EMEP 3. Genel Kongresi’ne Doğru

EMEĞİN PARTİSİ GENEL BAŞKANI

Partimizin 3. Genel Kongre süreci, Aralık ayının ortasından itibaren başlayacak.
3. Genel Kongremiz, 3 Kasım 2002 seçiminin hemen arkasından başlayan bir kongre süreci olarak elbette pek çok konunun da sıcağı sıcağına tartışıldığı, partimizin zaaflarının, avantajlarının ve görevlerinin daha derinlemesine tartışılıp aşılabilmesinin yolunun açıldığı bir genel kongre olarak örgütlenecektir. Bu yanıyla kongremiz tarihsel bir fırsat olarak değerlendirilmelidir, değerlendirilecektir. 3 Kasım seçimi, halk güçlerinin nasıl ve hangi özellikler taşıyan bir siyasi mihrak etrafında örgütlenebileceğini, daha da önemlisi Türküyle Kürdüyle bütün bir halkı hangi özelliklere sahip; yeteneklerini ve olaylara müdahale kapasitesini hangi düzeye çıkarmış bir partinin örgütleyip iktidara taşıyabileceğini ortaya koydu. Bunun da ötesinde halkın açlık, yoksulluk ve sefaletten kurutuluşu için girdiği arayışa doğru yanıt verildiğinde, halk yığınlarının bir güç oluşturmak üzere birleşmek isteğinin geçmiş yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yüksek olduğu görüldü.
Partimiz gerek blok çalışmaları sırasında, gerekse seçim çalışmaları içinde halkın bu arayışına yanıt veren bir mihrak oluşturulmasını bütün kaygılarının önüne almıştır. Emek Barış ve Demokrasi Bloğu ve blokla seçime katılma, işte bu ana yaklaşımın ifadesi olmuştur. EMEP’in 3. Genel Kongresi de aynı temel dikkat noktası, halk güçlerinin birleşerek iktidara yürümelerini kolaylaştırmak ve ona bir seçenek yaratmak üzere parti örgütlerimizin, örgütsel yapı ve pozisyonlarını bu görevi yerine getirecek biçimde değiştirmeleri esası üstünden gerçekleşecektir.
Partimizin bütün örgütleri ve üyeleri, zorlu bir seçim çalışmasından henüz çıkmışlardır ve bu çalışma bir yandan kadrolarımızın bilgi ve becerilerini artırmış, onların yeteneklerini ve çalışma şevklerini pratikte sınamış ve parti örgütlerimizin yığınlarla ilişkilerinin boyutunu önceki yıllarda görülmedik ölçüde genişletmiştir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar içindeki çalışmanın sorunlarının çözümlenmesi, gençlik ve kadın örgütlenmesinin önündeki engelleri aşması için devasa imkânlar ortaya çıkmıştır.
Seçim sürecinde Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ‘nun ortaya çıkması ve bunun Kürt ve Türk milliyetinden emekçilerin ileri kesimleri tarafından sevinçle karşılanması, bloğun seçimden sonra da sürmesi için gösterilen olumlu tepkiler; halkların kardeşliği temelinde bir ilerleme ve yığınların örgütlenmesinde, bloğun dayanak olacağına işaret eden önemli bir gösterge olmuştur. Seçim sonucunda, birbirinin çok benzeri olan iki partinin parlamentoda yer almasıyla oluşan Meclis, seçmenlerin sadece yüzde 41’ini temsil etmektedir. Geri kalan yüzde 60’a yakın seçmen iradesi meclis dışında kalmıştır. Burada; Meclis’in aslında halk tarafından, ülkenin ve halkın bugün içinde bulunduğu sorunların müsebbibi olarak görüp tasfiye ettiği partilerin benzerleri tarafından oluşturulduğu göz önüne alındığında, mevcut Meclis’in halkın istemlerini karşılamada, onun özlemlerini temsil etmede yüzde 41’den bile az bir gerçek desteği olduğunu söylemek “asıl gerçeği” ifade etmek olacaktır.
Bloğun birleştirdiği güçlerin dinamizmi, bloğa destek veren yığınların ilerici, demokratik bir rol oynamak
için gösterdikleri gayretle birleştiğinde seçim sonrası gelişmeler de partimiz EMEP ve içinde yer aldığı bloğun önündeki tarihsel görevin tablosunu ortaya koymuştur.
Bu çalışmalar içinde Türk ve Kürt emekçilerin kardeşleşmek için gösterdikleri gayret, bu doğrultudaki duyguların açığa vurulması, elbette ki; hem bloğa katılan güçleri cesaretlendirmiş, hem de partimizin buradaki rolünün önemine dikkat çekmiştir.
Öte yandan seçim sürecinden sonra partimizin kongre süreci de; Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalede, elindeki her aracı pervasız bir biçimde ortaya sürdüğü, tüm gerici, emperyalist güçleri hareketlendirdiği ve bölgede geniş bir savaş için kampanya yürüttüğü döneme denk gelmiştir. Irak’a bir Amerikan saldırısı, sadece Irak’ı değil Türkiye’yi de ateş çemberinin içine çekecek sayısız etmeni de harekete geçirmiştir. Türkiye’nin egemenleri ve hükümeti, hu savaştan kârlı çıkmak, elde edeceği bir kaç milyar dolarla krizi atlatmak hesabı içindedir. Egemenlerin ve onların hükümetlerinin bu savaş yanlısı, emperyalizmin bölge çıkarana hizmet adan tutumu, elbette Türklye halkının, bütün Ortadoğu halklarının ve İslam dünyasının duyguları ve düşünceleriyle çelişmektedir. Ama onlar için halkın ne dediği, ne hissettiği değil; IMF’nin, ABD’nin, piyasaların ne diyeceği önemlidir ve onların bir gülücüğü uğruna her değeri satmaya, feda etmeye hazırdırlar.
Kıbrıs-Türkiye-AB ilişkileri; patronların, arkasına IMF ve öteki uluslararası sermaye güçlerini de alarak işçi sınıfı ve tüm emekçi halka yönelttiği saldırı; 1475 Sayılı İş Yasası’nın değiştirilerek emeğin bütün tarihsel kazanımlarının ortadan kaldırılması girişimleri de, partimizin kongre süreciyle birleşen bir seyir izleyecektir.
İşte bütün bu sıcak gelişmeler, partimizin 3. Genel Kongresi’nin alacağı kararlar ve önüne koyacağı görevler konusunda daha titiz olmayı gerektirmektedir.
Partimizin birinci Kuruluş Kongresi, partinin bir işçi-kitle partisi olma fikrinin tartışılıp onun örgütlenmesi kararının verildiği bir kongre olmuştur. 2. Genel Kongremiz ise; partinin kadroları, üyeleri, üye parti ilişkisinin tariflendiği bir kongre idi. Bugün ise, EMEP 3. Kongresi süreci başlıyor. Ve bugün ülkenin içinde bulunduğu koşullar, halk güçlerinin birleştirilip iktidara yürümesinin sorunlarının çözüldüğü; parti örgütünü ve kadrolarını bu sorunun çözülmesi adına yeniden örgütlenip seferber edilmesi için gereken kararların alındığı bir kongre olacaktır. Bunun anlamı ise; sınıf içinde parti çalışmasının güçlendirilip yayılması, üretim ve hizmet birimlerindeki parti örgütlerinin etkinliğinin ve sayısının artırılmasının yanı sıra, köylerde, ilçelerde mahallelerde, semtlerde, emekçi halk yığınlarının toplu olarak bulunduğu bütün alanlarda her gün çalışan, partinin fikirlerini halka ileten, sistemli bir aydınlatma faaliyeti yürüten ve yerleşim durumuna göre örgütlenmiş parti gruplarının oluşturulması, halkın her kesimi içinde etkin bir çalışma ile; kadınların, gençliğin yığınsal örgütlerinin yaratılması görevini bütün diğer görevlerin önüne koymak demektir.
Bu görevin layıkıyla yerine getirilmesi için;
1) EMEP örgütleri, tabandan başlayarak kongre faaliyetine katılacak, yine tabandan başlayarak bütün parti örgütleri fikir ve fiziki bakımdan yenilenecekler; partinin hedefleriyle uyumlu bir çalışmanın unsuru olacak biçimde, çalışma düzeylerini yükselteceklerdir.
2) Partinin her üyesi, yığınlar içinde faaliyet gösteren bir parti grubunda yer alacak ve partiye bu görevi üstünden bağlanacaktır. Dolayısıyla günlük parti çalışmasına katılan üyelerin sayısı azami düzeye çıkarılacak; parti için, halkın mücadelesi için kımıldayacak mecali olan bir tek kişi bile gündelik faaliyetin dışında kalmayacaktır. Örgütlerimiz bu bakımdan da kendilerini gözden geçireceklerdir.
3-) Partinin taktiğini ve günlük olarak ne yapılmak istediğini anlama; bundan görev çıkarma, bu görev doğrultusunda örgütlerin seferber edilmesi ve denetleme, bütün yönetici parti organları için asli iş olarak görülen bir alışkanlık haline getirilecektir.
4) 3. Kongremiz, yıllardır savunduğumuz ama aşmakta sorunlar yaşadığımız bir temel yönelişi, başarmak üzere ele alacaktır. Bu, gazetenin aydınlatma ve örgütlenme faaliyetimizin temel aracı olarak kullanılması sorunudur. Gazete, partinin merkezi ajitasyon ve propaganda aracı olduğu kadar, örgütsel bakımdan yenilenmenin de temel aracı olarak değerlendirilecek; örgütümüzün omurgasını oluşturan en ileri partililer, gazetenin de, doğal değil gerçek muhabir ağı olarak çalışırken, bütün taban örgütleri gazetenin yaygın dağıtımı sorumluluğunu üstlenecek ve günlük çalışmasının temel faaliyeti olarak değerlendireceklerdir.
Elbette, “3. Genel Kongremiz” derken, 2003 Mart ayının başında yapacağımız bir kaç günlük toplantıyı ve parti merkez organlarımızın seçimini kast etmiyorum. Tersine, “3. Genel Kongremiz” derken, hemen bugünden başlayan; tabandaki parti üyelerinin çalışmalarının değerlendirilmesini, bağımsız ve demokratik bir Türkiye için, çalışmamızın aşması gereken sorunların tartışılıp bunları aşmak için gereken önlemlerin tabandan başlayarak alınmasını; ülke sathında gerçekleşen bu örgütsel, fikri yenilenmenin bir genel kurul ile ilan edilmesini anlamamız gerekir. Bu yüzden de Kongremiz, bütün örgütlerimiz tarafından İki-buçuk aydan fazla süren bir örgütsel ve fikri bakımdan yenilenme faaliyeti, çalışmamızın eleştirilerek düzeltildiği bir faaliyet olarak planlanmalıdır.
En yeni üyemizden en kıdemlisine, en taban örgütlerimizden Genel Yönetim Kurulu’na kadar bütün üyelerimizi ve örgütlerimizi; yaşananlardan dersler çıkararak kendisini ve çalışmasını yenilemeye ve partimize yakışan bir şevk ve kararlılıkla, halkın iktidar mücadelesini örgütlemek üzere seferber olmaya çağırıyorum.

3 kasım seçimi ve bloğun bugünü

3 Kasım 2002 seçimi Türkiye tarihinin en ilginç seçimi oldu.
Burjuva siyaset arenasındaki çürümenin derinliği ile, sistemin halka verecek bir şeyinin kalmamışlığından da kaynaklanan, artan yoksulluk ve işsizlik birleşince halkın öfkesi sermaye güçleri ve onların partileri için bir kabusa dönüştü. Öfkenin büyüklüğü öldürücü bir tokada evrilerek sistemin temsilcisi olan parlamentodaki, iktidar muhalefet demeden tüm partilerin ensesinde patladı. Bir önceki seçimin parlamentoya taşıdığı beş partinin beşi de barajın altına itildi.
Aslında 1990’ların başından bugüne bakıldığında olup bitende bir olağanüstülük görülmez. 1990’da tek başına iktidarda olan ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra, geçen 11 yıl içinde, DYP, SHP, FP, DSP, MHP gibi son 50 yılın en köklü partileri önce yükselip birinci parti durumuna geldiler ama sadece bir seçim dönemi sonunda alaşağı oldular; ve sonunda her biri barajın altına sürüklendi. Dolayısıyla bu seçimlerde olup bitenler içinde; ANAP’ın zaten çökmüş bir parti olduğu biliniyordu ve son yükselen partiler olarak DSP ve MHP’nin iktidarda yıpranmasının çok anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu yüzden de olsa olsa, muhalefette olan SP ve DYP’nin eriyip gitmesi açıklanmaya ihtiyaç gösterir. Bunun nedeni de, bir yandan muhalefet adı altında caka satanların da IMF programını benimsemeleri, halka karşı olan hükümetin her ciddi girişimine çanak tutmalarıdır. İkinci neden ise; bu partilerin hepsinin birden, halk tarafından, son 50 yıl içinde baskının, zulmün, yoksulluğun ve sefaletin sorumlusu olarak görülmesidir.
Yoksa, ne birinci parti olup, seçmenlerin sadece yüzde 25’inin oyunu alıp, milletvekillerinin yüzde 66’sını alan AKP’nin ne de ikinci parti CHP’nin halktan oy almasını gerektirecek hiç eylemi olmamıştır. Sadece halkın bir bölümünü, olup bitende sorumluluklarının olmadığına, kendilerinin “yeni”, en azından “yenilenmiş” olduklarına inandırmışlardır. Bu yüzden de iktidara gelen partilerin halkın oylarını almak için olumlu anlamda politikalar geliştirip ciddi bir mücadeleyle iktidarı “hak ettiklerini” söylemek mümkün değildir.
Ancak son 10 yılın, bir düzen partisinin gidip ötekinin gelmesi olarak görünen tablonun bugün için en önemli sonucu, halkın artık; daha önce hangi partiye oy verdiği veya hangi partili olarak tanındığı, önceden oy verdiği partinin milliyetçi mi, sağcı mı, solcu mu, liberal mi, demokrat mı gibi adlandırıldığını çok umursamadan oy kullandığının öneminin kalmadığıdır. Başka bir söyleyişle halk, partilerin ne dediğinden, kendisini nasıl tanımladığından çok ne yaptığına, halka ne verdiğine bakmaya başlamıştır. Bu yüzden de; son 10 yıl içinde milyonlarca yetişkin insan, o partiden bu partiye 7-8 parti denemiştir. Hiçbir partiye de birden çok şans (son 10-12 yıl içindeki seçimlerde hiçbir parti iki kez birinci parti olarak çıkamamıştır) tanımamıştır.
Nitekim AKP’nin büyük bir çoğunlukla iktidara gelmesi karşısında, kimi sol çevrelerden gelen, “Hadi bakalım, halktan yana diye AKP’yi başa getirdiniz. Şimdi çekin cezanızı” yollu “sol” siteme AKP’ye oy veren sıradan emekçilerin, “Eğer AKP de öncekiler gibi bizi aldatırsa, onu da alaşağı ederiz” biçiminde özgüven yansıtan yanıtı, hiç kuşkusuz ki, önümüzdeki dönemde halk yığınlarının en önem verilmesi gereken tutumudur.
Kuşkusuz ki bu durum, halk yığınlarının siyasi partiler karşısında, kafalarını, gözlerini yararak, 50 yıl içinde vardıkları bilincin, kendi taleplerini savunmaya koyulmalarının ifadesidir. Eğer benzetmek gerekirse, feodalizmden kapitalizme geçen toplumlarda köylülerin derebeyin baskısından kurtularak kendi iradelerine göre davranmaya başlaması gibi, halkın oylarının özgürleşmesidir. Çünkü Türkiye halkı, son 50 yıl içinde oylarını bağladığı partilerle anlaşmasını bozmuş, bundan sonra artık eskisi gibi, baba-dede partilerine oy vermeyeceğini ilan etmiş, oyunu kendi istediği gibi kullanmaya başladığının işaretini vermiştir.

HALKIN ARAYIŞINA SEÇENEK OLUŞTURAMAYAN SİYASET DIŞINA İTİLDİ
Burada düzen partilerinin birer birer ve toplu olarak emekçilere ihanet etmesi, onlar karşısında inanılırlıklarını yitirmeleri vardır. Dolayısıyla, her seçim döneminde birkaç partinin birden yıpranması, sonunda neredeyse düzenin “ana partilerinin” tümden reddedilmesi bunun bir işaretidir. Ancak bu önemli olumluluğun yanı sıra; sermayenin güç odaklarının kendi siyasal sistemini yenileyeyim derken kendi partilerinin direnciyle karşılanması karşısında giriştiği siyasetin tümden karalanması, halkın sadece düzen partilerine değil, emekçi sınıf partilerine de aynı kuşkuyla bakmalarının getirdiği de bir gerçektir. Dolayısıyla ortaya çıkan, halkın düzen partilerine öfkesi ve onlardan kopup bir arayış içine girmesinin avantajının gerçek olması, emekçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kendi partilerinin saflarına katılmaları ve orada mücadele etmelerinin öyle kolay olmayacağı, o partiyi, bu partiyi denedikten sonra kendiliğinden “doğru partiyi” bulacağı sonucu çıkarılamaz. Tersine; eğer emekçi sınıfların partisi kendisini bir seçenek olarak koyacak bir çalışma ve tutum sergileyemezse, emekçilerin burjuva siyasetinden nefreti ve bu partilerden uzaklaşması, halkın medya gücüyle yönlendirilmesi, seçilmiş olmayan kurumların (asker ve sivil bürokrasi, medya grupları, halkla iletişim alanında, hizmet alanında faaliyet gösteren tekellerin) etkisi ve yönlendirmesine bağlanması, halkın bütünüyle siyaset dışına çıkarak, çözülerek siyaset alanını bütünüyle sermayenin güç odaklarına terk etmesi gibi bir tehlikeyi de barındırmaktadır.
Dolayısıyla, emek hareketi ve sınıf partisi, halka yönelik faaliyetlerini, bu gerçeği; halkın düzen partilerinden koptuğu ve bir arayış içinde olduğu ama henüz kendi partisiyle buluşmadığı gerçeğini; göz önüne alarak belirlemek durumundadır. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun oluşması ve bloğun halkın küçümsenmeyecek bir kesimi tarafından olumlu karşılanması, seçimden sonra bloğun devam etmesi için Türk-Kürt, her milliyetten ileri işçi ve emekçi kesimlerden gelen “bloğun devam etmesi” isteğinin nedeni de halk yığınlarındaki bu arayışın getirdiği bir bilinçlenmeye karşılık gelmektedir. ÖDP, TKP, İP gibi kendisini solcu, devrimci, demokrat sayan siyasi partilerin ve öteki devrimci, solcu bilinen siyasi çevrelerin, tıpkı barajın altına itilen düzen partileri gibi siyasetin dışına düşmesinin, umutsuzluğa sürüklenmelerinin, abesle iştigal seçim değerlendirmeleri yapmalarının nedeni, blok halkın önüne somut ve gerçek bir seçenek olarak çıkarken onların bloğun dışında, dolayısıyla da, niyetlerinden bağımsız olarak da olsa, sermaye güçleriyle aynı safa düşmüş olmalarıdır.
Bu yüzdendir ki, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun seçimlere girmesi, bu seçimin en önemli özelliklerinden birisi olmuştur. Blok, halkın sermaye partilerine karşı giriştiği arayışa bir seçenek olarak ortaya çıkmış; barış içinde, demokratik, IMF sultasının olmadığı, halkın refah içinde yaşadığı bir Türkiye için halka bir seçenek sunmuştur. Ama aşağıda da değineceğimiz nedenlerle kendisini yeterince anlatamadığı için de, sayısal bakımdan küçümsenemeyecek, ama barajı aşarak, gerici barikatları, barajları parçalayacak bir güç birikimi sağlayamamıştır.
Daha önce de çeşitli birliklerle seçimlere girilmiştir. Ama hiçbir seçimde birlik, bu ölçüde anlamlı olmamış, hiçbir bloktan, hiçbir birlikten Kürt ve Türk emekçiler, en azından onların ileri kesimleri bu kadar çok şey beklememiştir. Ki bugün bloğa yönelik, zaman zaman da haksız bir noktaya varan eleştirilerin arkasında ondan umulan bu yüksek beklentiye yanıt verememesinin olduğunu kabul etmek gerekir.
Bugün eleştiriler ya da bloğun bundan sonra nasıl ilerleyeceğine ilişkin yeni önerilerin çeşidi ve boyutu ne olursa olsun; blok, Kürt ve Türk emekçilerin kardeşleşme isteğini ifade etme fırsatı tanıdığı kadar, sınıf çıkarları bakımından bu iki ayrı kesimin birbirleriyle sınıf kardeşliği, aynı sosyal kategoriler arasındaki yakınlığı sağlamanın yolunu göstermiştir. Dahası, kısa seçim süresinde ayrı ayrı partilerden kişilerin ve ayrı partilerin temsil ettiği kesimlerde kaynaşma, birlikte olmaktan duydukları hoşnutluk, aslında birleşmek ve egemen güçlere karşı ortak mücadele etmek duygusunun dışavurumu olarak gerçekleşmiştir.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, tüm egemen sınıf partileri karşısında bir seçenek konumu kazandığı için, en azılı blok düşmanları bile bloğun kendisine karşı çıkamamışlar, onu sosyal demokrat-liberal bir hatta çekmeye çalışmışlar, kuruluşuna dair bahaneler uydurmuşlardır. Seçimden sonra ise; bloğa en karşı olanlar bile onun içinde bir biçimde yer almak için manevralara girişmişlerdir. Bu gelişmeler bile kendi başına bloğun kazandığı pozisyonun önemini ve duyulan ihtiyacın derinliğini göstermektedir. Ve şunu güvenle söyleyebiliriz ki; bugün bloğu oluşturan partiler böyle bir blok artık yok dese bile, bloğun gerektirdiği çalışmalar ve birlikler yeniden oluşarak ortaya çıkan boşluğu dolduracaktır. Ama elbette daha sancılı ilişkiler ve yeni sorunları da aşmak zorunda kalarak.

EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOKU’NUN SEÇİM ÇALIŞMASININ ZAAFLARI
Evet, halk güçleri 3 Kasım 2002 seçimine Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ile katıldı. Blok, seçim sürecinin son aşamasında kurulabildi ve yaklaşık bir aylık, son derece yüksek tempolu bir seçim çalışması yürüttü. Görkemli mitingler yapıldı; bloğu temsil eden konvoylar ülkeyi bir baştan bir başa dolaştı; ilk kez Türk-Kürt kardeşliği böylesi somut bir platformla tüm halka çağrı yaptı; her yerde “Türkler ve Kürtlerin kardeşleşmesi” tartışmasını açtı. Düşmanlarını titreten bir tutum takındı. Ama bütün bu önemli göstergelere karşın; halkın temsilcilerinin Meclis’e taşınmasında başarısız kalındı. Bunun için sürece geç müdahale eden adaylardan seçim konuşmalarına kadar pek çok gerçek neden sayılabilirse de; bu çalışmanın blok olarak çalışmanın önemini göstermesi kadar, bir seçimin kazanılması için vazgeçilmez kimi dersleri öğrettiği de bir gerçektir. Bu yüzden, burada, bloğun çalışmasının eleştirisiyle seçim çalışmasının eleştirisi birleşmektedir.
Bloğun çalışmadaki zayıflıklarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Bildirge avantajını kullanamama: Bloğu oluşturan partilerin çıkardığı seçim bildirgesi üç ana ayak üstünde yükselmişti.
a) IMF saldırısını püskürtmek, açlık ve yoksulluğun yenilmesi için mücadele,
b) Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Kürt ve Türk her milliyettin dil ve hak eşitliğinin sağlanması, seçilmiş kurumların atanmışlar karşısında üstünlüğünü sağlayan bir demokratikleşme,
c) Irak’a bir Amerikan saldırısına karşı olma, Amerika’nın bölgedeki politikalarına karşı bölge halklarının kardeşliğini savunma…
Bu bildirge, bloğu bütün diğer partilerden ayırıyordu. Ancak; bloğun bu bildirgeyi tutarlı bir biçimde savunduğu, elindeki her araçla halkı bu üç temel üstünde birleştirerek alanlara çekme konusunda başarılı olduğu söylenemez. Çünkü blok, oluşur oluşmaz, neyin nasıl yapılacağını bile konuşup belirleme imkânı bulamadan “Bu seçimi kazanmalıyız; kazanalım!” diyerek meydanlara çıktı ve öylece gitti. Böylece “bildirge” bir “süs”, “tarihsel bir belge” olarak kaldı. Oysa sadece IMF karşıtlığı ve yoksulluğu yenme üstüne kimi laf yığınları bile, halk indinde hiç bir tarihsel ya da güncel “namı olmayan” Genç Parti’ye yüzde 7 oy kazandırdı ki; bu oyları blok dışında hiçbir parti kazanamazdı. Eğer ki blok, IMF’ye ve IMF’cilere karşı halk öfkesinin tokadı olacağını, yoksulluğu yenmek için kararlı bir tutum alacağını halka anlatabilmiş olsaydı; yine savaşa karşı olmanın ve Türkiye’nin AB normlarını aşan gerçekten demokratik bir ülke yapılmasının gereği anlatılabilseydi, sadece Kürtler değil, demokrasi ihtiyacını, kardeşliğin gereğini ve bunların kendi yaşamındaki etkisini derînden hisseden Türk emekçilerinden, Alevilerden azımsanmayacak bir kesim de, ne olduğu belirsizliğin üstünden politika yapan AKP’de ve CHP’de değil de blokla aynı safta birleşebilirdi. Ne var ki; ne mitinglerde ne TV konuşmalarında seçim bildirgesi iyi değerlendirilemedi, tereddütlü davranma, her kafadan ayrı sesin çıkmasına kadar varan farklılık, her alana yansıdı. IMF ve savaş karşıtlığı, demokrasi gibi en temel konularda, diğer partilerden ayrışan, net bir hat ortaya konamadı.
2) Halkın yoksulluk ve açlıkla ilgili başlıca talepleri geçiştirildi: İş, ekmek, eğitim ve sağlığa ilişkin talepler sadece sayılıp geçildi ve emekçilerde, diğer partilerden farklı bir ortaya koyuş ve bu talepler karşısında bir kararlılık sergilenemeyince; sonuçta tüm diğer partilerin de yaptığı gibi blok da, halkın sıkıntılarını alt alta sıralayıp yoksulluk edebiyatı yapan, ama bunları seçimden sonra unutacak bir siyasi mihrak görüntüsünü aşamadı. Onun içindir ki, birçok yerde partililer; “Peki sizin de ötekiler gibi Meclis’e gidince söylediklerinizin tersini yapmayacağınızın garantisi nedir?” sorusuyla sıkça karşılaştılar. Ve bu şüphenin giderilmesini sağlayacak kanıtlar göstermede sıkıntı çektiler. Çünkü bu talepler çok yakıcı, bloğun, nasıl çözeceğini zor olmayan biçimde göstereceği taleplerdi. Ama bloğun bu talepleri ötekilerden (genel ekonomik ve siyasi taleplerden) ayırarak üstünde özel olarak durduğunu söyleyemeyiz. Ama AKP’nin özellikle halk içindeki çalışmasında, bu en yakıcı talepler üstünde özellikle durarak, halkı yanına çektiği de bir gerçektir.
3) Kürt-Türk kardeşliğinin önemi: Batı’da emekçiler arasında Kürt-Türk kardeşliği tartışması açıldı; ama birer birer işyerlerinde, somut bir çalışma yapıldığı, bunun üstüne giden, işyerlerinde, alanlarda bu tartışmayı sürdüren bir ajitasyon yürütüldüğü söylenemez. Bu yüzden de bloğun kimliği genel olarak “Kürt bloğu” olarak yansıdı. Bu öyle kolayca çözümlenir bir sorun değildir elbette ve daha uzun bir zaman da sürecektir. Ne var ki; seçimin yarattığı ortam ve sorunun gerici, ırkçı çevreler tarafından istismara açık olması, başlatılan tartışmanın cesaretle ve ara vermeden sürdürülmesini gerektiriyordu. Böyle bir kararlı tutum yerine daha çok genel yanıtlarla yetinme, “yavaş tükürüğün sakala zarar vermesi” gibi, birçok yerde emekçiler arasında yeni tartışmalar çıkarmanın ötesine geçmedi. Yapılması gereken ise, ısrarlı ve yüksek perdeden bu görüşlerin savunulması ve tartışmanın seçimden sonra da sürdürüleceği bilinciyle bu tartışma üstünden yeni bir mihrak oluşturmaktı. Ancak şu da bir gerçektir ki; tartışmanın geçmişte olduğundan farklı (kuşkusuz işçiler, emekçiler arasında Türk-Kürt kardeşliği fikrinin tartışılması yeni değil. Ama bu sefer oy verme çağrısıyla birleşip “somut bir taraf olma”yla gündeme gelmesiyle tartışmanın platformu değişmiştir) biçiminde gündeme gelmiştir. Ve bundan sonrası için de bu tartışmanın kararlı bir biçimde sürdürülmesi gereği de daha açık olarak ortaya çıkmıştır.
4) İşyerlerinde “seçim komiteleri” sorunu: İşyerlerini seçim alanına çevirme fikri ve imkânı bloğa tüm diğer siyasi mihraklar karşısında kesin bir üstünlük sağlayacak ayrıcalıktı. Ancak, işyeri çalışmalarındaki atalet ve mütereddit tutum, seçimlerde kendisini çok daha derinden duyurdu. Çünkü süre kısaydı ve bu kısa sürede çok somut, işçiye, emekçiye seçimde bir tutum alma öğrenilecekti. Ne var ki, bu alanda çok az yerde adım atıldı ve atılan adımlar da, o kadar kaygılı ve başka nedenlerle sınırlanmıştı ki, çok az yerde bu “ayrıcalık” kullanılabildi. Ve bu alanlar zayıf ve etkisiz bir çalışma alanı olarak kaldılar. Bu çalışmanın zayıflığı ile bağlantılı olarak blokla birlikte davranabilecek, çalışmaya daha militan bir biçimde katılabilecek sendikacı, işyeri temsilcisi gibi bloğun destekçisi olan kesimler de işyerinin, hizmet birimlerinin seçim alanı olarak kullanılmamasının sonucu olarak da (başka nedenleri de olabilir) seçim çalışmalarına gerektiği düzeyde katkı yapma konusunda geri kaldılar. Çünkü, en azından günde 8-10 saatleri işyerinde ve seçim çalışması bakımından çok verimli olmayan bir ortamda geçti.
5) Kendi kendine ajitasyon ağırlık kazandı: Bilinen ve çoğu zaten DEHAP’a oy verecek olan kişilere giderek, tabiri caizse; vakit öldürmek genel bir tutumdu. Kürtlerin Kürtlere, Türklerin Türklere giderek DEHAP’a oy vermesi için çalışma önceden kabul edilmiş, tartışılmaz bir gerçek gibiydi. Bu yüzden de; bilinen ve şu ya da bu vesileyle (Newroz, 1 Mayıs, işçi mitingi, savaş karşıtı gösteri vs.) karşı karşıya gelinen çevrelerde yürütülen bir seçim çalışması olduğu, bu sınırların nadiren ve ancak seçimin son 10 gününde aşılabildiği söylenebilir. Örneğin; AKP ve GP’nin çalışmasıyla DEHAP için çalışanların karşı karşıya gelmesi ancak seçime iyice yaklaşılan günlerde olmuştur. Bu yüzden de anketlerde AKP ve GP için verilen rakamlar abartılı, “kasıtlı” bulunmuş, “Yok canım AKP abartılıyor, GP hiç yok; yüzde 1 bile alamaz” denilmiştir. Bu durum aynı zamanda kendi gücümüzün abartılmasının da vesilesi olmuştur. Öyle ya; sağı solu hep kendisiyle aynı partiye oy verecek erkek ve kadınlarla dolu ve başka partilerden kimseye rastlamayan bir kişi; “tamam, bu seçimi götürdük” demez de, ne der? Açılışlara, mitinglere katılımla alınan oy arasında görünen çelişki de aslında bu “fasit çember” içinde kalmayla, bu çemberin dışına çıkamayan bir çalışma yapmakla yakından bağlantılıdır.
6) Adayların niteliği ve aday oldukları bölgelere uygunluğu tartışmalıydı: Düzen partilerinin adaylarıyla her bakımdan baş edebilme konusunda yetersiz ve halkın gözünde “evet Meclis’te bizim hakkımızı hakkıyla savunur” diyemeyeceği adayların sayısı az değildi. Bu, pek çok bölgede bir sorun yaratmıştı. Bunun ötesinde il dışından atamaların çokluğu ve Türk kökenli halkın yoğun oturduğu illerde adayların yerel olmaması (elbette bazı adaylar, ulusal çapta tanınmış kişiler ya da partinin merkezi ihtiyaçları bakımından bazı adaylar yerel kökenli olmayabilir) daha doğrusu yerel adayların sıra ve sayı bakımından listede gerekli ağırlığı taşımaması seçim çalışmasının bir başka handikapı olarak ortaya çıktı. Bu hem yerel çevreleri küstüren hem de halkın sonuçta kendini temsil edeceği kişiyi yeterince tanımıyor olmasından kaynaklanan yaygın bir sorun olarak ortaya çıktı ve seçim sonuçlarını da olumsuz etkiledi.
7) ‘Baskın seçime uğrama’ mazereti: Bloğu oluşturan partiler açısından bakıldığında ne fikri olarak ne de örgütsel olarak bir seçime hazır olunmadığı, tersine ancak seçim kararı alındıktan sonra; “ne yapacağız” sorusunun gündeme alındığı gözlenmiştir. Bu yüzden de “değerlendirmelerde”, handikaplardan söz ederken, kimi düzen partilerinin deyimiyle, “baskın seçim” mazeret olarak öne sürülmüştür. Oysa sisteme karşı mücadele ettiğini öne süren partiler her tür baskına, saldırıya ve hileye karşı hazır olan bir çalışma tarzını benimsemek zorundadırlar. Kaldı ki; sınıflar mücadelesinin tarihi, işçi, emekçi partilerinin böyle bir kesintisiz çalışma olmadan başarıya ulaşamayacağını da göstermektedir. Bu yüzdendir ki, “baskın seçim” bir mazerettir; ama özrün kabahatten büyük olduğunu gösteren bir mazerettir! Seçim dahil her mücadeleye hazır bir parti ve blok olmadan, sermaye güçlerini yenilgiye uğratma, onlar karşısında başarı kazanma nasıl mümkün olabilir?
8) Seçimin genelliği ile sorunların yerelliği çelişkisi: Seçim geneldi; ama seçimde oy kullananların sorunları “yerel”di. Onun içindir ki vatandaş, işsizlikten, yoksulluktan söz ederken genel olarak ülkenin değil kendi yoksulluğundan söz etmektedir; kendisinin ve yakın çevresindekilerin işsiz kalmasından dem vurmaktadır. Bu yüzden de adaylar; yerel sorunları iyi bilir, halkın ne istediğini doğru anlarsa onlarla bir iletişim kurabilirdi. Ama bloğun adayları ve partilerin kimi iller dışında yerel sorunları genel seçim malzemesi haline getirerek değerlendirdikleri söylenemez. Tersine, her yerde en genel sorunları, IMF’yi, savaşı, demokrasinin sorunlarını sıralamakla yetinmişlerdir. Oysa, yerel sorunlardan kalkarak genele giden (özelden genele bir ajitasyon) bir ajitasyon imkânı pek değerlendirilememiştir. Oysa seçimler bunun için çok önemli bir fırsat sunmaktadır. Vatandaşın kendi sorunlarının aslında tüm ülkenin, tüm halkın sorunlarının bir parçası olduğu da ancak böyle anlatılabilirdi. Ve elbette halk, “vekaleti”ni vereceği kişinin bilgisini ve ilgisini de buradan sınar; onun kendisinin sorunlarını ne ölçüde anlayıp hissettiğini bilmesi gerekir. Ve bunun seçimde destek alınmada çok önemli olduğunu seçim çalışması yürütmüş her partili de hissetmiştir.
9) Yerel sorunlara sahip çıkan bir yerel parti örgütü zorunluluğu: Seçim süreci boyunca yokluğu en çok hissedilen şey, yığınlar içinde az çok kök salmış parti yerel örgütlerinin yokluğuydu denilebilir. Çünkü; son tahlilde halkla yüz yüze gelen, partilerin yerel örgütleriydi ve bu yerel örgütlerin halk içinde edindiği itibar, otorite, oy verme konusunda dahil her alanda birinci dereceden etkili olmuştur. Görülmüştür ki; halkın oylarını ancak kendi çalışmalarında halkla iç içe geçen ve halk içinde saygınlık kazanmış örgütler alabilirdi. AKP’nin başarısının sırrının da burada olduğu görülmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında, AKP’nin başarısı; en tabandan başlayıp yukarı doğru (köy, mahalle, belde, ilçe, il) yerel örgütlerin sistematik bir biçimde çalışmasına bağlı olmuştur. Bu yüzden de, sağda solda çok gürültü çıkarmamasına ve çoğu yerde yakından bakmayınca belli olmamasına karşın çok ciddi bir yerel çalışmayla AKP birinci parti olmuştur. (GP de tam tersine hiçbir örgütü olmadığı halde, salt sistemli ve sürekli ajitasyonla kendince büyük başarı sağlamıştır. Ama aynı zamanda yerel örgütlere sahip olmadan yüzde 7’nin aşılamayacağının da örneğini sunmuştur.) Yani; işçi sınıfının o temel tarihsel deneyiminin ifadesi olan; “birim esasına göre örgütlenme ve sistemli ve sürekli bir ajitasyon” formülasyonunun bu seçimlerde iki ayrı yönü (içeriğinden söz etmiyoruz) iki ayrı parti tarafından hayata geçirilerek yeniden doğrulanmıştır. İşçi sınıfı partisi ve sınıfın dünya görüşünden esinlenen partiler de bu temel kriteri; birim esasına göre örgütlenen ve sistemli bir aydınlatma faaliyeti yapan parti (EMEP’in programı ve tüzüğü aynen böyle, “birimlerde örgütlenmiş ve sistemli ajitasyon yapan bir parti”yi tarif eder. Ama ne yazık ki EMEP de en az HADEP kadar bu sorunu yaşamıştır) oldukları ölçüde yenilmez olacaklardır. Dolayısıyla seçim faaliyeti böylesi temel bir eksikliği herkesin yüzüne çarptığı gibi, başarının tek yolunu da göstermiştir. Halk yığınları içinde kök salıp otorite olan yerel parti örgütleri ve halkın sistemli bir biçimde aydınlanmasını esas alan bir parti: Aksi halde bu özellikleri taşımayan bir emekçi partisinin (bloğun) seçim dönemleri gidip gürültülü bir çalışma yapmasıyla belirli bir sınırın ötesine geçilemeyeceği görülmüştür. Herhalde, 3 Kasım 2002 Seçimi’nin öğrettiği en önemli ve unutulmaması gereken ders budur.
10) Popülizm, eksik ve yanlışların üstünü örttü: Seçim boyunca, değişik vesilelerle ve çalışmanın doğasıyla ilgisi olup olmamasına bakılmaksızın kadınlara, emekçilere ve Kürtlere hamasi övgüler yapıldı. Açılışlar, mitingler ve konvoylar, her çalışmadan çok ve gereğinden fazla zaman ve enerjiye mal oldu. Ve her popülizm gibi burada da amaç ile araç arasındaki bağ koptu; araç amaç haline geldi. Örneğin kadın, emekçi ve Kürtlerle bağlantılı olarak; bu kesimlerin ezilmesi üstüne, onların bu ezilme karşısındaki sabır ve metanetleri üstüne uzun konuşmalar, tartışmalar yapıldı; ama bu ezilmişliğin aşılması için yapılması gerekene çok değinilmedi. Ya da çoğu zaman laf oraya gelemeden toplantılar “bitmek” durumunda kaldı. Bu da, özellikle batı illerinde “DEHAP Kürt partisi” iddiasını güçlendirdi. Oysa bütün anlatım, bir yanıyla zaten o yaşantının sahiplerine yapıldığı için, doğru bir aydınlatma, gerçek bir yararı da olmadı. Yine benzer bir biçimde mitinglere, konvoylara bir seçim çalışmasında olması gerekenden fazla önem verildi. Pek çok enerji ve imkân bu amaçla harcandı. Çoğu zaman da bir mitingin kalabalık olması, bir konvoyun yeterince uzun olması her şeyden önemli olarak algılanıp ona göre davranıldı. Ancak bütün bu alanlarda seçimde beklenen oy gelmedi. Demek ki; elbette konvoylar uzun, mitingler kalabalık olmalı; ama tek başına kalabalık olmak ya da uzun konvoy olması başarının kendisi olmuyormuş. Bu yüzden de amacı hiç gözden kaçırmamak, aracı abartmamak gerekiyormuş. Söz konusu secimse, kendi taraftarlarınla gürültülü kalabalıklar toplamak, halkın değişik kesimleri üstünde de bir miktar etki yaratır, ama halkı kazanmak için diğer çalışma yöntemlerine, aydınlatma faaliyetine, emekçiler içinde uzun çalışmalara ihtiyaç olduğunu unutmamak gerektiğini görmek gerekir.

BLOK NASIL SÜRECEK?
Bütün bu zaaflarına ve yanlışlarına karşın blok, kuşkusuz ki, Kürt ve Türk emekçilerinin ileri kesimleri tarafından büyük bir heyecanla karşılandı ve seçimlerden sonra da bütün bu çevrelerden; “Bloğun devam etmesi” istekleri geldi. Ancak bloğun nasıl devam edeceği, nasıl genişleyip daha büyük yığınları kucaklayacağı konusunda farklı görüşlerin olduğu da bir gerçek.
Daha önce bloğa burun kıvıran kimi siyasi odaklardan gelen, “Blok dağılsın biz de içinde yer aldıktan sonra yeniden kurulsun” gibi, “abesle iştigal” istekler bir yana bırakılırsa, bloğun devam etmesi, genişlemesi için “sol blok olarak genişlemesi” tartışılmaktadır. Hatta bloktan söz ederken “sol blok” diye niteleyenler de az değildir.
Ama, “sol blok” yani, “solcuların bloğumun günümüz koşullarında kitlesellik olarak hiçbir anlamı yoktur. Tersine, “sol” takısı mevcut bloğu bile olağanüstü daraltır. Çünkü 3 Kasım seçiminde bloğa oy verenlerin önemli bir kesimi bile “sol” takısı almış bloğa oy vermekte tereddüt edeceklerdir.
Öte yandan bloğun genişlemesi için sosyal demokrasiye doğru açılması savunulmakta, örneğin bir parti bütünlüğü oluşturmakta zorlanan sosyal demokrat siyasi çevrelerin bloğa alınarak genişlenebileceği öne sürülmektedir. Ama bu çevrelerin getirdiğinden fazla götüreceği, daha da önemlisi bloğu sosyal demokrat bir platforma çekmek için özel çaba harcayacakları, dolayısıyla blokta iç çatışmalar yaratacakları düşünüldüğünde sosyal demokrasiye açılarak bloğu genişletmek fikri de çok akılcı görünmemektedir.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin koşulları, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’na, emek ve demokrasi güçlerini örgütleyip harekete geçiren bir merkez, iki partili Meclis’e karşı da halk muhalefetinin merkezi olma yükümlülüğünü dayatmış bulunmaktadır. Bloğun genişlemesinin nasıl ve hangi katmanları bloğa katarak olabileceğini de bu görev belirler. Bu yüzden de “bloğun nasıl genişleyeceği” sorusuna; şu şu çevreleri bloğa katarak değil ama amacına uygun bloğun tariflenmesinden sonra, böyle bir “bloğa katılmak isteyen herkesin katılması” ilkesi benimsenmek durumundadır. Nesnel ölçü budur. Dolayısıyla bu katılım tarzı, bloğa katılmak isteyen her grubun, her çevrenin yeni “pazarlıklar” yapmasını, kaprislerle sorun çıkarmasını da ortadan kaldıran sağlıklı bir yoldur.
Peki günümüz koşullarında; halk muhalefetinin merkezi, halk güçlerinin sermaye güçleri karşısında örgütlenme ve mücadele merkezi olarak bloğun üstünde yükseleceği siyasi platform nasıl olmalıdır?
Bu sorunun yanıtı, böyle bir seçim dönemi yaşandıktan sonra artık nispeten daha basittir. Çünkü seçimden önceki koşullar bugün esas olarak değişmediğine göre, bloğun hedefleri de değişmemiştir. Ama bu platformun belki biraz daha ayrıntıda tarif edilmesi, zamana yayılacak bir mücadeleye göre biçimlendirilmesi gerekecektir.
Bloğun programına ilişkin ana maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
1) IMF’nin, iç ve dış sermaye güçlerinin emekçileri, halka yönelttiği saldırının püskürtülmesi, hortumculardan hesap sorulması, emeğin haklarının savunulması, işçinin, emekçinin daha iyi çalışma ve yaşama koşulları; işsizliğin, açlığın, yoksulluğun yenilmesi, parasız sağlık ve eğitim hakkı, herkese sosyal güvenlik sağlanması, tarım ve sanayinin ayağa kaldırılması, bölgeler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım önceliği için mücadele,
2) Irak’a bir Amerikan müdahalesine karşı çıkma; Türkiye’nin üslerinin kullanılmasının önlenmesi, Çekiç Güç’ün Türkiye’de üslenmesine son verilmesi, ABD ve Türkiye’nin Irak’ta ve Kuzey Irak’ta nasıl bir rejim kurulacağına müdahalesine hayır demek ve ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesini istemek, bölge halklarıyla dostluk ve kardeşliği savunmak için mücadele,
3) Demokrasinin geliştirilmesi; seçilmiş kurumların egemenliği ve seçilmemiş, bürokratik kurum ve kuruluşların seçilmiş kurumlar üstündeki her tür üstünlüğüne son veren; halkların eşit haklarını esas alan, 12 Eylül Anayasası’nın tümden iptal edilmesi, 125, 146, 168, 169, 159 gibi ceza yasasının anti-demokratik maddelerinin kaldırılması yanı sıra; sendika yasalarından basın yasasına, toplu-gösteri yasasından RTÜK, YÖK vb. yasalara kadar çeşitli yasalardaki anti-demokratik maddelerin ayıklanması, esaslı bir siyasi af yasasıyla tüm siyasi mahkûmların salıverilmesi, en geniş demokrasinin egemen olduğu bir Türkiye için mücadele olmalıdır.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu denildiğinde işte böyle bir bloktan söz ediyoruz. Dolayısıyla onun genişlemesinden söz ederken de; onun bu platform üstünde genişlemesinden, bu amaçlarını gerçekleştirecek bir kitleselliğe ve dinamizme kavuşmasının, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesinin yolunun açılmasından söz ediyoruz.
Bloğa katılmak isteyen çeşitli siyasi çevreler için de kriter, bu hedefleri benimseme ve onun için mücadele etmek istemesidir ve burada, bu amaçları benimseyip mücadele etmek isteyen hiç kimse için bir sınır olmamalıdır. Dolayısıyla blok, böyle bir platformu kabul eden çeşitli siyasi çevrelere, meslek örgütlerine, sendikalara, konfederasyonlara, çeşitli demokrasi yanlısı örgütlenmelere açık olmalıdır.
Başka bir söyleyişle; seçimler ve ülkedeki gelişmeler bloğu; halk güçlerinin bir halk iktidarına doğru yürüyüşünü hazırlama, onları örgütleyip harekete geçirme; sermaye cephesi karşısında halk güçlerinin cephesini oluşturma göreviyle karşı karşıya getirmiştir. Bugünün asli işi budur ve blok da kendisini böyle bir görevle yükümlendirip bunun gereğini yerine getiren bir pratik çalışmayı hayata geçirdiği ölçüde kendisinden bekleneni gerçekleştirebilecektir.

BLOĞUN GELİŞMESİ BİR SÜREÇTİR VE GENİŞLEME DE MÜCADELE İÇİNDE OLACAKTIR
“Blok nasıl gelişecektir; nasıl genişleyecektir?” sorunun yanıtı bir kez gereği gibi verildikten sonra, sorun çözülmüş gibi görünebilir. Daha doğrusu blok tartışması yapanların bir bölümü, sorunu, böyle masa başında, sorunun mantıksal çözümlenmesinden ibaret görüyorlar. Oysa aslında sorun bloğun “inşa edilmesi” sorunudur.
Burada “inşa” sözcüğü bilerek kullanılmıştır. Çünkü gerçekten de blok, her gün yeniden inşa edilen, her ciddi mücadele içinde yeni güçlerin katılmasıyla yeniden kurulan bir organizasyon olmadan ilerleyemez.
Çünkü blokta amaç, bloğa katılan örgütlerin taraftarlarının toplamından ibaret bir örgüt ortaya çıkarmak değildir. Tersine, bu örgütlerin ilişkilerini başlangıç, bir dayanak noktası alarak milyonlarca emekçinin örgütlenip seferber edilmesidir. Ve en başta da, sendikalar ve öteki emek örgütlerinin, hayatın her alanında sürdürülen mücadele içinde bloğa katılmasını sağlamaktır.
Bunu yapmanın ilk koşulu ise; emek ve demokrasi mücadelesi alanında gelişen her ciddi konunun blok tarafından, emekçilerin mücadelesinin ilerletilmesinde bir dayanak olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu mücadeleler içinde bloğun saygınlığının artması, bir otorite olması mümkün olabilecektir.
Örneğin bugün olduğu gibi, “savaşa karşı bir kampanya” varsa, blok ve onu oluşturan parti ve siyasi çevreler, tüm gücüyle bu mücadele içinde yer alarak, bu mücadelenin bir ucundan tutan sendikalar ve yığın örgütleriyle ortak iş yaparak onların güvenini kazanmalı, savaşa karşı mücadelenin omurgasını bloğun oluşturduğu, bloğa katılınca daha güçlü olunacağı bu kampanyaya katılan tüm kişi ve kuruluşlarca görülmelidir ki bloğun genişleme imkânı olsun. Ya da halk, emekçi yığınlar bu mücadele içinde bloğun gayretlerini görmelidir ki, yarın seçimde de “savaşa karşı” olduğunu iddia eden parti ve çevreler haddini bilmeli, “savaşa karşı mücadele” denilince vatandaşın aklına “blok” gelmelidir. Ya da örneğin 1475 Sayılı Yasa’nın esnek çalışma yasasına dönüştürülmesi mücadelesinde blok ve bloğu oluşturan siyasi çevreler, kitle örgütleri aktif bir biçimde yer alıp işçi mücadelesini tüm emekçi sınıfların mücadelesine dönüştüren bir taktiği hayata geçirerek herkese, bloğun mücadele içindeki rolünü gösterebilirse; ancak o zaman geniş işçi yığınlarından, sendikalardan bloğa bir yöneliş olacak, blok hakkında gerici çevrelerin icat ettiği olumsuz nitelemeler etkisiz hale gelecek, yaratılan önyargıların yıkılması kolaylaşacaktır. Elbette bu demokrasi mücadelesi ve onun bir bileşeni olarak Kürt-Türk hak eşitliği, diller arasındaki eşitsizliklerin kaldırılması gibi konularda da blok, en önde yer alıp, demokrasi sorununun AB’ye uyumun bir şantaj vesilesi, demokrasiyi de AB’cilerin şekilsel demokratlığından çıkararak basit emekçinin hayatında önemini anlatabildiği ölçüde halkın bilinci de gelişecektir. Blok da, bu mücadele içinde halk tarafından demokrasi mücadelesinin de merkezi görülmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da her ciddi mücadelede bloğa yeni güçler katılacak, bir başka mücadelede bazı çevreler belki bloğun ve mücadelenin dışına düşecek, ama her başarılı mücadelede blok maddi ve manevi bakımdan güçlenerek çıkacak; emek ve demokrasi mücadelesinin temel bir organizasyonu, giderek içinde siyasi çevrelerden öte sendikaların ve öteki yığın örgütlerinin de yer aldığı gerçek bir halk cephesi olma yolunda ilerleyecektir.
Bu yüzdendir ki; sonunu “sol blok” ya da, kimi siyasi çevrelerin katılımıyla sınırlayan blok anlayışları, mücadeleyi geri çekici ve blok ve onun uyandırdığı mücadele isteğine yanıt veremeyen bir çizgiye gerilemek anlamına gelmektedir.
Ve elbette ki; bloğun çalışması; sadece yukarıdan alman kararlarla, en üst ya da orta düzeyde görüşmelerle değil, bloğu oluşturan parti ve çevrelerin yığınların içindeki örgütlerin faaliyetleriyle gerçekleşeceğine göre, çalışmalar, birlikler, bloklaşmalar da her şeyden önce buralara yansımak durumundadır. Yukarıda sözü edilen çalışmaların başarısının da tek garantisi, doğrudan yığınlar içindeki bu çalışmanın birleşmesidir.
Bloklaşmanın çalışmaya yansımasının önündeki başlıca alanları şöyle sıralayabiliriz.
1) Gençlik içindeki çalışma: Gerek üniversiteler gerekse semtlerdeki işsiz gençler ve fabrikalar ve atölyelerdeki genç işçiler arasındaki çalışmada, güncel talepleri üstünden bir çalışma için güçler birleştirilmeli, bu alandaki örgütlenmenin ve mücadelenin “yakın hedefleri” belirlenerek bir çalışma başlatılmalıdır. Örneğin üniversitelerde tüm öğrencileri kapsayan bir gençlik örgütü için ÖTK’lar, kollar, kulüpler ve tüm öteki örgüt biçimleri üstünden ortak hareket edilerek bir güç merkezi oluşturulabilir. Yine büyük kent merkezlerindeki emekçi gençlik yığınları ve işsizler için daha özel talepler üstünden bir mücadele ile semtlerdeki imkânların değerlendirilmesi bloğun semtlerdeki çalışmaları bakımından en önemli iki dayanaktan birisini (öteki kadın çalışması) olacaktır.
2) Kadın çalışması: Bloklaşmanın hemen başlatılabileceği alanlardan birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Pek çok yerde dernek ve öteki türden örgütlerin oluşturulması için sınırsız imkânlar vardır
3) Sendikal çalışma: Sendikaların içinde bulunduğu durum onların yeniden kurulmasını, üye sayısının artırılmasını, en az onun kadar da sendikal bürokrasinin sendikalardan tasfiyesini de zorlamaktadır. Bu çerçevede işyerlerinden başlayacak ciddi bir çalışma ile sendikalarda aşağından yukarı yenilenmenin yanı sıra Organize Sanayi Bölgeleri OSB’ler başta olmak üzere genç işçi yığınlarının örgütlenmesi de bloğun doğrudan gündemine girmek durumundadır. Bunun başlaması için de geniş olanaklar vardır.
4) Köylülük içinde: Bu alanda bir yandan sendikalaşma istekleri yayılırken öte yanda da geleneksel düzen partilerinden hızlı bir kopuş yaşanmaktadır. Son seçimler sırasındaki çalışmalar içinde de bu alanın blok güçleri için en açık alanlardan birisi olduğu görülmüştür.

Kuşkusuz ki, bu alanlar sadece birer örnektir. Hayatın her alanında çöken ve çözülen egemen sistemin dişlileri arasına sürüklenmiş emekçi kesimler, açlığın, yoksulluğun ve gelecek güvencesizliğinin tehdidi altındadırlar. Büyük sıkıntılar içinde ve kendileri için kurtuluş yolu aramaktadırlar. Bu yolun gösterilmesi, bu yoldan yürünürse kurtulabileceğinin anlatılması da bugünkü durumda blok diye ifade ettiğimiz güç odağına, blok içinde yer alan partiler düşmektedir. Elbette ki; milyonlarca emekçinin Kürt ve Türk milliyetinden halkın bu beklentisini boşa çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur, olmamalıdır.
Yaşananlar; halkın iktidara yürümesi yolunu açma sorumluğunu, bu amaçla Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun geliştirilip yaşatılması ve tüm halkı seferber eden bir merkez olarak inşa edilmesi sorumluluğunu ve onurunu Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu oluşturan siyasi partilere yüklemiştir.
Özgürlük Dünyası, bu sorumluluğun bilinciyle hareket edecektir.

seçimler, blok ve sol

3 Kasım Seçimleri’ne on sekiz parti katıldı.
Bir parti, Emek,. Barış ve Demokrasi Bloğu’na dayanan DEHAP’tı. Dört partinin oluşturduğu seçim işbirliğini temsil ediyordu. DEHAP çatısı altında seçime katılan partilerin tümü, gerçekleştirdikleri birliğin bir seçim işbirliği ile sınırlı ve 3 Kasım’a endeksli olmadığını açıkladılar.
Bu iş ve güç birliği, kendisini; uluslararası sermayeye işbirlikçileri karşısında emeğin haklarını, savaş karşısında barışı, yasakçı-inkârcı tekelci gericilik karşısında demokrasiyi savunma bloğu olarak tanımladı. Seçim bildirgesini bu üç temel ayak üzerine oturttu. Kendisini, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu olarak deklare etti.
Geri kalan partiler, kuşkusuz bir dizi vaadi peşi sıra sıraladıkları seçim bildirgeleri hazırladılar. Seçim propagandalarında özellikle bazıları -“dilin kemiği yok”u yeniden kanıtlamacasına- halkın talep ve özlemlerine vurgu yaptılar. Ve tümü kendilerini, sağ, sol ya da merkez sağ, merkez sol veya merkez partiler olarak tanımladılar.
Bunlardan altısı sol ya da merkez sol adına seçime katılan partilerdi. Seçim süreci ve tartışmalarının bir bölümüne katılan ama seçime giremeyen SHP de sayılırsa, sol iddialı partilerin sayısı yediyi buluyor. Yedi “sol” parti çok değil mi? Çok. Ama on bir tane de sağ/merkez sağ partinin seçime katıldığı düşünülürse, çok görülmemeli!
Sol parti ve örgütlerin sayısı, yediyle de sınırlı değil. Seçimlere katılma yeterliğini sağlayamayan SHP ya da Mümtaz Soysal’ın partisinden farklı olarak seçimleri boykot eden ya da bağımsız adaylar çıkaranlar da var. İlk elde üçü sayılabilir. Blok’a katılıp destek veren sekizinin yanı sıra, adı parti olsun olmasın, henüz bir parti olabilmenin asgari gereklerini yerine getirememiş gruplar da gerçeğimiz. Tümü birden sayıyı çok büyütüyorlar.
Sol iddialı parti ve grupların tümünü, sahip oldukları “sol” ve “solculuk” iddiası dışında, kuşkusuz ortak bir paydada kümelendirmek olanaklı değil. Tümünün bazı ortak özellikleri olsa bile farklılıkları da var. Bizatihi bu, “sol” ya da “solculuk”un nitelik belirtici bir tanımlama ekseni olmadığını kanıtlayan önemli bir veri sayılmalı.
Buradan, farklı “sol” ve “solculuk” türleri olduğu ve bunların tümünün birden “sol” etiketli bir “torba”ya doldurulamayacağı, öyleyse “sol”un, üzerinde sağlam bir “bina” inşa edilebilecek bir “temel” varsayılamayacağı gerçeğine gelebiliriz.

“SOL” KENDİNE YETERLİ ÖLÇÜT MÜ?
Örneğin MHP ve ANAP’la koalisyon kurmuş olmasına ve konjonktürel olmanın ötesine geçen, uzunca bir dönem içtikleri su ayrı gitmemesine karşın DSP’nin sol iddialarını kim yok sayabilir? Seçim öncesinde kendi niteliklerini tarif etmek üzere yaptıkları son tanımlama “ulusal sol” idi. Bu tarif ve tanımladığı niteliğin içeriği şu ya da bu yönden yorumlanıp eleştirilebilir. DSP’nin sahip olduğu dünya görüşü, politikaları ve pratiğinin “ulusallık” ya da “solculuk”la veya ikisiyle birden uyumlu olmadığı söylenebilir. Ancak kimsenin, başka herhangi “sol” iddialı bir parti ya da grup kadar, DSP’nin de elinden kendi platformunu ve toplam olarak kendisini tanımlama hakkını alamayacağı ortadadır.
DSP ya da bir başka parti “sol” ya da “solcu” olduğunu ileri sürüyorsa, “hayır ‘sol’ değildir, öyle ‘sol’ olmaz” demek de bir yaklaşımdır, ama kolaycı bir yaklaşımdır. Bu, “sol” ve “solculuk”u, tertemiz, belirli bir sol iddia sahibinin kendisini tanımlamasına elverecek türden yekpare bir bütün, dolayısıyla kendi tekelinde ve kendi konumunu açıklamaya yeterli bir zemin olarak anlama ihtiyacının zorunlu kıldığı kolaylıktır. Doğru ve gerekli olan, iddiasında bulunulan “sol” ve “solculuk”un türünü, niteliğini ve içeriğini gerçeğine uygun olarak açıklamak ve pozisyonu, dayanakları, yönü, politikaları ve olanaklarıyla onu yerli yerine oturtmaktır. Sonuç olarak, belirli “sol” ve “solculuk” iddiası karşısında, işçi sınıfı ve halkın çıkarları bakımından doğru ve gerçekçi bir tutum almaktır.
Ya “sol” kendine yeterdir, açıklayıcıdır, kapsayıcı ve bütünseldir; üzerinden tartışılmak ve temel edinilmek bakımından kendi dışında başka herhangi türden temele ihtiyaç duymaz; bu durumda “sol”, tüm solu kapsayarak, beğenilsin-beğenilmesin bütün “solculuk” iddiaları toplamı olarak varsayılıp anlaşılacaktır. Ya da sol kendi kendine yeter bir bütünlük, bir eksen değildir, kendi başına bir temel oluşturmaz; bu durumda değişik sol iddialar, kendi benzerlik ve farklılıkları içinde, ama kendi dışında ölçütlere, temel ve dayanaklara göre açıklanıp ele alınacak, sınıflandırılacak ve yine bu ölçütlere göre karşılarında tutumlar geliştirilecektir. Doğru olan, ikincisidir. O halde, sol bir eksen ya da çeşitli olgu ve güçleri, herhangi türden toplumsal siyasal gelişmeleri tanımlayan/belirleyen bir ölçüt olarak anlaşılmamalıdır. Kendisi ölçülmeye muhtaç, kendisi ölçüte ihtiyaç duyan ölçüt; ancak, son derece yanıltıcı, doğru çözümlemeler yapıp doğru sonuçlara varmayı olanaksızlaştırıcı bir ölçüt olabilir.

BURJUVA SOL, DÜZEN SOLU
Seçim sürecinin kırtasiye gereklerini yerine getirip getirmemeleri bir yana, bu sürece bir türden müdahil olmuş sol olmasına sol partilerin yakın çekim fotoğrafı alınacak olursa, karşılaşacağımız şey, yine de, uzak-yakın akrabalık ilişkileriyle bir “aile fotoğrafı” olacaktır. Bir kısım “akrabalar” arasında deyim yerindeyse kalıtsal, genetik dayanakları olan daha özel yakınlık ve samimiyetler; bazıları arasındaysa -hatta “düşman kardeşler”i niteleyen- daha uzak benzerlikler ve karşıtlıklarla aykırılıklar görebiliriz. Bu, “sol”un, yakınlıklar kadar uzaklıkları, benzerlikler kadar farklılıkları da bir arada tanımlayan, öyleyse kendine yeten bir tanımlama olmadığını bir kez daha altını çizerek kanıtlayacaktır.
Seçim sürecine müdahil olan sol iddialı partiler, somut pozisyon ve politikalarıyla, bu politikaların hizmet ve temsil edip savunduğu çıkarlarla birlikte ele alındıklarında görüntü daha anlaşılır olacaktır. Aralarında kümelenmeleri bir yana bırakarak, sırayla bu partilere bakılacak, olursa:
DSP, 57. Hükümet’in sol ortağı olarak uluslararası sermaye ve onun bir parçası olan yerli büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda izlediği, emeğin haklarının bütünüyle gasp edilmesi yönündeki politikalarıyla ayırt edilmiştir. İkinci ayırt edici yönü, uluslararası sermaye ve büyük emperyalist devletlerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla ülkeyi talan edip ekonomik ve siyasi yaşamını kendine bağımlı kılarak köleliği dayatmasına aracılık etmiş olmasıdır. Buna bağlı olarak ABD’nin dünya egemenliği emelleri çerçevesinde Ortadoğu’ya ve Ortadoğu petrollerine egemen olma, bu amaçla Irak’a karşı açmayı planladığı savaşa Türkiye’yi sürükleme politikasına onay verip uyum sağlaması, DSP’nin üçüncü ayırt edici yönü olmuştur. Dördüncü olarak Amerikalılar ve Avrupalılar karşısında güvercinin güvercini boyun eğme siyaseti izlerken Kürtler -buraya Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan da eklenebilir- karşısında şahin kesilmesi ve aşırı şoven siyasetiyle ayırt edilmiştir. Beşinci ayırt edici yönü ise, şovenizmin peşinde izlediği inkarcı eşitsizlik politikasını; ekonomik alanın yanı sıra siyasi yaşama, devlet işleriyle ilgili alana, eşitsizlik ve küçük bir azınlığın dikte etmeye dayalı koşulsuz egemenliği, hak inkarcılığı, yasakçılık içeriğiyle tam bir gericilik ve demokrasi karşıtlığı düzeyinde yayması olmuştur. DSP, en başta IMF programı savunuculuğunda belirginleşen emperyalizm yanlısı emek ve halk düşmanı, Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı bir parti olarak seçimlere katılmıştır.
YTP, zorunlu olarak seçim sürecine bağlanan bir önceki politik atağın aracı olarak organize edilmiş hareketin dönüştüğü partidir. Yakın geçmişi DSP olduğu kadar, DSP’yi, kuşkusuz yönetimini, ele geçirmeye yönelik komplocu bir ekip de olmak olan YTP’nin ayrı bir parti olarak seçime girmek zorunda kalması, kuşkusuz onun DSP’den önemli programatik ve politik farklılıklara ve dayanaklara sahip olduğu anlamına gelmiyor. YTP, tek bir düzen partisi içinde de olabilecek kişisel ve ekipsel nüanslarının ötesinde, DSP’den farklı bir görüntü vermemiştir. Ecevitler’in baskısı altında kendilerini ve politikalarını ifade edemeyenlerin ve belki liderinin yerine gelen Ş. Sina Gürel’in AB ve Kıbrıs gibi sorunlarda daha “ulusalcı” politika izleme görüntüsü vermesinden hareketle biraz daha küreselci ve neoliberal olarak niteleneceklerin partisi olduğu ileri sürülebilecek YTP’riin, kendisinin DSP’den varsa farklarını ortaya koymakta başarılı olduğu ve varsa farklı dayanaklarını oluşturabildiği söylenemez. Seçime ilişkin de kullandığı, ayrı bir “hareket” olarak ortaya çıkışından itibaren ortaya attığı “üç dert”e ilişkin slogan, “önceden aklın neredeydi” dedirten aldatıcı içeriklidir. YTP’nin, kurucuları DSP içindeyken beraberce izleyip sorumluluğuna ortak oldukları DSP’nin emperyalizm yanlısı ve IMF programı savunucusu politika ve pratiklerine, emek, halk ve Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı çizgisine ne bir itirazı ne de farklı açılımları olmuştur.
CHP, öncesinde başlayıp seçim sürecinde doruk noktasına varan parlatılmanın konusu edilmiş, parlamento dışından “ana muhalefef”e taşınmış sol partidir. Bunu ne kadar hak edip etmediği, bugünkü pozisyonunu tutmak için ne yaptığı, önceki dönemde halkın umudunu temsil etmeye elverecek ne gibi muhalif çabalar içine girdiği tartışılabilir. Uzatmaya, en azından bu yazı sınırları içinde gerek yoktur. CHP, öncesi ile birlikte seçim sürecinde kendisini nasıl ortaya koymuş, nelerle karakterize olmuştur? Bir belirgin yönü, Şeyh Edebali’ye bağlanan “Anadolu solu” söyleminin geliştirilmesidir. 57. Hükümet’in ithal bakanı, IMF-DB memuru K. Derviş’in partiye katılımı ve bu katılımın -partinin yönelimi, politika ve dayanaklarını da belirtmek ve sözleri yasa sayılan dış ve iç çevrelere “yenilenme”nin kanıtı olarak sunulmak üzere- özellikle başlangıçta tantanayla seçim çalışmasının başköşesine yerleştirilmesi, CHP’nin rengini veren bir diğer yönü olmuştur. Bir başkası, “yenilik” olarak “sosyal-liberal sentez” açılımına sığınılmasıdır. Ezilenlerin, halkın hiçbir talebinin sahiplenilmemesi, ama halkın belini bükme programı olan IMF programının benimsenmesi, Derviş öncesi ve sonrası CHP “yenilenmesi”nin temeli edinilmiştir. Asıl sorun, halkın adım başı kendisine dokunulmasından, binlerce eşitsizlik, inkâr, yasak ve hak gaspıyla çevrelenmiş olmasından kurtulması ve halkın egemenliği önündeki engellerin kaldırılmasıyken, seçim propagandasının “milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması” üzerine kurulması, “dokunulma” sorununun milletvekilleriyle sınırlı ortaya konulmasıyla yetinilmesi, dolayısıyla halka ve demokrasi taleplerine uzaklık ve karşıtlık; CHP’nin başlıca tanımlayıcı yönlerinden biri olmuştur. Bir zamanlar görünüşü kurtarmak için bile olsa “Güneydoğu raporu” hazırlayan CHP, seçimlerde Kürt’ten söz etmeme inkârcılığıyla ayırt edilmiştir. Irak’a yönelik ABD operasyonu karşısında barışı savunmak yerine kendisini savaşa uyarlama yolunu seçip savaşın başbakanlığına talip olan (Baykal: “Savaş kararını yeni hükümet ve Meclis alsın!”) Baykal’ın CHP’sinin solculuğunun içini emperyalizm ve savaş yanlılığı ile doldurması, onun bir belirgin özelliği olmuştur. Baykal hizbinin yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını pürüzsüzce savunmak üzere yeniden düzenlediği CHP, halkı ve taleplerini savunmadığı gibi, parti içinde de az-çok yüzü halka dönük, eşitlik/özgürlük söylemli, görece ilerici hiç kimseye yönetimde ve milletvekili listelerinde yer vermemiştir. Buralarda Kürtlere ayrılan yer de, CHP’nin inkarcılığının bir belirtisi durumundadır. Baykal CHP’sinin Ecevit DSP’sinden farkı, ulusallığa, “ulusal sol” türünden söylemler aracılığıyla bile yer vermemesindedir.
Üçü birbirine oldukça benzeyen DSP, YTP ve CHP, ufak tefek farklılıklara sahip olsalar da, belli başlı sorunlarda fikir ve tutum birliği içinde olmuşlardır. Dediklerine bakılırsa sol’durlar, ama emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarlarını savunmada birinin diğerinden eksiği yoktur. İşçi sınıfı, emekçiler, Türk ve Kürt ezilenleri ve talepleriyle ilgileri ise, söylemleri ne olursa olsun düşmanlıktan ibarettir. Sol’durlar ama, iç ve dış sermayenin tüm isteklerini yerine getirmekte, onların programını uygulayıp çıkarlarına uygun politikaları izlemektedirler. Bu, IMF programı karşısındaki tutumlarında belirginleştiği gibi, işçi ve emekçilerle, Kürtler karşısındaki tutumlarında, demokrasi ve savaş karşısındaki politika ve pratiklerinde yansımaktadır. Soldurlar, ama küçük farklılıklarıyla, neoliberal partilerdir. Eski sol söylemin önemli ölçütlerinden “emek yanlılığından ve emeği “en yüce değer” saymaktan çoktan ve bütünüyle vazgeçmişlerdir; -işbirlikçisi yerli sermaye de içinde olmak üzere- uluslararası sermayenin çıkarlarını en yüce çıkar saymaktadırlar. Sermaye soludurlar. Burjuva sol partilerdir. Üstelik sermaye partileri ve burjuva solu arasında sadece işçi sınıfı ve sosyalizme düşmanlıklarıyla değil, ama, açıktan emperyalizm yandaşlığı yaparak, Kürt ve Türk ezilenlerine, bütün halka ve demokrasi ve özgürlükler namına her şeye düşmanlıklarıyla sivrilmektedirler. O halde, düzen soludurlar; ilerici bile değillerdir.
Burada, “sol” ve “solculuk’tan çok daha önemli ve temel, sol ve solculuk türlerini de birbirinden ayırt eden başlıca ölçüte varıyoruz. İşçi sınıfı, halk, Türk’üyle Kürt’üyle sömürülüp ezilenler ve çıkarlarıyla talepleri. Güç buradadır. Maddi olan odur. Başka ölçütleri belirleyen, siyasal, ideolojik ölçütlerin vurulacağı “kantar” bundan başkası değildir. Ölçüt olarak ileri sürülen “sol”u; emek-sermaye ve emperyalizmle işbirlikçileri-halk, ezenler-ezilenler karşıtlıkları dışında ve emek, halk, ezilenler ve çıkarlarıyla ihtiyaçları ölçütüne dayandırmadan anlamlı kılmak olanaksızdır. DSP, YTP ve CHP solculuğu, bundan başkasını kanıtlamaz.

“SOL” MU, İŞÇİ SINIFI VE HALKIN ÇIKARLARIYLA TALEPLERİ Mİ?
“Sol” kavramı; bir dünya görüşünü, bir ideolojik tutumu ifade etmek üzere kullanıla gelmiştir. Önünde sonunda bir kavramdır. Kavrama can veren madde; dünya görüşü ya da ideolojinin “kim”in olduğu her zaman ve koşulda önde gelir, önceliklidir. İdealizme düşmekten kaçınılacaksa, ikincilliği bilinen bilince dair olanla önceliği tartışma götürmez maddesel olanın ilişkisi doğru kurulmak zorundadır.
“Sol”un ilk kez ve ideolojik siyasal tutumların tanımlayıcısı olarak tarih sahnesine çıkışı ve literatüre girişinin Fransız Devrimi sonrası kurulan Meclis’le birlikte olduğu biliniyor. Bu nedenle, bir kez, kavram, burjuva karakterlidir. Burjuva radikalizminden yana olanlarla uzlaşmacılıktan yana olanları ayırmak üzere siyasal gündeme girmiştir. Gündeme giriş nedeni de söylenenleri doğrulamaktadır: Eski yapının köktenci değişikliğinden yana tutumlarıyla bir araya toplanan “aşağı” katmanların, Kraliyet döneminin ezilenlerinin temsilcileri Meclis’in “sol” tarafına oturmuşlardır. Bazı değişikliklerle eskinin devamından yana, eskiyle uzlaşma tutumlarıyla çıkarlarının belirli kökleri eskide olan katmanların, Kraliyet döneminin ara tabakalarının temsilcileri ise “sağ” tarafa oturmuşlardır. Sağa ya da sola oturanlar, kuşkusuz belirli siyasal eğilimleri temsil ettikleri için yan yana gelmişlerdir. Ancak her şeyden önce, yan yana gelenler, sonradan “sağ” ve “sol” olarak anılacak olmak üzere saflaşanlar, halkın çıkarları ve taleplerine göre bölünmüşlerdir. Safları belirleyen, bu çıkar ve taleplere nasıl yaklaşıldığı, savunulup savunulmadıkları olmuştur. Radikalizm ve uzlaşmacılık da, sol ya da sağcılık da zaten bu temelde şekillenmiştir.
Sağı ve solu, ilk sahneye çıkışından bu yana belirleyen; düşünce ve eğilimler ya da kendilerine sağcı ya da solcu diyenlerin kendilerini nasıl tanımladıkları, kendileri hakkındaki iddialarının ne olduğu değil, ama ezilenlerin, halkın çıkarları ve taleplerine görelik olmuştur. Baştan beri tayin edici ölçüt halktır, halkın çıkarları ve talepleridir.
Ardından işçi sınıfının eylemli olarak kendisini ortaya koyusu, daha kendisi için sınıf olmaya geçiş koşullarında, doğrudan kendi sınıf çıkarları ve kurtuluşunun ihtiyacı olan dünya görüşünün ve ona uygun politik yönelim ve tutumların ortaya çıkışını koşullamış, zorunlu kılmıştır. En başta Marx ve Engels, bu açıdan bilimin/bilince ilişkin olanın üzerine düşeni yerine getirme işini üstlenmişler; burjuva, feodal, küçük burjuva vb. sosyalizminden, ütopik, mezhepsel vb. sosyalizmden arındırıp ayırdıkları işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini kurmuşlardır. O günden bu yana saflaşma, halkın çıkarları ve taleplerine göreliğin yanında ve onun gelişkin ileri unsuru olarak emeğin, işçi sınıfının çıkar ve taleplerine görelik esasına göre gerçekleşmektedir. Zaten bilimsel sosyalizm, bu nedenle, kurgulanmış düşünsel bir ürün olarak savunulan ütopik sosyalizmden farklı olarak, işçi sınıfının dünya görüşüdür.
O halde dünü, bugünü ya da fethine çıkılan geleceği buradan, asıl olandan, temelinden, başlıca ölçütten hareketle açıklamak ve kurmak; tahlil, yaklaşım ve belirli alanlara ilişkin özel ve iktidara dair genel politikaları bu ölçüte dayandırmak; siyasal güçleri, en başta kendimizi buradan düzenlemek zorundayız demektir.
Karar vermek zorunluluğu ortadadır. Ya ölçüt sol olacaktır ya da işçi sınıfı da içinde olmak üzere halk ve çıkarlarıyla talepleri. Kendisini sol olarak tanımlayıp nitelendirenler ya kendileri için ya da halk ve taleplerinin gerçekleşmesi için var olacaklardır.
“Sol”, önünde sonunda dünyaya ve toplumsal sorun ve olaylara belirli yaklaşım ve bu yönde izlenen/izlenecek politikalar toplamını anlamlandırma adına ileri sürülen tanımlayıcı bir kavram, iddiada bulunanların kendilerini ve yaklaşımlarıyla politikalarını isimlendirişleridir. Yaklaşım ve politikaları anlamlandırma ya da isimlendirmenin önemsiz olduğu söylenemez. Ancak bu yaklaşım ve politikaların kendilerinin ve en önemlisi bu yaklaşım ve politikalara hayat veren, deyim yerindeyse onları koşullandıran, bu yaklaşım ve politikaların ancak çıkar ve taleplerini yansıtıp gereğini ifade ettiğinde anlam kazanacağı nesnel temelin, sol söz konusu olduğunda, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen ve ezilen yığınların, çıkar ve taleplerinin önemsiz olduğu anlamına kuşkusuz gelmez. Önemsiz olmadığı gibi, üstelik tayin edici olan da odur.
Birinci nedeni söylendi. Öncelikli ve belirleyici olan, bilince ilişkin olduğu genel kabul görecek yaklaşım ve politikalar değil, ama genel olarak bilincin üzerinden oluştuğu madde, nesnellik, “sol” ile ilgili tartışma söz konusu olduğunda, işçi ve emekçiler, tüm ezilenlerdir.

“ÖNCÜLER”, “TABAN”, POLİTİKA İLE SOSYAL TABAN ARASINDAKİ ÇELİŞKİ VE SOL
İkinci nedene gelinecek olursa; “sol” iddialı yaklaşım ve politikalar, genellikle işçi ve emekçiler, ezilenler adına ileri sürülmektedir. Hatta burjuva solu bile, emekçilerin talepleriyle oynayarak onların adına iddialarda bulunmaktadır. Kuşkusuz herkes, her politik parti ya da grup temsil iddiasında olduğu ya da temsilini öngördüğü sosyal katmanlar adına yaklaşımlar geliştirip politikalar ileri sürme özgürlüğüne sahiptir. Ancak burada, -henüz hiçbir sol parti ya da grubun temsil iddiasında bulunduğu “taban”a oturduğu ve onu gerçekten temsil ettiği iddia edilemeyecek olmasının yanı sıra- iki nokta daha akılda tutulmak zorundadır.
Birincisi, ideoloji ve politika ile onların nesnel temeli olan ve adına saptamalar yapılan sosyal katmanlar ve çıkarları arasında ya da daha genel deyişle politika ile ekonomi arasında bir çelişki vardır. Bu, birinci nedenin işleyişinin ürünüdür. Bilinçli hareketin ya da bizzat bilincin, düşüncenin hareketinin, kuşkusuz nesnellikle bağlantılı ama kendi evrimi ve gelişim süreci, bu gelişimin kendi yasaları olduğu bilinir. İktisadi olaylara, bu çerçevede sosyal sınıf ve katmanların nesnelliğine ilişkin gelişme ise, tamamen kendi yasaları olan farklı ve temel süreçlerdir. Bağlantılı olması kaçınılmaz ama gelişmelerinin özgünlüğü olan iki ayrı sürecin çelişkileri koşullaması anlaşılır şeydir. Bu çelişkinin giderilmesi tabii ki gereklidir. Ama bunun bir çırpıda ve hele yalnızca masa başında olamayacağı, üstelik yaşamın sürekli yenilenmeyi zorunlu kılarak bu çelişkiyi durmaksızın yeniden ürettiği bilinmelidir. Adına hareket edenlerin, -gereklerini yerine getirip getirmedikleri, bunun koşullarına sahip olup olmadıkları tartışmasına girmeden söylenecek olursa- “öncüler”in, sahip oldukları bilimsel birikimin büyüklüğü yanında, adına hareket ettikleriyle, temsilini iddia ettikleri katmanlarla birleşmede kat ettikleri mesafenin büyüklüğüne, özetle “öncüler”in “taban” varsaydıklarını temsiliyet düzeylerinin gelişkinliğine bağlı olarak bu çelişkinin azalacağı öngörülebilir. Bu da, mutlak değildir. “Öncüler” “taban”larıyla önemli ölçüde birleşmelerine rağmen, tabanlarının nesnel çıkarlarını temsil edemiyor halde olabilirler. Burada, bilimsel sosyalizm ve onun işçi hareketiyle birliği sorununa ve tayin ediciliğine hiç girmeyeceğiz.
İkincisi, adına hareket edenler, “öncüler”, önünde sonunda “küçük azınlıklardır; “bilinçli azınlıklardır. “Bilinçlilik” durumları gerçeği yansıtır ya da yansıtmaz, nesnelliğe müdahaleleri doğru ya da yanlış olabilir; ama küçük bir azınlık oluşturdukları kesindir. Temsilini iddia ettikleri ya da temsil etmeyi öngördükleri sosyal katmanlar ise, çoğu bilincine varmadıkları ya da eksik veya yanlış vardıkları görüşlerin yanı sıra bir dizi geleneksel fikir ve önyargılara sahip, sömürücü sınıflar ve düzenden kaynaklanan çok çeşitli köleleştirici etkiye açık geniş bir büyüklüktür. Bu büyüklük saflarında, kendi içinde çelişen çok sayıda fikir, görüş, önyargı, alışkanlık, farklı eğilimler ve duygular, ruh halleri bir arada bulunur. Üstelik bunlar zaman ve koşullara göre dalgalanma gösterir. Zamana ve koşullara göre değişecek olsa da, belirli zaman dilimleri ve koşullar çerçevesinde birbiriyle çelişmeyen ve dolayısıyla ortak çıkarlara sahip sosyal katmanların büyük genişliğini etrafında birleştirebilecek olan; onların ortak nesnel çıkarlarından, buradan yansıyan ortak taleplerinden başkası olamaz. O halde, politika ve birlikler söz konusu olduğunda, üzerinden yürünecek temel de bundan başkası olamaz demektir.
“Sol” bu nedenle de politika ve birlik zemini olamaz.

“ÖNCÜNÜN “DOĞRUSU”, HALKIN DOĞRUSU, ÖNCÜLÜK VE SOL
“Öncüler”, özel olarak öncülük iddiasındaki ve kendi zeminini birlik zemini olarak ileri süren sol; hem sosyal katmanların nesnelliğiyle politika arasında kaçınılmaz olan çelişme ve hem de küçük bir sol azınlığı birleştirmek için yeterli olabilecek “sol” kavram ya da tanımlar temsiliyet iddiasında bulunulan “tabanı” birleştirmek bakımından yetersiz ve elverişsiz olduğu için, yaklaşımını değiştirmelidir.
Kimse bunun politika dışı ya da politik olmayan bir önerme olduğunu ileri sürmesin! Tartışılan, politikanın nasıl yapılacağı, politikanın hangi temelden hareketle geliştirilmesinin zorunlu olduğudur.
“Öncüler”, henüz temsil iddiasında bulundukları kitlenin “doğrusu” haline gelmemiş “kendi doğrularını”, politikanın ve onun özel bir alanına ilişkin birlik politikasının hareket noktası varsayabilecekleri gibi; temsilini öngördükleri ve birleştirilmesini başlıca iş edinmek durumunda oldukları sosyal katmanları ve çıkarlarını, öyleyse taleplerinin karşılanmasını da genel ve birlik politikalarının başlıca dayanağı olarak sahiplenebilirler. İkisi de mümkündür. Politika, öyle de böyle de geliştirilebilir ve yapılabilir. İkisi arasındaki fark, politika ile politika dışılık farkı değil, politikanın, tarzıyla birlikte dayanaklarına, ölçütüne, temeli ve içeriğine ilişkin farktır.
Şu kesin olmalıdır: Kendi “doğrusu”nu, bu “doğru”yu doğru saymayan temsili iddiasında bulunulan “taban”a dayatmak öncülük kavramıyla çelişir. Öncü tabii ki aydınlatacak, yol gösterecektir; ama öncülüğün bu işlevini, emekçilerin, ezilenlerin henüz sınavdan geçirmedikleri ve doğruluğunu yalnızca bilinçli azınlık olan öncünün bildiği ya da “inandığı” “doğrular”ın doğruluğuna inanmalarını ve bu “doğrular” etrafında birleşerek mücadele etmelerini, haydi dayatmak demeyelim, beklemek içeriğiyle kavramak, öncülük fikrine yapılabilecek en büyük kötülük olur. Bu, “öncü” ile varsayılı “taban”ın ayrı ayrı duruşu ve birbirinden kopuk mücadelesini baştan kabullenmek anlamına gelir. Çünkü bu tutum ya da beklenti ile, “öncü”nün “doğrusu”nun halkın doğrusu haline getirilerek “öncü”yle “taban”ın birleşmesi ve “öncü”nün de gerçekten temsil niteliği kazanarak öncüleşmesi olanaksızdır.
Sadece bilincin ve bu çerçeveye sığan politikaların iktisadi ve sosyal gerçeklikle çelişme halinde olmasının anormal olmadığı saptamasını dikkate almak da yetmez. Bir de “bilinç”in, “sol” adına ileri sürülen politikaların çoğu kez yanlış ya da hatalı olma olasılığının hiç de küçümsenemeyeceği gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Önünde sonunda temsil iddiasında olunan “taban” adına ileri sürülen az çok geliştirilip sistematize edilmiş ve bunlardan çok daha fazla şurasından burasından geliştirilmiş görüş, düşünce ve eğilimlerin sayısız bolluğu içinde; çok sayıda deneme yanılma ve doğrulama etkinliğini kapsayarak; doğrularla yanlışların, eksiklerle fazlaların bir arada bulunduğu; birbirini tamamlayan ya da etkisini gideren, ve üstelik yalnızca düşünsel etkinliklerin, araştırma, inceleme, polemik ve tartışmaların değil; duygu, önyargı ve alışkanlıklara, yanı sıra, “öncülük” iddiasında olanlar da içinde olmak üzere, politik ve henüz tam politikleşmemiş, az çok politik ya da salt iktisadi nitelikte azınlık ve kitle eylemlerinin de etkide bulunup rolünü oynadığı tarihsel bakımdan hiç de kısa sayılamayacak süreçte, bilinçle ezilenlerin nesnelliği ya da politika ile emekçilerin, ezilenlerin nesnel çıkarları arasındaki çelişki; her duruma ilişkin olarak yeniden ve yeniden çözüme kavuşur. Bu, tek bir çözüm amaçlanıp onunla yetinilemeyeceği, her yeni durumda yeniden çözüm için kolları sıvama ve bu çabayı sürekli kılma zorunluluğu anlamına gelir. Ama aynı zamanda, genel olarak ezilenleri temsil adına ileri sürülen “sol” politikaların, daha genel anlamıyla “solculuk”un -hele özellikle, ileri sürülmüş ve sürülen “sol” politikaların çeşitliliği, her durumda birden fazlalığı, birbiriyle çelişki halinde bulunuşu da dikkate alındığında- en azından bazılarının yanlışlığı ve hatalı olduğu anlamına da gelir.

HANGİ SOL, “ORTALAMA SOLCULUK” MU?
İki soru: Peki, sol ve sol politikalar, solculuk birlik zemini var sayılacaksa, çok sayıda sol yaklaşım ve politika önerilerinin hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu nereden anlaşılacak, ne tür bir sol zeminde birleşilecektir? Farklı kaynaklı, farklı varoluş ve duruşlara sahip tüm “solculuk” türlerinin tümünün birden doğru sayılamayacağı açıktır. Herkes kendisini doğru sayacaktır. Ancak teorik olarak konuşulduğunda, tümünün bir arada doğru olamayacağı kesindir ve en fazla yalnızca biri doğru olabilir; öte yandan, birinin bile doğru olmaması ihtimali de yok değildir. Birleşme zemini kimin “solu” olacaktır? Problemin, bu sorunun yanıtı üzerinden çözülemeyeceği kolaylıkla kabul edilecektir. Öyleyse ikinci soru; herkes, her sol politik parti ya da grup kendi “solculuğu”nun doğruluğu iddiasında olduğuna/olacağına ve aksi halde kendisini inkar durumunda kalacağına göre, sorunun “geçici çözümü” açısından “ortalama bir sol” zemin nasıl belirlenecektir?
Bu sorulara “solcu” yanıt deneyleri yok değildir. Her “ortalama sol” arayışı, kaçınılmazlıkla belirli bir sol ve solculuk yaklaşımı esas alınarak ya da başlıca tez ve yaklaşımlarıyla ağırlıklı olarak belirli bir sol ve solculuk yaklaşımına dayanılarak sağlanabilir, öyle olmuştur; ama her arayış neredeyse mutlaklıkla başka bazı sol ve solculuk anlayışlarını dışlamış ve ayrı varoluşlarını varsaymıştır.
Ayrıntısını tartışmanın burada gerekli olmadığı ÖDP ve kuruluş deneyi hatırlansın. Kimse “ÖDP bir sol parti deneyiydi” demesin. Kimse “sol birlik’in tek biçimi parti birliği değildir” görüşünü ileri sürmesin. Kuruluşunda “parti olmayan parti” vurgusu fazlasıyla yapıldığı gibi; “çoğulculuk”, “çok seslilik”, “çok renklilik” vurgularıyla aslında bu partinin bir ideolojik birlik, irade birliği olmadığı ve tersine -bizce, bir cephe ya da güç birliği örgütü türünden- çeşitli grupların bir arada bulunabilmesini mümkün kılan taviz ve uzlaşmalara dayalı, bunlar üzerinden bir “hukuk” ya da “kültür” oluşturmayı ve grup yapılarını aşmayı deneyen parti olmayan bir “parti” olduğu söylenmişti. Yine ilk DEV-GENÇ ve ilk TİP, benzeri farklılıklarıyla ve ama kuşkusuz belirli bir sol anlayışa dayanarak gerçekleşen “sol birliklerin” -belirtilmeli ki birinci TİP bir “sol birlik” olmanın ötesine geçmişti- örneği sayılabilir. Ama hiçbir deney tüm solu birleştirmeyi sağlayamamış, “sol birlikçilik” her deneyde “sol”un ancak bazı bölümlerini bir araya getirebilirken bazı bölümleriyle araya sınır çekmiştir. “Sol birlikçilik” mantalitesinden bakıldığında da, “sol”un birlik açısından yeterli bir zemin olduğu söylenemez. Bu tutumla, bırakalım asıl birleştirilmesi gereken halkı, ezilenleri, solcular bile birleştirilememiştir.
Peki, benzeri bir birlik öngörülecekse, bu şimdi nasıl gerçekleşecektir? Emek-Barış-Demokrasi Bloku’nun onca kazanımları ve gösterdiklerine rağmen şimdi yine “sol birlik”, “solcuların birliği” önerisi ileri sürülebilmektedir. Nasıl kurulacaktır? Her şey bir yana “sol” kavramının tanımında nasıl anlaşılacaktır? Herkesin kendine göre ve birbirinden oldukça farklı sol yaklaşımları yok mudur? Kavrayış farklılıkları ve politik yaklaşım önerilerindeki çeşitlilik gerçek değil midir?
Bu farklılıklar nasıl aşılacaktır?
Aşılması önerilmiyor ve “farklılıklarla birlik” deniyorsa, “birlik” hangi “solculuk” kavrayışıyla gerçekleşecek, bunca sol grubun varlığı dikkate alındığında, birlik için kimin “sol” yaklaşımı esas alınacaktır? Bu durumda, “birlik”in temeli, programı, genel ve özel yaklaşım ve tutumları, politikaları, tarzı vb. nasıl ve neye göre, hangi sol anlayışla saptanıp tanımlanacaktır?
Yok, aşılacaksa, ya tavizler ve bir asgari müşterekte birleşme yoluyla aşılması önerilecektir ya da kuşkusuz bir “sol” anlayışta anlaşmayı da gereksinen program tartışmalarını içeren “birlik tartışmaları” aracılığıyla.
Tavizler yoluysa, kim hangi tavizi verirse versin, “birlik”, sonunda tavizle çözülemeyecek ve mutlaka birinden birisi esas alınmak zorunda kalınacak bir “sol” anlayışa oturtulmak gerekecektir! Bu, hangisi olacaktır? Üstelik politika ile iktisat ve sosyal katmanların nesnelliği arasındaki çelişkiye dair söylenenler hatırlanırsa, taviz alış-verişiyle bir “sol” anlayış zemin olarak kabul görse bile, bunun doğruluğundan kim nasıl emin olacaktır?
Tartışmalar aracılığıyla ise, hiç değilse sonu iyi gelmeyen ÖDP deneyinin hatıraları hafızalarda bunca tazeyken, kimse yeniden sonu gelmez “tartışmalar süreci”ni önermemelidir. Yılların temposunun aylara, hatta haftalara sığabildiğinin Blok’la yaşanıp görüldüğü; sömürülen ve ezilen yığınlarla düzen partilerinin arasının bunca açılmış olduğu ve hele doğru müdahale edilmesi durumunda görece kısa süreler içinde ezilenlerin şu ya da bu türden ve belki birleşik hareketinin gelişmesinin ve önemli alt-üst oluşların mümkün sayılması gereken koşullarda, yeniden “Kuruçeşme” türünden uzun ve en azından bugünkü amaca hizmet etmeyeceği belli olan tartışmalar gereksiz olmalıdır. Üstelik bu tür tartışmalarla sağlanan “birlik”in pek de dayanıklı olmadığı, halkı kucaklamak bir yana, birleştirdiği “solcular” açısından da henüz öngörülen yeterli büyüklükleri oluşturmayı başarmadan, yani fırtınalarda nelerle karşılaşacağı görülmeden ufak rüzgârlarda dağıldığı bilinirken.
Son söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç; sol zeminde birliğin, bu öneri kapsamında bakıldığında bile, gerçekleşebilirliğinin önünün tıkalı olduğudur. En azından hiçbir solcu, her isteyen solcunun katılabileceği bir birliğin çerçevesini çizmeye güç yetiremeyecektir. En azından her solcu, isteyen her solcunun katılabileceği bir “sol birlik”in olanaklı olmadığı gibi istenir de olmadığını teslim edecektir. Üstelik hiçbir solcu, isteyen her solcunun, her sol iddialı parti, grup ve kişinin katılabileceği bir “sol birlik” düşünmemektedir. “Solcu” yaklaşımın kendi, içindeki çelişkili hali odur ki, hem “sol birlik” istemekte hem de bu birliğe her sol iddia taşıyanın değil ama ancak kendi istediği ya da “sol” kabul edebileceği parti ya da grupların katılmasını benimseyebilmektedir. Solsa sol, bu halde her solcuyum diyen katılsın; yok katılmayacaksa, katılması istenmeyecekse neden sol! Ölçüt “sol” sayılmaktadır ama “sol” da bir türden, her solcu tarafından kendine göre tarif edilmektedir. Bu, aşırı düşünceye ve isteğe dayalı bir birlikçi anlayış savunuluyor demektir.
Ancak sorunun esası burada değildir ve bu esasa, buradan hareketle ulaşılamaz. Bunun için “sol” tutuculuğunun dışına çıkmak zorunludur. Çünkü solun, sözü edilen çelişkili hali ve ürünleri, bir yandan darlığın savunulmasıdır, daraltıcıdır; diğer yandan, kendi yasaları olan sınıf mücadelesinde bunca istekçiliğe yer olamaz. Sorunun esasına girebilmek için sol mantalitenin aşılması gereklidir.

DEĞİŞEN ÖLÇÜLER VE ÖLÇÜTÜN DEĞİŞME ZORUNLULUĞU
Özellikle 3 Kasım Seçimleri’nden sonra “sol” ve “solculuk” artık pratik olarak da ölçüt sayılamaz. Eskiden farklı olarak şimdi ölçüler değişmiştir; o halde kafalarda artık ölçütün de değişmesi gerekmektedir.
Seçim sürecinde bloklaşılmış, eksiği gediğiyle de olsa halkın belli başlı talepleri üzerinden yürünmüştür. Hem Blok’un kendisi halkın özlem ve beklentilerine yanıt olmuş hem de Blok emeğin ve Kürtlerin taleplerinin karşılanmasını hareket noktası edinmiş ve IMF’ye, savaşa karşı ve demokrasi için bir bloklaşma olarak emeğin haklarını, barışı ve demokrasiyi savunmuştur. Bunlar, ezilenlerin, halkın acil ihtiyaçlarından başkası değildi. Blok politikayı sol argümanlar üzerinden değil ama halkın bu ihtiyaçları üzerinden yapmıştır. Uygulama eksiklikleri ve geliştirilmesi gereken yanlar olup olmaması burada önem taşımıyor; önemli olan politikası ve politika yapışının bu içeriğidir. Bu politika, herhangi sol grubun ya da partinin kendi varolma hakkına değil ama ezilenlerin varolma hakkına ve taleplerinin gerçekleşmesine dayandığı için tutmuş, milyonlara mal olmuştur. Artık ölçü 5,10, yüz ya da bin değildir, ama 2 milyondur.
İki milyon insan Blok’un kardeşlik çağrısı etrafında birleşmiş; kardeşleşme, henüz özellikle bir ayağı ciddi biçimde geliştirilme ihtiyacı olmasına karşın, “öncüler”in dışındaki kesimlere yayılma eğilimi göstermiştir. Bu yönüyle “öncüler”in ve ihtiyaçlarının dışına taşıldığı, zaten kardeşleşmeye de öncülerin ihtiyacıyla sınırlanarak yaklaşılmadığı tartışılmaz. Kardeşlik tutumu ve ürünleri, ölçüyü değiştirici olmuştur. Artık milliyetçi önyargılar ve şovenizmin etki gücü ne olursa olsun, Türkler açısından Kürt sorunu, Kürtler açısından Türklerle birlik vazgeçilmez önemde olacak; yığınların çağrıldığı ve bir bölümüyle tartışılan bir bölümünün de onay verdiği, ama şöyle ya da böyle yığınlara mal edilmesine girişilmiş kardeşlik tutumu, ürünleri ve yüklediği görevler, ele alınmış olduğu yığınsallığıyla ölçü sayılmazlık edilemez. O halde ölçüt de artık buna uygun olmak zorundadır.
Sorunların ele alınıp ortaya konmasında, işlenmesinde ve halka mal edilmesinde “sol” darlıklar yaşanmamış değildir, ama sürece başlıca halkçı tarz damgasını vurmuştur. Çeşitli halk toplantılarında ilgili-ilgisiz belki henüz yalnızca “küçük azınlıklar”ı ilgilendirdiği hatta onu bile ilgilendirmediği söylenebilecek sorunların da sözü edilmiştir. Ancak halkın ileri, geri, önyargıya dayalı ya da gelişkin eğilimlerinin de yansıdığı ve dikkate alınmazlık edilmediği konuşma, tartışma ve soru-cevap diyaloglarında ezilenlerin sorunlarıyla talepleri ve çözümleri damga vurucu olmuştur. Söylenebilir ki halk, öğrenmesini bilenlere halklaşma ve halkçı tarzın gereğini bir kez daha ve altını çizerek dayatmış, Blok’un görece örgütlü olan belli başlı iki bileşeni esas olarak buna uygun davranmıştır. (Burada Blok’un üçüncü bileşenine yöneltilmiş genel ve gizli bir eleştiri yoktur; ancak Blok’a katılan ve kendisini “sol” olmakla tanımlayan kişi ve grupların seçim sürecinde halkla birleşme ve halkçı tarzın gerekleriyle çelişkili tutum ve davranışlarının fazla olduğu söylenmelidir.) Artık darlık, kendi içine dönüklük, kendisi için varoluşçuluk, buna kaynaklık eden “sol” kavrayış ve küçükle, “bizim olan”la yetinme ama halka açılmama, dert ve talepleri üzerinden yürüyerek halkla birleşmeme savunulamaz. Kabuk parçalanmalıdır; bunun için aşılmak zorunda olan “solcu” darcılık ve darlıktır. Koşullar şimdi bunun için hiç olmadık ölçüde uygundur. Ölçüler değişmiştir. O halde ölçüt de değişmelidir. Aslında değişmiştir. Farkında olunsa da olunmasa da değişmiştir. Artık hiç kimse, bu süreci ören ve yaşayanlara, bu sürece katılanlara “dar”ı kabul ettiremez. Bundan böyle herkes için ölçüt ezilenler olmak, halk olmak zorundadır.
Değişen ölçünün başka örnekleri de sayılabilir. Ancak şimdilik yeterlidir. Ölçüleri değiştirici gelişmeler ve buna yol açan tutumların, doğru halkçı ölçütlerin esas alınmasına bağlı olarak Emek-Barış-Demokrasi Bloku, kendisinden önceki blok ve birliklerden ayrılan bir etki gücüne ve kapsayıcılığa sahip olmuş ve daha önemlisi öncekilerle kıyaslanmaz coşku ve heyecanla karşılanmış, ülke çapında ciddi ve olumlu bir hava yaratmıştır. Bunda, oluştuğu koşulların elverişliliği ve bunun önemi yadsınamaz, ancak gücünü ve sağladıklarını, büyük önemini yalnızca koşullarla açıklamak da doğru olmayacaktır. Bu nedenle, Blok’un kendisini de değişen ölçülerden biri ve ölçü değiştirici olarak saymak gereklidir.

POLİTİK MÜCADELE GERÇEĞİ VE İLERİCİ SOL
Burada artık, sol partilerin ve tutumlarının yarım kalmış gözden geçirilmesine özetle devam edebiliriz.
Blok’a katılmayıp “sol seçenek” parolasıyla seçimlere giren ÖDP, ülkede yaşanan değişiklikleri, halkın yönelim ve beklentilerini dikkate almadığı, ölçülerdeki değişmeyi öngörmediği, halk, çıkarları ve taleplerinin elde edilmesi bakımından üzerine düşenleri düşünmek ve yapmak üzere değil ama kendi parti ihtiyaçları bakımından düşünmek ve davranmak eğilimini geliştirdiği için politika yapamaz duruma düşmüş; yapmaya yöneldiği darcı, kendi içine dönük, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik “küçük hesapçılık” olarak nitelenebilecek politikalarla, kendisini, kaçınılmaz olarak ezenlerle ezilenler, egemenlerle halk arasındaki çelişkiler ve karşı karşıya oluş, halkın sorunları ve talepleri üzerinden gelişen politika ve politik mücadelenin dışına çekmiş, politik olarak tasfiye noktasına gelmiştir. Bu, sol yaklaşımların götürebileceği pozisyonun, belki uç noktada bir örneği, ama göstergesi sayılmalıdır.
ÖDP’nin pozisyonu, kuşkusuz seçim bildirgesinde yer alan tek tek maddelerin ya da taleplerinin kabul edilirliği/edilmezliğiyle açıklanamaz. Sol iddiayla seçime katılan partilerin seçimlerde savunuculuğunu yapabileceği talepler kuşkusuz çok da birbirinden farklı olmayacaktır. Hatta sol ve solculukla ilişkisiz Cem Uzan ve Genç Parti’sinin IMF karşıtlığı bakımından tüm sol partilerden, hatta Blok’tan bile daha net ve ileri vaatlerle seçime katıldığı bir gerçektir. Buradan ve aldığı oy oranından çıkarılması gereken sonuç da vardır. Ama ne Uzan ve GP’sinin sözüyle özü birdir ne de taleplerin alt alta sıralanmasıyla yetinilebilir. Önemli olan, talepler bütününe yön veren politik tutum, bu taleplerin halkçı içeriğiyle sahiplenilmesi ve halkın beklentilerine olumlu yanıtlar üretmek üzere, halkçı tarzda ele alınarak, gereği olan aydınlatma ve halk örgütlenmesinin hareket noktası kılınması; ve taleplerin, halkın beklentilerine yanıt vermek ve seferberliğini gerçekleştirmek üzere hedefi net ve anlaşılır bir politik mücadelenin dayanağı yapılmasıdır.
3 Kasım Seçimleri’nde Blok’un -belki uygulamada iyi işlenemediği ileri sürülebilecek- yakın hedefi, halka dayanarak IMF dayatmalarını püskürtmede, Kürt sorununun çözümü, barış ve demokrasinin savunulmasında ileri bir mevzi tutmak üzere seçim barajını aşarak Meclis’e girmek, uzak hedefi ise bu sorunların çözümü için kurulacak halk iktidarının dinamiklerinden biri olmaktı. Blok’un özellikle yakın hedefine ilişkin küçümsenemez bir dalga yarattığını söylemek abartı olmayacaktır. Şimdi barajın aşılamamış olmasına bakılarak söylenebilecekler anlamsızdır. Seçim sürecinde, öncülerin istek, arzu ve ajitatif zorlamalarıyla sınırlı gösterilemeyecek, yalnızca seçim çalışmasında görev almış kadroların inancı ve yüksek çalışma şevkinde yansımakla kalmayan, ama yığınların da en azından belirli bir bölümünü kucaklayan DEHAP’ın barajı aşabileceğine ve elde edeceği pozisyonun da katkısıyla halkın taleplerinin savunulup gerçekleştirilmesinde adımlar atabileceğine dair beklentinin, bu hedefin ulaşılabilirliğine ilişkin motive edici varsayımın -en azından az çok- oluşturulmuş olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla seçim döneminde politik mücadele; yakın hedeflerine başarıyla ulaşılabileceğine ilişkin öncülerini aşan bir inanç ve mücadele azmini de üreterek halkın etrafında toplanabileceği bir çekim merkezi olan, haydi bir çekim merkezi olmanın pratikte inanılır güçte potansiyelini taşıyan diyelim, Blok’un emeğin hakları, barış ve demokrasinin savunulmasına dayalı programıyla düzenin savunulması, ülkenin ve halkın kökleştirilmesi, inkar ve hak gaspı programı olan IMF’ci, savaş ve demokrasi düşmanlığı programı arasındaki mücadele olarak yaşanmıştır. Bu mücadelenin politik güçleri, aslında tek partinin fraksiyonları olan demokrasi karşıtı IMF’ci savaş partileri ile Emek, Barış, Demokrasi Bloku’na dayanan DEHAP olmuş; “yarış”, kendine özgü farklı bir pozisyon tutmaya çalışanları kaçınılmazlıkla işlev yitimine uğratarak, bu iki parti arasında cereyan etmiştir.
“Sol” argümanlarla seçimlere katılan partilerin seçimlerdeki konumunu ve bunun devamı olarak bugünkü pozisyonlarını açıklayıcı gerçek budur. Sol, Blok’u destekleyen sol gruplar ayrı tutulursa, en başta bu gerçeği görmemiş ve değerlendirme yeteneği gösterememiştir. Sadece belirli taleplerin formüle edilmesi ve program maddeleri haline getirilmesinin, hatta bunun en iyi biçimde yapılmasının yetmediği görülmüş olmalıdır. Önemli olan, ona “ruh” katılmasıdır; verili durumlarda ezilenlerin, halkın etrafında birleşmesine elverir politikaların dayanağı kılınarak, politik güç oluşturmanın tek yolu olan halkın özlem ve beklentilerini inandırıcılıkla yanıtlanmasıdır.
Politika, güce dayanarak yapılabilir. Ve ancak gücü büyütmenin aracı oluyorsa anlamlıdır. Gücün ise halkta olduğu bellidir, bilinir.
Halkın talepleri kadar beklentileri de farklıyken “sol”un kendi bildiğinde, kendi yolunda ve ihtiyaçlarında ısrar etmesi, “solculuk”un başlıca çıkmazıdır. Halk için değil ama kendisi için varolmak denen şey budur. Seçimlerde sınıf güç ilişkilerine dayalı olarak oluşan durumun IMF’ci savaş yanlılığı ve demokrasi düşmanlığıyla emek, barış ve demokrasi savunuculuğu arasında, düzen partisiyle Blok arasında bir mücadeleyi koşulladığını, ancak buradan politika yapılabileceğini görüp kabullenmemek; “sol”un, halkın durumu, talep ve beklentilerine değil ama kendi düşünce ve tutumlarına, kendi “varolma hakkı” ve “hukuku”na, kısacası kendi ihtiyaçlarına aşırı önem vermesinden kaynaklanan ciddi yanılgısı olmuştur. “Sol”, Cumhuriyet tarihinde Örneği görülmemiş saldırıların hedefi kılınarak, hak gasplarının, işsizlik ve sefaletin, giderek açlığın, savaş tehlikesinin nesnesi haline getirilmiş, varlığı bile inkar edilerek devlet işleri ve demokrasi alanının bütünüyle dışına sürülmüş halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin içine itildiği çaresizlik ve umutsuzluğun; bu durumdan kurtulmak için yöneldiği arayışların; en önemlisi hak elde edebilmek, taleplerini gerçekleştirebilmek ve başına sarılmış belalardan kurtulabilmek için etrafında birleşebileceği, sözünü havada bırakmayacak, dediğini yapma yeteneği ve gücü kabul edilir inandırıcılıkta olan bir program ve güç arayışının; bunun gereği olan birlik özleminin; kafalarda tanımları farklı olsa da, birleşebilecek tüm halktan yana güçlerinin birleşmelerini kapsayan, sorunlarının çözümü umuduna bağlanmış ihmal edilemez birlik beklentisinin büyüklüğü ve önemini algılayıp kavramada başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın kaynağında hayata, sorunlara ve süreçlere halkın değil kendi durumu ve dar ihtiyaçlarından yaklaşmanın yattığı, politika dışına düşülen ve önemsenmesi gereken seçim başarısızlığından sonra artık görülmelidir.
ÖDP ile sınırlı konuşmak gerekirse, bundan sonrası için önünde iki seçenek bulunduğu söylenebilir. Birincisi, bugün içinde bulunulan sürecin dünkünün devamı olduğunu bilerek artık sınırlılığı ve darlığı dayatan “sol” ve “solculuk” kavramlarından değil ama halktan, onun çıkarları, talepleri ve beklentilerinden hareket edip bunların karşılanması zorunluluğunu fikir ve politika geliştirmenin temeli edinerek, önceki süreçte uzak durduğu Blok’a katılmak, onun güçlenmesine ve ilerlemesine, halkın sorunlarını çözecek güç olabilmesine katkıda bulunmak ve halk içinde güç olmaktır. İkincisi, kimsenin istemeyeceği, artık tek tek kişilerin savrulmasına da zemin sağlayacak olan, politika dışına düşürmüş, tasfiyeye götüren dünkü tutumu sürdürmektir. ÖDP bunu yapmamalıdır; Blok içinde kuşkusuz ona yer olacaktır. ÖDP, aslında, tasfiyeye götüren sürecin ÖDP’si mi olmak ya da ÖDP olarak mı kalmak yoksa halkçılaşmak mı kararını verme durumundadır. Halkçılaşmak ve halklaşmaya bağlanmak, halklaşma sürecinin bileşeni ve parçası olmak seçilmelidir.
ÖDP üzerinden söylenenler, genel hatlarıyla, seçimlere “paranın saltanatı varsa halkın da TKP’si var” sloganıyla katılan TKP için de geçerlidir. Tek farkla ki, ÖDP’nin seçimler ve kendi tutumundan ilerletici sonuçlar çıkarması daha kolay, TKP’ninki daha zor olacak görünmektedir. Ne de olsa ikincisi oy arttırmıştır ve buna dayanarak kendini başarılı sayma yaklaşımı geliştirmeye ve bunu “tabanı”na benimsetmeye yatkın, dolayısıyla kendi pozisyonunda ısrar eğilimi göstermeye daha yakındır. Aynı şekilde politika dışına düştüğü; bir yanda işçi sınıfı ve emekçi halk ve karşısında arkalarındaki emperyalist efendileriyle tekelci büyük burjuvazi ve sair gericilik olan sınıf mücadelesinin somut gereklerine değil, ama, adı başta olmak üzere “en ileri”, ve dolayısıyla, bugünkü somutluğuyla halkın değil “en ileri unsurları”nın -taleplerine de değil, daha çok nostaljik değerde-özlemlerine yanıt olarak üretilmiş talepleri de kapsayan seçim platformuyla politik mücadeleden koptuğu gerçektir. Politik mücadele gerçeğini ve bu mücadelenin tarafı durumunda olan Blok’u o da görememiştir. “Komünizm”i, bir “sol komünist dernek” derekesine indirgeyerek yaşamdan, işçi sınıfından, halktan ve politik olarak örgütlenmesi ihtiyacından kopardığı, kendi içine kapalı ve içe-dönük bir “komünizm” ya da “sol”un saflığını koruma uğruna halkın somut talep ve beklentilerine, umudu olmaya ilgisiz kaldığı, sonuçta “dünya yıkılsa umurumda değil” tutumuyla “kendi işi”ne baktığı söylenmelidir. Kötü olanı, politika dışına düşmüş olup olmamakla ilgilenmemesi, bu durumu zaten baştan kabullenip pozisyonu edinmiş elitist bir yaklaşım sahibi olmasıdır. Darlığı, “en ileri”yi öne sürerek anlaşılmazlığı beğenmekte ve benimsemektedir. Oyunu artırması nedeniyle bu yaklaşım ve tutumlarını doğrulanmış kabul edeceği ve kendini gözden geçirme eğilimi göstermeyeceği öngörülebilir. Böyle olmamasını umarız.
Hem ÖDP hem de TKP, kuşkusuz IMF’ye ve savaşa karşıydılar; ÖDP, demokrasiyi savunuyordu; TKP’nin demokrasiyi burjuva karakteri nedeniyle savunulur bulmaması bir yana, o da demokratik içerikli talepler ileri sürmüştü. Dolayısıyla, kuşkusuz DSP, YTP ve CHP türünden sol partilerden farklıdırlar. Bu üçü, sınıf ve halk karşıtı gerici burjuva solunun partileriyken ÖDP ve TKP onlardan ayrılıyorlar. Birleştikleri nokta, işçi sınıfı ve halktan kopukluk, “yukarıdan”lık, “yukarıdan”cılıktır. Değiştirmeleri gereken, halktan kopuklukları, sınıf-dışı solculuktandır.
Benzer değerlendirmeler seçimlere bağımsız adaylarla ya da boykot taktiğiyle katılan sol parti ve gruplar için de yapılabilir. Ayrıntıya ilişkin değerlendirmeler, kimisinin şöyle bir mücadele biçimini temel alması, başkasının ülkenin yapısını böyle değerlendirmesi, şöyle ya da böyle örgüt biçimlerini tercih etmeleri önemsiz değildir, ancak ikincildir. Başta gelen, kendisi için değil ama halk için varolma, sınıf mücadelesine halkın çıkar ve talepleri üzerinden katılma ve halkın örgütlü mücadelesi içinde onun güçlerinden ve geliştiricilerinden biri olma gereğidir. “Sol”un bununla çelişen tüm yaklaşım ve yanlarından arınma zorunluluğu artık pratik bir hal almıştır. Tersine yaklaşımın, içinde tasfiyeyi de barındıran sınıf mücadelesinden ve politikadan tam kopuşu, dikkate alınmazlık düzeyinde marjinalliği üretmesi kaçınılmaz olacaktır.
Burada, herhalde artık “solculuk” iddiasındaki İP ve Perinçek’in pozisyonu ve yarattığı hayal alemini değerlendirmek gerekli sayılmamalıdır.
Blok’un bileşenleri bakımından da seçim sürecinin, “sol” vurgusu yerine işçi sınıfı ve halkın gücüne dayanma ve onu örgütleme, bunun için onun çıkar ve taleplerinden hareket etme ve politika geliştirme, emekçilerin, Türk ve Kürt ezilenlerinin beklentilerini karşılamayı ve umudu olmayı esas alma, özetle halkçılık, halkçı yaklaşımlar, üslup ve tarzı kararlıca benimsemeyi teşvik edici, öğretici paha biçilmez bir hazine oluşturduğu söylenmelidir. Öyleyse, artık Blok’un “sol”un ya da “solcuların birliği” olarak anlaşılması ve öyle olmasının istenmesi olanaksız olmalıdır. “Sol birlik”in savunulması darlık, darcılık olur; halkın gücünün harekete geçirilmesinin ve birliğinin zorunluluğu ve öneminin yadsınması anlamına gelir. Bu, bütün söylenmiş olanlara eklenmesi gereken, başka eğilimleri de kapsayarak, geleneksel olarak sol ve sağ eğilimlere sahip olan, hatta 3 Kasım seçimlerinde görüldüğü gibi, kendi çıkarlarına aykırı olarak, kendisine empoze edilen -başlıca AKP ve CHP’nin temsil ettiği- iki eğilim ekseninde bölünmesi sağlanabilmiş halkın, aldatmaya dayalı bölünmüşlüğünün giderilmesini öngörmüyor olması nedeniyle, “bindiği dalı baltalamak” anlamına gelir. Ve üstelik “sol birlikçi” yaklaşım; bugün için ideolojik eğilimiyle yüzde şu kadarı sağa bağlanmış halkın, ancak kendi talepleri üzerinden birliği sağlanarak giderilebilecek bu karşılıksız bağlanmışlığını değiştirme çabasına engel oluşturacağı gibi, en kötüsü, baştan halkın önemli bir bölümünü dışlayıcı, “sağcıyım” inancı ya da eğiliminde olanlarla ilişki kurup geliştirmeyi olağanüstü zorlaştırıcı olur.
Blok’un üzerinden büyüyüp güçleneceği temeli, Blok’un kendi kısa pratiği ve ona desteğini sunan halk göstermiştir. Blok’un, başka herhangi bir yönden değil, ama tarihin kendisine biçtiği bir Halk Cephesi’nin oluşturucu embriyonu olma işlevini yerine getirmek üzere kendini yeniden örgütleyebildiği ölçüde gelişip güçleneceğine inanmak durumundayız. Bu, az şey değildir. Blok’un gelişip güçlenmesi; öyleyse, başta -sendikalarda, kitle örgütlerinde, odalar türü meslek örgütlerinde, kooperatiflerde, köylü birliklerinde vb – örgütlü kesimlerini kucaklayıp dayanak edinerek ve kuşkusuz halkın örgütsüz kesimlerinin uygun biçimlerle örgütlenmesine dayanarak olabilir, olmalıdır. “Yukarıdan” birlikler gerçekleştirilmesi en son başvurulacak şey olmalı ve halkın aşağıdaki örgütlerinin geliştirilip güçlendirilmesi, örgütsüz olanların örgütlenmesi yoluyla halkın -kuşkusuz talepleri savunularak, o halde kuşkusuz mücadele içinde- birleştirilmesi esas alınmalıdır. Bu, sol ya da olmayan parti ve grupların, halkın çıkar ve taleplerini, bu taleplerin savunulması üzerine oturan ve geliştirilebilir olan Blok programı ya da platformunu benimsemeleri koşuluyla Blok’a katılmalarının hiçbir engeli olmayışını reddetmez. Blok’un genişleme ve güçlenmesinin asıl dayanaklarını vurgulamak gerekiyor. Yoksa şüphesiz, Blok, mücadele platformuna katılıp mücadele etme isteği gösteren herkese açık olmak durumundadır. Böyle bir genişlemeye de kimse karşı olamaz. Yeter ki “solcuların birliği” zorlamasıyla seçkinciliğe ve darlığa sürükleyici, ötesinde de, halkı düzenle uyuma sevk edici ve taleplerinden taviz vericiliği vb. dayatıcı olunmasın; halkın talepleri sahiplenilsin ve uğruna mücadele isteği gösterilsin.
Blok’un gelişip güçlenmesi bakımından koşullar, son derece elverişlidir. Hem halkın durumu ve yönelimleri hem de zengin dersler çıkarılmasına olanak sağlayan ve halk yığınlarını içine çeken son halkçı pratiğin öğrettikleri, koşulları elverişli kılmaktadır.
Sınıf mücadelesinin akışı, sosyal pratiğin sınavından geçen, doruğuna seçim sürecinde yükselen politik yaklaşım ve tutum alışların da etkisi ve rolünü oynamasıyla, denebilir ki, hiç değilse görülebilir belirli bir gelecek açısından, bilimsel sosyalizm dışında bir sol anlayışa, sınıf dışı ve halktan kopuk bir solculuğa şans bırakmamıştır. Bilimsel sosyalizm adına bu şansın böbürlenmeler ve başka olur olmaz tutumlarla harcanmasına tahammül edilemez.

Kalıcı kardeşlik için daha yoğun mücadele

3 Kasım seçimlerine Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu adı altında katılan platformun temel sloganlarından biri KARDEŞLİK oldu. Seçim kampanyası süresince platformun sözcüleri, adayları, propagandacıları platformun diğer taleplerinin yanı sıra kardeşleşmeye özel bir vurgu yaptılar, emekçileri birliğe, ortak, birleşik mücadeleye çağırdılar. Hiç şüphesiz bu çağrılar emekçi yığınlar içinde önemli bir yere oturdu. Yıllar süren ve halkın tepesine burjuvazi tarafından bir karabasan gibi çökertilen şoven, ırkçı propagandaların, kışkırtmaların ardından emekçilerin kararlı ve cesur sesi olarak ülkenin dört bir yanında, demokrasi mücadelesinin bayrağı olarak dalgalandı. Bu anlamda da, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu, seçim bildirgesinde yer alan, IMF, savaş karşıtlığı, iş, aş, talepleri, yoksulluğa, özelleştirmelere, kaynakların yağmalanmasına karşı, bir dizi demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi istemine kadar genişlik arz eden taleplerin yanı sıra kardeşlik çağrıları ve bunun en içten ve en üstten vurgulanmasıyla seçimlere katılan diğer bütün partilerden farklılaştı. Emek-Barış-Demokrasi Bloğu emekçiler arasında ciddi bir heyecan, geleceğe dair yeni bir umut yarattı. Bu bakımdan seçim sonuçlarının sadece alınan oylar üzerinden değerlendirilmesinin son derece dar olacağı ve önümüzdeki döneme ilişkin görevlerimizin gözden kaçırılmasına yol açacağı ortadadır.
Türkiye politik yaşamında geride bırakılan sürece göz atıldığında son derece önemli, inişli çıkışlı ve zor dönemlerden bu günlere gelindiği, son birkaç yıl içersinde bile son derece hızlı bir değişim olduğu görülecektir.
1999 genel seçimleri Türk milliyetçiliğinin, şovenizmin, ırkçılığın en yoğun biçimde işlendiği, bu propagandaların kitleler içinde en yoğun biçimde yaşandığı dönemlerden biri olma özelliğindedir. Nitekim 99 seçimleri Türkiye politik arenasında yer alan biri sağ, diğeri sol etiketli iki parti, DSP ile MHP’nin ilk iki sırayı paylaştığı ve büyük bir oy desteği sağladığı seçimler olmuştur. Bu her iki parti de en uçtan milliyetçi, şoven propagandaya dayanmışlar, geride kalan acılı, kanlı süreci kendilerine dayanak yaparak, milliyetçiliği, şovenizmi en köklü biçimde pompalamışlardır. Hiç şüphesiz, yaşanan sürecin, burjuvazinin bu süreci kendi çıkarları, egemenliğinin sürmesi doğrultusunda kullanması, Türk’ü Kürt’e karşı sürekli kışkırtması, bu sonucu hazırlamıştı. Kürtlerin, ana dillerini özgürce kullanma, kültürel haklarını yaşama ve yaşatma gibi en masum istekleri bile ” bölücülük”, “yıkıcılık” yaygaralarıyla boğulmaya çalışılmış, bununla birlikte ülkede emekçilerin ekonomik, sosyal talepleri dahi bu gürültüye bağlanarak, işçilere, emekçilere “sağduyu”, “fedakârlık” çağrıları yapılmıştır. Öyle bir noktaya getirilmiştir ki, emekçilerden gelen toplu sözleşme, ücret yükseltilmesi talepleri bile ülkedeki yaşanan durum gerekçe gösterilerek geri çevrilmiş, neredeyse bu hakları talep edenler “bölücülerle” aynı yolda yürümekle, devlet, millet düşmanlığı ile özdeşleştirilmiş, böylece yoğun biçimde işlenen “bölünme paranoyası” emekçi halk hareketinin geri püskürtülmesinin dayanak noktası haline getirilmiştir.
Her gün büyük cenaze törenleri, TV’lerden, yazılı basından durmaksızın kusulan zehir, futbol maçlarına kadar taşınan şoven propaganda, üniversitelerde YÖK aracılığıyla sürdürülen kampanyalar vs. 99 seçimlerinin galibi bu iki partinin değirmenine taşındı.
Ancak aradan geçen yaklaşık üç yıl gibi pek de uzun sayılamayacak süreye karşın geçen seçimin galibi, oy toplamları yüzde kırkları bulan bu iki parti, 3 Kasım seçimlerinde büyük bir oy kaybıyla yüz yüze gelerek, yüzde kırklardaki oy oranları barajı bile aşamayacak seviyeye geriledi. Bu seçimlerin genel değerlendirilmesinde bu konunun mutlaka hesaba katılması gerekir.
Hiç şüphe yok ki bu sonuçta birbiriyle ilintili birkaç faktör birden rol oynamıştır. Her türlü baskıya, zorbalığa, yok sayılmaya karşın Kürt ezilenlerinin mücadelesi büyüyerek sürmüş, kendini somut bir gerçek olarak egemenlere dayatmıştır. Hiçbir baskı, terör ve zorbalığın, inanan bir halkı yok etmeye gücünün yetmediği bir kez daha görülmüştür. Dolayısıyla halkın mücadelesi filiz vermiş, egemenler bir halkın varlığını istemeden, nefretle de olsa kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bunun sonucunda Kürtlerin varlığı zorlanarak, değişik dolaylı yollara başvurularak da olsa kabullenilmiş, şimdilik son derece güdük ve sınırlı da olsa Kürt dilinin kullanımı, tanınması yasal zemine kavuşmuştur.
Yine idam cezasının kaldırılması, ortamın yumuşamasında, gerginliğin azalmasında önemli bir yer tutmuştur.
Bir başka faktör olarak da, büyük milliyetçi söylemler, Vatan-Millet-Sakarya edebiyatıyla işbaşına gelen DSP ve MHP’nin hükümet süresinde IMF ve benzeri emperyalist kuruluşlar önünde süt dökmüş kediye dönmesi, kuyruğunu kıstırıp efendilerin önünde el pençe divan durması, halkın ve ülkenin çıkarlarını bir çırpıda emperyalist tekellere sunmalarıdır. Elbette tüm bunlar halkın gözünden kaçmamış, büyük itibar kaybına uğrayan bu partilerin sözleri, vaatleri inandırıcılığını yitirmiştir. Bunların itibar kaybetmesi, bir anlamda milliyetçilik ve şovenizmin itibarının nispeten zayıflaması sonuçlarını getirmiştir.
Ayrıca yasak ve sınırlandırmaların gevşemesine, anadil, kültürel hakları tanınması yolunda çok küçük adımlar atılmasına karşın, egemenlerin, siyasi otoritenin ve bu iki milliyetçi partinin söylediği gibi, ne “bölücülük” azmış, ne halklar arasında savaş çıkmıştır. Tersine hak ve özgürlüklerin genişlemesi normal yaşama dönüşün adımlarını hızlandırmıştır.
Yaşananlar ışığında bir kez daha açıkça görülmüştür ki, ezen ulus ayrıcalıkları, ezilen ulusun baskı altında tutulması, yasaklar, baskılar, halklar arasındaki kardeşleşmenin düşmanıdır. Uluslar ne kadar özgür olur, ezen ve ezilen ulus arasındaki ayrımlar ne kadar ortadan kalkar, eşit haklar sağlanırsa milliyetçiliğin, şovenizmin cephaneliği o denli daralmaktadır. Ulusal sorunların çözümüne gidildikçe, ulusal önyargılardan arınmış emekçi yığınların sınıfsal mücadeleye katılımı o denli kolaylaşmaktadır.
Öte yandan, kapitalist üretim ilişkileri gelişip, feodal üretim biçimi yerini kapitalist üretime bıraktıkça ülkenin geçmişine damgasını vuran köylü toplumuna özgü muhafazakâr, babadan oğla geçen siyaset tarzı da değişmektedir. Son yıllarda her seçimde hükümetlerin değişmesi, bir önceki dönemde en yüksek oyu alanın diğer seçimde gerilere düşmesi, toplumsal yapıdaki bu değişimin sonuçlarındandır. Halk artık kendisini cezalandıranlara dersini vermektedir. Henüz sistem partileri arasında da olsa değişim isteğini göstermektedir. Halkın değişim isteğini sistem partileri arasındaki bir değişimden çıkartma, kendisini acılara, yokluklara, köleliğe mahkûm eden kötülüklerin asıl kaynağı kapitalist sistemi cezalandırmaya götürme, ezilenleri kendi politikalarına yöneltme görevi ise, işçi sınıfının politik partisinin ve bu ideolojiye inanmış parti fonksiyonerlerinin görevidir.
Ve elbette seçime birlikte bir güç yaratarak katılan Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun varlığı, Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadelesinde atılmış ileri bir adım olarak, kardeşleşmeyi kolaylaştırıcı, gerginlikleri azaltıcı önemli bir işlev görerek, milliyetçi, şoven propagandaların etkisizleşmesinde etkin bir rol oynamıştır.
Seçim sonuçlarının objektif bir değerlendirmesinde tüm bu faktörler hesaba katılmalıdır. Aksi takdirde sadece alınan oy üzerinden yapılacak değerlendirme, birliğin kısa zaman süresine karşın elde ettiği kazanımları, ezilenler arsında yarattığı olumlu havayı, geleceğe dair büyüyen umutları görmezden gelmek olacaktır. Bu ise halka, halkın duygu ve düşüncelerine sırt çevirmektir.

KARDEŞLİK ÇABALARI HENÜZ İŞİN BAŞINDADIR
Tüm bu olumlu gelişmelere, kısa zamanda yaşanan ilerlemelere rağmen, Türk-Kürt ezilenlerinin kardeşliğinin son derece sağlam ve kalıcı temellere oturtulduğunu, artık bir daha eskiye dönüş olamayacağını, önyargıların tamamen kırıldığını, halklar arasındaki güvensizlik tohumlarının bir daha yeşermemek üzere kurutulduğunu, gerçek anlamda kardeşliğin inşa edildiğini söylemek olanaksızdır. Geleceğe ilişkin planlar ve hedeflerin bu işin başarıyla tamamlandığı varsayılarak yapılması hayali şatolar kurmaktır.
Evet, bir daha tekrarlamak gerekirse, kardeşleşme yolunda son yıllarda yaşanan acılı, sancılı sürecin ardından son derece ileri adım atılmıştır. Bu adımın toplumun değişik katmanlarında küçümsenmeyecek etkisi olmuştur. Ancak henüz yolun başıdır.
Her şeyden önce yılların yarattığı birikimlerin, ekilen güvensizlik tohumlarının, ön yargıların bir ay gibi kısa bir sürede yok edileceğini düşünmek boş hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
Kaldı ki ön yargıları, güvensizlik ortamını yaratan nedenler henüz tam anlamıyla ortadan kalmış değildir. Ezen ulusa tanınan dil, kültürel hakları kullanma vb. imtiyazlar son bulmamış, ezen ve ezilen uluslar arasında eşit hak ve özgürlüklere dayanan demokratik ortam kurulmamıştır. Bölgesel eşitsizlik ve adaletsizlik tüm haşmetiyle varlığını sürdürmektedir. Hala Kürtçenin sınırsız ve engelsiz kullanımı sağlanmamıştır. Kürtçenin varlığı hala anadil olarak kabullenilmemektedir. Siyasi otorite Kürtçe yayını RTÜK vasıtasıyla TRT’nin tekeline bırakmış, TV’de haftada iki saat, radyoda haftada dört saatle sınırlamıştır. Siyasal iktidar hala Kürtçeyi anadil olarak görme yerine, sofrada çeşni olarak görme ve öyle yansıtma düşüncesindedir. Koruculuk sistemi sürmekte, köylere dönüş engellenmektedir. Fiili OHAL uygulamaları devam etmekte, yasalar bölgeden bölgeye değişmektedir. Bunlar gibi daha pek çok sorun sıralanabilir. Ve şu kabul edilmelidir ki, ulusal ayrıcalıklar ortadan kaldırılmadıkça, imtiyazlar, kardeşleşmenin önüne döşenen mayınlardan farklı olamayacaktır. Kardeşleşmenin tam olarak gerçekleşebilmesi, yolun bu mayınlardan temizlenmesine bağlıdır.
Ulasal sorunların çözümünde ileri adımlar atılmadıkça her iki tarafta da milliyetçi duyguların gelişiminin ortamı her zaman hazır olacaktır. Ulusal sorun çözülmedikçe, halkların sınıfsal talepleri uğruna mücadeleye katılmasında engeller oluşacak, güçlü ve özlenen düzeyde birleşik emek hareketinin yaratılmasında güçlüklerle karşılaşacaktır.
Bu sorunun çözümünün birinci dereceden muhatabı ise ezen ulusun işçi ve emekçileridir. Ancak ezen ulusun işçi ve emekçileri, devrimcileri, ezilen ulusa mensup sınıf kardeşleri için mücadeleye katıldığı oranda, ulusal ayrıcalıkların kaldırılmasını, imtiyazların sona ermesini, ezilen ulusun tıpkı kendileri gibi anadilden, kültürel haklarının kullanımına kadar tam özgürleşmesini, serbestliği savundukları ve mücadele ettikleri oranda güvensizlik ortamı yerini güvene, ayrılıklar dayanışmaya, birlikte mücadeleye bırakacaktır. Unutulmamalıdır ki, başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz.
Seçim kampanyası süresince özgürlük, eşit haklar talebi ağırlıklı olarak Kürt ezilenlerinden gelmiştir. Miting meydanlarında ağırlık Kürt ezilenlerindedir. Elbette Kürtlerin kendi haklarını istemesinden doğal bir şey olamaz. Ancak, Kürt ezilenlerinin özgürlük, eşit hak talepleri esas olarak Türk işçisi ve ezilenlerin talebi haline gelmedikçe ezilenlerin birliğinin ve gerçek anlamda kardeşleşmenin sağlam temellere oturması güçleşecektir. İşçi sınıfı ve emekçiler ulusal boyunduruklardan kurtulmak zorundadır.
Bu yüzden de işçi sınıfı partisine ve militanlarına düşen görev, Türk işçileri ve ezilenleri arasında yoğun bir aydınlanma ve kardeşleşme temelinde aydınlatma faaliyetinin sürdürülmesi, onların eşit haklar, özgürlükler mücadelesine kazanılmasıdır.
Seçim kampanyası döneminde pek çok olumluluğa karşın, özellikle bu konuda yeterli bir faaliyetin sürdürülmediği kabul edilmelidir. Bu konuda yeterince canlı bir aydınlatma faaliyeti yürütülmemiş, yeterince cesur ve atak davranılamamıştır. Genel bir kardeşleşme edebiyatı yapılmış, ancak kardeşleşmenin nasıl olacağına dair ayrıntılara girilmemiştir. Burjuvazinin geçmişte yarattığı şoven hava bunda etkili olmuş, tabir-i caizse “kaçak güreşilmiştir”. Sanki bu sorun sadece Kürtlerin bir sorunuymuş gibi, sorun daha çok Kürtler arasında dillendirilmiştir. Oysa işçi sınıfı davasına gönül vermiş, kendi kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşuna bağlamış tüm devrimcilerin, ileri işçilerin asıl görevi, bu propaganda ve aydınlatma çalışmasını ezen ulusun işçileri, ezilenleri arasında sürdürmeleridir. Türk işçi ve ezilenleri bu konuya ne kadar çok kazanılırsa, Kürt ezilenlerinin dil, kültürel haklarının özgürce ve sınırsız kullanımına ne kadar güçlü biçimde sahip çıkarlarsa milliyetçiliğin, şovenizmin etkileri o kadar çok kırılacak, tüm ezilenlerin politik mücadeleye, sınıfsal talepler için mücadeleye katılımları o denli kolaylaşacaktır. Şu asla akıllardan çıkartılmamalıdır ki, demokrasi mücadelesine, demokratik talepler uğruna mücadeleye kazanılamamış işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesine kazanılacağını sanmak çok safça bir düşüncedir. Gerçek anlamda demokrasi mücadelesinin gerekleriyle donatılamamış işçi sınıfının bilinci devrimci bilinç değildir.
Oysa yazının girişinde de gösterilmeye çalışıldığı gibi, koşullar ve ortam toplumsal yapıdaki milliyetçi, şoven etkilerin geçmişe göre nispeten kırılması, en azından hayır hah bir tutumun yaygınlaşması, işi kolaylaştıran bir faktör olarak değerlendirilmeliydi. Ancak kafalardaki sınırlar, kitlelere mal edildi. Kendi ruh hali, kitlelerin ruh halinin yerine geçirildi. Hiç şüphe yok ki, burjuvazinin yıllardır yaptığı ve yerleştirmeye çalıştığı milliyetçi, şoven propagandanın yığınlarda yarattığı etkinin kendiliğinden yıkılmayacağı açıktır. Milliyetçi, şoven etkilerin, önyargıların, güvensizliklerin bir çırpıda aşılamayacağı, önümüze ciddi anlamda zorlukların çıktığı da açıktır. Ama zaten işçi sınıfı davasının savunucuları, parti kadroları bu zorlukları aşma göreviyle yola çıkmamışlar mıdır? Kendilerinin varlık nedenleri sadece bu konuda değil, öne çıkan bütün zorlukları aşmak değil midir? Zorluklar bahane edilip, her engelde geri çekilinecekse, zararsız yollar keşfedilmeye çalışılacaksa, kendine bir takım payeler yüklemenin manası nedir?
Halkın karşısına çıkıp biz birleştik, kardeşliği kuruyoruz demekle kardeşlik kurulmaz. Sorun, kardeşliğin ezilen halklar arasında kurulmasıdır. Kardeşlik talebinin zorunlu bir ihtiyaç olarak halk yığınları arasında güçlenmesi ve talep olarak ileri sürülmesidir. Yoksa birçok insan bu söylendiğinde, “biz zaten kardeşiz, arada bir düşmanlık yok, hepimiz bu vatanın evladıyız” demektedir. Ancak söz anadile, kültürel haklara gelince, bunları istemek kardeşliği bozmak olarak kabul edilmektedir.
Burjuvazinin kardeşlik anlayışı, “küçük kardeş”in “büyük ağabey” için çalışıp, onun sözünden dışarı çıkmaması, kendisi için bir şey istememesidir. “Küçük kardeş” azıcık ağzını açtı mı, “büyük ağabey” suratını asmakta, eline sopayı alıp bağırmaktadır: “Kardeşliği bozuyorsun!”
Görev, sabahtan akşama kadar “kardeş olduk” diye bağırmak değil, gerçek kardeşliğin nasıl olacağını anlatmaktır. Bunun ne kadar kolay veya zor olacağını belirleyecek olan ise, koşullara, bulunulan bölge emekçilerinin yapısına uygun usta ve bilinçli bir propaganda ve aydınlatma çalışmasının yürütülmesi olacaktır. Elbette bu “ustalık!”, “bizim oralarda bunun koşulları yok”a gitmemelidir.
Seçimler bitti. Ama sınıf mücadelesi sürüyor. Seçim döneminde önceki zamanlara göre yoğunlaştırılan kardeşlik propagandası sadece bir başlangıç olarak kabul edilmeli, faaliyetlerden dersler çıkartarak, eksikliklerimizi açık yüreklilikle görerek, artık daha yoğun ve cesur biçimde sürdürülmelidir.
Çünkü milliyetçilik burjuvazinin emekçi yığınlara karşı kullandığı son derece önemli ve etkin bir silahtır. Bizim gibi ülkelerde burjuvazi, halkı korkutarak, “öcüler” göstererek yönetmektedir. Burjuvazi yığınları şaşırtmak, bölmek, etkilemek, kendi peşine takmak, dikkatleri başka noktalara çekmek gibi nedenlerle elinin altında değişik dönem ve ihtiyaçlarda kullanabilmek için her zaman “iç ve dış düşman” bulundurur. Zaman zaman ihtiyaca göre biri veya bir kaçı devreye sokulur.
Önümüzdeki sürecin burjuvazi açısından Kürt düşmanlığının, Türk şovenizminin yeniden kışkırtılmaya başlanacağı bir dönem olması olasılığı büyüktür. ABD, Irak işgali hazırlıklarını yoğunlaştırmıştır. Bu kez Irak’ta kalıcı olabilme peşindedir. Bunun için asker sevkıyatından, gerekli üslere, lojistik desteğe kadar yoğun bir hazırlık içindedir. Katar’dan, Kuveyt’e, Bahreyn’den Ürdün’e kadar Ortadoğu’daki pek çok ülkede üsler kurmakta, var olanları güçlendirmekte, bir dizi ülkeyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçirmekte veya harekete geçmeye zorlamaktadır.
ABD’nin işgal planlarında en büyük rol biçtiği ülkelerden birisi Türkiye’dir. Olası bir Irak işgal harekâtını Türkiye olmadan ABD’nin başaramayacağı bizzat konuyla ilgili Amerikalılar tarafından dile getirilmektedir. Türkiye’nin bu savaşta yer almasının, geçmişteki Irak savaşından da dersler çıkartan ve olumsuz deneyler yaşayan Türkiye halkının tepkisiyle karşılaşacağı anlaşılmıştır. Her ne propagandayla olursa olsun halkın Türkiye’nin ABD’nin yanında savaşa sürüklenmesini desteklemediği ortadadır. ABD çıkarları doğrultusunda savaşa katılıma halkı ikna edici bir pozisyon yaratma peşinde olan siyasal iktidarın, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacak, biz bölüneceğiz” propagandasına sarılma eğilimi görülmektedir. Hatta daha şimdiden Kuzey Irak’ta askeri harekâtların başladığı haberleri gelmektedir. Bunun sonucu, yeniden Kürt düşmanlığı üzerine örülü bir propaganda, “bölücülük”, “yıkıcılık” edebiyatıdır. Yeniden ırkçı, şoven propagandaların canlanmasıdır. Bu ise, kaçınılmaz olarak, yumuşamaya başlayan sürecin yeniden gerilmesine, Kürt demokratik mücadelesinin sıkıştırılmasına, Kürtlerin tecridi çabalarına kadar uzanabilecek bir sürece varabilecektir. Tüm bunlar ise, bölme üzerinden politika yapan sermayenin işinin kolaylaşması, emekçilerin yeni hak kayıpları, sınıf mücadelesinin sıkıştırılması demektir. Birleşik halk hareketinin önüne yeni engellerin döşenmesi anlamındadır.
Bu yüzden ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak, ABD saldırganlığına karşı mücadele etmek, diğer nedenlerin yanı sıra bu nedenden ötürü de şarttır.
Ayrıca, Irak’ın bölge sınırında olması en başta bölgeyi etkileyecektir. Savaş hali bahane edilerek bölgede baskı ve yasaklar, OHAL uygulamaları sürecek, kazanılmış hak ve özgürlüklerin üzerine gidilecek, yeni sıkıntılar, yeni kuşatmalarla karşılaşabilecektir. Savaşın neden olacağı ekonomik yaralar, zaten son derece kötü ekonomik koşullarla yüz yüze bulunan bölgeyi yeni açmazlarla karşı karşıya bırakacaktır.
Bu bakımdan ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak, günümüzde kardeşliğe, demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkmak anlamını taşımaktadır.

BÖLGESEL EŞİTSİZLİKLERE KARŞI MÜCADELE
Eşitsizlik sadece dil, kültürel haklarla da sınırlı değildir. Ekonomik anlamda da bölgesel eşitsizlik, siyasal yönetimlerin ayrımcı uygulamaları sürmektedir. Son yıllarda hükümetlerin uyguladığı siyasal, sosyal ve ekonomik politikalar eşitsizlikleri, doğu ile batı arasındaki uçurumları büyütmüştür. Genel olarak tüm ülkenin en önemli sorunlarından biri olan işsizlik, bölgede dayanılmaz boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. IMF programları gereği yatırımların durması, tarımsal desteklerin kısıtlanması, üretim maliyetlerindeki sürekli artışlar, köy boşaltmalar, yayla yasakları, geçen Irak operasyonunun en çok bölgeyi etkilemesi, sınır ticaretine getirilen kısıtlamalar, devletin küçülmesi adı altında ödeneklerin kesilmesi vs. bölgeyi derinden etkilemiştir. Bölgenin ekonomik yapısı en geri Afrika ülkeleri ile aynılaşmıştır. Okul, hastane, sağlık hizmetleri, barınma sorunları had safhadadır. AKP hükümetinin açıkladığı hükümet programı var olan durumu daha da kötüye götürecektir. Çünkü bölge ekonomisi genel olarak tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Hükümet programında açıkça IMF programlarının sürdürüleceği, tarıma sübvansiyonların tamamen kaldırılacağı, devletin tarımdan çekilerek piyasayı tüccara bırakacağı belirtilmektedir. Pamukta, tütünde, şeker pancarında vb. kotalar sürecek, ekim alanları daha da daraltılacaktır. Daraltılmasa bile, hükümet programında açıkça belirtildiği üzere devletin alımlardan çekilmesiyle üretici ortada kalacaktır. Bir yandan düşük tutulan tarım ürünleri fiyatları, diğer yandan ithalat üreticiyi çifte kıskaca almak demektir.
Tüm bunların anlamı, zaten son derece kısıtlı durumda olan bölge ekonomik alanının daraltılması, sıkıntıların büyümesidir. Bölgesel geriliğin katlanarak sürmesidir.
Önümüzdeki süreç mücadelenin kızışacağı bir süreç olacaktır.

BİRLEŞİK MÜCADELE ŞARTTIR
Kürt sorunu, ülkemiz işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin gelişimi açısından önemini korumaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin gelişimi için Kürt sorunun demokratik biçimde çözümü şarttır. Emekçilerin, ezilenlerin birleşik mücadelesinin yaratılabilmesi, Türk işçi ve emekçilerinin Kürt ezilen kardeşlerinin ulusal ve sınıfsal sorunlarına sahip çıkması, eşit haklar, anadil, kültürel hakların kullanımı ve gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması, koruculuk sisteminin son bulması, köylere dönüşün hiçbir kısıtlamaya gidilmeden tamamen kaldırılması, yayla yasaklarının son bulması, herhangi bir izne tabi olmadan serbest kalması, bölgeye ekonomik desteğin sağlanması, sosyal yatırımların yapılması, işsizliğin önlenmesi, vb. için mücadele etmesi ile doğrudan bağlıdır. Böyle bir mücadele vermeden işçi sınıfının, emekçilerin kendi kurtuluşları yoluna girebilmeleri olanaksızdır. İşçi sınıfı, ezilen, haksızlığa uğrayan herkesin, tüm kesimlerin kurtuluşu için mücadele etmeden, öyleyse doğrudan kendisine yöneltilmemiş olsa bile bütün baskı, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı çıkmadan sınıf bilinciyle donanamayacağı gibi, kendi kurtuluşunun yolunu da açamaz. Uğratıldıkları haksızlık ve baskılara karşı çıkıp hak eşitliği ve özgürlük mücadelesinin savunuculuğunu yapmak, işçiler bakımından, “insani bir görev”i yerine getirmenin ya da basitçe ezilen Kürtlere bir destek sunmanın ötesinde anlam taşımaktadır. Kürtler ezildikçe kendisi de ezilmeye devam edeceği, kendisini de ezen aynı sistem varlığını sürdüreceği ve kendi ezilmişliğine son vermek ve kölelikten kurtulabilmek için, işçi ve emekçiler, Kürt ezilenlerinin talep ve mücadelelerini sahiplenmek, ezenlere karşı ezilenlerin birleşik mücadelesini geliştirmek zorundadırlar. Önümüzdeki dönemin, Türk işçi ve emekçilerin bunu, Kürtlerin talep ve mücadelelerini sahiplenmeden kendi üzerlerindeki baskıya, hak gasplarına, sömürüye son veremeyeceklerini ve kendilerini kurtaramayacaklarını anlayacakları bir dönem olması zorunludur.
Ancak bunlar yapılabildiği ve bu yönde gözle görülür bir yol katedildiğinde kardeşlik sağlam temellere oturabilecek, milliyetçi, şoven propagandaların etki alanı nispeten daralarak, birleşik sınıf hareketinin yaratılması kolaylaşacaktır.
Önümüzdeki süreç bu yolda ilerlenen, sağlam ve kararlı adımların atıldığı bir süreç olmalıdır. Özgürlükler birlikte kazanılacaktır.

Kadın sorunu ve çalışması üzerine

“Doğdum babamın kızı oldum, evlendim kocamın karısı, sonra doğurduğum çocuğumun anası. Ben ne zaman ben olacağım?”
Bu sözler seçim çalışmaları sırasında yüz yüze geldiğimiz binlerce kadından birine aitti. Öyle okumuş yazmış da değil; köyü yakıldığı için İstanbul’a göçmek zorunda kalan binlerce Kürt kadınından biriydi. Barış istediğini söyledi ve savaşın açtığı yaraların sarılmasını. Kadınlara özgürlük istediğini söyledi, kızının ve gelininin kendisinin çektiklerini çekmesini istemediğini de.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun seçim çalışmalarına katılan ve bu çalışmalarda yüz yüze gelinen binlerce kadın, eşitlik ve özgürlük sorununu, ilk kez bu kadar yüksek sesle ve güçlü bir şekilde dile getirdi, tartıştı. Başta Kürt kadınları olmak üzere, emekçi kadınlar seçim çalışmalarına damgasını vurdular. Daha önce tanık olmadığımız kadar çok kadın, bloğun ortaya koyduğu talepler etrafında birleşti ve seferber oldu.
DEHAP çatısı altında sürdürülen seçim çalışmalarının Türk, Kürt bütün emekçilere sunduğu kazanımlar ve bu sürecin önümüze koyduğu görevler, elbette pek çok yönüyle değerlendirilecektir. Ancak bu yazının çerçevesini, seçim çalışmalarının deyim yerindeyse bir kez daha gözümüze soktuğu bir sorunla sınırlayacağız;
1- Sosyalistler, kadınların eşitlik talebine ve demokrasi ve özgürlük mücadelesine katılımına seyirci kalabilir mi? Emekçi kadınları hangi talepler etrafında örgütleyeceğiz?
2- Milyonlarca emekçi kadını hem kendi kurtuluşları hem de tüm ezilenlerin kurtuluş mücadelesi yolunda birleştirmek ve örgütlemek üzere, işçi sınıfının devrimci partisinin bu alandaki mücadele aygıtı nasıl olmalıdır?

EZİLENLERİN EZİLENİ…
İlk soruya yanıt verebilmek için önce kadının eşitsiz durumuna bir bakalım.
Öyle çok gerilere ya da uzaklara gitmeye gerek yok, ülkemizdeki resmi makamlar tarafından açıklanan bu yılın bazı rakamlarına bir göz atalım:
Nüfusun yüzde 60’ı yoksulluk sınırının, yüzde 18’i ise açlık sınırının altında yaşamaktadır ve bu yük, büyük oranda kadınların omzundadır.
19 milyon 109 bin çalışabilir durumdaki kadından 11 milyon 700 bini ev kadınıdır yani mutfak işleri ve çocuk bakımına zincirlenmiş, bir başkasının eline bakar durumdadır.
5 milyon sigortalıdan sadece 600 bini kadındır ve 7 milyon civarında çalışan kadından yaklaşık 4 milyon 200 bini tarım kesiminde ve ezici çoğunluğu ücretsiz aile işçisidir. Bunların tamamına yakını ve kentlerdeki 2,8 milyon kadın ise sigortasız ve sendikasız çalışmaktadır.
Köyü yakılan, yerinden yurdundan edilen Kürt kadınları, göçtükleri büyük kentlerde bir yandan yoksulluk ve açlıkla boğuşmakta, bir yandan da anadilini ve kültürünü özgürce kullanamamanın sıkıntılarını yaşamaktadır.
Pek çok kadın hâlâ töre ve namus cinayetlerinin kurbanıdır ve Ceza Kanunu’ndaki ilgili hükümler, bu suçları teşvik eden bir anlayışın eseridir.
Bütün kapitalist ülkelerde hatta en demokratik olanlarında bile, kadınlara vaat edilen eğitim, kültür, medeniyet ve özgürlük gibi tüm cafcaflı sözlere, erkeğe ayrıcalıklar tanıyan, kadınları aşağılayan ve küçük gören alçakça yasalar eşlik eder. Pek çok burjuva cumhuriyet, aile ve evliliği düzenleyen yasalardaki rezil ve ikiyüzlü eşitsizliği bile tamamen ortadan kaldırmaya cesaret edememiştir. Sözde kadınları “kurtaracak ve kollayacak” bütün yasalara rağmen kadın, ev kölesi olmaya devam eder; bu işler onu, mutfağa ve çocuk bakımına zincirler. Kadın, emeğini hiçbir biçimde üretken olmayan, ufak tefek, sinir bozucu, aptallaştırıcı işlerde harcamaya mahkûm edilir. Sermaye, ihtiyacı olduğu dönemlerde dışarıda çalışmaya çağırdığı kadını bir an önce ait olduğu yere(!) yani dört duvar arasına gönderme çabasından hiçbir zaman vazgeçmez.
Çünkü kapitalizmde, emekçi sınıfların kadınları iki kere ezilir. İşçi ve emekçi kadın, hem evde hem dışarıda ezilir; hem ait olduğu emekçi sınıfların bir parçası olarak sömürülür, hem de ezilenlerin ezileni olarak… En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile bazı haklardan mahrumdur, çünkü hukuk onu erkeklerle eşit tutmaz. Mutfakta ve ailenin bakımında en pis, en yıpratıcı ve aptallaştırıcı işlerin tüm yükü onun sırtındadır, “eve mahkûm” edilmiştir.
Bunlar, kapitalizmin genel olarak kadına biçtiği rolün ve onu, toplumsal yaşamda nereye koyduğunun basit bir özeti. Ancak 1980’lerden sonraki gelişmeleri, emekçi kadının yaşamında neleri değiştirdiği ve daha neleri değiştirmek istedikleriyle birlikte özel olarak ele almak gerek.

KÜRESELLEŞME DAHA ÇOK KÖLELEŞME
“Yeni Dünya Düzeni”, “Küreselleşme” adı altında başlatılan uygulamalar ve saldırılar, kadınların eşitsiz durumunu ve çilekeş yaşamlarını daha da çekilmez hale getirdi ve getirmeye devam ediyor. Özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi, sosyal yardımların kısıtlanması, kadınlara ve çocuklara yönelik sosyal programların yürürlükten kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi gibi dünya çapında bütünlüklü bir saldırıya dönüşen tüm bu uygulamalar, bir yandan işsizlik ve yoksulluğu derinleştirirken, öte yandan da işçi sınıfının dişe diş mücadeleyle elde ettiği tüm haklara karşı görülmemiş bir saldırı başlattı. Özellikle sosyal güvenlik alanında ciddi gerilemelere yol açan bu saldırılar, en fazla kadınları vurdu. Kazanılmış haklar ve sosyal güvenceler büyük ölçüde tırpanlandı.
Benzer bir süreç bizde de işliyor. Eğitim ve sağlığı adım adım paralı hale getirdiler, emeklilik yaşını yükselttiler. Kısa bir süre önce de İş Yasası’nı tamamen patronların lehine değiştirerek, insanca çalışma ve yaşama hakkına ilişkin kısmi düzenlemeleri de emekçilerin elinden alacaklarını ilan ettiler. Elbette tüm bu saldırılar ilk elden ve en fazla kadınları etkiliyor:
Devletin çocuk bakımı ve eğitimini üstlenmemesi nedeniyle bu iş tamamıyla kadının sırtındadır. Sağlık gibi artık parayla satın alınır hale gelen kamu hizmetleri, giderek daha fazla kadın tarafından evlerde karşılanır olmuştur. Aynı şey hasta ve yaşlıların bakımı için de geçerlidir. Eğitimin paralı olması öncelikle kız çocuklarının eğitimlerini yarıda bırakmalarına neden olmaktadır. Özelleştirme sonucunda ve kriz nedeniyle işten önce kadınlar atılmakta, işini kaybeden kadınlar toplumsal yaşamın dışına itilirken, işsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir ülkede kadınların iş bulma şansı da elbette daha düşük olmaktadır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi sigortasız çalışmayı teşvik etmekte, bu da özellikle kadınları kayıt-dışı çalışmaya yöneltmektedir. Devletin eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikten yaptığı her kısıntı, öncelikle kadınların yaşamından alıp götürmektedir.
Ayrıca yağmur gibi yağan zamlar ve eriyen ücretlerin kahrını en çok çeken, ekmek ve yardım kuyruklarında ömür tüketen, her gün daha az parayla tencere kaynatmak zorunda olan, hem ailede hem de toplumda en çok şiddete maruz kalan yine kadınlardır.
Son olarak da 1475 Sayılı İş Yasası’nda yapılması düşünülen değişiklikle kuralsız (esnek) çalıştırmanın yasalaştırılması hedeflenmektedir. Böylece kadın emeğinin, kısmi süreli işlerde, ucuz ve örgütsüz işgücü olarak daha rahat sömürülmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmak istenmektedir.

BU DURUMDAN ÇIKARI OLAN KİM?
Kadının bugün içinde bulunduğu durum aslında hem erkeği hem de kadını cinsiyetsizleştiren, ne kadını ne de erkeği karşı cinsle eşit ve özgür bir ilişki kuramaz hale getiren, her iki cinsi dolayısıyla da insanlığı utanç verici biçimde alçaltan ve aşağılayan bir durumdur.
Peki, bu durumdan çıkarı olan kim? Kadınların pek çok haktan mahrum bırakılması ve toplumsal yaşamın dışına itilmesi; bu duruma boyun eğmesi veya kayıtsız kalması kimin işine geliyor? Ya da daha doğru bir ifadeyle hangi sınıfın işine yarıyor? Şüphesiz bu durum doğrudan doğruya ezen sınıfın ekmeğine yağ sürüyor ve işçi sınıfının mücadelesini baltalıyor. Peki, o zaman kadınlar, hem kendi kurtuluşları hem de tüm ezilenlerin toplumsal kurtuluşu için mücadele etmek gerektiği fikrine nasıl kazanılacak?
Öncelikle, kadınların özgün talepleri için de mücadele ederek ve bunu asla küçümsemeyerek. Sosyalistler, kadın emeğinin özel olarak korunmasını, anne ve çocuk için sigorta hakkını, kadınların siyası haklarının tanınmasını talep eder ve ezilen cinsin çıkarlarını savunurlar: “Ev kadınlarının sosyal güvenceye kavuşturulması, isteyen her kadının çalışabilmesi, kadınların ucuz işgücü olmaktan çıkarılması ve eşit işe eşit ücret alabilmesi; hamile ve emzikli kadınlar için uygun koşulların sağlanması ve kreş hakkı; medeni kanun vb. yasalarda ayrımcılık içeren tüm hükümlerin değiştirilmesi; fuhuşa ve çocuk ölümlerine karşı mücadele; kadınların politik haklarının tanınması; konutların iyileştirilmesi; hayat pahalılığına karşı mücadele vb.”
Ancak sosyalistler hiç tereddütsüz şunu da söylemektedir: Her kim ki her türlü sömürü ve baskı ortadan kalkmadan ezilen cinse eşitlik ve özgürlük vaat ediyorsa, ikiyüzlüdür ve yalancıdır. Kadınlar, sömürü sisteminin erkeklere bahşettiği ayrıcalıkların mağduru olduğu sürece; işçiler ve emekçiler sermayenin boyunduruğundan kurtulmadığı sürece, gerçek bir “özgürlük” olamaz.
İşçi sınıfının devrimci partisi, kadınları, hem emekçi hem de kadın olarak cesaretle savundukça ve ezilen cinsin eşitliği ve özgürlüğü sorununu, işçi sınıfı davasının tali değil, asli sorunlarından biri olarak ele alıp mücadele ve örgüt planlarını buna göre düzenledikçe, kadınlar da bir o kadar istekle mücadeleye katılacak, işçi sınıfının, kadınların acil ve özgün talepleri için de mücadele ettiğini anlayacak ve güven duyacaktır.
Öte yandan partili kadınlar da ezilen cinsin sorunları ve mücadelesi için daha cesaretle ortaya çıkmak ve bu çalışmada daha ileri sorumluluklar talep etmek zorunda. Milyonlarca emekçi kadını, yaşamsal talepleri etrafında birleştirmenin ve sosyalist harekete katmanın asıl yükü, örgütlü ve bilinçli kadınların omzundadır.

ÖZEL BİR AJİTASYON VE ÖZEL PARTİ ORGANLARI
Ancak seçimler sırasında çok yakıcı bir biçimde gördük ki, işçi sınıfının devrimci partisi kadınlar içindeki ajitasyon ve mücadele aygıtını biçimlendirmek ve yetkinleştirmek zorundadır, hem de bir tek saniye bile kaybetmeden…
Hepimiz bir kez daha fark ettik ki, kadın çalışmasını profesyonel bir çalışma olarak tepeden tırnağa yeniden örgütlemek sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Kadınlar içindeki çalışmamız, partili kadınların değişik alanlardaki sorumluluklarının yanı sıra kerhen ilgilendikleri ve “kadın sorununa duyarlı” (bu soruna duyarsız kadın olabilir mi!) kadınların kampanya dönemleri ya da 8 Martlarda el attıkları bir alan olmaktan çıkmak, istikrarlı bir parti faaliyetinin asli bir unsuru haline gelmek zorundadır. İl örgütlerinin ilçe örgütlerine, onların da birimlere havale ettiği ama işin sorumlusunun bir türlü belli olmadığı biçimindeki bir kadın çalışmasını derhal terk etmeli, her bir bölge, il, ilçe ve birim için özelleştirilen planlar üzerinden somut görevlendirmeler yapmalı ve bunun merkezden yönlendirilmesini ve takip edilmesini güvence altına alacak bir mekanizma kurmalıyız.
Şu tartışılmaz: Emekçi kadınlar eşit hak, yükümlülük ve değere sahip üyeler olarak erkek emekçilerle aynı devrimci partide örgütlenir.
Ancak şu da tartışılmaz: Kadının eşitsiz durumu ve örgütlenmedeki geriliği, zaman içinde kendisini gereksizleştirecek de olsa özel parti organlarını zorunlu kılmaktadır.
Kadınlar yasal ve toplumsal bakımdan sınıfının en mağdur üyeleridir, yüzyıllardır baskı altına alınmış, sindirilmiş ve zulme uğramışlardır. Kadınların aklını ve yüreğini harekete geçirmek için özel bir yaklaşım, özel bir çalışma ve buna uygun bir örgütlenme gerekir. Yani özel bir ajitasyon ve propaganda ve bunu yürütecek özel organlar.
Burada, “Niye emekçileri kadın-erkek diye ayırıyorsunuz?” diye soranlar olabilir ki sıkça karşılaşılan bir sorudur bu. “Niçin emekçi kadınlar için özel broşürler, işçi kadınlar için toplantılar, konferanslar? Böyle bir çalışmanın, feministlerin, burjuva kadın hakçılarının yaptığından farkı ne? Bu, işçi sınıfını bölmek anlamına gelmez mi?”
Emekçi kadınların ve burjuva kadın hakçılarının yolları, çok uzun zaman önce ayrılmıştır. Burjuva kadın hakçıları, emekçilerin sömürülmesi üzerine kurulmuş bir dünyayı değiştirmenin değil, böyle bir dünyada yaşamlarını daha güvenli ve daha iyi bir şekilde sürdürmenin peşindedir. Oysa ezilen sınıfın kadınları, bir yandan kadın ve anne olarak ihtiyaç ve talepleri ortaya koyarken, bir yandan da sınıfının ortak davası için mücadele eder. Çünkü kadınların talepleri, işçilerin ortak davasının hayati bir parçasıdır.
Ancak işçi sınıfı, haksızlıklarla dolu bu sömürü dünyasında, kadının, sadece emeğini satan biri olarak değil, fakat aynı zamanda bir kadın, bir anne olarak da ezildiğini hemen anlayamayabilir. Erkek işçi ve emekçilerin önemli bir bölümü, sermayeye karşı verdikleri mücadeleyi kadınların yardımı olmaksızın tek başlarına başaracaklarını sanıyor olabilir. Ancak sınıfın ileri ve bilinçli unsurları, kadınların geride kalmasının, sınıf bilincinden yoksun bırakılmalarının davalarına zarar verdiğini fark etmek zorundadır. Fark etmek zorundayız ki, dünyayı ve memleketi mutfak penceresinin izin verdiği kadar görebilen, toplumda ya da aile içinde hiçbir hakkı olmayan bir kadının “kendine ait bir fikri”nin de olamayacağını görüp, gereğini yapalım. “Kendine ait bir fikri bile olamayanların”, genel mücadele çağrılarımıza cevap vermelerini ve seferber olmalarını beklemek, ne kadar gerçekçi olur? sorusuna doğru yanıt verebilelim.
Emekçi kadınlar arasındaki özel ve ayrı çalışma biçimi; onları bilinçlendirmenin ve daha iyi bir gelecek için savaşanların safına çekmenin olmazsa olmaz yoludur. Kadınları bilinçlendirmek için üstlenilen ağır ve titiz çalışma, işçi sınıfının bölünmesine değil birleşmesine hizmet eder. Bu nedenle emekçilerin, ne ayrı bir “kadın çalışmasından”, ne de kadın işçilere yönelik özel yayın organlarından ve örgütlenmelerden korkmalarına gerek var.
Kabul etmek gerekir ki “kadın erkek birlik, iş ekmek özgürlük!” sloganının bir anlam ifade etmesi için, öncelikle ezilen sınıfın kadınlarının kendi aralarında birlik olmaya ihtiyaçları var. Henüz kendi içinde birlik olamayan kadınları, bu alanda ciddi ve titiz bir çalışma göstermeksizin, sınıfının erkekleriyle birliğe çağırmak ne kadar etkili olabilir?
Sonuç olarak;
İşçi sınıfının devrimci partisinin, bu alanda ciddi ve titiz bir çalışmayı garanti altına alması için;
— Mümkün olan her yerde (il, ilçe, havza vb. düzeyde) derhal kadın çalışması sorumlularını belirlemeli ve yerel kadın çalışması planları oluşturmalıyız.
— Yerel çalışmalarımızı da güçlendirmek üzere emekçi kadınlar için ülke sathında bir “acil eylem planı” çıkarmalı ve burada yer alan talepler etrafında bloğun dinamiklerini de var gücümüzle bu sürece katmaya ve en geniş kadın kitlesini seferber etmeye çalışmalıyız.
— Bu çalışmayı kongre süreciyle birleştirmek ve kongreye, yerel kadın çalışmalarımızda ortaya koyacağımız ve zenginleştireceğimiz olumlu örneklerden edineceğimiz tecrübeler ve kazanımlarla güçlenmiş ve yenilenmiş olarak gitmeyi önümüze görev olarak koymalıyız. Ayrıca kongreden, kadınlara yönelik ajitasyon çalışmasını yürütecek özel organları belirlemiş ve seçmiş bir parti olarak çıkmayı hedeflemeliyiz.
— Yine kongrede, ülke çapında bir kadın konferansı örgütleme kararı almalı ve bu konferansı, değişik alanlardan ve bu alanların somut talepleri üzerinden mümkün olan en geniş kadın kitlesiyle (partili ve partisiz) yüz yüze geldiğimiz ve seferber edebildiğimiz; aynı zamanda günlük-yerel çalışmamızla birleşen bir mücadele platformu üzerinden örgütlemeliyiz. Yani işçi kadınların, ev kadınlarının, tarım işçisi ve köylü kadınların, kamu emekçisi kadınların ve Kürt kadınlarının (yerel özgünlükleriyle birlikte) sorunlarını tartışmasına, özlem ve taleplerini dile getirmesine ve bu talepler etrafında birleşmesine hizmet edecek yaygınlıkta örgütlenen bir kadın konferansı…
Ve elbette tüm bunları başarabildiğimiz oranda Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun devamı ve güçlenmesi için üzerimize düşeni layıkıyla yerine getirebilmiş; halk hareketini örgütlemek gibi ağır ve çetin bir mücadeleye çok daha fazla kadının enerjisini ve yeteneğini sunmuş olacağız.

kadın ajitasyonu için yönergeler

Kadınlara yönelik ajitasyon ve özel örgütlenmelere ilişkin olarak, işçi sınıfının devrimci partilerinin uluslararası tecrübeleri, bizlere önemli dersler sunmaktadır. Bu amaca hizmet edeceğini düşünerek, 4-7 Aralık 1920 tarihli Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (Sol) ile Almanya Komünist Partisi (Spartakus Birliği) Birleşme Kongresi tarafından kabul edilen “Kadın Ajitasyonu için Yönergeler”de yer alan örgütlenme bölümünü, okurun dikkatine sunuyoruz. (Çeviren: Olcay Geridönmez)

IV. Örgütlenme

17. VKPD (Almanya Birleşik Komünist Partisi), genel parti örgütü içerisindeki ka­dın üyeleri için ayrı tüzel kişiliğe sahip özel bir kadın örgütlenmesini reddeder. Buna karşılık, proleter kadınlar arasındaki ajitas­yon için özel bir örgütlenme planına ve bu planın uygulanması amacıyla özel organlara ihtiyaç vardır.

18. Kadın örgütünün merkezi yönetimi için VKPD, bir Kadın Reich Sekretaryası kurmuştur. Bu sekretaryanın sorumlu yöne­timi Parti Kongresi tarafından seçilir ve Merkez’in (yani merkez komitesinin) bütün toplantılarına istişari oyla katılır. Kendi ça­lışma alanını ilgilendiren özel sorunlarda kesin oy hakkına sahiptir.

Kadın Sekretaryası’nın görevleri şunlardır:

a) Partinin kadın ajitasyonuna ilişkin ge­nel ilkeleri doğrultusunda, tek tek işyerle­rinde yakın bağlar kurmak ve bunları geliş­tirmek suretiyle, ülke çapında planlı ve bü­tünlüklü bir çalışma yürütmek.

b) Kadın ajitasyonuna yetenekli kadın yoldaşlar yetiştirmek ve eğitmek.

c) Kadın ajitasyonu için özel materyaller toplamak ve yaygınlaştırmak.

d) Kadın konuşmacıları koordine etmek.

e) Kadın ajitasyonuna ilişkin eğitim kursları düzenlemek.

f) Partinin kadın organı “Kadın Komünist”in sorumlu yazı kurulu görevini yürüt­mek.

g) Moskova’daki Uluslararası Kadın Aji­tasyonu Sekretaryası ile ilişkileri sürdür­mek.

19. İllerdeki kadın ajitasyonunun yürü­tülmesi için, bütün illerin, ilçelerin ve ma­halle gruplarının sorumlu organlarına, ge­nel parti faaliyetine katılmanın yanı sıra özel olarak kadın ajitasyonunun enerjik bir şekilde ele alınmasından ve gerektiği gibi uygulanmasından sorumlu olan birer kadın seçilmelidir. Bu, ayrı ve yoğun bir kadın aji­tasyonu çalışması yürütülerek, uygun nite­likteki kadın ve erkek yoldaşların sorumlu organlar içerisinde özel olarak görevlendi­rilmesi ve yönlendirilmesiyle gerçekleştiri­lir. (Bir kadın yoldaşın kadın ajitasyonuyla ilgili özel olarak görevlendirilmesi, parti ör­gütünün diğer tüm parti görevlerinde çalış­maya katmak üzere uygun kadın yoldaşla­rın yetiştirilmesi yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bkz, I, 5. [ I, 5: Komünist Parti, eşit haklara ve eşit yükümlülüklere sahip üyeler olarak parti saflarındaki kadın yol­daşları, en yoğun parti faaliyetine katma ve bütün parti görevleri için kadın yoldaşların her an, özel olarak da politik hareketin yük­sek olduğu dönemlerde devrimin gerektirdiği bütün görevleri aktif ve bağımsız olarak yerine getirecek şekilde yetiştirilmesinden sorumludur.])

20. Sorumlu parti organındaki kadın yol­daş, çalışmanın yürütülmesine yardımcı ola­cak, uygun kadın ve erkek yoldaşlardan, üye ya da temsilciler toplantılarınca onaylanması gereken bir Kadın Ajitasyon Komitesi (KAK) kurar. KAK üyeleri çeşitli meslek ve çalışma alanlarından (işçiler, ev kadınları, sendika­lar, fabrikalar, tüketim kooperatifleri) seçil­melidir ve bütün komitenin onayıyla belirli bir çalışma alanından sorumlu tutulmalıdır.

21. Kadın Ajitasyon Komitesinin sorum­lusu, aşağıdaki alanlarda kendi organı içeri­sinde harekete geçirici olmak ve inisiyatifi ele almakla görevlidir:

a) İşyerleri ve sendikalar

Kadın parti üyelerinin kaydının titizlikle tutulmasını, bütün kadın yoldaşların işyerle­ri ve sendikalar içerisine dâhil edilmesini ve var olan komünist birimlere katılmasını sağ­lamak zorundadır. Özellikle kadın işçilerin yoğun olduğu işyerleri ve sendikaları ortaya çıkarmak ve burada mümkünse yeni komü­nist birimler kurmak.

İşyerleri ve sendikalardan komünist bi­rim üyelerinin ortak toplantı ve görüşmele­rinde, Kadın Ajitasyon Komitesi sorumlusu, kadın yoldaşların özel bir biçimde yönlendi­rilmesini ve eğitilmesini sağlamakla sorumludur. Bu, gerek bu toplantıları yönetenlerin, kadın yoldaşlara gerekli ayrıntılı bilgileri ver­mesi yoluyla; gerek bu toplantılara bizzat ka­tılmak yoluyla ki bu, kadın yoldaşlara yapı­lan yönlendirmeleri ayrıca tamamlama, açık­lama olanağını sağlar; gerekse kalabalık sayı­ların ya da önemli vesilelerin gerekli kıldığı durumlarda kadın yoldaşların özel olarak bir araya getirilmesi yoluyla olur.

b) Tüketim kooperatifleri

Partili kadınlar arasında tüketim koopera­tiflerine katılma propagandası yapılmalıdır.

Tıpkı sendikalarda olduğu gibi, kadın parti üyelerini var olan komünist birimlere katmak ya da yeni birimler oluşturmak gereklidir. Ay­rıca, kendileri tüketim kooperatiflerine üye olmayan kadın yoldaşlar, tüketim kooperatif­lerinin ev kadınları akşam toplantılarında bi­rimler halinde bir araya getirilmelidirler. Bu birimlerin özel görevleri vardır:

1. Kooperatif üyelerinin talep ve istekle­rini kooperatiflerin görev alanları çerçeve­sinde, kooperatif yönetimine sunmak ve bu­rada savunmak;

2. Politik aydınlatma çerçevesinde günü­müz ev ekonomisinin dönüştürülmesini ve küçük burjuva ev ekonomisinin ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemeleri (ko­operatif çamaşırhaneleri, yemekhaneleri vb.) propaganda etmek ve bunun üzerinden ev kadınlarını toplu yaşamın gelecekteki gö­revlerine hazırlamak ve yeni toplum görev­lerini çözmeye yetenekli kılmak.

c) Belirli meslek gruplarından kadınların toplanması

KAK sorumlusu, alanındaki kadınların bağlı olduğu, sendikalar ve fabrikalar halin­de kapsanması mümkün olmayan önemli meslek grupları için, onların koşullarına uy­gun konular çerçevesinde hazırlanmış ka­muya açık toplantıların düzenlenmesi için etkili olmakla görevlidir. Burada özellikle söz konusu olan, evlerde çalışanlar, dükkan­larda çalışanlar, konfeksiyon işçileri, her branştan ev işçileri, ev kadınları vb.dir.

d) Kamuya açık genel ya da özel kadın toplantıları

KAK sorumlusu, genel politik toplantıla­rın yanı sıra, özel olarak kadınlara yönelik kamuya açık toplantıların düzenlenmesi için etkili olmalıdır. (Bkz. III, 14 [III, 14: Ka­dının kamudan uzak yaşamının yaygınlığı ve kendini tamamen ev işleri ile ailenin bi­reysel ihtiyaçlarına adamışlığı nedeniyle aji­tasyon, bu ihtiyaçlardan bağ kurarak ve onlardan hareketle kadınların ufuklarını, bi­reysel kaderlerini kapitalist ekonomi düze­niyle ilişkilendirecek şekilde genişleten bir ajitasyon olmalıdır. Özellikle gıda sıkıntısı, işsizlik, anne ve çocuk koruması, kadın işçi koruması, fuhuş, okul ve kilise sorunları proleter kadınlar için ayrıntılı bir biçimde sı­nıf bakış açısıyla aydınlatılmalıdır.]). Kamu­ya açık toplantıların ya da kadın toplantıla­rının düzenlenmesi, yerel gereklilik ve ihtiyaçlar doğrultusunda belirlenir.

e) Kır ajitasyonu

KAK sorumlusu, kır seksiyonuyla çok sı­kı bir ilişki içerisinde;

1. Kır ajitasyonu için uygun kadın yol­daşların ortaya çıkarılması ve eğitilmesini,

2. Özel kadın yayınlarının da kırsal alan­da dağıtılmasını (“Kadın Komünist”, parti ga­zeteleri, kadın bildirileri ve broşürleri),

3. Kadın tarım işçileri ve kadın küçük köylüleri için özel toplantıların düzenlen­mesini,

4. Henüz parti örgütünün bulunmadığı yerlerdeki tarım ajitasyonu için kadın so­rumlularının kazanılmasını ve onların ilgili Kadın Ajitasyon Komitesi ile ilişkisini sağla­makla görevlidir.

f) Kadın yayınlarının dağıtılması

1. KAK sorumlusu, partinin yayınlar ko­misyonu vb. ile yakın bir bağ içerisinde, pro­paganda ve de özel kadın yayınlarının genel yayınların (her türden toplantılarda, işyerle­rinde, sokak satışında) dağıtım aygıtına dahil edilmesini ve bu aygıtın, şimdiye kadar dikkatten kaçmış önemli alanlar, özellikle çok sayıda kadın işçilerin çalıştığı ve komü­nist birimler ile sorumluların henüz bulun­madığı yerlere yönelik yeni güçler seferber edilerek genişletilmesini sağlar.

2. “Komünist Kadın”ın olabildiğince geniş dağıtımı için kadınların yoğun olduğu sendi­kalarda “Komünist Kadın”ın üyeler için res­mi yayın organı haline getirilmesi ya da “Mü­cadele kadını” yerine veya “Sendikal kadın gazetesi” yerine artık “Komünist kadın”ın abone edilmesine yönelik propaganda yapar.

3. Ev ve sokak propagandası düzenleye­rek “Komünist Kadın”a yeni okurların kaza­nılmasını sağlar.

22. Kadın parti üyelerinin kesin olarak partinin bütün genel eğitim etkinliklerine ve diğer bütün parti etkinliklerine katılma­ya hakkı vardır ve bununla yükümlüdür.

a) Kadının genel olarak politik geriliği ve genel eğitim etkinliklerinden uzak duruşunu göz önünde bulundurularak, genellikle, özel politik kadın akşamlarının düzenlenmesi ya­rarlı ve zorunlu olacaktır. Ne var ki bunlara yeni kazanılmış üyeler için ancak bir geçiş aşa­ması olarak bakılmalıdır ve birincil amaç, bü­tün kadın yoldaşların tümüyle partinin genel ve birleşik etkinliklerine katmak olmalıdır.

b) Ajitatörler ve konuşmacılar olarak özel bir yeteneği olan ileri kadın yoldaşlar için, genel eğitimlere katılmalarının yanı sı­ra onları özel materyallerle donatılmalı ve kadınlar arasında ajitasyonun en iyisini yürütmeleri doğrultusunda eğitmek üzere özel eğitim programlarının ve konuşmacılar toplantıları düzenlenmelidir.

23. Bir il (eyalet) içerisindeki ilişkilerin diri kalmasına yönelik, il yönetiminin kadın üyelerince gerektiğinde illerde, bütün ilçele­rin kendi kadın delegelerini yolladıkları ka­dın konferansları örgütlenmelidir. Bu konfe­ranslar özellikle, tek tek ilçelerdeki kadınla­rın komünist harekete katılımı hakkında bil­gi edinilmesine, örgüt ve ajitasyon deneyim­lerinin paylaşılmasına ve kadınlar arasındaki çalışmalarının ilerletilmesine hizmet eder.

Kadın Reich Sekretaryası’nın girişimiyle Parti Merkezi, ihtiyaç gördüğünde il kadın konferansları düzenlemelidir.

24. Komünistlerin parti ve de kamu için­deki çalışmasının tamamı, kadın ajitasyonu alanında da, kadın ve erkek proleterler arasındaki dayanışma ruhuyla ve komünist partiye, komünist enternasyonale ve proleter devrime karşı en katı sorumluluk duygusuyla yürütülmelidir.

3 Kasım seçimleri ve kadınların talepleri

3 Kasım seçimlerine gidilirken, hatırlanacağı gibi, 57. hükümet, IMF programları doğrultusunda ekonomi, bankacılık, tarım, sosyal güvenlik, enerji, haberleşme, iş yasaları gibi pek çok alanı uluslararası tekellerin yağmasına ve ucuz emek gücü sömürüsüne açan yasal düzenlemeleri önemli ölçüde gerçekleştirmiş bulunuyordu. Bu durumun en önemli göstergelerinden biri, sadece bu hükümet döneminde yaklaşık 2 milyon kişinin işsiz kalması, çalışan nüfusun ise % 52,3’ünün herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmaksızın çalıştırılır hale gelmiş olmasıydı. 2001 yılı itibariyle günlük olarak 117 trilyon TL borç faizi ödenir iken, açlıktan ölümlerin baş göstermesi, çöpten ve pazarlardan yiyecek artığı toplayarak yaşayan bir açlar kesiminin istisna olmaktan çıkan bir olgu haline gelişi, 14 milyon kişinin açlık sınırı olarak belirlenen gelir düzeyinin altında yaşamaya başlaması da bu tabloyu tamamlayan, IMF programlarının 57. hükümet dönemindeki sonuçları idi.
Böyle bir memleket tablosuyla birlikte, parti bölüp yeni partiler kurduran bir uluslararası sermaye operasyonuyla erken seçimlere gidildi.
Seçim sürecinde bu tablonun eski ve yeni bütün sorumluları, ülkeye, halka, emekçilere, kadınlara ve gençlere ülkenin geldiği bu durumun sorumluları kendileri değilmişçesine, bütün hak ve özgürlük gereksinimlerini, emekçilerin taleplerini istismar ederek güzel günler, pembe yarınlar, ak gelecekler vaat ettiler. Öte yandan IMF ve AB ile “kişilikli görüşmeler”, “onurlu üyelikler” gerçekleştireceklerini söyleyerek geçmiş icraatlarını -başkaları yapmışçasına- karaladılar.
Seçmenlerin yarısını oluşturan kadınlara da özel vaatlerde bulunmaya ayrı bir önem verdiler. Burjuva iş, sanat ve meslek gruplarından, akademisyenlerden kadın adayları vitrinlerinde -az da olsa- bulundurmaya özen gösterdiler. Eşitlik, iş, ekmek ve gelecek kaygılarını sahiplenen bir propaganda üzerinden kadın yığınlarının oylarını avlamakta yarıştılar. AKP ve CHP’nin seçim bildirgelerinde kadınların eşitliğine, toplumsal sorumluluklarının artırılacağına ilişkin ve bir dizi başka vaatleri kuşkusuz kadınlardan aldıkları destekte etkili olmuştur. Ancak AKP’nin ülke genelinde olduğu gibi, kadınlar içinde de birebir, yüz yüze propagandayı en yaygın şekilde ve kadın örgütçüler, kadın propagandacılar eliyle gerçekleştirmesinin belirleyici rolü yadsınamaz. CHP şeriat öcüsünü göstererek, AKP dini inançlarına şu veya bu düzeyde bağlı kadın yığınlarını başörtü sorunundaki bölünme üzerinden kendi tarafı getirmesinin yanında, daha geniş ölçekte demokrasi ve insan hakları vaatleriyle diğer liberal, merkez ve sağ partilerin tabanındaki emekçi kadınları da kazandılar. Elbette her ikisi de denenmemiş iki parti olmanın avantajı ile birlikte.
Emek-Barış-Demokrasi Bloğu adı altında seçimlere giren EMEP, HADEP, SDP ve DEHAP ise tüm ezilenlerin-Türk, Kürt, işçi, işsiz, memur, emekli, esnaf, kadın, gençlik-ortak talepleriyle seçim çalışmalarını yürüttü. Blok, IMF ve savaşa karşı hak ve özgürlük taleplerini, pratikte yaşanan bütün zayıflıklara rağmen propagandasının merkezine koydu. Bunun yanında, Türk-Kürt emekçilerinin birliğini ve kardeşliğini sağlama potansiyeli taşıyan ve bunun ilk adımını atmış olan bileşenleriyle de barajı aşamamış olsa bile geleceğe dönük mücadele ve kazanım umutlarının temel merkezi olma karakteri kazandı.
Ancak, bloğun kadın yığınlarına seslenişi, kadınlara verilen önemin gösterilen kadın aday sayısıyla özdeşleştirildiği genel bir kadın vurgusunun ötesine -ne yazık ki- geçemedi. Oysa bloğun alanlara yansıyan iki milyonu aşkın etkilediği emekçi kitlesine damgasını vuran yoksul emekçi kadınlardı ve bunların ezici çoğunluğu da Kürt yoksul kadınları ve gençleri idi. Türkiye’nin açlık, yoksulluk, işsizlik, göç, evsizlik, sağlık ve eğitim sorunları, sosyal güvencesizlik, geleceksizlik gibi en temel sorunlarının tümü, buna ek olarak savaşın en ağır sonuçları bir silindir gibi on yıllardır onları eziyordu. Dil ve kültürleriyle dışlanmışlardı. Bir bütün olarak da Kürdü-Türküyle kadın olarak politikadan dışlanmış, toplumsal hayattan dışlanmış bir kesimdiler. Bu nedenle bu seçim birliğinden en çok umutlanan ve coşkuya kapılan onlardı. Özellikle Kürt yoksul kadınlarının ellerinin erdiği, dillerinin döndüğü oranda bloğun başarısı için nasıl samimi bir çaba içinde olduğu hatırlanacaktır. Ancak, kadınlara dönük propagandanın genelliği, temel taleplerin ifadesinde genel olarak yaşanan ‘çok seslilik’ burada da egemendi. Bununla birlikte çalışmanın çok kısa bir süreye sıkışması, bloğun bileşeni partilerin kadın propagandacılarının çok daha örgütlü ve etkili çalışmalarına olanak bırakmadı.
Propagandanın ve çalışmanın çeşitli zayıflık ve eksiklikler barındıran yönlerine karşın, Emek Barış Demokrasi Bloğu’nun en yığınsal destekçilerinin emekçi kadınlar, Kürt yoksul ve emekçi kadınları olduğu bir gerçektir.
Bir diğer gerçek de seçim çalışmalarına şu veya bu oranda katılan kadınların, hem kadınların yığınsal desteğinin verdiği cesaret ve coşkuyla, hem de kendi çalışmalarının kazandırdığı özgüvenle çokça söylendiği gibi “artık eski kadınlar olmadıkları”dır. Blok için ortak çalışmanın bütün taraflara kazandırdığı pek çok yeni bilgi, deneyim ve duygudaşlık olmuştur. Bunun kadın yığınları içinde yarattığı etkiyi, umudu ve kazanımları geliştirmeye, birlik ve ortak çalışmaya gereksinim kaçınılmazdır. Bunun gereğini yerine getirmemenin kabul edilebilir bir gerekçesi olamaz. Yeter ki, bloğun bileşenleri seçim bildirgesindeki temel taleplere bağlı kalmaya devam etsin.
Bunu gerçekleştirmenin bazı asgari koşullarını hızla tamamlamak gerekir. Bu da en genel anlamıyla emekçi kadın yığınları içinde sürekli ve düzenli faaliyet yürütecek bir çalışma tarzını güvenceye almak demektir. Dergimizin bu sayısında sorunun bu yönüne ilişkin bir başka yazı olduğu için ayrıntıya girmiyoruz. Seçim çalışmasının öğrettikleri ve bloğun eylem ve etkinliklerine emekçi kadın yığınlarının verdiği yığınsal desteğin, bundan sonrası için aynı zamanda bir sorumluluk ve görev çağrısı olarak, örgütlenme çağrısı olarak algılanması gerektiğini belirtmekle yetiniyoruz.
Emekçi kadın yığınlarının bize yüklediği görev ve sorumluluğu yerine getirirken nereden başlayacağız? Daha doğru bir ifadeyle seçimlerden sonra ortaya çıkan siyasi tabloda tek başına yasa yapma ve uygulama hakkını elde eden yeni AKP iktidarı emekçi kadın yığınlarına ne vaat ediyor? Taleplerine ne ölçüde karşılık olma özelliği taşıyor?
Yazının başında çizilen ülke tablosunu devralan AKP iktidarı bu tabloyu emekçiler lehine düzeltmeye niyetli mi? Böyle olmadığını seçimlerden önce aldığı ABD icazeti yanında seçim sonuçlarını alır almaz yollara dökülen Tayyip Erdoğan’ın Avrupa ve ABD ile ilişkileri sağlama bağlamakla işe başlaması gösteriyor. Yine seçimlerden önce batık banka patronlarıyla yaptığı görüşmelerin iktidarları döneminde kimlere hizmet edeceklerine dair ipuçları taşıdığı söylenebilir. Bunlara paralel olarak her vesileyle IMF programlarına ve AB politikalarına ters düşecek bir uygulama içinde olmayacaklarına ilişkin altı çizilen açıklamaları, onların da oylarını aldıkları emekçilere sırt çevirerek, uluslararası sermaye ve yerli ortaklara hizmet edeceklerini gösteriyor.
Hem uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının isteklerini yerine getirerek, hem emekçilerin işsizlik, açlık, yoksulluk, sosyal güvencesizlik, sağlık ve eğitim sorunlarına karşı talepleri karşılanabilir mi? Bütçesinin yarıdan fazlası iç ve dış borç ödemelerine -paradan para kazanan spekülatör ve finans çevrelerine- ayrılmış bir ekonomide, bunun süreceğine dair güvenceler vererek, emekçiye pay ve hizmet ayrılabilinir mi? Bütçesinde yatırım için gülünç miktarlar ayrılmış bir ekonomide ülke kalkınması sağlanabilir, yeni iş alanları açılabilir mi? IMF programlarının devamı için güvence vererek, yani özelleştirmelerin, işten atmaların üstü kapalı devamına söz vererek işsizliğe çare bulunabilir mi? “Halep oradaysa, arşın burada” diye halkımızın tarif ettiği durum, işin başındaki görünümü itibariyle bile şimdiye kadar edilen sözlerin, verilen vaatlerin bir “takiyye”den öte gidemeyeceğini göstermektedir. Ancak elbette gelişmelerin bu kadar düz ve net bir görünümde seyretmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü şimdiye kadar iktidar olanlar içinde tek denenmemiş görünen iki partiyi meclise göndererek, diğer IMF’ci, AB’ci, milliyetçi, dinci vb. şimdiye kadar iktidar olmuş bütün partileri barajın altına gömen halkın, iktidara getirdiği AKP’ye icraatlarını görmek için bir süre tanıyacağı, deneyeceği açıktır. AKP’nin (en önemli bakanlıklarını da 57. hükümet üyelerinden belirleyerek) geçmiş iktidarların deneyimlerinden yararlanacağı, halkta tepki uyandıran uygulama biçimlerinde ve politika üslubunda daha dikkatli bir yolda ilerleyeceği tahmin edilebilir.
Nitekim en önemli sempati kaynağı, neredeyse bütün sorunları ilgili gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinden görüş alarak, onlarla birlikte çözeceklerine ilişkin söylemleri olmuştur.
Kadınlarla ilgili sorunlarda da hemen hemen bütün çözümler “yerel yönetimlerin teşviki”ne, “dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi”ne, “ailelerin bilinçlendirilmesi”ne havale edilmiştir. Elbette sorunların çözümlenmesinde ilgili kesimlerin desteği, çözüm için katkı ve önerileri önemlidir; küçümsenemez. Ama AKP’nin vaatlerinde, kadınların sorunlarının çözümünde siyasal iktidarın hiçbir görev ve rolü gözükmemektedir. Ailenin korunmasından, kadınların eğitim sorunlarının çözümüne kadar her alanda “yerel yönetimler teşvik edilecek, çaba gösteren sivil toplum örgütleri desteklenecektir”!
Peki, ailenin korunmasından başlarsak; ne demektir “ailenin korunması”? Açlık sınırının altında 14 milyon kişinin (nüfusun yaklaşık 1/4’ü) yaşadığı bir ülkede her halde akla ilk gelen, her ailenin asgari bir yaşam standardını sürdürebileceği gelir düzeyini güvenceye almak demektir. Bu da iş, aile için yeterli bir ücret, iş yoksa devletin iş bulma yükümlülüğü (Anayasa Madde 49: “Devlet… İşsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli önlemleri alır.”) ile birlikte işsizlik yardımı, işi olup olmadığına bakılmaksızın herkes için genel sağlık sigortası, çocuklar için parasız eğitim, yani kısaca gelecek kaygısı olmadan yaşama olanağı demektir. Peki, AKP’nin böyle vaatleri var mı? Bırakalım vaatlerini, Anayasa’nın bu emredici hükmünü uygulamak için hangi önlemleri alacak? Yuvarlak sözlerle ifade edilmiş vaatlerin dışında somut bir vaat yok. “Peki, bu durumda ailenin korunmasını nasıl destekleyeceksiniz?” sorusunun somut bir yanıtı yok.
Bunun gibi, eğitim, kadınların cinsel ve ekonomik istismarı, kadınlara iş alanları vb. bütün sorunları hakkında aynı yuvarlak ve muğlak sözler, görünüşte “vaat” ama somut bir karşılığı olmayan kulağa hoş gelen aldatıcı sözlerden başka kadınlara bir vaadi bulunmamaktadır. Elbette vaatlerini tutup tutmayacağını da zaman gösterecektir ama bu sayılanlar içinde AKP iktidarını bağlayacak ve yapmadığında zor duruma düşürecek ortada görev yükleyen bir şey zaten yoktur.
Birkaç istisna dışında: Bunlar da aynı ölçüde muğlak ve yuvarlak cümlelerle ifade edilmiş olsa da yine de somut vaatler taşımaktadır. İlki, “Eşlerin her ikisinin de çalıştığı ailelerde çocukların bakımına ilişkin hizmetler geliştirilecektir”.
AKP’nin kadını aile dışında muhatap olarak kabul etmediğini, boşanmış veya yalnız çocuklu kadınların çalıştığı durumlarda (ya da çalışmak istediği halde çocuğunu bırakacak yeri olmadığı için çalışamadığı durumlarda) çocuklarının bakım ihtiyacını görmezden geldiğini bir yana bırakırsak ortada bir tek sorun kalıyor: Bu hizmetleri kim geliştirecek, hangi kurum, devlet mi, özel sektör mü? Ve birçok soru: Kadınların çalıştığı bütün kamu işyerlerine kreş ve çocuk bakımevi, bir kamu hizmeti ve zorunluluğu olarak açılacak mı? Özel sektörde çalışan kadınlar için de işyerlerine yasaya karşı hile yapılamayacak bir zorunluluk getirilecek mi? Yerel yönetimlere mahalle ve semtlere çocuk nüfusa göre yeterli sayıda kreş ve çocuk bakımevi açma zorunluluğu getirilecek mi? Ve bütün bu hizmetler ücretsiz veya ucuz hizmetler olacak mı? Ne yazık ki, bu sorulara şimdilik yanıt bulmak zor görünüyor.
Diğer istisna: “Ev kadınlarının sosyal güvenceye kavuşmasını sağlayacak çalışmalar gerçekleştirilecektir.” Bu da doğrusu heyecan verici bir vaat. İlk anda ev kadınlarının hiç değilse hastalandıklarında, çocukları hastalandığında ücretsiz sağlık hizmeti alabilecekleri kadar bir güvencenin bile çok önemli bir adım olacağı akla geliyor. 5 milyon sigortalının içinde sadece 600 bin kadının sigortalı olarak çalışabildiği bir ülkede ne büyük bir hizmet olduğunu düşünmemek elde değil. Ama nasıl? Sigorta primlerini kim ödeyecek? Yahut da “bu hizmet ev kadınlarına kaça patlayacak?” diye insanın aklına bir kurt düşmemesi de mümkün değil.
Devamında “Ev içi emeğin saygınlığı korunarak, kadınlar için yeni istihdam alanları oluşturulacaktır.” deniyor. Burada da çok sinsi bir aldatmaca var. “Ev içi emek” denilen şeyle genellikle evde parça başı yapılan işler ifade edilir. Bu, “İş Yasası Ön Tasarısı” adıyla 57. hükümet tarafından ortaya atılan ve içinde esnek çalışma usulleri olarak düzenlenmiş, işçi haklarına yönelik saldırının en büyük bölümüdür. Ki, uzun yıllardır ev kadınlarına, işsiz kadınlara çeşitli tekstil ve dokuma işlerinde, sanayinin küçük montaj işlerinde evlerinde ucuz emek sömürüsü halinde yaptırılan işi ifade ediyor. Bu işlerde kadınlar, sigortasız, sendikasız, iş süreleri sınırsız, hiçbir sosyal hakları olmaksızın çok küçük paralara çok fazla işler yapmakta, yapmak zorunda kalmaktadırlar. Aynı işler fabrikada yapıldığında patrona, en azından saat ücreti, sigorta gibi yükler getirdiğinden, bu yüklerden kurtulmak için bu işlerin el yatkınlığı olan kadınlara yaptırılması yerleşmiş bir uygulama haline getirilmiştir. Kadınlar da “hiç yoktan iyidir” diyerek ucuz emek sömürüsünün gönüllü emek sunucuları olmaktadır. Bu işlerden alınan ücretlerle hiçbir kadının ev geçindirmesi mümkün değildir.
Şimdi iktidar olan AKP, kadınlara nasıl bir “saygınlığı” olduğu anlaşılamayan ama kadınların köleler gibi çalıştırılmasına yol açan bu ucuz emek sömürüsünü ”yeni istihdam alanları” açarak sürdüreceğini vaat ediyor. Ve bunu kadınların işsizlik sorunlarına bir çözüm olarak sunuyor. Pes doğrusu!
İşte iktidar olan AKP’nin seçim bildirgesinde kadın yığınlarına en “somut” vaatte bulunduğu istisnai konular da bunlar.
Emekçi kadın yığınlarının daha pek çok sorununun AKP’nin gündem konusu bile olmadığı ortada.
Ama bizler, emekçi kadınlar içinde çalışma yürütecek emeğin kadın politikacıları, hem iktidarın gündemine girmeyen açlığa, yoksulluğa, güvencesizliğe karşı taleplerimizi IMF programları iptal edilinceye kadar diğer işçi ve emekçilerle birlikte emekçi kadın yığınları içinde maddi bir güce dönüştürme uğraşı vereceğiz. Hem de kadınların eşitliği ve özgürlüğü ile ilgili taleplerin bu genel taleplerle ayrılmazlığını, aradaki zorunlu bağı açıklayacağız. Kadınların ortak taleplerinin bir emekçi kadın hareketinde birleşmesi için çalışacağız.
AKP iktidarının savaşçı politikalarına, evlatlarımızın, kardeşlerimizin, eşlerimizin, gençlerimizin borçların silinmesi ve yeni borçlar için bedel olarak ölmesine izin vermemek üzere emekçi kadınları savaşa karşı mücadeleye atılmaya ısrarla çağıracağız.
AKP iktidarını kadınlara vaat ettikleri üzerinden izleyeceğiz, ama aynı zamanda bu vaatlerin boş ve aldatmaca içeriğini açıklayacağız. Bu boş vaatlerin karşısına somut taleplerimizi koyarak, emekçi kadın yığınlarının mücadelesi ve örgütlenmesi yolunda eylem ve etkinliklerimizi çeşitlendirerek talepleri kazanıma dönüştürecek, yerel olarak örgütlenmiş emekçi kadın yığınlarından örgütlü bir kadın hareketini hedefleyeceğiz.
Emek Barış Demokrasi Bloğu’na destek veren en az bir milyon kadının acil talepleri için mücadeleye hazır bir kitle olduğunu gördük. Ama bu kitlenin, günlük bir örgütlü çalışma içinde mücadeleye katılmaksızın, genişleyerek daha da kitleselleşmeksizin, seçim döneminde kendini cömertçe ortaya koyduğu kadar yığınsal ve mücadeleye hazır kalmayacağını unutmayacağız. Bunun güvencesinin, kadın yığınlarının örgütlenmesinde daha büyük ölçekte görevleri yerine getirmek ve AKP, CHP, GP gibi partilere oy vermiş yoksul emekçi kadınların da umut ve mücadele merkezi olmayı mutlaka başarmak olduğu açık.

Emek, barış, demokrasi bloğu ve üniversiteler

Ekim ayının başında açılan üniversitelerde yürütülecek çalışmaya üniversiteleri seçim meydanları olarak değerlendirmek, öğrencilerin bugününe ve geleceğine yön verecek temel sorunların çözümü için etkin olmalarını sağlamak, seçim ortamının yaratacağı politikaya duyarlılığın artması vesilesiyle anti-emperyalist gençlik muhalefetinin dinamiklerinin yaratılması gibi hedefler yön verdi. Ancak canlı ve tartışmalı bir seçim atmosferini yaratmanın çok kolay olmadığını söylemek herhalde üniversite içinde çalışma yürüten herkesin ortaklaştığı nokta oldu. Üniversite gençliğinin seçmen kütüklerine yazılamadığı için oy kullanmayacak olmasının bu havanın değiştirilememesinde olumsuz yönde önemli bir etken olduğunu biliyoruz. Ancak bunun kadar önemli bir başka sorun da üniversiteli gençlerin seçimlerden bir şey beklemiyor olmalarıydı.
Emek Barış Demokrasi Bloğunun üniversitedeki genç bileşenlerinin ve Emek Gençliği’nin seçim çalışmalarını yürütürken en çok karşılaştığı ve değiştirmekte zorlandığı anlayış; üniversite öğrencilerinin seçimlere katılan partiler arasında bir fark görmeyen, bir şeylerin değişebileceğine inanmayan, umutsuz ruh hali ve anlayıştı.
Bu yüzden üniversite gençliğine dönük seçim çalışmasının ve aydınlatma faaliyetinin temelini de Türkiye’nin temel sorunlarıyla birlikte üniversite gençliğinin acil talepleri oluşturdu. IMF’yle yapılan anlaşmaların iptal edilmesi, olası bir Irak operasyonunda Türkiye’nin savaş karşıtı tutum alması ve Türkiye’deki Amerikan üslerinin kapatılması, uluslararası kurullarla yönetilmekten kurtulmuş bağımsız ve demokratik bir Türkiye için emekçilerin iradesinin meclise yansıması, YÖK’süz, parasız bilimsel demokratik eğitim, iş ve güvenli bir gelecek vb. Bir başka deyişle Emek Barış Demokrasi Bloğu’nun seçim bildirgesinin talepleri üniversiteli gençlik yığınlarının da acil talepleri olarak üniversitenin seçim bildirgesiydi.
Emek Barış Demokrasi bileşeni gençlerin de ilk işi üniversite içinde blok bileşenlerinin ve kendisini IMF ve savaş karşıtı bir platformda ifade etmek isteyen, acil talepleri için her gencin katılabileceği seçim komitelerini oluşturma çabası oldu. Hemen her üniversitede oluşturulan bu komiteler, her gün daha fazla gençle birleşen, üniversitenin sınıflarında, amfilerinde ülkenin ve üniversitenin sorunlarını tartışmaya açan, bilimin ve insanlığın çıkarları için, üniversitenin ve üniversite öğrencisinin en acil talepleri için onları IMF ve savaş karşıtı tek parti olan DEHAP’tan yana tutum almaya çağıran platformlar olma hedefiyle çalışma yürüttüler.
Bu komiteler herhangi bir politik örgütlenmede yer almayan mücadele eğilimi içinde olan gençlerin bir bölümünü bünyesine alarak çalıştı. Bu komite ya da gruplarda yer alan gençler sorumluluklar alarak bütün çalışmalarda aktif görevler aldılar. Üniversitelerde stantlar açıldı, üniversite meydanları bayraklar ve afişlerle bezendi, seçim bildirgeleri dağıtıldı, üniversitelerin bulundukları bölgelerden milletvekili adaylarının imzalarıyla her üniversite için ayrı bildiriler dağıtıldı, üniversiteler için yerel taleplerin de yer aldığı afişler hazırlandı.
Burjuva basın ve TV kanallarının taraflı yayınları ve burjuva partilerinin olanakları, DEHAP’ın kapatılacağı üzerine tek yönlü propaganda pek çok kesimde olduğu gibi üniversitelerde de etkili oldu. Yine Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde olduğu gibi kampusta Genç Parti ve CHP’nin seçim otobüslerinin 3’er gün propaganda yapması ancak DEHAP çalışmasının üniversitenin dış kapısında bildiri dağıtmakla sınırlı kalması gibi anti-demokratik uygulamaların varlığı da etkili oldu.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ SANDIK BAŞINA GİTMEDİ
3 Kasım 2002 seçimlerine katılım oranı Nisan 1999 seçimlerine göre % 13 daha az oldu. Oy kullanma oranındaki bu gerileme içerisinde sandık başına giden üniversite öğrenci sayısının düşüklüğü dikkat çekicidir. Büyük kentlerde, on binlerce mevcudu olan üniversiteler başta olmak üzere toplam öğrenci sayısının en iyimser tahminlerle %10’u oy kullandı. Politik gençlik gruplarının yürüttükleri seçim çalışması bu tabloyu değiştirmeye yetmedi.
Blok bileşenlerininki kadar zengin ve yerel talepleri barındırmasa da, her türden politik grup ve akım üniversitede benzer yaygınlıkta bir propaganda faaliyetini aynı meydanlarda yürüttü. Hatta bu durum İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampusu’nda olduğu gibi afiş ve bildiri bombardımanından kurtulmak için gençleri kantinden uzaklaştıran ters bir etki yarattı.
Seçim çalışmasının yaygınlığı, talepleri ve platformuyla, miting alanlarını dolduran yüz binlerce Kürt ve Türk yoksulunun, gencinin, kadının görkemli coşkusuyla alternatif ve farklı bir havası olsa da Emek, Barış, Demokrasi Bloğu öğrencilerin gözünde bu etkiyi yaratamadı. Bütün bu karmaşanın içinden üniversite gencinin seçim komitelerinde yer alması, oy vermesi ya da Blok’a ilgi duyması için, Emek Barış ve Demokrasi Bloğu’nun diğer bütün parti ve akımlardan farklı bir program ve öneme sahip olduğunu kavrayabilmesi, tartışması, ikna olması, kendisince geçerli sebeplerinin olması gerekliydi. Bu sebepler elbette ki Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nda vardı ancak bunlar üniversite gençliği ile istenilen düzeyde buluşmaya yetmedi.
Sınıfına her gün girilmeyen, amfisinde IMF’siz, savaşsız demokratik bir Türkiye, demokratik bir üniversite talepleri her gün yankılanmayan, dersteki öğretim üyesinin “şeriat gelmesin” diye IMF’ci CHP’ye teslim olmanın açıklamasını yapmaya mecbur bırakıldığı bir üniversitenin seçim havasına girmesi ve Blok bileşeni olması çok kolay değildi.
Yıllarca Kürtler ve Kürtçe diye bir dilin olmadığının kanıtlanması için MGK direktifiyle araştırma yapmaya zorlanan üniversitenin, anadilde eğitim talebi dilekçesinin diyetinin DGM’lik suç teşkil ettiği öğretilen üniversite öğrencisinin, terör ve bölücülük propagandasıyla yaratılan şovenizmin kendiliğinden değişeceğini, ilk kez Türk ve Kürt emekçisinin, gencinin ortak talepler için bir araya gelmesini anlamasını ve mücadeleye atılmasını beklemek biraz kolaycılık olurdu.
Üniversite gençliğinin, düzen partilerinin birbirinden farklı olmadığının bilincinde olsa da, dünya ve ülkede yaşanan sorunlar karşısında sorumlu ve etkin bir tutum takınmadaki zayıflığı yüz binlerce öğrencinin oy kullanmamasının temel nedenidir. Üniversitenin yaşadığı çözülme ve yıkımın geldiği boyuta doğrudan bağlı olarak ortaya çıkan bu tablo, üniversitelerde neyin değişmesi gerektiğini bir kez daha göstermiştir. Üniversite gençliğinin, sisteme, düzene karşı tepkisi, Dünya ve Türkiye’de yaşanan sorunlara, halka karşı duyarlı ve sorumlu bir politik tutumla değil, kendine güvensiz, bireyci, lümpen ve cesaretsiz bir düşünce ve duyguyla birleşmiş durumdadır. Üniversite gençliğinin içinde bulunduğu bu durumun hızla yerini, kendi gücünün ve takınacağı tutumun gelecek açısından taşıdığı önemin bilincinde olan bir anlayışa bırakması gerekir.
Bunun için Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun, ülkenin kaderini değiştirebilecek, Türk ve Kürt emekçi yığınların mücadele birliğini sağlamış, IMF’siz ve savaşsız bir Türkiye için mücadele eden bir odak olarak üniversitenin günlük yaşamına damgasını vurması gerekir.

BLOK, ÜNİVERSİTE MÜCADELESİNDE BİR OLANAKTIR!
Seçim çalışmasının sınıflarda yapıldığı, var olan öğrenci örgütlerinin seçimlerde Emek, Barış, Demokrasi’den yana tutum alması çabasında ısrarcı olunan üniversitelerde hem seçim çalışmalarında hem de sonrası açısından önemli adımlar atıldı.
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci topluluklarının Blok adaylarının katılımıyla sınıf ve amfilerde gerçekleştirdikleri ve yüzlerce öğrencinin katıldığı paneller, İstanbul, İzmir üniversitelerinde DEHAP propagandası yapan gençlerin seçim dönemine denk gelen ÖTK seçimlerinde yüzlerce öğrenciyi temsil etmek üzere Öğrenci Temsilcisi seçilmeleri, yine pek çok üniversitede bu dönemde kol, kulüp ve toplulukların yönetimlerinin belirlendiği yerlerde Blok çalışmasına katılan gençlerin yeni mevziler edinmeleri önemli adımlardı.
Yine seçimlere Emek, Barış, Demokrasi Bloğu olarak katılmanın, üniversitedeki politikaya duyarlı kesimleri etkilediği ve bir heyecan yarattığı görüldü. Oy kullanan az sayıdaki öğrencinin azımsanamayacak bir bölümü DEHAP’a oy verdi. Bu heyecan seçimlerden önce savaş karşıtı etkinliklerde ortak tutum almayla güç kazandı. Seçimlerden sonra da 6 Kasım protestolarıyla devam etti. Şimdi de başta Blok bileşenleri olmak üzere üniversitelerde kol, kulüp, topluluklar gibi öğrenci örgütlenmelerinin bir araya getirilmesiyle, savaş ve YÖK karşıtı öğrenci platformları oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu platformlar öğrencilerin, oy kullanmasa da iktidara gelen AKP-CHP hükümetini sorgulayacağı, hükümetin halka rağmen uluslararası tekellerin ve emperyalistlerin çıkarları için IMF direktiflerini uygulama çabasını teşhir edeceği ve beklentiyi bir tepki olarak örgütleyebileceği araçlardır.
Hükümetin açıkladığı Acil Eylem Planı içinde yer alan her madde üniversitenin ilgili bölümlerinde, topluluklarında ele alınması ve kimin yararına uygulamalar olacağı tartışılması, gereken meselelerdir. Üniversitelerin akademi dünyasının zenginliğini yeniden üretmesi, bilimin ve üniversitenin toplumsal rolünü sorgulaması, anti-emperyalist mücadelenin güçlü bir merkezi olabilmesi Blok’la birlikte yaratılan dayanışma ve mücadele eğiliminin geliştirilebilmesiyle daha fazla olanak kazanacak, bütün öğrenci örgütlerinin bu perspektifle yeniden ele alınmasıyla güçlenecektir.
Emek Barış Demokrasi Bloğunun gençlik cephesindeki bileşenlerinden Emek Gençliği daha güvenli ve inisiyatifli bir çalışma perspektifiyle bu hedeflerin yakalanması için çalışmanın motor gücü olmalıdır.

EMEKÇİ GENÇLİK YIĞINLARININ BİRLEŞME EĞİLİMİ GÜÇLENİYOR!
Seçim çalışmalarının en çabuk ve geniş gençlik yığınlarını kapsayarak yürütüldüğü alanlar yoksul emekçi mahallelerinin emekçi gençlik yığınları oldu. Blok seçim bürolarının açılışlarıyla başlayan kitlesel etkinliklere katılanların önemli bir çoğunluğu Türk ve Kürt gençleriydi. 1980 darbesinden bu yana sistemli bir propagandayla çeşitli biçimlerde bölünmüş gençler hızla birleştiler.
Mezhepçilikle, dini duygularla, hemşericilikle bölünmüş, gerici tarikatçı odakların etkisi altına alınmaya çalışılmış, milliyetçiliğin, ırkçılığın etkisi altında bırakılmış emekçi gençlik yığınları belki bir araya gelmeyi hayal bile edemedikleri ortamları çalışmaların başlamasından kısa bir süre sonra kendileri oluşturmaya başladılar.
Sabahtan akşama haftanın 7 günü kahve ve bilardo salonundan başka gidecek yeri olmayan, uyuşturucunun, hırsızlığın, çeteciliğin tek çıkar yol olarak gösterildiği yoksul emekçi mahallelerinin gençliği seçim çalışmalarında düne kadar düşmanı bildiği gençlik kesimleriyle aynı kaderi ve geleceksizliği paylaştığı gerçeğiyle olmadığı kadar yüzleşti. Düne kadar arasında uçurumlar olduğunu düşündüğü üniversite gençliğinin işsizliğiyle ve gelecek kaygısıyla yüzleşti. Kendisi gibi binlerce gencin kendisini ifade edebileceği alanlardan yoksunluğunu, kültür, sanat, spor ve yerel yönetimlerden beklentilerinin aynılaştığını fark etti. Ve bütün bu nedenlerden dolayı DEHAP büroları ilgi odağı oldu, gençlik etkinlikleri kitlesel gerçekleşti. Türk ve Kürt gençliğinin kader ve mücadele birliği görüldükçe, gençliğin savaş karşıtı gösteri ve etkinliklere katılımı, coşkusu ve görev alma isteği de arttı. Geceler mahallelerde gençliğin savaşa karşı meşaleli yürüyüşleriyle aydınlandı, binlerce gencin katıldığı sokak şenlikleri, tiyatro gösterileri yapıldı.
Düzenlenen etkinliklerde, tartışma toplantılarında emekçi gençlik yığınlarının IMF ve savaş karşıtlığı ve öfkesi dikkat çeken düzeydeydi. “Türkiye’yi yönetenlerin Amerika istediği için” aldığı her tutum, işçi ve işsiz gençlik yığınlarının bağrında emperyalizm karşıtı bir eğilimi de geliştiriyor. Emekçi gençlik yığınlarının önderlerinin, sözcülerinin, ileride duranlarının sosyalizm fikrine ve mücadelesine kazanılmasının önünde tek engel bu kesimlerle seçimlerde kurulmuş bağların güçlendirilmemesi olur. Düne kadar günlük işçi basınına ‘komünistlerin’ gazetesi diye ilgi göstermeyen gençler bu önyargılarından doğru bilgiyi alarak -örneğin, dış borç ödemeleriyle neler yapılırdı dosyası- kurtuldular. Seçimler boyunca ulaşılabilen, yüz yüze tartışılabilen her genç bugünkü haklarını ve geleceğini kazanabilmesinin tek yolunun kendisi gibi emekçi yığınların ve Türk ve Kürt işçisinin birlikte mücadelesiyle olanaklı olduğunu öğrenme, kavrama olanağı yakalamış oldu. Örneğin, İzmir’in emekçi mahallelerinde Emek Gençliği’nin Ekim Devrimi’nin yıldönümü vesilesiyle başlattığı eğitim toplantılarına ve belgesel film gösterimlerine katılan yüzlerce gençte, insanlığın büyük kazanımlarının bilgisine ulaşmanın yarattığı heyecan, İzmir’in sınırlarını aştığı ölçüde bütün emekçi gençlik yığınlarının heyecanı ve coşkusu olabilir.
Emekçi gençlik yığınlarının seçim çalışmalarında en çok dillendirdikleri taleplerden birisi de kendilerini ifade edebilecekleri, bir araya gelebilecekleri, kütüphane kuracakları, kültürel sportif etkinlikler gerçekleştirebilecekleri alanların açılması için çalışmak oldu. ‘Biz artık kahveye, bilardo salonuna gitmek istemiyoruz’ diyen gençler taleplerini kimi yerlerde ‘seçim bürolarını kapatmayın, biz kendi aramızda kirayı, masrafları karşılarız’ biçiminde oldu kimi yerlerde birkaç yüz gencin ortak eğilim ve arzusu olarak gençlik merkezi, lokali, evi gibi yerlerin açılması için görev almaya hazır oldukları ifade edildi, hatta kendilerine yer aramaya başladılar.
Seçimler bitti ve emekçi gençlik yığınları bu taleplerinin takipçisi durumundalar. Gençlerin spor, kültür isteklerini küçümsemeden onların bu çalışmalar içinde kişilik kazanacaklarını, üretmenin ve paylaşmanın heyecanını duyacaklarını, görev ve sorumluluk almanın bilinç düzeylerini ilerleteceğini bilerek gençliğin teşvik edilmesiyle birlikte somut bir çalışma planıyla adımlar atmak gerekiyor. Gençlik yığınlarının talepleri için sokaklardan, mahallelerden örgütlenmeksizin, komiteleşmeksizin ne bu çalışmayı başarması ne de bugününü ve geleceğini değiştirebilmesi olanaklı. Bu açıdan bu eğilimlerin geliştiği, somut bir çabanın ortaya çıktığı, geniş toplantıların yapılır durumda olduğu alanlarda gençleri bu doğrultuda görev ve sorumluluk almaya çağırıp, kendi örgütlerini kurmaya seferber etmek yapılacak en doğru iş olacaktır.
Öte yandan, Emek, Barış, Demokrasi Bloğu çalışmalarına tepkisel yaklaşan önemli bir gençlik kitlesinin varlığı ve bu gençlerin tutumunun kaynağında, yıllardır sürdürülen gerici, şoven, düşmanlık propagandasının olduğu bilinmez değildir. Ancak, Türküyle, Kürdüyle Blok etrafında bir araya gelen gençler açısından olduğu gibi Bloğa karşı tepkili olan gençlik yığınları da işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik, sosyal haklardan yoksun bir yaşamın pençesinde ayakta durmaya çalışıyor.
Bu gençlik yığınlarının da, Blok etrafında birleşen gençlere katılmaları için gerekli çaba sarf edildiği noktada milyonlarca gencin Türk ve Kürt emekçilerinin saflarında, sömürü ve savaşa karşı Emek, Barış ve Demokrasi için mücadeleye atılması ulaşılmaz bir hayal değildir.

Seçimler ve emek gençliği

Geride bıraktığımız 3 Kasım seçimleri birçok açıdan oldukça kri­tik bir dönemin parçası olarak yaşandı. 3 yı­lı aşkın bir süredir zorla da olsa devam etti­rilen DSP-MHP-ANAP hükümeti, 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleriyle birlikte halka daha fazla yoksulluk, işsizlik, açlık ve çö­zümsüzlük getirdi ve bu yanıyla halkın tüm kesimlerinden tepki aldı.

Uygulanan IMF politikalarının tarımda, hayvancılıkta yarattığı yok oluşa varan tah­ribatı artık üretici köylülerin tamamına ya­kını dile getiriyor, traktörlü eylemlerle bu tepkisini ifade etmeye çalışıyordu. Krizler­den sonra kapanan kepenk sayısı sayılamaz­ken, işyeri sahiplerinin çoğu geri dönüşü ol­mayan zararlara uğruyor, bugüne kadar mücadelede en geride yer almış olan esnaf­lar eylemlerinde polisle çatışıyordu. Daha önceki seçim dönemlerinde halka şirin gö­rünmek için yapılan seçim yardımlarını bu kez kamu emekçilerinden “esirgeyen” 21. Dönem Meclisi, her fırsatta kamudaki perso­nel fazlalığından dem vuruyor, işten atma hazırlıklarına hız veriyordu. 1475 sayılı İş Yasası’nda yapılmak istenen değişikliklerle işçi sınıfının elindeki son hak kırıntılarına saldıran hükümet, sermayenin temsilciliğini layıkıyla sürdürdüğünü, İş Güvencesi Yasası’nı patronların isteğiyle yürürlüğe koyma­yarak belgeliyordu. “Ekonominin ithal pat­ronu” Derviş’in getirdiği ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ halkın her kesimini yıkıma sürüklüyor, Şeker Yasası, Endüstri Bölgele­ri Yasası, Tütün Yasası vb. gibi yasalar ülke­yi, uluslararası tekellerin talanına ardına ka­dar açık hale getiriyordu. Patronlar kriz ba­hanesiyle işten atmaları yoğunlaştırırken, iş­sizler ordusu hızla büyüyor, işsizlik milyon­larca insanın sorunu, milyonlarcasının da tehdidi haline geliyordu.

İşsizlikten en fazla nasibini alan gençlik aynı zamanda eğitim hakkının gasp edilmek istenmesiyle geleceğinden daha fazla endişe duymaya başlıyordu. Milyonlarca emekçi ço­cuğunun üniversite hakkının ellerinden alınmasını, üniversitelerin sermayenin ege­menliğine girmiş ticarethanelere dönüştü­rülmesini hedefleyen YÖK yasa tasarısı mec­lis komisyonlarında görüşülüyor, anadilde eğitim istedikleri için binlerce öğrenci okul­larından uzaklaştırılıyor, atılıyor, gözaltına alınıyor ve hatta tutuklanıyordu.

Sermayenin en yoğun saldırılarına ma­ruz kalan geniş halk kesimleri ve gençlik bu dönemin hükümeti ve meclisine öfkesini her fırsatta dile getiriyor, alanlarda “IMF’ye hayır”, “Derviş defol” sloganları sıkça duyuluyordu. Hükümete, meclise, IMF politikala­rına yönelen bu tepki kimi zaman kitlesel eylemler, iş bırakmalarla gösteriliyor, kimi zamansa intihar girişimleri, kasa fırlatma vb. bireysel eylemlere dönüşüyordu.

Halkın güvenini son zerresine kadar tü­ketmiş meclisin yerine “yeni”sini kurmak için 3 Kasım seçimlerine yönelen sermaye, seçimleri, halkın gözünü bir kez daha boya­manın, sömürü ve yağma sistemini kalınan yerden devam ettirecek ama bunu halkın bu sisteme yönelik tepkisine dayanarak yapa­cak bir meclis ve hükümet oluşturmanın olanağı olarak değerlendirdi.

Türkiye emekçileri ve gençleri içinse se­çimler, var olan sömürü düzenini kırmanın, insanca bir yaşam, insanca çalışma koşulla­rı, eşitlik, barış, bağımsız ve demokratik bir ülke isteklerini gerçekleştirebilmenin bir olanağıydı. On yıllardır her türlü hakkı elin­den alınan, kölelik koşullarına mahkûm edi­len işçiler, üretim hakkına göz konan, top­rağını uluslararası tekellere bırakmaya zor­lanan köylüler, her geçen gün geleceksizliğe daha fazla mahkûm edilen gençler, köyü yakılmış, ailesini yitirmiş, dili, kültürü, kim­liği yok sayılmış, yıllardır OHAL baskısı al­tında şiddetin en ağırını yaşamış Kürt emek­çileri, gençleri, bir arada, sömürülmeden, ezilmeden ve kardeşçe yaşanabilecek bir ül­kenin ilk adımını atabilirlerdi.

Seçimleri bu doğrultuda değerlendiren işçi sınıfı partisi, bu olanağın bir gerçekliğe dönüştürülebilmesi, Türklerin ve Kürtlerin ortak özlem ve taleplerinin yaşam bulabil­mesi için işçileri, emekçileri, kadınları, genç­leri, devrimcileri, yurtseverleri, sosyalistleri bir araya gelmeye çağırdı.

EMEP, HADEP ve SDP, IMF politikala­rına karşı emeğin politikaları, emperyalist savaşlara karşı Ortadoğu’da ve tüm dünya­da barış, demokratik hak ve özgürlükler için Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nu oluşturarak, seçimlere DEHAP çatısı altında bir­likte gireceklerini ilan ettiler. Bloğun oluş­ması kısa sürede bir heyecan uyandırdı ve ilk günlerden itibaren sendikalar, kitle ör­gütleri Blok’a desteklerini açıkladılar.

Seçimlerden yaklaşık bir buçuk ay önce kurulan Emek-Barış-Demokrasi Bloğu her renkten IMF’ci savaş partilerinin karşısında tek alternatif, en önemlisi de halkın kendi talepleri için birliğini yaratacak ve mücade­leyi bu doğrultuda geliştirecek zemin oldu.

Seçimlerle birlikte tüm düzen partileri birden halkçı kesilerek işsizlikten, açlıktan, yoksulluktan sanki bunları kendileri yarat­mamış gibi söz etmeye, arkası boş vaatlerle halkı kandırmaya çalışıyorlar, ancak bir yandan da IMF’ye, ABD’ye, AB’ye bağlılıklarını gizleyemiyorlardı,

Blok’un seçim bildirgesinde ise; işçiler­den köylülere, kadınlardan gençlere halkın tamamının sosyal, ekonomik, demokratik ta­leplerine ve bu talepler etrafında yürütüle­cek mücadelenin ilerleme olanaklarına değiniliyor, halkın gerçek temsilcilerinin meclis­te yer almasının dönemsel olarak bu olanak­lardan en önemlisi olduğuna vurgu yapılı­yordu. Bugüne kadar ırkçı, şoven politika­larla birbirine düşman edilen Türk ve Kürt ezilenlerinin kurtuluşlarının ortak bir müca­delede birleşmekten geçtiği gerçeği üzerin­den bu blok tarihsel bir öneme sahipti.

Bunca olanağın yanı sıra zorlu bir çalış­mayı da barındıran seçim hazırlıklarını ma­hallelerde, okullarda, fabrikalarda emekçi­ler, gençler, kadınlar sahiplendi ve mitingle­re, açılışlara yansıyan coşkuyu meclise taşı­mak için seferber oldular. DEHAP’ın emek­ten, barıştan, demokrasiden yana estirdiği rüzgâr ülkenin dört bir yanına yayılmak, ya­yılırken de kuvvetlenmeliydi.

Kısa bir süre zarfında yürütülmesi gere­ken seçim çalışmalarının yoğunluğunda, her aşamada faaliyetin gözden geçirilip ye­nilenmesi, yerel ve genel pratik sorunların çözümüne dair atılması gereken adımların belirlenmesi ve bu noktada bizlere düşen görev ve sorumluluklar üzerine çok yönlü ve derinlikli tartışmalar yapma fırsatları ya­ratamadık.

Seçimleri geride bıraktığımız bu günler­de seçim sonuçlarını değerlendirirken eksik kalan bu tartışmaları, seçim sürecinin eksik­likleri ve yarattığı olanaklar çerçevesinde ele alıp yürütmek gerekiyor. Bu yazıda, gençlik çalışmamızın eksiklik ve zaafların­dan arınıp olumluluklarını büyüterek ilerle­mesi amacıyla Emek Gençliği’nin Ankara’da yürüttüğü seçim çalışmasından çıkardığı so­nuçları olumlu, olumsuz örnekleriyle aktar­maya çalışacağız.

Sınırları içerisinde çok sayıda üniversite bulunması nedeniyle üniversiteli gençlik mücadelesinin merkezi olan, ancak aynı za­manda Ostim, Siteler gibi sanayi sitelerinde, fabrikalarda çalışan işçi gençlerin, liseli ve işsiz gençlerin de yoğun olduğu Ankara’da gençlik çalışmasının sürdürülmesi ve bu ça­lışmaların birleştirilmesi bir zorunluluk. Bu özelliği dikkate alan gençlik örgütümüz, se­çim sürecini, tüm bu alanlarda mücadelenin gelişip güçlendirileceği, örgütlülüğümüzün ilerletileceği bir dönem olarak belirledi ve çalışmalarını bu yönde tekrar ele alıp plan­ladı. Bu planlar doğrultusunda çalışma alan­ları (okullar, sanayi siteleri, semtler) gözden geçirilerek çalışmanın yoğunlaştırılması ve zenginleştirilmesine yönelik görevlendirme­ler yapıldı.

Bu tespitlerle başladığımız gençlik çalış­mamızda elbette karşılaştığımız sorunlar, zaaflarımız ve eksikliklerimiz olduğu gibi, olumluluklarımız, küçümsenemeyecek kazanımlarımız da oldu. Bunları değerlendirir­ken gençliğin seçime yaklaşımı, seçimden beklentileri ve seçim sonuçları ile birlikte ele almak gerekiyor.

CHP, AKP, GP VE GENÇLER

Seçim kararının alınmasından hemen sonra, medya tarafından sürekli övülüp par­latılan AKP ve CHP, geçerli oyların yaklaşık %55’ini alarak seçimlere giren 18 parti ara­sından meclise girebilen partiler oldular. 21.

Dönem mecliste bulunan tüm partiler (hü­kümet ya da muhalefet) halktan ciddi bir ce­vap alarak baraj altında kaldı, birçoğu siya­set sahnesinden silinmekle karşı karşıya. Derviş’li, Bayram Meral’li CHP, sistemin “halkçı” süslemesiyle seçmenleri etkileyebi­leceğine, yeniden sisteme bağlayabileceğine inandığı adresti. Gençlik için paralı eğitim, işsizlik ve geleceksizlikten başka hiçbir an­lama gelmeyen CHP programı, gençler tara­fından ayrıntılarıyla incelenen, tartışılan bir program değildi. Laiklik, Atatürkçülük vb. maskelerle IMF’ciliğini gizlemeye çalıştı. “Yeni” sosyal demokrat, merkez sol gibi söylemleriyle özellikle üniversite gençliğin­den oy aldı. Ankara’da 3 üniversitede (H.Ü. Beytepe Kampusu, ODTÜ, Cebeci) kurulan sandıklardan -buralarda CHP adına hiçbir çalışma yapılmadan- CHP birinci parti ola­rak çıktı.

AKP ise, Tayyip Erdoğan’ın yasaklı ol­masını kullanarak sisteme muhalifmiş gibi gösterildi ve bu durum aldığı oylarda etkili oldu. ABD ve AB ile uyumlu olduğunu işin başında belli eden, “değiştik” mesajıyla sermayenin de gözüne giren AKP, çok geniş bir tabana oynadı. Gençliğin siyasette ve ya­şamda değişim, yenilenme ihtiyacını kulla­narak önemli bir kesiminden oy aldı. Yine 3 üniversitede AKP ikinci parti çıktı.

Irkçı, şovenist ve popülist söylemleriyle birdenbire ortaya atılan Cem Uzan ve Genç Parti’si ise gençliğin özellikle yoksullaştırılmış, umutsuzlaştırılmış kesimlerinden oy al­dı. “Light MHP” olarak değerlendirilen GP, adını öne çıkararak gençliği de özlemlerine yanıt olduğuna inandırmaya çalıştı.

Bunlarla birlikte, seçimlerin kendi ya­şamları ve gelecekleriyle bağını tam olarak kuramayan ya da seçimleri kendi talepleri­nin gerçekleşmesinde bir adım olarak gör­meyen, siyasetten uzaklaştırılmış ve bu yüzden de seçimleri dikkate almayan bir genç­lik kesimi de oy kullanmadı. (H.Ü. Beytepe Kampusu’nda ve ODTÜ’de yurtlar bölgesin­de kullanılan oy sayısının yurtta kalan öğ­renci sayısının çok altında olması bunun bir göstergesidir.)

Bu değerlendirmeler de gösteriyor ki, halkın geneli gibi gençler de ciddi bir deği­şim ve yenilenme isteği taşıyorlar. Ancak gençliğin büyük çoğunluğuna bu değişimin gerçekleşmesinde kendi rolünün kavratılamadığı, burjuva siyasetinden koparak sınıf siyasetinin sahiplenilmesi gerektiği fikrinin benimsetilmediği de ortaya çıkan bir ger­çek. Gençliğin içinde bulunduğu bu duru­mu, bloğun yarattığı heyecan ve umudun, mücadele isteğinin gençlik içinde de yaşam bulmasını sağlayarak aşmak mümkün. Bu­nun için seçim bildirgesinde yer alan gençliğin taleplerini genişleterek, yerelleştirerek ve gençleri bu talepler etrafında siyaset ya­par hale getirerek çalışma yürütülmesi ge­rektiği de seçim öncesi yaptığımız tespitleri­miz arasında.

ÜNİVERSİTELERDEKİ SEÇİM ÇALIŞMASI

Sermayenin ideolojisini yeniden üretme­nin merkezi olarak gördüğü, bu yüzden de çok yönlü (ekonomik, ideolojik, kültürel…) saldırılarına maruz kalan üniversiteler ve üniversite gençliği çalışmamızın önemli alanlarından biri. Gençliğin genel tablosu ile benzerlikleri olan ancak farklılıklar da taşıyan üniversite gençliği, eğitimin gitgide paralı hale gelmesi, bilimsellikten uzaklaşa­rak ticarethaneye dönüşmesi, söz söyleme, örgütlenme, kendini ifade etme hakkının yok edilmeye çalışılması gibi birçok sorun­la karşı karşıya.

Bugüne kadar parasız, bilimsel, demok­ratik ve anadilde eğitim için mücadele eden üniversite gençliğini, bu kez daha da kitle­sel bir biçimde, bu taleplerin ancak emekçi sınıflarla ortak bir mücadele vererek yaşam bulacağı bilinciyle Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’na kazanmak gerekiyordu. YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin bilimsel, özerk bir yapıya kavuşması, parasız eğitim için mücadelenin yolu, Kürt, Türk emekçilerin ekonomik, sosyal talepleriyle, bağımsızlık, eşitlik, barış ve demokrasi özlemleriyle birleşiyordu/birleşmeliydi.

Üniversitelerde yürütülecek çalışmanın önemli bir yönü de, anadilde eğitim dilekçe­lerini devletin soruşturma, okuldan atma gi­bi baskılar ve cezalarla cevaplaması nede­niyle mücadeleden uzaklaşan Kürt gençliği­ni daha güçlü bir şekilde üniversite mücade­lesine kazanmanın gerekliliğiydi.

Üniversitelerde yürüttüğümüz birçok ça­lışmada -belli örnekler dışında- dar bir çev­reye hapsolma alışkanlığımızı bu dönem aş­malıydık. Bunu yapabilmek için de, gençli­ğin örgütsüz kesimleri içinde ortak ve özel­likle de yerel taleplerin tekrar tekrar müca­deleye konu edilmesi, bu taleplerin ülkenin içinde bulunduğu durum ve geniş halk yı­ğınlarının talepleri ile birleştirilmesi fikrinin yaygınlaştırılması gerekiyordu.

Üniversitelerde yürütülecek seçim çalış­maları için üniversitelerde Blok bileşeni par­tilerin gençlik gruplarıyla komisyonlar kur­duk ve çalışmaları buradan birimlere indir­meye, birimlerde komiteler kurmaya çalıştık. Ancak fakültelerde, bölümlerde Blok’la mücadele fikrine yeni gençler kazanmak, bu gençlere görev vermek konusunda yetersiz kalmamız, en önemli eksikliklerimizden biri oldu. Seçim çalışması sürecine kulüpleri, toplulukları dahil etme, forum, panel gibi etkin­liklerle Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun tanınması, bilinmesi ve sahiplenilmesini sağ­lamak konusunda da eksik kaldık. ODTÜ’de Süleyman Demirel’in de katıldığı bir toplan­tıda söz alarak gençliğin sorunlarını, bek­lentilerini ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nu anlatmak bu konuda önemli bir ör­nekti, ancak devamı getirilemedi.

Başından beri gençliğin yerel talepleri etrafında mücadele fikrini etkin kılma pers­pektifini hayata geçirmek için “Türkiye Gençlikle Değişecek” sloganına sıkışmayan, üniversite öğrencilerine yönelen tüm saldırı­lara yanıt veren, tüm taleplerini sahiplenen ve mücadelesinin gündemi yapan, tartışan, üreten bir Emek-Barış-Demokrasi Bloğu gençliği, elbette ki üniversite gençliği için çekim merkezi olacaktır. Ne var ki, üniversitedeki çalışmamız, çoğu kez, merkezi mater­yallerin dışına çıkılmadığı, yeni mücadele araçlarının geliştirilmediği ve bu yüzden de giderek rutinleşen (afiş asma, bildirge dağıt­ma ile sınırlı kalan) bir çalışma halini aldı.

Tüm bu eksiklik ve zaaflarla birlikte üni­versitelerde seçim çalışmasını ilk elden sa­hiplenen ve yürüten bir güç olması, gençlik çalışmasını doğru tarzda ele alarak ilerlet­meye çalışması nedeniyle Emek Gençliği, özellikle bu bloğa yakın olan gençler tara­fından daha iyi tanındı. Bu sürecin üniversi­telerdeki en önemli kazanımlarından biri bu oldu.

EMEKÇİ SEMTLERİNDEKİ ÇALIŞMALAR

Eğitim görme, çalışma, sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunma gibi birçok haktan ve güvenli bir gelecekten yoksun, toplum dışı­na itilmeye çalışılan, sermaye partilerinin en gerici propagandalarına hedef olan semtlerdeki işçi, işsiz gençler içinde çalışarak gele­ceğine sahip çıkma fikrini hâkim kılmak, semtlerde gençlik örgütleri kurmak, bu ör­gütleri genişletmek, güçlendirmek hedefiyle semtlerde yoğun bir çalışmaya başladık.

Gençler seçim bürolarımıza, etkinlikleri­mize ilgi gösterdiler, seçimlere ilişkin değer­lendirmelerimizi ve Blok’u öğrenmeye, tanı­maya çalıştılar. Ancak bu gençlere görev vermek, onlarla bağımsız gençlik faaliyetle­ri örgütlemek ve daha geniş gençlik yığınlarıyla birleşmek noktasında birkaç örneğin dışına çıkamadık. Ancak semtlerdeki çalış­malara öncesinden daha geniş bir kadroyla ve daha yoğun katılım nedeniyle işçi, işsiz gençlerin taleplerini, yaşamlarını daha ya­kından tanıma olanağı bulan Emek Gençli­ği, Kürt ve Türk gençleri yakınlaştırıcı ve birleştirici bir rol de üstlendi.

Yaz döneminde yoğunlaştığımız, gazete­nin günlük satışı, bildiri dağıtımları ve bire­bir ilişkilerle iyi bir çalışmanın önünü açtığı­mız Ostim ve Siteler’de yaratılan/yaratılabi­lecek olanakları değerlendiremedik. Semtlerde ulaştığımız işçi gençlere üretim alanla­rından ulaşma konusunda yetersizdik.

Toparlayacak olursak, bu dönemde ba­ğımsız bir biçimde örgütleyemediğimiz, bu yüzden de örgütlerimizi genişletme, var ol­mayan yerlerde örgüt kurma hedeflerimize ulaşamadığımız, ancak buna rağmen, üni­versitelerde, semtlerde Kürt ve Türk gençle­rinin ortak mücadelesinin önünü açtığımız, bugüne kadar ayrı ayrı mücadele ettiği or­tak talepleri için bundan sonra birlikte ve daha kitlesel, etkili bir mücadele fikrinin be­nimsenmesine katkıda bulunduğumuz de­ğerlendirmesini yapabiliriz. Bu dönemki ça­lışmamızdan çıkacak ve çalışmayı ilerletici olduğuna inandığımız sonuçlar bunlar.

Emek Gençliği bu dönemde partisini ve mücadeleyi sahiplenişi, tüm enerjisiyle çalış­maların en önünde oluşu, dinamizmi, karar­lılığı ve inancıyla öne çıkmıştır. Önümüzde­ki süreçte bu özelliklerimizi geliştirerek gençlik çalışmasında var olan tüm olanakla­rı değerlendirmek zorundayız. Üniversite­lerde Blok’un yarattığı etkiyi genişletmek ve yaygınlaştırmak, bu etkiyi örgütlü bir gü­ce dönüştürmek, semtlerde örgütler kur­mak ve bu örgütleri güçlendirmek, gençle­rin gençlik evi gibi istekleriyle somutlanan bir arada iş yapma, sorumluluk alarak bu mücadelenin öznesi olma taleplerinin karşı­lığı olmak, işçi gençlik çalışmasında olanak­ları doğru kullanarak ilerlemek, gençliğin en geniş kesimleri içinde örgütlülüğümüzü güçlendirmek gibi görevler karşımızdadır.

Seçim çalışması göstermiştir ki, karşımı­za çıkabilecek her zorluğa rağmen nereye gideceğini bilmek ve kararlı olmak bu gö­revlerin başarılabilmesinin birinci koşulu­dur ve mücadele birikimi, kadroları ve ideolojisiyle Emek Gençliği bu koşulu yerine getirmekte zorlanmayacaktır.

Acil küreselleşme programı ve akp

“Dünya, 21. yüzyılın başında, geçmiş dönemlerden farklı bir dönüşüm geçirmektedir. Hızla gelişen bilgi ve teknoloji, insan hayatına yeni boyutlar katmaktadır. İletişim araçlarının, uzak coğrafyalarda yaşayan insanlar arasında kurduğu köprülerden akan bilgi, toplumsal kurumları ve siyasal ilkeleri yeniden şekillendirmektedir. İki kutuplu Dünya’nın çatışmaya dayalı siyasal anlayışları, yerini mal ve hizmetlerin, bilgi, emek ve sermayenin serbest dolaşımını öngören bölgesel ekonomik ve siyasal bütünleşme hareketlerine bırakmaktadır.
(…) Dünyada köklü dönüşümler yaşanırken, Türkiye zamanını ve enerjisini iç meselelerle uğraşarak tüketmektedir.
(…) Uygulanan yanlış politikalar yüzünden, sağlıklı bir özelleştirme gerçekleştirilememiş, devletin ekonomideki rolü azaltılamamış, servetin toplumsal kesimler arasındaki dağılımında adalet sağlanamamıştır.
(…) Ülke, iç ve dış yatırımcılar açısından cazibesini kaybetmiş, bunun sonucunda Türkiye ürkütücü boyutlarda mali ve beşeri sermaye kaybına uğramıştır.
“Her şey Türkiye için!” sloganı ile seçim meydanlarında boy gösteren AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nin ilk sayfasında yer alan bu ifadeler, onun iktidara geldikten sonra uygulayacağı ekonomik politikaların ve yönetim anlayışının en temel noktalarına işaret ediyor. Yukarıda yer alan ifadeler, küreselleşmeci güçlerin, emperyalist sermaye odaklarının ve propaganda merkezlerinin bugüne kadar işçi ve emekçileri yedeklemek için, özünde sosyalizme yönelttikleri saldırının temel özelliklerini içinde taşıyor.
Bilgi teknolojisi ve iletişim sektöründeki gelişmelerle, uluslararası tekellerin önlerindeki tüm “ulusal” engelleri ortadan kaldırarak, dünyayı kendi sınıf çıkarlarına göre paylaşma ve yeniden düzenleme hedefleri birbirine bağlanarak, bunların hepsi birden “totaliter”lik iması ile karalanan sosyalizmin karşısında, insanlığın önünde açılan yeni ve “şeffaf” bir sayfa gibi sunuluyor. “Servetin toplumsal kesimler arasındaki dağılımında adaletin sağlanması” gibi ifadelerle de, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar eliyle dünya emekçilerine karşı sürdürülen saldırıların, onlarda yarattığı tepkiyi dikkate alarak, onları bu politikalara yeniden yedeklemenin yolları aranıyor. Emperyalist merkezlerde uzunca süredir bu türden bir arayışın olduğu da zaten biliniyor. Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantı düzenlediği her yerde, küreselleşme karşıtı, kapitalizm karşıtı eylemlerin boy verdiği dikkate alındığında, emperyalist kurumların bu arayışlarının bir sınıf taktiği olarak anlaşılması gerektiği de daha iyi anlaşılacaktır. ABD memuru Derviş’in, uzun süren son ABD yolculuğunun ardından döndüğü Türkiye’de “sosyal-liberal sentez” diyerek ortada dolaşması, bu taktiğin programatik yönüne işaret ediyordu. AKP’nin “Seçim Beyannamesi’nin özü de, Dervişle aynı mantığın izlerini taşıyor ve IMF politikalarının işinden ettiği, hâlâ işi olanlarınsa ekmeklerini her gün biraz daha küçülttüğünü, bunun işçi ve emekçiler üstünde yarattığı etkiyi dikkate alarak, onların tepkilerini yeniden aynı IMF politikalarına, küreselleşmeci programa “kazanılmasını” sağlamayı amaçlayan bir stratejiye bağlanıyor. Çocukluğunda “simit” satan, halkın içinden gelen “Kasımpaşa delikanlısı” imajı da bu politikanın halka dönük popüler figürlerini oluşturmaktadır.

YÖNETİMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI YA DA İŞBİRLİKÇİLİĞİN DERİNLEŞTİRİLMESİ
Yerel söylemlerle küresel hedefleri harmanlayarak küreselleşmeci güçlerin programını geniş yığınlara benimsetmeyi bir ilke olarak benimseyen AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nde dikkati çeken bir nokta da, yine bu hedefe bağlanan “Yönetimin Yeniden Yapılandırılması” projesidir. Bu konuda AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nde şu ifadelere yer verilmektedir: “Küreselleşme ve bilgi toplumuna dönük gelişmeler, geleneksel devlet ve yönetim yaklaşımlarını büyük ölçüde geçersiz hale getirmektedir. Devletin toplum üzerindeki geleneksel kontrol ve müdahalesi azalmakta, yerel ve uluslarüstü düzeylerde çok aktörlü politikalar oluşturulmaktadır.
(…) 21. Yüzyılın demokratik devletinde, yöneticilerin hesap verme sorumluluğu, katılımcılık, öngörülebilirlik ve şeffaflık, temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır.
(…) Merkeziyetçi ve katı hiyerarşik yapıları aşmak için; ulusal önceliklerle yerel farklılıklar barıştırılarak kamu hizmetlerinin yerinden karşılanması temel ilke olacak, devlet tarafından yürütülmesi zorunlu olmayan
hizmetler, kaynaklarıyla birlikte yerel yönetimlere devredilecektir.(1)
AKP’nin Seçim Beyannamesi’ndeki işbirlikçi özü deşifre eden değerlendirmelerden birisi Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in “AKP’nin hedefi: Yönetişimci Devlet” başlığını taşıyan makalesiydi. Güler, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan, yeni hükümetin 1 yıllık “Acil Eylem Programı” ve AKP’nin hedef ve amaçlarını deşifre ettiği makalesinde şu gerçeklere dikkat çekti: “Küresel örgütler ANAP ve diğer koalisyon hükümetleri eliyle 1980’den bu yana kamu sektöründeki dev KİT’leri tasfiye etmişler, sıra devletin çekirdek örgütlerine gelmişti. Bu işi yapmak, ‘Yönetişimci Devlet Reformu’nu gerçekleştirmek, son iki yılda Kemal Derviş Hazinesinin yönetimindeydi. Şimdi nöbeti AKP almıştır.
(…) Devleti küçültecek, devlet diye geriye kalan kısım da şirket gibi yönetilecek. Bu sözler ile bu niyet yeni değildir; bunlar ‘Devlet Personel Rejimi Reformu’ adı altında, Dünya Bankası Türkiye Temsilciliği marifetiyle yürütülmekte olan işlerdir. AKP, bu işleri bir yıl içinde tamamlama sözü vermekten fazla bir şey yapmamaktadır. Meraklısı ve uzmanı bilir ki, ‘şeffaflık’, şirketler ve sermaye dünyasının, devlet karar alma sürecinin açık olmasını istemelerinden kaynaklanır. Aynı talep, bir de küresel örgütlerden ulusal devletlere yönelmiştir. Şirketler karar alma sürecine açıkça nüfuz ederek kârlarını artırma ve kendi lehlerine karar çıkarma; küresel örgütler de ulusal egemenlikleri eritme amacıyla şeffaflık isterler.” Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, yazısını şu cümle ile bağlıyor: “Sonuç: AKP, IMF-Dünya Bankası şebekesinin yeni sesi olarak, ulusal ve sosyal devleti tasfiye misyonunu yüklenmiş bulunmaktadır.(2)
Erdoğan’ın açıkladığı “Acil Eylem Programı”nın biraz daha genişletilmiş hali, daha sonra yeni hükümetin Başbakanı Abdullah Gül tarafından hükümet programı olarak açıklandı. IMF programının uygulanmasını garanti eden, özelleştirmenin tarım, eğitim ve sağlık sektörüne kadar yaygınlaştırılmasını, yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını esas alan program Mali Milat uygulamasının kaldırılarak, kara paracıların, hortumcuların derdine derman olacağını da gösterdi.

KARAPARACILARIN “AK” PARTİSİ
2003 yılı başında yürürlüğe girecek olan “Nereden buldun” uygulamasını devreye sokacak olan düzenleme, eleştirilecek birçok yönüne rağmen kayıt-dışı ekonomiyi kayda alma konusunda bir adım oluşturuyordu. Asgari ücretli işçi, aylık brüt geliri üzerinden yüzde 11 oranında gelir vergisi öderken. 2002 yılında 26.7.2001 – 31.12.2002 tarihleri arasında ihraç edilen devlet tahvilleri ve hazine bonolarının faiz geliri ve elden çıkarılmasından sağlanan diğer kazançların toplamının 76,6 milyarı gelir vergisinden istisnadır. Devlet bütçesindeki vergi gelirleri, para babalarına borç faizi olarak ödenmektedir. Son yılların bütün devlet bütçelerinde vergi gelirlerinin büyük çoğunluğunun adaletsiz ve haksız dolaylı vergilerden sağlandığı görülmektedir. Meclis’e sunulan 2003 Bütçesi’nde dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’tır. Büyük patronlar, holdingler, sermaye sahipleri, vergi yasaları ile getirilen istisna ve muafiyetler çerçevesinde neredeyse hiç vergi ödemezken, vergi yükü geniş ölçüde emekçilerin, yoksul halk kesimlerinin üstüne kalmaktadır. Tüm bu gerçekler ortadayken “Mali Milat” uygulamasının kaldırılması, verginin yine yoksul halk kesimlerinden alınması, hortumcuların ve kara paracıların, büyük patronların bu “yük’ten kurtarılması anlamına gelecektir. Bir iktidarın uyguladığı ekonomik politikaların niteliğinin o iktidarın dayandığı sınıfları da gösterdiği düşünüldüğünde, AKP’nin, Özallı yıllarla düğmesine basılan politikaların bir takipçisi olduğu açıktır. Dolayısıyla AKP hükümeti, bir sınıf iktidarı olarak önceki sermaye hükümetlerinin bir devamıdır. Ancak bu açık sınıf karakteri ile birlikte onu kendisinden önceki hükümet ortaklarından ayıran temel niteliğin, küreselleşmeci güçlerin emrettiği politikaları “geleneksel” endişelerle hareket etmeden yerine getirmek olduğu söylenebilir.
İktidara geldiğinden beri AKP kurmaylarının ekonomik politikalardan, dış politikaya kadar uzanan temel tutumlarının, kendi konumlarını ABD-AB gibi emperyalist güçlerin taleplerini karşılayıp, onların desteğini arkasına alma ve içeride devlet katında kendisine belirli bir şüphe ile yaklaşan güçleri böyle dengeleme üstüne kurulu olduğu görülmektedir. Bu yanıyla Erdoğan AKP’si, arkasında önemli bir iç desteğin oluştuğunu da görmektedir. Daha iktidar olmadan önce TÜSİAD başta olmak üzere büyük patron örgütlerinin ve TÜSİAD sermayesinin kontrol ettiği medya gruplarının desteğini arkasına alan Erdoğan ve kurmayları, bu desteği iktidar olduktan sonra da daha açıktan gördüler. TÜSİAD’ın işi, AKP için AB ülkelerinde kulis yapmaya kadar vardırması, AKP ile ilgili olarak batı merkezlerinde oluşması muhtemel soru işaretlerini, şüpheleri gidermeye çalışması yine bunun işaretiydi.
ABD başta olmak üzere, Türkiye’deki iktidarın politikalarında etkili olmak isteyen güçlerin, hem Irak’a saldırı konusunda açık destek verecek, hem de IMF ve DB’nin dayattığı yeniden yapılandırma hamlelerinde daha radikal ve hızlı davranacak bir hükümet formülü açısından AKP tam biçilmiş kaftandır.

BİR 11 EYLÜL PROTOTİPİ
Erdoğan’ın AKP’si bu yönüyle hem AB ülkelerine, geleneksel değil, “küresel İslamcı” politikaların temsilcisi olduğu mesajını göndermekte, ABD’ye de 11 Eylül sonrası konsepti açısından kendisini Ortadoğu’da örnek bir iktidar olarak pazarlamak istemektedir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde AKP, bölge ülkelerinin işbirlikçileştirilmesi politikalarında ABD açısından çok önemli bir özellik taşımaktadır.
Egemen sınıfların çıkarlarını savunan burjuva medya da, AKP’ye bu açıdan yaklaşmaktadır. Örneğin, Cumhuriyet gazetesinin “laiklik” savunuculuğu adı altında manşetlerine taşıdığı “türban” olayı gibi gelişmelere, Aydın Doğan’ın gazeteleri farklı yaklaşmış ve AKP’yi bu noktada, yormadan, yıpratmadan toparlamaya çalışmıştır. Burada birbiri ile bağlantılı iki temel tutum belirleyicidir. Bunlardan birisi, AKP’nin, küreselleşme programına bağlılık konusunda ortaya koyduğu açık tavır ve buna bağlı olarak kendisini “küresel İslamcı” medya ile sınırlamayan bir ilişki ağını benimsemesi. İkincisi de, küreselleşme programından beslenen medya organlarının, hem ekonomik çıkarları, hem de ona bağlanan ideolojik tutumlarıyla uyum konusunda AKP’nin takındığı tutuma, medyanın da bu çıkarları gereği yanıt vermesi.
Dolayısıyla AKP’li iktidar dönemini, Erbakan başbakanlığında oluşturulan Refah-yol iktidarından daha farklı olarak izlemek gerekecektir. Büyük sermaye medyasının AKP’ye karşı tutumu, onu, “zinde güçler”i arkasına alarak “laiklik” vb. konularda sınava çekmek değil, bu türden hassas konularda bile onu küreselleşme programına uygun bir biçimde “kazanmaya” dönük olacağı görülmektedir. Ancak ne zaman ki AKP, büyük sermaye grupları arasındaki rekabette, genel denge ve kollama tutumunda yalpalama yapıp, büyük medya gruplarının patronlarının çıkarları ile karşı karşıya gelirse, “laiklik”ten tutun da daha bir dizi konu o zaman manşetlere taşınacaktır. Dolayısıyla, ona bir şekil verene kadar “takiyyeci”likle eleştirdiği AKP’ye karşı medyanın takınacağı politik tutumun çekirdeğindeki ticari kaygıları görmemek, olup biteni anlamayı da güçleştirecektir.

SERMAYE MEDYASI, AKP VE KÜRESELLEŞME PROGRAMI
Bundan sonraki süreçte, hem iktidara gelir gelmez ona taleplerini ileten büyük sermaye örgütlerinin, hem emperyalist merkezlerin, hem de onların çıkarlarının içerideki düzenleyicisi durumundaki medya organlarının AKP’ye yaklaşımında, onun vaat ettiği “sistemle” ve küreselleşme programının hedefleriyle uyumda göstereceği tutum belirleyici olacaktır. Bu bakımlardan AKP’nin göstereceği herhangi bir sapma karşısında, içerideki büyük sermaye örgütlerinin ve onların bağlandığı dış odakların, AKP’ye çeki düzen vermek konusunda içeride egemen güçlerin “gelenekselci” kanadı ile uzlaşacakları da şüphe götürmez. Gelişmelerin şu anki yönü ise, AKP’nin sırtını küreselleşmeci güçlere dayayarak içerideki konumunu pekiştirme ve egemen çevrelerin “geleneksel” endişelerle hareket eden kesimini de küreselleşme programına kazanmaya özen gösterme yönünde olduğu görülmektedir.
Ancak, sonuçta bunların toplamı AKP’nin işbirlikçi bir sermaye partisi olarak izleyeceği hattın yönü ile ilgilidir. Bu noktada gözden uzak tutulmaması gereken şey ise, ülke kaynaklarının emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesi, yabancı sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıracak tarzda devletin yeniden yapılandırılması, bu konuda devletin “hantallıkları”nın törpülenmesini benimseyen AKP’nin, emekçiler için diğer burjuva partilerinden farklı bir anlam içermediğidir.
AKP’nin dillendirdiği, en yoksul kesimlerin belirlenerek onlara yardım yapacak fonlar oluşturma vb. politikalar ise, sonuçta vahşi sömürü biçiminin devamının ilanından başka bir şey değildir. Sömürü derinleşerek sürecektir ve bu gerçek tespit edilerek, onun doğal bir sonucu olan yoksullaşmanın sistem için tehlike yaratmasının önüne geçilmesi için de yer yer bu türden “tedbir”ler düşünülecektir. AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nden küreselleşme programının esaslarına bağlılıkla birlikte ifade edilen “insan merkezli bir ekonomik yaklaşım”ın, insani yanı da, bölüşüm ve paylaşım dengesini değiştirecek düzenlemeler, ona uygun bir vergi sistemi gibi adımlarla değil, “sadaka” usulü düzenlemelerle küreselleşme programına yol aldırmaya çalışmak biçiminde olacaktır.

Dipnotlar:
1) AKP’nin Seçim Beyannamesi, s. 29
2) Günlük Evrensel. 23 Kasım 2002

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑