyacıyla sınırlanarak yaklaşılmadığı tartışılmaz. Kardeşlik tutumu ve ürünleri, ölçüyü değiştirici olmuştur. Artık milliyetçi önyargılar ve şovenizmin etki gücü ne olursa olsun, Türkler açısından Kürt sorunu, Kürtler açısından Türklerle birlik vazgeçilmez önemde olacak; yığınların çağrıldığı ve bir bölümüyle tartışılan bir bölümünün de onay verdiği, ama şöyle ya da böyle yığınlara mal edilmesine girişilmiş kardeşlik tutumu, ürünleri ve yüklediği görevler, ele alınmış olduğu yığınsallığıyla ölçü sayılmazlık edilemez. O halde ölçüt de artık buna uygun olmak zorundadır.
Sorunların ele alınıp ortaya konmasında, işlenmesinde ve halka mal edilmesinde “sol” darlıklar yaşanmamış değildir, ama sürece başlıca halkçı tarz damgasını vurmuştur. Çeşitli halk toplantılarında ilgili-ilgisiz belki henüz yalnızca “küçük azınlıklar”ı ilgilendirdiği hatta onu bile ilgilendirmediği söylenebilecek sorunların da sözü edilmiştir. Ancak halkın ileri, geri, önyargıya dayalı ya da gelişkin eğilimlerinin de yansıdığı ve dikkate alınmazlık edilmediği konuşma, tartışma ve soru-cevap diyaloglarında ezilenlerin sorunlarıyla talepleri ve çözümleri damga vurucu olmuştur. Söylenebilir ki halk, öğrenmesini bilenlere halklaşma ve halkçı tarzın gereğini bir kez daha ve altını çizerek dayatmış, Blok’un görece örgütlü olan belli başlı iki bileşeni esas olarak buna uygun davranmıştır. (Burada Blok’un üçüncü bileşenine yöneltilmiş genel ve gizli bir eleştiri yoktur; ancak Blok’a katılan ve kendisini “sol” olmakla tanımlayan kişi ve grupların seçim sürecinde halkla birleşme ve halkçı tarzın gerekleriyle çelişkili tutum ve davranışlarının fazla olduğu söylenmelidir.) Artık darlık, kendi içine dönüklük, kendisi için varoluşçuluk, buna kaynaklık eden “sol” kavrayış ve küçükle, “bizim olan”la yetinme ama halka açılmama, dert ve talepleri üzerinden yürüyerek halkla birleşmeme savunulamaz. Kabuk parçalanmalıdır; bunun için aşılmak zorunda olan “solcu” darcılık ve darlıktır. Koşullar şimdi bunun için hiç olmadık ölçüde uygundur. Ölçüler değişmiştir. O halde ölçüt de değişmelidir. Aslında değişmiştir. Farkında olunsa da olunmasa da değişmiştir. Artık hiç kimse, bu süreci ören ve yaşayanlara, bu sürece katılanlara “dar”ı kabul ettiremez. Bundan böyle herkes için ölçüt ezilenler olmak, halk olmak zorundadır.
Değişen ölçünün başka örnekleri de sayılabilir. Ancak şimdilik yeterlidir. Ölçüleri değiştirici gelişmeler ve buna yol açan tutumların, doğru halkçı ölçütlerin esas alınmasına bağlı olarak Emek-Barış-Demokrasi Bloku, kendisinden önceki blok ve birliklerden ayrılan bir etki gücüne ve kapsayıcılığa sahip olmuş ve daha önemlisi öncekilerle kıyaslanmaz coşku ve heyecanla karşılanmış, ülke çapında ciddi ve olumlu bir hava yaratmıştır. Bunda, oluştuğu koşulların elverişliliği ve bunun önemi yadsınamaz, ancak gücünü ve sağladıklarını, büyük önemini yalnızca koşullarla açıklamak da doğru olmayacaktır. Bu nedenle, Blok’un kendisini de değişen ölçülerden biri ve ölçü değiştirici olarak saymak gereklidir.
POLİTİK MÜCADELE GERÇEĞİ VE İLERİCİ SOL
Burada artık, sol partilerin ve tutumlarının yarım kalmış gözden geçirilmesine özetle devam edebiliriz.
Blok’a katılmayıp “sol seçenek” parolasıyla seçimlere giren ÖDP, ülkede yaşanan değişiklikleri, halkın yönelim ve beklentilerini dikkate almadığı, ölçülerdeki değişmeyi öngörmediği, halk, çıkarları ve taleplerinin elde edilmesi bakımından üzerine düşenleri düşünmek ve yapmak üzere değil ama kendi parti ihtiyaçları bakımından düşünmek ve davranmak eğilimini geliştirdiği için politika yapamaz duruma düşmüş; yapmaya yöneldiği darcı, kendi içine dönük, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik “küçük hesapçılık” olarak nitelenebilecek politikalarla, kendisini, kaçınılmaz olarak ezenlerle ezilenler, egemenlerle halk arasındaki çelişkiler ve karşı karşıya oluş, halkın sorunları ve talepleri üzerinden gelişen politika ve politik mücadelenin dışına çekmiş, politik olarak tasfiye noktasına gelmiştir. Bu, sol yaklaşımların götürebileceği pozisyonun, belki uç noktada bir örneği, ama göstergesi sayılmalıdır.
ÖDP’nin pozisyonu, kuşkusuz seçim bildirgesinde yer alan tek tek maddelerin ya da taleplerinin kabul edilirliği/edilmezliğiyle açıklanamaz. Sol iddiayla seçime katılan partilerin seçimlerde savunuculuğunu yapabileceği talepler kuşkusuz çok da birbirinden farklı olmayacaktır. Hatta sol ve solculukla ilişkisiz Cem Uzan ve Genç Parti’sinin IMF karşıtlığı bakımından tüm sol partilerden, hatta Blok’tan bile daha net ve ileri vaatlerle seçime katıldığı bir gerçektir. Buradan ve aldığı oy oranından çıkarılması gereken sonuç da vardır. Ama ne Uzan ve GP’sinin sözüyle özü birdir ne de taleplerin alt alta sıralanmasıyla yetinilebilir. Önemli olan, talepler bütününe yön veren politik tutum, bu taleplerin halkçı içeriğiyle sahiplenilmesi ve halkın beklentilerine olumlu yanıtlar üretmek üzere, halkçı tarzda ele alınarak, gereği olan aydınlatma ve halk örgütlenmesinin hareket noktası kılınması; ve taleplerin, halkın beklentilerine yanıt vermek ve seferberliğini gerçekleştirmek üzere hedefi net ve anlaşılır bir politik mücadelenin dayanağı yapılmasıdır.
3 Kasım Seçimleri’nde Blok’un -belki uygulamada iyi işlenemediği ileri sürülebilecek- yakın hedefi, halka dayanarak IMF dayatmalarını püskürtmede, Kürt sorununun çözümü, barış ve demokrasinin savunulmasında ileri bir mevzi tutmak üzere seçim barajını aşarak Meclis’e girmek, uzak hedefi ise bu sorunların çözümü için kurulacak halk iktidarının dinamiklerinden biri olmaktı. Blok’un özellikle yakın hedefine ilişkin küçümsenemez bir dalga yarattığını söylemek abartı olmayacaktır. Şimdi barajın aşılamamış olmasına bakılarak söylenebilecekler anlamsızdır. Seçim sürecinde, öncülerin istek, arzu ve ajitatif zorlamalarıyla sınırlı gösterilemeyecek, yalnızca seçim çalışmasında görev almış kadroların inancı ve yüksek çalışma şevkinde yansımakla kalmayan, ama yığınların da en azından belirli bir bölümünü kucaklayan DEHAP’ın barajı aşabileceğine ve elde edeceği pozisyonun da katkısıyla halkın taleplerinin savunulup gerçekleştirilmesinde adımlar atabileceğine dair beklentinin, bu hedefin ulaşılabilirliğine ilişkin motive edici varsayımın -en azından az çok- oluşturulmuş olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla seçim döneminde politik mücadele; yakın hedeflerine başarıyla ulaşılabileceğine ilişkin öncülerini aşan bir inanç ve mücadele azmini de üreterek halkın etrafında toplanabileceği bir çekim merkezi olan, haydi bir çekim merkezi olmanın pratikte inanılır güçte potansiyelini taşıyan diyelim, Blok’un emeğin hakları, barış ve demokrasinin savunulmasına dayalı programıyla düzenin savunulması, ülkenin ve halkın kökleştirilmesi, inkar ve hak gaspı programı olan IMF’ci, savaş ve demokrasi düşmanlığı programı arasındaki mücadele olarak yaşanmıştır. Bu mücadelenin politik güçleri, aslında tek partinin fraksiyonları olan demokrasi karşıtı IMF’ci savaş partileri ile Emek, Barış, Demokrasi Bloku’na dayanan DEHAP olmuş; “yarış”, kendine özgü farklı bir pozisyon tutmaya çalışanları kaçınılmazlıkla işlev yitimine uğratarak, bu iki parti arasında cereyan etmiştir.
“Sol” argümanlarla seçimlere katılan partilerin seçimlerdeki konumunu ve bunun devamı olarak bugünkü pozisyonlarını açıklayıcı gerçek budur. Sol, Blok’u destekleyen sol gruplar ayrı tutulursa, en başta bu gerçeği görmemiş ve değerlendirme yeteneği gösterememiştir. Sadece belirli taleplerin formüle edilmesi ve program maddeleri haline getirilmesinin, hatta bunun en iyi biçimde yapılmasının yetmediği görülmüş olmalıdır. Önemli olan, ona “ruh” katılmasıdır; verili durumlarda ezilenlerin, halkın etrafında birleşmesine elverir politikaların dayanağı kılınarak, politik güç oluşturmanın tek yolu olan halkın özlem ve beklentilerini inandırıcılıkla yanıtlanmasıdır.
Politika, güce dayanarak yapılabilir. Ve ancak gücü büyütmenin aracı oluyorsa anlamlıdır. Gücün ise halkta olduğu bellidir, bilinir.
Halkın talepleri kadar beklentileri de farklıyken “sol”un kendi bildiğinde, kendi yolunda ve ihtiyaçlarında ısrar etmesi, “solculuk”un başlıca çıkmazıdır. Halk için değil ama kendisi için varolmak denen şey budur. Seçimlerde sınıf güç ilişkilerine dayalı olarak oluşan durumun IMF’ci savaş yanlılığı ve demokrasi düşmanlığıyla emek, barış ve demokrasi savunuculuğu arasında, düzen partisiyle Blok arasında bir mücadeleyi koşulladığını, ancak buradan politika yapılabileceğini görüp kabullenmemek; “sol”un, halkın durumu, talep ve beklentilerine değil ama kendi düşünce ve tutumlarına, kendi “varolma hakkı” ve “hukuku”na, kısacası kendi ihtiyaçlarına aşırı önem vermesinden kaynaklanan ciddi yanılgısı olmuştur. “Sol”, Cumhuriyet tarihinde Örneği görülmemiş saldırıların hedefi kılınarak, hak gasplarının, işsizlik ve sefaletin, giderek açlığın, savaş tehlikesinin nesnesi haline getirilmiş, varlığı bile inkar edilerek devlet işleri ve demokrasi alanının bütünüyle dışına sürülmüş halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin içine itildiği çaresizlik ve umutsuzluğun; bu durumdan kurtulmak için yöneldiği arayışların; en önemlisi hak elde edebilmek, taleplerini gerçekleştirebilmek ve başına sarılmış belalardan kurtulabilmek için etrafında birleşebileceği, sözünü havada bırakmayacak, dediğini yapma yeteneği ve gücü kabul edilir inandırıcılıkta olan bir program ve güç arayışının; bunun gereği olan birlik özleminin; kafalarda tanımları farklı olsa da, birleşebilecek tüm halktan yana güçlerinin birleşmelerini kapsayan, sorunlarının çözümü umuduna bağlanmış ihmal edilemez birlik beklentisinin büyüklüğü ve önemini algılayıp kavramada başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın kaynağında hayata, sorunlara ve süreçlere halkın değil kendi durumu ve dar ihtiyaçlarından yaklaşmanın yattığı, politika dışına düşülen ve önemsenmesi gereken seçim başarısızlığından sonra artık görülmelidir.
ÖDP ile sınırlı konuşmak gerekirse, bundan sonrası için önünde iki seçenek bulunduğu söylenebilir. Birincisi, bugün içinde bulunulan sürecin dünkünün devamı olduğunu bilerek artık sınırlılığı ve darlığı dayatan “sol” ve “solculuk” kavramlarından değil ama halktan, onun çıkarları, talepleri ve beklentilerinden hareket edip bunların karşılanması zorunluluğunu fikir ve politika geliştirmenin temeli edinerek, önceki süreçte uzak durduğu Blok’a katılmak, onun güçlenmesine ve ilerlemesine, halkın sorunlarını çözecek güç olabilmesine katkıda bulunmak ve halk içinde güç olmaktır. İkincisi, kimsenin istemeyeceği, artık tek tek kişilerin savrulmasına da zemin sağlayacak olan, politika dışına düşürmüş, tasfiyeye götüren dünkü tutumu sürdürmektir. ÖDP bunu yapmamalıdır; Blok içinde kuşkusuz ona yer olacaktır. ÖDP, aslında, tasfiyeye götüren sürecin ÖDP’si mi olmak ya da ÖDP olarak mı kalmak yoksa halkçılaşmak mı kararını verme durumundadır. Halkçılaşmak ve halklaşmaya bağlanmak, halklaşma sürecinin bileşeni ve parçası olmak seçilmelidir.
ÖDP üzerinden söylenenler, genel hatlarıyla, seçimlere “paranın saltanatı varsa halkın da TKP’si var” sloganıyla katılan TKP için de geçerlidir. Tek farkla ki, ÖDP’nin seçimler ve kendi tutumundan ilerletici sonuçlar çıkarması daha kolay, TKP’ninki daha zor olacak görünmektedir. Ne de olsa ikincisi oy arttırmıştır ve buna dayanarak kendini başarılı sayma yaklaşımı geliştirmeye ve bunu “tabanı”na benimsetmeye yatkın, dolayısıyla kendi pozisyonunda ısrar eğilimi göstermeye daha yakındır. Aynı şekilde politika dışına düştüğü; bir yanda işçi sınıfı ve emekçi halk ve karşısında arkalarındaki emperyalist efendileriyle tekelci büyük burjuvazi ve sair gericilik olan sınıf mücadelesinin somut gereklerine değil, ama, adı başta olmak üzere “en ileri”, ve dolayısıyla, bugünkü somutluğuyla halkın değil “en ileri unsurları”nın -taleplerine de değil, daha çok nostaljik değerde-özlemlerine yanıt olarak üretilmiş talepleri de kapsayan seçim platformuyla politik mücadeleden koptuğu gerçektir. Politik mücadele gerçeğini ve bu mücadelenin tarafı durumunda olan Blok’u o da görememiştir. “Komünizm”i, bir “sol komünist dernek” derekesine indirgeyerek yaşamdan, işçi sınıfından, halktan ve politik olarak örgütlenmesi ihtiyacından kopardığı, kendi içine kapalı ve içe-dönük bir “komünizm” ya da “sol”un saflığını koruma uğruna halkın somut talep ve beklentilerine, umudu olmaya ilgisiz kaldığı, sonuçta “dünya yıkılsa umurumda değil” tutumuyla “kendi işi”ne baktığı söylenmelidir. Kötü olanı, politika dışına düşmüş olup olmamakla ilgilenmemesi, bu durumu zaten baştan kabullenip pozisyonu edinmiş elitist bir yaklaşım sahibi olmasıdır. Darlığı, “en ileri”yi öne sürerek anlaşılmazlığı beğenmekte ve benimsemektedir. Oyunu artırması nedeniyle bu yaklaşım ve tutumlarını doğrulanmış kabul edeceği ve kendini gözden geçirme eğilimi göstermeyeceği öngörülebilir. Böyle olmamasını umarız.
Hem ÖDP hem de TKP, kuşkusuz IMF’ye ve savaşa karşıydılar; ÖDP, demokrasiyi savunuyordu; TKP’nin demokrasiyi burjuva karakteri nedeniyle savunulur bulmaması bir yana, o da demokratik içerikli talepler ileri sürmüştü. Dolayısıyla, kuşkusuz DSP, YTP ve CHP türünden sol partilerden farklıdırlar. Bu üçü, sınıf ve halk karşıtı gerici burjuva solunun partileriyken ÖDP ve TKP onlardan ayrılıyorlar. Birleştikleri nokta, işçi sınıfı ve halktan kopukluk, “yukarıdan”lık, “yukarıdan”cılıktır. Değiştirmeleri gereken, halktan kopuklukları, sınıf-dışı solculuktandır.
Benzer değerlendirmeler seçimlere bağımsız adaylarla ya da boykot taktiğiyle katılan sol parti ve gruplar için de yapılabilir. Ayrıntıya ilişkin değerlendirmeler, kimisinin şöyle bir mücadele biçimini temel alması, başkasının ülkenin yapısını böyle değerlendirmesi, şöyle ya da böyle örgüt biçimlerini tercih etmeleri önemsiz değildir, ancak ikincildir. Başta gelen, kendisi için değil ama halk için varolma, sınıf mücadelesine halkın çıkar ve talepleri üzerinden katılma ve halkın örgütlü mücadelesi içinde onun güçlerinden ve geliştiricilerinden biri olma gereğidir. “Sol”un bununla çelişen tüm yaklaşım ve yanlarından arınma zorunluluğu artık pratik bir hal almıştır. Tersine yaklaşımın, içinde tasfiyeyi de barındıran sınıf mücadelesinden ve politikadan tam kopuşu, dikkate alınmazlık düzeyinde marjinalliği üretmesi kaçınılmaz olacaktır.
Burada, herhalde artık “solculuk” iddiasındaki İP ve Perinçek’in pozisyonu ve yarattığı hayal alemini değerlendirmek gerekli sayılmamalıdır.
Blok’un bileşenleri bakımından da seçim sürecinin, “sol” vurgusu yerine işçi sınıfı ve halkın gücüne dayanma ve onu örgütleme, bunun için onun çıkar ve taleplerinden hareket etme ve politika geliştirme, emekçilerin, Türk ve Kürt ezilenlerinin beklentilerini karşılamayı ve umudu olmayı esas alma, özetle halkçılık, halkçı yaklaşımlar, üslup ve tarzı kararlıca benimsemeyi teşvik edici, öğretici paha biçilmez bir hazine oluşturduğu söylenmelidir. Öyleyse, artık Blok’un “sol”un ya da “solcuların birliği” olarak anlaşılması ve öyle olmasının istenmesi olanaksız olmalıdır. “Sol birlik”in savunulması darlık, darcılık olur; halkın gücünün harekete geçirilmesinin ve birliğinin zorunluluğu ve öneminin yadsınması anlamına gelir. Bu, bütün söylenmiş olanlara eklenmesi gereken, başka eğilimleri de kapsayarak, geleneksel olarak sol ve sağ eğilimlere sahip olan, hatta 3 Kasım seçimlerinde görüldüğü gibi, kendi çıkarlarına aykırı olarak, kendisine empoze edilen -başlıca AKP ve CHP’nin temsil ettiği- iki eğilim ekseninde bölünmesi sağlanabilmiş halkın, aldatmaya dayalı bölünmüşlüğünün giderilmesini öngörmüyor olması nedeniyle, “bindiği dalı baltalamak” anlamına gelir. Ve üstelik “sol birlikçi” yaklaşım; bugün için ideolojik eğilimiyle yüzde şu kadarı sağa bağlanmış halkın, ancak kendi talepleri üzerinden birliği sağlanarak giderilebilecek bu karşılıksız bağlanmışlığını değiştirme çabasına engel oluşturacağı gibi, en kötüsü, baştan halkın önemli bir bölümünü dışlayıcı, “sağcıyım” inancı ya da eğiliminde olanlarla ilişki kurup geliştirmeyi olağanüstü zorlaştırıcı olur.
Blok’un üzerinden büyüyüp güçleneceği temeli, Blok’un kendi kısa pratiği ve ona desteğini sunan halk göstermiştir. Blok’un, başka herhangi bir yönden değil, ama tarihin kendisine biçtiği bir Halk Cephesi’nin oluşturucu embriyonu olma işlevini yerine getirmek üzere kendini yeniden örgütleyebildiği ölçüde gelişip güçleneceğine inanmak durumundayız. Bu, az şey değildir. Blok’un gelişip güçlenmesi; öyleyse, başta -sendikalarda, kitle örgütlerinde, odalar türü meslek örgütlerinde, kooperatiflerde, köylü birliklerinde vb – örgütlü kesimlerini kucaklayıp dayanak edinerek ve kuşkusuz halkın örgütsüz kesimlerinin uygun biçimlerle örgütlenmesine dayanarak olabilir, olmalıdır. “Yukarıdan” birlikler gerçekleştirilmesi en son başvurulacak şey olmalı ve halkın aşağıdaki örgütlerinin geliştirilip güçlendirilmesi, örgütsüz olanların örgütlenmesi yoluyla halkın -kuşkusuz talepleri savunularak, o halde kuşkusuz mücadele içinde- birleştirilmesi esas alınmalıdır. Bu, sol ya da olmayan parti ve grupların, halkın çıkar ve taleplerini, bu taleplerin savunulması üzerine oturan ve geliştirilebilir olan Blok programı ya da platformunu benimsemeleri koşuluyla Blok’a katılmalarının hiçbir engeli olmayışını reddetmez. Blok’un genişleme ve güçlenmesinin asıl dayanaklarını vurgulamak gerekiyor. Yoksa şüphesiz, Blok, mücadele platformuna katılıp mücadele etme isteği gösteren herkese açık olmak durumundadır. Böyle bir genişlemeye de kimse karşı olamaz. Yeter ki “solcuların birliği” zorlamasıyla seçkinciliğe ve darlığa sürükleyici, ötesinde de, halkı düzenle uyuma sevk edici ve taleplerinden taviz vericiliği vb. dayatıcı olunmasın; halkın talepleri sahiplenilsin ve uğruna mücadele isteği gösterilsin.
Blok’un gelişip güçlenmesi bakımından koşullar, son derece elverişlidir. Hem halkın durumu ve yönelimleri hem de zengin dersler çıkarılmasına olanak sağlayan ve halk yığınlarını içine çeken son halkçı pratiğin öğrettikleri, koşulları elverişli kılmaktadır.
Sınıf mücadelesinin akışı, sosyal pratiğin sınavından geçen, doruğuna seçim sürecinde yükselen politik yaklaşım ve tutum alışların da etkisi ve rolünü oynamasıyla, denebilir ki, hiç değilse görülebilir belirli bir gelecek açısından, bilimsel sosyalizm dışında bir sol anlayışa, sınıf dışı ve halktan kopuk bir solculuğa şans bırakmamıştır. Bilimsel sosyalizm adına bu şansın böbürlenmeler ve başka olur olmaz tutumlarla harcanmasına tahammül edilemez.