Sovyet Hukuku

HUKUK MESELESİ

-Hakkım hukukum var benim!
Diye diretiyordu adamcağız
Yaklaşıp sordu B:
-Mülkünüz ne kadar beyim? *

Ülkemizde Marksizm-Leninizmin temel teorik eserlerinin önemli bir kısmı Türkçe olarak yayınlanmışken; sosyalizm deneyi ve SSCB’deki kırk yıllık sosyalizm uygulaması hakkında Türkçe kaynak sayısı yok denecek kadar sınırlıdır.
Türkiyeli ilericiler ve hatta Marksistler, SSCB’deki sistem ve sosyalizm uygulaması hakkında daha çok sosyalizm düşmanlarınca yazılmış kitap ve diğer kaynaklardan bilgi sahibi olmuşlardır. Hatta, böyle bir bilgilenme sonucu, pek çok devrimci, sosyalizm aleyhine anlatılan uygulama ile ilgili hikayeleri, sosyalizmin pratiği gibi benimsemiş ve savunagelmiştir.
Sosyalist ülkelerde ve özel olarak SSCB’de hukuk pratiği ise, diğer alanlardan daha az bilinen bir alandır. SSCB’de hukuk denince ilk akla gelen, rejim muhaliflerinin “göstermelik” yargılanmaları ve “Gulag Takımadaları” olabilmektedir. Ama, burjuvazinin bu alçakça propagandası, bu propagandaya inanmaya dünden hazır kişiler dışında, sosyalistleri tatmin etmez. Gerçek sosyalistler, işçi sınıfı devrimcileri ise, “yüz milyonlarca insanın yaşadığı sosyalist ülkelerde, yıllarca, toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarının neler olduğu”nu iyi bilirler.
*
Henüz proletarya bir devrim ile iktidarı ele geçirmeden ve proletarya diktatörlüğünü kurmadan, bu diktatörlüğün hukukunu yaratmak mümkün değildir.
Dolayısıyla başta Marks, Engels ve Lenin olmak üzere Marksistler, “sosyalizm kurulduktan sonra nasıl bir hukuk sistemi kurulmalıdır” gibi bir soruyu tartışmaya gerek duymamışlar, proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sistemde, buna uygun bir hukuk sisteminin kurulacağını yinelemekle yetinmişlerdir. Bu nedenle, bugün burjuva hukuk ile sosyalist hukuku karşılaştırmak için, genel ilkelerin ötesinde, sosyalist ülkelerdeki hukuk uygulamaları ile mevcut burjuva hukuk sistemlerini karşılaştırmaktan başka bir yol yoktur.

HUKUK BİR ÜST YAPI KURUMUDUR
İnsanların maddi yaşamlarını, toplumsal ilişkilerini belirleyen, onların bilinçleri olmayıp, tam tersine, insanların bilinçlerini şartlandırıp belirleyen, onların maddi yaşamlarıdır, toplumsal ilişkileridir. İnsanlar, içinde yaşadıkları maddi çevreye, toplumsal üretim modeline, ekonomik alt yapıya denk düşen bir biçimde düşünürler. Marksizmin çok bilinen temel tezlerinden biri olan yukarıdaki yaklaşımdan çıkarak kestirebileceğimiz gibi, üst yapı kurumları, kendiliğinden, tek başlarına toplumsal sistemi belirleyemez. Marks, Engels çağdaşları ile giriştikleri tartışmaların çoğunda yukarıdaki tezi çeşitli örneklerle tartışarak, ahlak üzerine, ebedi adalet ve hukuk üzerine toplumsal kurtuluş projeleri ortaya atan düşünürleri yanıtlamışlardır.
Hukuk kurumunun oluşmasını Engels aşağıdaki gibi anlatıyor:
“Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur. Başlangıçta adet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar –kamu yetkesi, devlet– zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe, ifade biçimi, toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz ‘irade kavramı’ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadır. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişir ve bunlarla hukuk bilimi oluşmaya başlar. Bu bilim, daha sonraki gelişiminde, çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini, belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama varlık nedenlerini bizzat kendilerinde bulan sistemler olarak kıyaslar. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar, bütün bu yasal sistemlerde aşağı yukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için, insan koşullarını, yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adaleti, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazen tutucu, bazen devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti, feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı junker (toprak sahibi) için bölgelerin örgütlenmesi bile (toprak reformu) ne kadar acınası olursa olsun, sonsuz adaletin çiğnenmesidir. Dolayısıyla, sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger’in doğru olarak ‘herkes farklı bir şey anlıyor’ dediği şeyler arasına girmektedir.”(1)
Örneğin, bugün, AB’ne girmek isteyen ülkelere dayatılan AB müktesebatı ve AB Anayasası’nda billurlaşan hukuk sistemi; Avrupalı tekellerin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İşçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi ve hemen yanı başında devasa bir işçi devletinin, SSCB’nin varlığı, Avrupa’ya “sosyal devlet”i ve onun hukuk sistemini dayatmış; sosyalizmin geçici yenilgisi ve SSCB’nin dağılmasından sonra, “sosyal devlet”in bütün kurumları AB mevzuatından ayıklanmaya başlanmıştır. İşgünü süreleriyle emeklilik süresinin uzatılması, işsizlik parası ve sosyal yardım paralarının düşürülmesi, eğitim ve sağlığın giderek paralı hale getirilmesi, yukarıdaki siyasi ve ekonomik gelişmelerle açıklanamaz ise, nasıl açıklanabilir? Saf hukuk ve adalet savunucularına inanırsak, toplumlar özgürlük ve adalette daima ileriye gitmelidir; oysa, tarihte bu alanlarda yaşanan çok sayıda ileri ve geri gidiş-gelişlerin yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden elli yıl sonra hazırlanan AB Anayasası’nın, Sözleşme’den, özgürlükler açısından daha ileri olmaması, güncel örneklerden biridir. 11 Eylül olayından sonra, başta ABD ve Avrupa olmak üzere, tüm burjuva sistemlerde özgürlükleri kısıtlayıcı düzenlemelere gidilmesi de, Engels’in sözlerini günümüzde doğrulamaktadır.
Marks ve Engels pek çok eserlerinde hukuk ve dinin bir üst yapı kurumu olduğunu vurgulamışlardır. Örneğin, Komünist Manifesto’da:
“İnsanların tasarımlarının, görüşlerinin ve kavramlarının, sözün özü, onların bilinçlerinin, kendi toplumsal yaşam ilişkileriyle, toplumsal varlıklarıyla birlikte değiştiğini kavramak için çok derin bir sezgiye gerek var mıdır?
“Düşünce tarihi, düşünsel üretimin maddi üretim değiştikçe başkalaştığı olgusu dışında neyi kanıtlar? Her çağın egemen düşüncesi, o çağın egemen sınıfının düşüncesi değil de nedir?
“İnsanlar, toplumda devrimci atılımlara yol açan düşüncelerden söz ettiklerinde salt şu gerçekliği dile getirirler: Eski toplumun bağrında yeni toplumun tomurcukları oluşturulmuş, eski toplumsal yaşam ilişkilerinin çözülüp dağılması ile birlikte, eski düşünceler de etkinliklerini yitirmişlerdir.
“Eski dünya son demlerini yaşarken, eski dinler de Hıristiyanlık tarafından alt ediliyordu. On sekizinci yüzyılda, bu kez de Hıristiyanlık düşünceleri akılcı düşünceler tarafından alt edildiğinde, feodal toplum, o dönemde devrimci nitelik taşıyan burjuvazi karşısında bir ölüm kalım savaşı vermekteydi. Vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin düşünceler de, aslında salt serbest rekabetin düşünce alanındaki görüntülerinden ibarettir.”(2)

“Düşünceleriniz, görüşleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünleridir. Tıpkı hukukunuzun kendi sınıfınızın yasa katına çıkarılmış bir iradesi oluşu gibi. Bu öyle bir iradedir ki, içeriği de, yine kendi sınıfınızın maddi, ekonomik yaşam koşullarınca saptanır.”3
Mevcut hukuk sisteminin burjuvazinin çıkarlarına göre şekillenmesinin en gözalıcı örnekleri, özellikle uluslararası hukuk alanından verilebilir. Örneğin, Birleşmiş Milletler Örgütü kurallarına ya da uluslararası hukuka göre, devletlerin birbirlerine karşı güç kullanması yasaktır. Bir devlet başka bir devletin ülkesini işgal edemez. Ama, Birleşmiş Milletler Örgütü kurulduğundan bu yana yüzlerce işgal ve güç kullanma yaşamıştır dünya. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali yasalara uygun görülür ya da uydurulur, ama, Suriye’nin Lübnan’da asker bulundurması BM kurallarının ağır ihlalidir!
İnsan hakları alanında da, burjuvazi, hukuk alanında uygulamada hem çifte standartlı davranmış, hem de insan hakları hukukunu işine geldiği gibi uygulamıştır. Fransız, İngiliz ve Amerikan devrimleri sırasında burjuvazinin bayrağına yazılmış haklar sömürge halklarına uygulanmamıştır. Tıpkı şimdi ABD’de yürürlükte olan gözaltı, tutuklama, adil yargılama vb. yasal düzenlemelerle ABD vatandaşlarına uygulanan hakların Guantama’da, hatta ülke içinde yabancılara uygulanmaması gibi.
Yine, İnsan Hakları beyannamesi’nde yazılı olan ve yazılmasında SSCB’nin de büyük katkısı ve etkisi bulunan haklar, uygulamada sık sık yok sayılmışlardır. İnsan Hakları beyannamesini imzalayan devletler (örneğin Türkiye, Şili, Arjantin, Yunanistan vb.), darbeler döneminde beyannamedeki hakları askıya aldıklarını ilan edebilmişlerdir. Ya da 11 Eylül sonrası ABD ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya gidilmiştir.
Marx, Alman İdeolojisi’nde ise, bir yabancılaşma kurumu olarak hukuku ve profesyonel hukukçuluğu şöyle anlatır:
“Toplumdaki işbölümü çerçevesinde, toplumsal üretim ilişkileri bireylere karşı özerk bir güç kazanırlar. Bu arada, söz konusu ilişkilerin bireylerce büyülü güçler olarak görülmesi, bu güçlerin yansıttıkları gerçek ve somut ilişkilerin bağımsızlaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, söz konusu soyut güçler, olağan bilinçte özel bir yürürlük de kazanırlar. Bu işi kotaran da politikacılar ve hukukçular olur. Onlar, işbölümü dolayısıyla bu kavramların bilinmezliğine, gizemine muhtaçtırlar. Ve onlar, bütün mülkiyet ilişkilerinin gerçek temelini hep bu kavramlarda görürler. Yoksa üretim ilişkilerinde değil.”(4)
Hukukun halk tarafından kolayca anlaşılamayan özel literatürü, karmakarışık ve bir hukukçunun yardımı olmadan içinden çıkılması güç usul işlemleri, burjuvazi için gereklidir. Halka yabancı, halkın üstünde, gizemli, ulvi yasalar ve törensel yargılamalar, halkın bu sisteme boyun eğmesine yardımcı olmaktadır. Avrupa’da ve pek çok ülkede krallıklar sona ermiş, yönetici sınıflar yöneticilere özgü kıyafetlerini terk etmiş ve güya görünüş olarak halk ile yöneticiler aynılaşmışken; yargıçların, avukatların hâlâ özel kıyafetler giymesi, cüppeler, peruklar, dik yakalar, yaldızlı işaretler takınması bunun içindir. 
Burjuva toplumlarında hukuk kurumunun devasa boyutu, hukuk fakülteleri, binlerce kütüphaneyi dolduran hukuk kitapları düşünüldüğünde, Marks’ın yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Belirtildiği gibi; Marksistler ise, sosyalist toplumdaki hukuka ait öngörülerini, sosyalist toplumun üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak dile getirirler. Özel mülkiyetin olmadığı sosyalist toplumda ahlak ve ahlaki değer yargılarının –kuşkusuz buradan hukukun da– nasıl farklılaşacağını, ahlak ve hukukun göreceliğini Engels aşağıdaki gibi örneklemiştir:
“Çağdaş toplumun, feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendine özgü bir ahlak anlayışına sahip bulunduğu olgusundan şu sonuç çıkar: İnsanlar, bilinçli ya da bilinçsiz yoldan, ahlak anlayışlarını, son toplamda, sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş değişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden türetirler.
“Taşınır mallar üzerinde özel mülkiyetin gelişmesinden başlayarak, bu mülkiyetin hüküm sürdüğü toplumların tümünde ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yolunda bir ortak ahlak buyruğunun yürürlüğü gerekiyordu. Ama bu olgu, asla, sözü geçen buyruğun ölümsüz bir ahlak buyruğu oluşturduğu anlamına gelmez. Nitekim, hırsızlığa itici güdülerin ortadan kaldırıldığı, bu nedenle de hırsızlık suçlarının ancak ruh hastaları tarafından işlendiği bir toplumda, ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yollu bir ölümsüz buyruğu pür ciddiyet ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine kim bilir ne kadar gülünür.”(5)
Hırsızlık, gasp gibi ekonomik suçların, işsizlik sorununu çözmüş, herkese konut, iş, parasız sağlık ve parasız eğitim hizmeti veren sosyalist toplumlarda hemen yok denecek kadar azalmasının* yanı sıra; günümüzde, hukukun en karmaşık dalı olan ve sonsuza kadar daha da karmaşıklaşarak süreceği sanılan ticaret hukuku, bankacılık hukuku, borçlar hukuku, miras hukuku, kira hukuku vb. pek çok hukuksal alanın ve bu alanlarda görev yapan mahkemelerin, tapu kadastro dairelerinin, emlakçıların sosyalist toplumda giderek ortadan kalkacağını, bugün pek çoğumuz hayal etmekte bile zorlanıyoruz.
Ama, bankacılık ve ticaretin devlet eliyle yürütüldüğü, emlak alım satımının sona erdiği ve yerel yönetimlerin herkese bir konut bulmak zorunda olduğu, ticaretin kolhoz ve solhoz köylülerinin bahçelerine ektiği kısıtlı sayıda sebze ve süt gibi basit malların satışı ile sınırlı kaldığı, miras hakkının belirli bir geçiş dönemi için ve kısıtlı olarak tanındığı SSCB’de bu kurumlar ortadan kalkmış ya da çok basit bir-iki işlemle sınırlı çerçevede çalışarak ortadan kalkmaya doğru ilerlemiştir.
Ve Marksistler, zor ile birlikte, hukukun devlet kurumu içindeki rolüne özel bir vurgu yapmışlardır.
“Bireylerin, asla kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen üretim biçimleri ve alış-veriş biçimleri, devletin gerçek temelidir ve bireylerin iradesinden tüm bağımsız olarak, işbölümü ile özel mülkiyet gerekliliğini sürdürdükçe, her basamakta da böyle kalır. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine, devlet iktidarını yaratan, bu ilişkilerdir. Ve işte bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler, iktidarlarını devlet kılığında billurlaştırmak zorundadır. Fakat onlar, ayrıca, bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de, devlet iradesi diye, yasa olarak, genel bir biçimde açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki, içeriği, özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi, her zaman, söz konusu egemen sınıfın kendi ilişkilerince belirlenir.”(6)
Lenin Devlet ve İhtilal isimli kitabında; devlet, hukuk ve demokrasi konularında Marksizmin temel tezlerini özetlemiş ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan proletarya diktatörlüğünün özü ve biçiminin teorik temellerini atmıştır.
“Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile, kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün alma hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.
“‘Eşitlik’in egemenliği denebilir buna.
“Ama (çoğunlukla sosyalizm denilen ve Marx’ın komünizmin birinci evresi adını verdiği) bu toplumsal düzenden söz eden Lassalle, bu düzende ‘hakkaniyetli bölüşüm’, ‘eşit emek ürünü üzerinde herkesin eşit hakkı’ olduğunu söylerken yanılır ve Marx bu yanılmanın nedenini açıklar.
“Marx, ‘eşit hak’ der; gerçekten, burada eşit hak vardır; ama burada söz konusu olan şey, henüz ‘burjuva hukuku’dur. Her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü, eşit hak, aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte, herkes toplumsal üründen, kendisi tarafından sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarıda belirtilen çıkarmalarla) eşit bir pay alır.
“Oysa, bireyler birbirine eşit değildir: biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb…
“…‘Emek eşitliğinde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki, biri gerçekte ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb.’.. Bütün bu sakıncalardan kaçınmak için, ‘hakkın eşit değil, eşitsiz olması gerekirdi’ diye bağlar Marx.
“Öyleyse komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştirmez; zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır, çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır….
“Marx, yalnızca insanlar arasındaki kaçınılmaz eşitsizliği değil, üretim araçlarının tüm toplumun ortak mülkü haline dönüşümünün (sözcüğün alışılmış anlamında ‘sosyalizm’in) tek başına bölüşümdeki kusurları, ve, ürünler ‘emeğe göre’ dağıtıldığına göre, egemen olmakta devam eden ‘burjuva hukuku’nun eşitsizliğini ortadan kaldırmayacağı gerçeğini de, sıkı sıkıya hesaba katar.
“…‘Ama, diye sürdürür Marx, bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum döneminden sonra, kapitalist toplumdan henüz çıkmış bulunduğu biçimiyle, komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, ekonomik durum ve ona karşılık düşen uygarlık derecesinden hiçbir zaman daha yüksek olamaz…
“Demek ki, komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) birinci evresinde, ‘burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin yapılmış bulunduğu ölçüde, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili olarak yürürlükten kaldırılmıştır. ‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini tanıyordu. Sosyalizm üretim araçlarını ortaklaşa bir mülkiyet haline getirir. İşte bu ölçüde, ama ancak bu ölçüde ‘burjuva hukuku’ yürürlükten kaldırılmış olur.
“Ama bunun dışında, ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından (burjuva hukuku) yürürlükte kalır.”(6)
Burjuva hukuku, sosyalizmde –komünizmin ikinci evresine kadar– yaşamını sürdürür.

SSCB’DE HUKUK
Ekim Devrimi’nden sonra, SSCB’de, yukarıda aktardığımız tezler doğrultusunda bir devlet ve hukuk sistemi inşa edilmiştir.
Devrimden sonra, Lenin, yasama ve yürütme organları arasında, devrimci rejimin birliğini ve yeteneğini tehdit eden herhangi bir ayrılığı reddetmiştir. Tüm iktidar yetkesinin, yasama ve yürütmenin soydan gelmelikle ve keyfi olarak tek elde toplandığı feodalizmden burjuva devletine geçişte ortaya çıkan (burjuva iktidarı pekiştikten sonra, ayrı gibi görünen kurumların hepsi de, burjuvazinin iktidarı için tek bir kurum gibi çalışmaya başlamıştır) kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun kurumlar; yasama (meclis), yargı (mahkemeler) ve yürütme (hükümet ve idare); SSCB’de, tamamen teknik görevlerin yerine getirilmesi için ayrı olarak örgütlenmiştir.
Ekim Devrimi’nden sonra, sosyalist hukukun iki ana dalı olarak Aile Hukuku ve İş Hukuku kabul edildi. Ceza hukuku, ekonomik koşulların değişmesiyle suç işlemenin azalacağı ve ceza yaptırımının da gereksiz kalacağı düşüncesiyle, geçici bir alan olarak ele alındı.
Aile hukuku konusunda 1918, 1922 ve 1926 yıllarında yasal düzenlemelere gidildi. Evlenme, kilisenin denetiminden çıkarıldı. Kadın ve erkeğin iradesinin evlilik için yeterli olduğu düzenlemeler getirildi. Her iki taraf boşanmak istediği zaman, son derece basit bir yargısal işlemle boşanma gerçekleşiyordu. Taraflardan biri boşanmak istemez ise, dava açılıyordu.
Evlenen çiftler, ister kadının, isterse erkeğin ya da her iki tarafın kabul ettiği ortak bir soyadını alabiliyordu. Evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar arasında tam eşitlik sağlanmıştı.
SSCB’de aile hukuku alanında kadınların lehine getirilen düzenlemelere, bırakalım o günleri, hâlâ, bugün de burjuva hukukunda ulaşılamamıştır. Bugün, ülkemizde yeniden düzenlenen aile hukuku alanında kadınların yükselen itirazları, seksen sene önce, SSCB’de karşılanmıştı.
1918 yılında yürürlüğe giren iş yasasında ise, çalışma süresi, tatil süreleri, asgari ücretler, sendikal ilkeler vb. tespit edildi. Bu yıllarda çalışmanın bir hak olduğu kabul ediliyor, devlet herkese mutlaka bir iş buluyor, devrimin ilk yıllarında iş bulunamadığı koşullarda , İşsizlik Yardımı Dairesi işsiz emekçiye belirli bir ücret ödüyordu.
Ceza hukuku alanında, ilk anda, halk tarafından seçilen yargıçlardan oluşan mahkemeler kuruldu, ayrıca karşı devrimcileri yargılamak için devrim mahkemeleri oluşturuldu.
Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince” göre karar veriyorlardı. Ceza yasasında yer alan suçlar listesine; kamu düzenini rahatsız etme, hırsızlık ve karaborsacılık vb. suçları eklendi. 18 yaşından küçüklerle ilgili ceza hükümlerinin kaldırılması, karşıdevrimci propagandayı engellemek için, içinde gazetecilerin yer aldığı mahkemeler kurulması gibi uygulamalar gündeme geldi.
Ceza mahkemelerinin verdiği kararlara karşı temyiz mahkemelerine itiraz edilebiliyordu. Temyiz mahkemesi çeşitli konularda içtihat oluşturuyor, bazen de dosyayı yasama organına gönderip, bu organın dava konusunda bir yasal düzenleme yapmasını istiyordu. Bu şekilde ceza hukuku alanında bir kodifikasyona gidildi.
Yargıçlar, medeni haklardan yoksun olmayan (yani kapitalist ve soylu sınıfların üyesi olmayan) işçi hareketi içindeki organizatörler ve hukuk alanı veya her iki alanda tecrübeliler içinden seçiliyordu. Seçilen yargıçlar, daha çok profesyonel devrimciler ve işçi sendikalarının yöneticileri ve meslekten hukukçular içinden oluyordu. 1918 Eylülü’ne kadar ceza hukuku alanında 40 usul yasası, 69 ceza yasası yürürlükteydi. Bunların dışında, yargıçlar, yasal boşlukları kararları ile dolduruyordu.
Sovyet hukukunda, daha ilk günden, uygulamada biçimsel yaklaşımlar reddedilmiştir. Bir kişinin biçimsel bir takım kurallar nedeniyle aklanması ya da mahkum edilmesine izin verilmemiştir. Savcılık kurumu da daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Sovyetlerin ilk döneminde siyasi olmayan suçlarda daha yumuşak davranıldı. İlk yargılamaların toplamının yüzde 35’i hapis (ki, bunların beşte dördü iyi hal uygulamasına tabi tutulmuştu), yüzde 8’i sosyal hizmetlerde çalışma, yüzde 4’ü para cezası, yüzde 10’u uyarma, kınama vb. cezalar ve geri kalanı beraat idi. Hapis cezalarının dörtte üçü hırsızlık vb., dörtte biri ise karaborsacılık suçlarına verilmişti.
1919 ve 1922 yılında yapılan düzenlemelerde “Ceza, gereğine uygun olarak ve suçluya gereğinden fazla eziyet vermeyecek ve haysiyetini kırmayacak şekilde sınırlanmalıdır.” ilkesi getirildi. Sovyet ceza hukukunda, “sınıflı toplumlarda suçun kaynağı suçlunun kişiliğinde değil, fakat toplumun sosyal yapısında bulunur” anlayışı ile hareket edildi. Ücretinin bir kısmını ceza olarak ödeme, akşam derslerine devam etme, bir sosyal hizmette çalışma, bir kamu hizmetinde çalışmanın yasaklanması, bir meslekten atma vb. türü cezalar uygulandı.
1917 yılında miras hakkı kaldırıldı. Daha sonra, 1918 ve 1922 değişikliklerinde, “kaldırılma” yerine kısıtlama getirildi. Vasiyete izin verilmedi. Ölenin mirasçıları, çalışamayacak durumda iseler, ölenin ev eşyalarını ve 10 bin rubleyi geçmeyen parasını alabiliyorlardı.
Sovyet hukukunun temelleri savaş komünizmi döneminde atıldı. NEP döneminde ise, başta Medeni Yasa olmak üzere, pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi.
***
Sosyalist hukuk, halka daha başarılı ve daha iyi hizmet edebilmek için, halka bağlı ve halka açık bir hukuk yargılamasının varlığını gerektirir.
Bu yargı sisteminde:
– Yargıçlar belirli süreler için halk tarafından seçilirler ve istendiği zaman yine halk tarafından görevden alınabilirler.
– Halk mahkemeleri üyeleri yargısal kararlara serbestçe katılabilirler.
– Hukuk yargılaması biçimsellikten uzaklaştırılmış; sözlülük, basitlik ve yanlış usuli işlemlerin mahkemenin uyarısı ile düzeltilebilmesi gibi demokratik yöntemler benimsenmiştir..
– Avukatlık hizmetleri sosyalleştirilir.
Avukatlık hizmetlerinin sosyalleşmesi şöyledir:
Avukatlar hukuksal yardım bürolarında birleştirilir. Her bir adli bölgede yeterli sayıda avukatı barındıran hukuksal yardım bürosu bulunur ( Devrimin ilk yıllarında hukuki yardım bürosu olarak kurulan yapı, ileriki yıllarda baro olarak anılmıştır). Avukatlar ancak bu büroların üyesi olarak avukatlık yapabilir. Büroya başvuran kişinin başvurusu büro başkanı (sekreteri) tarafından kabul edilir ve bürodan bir avukat görevlendirilir. Vekil eden bürodan istediği avukatı seçme hakkına sahiptir.
Avukatlık hizmeti karşılığında vekalet ücreti hukuksal yardım bürosuna ödenir (ileriki aşamalarda avukatlar ücretlerini devletten almış, bir nevi, ücreti devlet tarafından ödenen avukatların davalara katıldığı zorunlu müdafiilik sistemine geçilmiştir). Büro her avukata devlet tarafından belirlenmiş ücreti öder. Avukat ile müvekkili arasında parasal bir ilişki söz konusu olmaz.
Hukuksal yardım bürolarınca oluşturulmuş bir fondan karşılanmak üzere, her avukata asgari bir ücret garantisi devlet tarafından sağlanmıştır. Yine, avukatlık ücreti ödeyemeyecek bir kişiye de bürodan avukat atanır.
Sosyalist hukuk sisteminde tarafların sahip bulunduğu sosyal haklar şunlardır:
– Biçimsel olmayan, hızlı ve ucuz hukuksal koruma.
– Maddi durumu uygun olmayanlara adli yardım ve birçok uyuşmazlıkta mahkeme giderlerinden muaf tutulma.
– Mahkemelerde kullanılan resmi dilin bilinmemesi halinde her isteyene tercüman sağlanması ve tercüman aracılığıyla davanın yürümesi.
– Yargılama sürecine tarafların aktif katılımının sağlanması, mahkemenin taraflara haklarını savunmada yardımcı olması vs.
Sosyalist hukuk sisteminde yargılama açık (aleni) ve sözlüdür. Sözlülük ilkesi, açıklık ilkesini kuvvetlendiren bir husustur.
Taraflar, yargılama sürecinde, istedikleri zaman yanlışlarını düzeltebilirler. Taraflar yanlış usul işlemi yaptıklarının farkına varmasalar bile, mahkeme yanlış yapan tarafa yanlışını bildirir.
Sosyalist hukukta bir üst mahkemeye müracaat için gerekçe göstermek şart değildir. Karardan memnun olmadığını bildirmek yeterlidir.
Sosyalist hukukta mahkemeler muvazaalı (danışıklı) davalara izin vermez.
Yalan tanıklık, sahte delil vb. gibi yargıyı sakatlayan girişimlere karşı sert yaptırımlar uygulanır.
Sosyalist hukukta mahkemeler objektif gerçekliği araştırır. Yani, tarafların sunduğu delillere bağlı kalmaz. Mahkemeler objektif gerçekliğe ulaşmak için kendiliğinden delil toplama ve diğer işlemleri yapmakla yükümlüdür.
***
SSCB’de otuzlu yıllarda hukuk sistemi oturmuş ve çağının en ileri hukuk sistemi haline gelmiştir. Bu dönemde, Sovyet hukukçuları içinde büyük bir tartışma yaşanmıştır. Stucka, Kursky, Krylenko, Akulov ve Pasukanis gibi isimlerin başını çektiği revizyonist “meta mübadelesi okulu” Engels’in Anti-Duhring’te –komünizmin ikinci evresini kast ederek– üzerinde durduğu, “işçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür…İnsanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimi alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir” saptamasından yola çıkarak, sosyalist devletin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk yaratma ve bunun teorisini yapma yerine, hukukunun sönümlenmesi teorisini yapmışlar (8) ve tasfiye edilmişlerdir. Komünist Akademi’de etkili olan bu okul, “kıyas hukuku” sistemini, yani mahkemelerin, bir başka mahkeme kararını esas alarak, herhangi bir yasal düzenlemeye gerek olmadan, karar vermesini savunuyordu. Stalin ve Komünist Parti, dört tarafı düşmanla çevrilmiş ve sürekli saldırıya uğrayan SSCB’de, –belirli mesafeler alınmış olsa da– tamamlanmakta olan sosyalizmin birinci aşamasında henüz devletin sönümlenmekten uzak olduğunu, düşmanları ezecek güçlü bir devlete hâlâ ihtiyaç olduğunu ve böyle bir devlette hukuk sisteminin de olması gerektiğini vurgulamıştır. Ünlü Sovyet hukukçusu Vişinski, sosyalist hukuku, “sosyalist kuruluşun tamamlanışı ve sosyalizmden komünizme tedrici geçiş dönemi sıralarındaki sosyalist hukuk, Emekçiler Devleti tarafından yasalaştırılan, tespit edilen ve sosyalist ilişkileri ve komünist bir toplumun kurulmasını geliştirmek, güçlendirmek ve korumak amacıyla işçi sınıfı tarafından ve Komünist Partisi’nin önderliği altında yönetilen tüm Sovyet halklarının iradesini dile getiren normlar sistemidir.” (9) şeklinde tanımlıyordu.
Sosyalist hukuk tartışmalarının sona ermesi ile, SSCB’nin ünlü 1936 Anayasası’nın hazırlanması ve yürürlüğe girmesi aynı döneme denk geldi.
Bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağı, bütün fabrikalara, işyerlerine, üniversitelere, yazar birliklerine vb. gönderildi. Anayasa taslağı, halk içinde beş buçuk ay yaygın olarak tartışıldı. Değişiklik önerileri, komisyona iletildi ve 1936 yılında kabul edildi.
1936 Sovyet Anayasası, o güne kadar hiçbir anayasada yer almayan hakları yurttaşlarına tanıyor ve bu hakların kullanılması için maddi olanakların yaratılmasını emrediyordu.
Bugün bizim için doğal bir hak imiş gibi görünen, ancak neoliberal saldırganlığın hedefi olarak gaspedilmekte olan yıllık ücretli izin, parasız eğitim ve sağlık hizmeti, yaşlılık aylığı, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. pek çok hak, o günlerde kapitalist sistemin hiçbir ülkesinde işçi sınıfına bir hak olarak tanınmamıştı. Bu hakların kapitalist ülkelerde kabulü, 1936 Anayasası’ndan ve SSCB’de hayata geçip kullanılmasından onlarca yıl sonra oldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının bir sosyalist devrime kalkışmaması ve SSCB’yi örnek almaması için, sınıfı mücadelesini yatıştırıp bastırmak üzere bu haklardan bazılarını geçici bir süre için kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, SSCB’nin yıkılması ve sınıf mücadelesinin geçici bir yenilgiye uğramasının ardından, burjuvazi, bu hakları tekrar birer birer geri alıyor.
1936 SSCB Anayasası’nda; 118. Madde’de, çalışmanın bir hak olduğu belirtilmiştir. Çalışmanın bir hak olması, herkesin devletten bir iş isteyebileceği anlamına gelmektedir. Çalışmanın hak olduğu ilkesi bugüne kadar hiçbir burjuva yasasında yer almamıştır.
119. Madde: Dinlenmeyi bir hak olarak tanırken, işgününü, ağır işlerde 4 saat, diğer işlerde 6 ve 7 saat olarak belirlemiştir. Bu maddeyle, yıllık izin ve bu iznin devlet tarafından yapılmış sosyal tesislerde kullanılabilmesi güvenceye alınmıştır.
120. Madde: Yurttaşların ihtiyarlık, hastalık durumunda ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarını sağlama hakkını tanınmış; sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu karar altına almıştır. SSCB’de emeklilik ve sağlık hizmeti, yıllarca sigorta primi ödenerek elde edinilen haklar değildir. Bu haklar herkes için vardır. Bütün Sovyet yurttaşları kaç sene çalıştığına ve nasıl çalıştığına bakılmaksızın, emeklilik hakkından yararlanmaktadır. Aynı şekilde, sağlık hizmetinden yararlanmak için, Sovyet yurttaşı olmak yeterlidir.
121. Madde: SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Bu hak genel ve ücretsizdir. Ücretsiz öğrenim hakkına, yüksek okullar da dahil olup, okullarda anadilde öğretim yapılması güvenceye alınmıştır. İşçiler için gece okulları, şimdi bizdeki “açık öğretim”e benzer bir sistemle çalışan işçilerin eğitimi vb., ilk kez SSCB’de uygulanan sistemlerdir. İşçi çocuklarına Devrim’in ilk yıllarında üniversiteye girişte ayrıcalıklar tanınmış, devrimin ilerleyen yıllarında böyle bir uygulamaya gerek kalmamıştır.
122. Madde: Ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verildiği belirtilmiştir. SSCB’de kadın erkek eşitliği sadece kağıt üzerinde, yasalarda kalan bir hak değildir. Hayatın her alanında gerçekten kadın ve erkek eşit olmuştur. Burjuva devletlerinde kadınların oy kullanma hakkının dahi olmadığı yıllarda, SSCB’de, kadınlar yönetimin her kademesinde görev almıştır.
123. Madde: Çeşitli ulus ve milliyetlerden yurttaşların eşit haklara sahip olduğunu tanıyıp kararlaştırmıştır. Devrim öncesi Rusya tam bir halklar cehennemiyken, SSCB, bütün ulus ve milliyetlerin ulusal haklarını elde ettiği ve kullandığı kardeşlik ülkesi haline gelmiştir. Bütün ulus ve milliyetler kendi okullarında, kendi dillerinde eğitim yapabilmişler, ulusal kültürlerini geliştirmişler ve kendi dillerinde kitap, gazete çıkarabilmişler, radyo yayını yapabilmişlerdir. Mahkemelerde kendi dillerinde yargılama yapılmış, ortak dil ile birlikte ulusal dillerini eşit olarak her alanda kullanmışlardır.
124. Madde: Yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak üzere, SSCB’de, kiliseyi devletten ve okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştır. İnanç ve tapınma özgürlüğü gibi, dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara sağlanmıştır.
125. Madde: İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bu hakların kullanılması için, işçilerin ve kurumlarının emrine basımevleri, kağıt stokları, binalar, gösteri meydanları vb. şartlar sağlanmasını düzenlemiş, böylelikle sözü edilen hakları kağıt-üzeri “haklar” olmaktan kurtarmıştır.
128. Madde: Konut dokunulmazlığını ve haberleşmenin gizliliğini güvenceye almıştır.
Sovyet hukuku,  Sovyet toplumundaki üretici güçler ve üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel bir biçimde gelişmiştir. Sovyet hukukunun istikrarlı bir şekilde gelişmesi, iyileşmesi burjuva toplumla sosyalist toplumun farkını da açıkça ortaya koymaktadır. Sovyetlerde hukuk sürekli bir gelişme gösterdi, zira toplum da gelişmekteydi. Kapitalist ülkelerde ise, haklar, bir dönemde şu veya bu nedenle verilmişse(yani alınmışsa), bir sonraki dönemde tasfiyeyle yüzyüze geliyor.
Sovyet hukuku, bu (tarihsel) yönüyle de Marksist hukuk anlayışını doğrulamakla kalmamış, dahası onun eşsiz bir örneğini temsil etmiştir.
Yukarıda çok kısıtlı olarak sunduğumuz uygulamaya ilişkin örnekler Sovyet Hukuku için bir fikir vermesi içindir. Elbette, bu yazıdaki cüz’i örneklerle yetinilmemeli ve Sovyet uygulaması hakkında daha kapsamlı, daha derin bilgiler içeren yazılar, kitaplar yayınlanmalıdır.
Bugünlerde, AB müktesebatı babında hemen hemen bütün yasal sistemimiz değiştirilirken, gerek ceza hukukunda, gerek medeni hukuk ve aile hukuku sisteminde, gerekse haklar manzumesinde 1917 Sovyet Devrimi’nden hemen sonra getirilen sistemin çok gerisinde kaldığımız, Sovyet hukuk sistemine kabaca bir bakışta bile fark edilmektedir. Bu, yalnız Türkiye açısından değil, ama “sosyal devlet” gereksiz masraf kapısı sayılarak tüm “sosyal haklar” yanında biçimsel hukuki hakların da çiğnenmekte ve gaspedilmekte olduğu, her alanda Ortaçağ değerlerine dönüşle genel bir gericileşmenin yaşandığı bütün kapitalist ülkeler açısından geçerlidir.
Belki de bunun için Sovyet hukuku ve sosyalizm uygulamaları konusunda ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde fazla yayın ve kaynak bulunmamaktadır.

*İşçi B’nin Hikayeleri, Peter Mailwald, Çeviren Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın sf. 40

1-    F. Engels, Konut Sorunu, sf. 93-94, Sol Yayınları
2-    Komünist Partisi Manifestosu’ndan aktaran Rona Serozan, Devlet ve Hukuk Üzerine, sf. 28-29, May Yayınları
3-    Age, sf. 31-32
4-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 29-30
5-    F.Engels, Anti Dühring’ten aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 36-37
6-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona serozan, Agy, sf. 70
7-    Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 104-106, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
8-    “Marksizm ve Hukuk” isimli makaleden, Dr. Onur Karahanoğulları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.
9-    Marksizm ve Sovyet Hukuk Teorisi, Prof. Rudolf Schlesinger, Sinan Yayınları

Bombalarla gericileşme

Hava tahmincileri, içinde bulunduğumuz yazın son kırk yılın en sıcak mevsimi olacağını ilan etmişti. Yazın ilk ayında zaman zaman yağan yağmur, bu tahmin konusunda kuşkular doğursa da, hava, tahminlerdeki gibi, giderek ısındı. Bölgemizde ve Avrupa’daki gelişmeler de, sanki mevsim sıcaklarına paralel olarak siyasi atmosferi giderek ısıtıyor.
Önce, AB içinde çatlaklar başgösterdi. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçler tarafından hazırlanan Anayasa, Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda reddedildi. AB Anayasası, Avrupalı emperyalistler açısından bir dönüm noktası kabul ediliyordu. Anayasa ile Avrupalı emperyalist güçler, Avrupa’nın siyasi ve askeri mekanizmalarını yeniden düzenliyordu. Anayasa, AB’yi “çekirdek ülkeler” ve “diğerleri” olarak ayırıyor ve Almanya ile Fransa’nın patronluğunu kurumsallaştırıyordu. Ayrıca, yeni kurumlarla, siyasal karar alma sürecini hızlandırıyor ve çekirdek gücün politikalarına çelme takabilecek devletlerin kozlarını azaltıyordu. Yani, Avrupa Birliği’ni daha disiplinli, siyasi kurumları daha gelişmiş, “acil durumlar”da silahlı müdahaleye olanak sağlayan silahlı acil birliklerin oluşturulmasına cevaz veren ve silahlanmanın koşullarını tarif eden bir yasal düzenleme söz konusu idi. Avrupa’nın tekelci güçleri, ABD’yi taklit ederek, ona yetişmeye çalışıyordu. Tabii, Avrupa Anayasası, aynı zamanda, sosyal devlet uygulamalarının en temel yasa düzeyinde tasfiye edilmesinin de tescili anlamına geliyordu.
AB Anayasası’nın referanduma sunulması sırasında, Avrupa’da pek çok ülkede, Avrupa’nın sınırları ve Türkiye’nin AB’ye üye kabul edilip edilmemesi tartışmaları da alevlendi.
Neoliberal ekonomi politikaları ile haklarını yitiren Avrupalı işçilere, sağ partiler, işsizlik, yoksulluk ve sosyal hak kayıplarının nedeninin yabancı işçiler ve göç olduğunu anlatıyordu. Avrupa’da işsizlik ve pahalılığın artması ile birlikte ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da gelişmeye başlamıştı.
Fransa’da halkın AB Anayasası referandumunda hayır oyu kullanması, hükümeti zor duruma düşürdü. Sosyalist parti içinde “hayır” oyunu savunan bir kesim tasfiye edildi ve “hayır” oylarının Chirac’ı yıpratması, sağcı görüşleri ile bilinen Sarkozy’nin önünü açtı.
Benzer bir gelişme de, Almanya’da, aynı zamanlarda yaşandı. Yerel seçimlerde Sosyal Demokrat partinin en güçlü olduğu bölgede seçimi kaybetmesi, Alman Başbakanı’nı güven oylamasına gitmeye ve erken seçim kararı almaya zorladı. Almanya’da da, yine sağcı Merkel, daha şimdiden müstakbel başbakan ilan edildi.
Sarkozy ve Merkel, Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı olduklarını defalarca söylediler. Onlara göre, Türkiye en fazla ayrıcalıklı ortak olmalı idi.

***
AB’de Bushçuluk güçlenirken, Türkiye’de de 17 Aralık’tan sonra  burjuva liberaller tarafından estirilen demokrasi rüzgarları birden hız kesti. Tarihi reform olarak tanımlanan TCK ve CMK’nun yürürlük tarihi 1 Nisan’dan 1 Haziran’a ertelendi. TCK, CMK ve diğer kanunlarda makyaja yönelik kısmi iyileştirmeler bir çırpıda  değiştirildi. “Yasal reform”lar, asker ve polisin isteklerine uygun hale getirildi. Kürt sorununda AB zoruyla adım atarmış görüntüsü veren hükümet, Kandil Dağı’nda konuşlanan PKK güçlerini birlikte imha etmek için ABD yollarını aşındırmaya başladı. PKK’yi imha politikası ile birlikte içerde geniş bir askeri operasyon hazırlığı kış aylarından itibaren başlatıldı.
PKK’ye karşı Türkiye ile birlikte askeri harekatı reddeden ABD, PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu yinelemek ve 150 PKK yöneticisini aranan teröristler listesine koyma karşılığı İncirlik Üssü’nü kullanma kapasitesini arttırdı.
ABD, Türkiye’nin de desteği ile, Lübnan’dan Suriye’yi çıkarttı ve Batı yanlısı bir hükümet, Lübnan’da, ABD, Fransa ve İngiltere’nin desteği ile işbaşına geldi.
ABD’nin hedef ülkelerinden Suriye, el altından ABD ile anlaşmaya ve Avrupalı emperyalistlerden destek almaya çalışarak tehdit altından kurtulmayı denerken, İran’da cumhurbaşkanı adaylarından ABD ve emperyalizme en mesafeli duran aday Mahmud Ahmedinecad başkan seçildi.
Irak’ın işgalinin üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, direniş azalmadı. Tersine her geçen gün daha örgütlü bir karakter kazandı. Irak seçimleri yeni bir düzen kurmak için yeterli olmadığı gibi, yeni Anayasa hazırlıkları Şiiler, Sunniler ve Kürtler arasında bölünme olasılığını arttırdı. Irak’ta fiili üç özerk yapı oluştu. Şiiler, Sunniler ve Kürtler kendi bölgelerinde egemenliklerini kurdular.

***
AB Anayasası’nın Fransa ve Hollanda’da reddedilmesinden sonra, ikinci bir kriz de AB’nin 2007/2013 bütçesinin görüşülmesi sırasında patlak verdi; İngiltere ile Fransa ve Almanya arasında anlaşmazlık çıktı. G-8 Zirvesi’nde AB bütçesinin yeniden ele alınması beklenirken, 7 Temmuz günü Londra’da bombalar patladı. Aynı saatlerde, üç metro istasyonu ve bir otobüste patlatılan bombalar, 56 kişinin ölümüne ve yüzlerce insanın yaralanmasına neden oldu.
G-8 Zirvesi’nden ve Londra’da bombaların patlamasından bir gün önce, Şangay İşbirliği Örgütü, Kazakistan’ın başkenti Astana’da toplandı. Dört yıl önce Çin’in önerisi üzerine kurulan örgüt, bu toplantısında, ABD’nin Asya’da yayılması konusunu görüştü. ŞİÖ toplantısına; Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın yanı sıra gözlemci sıfatı ile Hindistan, Pakistan ve İran da katıldı. Toplantıya katılan liderler kabul ettikleri ortak bildiride, ABD’ye Orta Asya’daki üslerini kapatması için tarih belirleme çağrısı yaptı.
Bombalama eylemleri, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, emperyalist devletlerin demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlaması girişiminin gerekçesi ilan edildi.
Irak’ın işgali hazırlıkları sırasında işgale karşı en büyük gösterilerin yapıldığı Londra’da  çok sayıda emekçinin öldüğü ve yaralandığı terörist saldırı, halkın bir kısmında da mazlum Ortadoğu halklarına sempatinin azalması sonucunu doğurdu.

***
Londra’da bombaların patladığı günlere yakın zamanlarda Türkiye’de de Çeşme ve Kuşadası’nda halkı hedef alan patlamalar oldu. Bahar aylarından bu yana adım adım artan şiddet, turistik bölgelerdeki bombalar ve bomba ihbarları ile halkın terörize edilmesini körükledi.
Egemen güçler bir taraftan operasyonlara hazırlanırken, diğer taraftan “bayrak provakasyonları” ile milliyetçiliği kışkırtarak bir süredir şiddeti tırmandırmanın psikolojik ortamını da hazırlıyordu.
Yeniden asker cenazeleri ve gazete manşetlerinde parçalanmış ceset görüntüleriyle, devlet terörizmine “haklılık” kazandırılıyor, ve tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, terörizm özgürlüklerin kısıtlanması için gerekçe yapılıyordu.
Londra patlamalarından sonra, Bush “ne kadar haklı olduklarını” açıkladı. 11 Eylül ertesinde yapılan kısıtlamalara ilave kısıtlamalar gündeme getirdi. Artık ABD’de polis şüphelendiği kişileri durdurup arayabilecek, telefon dinleme ve özel hayata müdahale gündeme gelebilecekti. Fransa, Shengen vizesini uygulamayacağını açıkladı. Türkiye’de ise, Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ gazetecilere bir brifing vererek, Terörle Mücadele Yasası’nın yeniden düzenlenmesini ve on yıl önceki basına yönelik baskı ve sansür uygulamasının tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini belirtti. Basın, bazı illerde OHAL’in yeniden ilan edilmesini, teröristlere yardımcı olanın on sene hapis cezasına mahkum edilmesini, teröristleri destekleyen gazetelerin yayınının engellenmesini, af sözü edenlerin teröristlerin yandaşı olduklarını, “Kürt Aydını” sözünün bölücülük olduğunu vb. yazmaya başladı. Tıpkı 28 Şubat Harekatındaki gibi, basın, askerlerin halkla ilişkiler bürosu olmaya soyunmuş ve daha iki ay öncesine kadar ceza yasalarında basın özgürlüğünün nasıl kısıtlandığından yakınırken, bu kez, basın yasalarının yeniden düzenlenerek, bölücü ve terör yandaşlarının susturulmasını istemeye başlamıştı.
Özellikle Doğan Grubu’na bağlı bazı gazetelerde ise; Kürt aydınlarını ve DTH’ni bölmeye yönelik bir dizi haber ve makale yayınlanmaya başlandı. DTH ve Kürt aydınları, terörü ve tabii ki PKK’yi destekleyenler, PKK’ye ve Abdullah Öcalan’ın liderliğine karşı çıkanlar ve şiddeti lanetleyenler olarak üç parça gibi gösteriliyordu. Bütün haber ve makalelerde, ABD ve AB yanlısı, sosyaldemokrat karakterde bir Kürt siyasi oluşumu övülüyor ve destekleniyordu.
Tunceli’de İnönü Mahallesi bir saat boyunca ağır silahlarla tarandı, bir ay süre ile arama yapılabileceğine dair alınmış mahkeme kararları ile evler her gün aranmaya başlandı, şehre giriş çıkışlarda kontroller, yiyecek alımında sınırlamalar ve ormanların yakılması ve söndürülmemesi yeniden başladı.
Genelkurmay İkinci Başkanı’nın basın açıklamasından sonra, Adalet Bakanlığı’nda kurulan ve içinde bir askerin de bulunduğu kurul, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklikler yapmak üzere çalışmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Sezer telefon dinleme yasası olarak bilinen yasayı onayladı.

***
En son Mısır’da patlayan bombalar sonucu 83 kişi öldü. Mısır’daki patlamada yedi yabancı ölürken, ölenlerin çoğu Mısırlı işçilerdi.
Londra’da, ilkinden iki hafta sonra, tekrar üç metro istasyonu ve bir otobüste bomba patlatıldı.
Türkiye’de ise, Çeşme ve Kuşadası patlamaları ve hergün mayına çarpan birkaç askerin ölmesi ve yaralanması, dağlarda öldürülen gerillaların sayılarının toplamının artık yüzlerle ifade edilmesi, terör ve terörizm tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
Bombaları atanların niyetlerinden bağımsız olarak (niyetler konusunda da komplo teorilerine meraklı bazı kişiler tarafından söylenen çok şey var, ama konumuz bu değil), patlayan bombalar, emperyalist burjuvazinin, ülkemizde bunların işbirlikçilerinin ve Bushçu yeni gericilerin işine yaradı. Bombalar egemen güçlere, emperyalistlere hiçbir zarar vermedi. Londra’da 7 Temmuz günü patlayan bombalar, İskoçya’nın Gleneagles kasabasında G-8 Zirvesine katılanların toplantılarını bile ertelemesini sağlamadı. Londra’da, Şarm El Şeyh’de, Kuşadası ve Çeşme’de bombaların öldürdükleri, işçiler, emekçiler ya da kendi halinde Avrupalı küçük burjuva turistlerdi. ABD ve Britanya’nın Irak’ı işgale hazırlandığı dönemde işgal politikalarına en fazla karşı çıkan ve iki milyonluk gösteri örgütleyen Londralılar, bombalar karşısında şaşkınlığa uğradılar. İçlerinden bazıları, muhtemeldir ki, iki sene önce katıldığı yürüyüşü sorguladı. Bazıları, Bush ve Blair’in Irak ve Afganistan’ı işgal gerekçelerini haklı buldu. Bazıları, Londra’dan bütün Müslümanların, Ortadoğuluların, zencilerin kovulması gerektiğini düşündü vb. “Medeniyetler Savaşı” tezlerini ileri sürenler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya çeki-düzen verilmesini savunanlar, yabancıları ve göçmenleri Batılı metropollerden defetmek isteyenler de, muhtemelen Londralılara ve Batı ülkelerinin halklarına bombaların düşündürttüğü şeyleri anlatmaya çalışıyordu.
Türkiye’de de, bombalar, Kürtlerin de bazı hakları olduğunu artık benimsemeye başlamış pek çok Egeli ve Akdenizli emekçiye Kürtler hakkında şovenist fikirleri yeniden hatırlattı. Pek çok emekçiyi Kürtlerin demokratik hak mücadelesine karşı egemen güçlerin yanına itti.
ABD, Avrupa ve Türkiye’de egemenler, patlayan bombalardan hemen sonra Terörle Mücadele Yasalarını, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, telefon dinlemelerinin yasallaştırılmasını, basın ve örgütlenme özgürlüklerinin kısıtlanmasını vb gündeme getirdiler ve halkın, ezilen çoğunluğun sessiz bir onayını da aldılar.
Patlayan bombalar; işçi sınıfının kısıtlanan sosyal hakları için yürüttüğü mücadeleyi, kamu mallarının özelleştirme adı altında burjuvaziye peşkeş çekilmesine karşı mücadele eden işçileri, temiz ve sağlıklı bir çevre için mücadele edenleri gündemden düşürdü. Halkın mücadeleci işçi ve emekçilere desteğini azalttı.
Bombalar; işgale karşı direnen Afganistan ve Irak halkının mücadelesine olan sempatiyi azalttı.
Bombalar, Kürt halkının demokratik hakları için verdiği mücadeleye destek ve sempatiyi zayıflattı.
Devrimci, antiemperyalist güçlerin kitlelere önderlik etme imkanlarının yetersiz olduğu bir zamanda terörist eylemlere başvurulması, sadece bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini kösteklemekle kalmıyor, mücadele eden güçlerin dağılmasına da yol açıyor.
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için mücadele eden güçler, halkın mücadelesine fiilen önderlik ettiklerinde hedeflerine ulaşma olanağına sahip olurlar. Halkın mücadelesine fiilen önderlik etmek ise, halkın taleplerini savunmak, bu talepleri halkın haklı ve meşru gördüğü mücadele yöntemleri ile ve bu yöntemleri geliştirerek, genelleştirerek, tavizsiz bir şekilde savunmak ile mümkündür.
Halkla birleşemeyen, halkın eylemi yerine, kendini halkın yerine koyarak, halk adına eylem yaptığını düşünenler ya da burjuvazinin ajanı durumundaki provakatörlerin gerçekleştirdiği bombalama eylemleri, sadece emperyalist burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir.
Terör eylemleri, işçi sınıfı devrimcilerinin halk içinde yürüttüğü bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin örgütlenmesi çalışmasını zorlaştırmaktadır. Fakat, hiçbir devrimci mücadele kolay olmamıştır.
Bu tablo madalyonun bir yüzünü oluşturmaktadır. Madalyonun öteki yüzünde ise; terörizmin aslında emperyalist güçlerin politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeği vardır. Yani terörizm kendiliğinden ya da bazı kişilerin terörizm merakı yüzünden değil, ama kapitalist dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerin oluşturduğu baskılara tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden de; sadece terörizmi lanetlemek demek; onu üreten bataklığı görmeden (görmezden gelerek) terörizme savaş ilan etmek demektir; ve bu, sadece terörizmi meşru göstermek olmaz, aynı zamanda, emperyalistler ve gerici işbirlikçilerinin, uşaklarının baskı ve yağmaları karşısında terörizmi bir “kurtarıcı” olarak gören çaresiz halkların, en azından kendi acılarının intikamını alan “tanrının kılıcı” olarak terörizme sempati duymalarını da sağlar.
Dahası terörizmle emperyalizmin dünya egemenliği politikaları, biri ötekini üreten bir ilişki içindedir. Eğer emperyalizm dünya egemenliğini yenilemek için dünyayı bir kaosa sürükleyip; elindeki devasa silah, sermaye ve medya gücüyle dünyayı açlığın, yoksulluğun, kargaşanın kucağına itmeseydi; terörizm kendisi için destek ve gerekçe bulamaz, bu nedenle de, sadece lokal kimi saldırılar yapan bir tepkiyi aşamazdı. Ama tersine; terörizm böylesi yüksek düzeyde gürültü üreten bir konuma gelmeseydi, Bushçuluk böylesi popüler olamayacağı gibi, ABD Afganistan’ı, Irak’ı işgal edemezdi. Dahası, bugün demokrasi ve insan haklarını tasfiye için; işçilerin ve emekçilerin 200 yıllık kazanımlarını yok edilmesi için böylesi cesaretli adımlar atamazlardı. Bu yüzdendir ki; Bushçuluk ve terörizm birbirinin ikiz kardeşidir; Biri olmadan ötekinin varlığı ve yaşaması çok zorlaşırdı.
Şunu güvenle söyleyebiliriz ki; eğer El Kaide olmasıydı; eğer El Kaide benzeri, terörü başlıca politika tarzı seçmiş organizasyonlar olmasaydı, emperyalist güçler onların yaptıkları eylemleri yapacak örgütler kurmakta tereddüt etmezlerdi. Bu nedenledir ki, bu konuda ileri sürülen “komplo teorileri”nde hiçbir mantıksal boşluk olmamaktadır. (El Kaide’nin geçmişte nasıl kurulduğu da malumdur zaten).
Sınıf partisi; gerçek aydınlar, sınıfın ve emekçi sınıfların ileri güçleri, ilerici demokrat çevreler için, bugün soyut; emperyalizme ve onun dünya egemenliğine karşı mücadeleden bağımsız bir terörizme karşı mücadele yoktur. Tersine, terörizme dayanak olan emperyalist politikalara karşı mücadele edildiği ve işçi sınıfı ve halkların kurtuluşunun devrimci seçeneği yaratılarak terörizm dayanaksız bırakıldığı ve politika yaptığı boşluk emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle doldurulduğu ölçüde; emperyalist güçlerin dünyayı insanlığa zindan etme politikaları geri püskürtüldüğü ölçüde, terörizm için de yaşam alanı kalmayacaktır. Aksi halde, onu besleyenen ortama karşı mücadeleden bağımsız, “Terörizm kahrolsun!” demek, emperyalist güçlerin dünyayı kendileri için “dikensiz gül bahçesi” yapma stratejisine bağlanmak olur.
Besbellidir ki, bugün hayatın her alanında emperyalist güçlere, onların her ülkedeki işbirlikçileri ve uşaklarına karşı mücadele, terörizme karşı mücadeledir. Bu yüzden; emek ve demokrasi mücadelesine daha büyük bir kararlılıkla sarılmak, terörizme karşı mücadelenin de tek gerçek yoludur.

‘Teörle Mücadele Yasası’nda değişiklik hazırlıkları

11 Eylül saldırısından sonra ABD’den başlayarak Avrupa’ya yayılan “teröre karşı güvenlik önlemleri” ya da “ demokrasi ve güvenlik” başlığı altında yürütülen tartışmalar, ülkemizde de, yeni yasal hazırlıklarla birlikte daha yoğun tartışılmaya başlandı.
Tabii ki, her zaman olduğu gibi, burjuva propagandacılar kurnazlık yaparak, tartışmanın özünü geniş kitlelerin gözünden kaçırmayı bu tartışmada da başarıyor.
Burjuva propagandacılar bize şu soruyu soruyor: “Bir gün metroda trene binerken havaya uçmayı mı tercih edersiniz, metroya girerken üstünüzün aranmasını mı?” ya da “Kalabalık bir caddede yürürken patlayan bomba ile parçalanmak mı istersiniz yoksa telefonlarınızın dinlenmesini mi?” Tabii ki, soru böyle sorulunca, cevap, her zaman ikincinin tercih edilmesi biçiminde oluyor. Kim yolda yürürken havaya uçmak ister ki?
Burjuvazi, yukarıdaki demagojiyi sürekli kullanıyor. Konuyla ilgili binlerce film yapılıyor: Teröristler tarafından kaçırılan küçük bir çocuk öldürülecektir ya da teröristler çok kalabalık bir yere bomba koymuştur.. Bombanın patlamasına yarım saatten az bir süre kalmıştır.. Kahraman polis, çocuğu ya da insanları kurtarmak için, hayatını hiçe sayarak çılgınca mücadeleye girişir.. Bu arada pek çok kimseye işkence yapar, sayısız yasa ve kural çiğner, telefonlar dinlenir, evler basılır, sorgusuz sualsiz insanlar öldürülür.. Ve bombanın patlamasına iki saniye kala bombanın patlaması önlenir.
Burjuvazi elbette, böyle filmlere, seyirci heyecanlansın diye milyarlarca dolar yatırmıyor. 12 Eylül’ün faşist darbecileri dahi, darbeyi can güvenliği tesis etmek için yaptıklarını iddia ettiler. Ve daha sonra, bazı paşaların ve hükümet yetkililerinin itiraf ettiği gibi, can güvenliği ihtiyacı iyice artsın diye darbe öncesinde “güvenliği sağlamak” için fazla hevesli davranmadılar.
“Demokrasi ve güvenlik” tartışmaları sürerken ilginç olaylar da yaşandı. Örneğin ABD’de işkenceli sorgu için bir uçağın kullanıldığı ortaya çıktı. Guantonoma’da tutulan insanların ise, sıfatı bile belli değildi. Savaş esiri mi, tutuklu mu, mahkum mu? Çünkü, bu insanların, bu üç statüdekiler için uygulanması yasal olarak zorunlu olan hiçbir hakkı kabul edilmiyordu.
İngiltere’de patlayan bombalar da, her bombanın ardından “güvenlik” tartışmalarını gündeme getirdi. Daha doğrusu Blair Hükümeti, “güvenlik” lehine özgürlükleri kısıtlamak üzere yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek için bombalardan yararlandı.
Ülkemizde ise, PKK’nin ateşkese son vermesini fırsat bilen egemen güçler “terör ve güvenlik” tartışmalarını başlattı.
En ufak bir demokratik iyileşme karşısında, “kahrolsun insan hakları”, “polis yakalıyor mahkemeler salıveriyor”, “yasalar hırsızdan, uğursuzdan yana” vb. sloganlarla karşı tutum alan egemen siyasi çevreler, bu kez de, “PKK ile mücadele için yetkilerimiz yeterli değil” gerekçesini öne sürdüler.
Hükümet, bazen “terörle mücadele için demokratik haklardan vazgeçemeyiz”, “terörle demokratik çerçevede mücadele edeceğiz” dedi, bazen ise “terörle mücadele için yasalarda ne gibi değişiklikler gerekiyorsa yapacağız”! Fakat hükümet birbirine zıt açıklamalar yaparken, Terörle Mücadele Yasası’na ekler yapmak için bir komisyon oluşturdu ve komisyon çalışmalarını sonuçlandırdı. Demek ki, hükümet’in “terör”ü demokratik çerçevede önleme sözleri her zamanki “demokratik yalanlarından” biriydi.

TMY’DE YAPILMAK İSTENEN DEĞİŞİKLİKLER
Terörle Mücadele Yasası’nda yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili, gerek hükümet çevreleri gerekse komisyon üyelerinden bazıları ve “tedbir” isteyen çevreler, yasa taslağı adı verilen düzenlemeleri basına sızdırarak, “yoklama çekti”. Fakat, bu yoklamalarda basına sızdıran tedbirlerden hiçbiri, özgürlükler bakımından hayırlı düzenlemeler değildi.
Hazırlanan taslağı savunanlar sık sık İngiltere’ye atıfda bulunuyorlar. Yani, “demokrasinin beşiği İngiltere’de bile güvenlik için bazı özgürlükler kısıtlanıyor, onun için sesinizi fazla çıkarmayın” demeye getiriyorlar. Oysa, “demokrasi örnekleri” ABD ve İngiltere’de işçi sınıfı, siyah derili ve göçmenler gibi ezilenler için uygulamaların neler oluğu sık sık basının gündemine geliyor ve “beşik”in, demokrasi değil, halkları uyutmak için kullanıldığını anlamak güç olmuyor.
İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunuyor. Altmış yıl önce kabul edilmiş bazı özgürlüklere dahi tahammül edemiyor emperyalist burjuvazi…
Genelkurmay, Emniyet, Jandarma, MGK, MİT, Yargıtay, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlıkları temsilcileri ile iki akademisyenin yer aldığı 33 kişilik bir komisyonun hazırladığı taslakta, öncelikle, terör tanımının kapsamı genişletiliyor. Mevcut yasal düzenlemede Türkiye’deki ekonomik ve sosyal sisteme karşı eylemler “terör suçu” kapsamında değerlendirirken, yeni taslakta, “bir yabancı devleti yahut uluslararası bir kuruluşu her hangi bir işlemi yapmaya yahut yapmamaya zorlamak yahut ülkenin yahut uluslararası kuruluşun temel anayasal, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yapısını bozmaya” yönelik eylemler de “terör suçu” kabul ediliyor. Yani, yeni düzenleme kabul edilirse, ABD ya da İngiltere’nin Irak ve Afganistan işgaline karşı eylem yaptığınızda ya da ABD’deki emperyalist-kapitalist sistemin değişmesini istediğinizde “terörist” olmuş oluyorsunuz. IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalist dayatmacı kuruluşlar olarak adlarını da ağzınıza almayacaksınız, örneğin tarımı kötürümleştirmelerine, ülkenin tüm mali sistemini denetimleri altına aldıklarına, borçlar kıskacında soyup soğana çevirdikleri ve istediklerini yaptırdıklarına ilişkin laf etmeyecek ve protesto etmeyeceksiniz, yoksa yasa taslağı sizi “terörist” saymaktadır. Bu düzenleme iki sene önce olsaydı, belki de pek çok kişi “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu terör örgütü” üyesi olmaktan yargılanacak ve beş yıl gibi hapis cezalarına çarptırılabilecekti. Şimdi hala pek çok kişinin aynı nedenle ya da “IMF karşıtı terör örgütü” üyeleri olarak suçlanıp cezalandırılabilecektir. Hatta, mahkeme kararlarına rağmen zehirle altın üretimi yapan şirketler de, pekala uluslararası kuruluşlardan olduklarından, Bergama ve Uşak-Eşme köylülerinin de, aynı gerekçeyle ve yine mahkeme kararıyla cezalandırılmaları da öngörülüyor demektir!
Tasarıda “terör örgütü”nün meydana gelebilmesi için iki kişi yeterli sayılıyor. Böylece DGM’lerde görülen davalarda avukatların hakimlerle yıllarca sürdürdüğü “terör örgütü mü değil mi” tartışmasına yeni bir boyut getiriliyor.
3713 sayılı terörle Mücadele Yasası yürürlüğe girene kadar, bir eylemcinin eğer “yasadışı örgüt”ün üyesi olduğuna dair aleyhine somut bir kanıt yoksa, o eylemci, sadece eyleminin ihlal ettiği ceza hükmü nedeniyle cezalandırılırdı. Terörle Mücadele Yasası ile, örgüt üyeliği kanıtlanamayan eylemcileri de cezalandırmak için, muğlak bir “terör” ve “terör örgütü” tanımı getirildi. Buna dayanarak, “yasadışı bir örgüt”e üye olduğu kanıtlanamayan da, ekonomik ve siyasal sisteme karşı eylem yaptığı varsayılarak, “terör örgütü üyesi” olarak cezalandırılabiliyordu. “Terör örgütü üyesi” olmanın cezası “yasadışı silahlı örgüt üyesi” olmaktan daha az olduğu için, son beş yıl içinde DGM’ler bu işe yeni bir çözüm getirerek, ceza arttırıcı kararlar vermeye başladılar. İlk adım, Yargıtay tarafından atılmıştı. Yeni uygulamaya göre, bir kişi “yasadışı silahlı örgüt üyeliği” kanıtlanamasa bile, işlediği eylem böyle bir örgüte yarıyor ise, örgüt üyesi olmadığı halde, örgüt üyesi gibi cezalandırılıyordu. Yani, cezası birden, bir yıldan on beş yıla çıkartılıyordu. Bu durum, yeni TCK ile resmileştirildi. “Böyle şey olur mu” dediğiniz düzenleme, yasa maddesi olarak TCK’ya konuldu. Artık “yasadışı silahlı bir örgütün üyesi” olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz (örneğin molotof kokteyl atma, “yasadışı gösteri”ye katılarak cam çerçeve kırma vb.) örgüte yarar sağlıyor ise, örgüt üyeliğinden cezalandırılıyorsunuz. Şimdi, yeni TMY Taslağı’nda, bu mantık, “terör örgütü” için de uygulanıyor. Yani, “terör örgütü” üyesi olduğunuza dair bir kanıt olmasa da, eyleminiz “terör örgütü”ne yarıyorsa, “terör örgütü” üyesi gibi cezalandırılıyorsunuz. Örneğin, Irak’ta işgale karşı çıkanlar “terör örgütü” sayılıyorsa, siz “Irak’ta savaşa hayır” mitingine katılıyorsanız, bu mitingin duyurusunu, el ilanını dağıtıyorsanız, “terör örgütü” üyesi kabul ediliyorsunuz. Ve yeni taslakta, “terör örgütü” yararına bir eylemden (örneğin bildiri dağıtma, mitinge katılma vb.) cezalandırılıyorsanız, cezanızın ½ oranında arttırılması öngörülüyor.
Tabii ki, “terör” tanımının genişletilmesi ve eylem kavramının muğlaklaştırılması, “fikir suçu”nun da bir terör suçu olarak cezalandırılabileceği olasılığını gündeme getiriyor. Nitekim, bu konuda gazetelerde bazı örnekler verildi. Öcalan ve İmralı koşulları hakkında haber ve köşe yazısı yazmak, terör eylemi olarak değerlendirilebilir bu taslağa göre.
Mevcut TMY’nda ünlü bir 6. madde var. Eğer işkence yapan bir polis, yargısız infaz yapan bir subay vb. hakkında bir haber yaparsanız, “terörle mücadelede görev alan kişinin ismini yayınlamak” suçundan, gazetenin yazıişleri müdürü ve sahibi yüksek para cezalarına çarptırılıyor. Hatta, bu uygulama bir ara öyle bir hal aldı ki, İçişleri Bakanı ya da Adalet Bakanı’nı eleştirmek bile bu kapsamda değerlendirildi. Düzenlemenin gerekçesi, “terörle mücadele edeni hedef gösteriyorsunuz” idi. Peki, Adalet ya da İçişleri Bakanı herkes tarafından bilinir ve “terörle mücadele” ile doğrudan bir ilişkileri bulunmazken, “hedef gösterme suçu” nasıl oluşuyordu? Onu yargıçlar bilirdi! Fakat, demek ki, böyle bir garabet ile de yetinilmiyor; yeni tasarıda, “hedef gösterme suçu”na para cezasının ötesine geçilerek, bir seneden üç seneye kadar hapis cezası da öngörülüyor. Yine gazeteciler cezaevlerine doldurulacak anlaşılan!
Mevcut TMY’de, PKK’nin yöneticilerinden birinin açıklamasını yayınladığınızda, yine ünlü 6. maddeye göre, “örgütün bildirisini açıklamak suçu”nu işliyor ve para cezasına çarptırılıyordunuz. Yeni tasarıda, bu suçun kapsamı da genişletiliyor: Artık örgütün bildirisini yayınlamak değil, “sempati” bile suç oluyor. Tasarı maddesi şöyle: “Örgütü veya örgüt yöneticisini veya üyelerini kamuoyunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası…” Hoş göstermek nedir? Örneğin terör örgütü yöneticisinin fotoğrafını basarken, suratına kalemle bıyık ve sakal mı çizmek gerekir? Yoksa hiç fotoğraf basılamayacak mı?
Tasarının 7. maddesinde: “Terör örgütünün meşru amaçlar için çalıştığı ve eylemlerinin mazur karşılanması gerektiği yönünde kanaat oluşturmaya yönelik faaliyet” yapanların, örgüt üyesi olup olmadığına bakılmaksızın, 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülüyor. Bu taslak yasalaşırsa, muhtemeldir ki, sadece Irak’ta ABD işgaline karşı direnen direnişçileri kötüleyen haberler yapılabilecektir. Öyle ya, yeni “terör” tanımına göre, Irak direnişçileri de “terörist” tanımına giriyor. Hatta, Filistinli direnişçiler de…
Tasarının 8. maddesi ise daha da tehlikeli; başlığı, “terörün finansmanı”. Bu maddeyle, “terör örgütü”nün faaliyetlerinde kullanılmak amacıyla “fon sağlayanlar”a, 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek. Bu düzenleme iki üç sene önce yürürlükte olsaydı, Haber-İş İstanbul 1 No.lu Şube yöneticileri ve sendika üyeleri muhtemelen cezaevinde olacaktı. Çünkü onlar, Filistin’de mücadele eden direnişçiler için işçilerden para topladılar ve Filistin’e gönderdiler. Al sana yeni TMY Taslağı’na göre “dört dörtlük bir suç”! Ya Çeçenler için Taksim’de stant açıp para toplayanlar? Onlar belki, gemi kaçıran ve otel basan “iyi teröristler” gibi cezalandırılmazlar, ama bu tasarı yasalaşırsa, birine borç vermek bile çok tehlikeli bir iş olabilir.
Tasarının 10. maddesi ise, “soruşturma ve kovuşturma” usullerini düzenliyor. Yani bu bölüm, “ancak” bölümü. Hani, Anayasa ve yasalarda bazı özgürlükler sayılıp, altına da, “ancak” denildikten sonra eklenenlerle sözkonusu özgürlük kullanılmaz hale getirilir ya, işte öyle bir şey. Bu 10. maddede de, AB’ye girmek için yapıldığı söylenen sözde bütün iyileştirmeler ortadan kaldırılıyor. Yani, gözaltına alındığınızda yakınlarınıza haber verilmesi, sanığın avukat huzurunda ifadesinin alınması vb. 24 saatliğine askıya alınıyor. Yani, “kahraman polis”, “teröristi konuşturmak için” 24 saat içinde yapacağını yapacak! İşkence serbest, belki gözaltında kaybetme vb. de…
10. madde, avukatın savunmasına da sınırlama getiriyor. “Terör sanığı”nı sadece bir avukat  savunabilecek, soruşturma sırasında dosyadaki delilleri izlemek yasak ve avukatın “terörist”e yardım ettiğinden şüphelenilirse, avukatın zanlıya vereceği belgeler yasaklanabilecek, herhangi bir şey vermesi engellenebilecek. “Kabak”, her zamanki gibi, avukatların başına patlıyor! Çünkü, bu kafa, bu faşist zihniyet, oldum olası savunmadan ve avukattan hoşlanmaz. Bu kafaya göre, avukat sanığın “suç ortağı”dır. Böyle düşünenler, hatta bazen düşüncelerini açığa da vuranlar, ne hikmetse, emekli olup avukatlığa başladıklarında, kesinlikle siyasi bir davaya girmezler, ama hepsinin en muteber müvekkilleri uyuşturucu kaçakçılarıdır!
“Terörle Mücadele Yasası” taslağı yine bir tercihini açıkça ortaya koyuyor. Tasarının 15. maddesinde, “terörle mücadelede görev alan istihbarat ve kolluk görevlilerinin, görevlerini ifasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve koğuşturmalarda bizzat  kendilerinin belirlediği 3 avukatla temsil edilebileceği ve bu avukatlara da avukatlık ücret tarifesine de bağlı olmaksızın yapılacak ödemelerin bu görevlilerin bağlı oldukları kurumların bütçelerine konulacak ödenekten karşılanacağı” belirtiliyor. Yani işin Türkçesi şu: “Terörist” olduğu iddiası ile yakalanan bir kişiye 24 saat avukat hukuki yardımda bulunamayacak, 24 saat sonra Baro’dan atanacak ve yüz YTL civarında ücret alacak olan bir avukat hukuki yardımda bulunacak; ama bu kişiye işkence yapan, işkence sonucu ölümüne neden olan bir polis, istediği üç avukatı talep edebilecek, bu avukatlar ne kadar ücret isterse, bu ücreti İçişleri Bakanlığı ödeyecek. Böyle olunca, hangi polis işkence yapmaz ki? Tasarının bir diğer fıkrasına göre ise, işkence suçundan yargılanan polis tutuksuz yargılanacak. Buyrun size işkenceye bir başka teşvik…

“BETERİN BETERİ VAR!”
Yukarıdaki düzenlemeler, “daha demokratik” olarak tanıtılan taslağa ait. Basındaki haberlere göre, askerler daha sert bir taslak önermişler. Buna göre; OHAL uygulaması bütün Türkiye için ve sürekli uygulanır hale getiriliyor. Örnekler:
– “Terör önleme yakalaması” diye bir şey icat etmişler. Güvenlik güçleri, şüphelendiklerini, hakim kararı olmadan, 12 saat gözaltında tutabiliyor.
–  Güvenlik güçleri, şüphelendikleri durumda, amirlerinin emri ile istediği konut, işyeri ve eklentilerini arayabiliyor. Aramadan sonra mahkemeye başvuruluyor ve mahkeme, bitmiş arama için karar veriyor.
–  Yine şüphe üzerine, çeşitli tedbir kararları uygulanıyor. Bu tedbirler, bir meslek ya da sanattan men etme, bazı madde ve malzemenin edinilmesinin engellenmesi, iletişim olanaklarının kısıtlanması, bir yerde bulunmanın yasaklanması, belli bir yere ya da bölgeye giriş çıkışın yasaklanması, seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, pasaport-sürücü belgesi vb. belgelere el konulması, zorla parmak izi, DNA vb. izlerin alınması ve tahlillerin yapılması, belirli aralarla güvenlik kuvvetlerine bilgi verilmesi…
Bu tedbirler, güvenlik güçlerinin amirleri tarafından uygulanmaya başlandıktan sonra, hakime durum bildiriliyor, hakim, 48 saat içinde karar veriyor. Devam ya da tamam! Hakim devam derse, tedbirler üç aya kadar uygulanabiliyor. Tam sıkıyönetim uygulaması. Bu tedbirler, OHAL’de bile yoktu.  Eğer, ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği güdülmüyorsa, askerler bu düzenlemeleri gerçekten önerdilerse, “demek ki, askerler 12 Eylül’ü bir türlü unutamıyor, sürekli kafalarında ve gönüllerinde yaşatıyor” demekten başka söylenecek şey yok.

HEDEF ÖZGÜRLÜKLER
Her zaman olduğu gibi, özgürlükleri kısıtlayan yeni yasa tasarısında da, en çok, ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne ve örgütlenme özgürlüğüne karşı saldırı planlanıyor. Yukarıda değinilen örneklerden de görüleceği gibi, Taslak’ta öngörülen “tedbirler”in hiçbiri, “patlayan bombaları”, “terör”ü önlemeye yönelik “tedbirler” değil.
“TMY” Taslağı ile getirilmeye çalışılan önlemler yanında, bir de, uygulanan tedbirler var. Bütün bankalar, resmi kuruluşlar ve pek çok özel kuruluşun yanı sıra kentlerin pek çok bölgesinde elektrik direklerine kameralar konuldu. Her hareketimiz gözetleniyor. Bir zamanlar, sosyalist sistemi eleştirmek için Orwel’in yazdığı 1984 isimli romanda anlatılanlar, şimdi gerçek oluyor. Ama, bu “büyük gözaltı” sosyalist sistem tarafından değil, kapitalizm tarafından uygulanıyor. Sadece gözetlenmekle kurtulamıyoruz bu büyük gözaltından, aynı zamanda dinleniyoruz. Bütün telefon konuşmalarımız dinleniyor. Yasalar çıksa da, yasalarla yasaklansa da, dinlemekten bir türlü vazgeçmiyorlar. En sonunda, özel bir yasa çıkardılar. Bir mahkemenin yetkisi ve kararı ile bütün Türkiye’de herkes (tabii her zamanki gibi askerler hariç) dinlenebilecek. İnternet yazışmalarımız da denetleniyor.  Fakslarımız da öyle…
Peki, pek özgürlükçü AB ne diyor bu TMY Taslağı hakkında? Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, bir Bakanlar Kurulu toplantısının ardından, yukarıdaki soruya şöyle yanıt veriyor: “AB, bize müzakere tarihi vermek için altı temel yasada değişiklik yapılmasını istedi. Biz de bu değişiklikleri yaptık. AB’nin bizden istediği başka yasal düzenleme yoktur.” vb. vb..
İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için girişimlerde bulunduğuna bakılırsa, AB’nin, AKP tarafından hazırlanan “TMY” değişikliklerine de itiraz etmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Hükümet cephesinde yapılan hazırlıklar iyi değil. “Terörle Mücadele Yasası” değil, sanki “demokratik hak ve özgürlüklerle mücadele yasası” hazırlanıyor. Ama “Terörle mücadele” denen şey de zaten bu değil mi?

NE YAPMALI?
TBMM’den beklenecek bir şey yok. Sözde ana muhalefet partisi CHP, AKP’yi daha sert “tedbirler” almamakla eleştiriyor. DYP Genel Başkanı Ağar, “Bin Operasyon” günlerini hatırlatıyor.
Tabii, akla ilk olarak, DİSK’in yetmişli yıllarda DGM’lere karşı yürüttüğü mücadele geliyor. Gerçi, DİSK son zamanlarda patronları seviyor, Kürtleri sevmiyor, mitingleri baltalıyor vb. Ondan fazla bir şey beklememeli, ama “terör” bahanesi ile hak ve özgürlükleri kısıtlama girişimini boşa çıkaracak en başta gelen güç de yine işçi sınıfı. KESK, “TMY”ye karşı mücadeleyi kendisinin sorunu olarak görüp davranmak durumunda. TMMOB, tek tek sendikalar ve diğer emek örgütleri de. Başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın birleşik mücadelesi ile karşı çıkılmazsa, bu yasa da diğerleri gibi geçecek ve gazeteciler, ilericiler, demokratlar cezaevlerine doldurulurken, “bu yasaya karşı ne yapabiliriz” diye dövünmek zorunda kalacağız. Öte yandan, bir aydan kısa bir süre içinde çıkarılacak yasayı engellemek için, bu kadar kısa süre içinde işçi sınıfını, emekçileri ve emek örgütlerini harekete geçirmek ve bir birleşik mücadele örgütlemek kolay değil. Ancak tek geçerli olan da bu.
Hak ve özgürlüklerin kısıtlanması en çok işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini engelliyor. Bu nedenle, en başta işçi sınıf,ı sadece işi ve ekmeği için değil, özgürlüğü için de mücadele etmek durumunda. Özgürlükleri kazanmadan iş ve ekmek için mücadele etmek kolay olmadığı gibi, geri kalan toplumsal güçleri harekete geçirmek de işçi sınıfının üzerine düşüyor.
En önemli görev, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların, sınıfın devrimci partisinin sırtında: Sınıfın ve halkın talepler üzerinden mücadeleye seferber edilmesi ve şurada burada ortaya çıkan yerel mücadele ve direnişlerin birleşik bir mücadelenin bileşenlerine dönüştürülmesi için sorumluluk üstlenmek.

Burjuvazinin Yeni Silahı “Terörle Mücadele”

Başbakan Tayyip Erdoğan, 2005 yazında, “aydınlar heyeti” ile yaptığı görüşmede ve daha sonra Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, Kürt sorununun var olduğunu ve bu sorunun demokrasi içinde çözüleceğini söyledi. Başbakan’ın sözleri pek çok insanda umut yarattı. AKP ve Erdoğan’ın sözlerini yerine getirmesini, adım atmasını bekleyenler, karşılarında, iki yüz binden fazla askerle başlatılan bir operasyon ve Terörle Mücadele Yasası Değişiklik Taslağı’nı buldular. Başbakan Erdoğan da, kendinden önceki başbakanlar gibi, Kürt sorunu ve demokrasinin sözünü etmiş, ama askeri operasyonları ve özgürlüklerin daha da kısıtlanmasını tercih etmişti. Demirel ve Çiller gibi, Mesut Yılmaz gibi, Erdoğan da, devletin klasik pozisyonunu almıştı.

Askerler, emniyet yetkilileri ve Adalet Bakanlığı bürokratları, burjuva politikacıları, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi istek ve çabalarına sürekli ve ısrarlı bir biçimde karşı çıktılar. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, adil yargılanma, sanık ve savunma hakları, onları hep rahatsız etti.

Baskıcı yasalarda en küçük bir değişiklik karşısında, “Terörle mücadelede yetkilerimiz elimizden alınıyor. Sürekli şehit vermeye başladık” gibi yakınmalar ve “Terörist sadece dağdaki silah kullanan adam değildir”, “Bir kişinin terörist sayılması için bomba koymasına gerek yoktur. Terörü desteklemek, teröristleri alkışlamak da terörist olmak için yeterlidir”, “İngiliz terörle mücadele yasasının aynısı bizde olsun, bize yeter” vb. sözler, açıktan ya da dolaylı olarak, bu çevrelerce daha çok dile getirilmeye başlandı.

Demirel’in aktif politika yaptığı dönemlerde sık sık tekrarladığı “Polisimizin elini soğutmayın” sözü, değişik biçimlerde daha sık edilir oldu. “Suçlu olduğu bilindiği halde yakalananların kendisini sokakta bulması birkaç saati bulmuyor. Terör örgütleri ellerini kollarını sallayarak sokaklarda gösteriler yapıyorlar, terör liderlerini öven sloganlar atıyorlar ve güvenlik güçleri sadece olayları görüntülemek zorunda bırakılıyor” denilerek, asker ve polis, ellerindeki yetkilerin daraltılmasına karşı çıkıyor ve yeni yetkiler istiyordu. Onlar da, en azından İngiliz polisi kadar yetkili olmak istiyordu. “Suçsuz bir elektrikçiyi şüphe üzerine yere yatırıp kafasından beş kurşunla vuran İngiliz polisinin arkasında duran yasaları, medyayı ve siyasetçileri gördükçe, kendisinin karşı karşıya bırakıldığı durumu anlayamıyor”du. Örnek gösterilen, özenilen İngiliz terör yasaları ise, “terör şüphelileri”nin gözaltı süresinin üç aya kadar uzatılması, “terör eylemleri”ni teşvik eden ve öven ifadelerin yasaklanması, “radikal” bulunan kişilerin sınır dışı edilmesi gibi uygulamaları içeriyordu.

AKP hükümeti, nihayet Terörle Mücadele Yasası’nda Değişiklik Taslağı’nı TBMM’ne getirdi. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, TV programlarında yasa tasarısını savunurken, “güvenlik mi özgürlük mü?” sorusunu sıradan cümlelerle geçiştirdikten sonra, şu anlama gelen sözler söyledi: “Daha bugün bir askerimiz şehit edildi. Onun için artık ne düşünce özgürlüğü var, ne de diğer özgürlükler.” Adalet Bakanı’nın ağzından, AKP hükümeti, artık söyleminde “demokrasi ve özgürlük”ün yerine, “şehitlerimizin hesabının sorulması”nı geçiriyordu. Kendilerini her durumda AKP’yi savunmakla görevli sayanlar, AKP’nin söylemini değiştirmesini bir erken seçim manevrası olarak değerlendirip satmaya çalışırken, bu söylemin somut bir ifadesi olarak TMY değişikliği, Meclis gündemine getirilmişti.

TBMM gündemine getirilen Değişiklik Taslağı ile, 12 Nisan 1991 tarihinde yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın bazı maddelerine ekler ve değişiklikler yapılıyor. Mevcut TMY’de “terör” tanımı çok geniş ve hakimin takdir ve yorumuna açık yapılmıştı. Değişiklik tasarısı ile “terörist ve terör” tanımı daha da genişletiliyor. Artık, asker ve polislerin isteği yerine getiriliyor, İngiliz TMY’sinde olduğu gibi, “terör örgütü ile aynı amaç için mücadele etmek”, “Terör örgütünün ya da teröristin amacını övmek”, “Terör örgütünü ya da teröristi desteklemek” de terör suçu kabul ediliyor. Sadece terörün tanımı genişletilmiyor, “terör suçu” sayısı da arttırılıyor. Kasten öldürme ve yaralama suçları, cebir ve şiddet içeren suçlar ile göçmen kaçakçılığı, ölüm orucuna ya da intihar eylemine teşvik etmek, savunmak, övmek vd., tehdit, kişi hürriyetinden yoksun kılma, eğitim ve öğrenimin engellenmesi, kamu kurumu ya da kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarının faaliyetinin engellenmesi, siyasi hakların kullanılmasının engellenmesi, inanç düşünce ve kanaat özgürlüğünün engellenmesi, konut dokunulmazlığının ihlali, iş ve çalışma hürriyetinin ihlali, sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi, nitelikli hırsızlık, gasp (yağma), mala zarar verme, genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, radyasyon yayma, atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, çevrenin kasten kirletilmesi, zehirli madde katma, kişilerin hayatını ve sağlığını tehlikeye sokacak biçimde ilâç yapma veya satma, parada sahtecilik, kıymetli damgada sahtecilik, para ve kıymetli damgaları yapmaya yarayan araçlar yapmak, mühürde sahtecilik, resmî belgede sahtecilik, özel belgede sahtecilik, halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması, bilişim sistemine girme, sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme, banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması, görevi yaptırmamak için direnme, hükümlü veya tutuklunun kaçması, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, silâh sağlama, askerî komutanlıkların gaspı, halkı askerlikten soğutma, askerleri itaatsizliğe teşvik , Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçlar, Orman Kanunu’ndaki suçlar, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’ndaki suçlar, olağanüstü hâlin ilanına neden olan olaylara ilişkin suçlar, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ndaki suçlar vb. “terör amacı ile işlenmiş ise” terör suçu sayılıyor.

Değişiklik Tasarısı’na göre, öyle suçlar “terör suçu” kapsamına dahil ediliyor ki, komikliğini ve vehametini göstermek açısından birkaçını sıralamalı: Çocukların cinsel istismarı, kıt’a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit platformların işgali , fuhuş, ihaleye fesat karıştırma, kıymetli damgada sahtecilik, çevrenin kirletilmesi, banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması vs.. Böyle “terör suçu” olur mu? “Terör suçu” sayısı öylesine artırılıyor ki, neredeyse TCK’daki suçların hepsi “terör suçu” sayılacak. Tabii, “terör suçları”, DGM’lerin adı değiştirilerek tesis edilen “özel yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”nde yargılandığı için, bu Tasarı yasalaşırsa, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (DGM) sayısı artacak, bütün ceza mahkemeleri DGM’ye dönüşecek.

 

“Terör suçu”nun sayısını böylesine arttırmanın amacı ne olabilir?

“Terör suçu kapsamına giren suçlarda ceza yarı oranında arttırılıyor. Bu artırma cezanın üst sınırını aşabiliyor.” Ve, “Terör suçları”na Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (DGM) bakıyor. Tek neden bu. Cezaları arttırmak ve DGM’leri genel mahkeme haline getirmek.

AKP ve Adalet Bakanı, bütün yargı sistemini “DGM yargısı sistemi”ne dönüştürüyor. Sıkıyönetim’e dönüştürüyor. 12 Eylül hukuku, genel hukuk sistemi oluyor.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in yapmak istediğini Kenan Evren bile yapamadı. Cemil Çiçek ve AKP’nin “demokrasiseverliği” işte böyle.

“Terörle Mücadele Yasası Tasarısı” da, daha önce “terörle mücadele” amacıyla yapılmış bütün yasal düzenlemelerde olduğu gibi, öncelikle basın ve düşünce özgürlüğüne kısıtlama getiriyor. Yıllar boyunca yürütülen mücadelelerle kaldırılan gazete ve dergi yazıişleri müdürlerine hapis cezası uygulaması yeniden geri geliyor. Hapis cezası yerine para cezası uygulamasını kaldırılıyor. 3713 sayılı TM Kanunu’nun 6. ncı maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarında geçen “beş milyon liradan on milyon liraya kadar ağır para” ibaresi, “bir yıldan üç yıla kadar hapis” olarak değiştiriliyor. Yani, bu yasa tasarısı yasalaştığında, yine, eskisi gibi, çok sayıda gazeteci cezaevlerine tıkılacak.

Para cezaları da arttırılıyor. Bir aylık tiraj çarpı birim gazete/dergi fiyatının yüzde doksanı yerine ,“Yukarıdaki fıkralarda belirtilen fiillerin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, basın ve yayın organlarının sahipleri hakkında da bin günden on bin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Sorumlu müdürleri hakkında, bu cezanın üst sınırı beşbin gündür.” deniyor. Yani, bir aylık yayın gelirinin yüzde doksanı yerine, üç seneden otuz seneye kadar hapis cezasının karşılığı para cezası öngörülüyor.

3713 sayılı Yasa ve 12 Eylül döneminin Basın Kanunu’na göre, hakim kararı ile bir yazının “üç günden otuz güne kadar” yayınlanması durdurulabiliyordu. Ve, hiçbir zaman, hiçbir yayına otuz gün kapatma cezası verilmedi. Yeni tasarıda, “Terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik, işlenmiş olan suçları ve suçlularını övme veya terör örgütünün propagandası niteliğinde olan içeriğe sahip süreli yayınlar hâkim kararı ile; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de Cumhuriyet savcısının emriyle tedbir olarak onbeş günden bir aya kadar durdurulabilir. Cumhuriyet savcısı, bu kararını en geç yirmidört saat içinde hâkime bildirir. Hâkim kırk sekiz saat içinde onaylamazsa, durdurma kararı hükümsüz sayılır.” deniyor. Üstelik, fark edileceği üzere, kapatma kararı, sadece hakim (mahkeme) tarafından değil, savcı tarafından da verilebiliyor. 12 Eylül hukukundan bile ne kadar geri gidildiği, buradan da net olarak görülebilir.

3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, “terör örgütü” tanımı yaparken, silahsız “terör örgütü”nden söz ediyordu. Çünkü, silahlı terör örgütü 765 sayılı TCK’nun 168. maddesinde tarif edilmişti. Yeni yasa tasarısı, “terör örgütü”nde silahlı-silahsız ayrımını kaldırıyor. Tasarıda, “1 nci maddede belirtilen amaçlara yönelik suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” hükmü getiriliyor. TCK 314 madde, eski TCK’nun 168. maddesine karşılık olarak getirilen madde. Sözü edilen örgüt hiç silah kullanmamış olsa da, örgütün amacına göre, yani mevcut sistemi değiştirmeyi amaçlıyorsa, “silahlı örgüt” gibi kabul ediliyor. Cezası da bu örgüte göre düzenleniyor.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’na göre: “Terör örgütü”nün propagandasını yapanlar ise, bir yıl hapis ve elli milyon lira para cezasına mahkum edilirken, yeni kanun tasarısında: “Terör örgütünün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. Ayrıca, basın veya yayın organlarının sahipleri hakkında da bin günden on bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Sorumlu müdürleri hakkında, bu cezanın üst sınırı beşbin gündür” denilerek ceza miktarı ve kapsamı arttırılıyor. Ayrıca, propadandadan başka fiiller de cezalandırılma kapsamına dahil ediliyor: “a) Örgütün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması veya bu işaret ve amblemlerin üzerinde bulunduğu üniformayı andırır giysiler giyilmesi veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün, tamamen veya kısmen kapatılması, b) Örgütün amacına yönelik afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçlerin taşınması veya bu nitelikte slogan atılması veya ses cihazları ile yayınlanması, c) Örgüte üye kazandırmaya yönelik faaliyetlerde bulunulması…” ve bu fiillerin, “dernek, vakıf, siyasî parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde işlenmesi halinde… cezanın iki katı hükmolunur.” denilerek suç kapsamı genişletiliyor ve ceza miktarı arttırılıyor.

3713 sayılı Kanun’un 8. maddesi çok bilinen bir madde. “Bölücülük propagandası” yapma suçu. Bu madde, bir süre çok yoğun olarak uygulandı. Hapishaneler gazeteci, yazar, aydınlarla doldu. Daha sonra, hapis cezası para cezasına çevrildi. En nihayetinde de, 8. madde tümüyle kaldırıldı. Gerçi, 8. maddenin yerine hemen TCK 312. madde uygulanmaya başlatılıp, cezaevlerinin boş kalması önlendi. Ama, 8. maddenin kaldırılması, demokrasi mücadelesi açısından önemli bir kazanımdı. Şimdi, eski 8. madde, yeniden ve adeta nispet yaparcasına, aynı isimle, yine 8. madde olarak, Terörle Mücadele Yasası’na konuyor.

Terörün finansmanı” başlığı ile getirilen 8. maddede: “Her kim tümüyle veya kısmen terör suçlarının işlenmesinde kullanılacağını bilerek ve isteyerek doğrudan veya dolaylı olarak fon sağlar veya toplarsa, hakkında bir yıldan beş yıla kadar hapis ve yüzelli günden bin beş yüz güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Fon, kullanılmamış olsa dahi fail aynı şekilde cezalandırılır.

Bu maddenin birinci fıkrasında geçen fon; para veya değeri para ile temsil edilebilen her türlü mal, hak, alacak, gelir ve menfaat ile bunların birbirine dönüştürülmesinden hasıl olan menfaat ve değeri ifade eder.

Getirilen düzenlemede maksat anlaşılmıştır sanırım. 3713 sayılı kanun ile getirilen sınırlamalar, yazarların ve yazıişleri müdürlerinin cezaevlerine girmesi, yurt dışına çıkmak zorunda kalması ile çözülüyordu. Şimdi, her şeye rağmen, yayıncılık sona erdirilmek isteniyor. Artık, yazıişleri müdürü ve yazar ile uğraşılmayıp, doğrudan gazete veya dergiyi yayınlayan şirket ile uğraşılıyor ve şirketin kapatılması ve mal varlığına el konulması düzenleniyor..

Türkiye’de ceza yargılaması, işkenceli sorgu sistemine dayanır. İşkence ile sanığın itirafı ve ifadesi alınamazsa, çoğu zaman dosyaya başka bir delil konamaz. Bu nedenle, sanığın sorgusunda bir avukatın bulunması, gözaltı süresinin kısıtlanması, yasak sorgu yöntemlerinin hükme esas alınmaması vb. uygulamalar, başta polis ve savcılar olmak üzere, yargı sistemini çok rahatsız etmiştir.

Polis, işkenceyi kısıtlayan her yeni düzenleme yürürlüğe girdiğinde, yüksek sesle itirazının yanı sıra, gerekli tedbirleri de almıştır: Polis sorgusuna avukatın çağrılmaması için icat edilen bahaneler, “para ile avukat tutup”, yani işkenceyi hoş gören avukat bulup pişmanlık içeren ifadeler alma, sanığın baskı ve işkence ile ifadesini aldıktan sonra avukatı çağırma ve sanığı ifadesini değiştirmemesi için tehdit etme, işini yapan avukatları “terör örgütünün avukatı” ilan etme, avukatlara gözdağı ve baskı vs. vs.

Yeni tasarı ile polis, “sıkıntılarından kurtarılıyor”! Gözaltına alınanın sadece bir yakınına (muhtemelen bulunamayan, ulaşılamayan) yakınına haber veriliyor. Böylece, şüphelinin yakınları ve avukatlarının müdahil olmasını önleyerek, polisin işini (yasak sorgu yöntemlerini uygulamasını) kolaylaştırıyor. Sadece, bir avukatın hukuki yardımda bulunmasına izin veriliyor. O avukata ulaşılamazsa, avukatın başka işi olursa, ya da gece saat ikide aranırsa, şüpheli avukat yardımından mahrum kalabilir. Ama, şeriatın kestiği parmak acımaz. Üstelik, savcının istemi ile hakim, avukat yardımından şüphelinin yararlanmasını 24 saat erteleyebiliyor. İşkence ve baskı için 24 saat de az süre sayılmaz.

Yeni düzenlemede, yine 12 Eylül’deki gibi, soruşturmayı yürüten polislerin ismi gizleniyor. Polisler, tutanaklara sadece sicil numaralarını yazmakla yetiniyorlar. Demek ki, gizlenmelerini gerektirecek durumlar olacak.

Şüphelinin müdafii (müdafiiler diyemiyoruz, çünkü bir avukatla sınırlanıyor), soruşturma dosyasını savcının önerisi ve hakimin kararı ile incelemek ve belge almaktan men edilebiliyor. Yukarıdan aşağıya görüldüğü gibi, şüphelinin avukat yardımından yararlanması adım adım ortadan kaldırılıyor.

Bu kadarla da yetinilmiyor. Eğer, şüphelinin avukatının, terör örgütü ile haberleşme konusunda yardımcı olduğundan şüpheleniliyorsa (ki, polisler her ağızlarını açtıklarında avukatların da terör örgütü mensubu olduğunu söylüyorlar), şüpheli ile avukatının görüşmesini dinlemek üzere bir görevli tayin ediliyor, şüphelinin ve avukatının birbirlerine verdikleri belgeler inceleniyor vs. Şüphelenmenin bir kriteri olmadığına gore, pekala polisle işbirliği yapmayan bütün avukatlardan şüphelenilebilir!

12 Eylül günlerinde bir fıkra dilden dile dolaşırdı: Bir sanık işkencededir. Filistin askısına alınmış, sorgulanmaktadır. Sanık “Avukatımı istiyorum” diye bağırır. Ertesi gün, sanığın yanında, Filistin askısında biri daha vardır. Sanığın avukatı. Sanığın isteği yerine getirilmiştir.

Tıpkı böyle. Yeni Terörle Mücadele Kanunu, şüphelinin avukatını, şüphelinin yanına getiriyor. Terör örgütü üyesi olarak.

Tabii, tahmin edilebileceği üzere, yeni Terörle Mücadele Yasa Tasarısı işkenceciyi de koruyor. İşkence vb. nedenlerle yargılanmak zorunda kalan polis, istihbaratçı (önceki yasal düzenlemelerde istihbaratçı yoktu) için üç avukatın parasını devlet ödüyor. 3713 sayılı terörle Mücadele Yasa’nda da böyle bir düzenleme vardı. İşkencecinin avukatının parasını neden devlet ödüyor itirazları üzerine, avukat ve avukat parası düzenlemesi kaldırılmıştı. Demek ki, işkenceciler mağdur olmuş! Hem, devlet için işkence yap, hem yargılan, hem de avukat parası ver. İşkencecilere hak verilmiş demek ki!

Yine, işkencecileri ve suç işleyen asker ve polisleri, “terörle mücadelede görev yapanları” korumak üzere, bu kişilerin tutuksuz yargılanabileceği düzenlenmiş yeni yasa tasarısında. Bu tasarı yasalaştığı gün, Şemdinli Olayı sanıkları tahliye edilecek. “İyi çocuklar için” de böyle düzenlemeler yapılmalı herhalde!

Tasarı ile 12 Mart Cuntası’ndan bu yana tartışılan “muhbirlik” işi (!) de bir çözüme kovuşuyor. Türkiye tarihinde ilk kez muhbirlere para ödülü veriliyor. Hoş geldin muhbir vatandaş!

Muhbirlik tabii ki, tanık koruma programsız olmaz. Ama, yeni ylasa tasarısına göre, tanık koruma programına alınanlar, muhbir ve tanıklar değil. Polisler, istihbaratçılar, askerler, hakimler, savcılar, cezaevi müdürleri vd. Bu yasa engellenemezse, Türkiye, dünyada yüzünü estetik ameliyatla değiştirecek ilk hakim ve savcılara tanık olacak önümüzdeki günlerde.

Ve, son olarak, Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiş bir hüküm yeniden yasalaştırılmak isteniyor Terörle Mücadele Yasa Tasarı’sında : “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda ‘teslim ol’ emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde, kolluk görevlileri, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler” hükmü ile, genel silah kullanma yetkisi aşılarak, yeni bir tanım getiriliyor. “Teslim ol” emrine itaat etmeyeni vurmak mübahtır! Canlı yakalamaya çalışmak yok, beklemek yok, ikna etmeye çalışmak yok, başka yollarla (bayıltıcı gaz, zaman içinde yorma vs.) teslim almaya çalışmak yok. Polis, “teröristi” vuracak, “teslim ol dedim” olmadı diyecek. “Teslim ol” demediyse de, bunu kim söyleyecek?

“EN DEMOKRATİK” BİLİNEN ÜLKELERDE DE..

AKP’nin Terörle Mücadele Yasası adı altında özgürlükleri kısıtlama ve toplumun bir kısmını, muhalifleri “terörist” ilan etme programını, emperyalist burjuvazi çeşitli ülkelerde uygulamaya çalışıyor. ABD, İngiltere başta olmak üzere, emperyalist ülkeler birer birer “Terör Yasaları” hazırlıyor. Pek çok emperyalist devlet için, “Terör Yasaları”nda olmasa da, göçmenler, Asya ve Afrikalılar, Müslümanlar, solcular, sendikacılar, komünistler “potansiyel terörist”tir. Bu türden olanlar, hiçbir yasa hükmüne dayanılmadan, Guantanama gibi işkence evlerinde senelerce tutuluyorl, CIA işkence uçaklarında ve üslerinde sorgulanıyor, sınırdışı ediliyorlar, vize bile alamıyorlar.

SSCB’nin ve Doğu Avrupa devletlerinin varlığı koşullarında emperyalist burjuvazinin ilan ettiği düşman, kapitalist sistemin düşmanı komünizm idi. Ve komünizme, “totaliter rejime” karşı, emperyalist burjuvazinin silahı, “insan hakları”, “demokrasi” ve “özgürlük” idi. Elbette, burjuvazi, bu saydığımız kavramların içine boşaltıyor, onları tahrif ediyor ve burjuva sistemde olan ile tarif ediyordu. Son on beş yılda, özellikle 11 Eylül olayından sonra ise, düşman, “terörizm”, “haydut devletler”, “terörizmi besleyen ve destekleyen devletler” olarak ilan edilip değiştirildi.

“Terörle mücadele” gerekçesi ile emperyalist burjuvazi, bir taraftan işçi sınıfını zapturap altında tutacak yeni yasal saldırılar düzenlerken, diğer taraftan dünyanın her tarafına, “terörü önlemek”, “önleyici savaş” vb. adlar altında ordularını göndermeye başladı.

6 Ekim 2001 tarihinde Taliban ve El Kaide’yi Afganistan atmak bahanesiyle Enduring Freedom operasyonunu başlattığını ilan eden ABD, NATO’nun Akdeniz hazır kuvvetini kullandı. Daha sonra, ABD kuvvetleri, bütün Akdeniz’i kontrol altına aldı. Active Endeavour adını alan operasyon, NATO Sözleşmesi’nin 5. maddesini “terörizmi önlemek” amacıyla kullanma kararı alınarak, genişletildi. NATO Sözleşmesi’nin 5. maddesini kullanan ABD, uçak gemileri ve donanmasının diğer gemileri ile “terörü önleme” gerekçesi ile denizleri kontrol etmeye başladı. NATO güçlerinin ABD hegemonyası için kullanılması sağlandı. Nisan 2003’te, ABD askerleri, Akdeniz’de durdurduğu gemileri aramaya başladı. İki sene içinde, ABD askerleri 60.000 kadar gemiyi durdurdu ve 95 gemiyi aradı. Cebelitarık Boğazın’dan geçen 488 sivil gemiyi takip etti. ABD, bugün Akdeniz’i kontrol eden donanmasının Karadeniz’i de kontrol etmesi için, Türkiye’ye baskı yapmaktadır.

ABD, 11 Eylül saldırısının ardından, “Yurtseverlik Yasası” adını verdiği “terörle mücadele” yasası çıkardı. 26 Ekim 2001 tarihli yasaya göre, şüphelilerin evlerine onların bilgisi dışında girip arama yapma, haberleşmesini kontrol etme (telefonlarını dinleme, mektuplarını okuma, e-postalarını izleme vb). mümkün olabilecekti. ABD’de “terör sanıklarına” işkence yapılabileceğine dair yasa çıkarılması, hukuk profesörleri tarafından tartışıldı.

Birincisinin ardından, ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un önerisiyle hazırlanan ve “Patriot Act II” adını taşıyan yeni bir yasa teklifi gündeme gelmekte gecikmedi. Ashcroft, “yurtseverlik yasası” adı altında, tüm şüphelilerin tutuklanabilmesine, hapse atılmasına, postaların takip edilmesine, internet iletişimlerinin izlenmesine, telefon konuşmalarının dinlenmesine, mahkeme kararı olmaksızın evlerin aranmasına izin veren bir “terörle mücadele” yasasını yürürlüğe koydu. Yasaların yürürlüğe konulmasıyla birlikte, tutuklulara ve yakınlarına herhangi bir kanıt sunulmadan, 1200 kadar yabancı uyruklu kişi tutuklanmış ve 600 kadarı hakim karşısına çıkarılmadan ve kendilerine savunma imkânı tanınmadan, hapse atılmıştır. Sıradan Amerikan mahkemeleri tam yetkili oldukları halde, George W. Bush, 13 Kasım 2001’de, “terörizm”le suçlanan yabancıları yargılamak için, özel yetkilerle donatılmış askeri mahkemeler kurma kararı almıştır. Bu mahkemeler, savaş gemilerinde ya da askeri üslerde kurulabilecek, mahkeme kararları subaylardan oluşan bir komisyon tarafından ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşmeler izinsiz dinlenebilecek, mahkemelerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler, gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edilebilecek. Sanıklar, ölüm cezasına çarptırılsalar bile, bir üst mahkemeye başvuramayacaklar. Ceza ve yetkilerin arttırılmasını, gözaltı sürecinde yargı haklarının azaltılmasını, hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapılabilmesini, sadece şüpheli olsa dahi, herhangi bir kişinin DNA bilgilerini de içerecek şekilde fişlenebilmesini, yeni ölüm cezalarını ve politik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesini öngören bu anti-terör yasası, ilkini mumla aratacak özellikler taşıyordu. Devlet isterse, bir Amerikalı’yı vatandaşlıktan atabilecek! Bugüne kadar bir Amerikan vatandaşı ancak kendi özgür iradesiyle vatandaşlıktan çıkmak istediğini söylerse vatandaşlıktan çıkabiliyordu. Artık şüpheli kişi, eğer hükümet tarafından “terörist” olduğu kabul edilen bir grubun üyesiyse ya da bu grubu desteklediğini gösteren bir belge varsa, kolayca vatandaşlıktan atılabilecek. Yani Patriot Act II’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yandaşı olduğu gruba bağışta bulunduğu gerekçesiyle, ABD vatandaşlığından çıkarılabilecek. Yasayla, “terörist” olduğu şüphesiyle gözaltında tutulanlarla ilgili dışarı bilgi vermek yasaklandı. Yasa maddesine göre, hükümet “terörizm” suçu işleyenlerin kimliğini hüküm verilene kadar açıklamak zorunda değil. Aslında 11 Eylül’den sonra, “terörist” olduğu şüphesiyle gözaltına alınan pek çok kişi uzun süre ailelerine haber verememiş, bir avukat tutamamıştı. Ta ki, uzun süren baskılar sonucu, bilgi verilmesine ilişkin örnek bir karar alınana dek. Ancak Ashcroft’un “anti-terör” yasası, bu mahkeme kararını da geçersiz kılıp, “terör”le ilgili olarak gözaltında olan kişiler hakkında bilgi vermeyi yasaklıyor. Bu yasayla birlikte, artık Amerika da “gözaltında kayıplar”la tanışacak görünüyor!

“Terör” şüphelileri için bir DNA bilgi bankası oluşturulacak. “Terörist” olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla ilişki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olmayanların DNA’ları, salt şüphelenildikleri için, DNA bilgi bankasına kaydedilebilecek.

FBI yetkilileri işi öyle bir boyuta getirmiş durumdalar ki, bazı sanıklar, yerel polis tarafından “kesin ve etkili” yöntemler kullanılarak sorgulanabilmeleri için, “diktatörlükle yönetilen” bazı “ABD dostu” ülkelere gönderilebilecekler. Burjuvazinin sözcüleri medyada her fırsatta şunu işliyorlar: “İşkence iyi bir şey değildir. Ama terör daha da kötüdür. Bazı durumlarda işkence, terörden daha az kötüdür.

ABD ve pek çok Avrupa ülkesinde kimlik kartı taşımak, sokakların kameralarla gözetlenmesi, uydudan gözetleme gibi yöntemlere başvurulmaya başlanmıştır.

AB, 11 Olayları’nı bahane ederek, “terörle mücadele” konusunda bazı düzenlemeler yapmıştır. 2002 yılında, “Terörizmle Mücadeleye İlişkin Konsey Çerçeve kararı” kabul edilmiştir. Bu kararın amacı, “terörizme” karşı üye ülkelerin mevzuatlarını yakınlaştırmak ve bunun sonucunda ortak bir konsept ve mevzuat ortaya çıkarmaktır. Karar, AB kurumlarına, üye devletlere, üçüncü devletlere ve diğer uluslararası kuruluşlara yapılan saldırıları kapsamaktadır. Kararda, yapılan “terör” tanımı, “bir ülkenin halkını ciddi şekilde korkutmak veya sindirmek, bir hükümeti ya da bir uluslararası kuruluşu bir şey yapmaya veya yapmamaya zorlamak ve bir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun politik, sosyal, ekonomik, anayasal temel yapısını yıkmak veya işlemez hale getirmek” biçimindedir. Kararda, örgüt yerine “terörist grup” ifadesi yer almaktadır. “Terörist grup”ise, “ikiden fazla kişiden oluşan, belirli suçları işlemek amacıyla hareket eden grup”tur. AB ülkelerinde bir “terörist örgütü” yönetmek, “terörist” bir örgütü desteklemek, finance etmek, bilgi ve materyal kaynakları temin etmeye katkıda bulunmak veya bu örgüt içerisinde yer almak Çerçeve Karar’a göre cezalandırılır.

Görüldüğü gibi, Türkiye’de gündeme gelen “Terörle Mücadele” yasaları; ABD ve AB’dekilerle benzerdir. Burjuvazi, yeni dünya düzeninde “Terörle Mücadele” yasalarını dünyanın her yerine yaymak amacındadır.

Emperyalist burjuvazi, sosyalizmin geçici yenilgisinden sonra, sadece işçi sınıfının sosyal ve ekonomik haklarını iğdiş etmekle kalmıyor, en temel hukuki ve siyasi hakları bile geri almaya çalışıyor. Burjuva devriminin bayrağında yer alan hakları silmeye çalışıyor. Bu nedenle, bugün burjuva hakları bile savunmak ve gaspedilenleri yeniden kazanmak işçi sınıfı ve müttefiklerine düşüyor.

Primakov’ un İtirafları

Timaş Yayınları  Primakov’un “Rusların Gözüyle Ortadoğu” isimli kitabını Haziran 2009 da yayımladı. Yazar Rus siyaseti açısından önemli bir isim.

Yevgeni Maksimovic Primakov, Moskova Üniversitesi Doğu Bilimler Enstitüsü mezunu. 1953-1962 yılları arasında Devlet Radyo ve Televizyon Kurumu’nda muhabir olarak çalışıyor. 1959 yılında 30 yaşında SBKP’ne üye oluyor. 1962-1970 yılları arasında Pravda Gazetesi’nin Asya-Afrika masasında muhabirlik ve editörlük yapıyor. Muhabirlik döneminde aynı zamanda KGB için çalışıyor. 1970’den 1977’ye kadar SSCB Bilimler Akademisi’ne bağlı Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyor. 1985’de Enstitü’nün direktörü oluyor. Brejnev’in Ortadoğu danışmanlığını yapıyor. 1989 da SBKP MK’ye giriyor. Yine 89’da Sovyetler Birliği sekreterliği yapıyor. 89-90 yıllarında politbüro üyeliği yapıyor ve Gorboçov’un “Glastnost” ve “Perestroyka” politikalarına yardımcı oluyor. Yeltsin döneminde Dış İstihbarat Başkanlığı yapıyor. 96-98 yıllarında Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nı sürdürüyor. 1998-99 da ise, Rusya Federasyonu Başbakanı oluyor.

Primakov’un mesleki ve siyasi kariyerini detaylı olarak aktarmamızın nedeni, SSCB ve Rusya Federasyonu’nun Ortadoğu politikalarının ne kadar içinde, merkezinde olduğunu belirlemek içindir. Primakov, çalışmaları sırasında aldığı notlardan yararlanarak kitaplaştırdığı Rusya’nın Ortadoğu politikalarının neredeyse kırk yıl merkezinde olmuş, kırk yıllık mesaisinin önemli bölümünde Irak, İran, Suriye, İsrail, Mısır, Beyrut gibi ülkelere sayısız ziyaretlerde bulunmuş.

Primakov, kitabında, elbette açıktan “biz kırk sene boyunca Ortadoğu halklarını sömürmek, ülkeleri etkimiz altına almak, buralarda askeri üsler kurmak için çalıştık” demiyor. Politikalarının temelini, ABD ile birlikte bölgede dengeleri koruma ve savaş çıkmasını önleme, çıkacak savaşların bir dünya savaşına yol açmamasını sağlama, İsrail-Filistin sorununu çözme gayretleri olarak tarif ediyor. Ona inanırsak, Ortadoğu’daki Rus diplomat ve ajanları birer barış elçisi ve yardımsever. Bütün darbelerden sonradan haberdar oluyorlar, bütün savaş ve çatışmaları çıktıktan sonra öğreniyorlar ve hemen bu durumlarda barış için müdahale ediyorlar. Sömürgelikten kurtulan devletlere yardımlarda bulunuyorlar. Vb.vb..

Fakat Primakov kitabın bazı sayfalarında açık veriyor. 1953 öncesi SSCB politikalarına ya da mazlum bir halkın komünist partisine öfke ile saldırırken, elinde olmadan emperyalist politikaları itiraf ediyor.

Bu itiraflardan bir kısmını aşağıda aktaracağız.

Kitaptan alıntılar uzun ve kitabın tercümesi çok kötü olduğu için zaman zaman anlama zorluğu olabilir, ama revizyonizmin, Marksizm-Leninizmden ayrılmanın, karşı kampa geçmenin çok güzel ve özel örneği olduğu için bu uzun alıntıları okumakta yarar var.

Mısır’da Hür Subaylar iktidara gelince Moskova başlangıçta onlara büyük bir şüphe ile yaklaşmıştı. O dönemde yeni güçleri değerlendirme kriteri, onları yerli komünistlerden ayıran mesafeydi. Mısır’da bu mesafe bayağı büyük görünmekteydi.

Mısır Komünist hareketi zayıf ve bölünmüş durumdaydı. Komünist partileri en iyi ihtimalde genelde ileri düşünen aydınlardan oluşan birkaç yüz üye içermekteydi. Fakat, 1922’de Mısır Sosyalist Partisi Enternasyonel üyeliğine kabul edilerek, Mısır Komünist Partisi olarak adlandırılmaya başlanmıştı. MKP’nin programı, kendi basın kuruluşu olan gazete ‘EL-Haber’ ve Kahire gazetesi ‘EL-Ehram’da yayımlanmıştı. Bu programda ülkenin tüm burjuva partilerinin aksine ilk kez birçok konu açıklanmıştı. Bu konular daha sonra Hür Subaylar tarafından öne sürülünce, adeta yeniden doğmuşlardı. Bunlar arasında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi de vardı. MKP kısa bir sürede kapanmıştı. Tüm parti üyeleri 1924’de İskenderiye Tekstil Fabrikası’ndaki büyük grevden sonra basılmıştı. MKP’nin ilk genel sekreteri Antun Marun cezaevinde hayatını kaybetti. Her şey Saad Zaglul tarafından yönetilen Vafd iktidarı döneminde olmuştu.

Bundan böyle komünistler küçük gruplar halinde var olmaktaydı, ancak 1947’de Milli Kurtuluş Hareketi (HADETU) adı altındaki komünist örgütünde birleşmişlerdi. İki bin üyesi olan parti, programında işçi sınıfının çıkarları için mücadele vereceklerini ve yön gösteren yıldız olarak Marx-Lenin’in sınıf çatışması teorisini seçtiklerini belirtmekteydi. Kral Faruk’un devrilmesinden bir yıl önce yayımlanan bu program, Mısırlı komünistlere Hür Subaylar’ın sempatisini kazandırmamıştı.

Mısırlı komünistler ve onların yandaşları ve daha birçokları daha geç dönemlerde Abdülnasır’ın rejimi ile bireysel zeminde işbirliği yaparken, kendilerini dürüst, entelektüel planda iyi yetişmiş, vatanına bağlı yurtseverler olarak göstermişlerdi. Fakat Kral Faruk’un devrilmesinden hemen sonra hapishanelerden siyasi mahkumlar beraat etse bile, Hür Subaylar’ın komünistlerle olan ilişkilerinde gerginlik üstün çıkmaktaydı.

Yine de bazı Mısırlı komünistler başlatılan tahayyülü desteklememekteydiler. Onların maksimalizmi yeni yönetimin ilk adımlarını değerlendirmeyi engellemekteydi. HADETU’nun faaliyet adamı Anvar Malek, ilk toprak reformunu değerlendirirken, onun toprak ağalığını ortadan kaldırmadığını, sadece sınırlandırdığını ve bu yüzden ABD elçisinin memnun kaldığını yazmaktaydı.

Bunun gibi soyut, Mısır’ın gerçekliği ile bağdaşmayan negatif değerlendirmeleri, çoğu zaman abartılmış olarak, Kahire’den Sovyet elçiliği SSCB yönetimine bildirmekteydi. Bu değerlendirmeler Suriye, Irak ve Lübnan değerlendirmelerine benzemekteydi. Sözde ideolojik zihniyetinde yeni Mısır rejimine karşı açıkça olumsuz görüşler oluşmaktaydı. Unutulmaması lazım ki, olaylar SBKP’ nin 20. kongresinden önce olmaktaydı ve Stalin kültürü sadece ondan önce değil, ölümünden sonraki ilk yıllarda da dokunulmaz halde tutulmaktaydı. Bu, en fazla Sovyetler Birliği’nin dış siyasetinin hazırlanması ve uygulanması ile ilişkisi olanlar tarafından kılavuz edinen Stalin’in ideolojik mirasına değinmekteydi. Stalin’in Ekim 1952’de 19. Kongere’nin kapanışındaki kısa konuşmasının ana fikri şuydu: Milliyetçi burjuvazi milli kurtuluş mücadelesinin bayrağını ‘bordadan dışarıya attı’, o bayrağı komünistler ele geçirmelidir.” (Adı geçen kitap sf. 93-94-95)

Primakov, tam geçiş  dönemini anlatıyor. SSCB dış politikası iktidarı ele geçiren revizyonist klik tarafından değiştirilmiş, ama bazı büyükelçi ve dişişleri personeli henüz bunu kavramamış. Onlar hala Stalin’ in sağlığındaki çizgiyi takip etmeye çalışıyor. Ve duruma revizyonist klik el koyuyor. Yeni politikanın uygulayıcılarından Şepilov ve Primakov duruma müdahale ediyor. Baasçı Abdülnasır iktidarı ile iyi ilişkiler geliştiriyorlar ve büyük miktarlarda silah satıyorlar, Assuan Barajı’nın inşaası için kredi veriyorlar. Primakov, Mısır’daki komünistlerin gücünü küçümsüyor ve “onlardan bir şey çıkmaz” demeye getirerek, “Hür Subaylar”la ilişkinin doğruluğunu savunuyor gözüküyor. Ama Hür Subaylar darbe ile iktidarı ele geçirdiklerinde ordunun asker sayısı 60 bin. Bu sayı, kısa sürede 10 binden 60 bine çıkarıldığı için çok sayıda orta ve alt gelir düzeyinden ailelerin çocukları subay yapılmış, bu subaylar içinde ilerici fikirlere sempati duyanlar var ve bu sırada Komünist Parti üyelerinin sayısının iki bin civarında olduğunu da yazıyor. Yani, küçümsemeye çalışsa da, Mısır Komünist Partisi ülke siyaseti için önemli bir güç sayılabilecek durumda. Üstelik, fikirlerinin bazıları ve anti-emperyalist programları orduya yeni katılmış orta sınıf subayları da etkiliyor. Bu koşullarda Primakov, komünistleri bir avuç sekter, sorumsuz maceracı gibi tanıtıp, milliyetçi subaylarla SSCB’nin iyi ilişkiler kurmasını savunuyor. Tabii, bu ilişkide Mısır halkının kurtuluşu davası değil gözetilen, SSCB’nin Ortadoğu’da etkinliğinin genişletilmesi, Mısır’a daha çok silah satılması ve yeni krediler verilmesi.

Primakov, bir Marksist politika gibi savunduğu Nasırcı subaylarla ilişki kurulmasının sonuçlarını da kitabının ileri sayfalarında anlatmada beis görmüyor. SSCB ile iyi ilişkiler kuran, silah ve kredi alan Nasırcı subaylar daha sonra ABD’ye yanaşmış ve ABD’nin Ortadoğu’da en önemli müttefiklerinden biri olmuşlardır.

Primakov, Irak konusunda da aynı politikaları ve siyasi yaklaşımı  savunuyor. Şöyle anlatıyor:

Irak’a gelince, Kasım iktidara geldikten sonra diktatör rejimi kurmuştu. Ülkede buhran kaçınılmazdı. İktidarın dayanağı sanılan orduda Kasım’a karşı karamsarlık hızla büyümekteydi. Muhalefetin başına geçen Kasım’ın eski savaş arkadaşı Albay Arif ile aykırılığı şiddetli bir hal almıştı. Arif tüm görevlerden alınarak, idama mahkum edilmişti. Fakat Kasım onu bağışlayarak yurtdışına sürgüne gönderse de, Arif gizlice geri dönerek onun devrilmesini amaçlayan komplonun başına geçmişti. İç buhran halk kitlelerinin büyüyen desteğine dayanmış ve hakiki bir güce dönüşen Irak Komünist Partisi’nin durumunun güçlenmesine yaramaktaydı. En sonunda Kasım’ın despotik davranışları değil de asıl bu güçlenme, Washington ve Londra’yı artık ciddi ciddi telaşlandırmıştı.

İlkbahar 1959’da ABD ve İngiltere Kasım’ın ‘aşırı sol kampına kaymakta’ olduğu yargısına varmaktaydı. Halbuki o dönemde Kasım çoktan değişmişti. Komünistler arasında tutuklamalar ve Irak’ın kuzeyinde Kürtlerle kanlı savaş başlamıştı.” (Agy. sf. 100-101)

Ve devam ediyor: “Kasım’ın kontrolü yitirmesi ve komünist tehlike üzerine Kasım’a suikastçılardan birinin Saddam Hüseyin olduğu, CIA destekli bir suikast düzenlenir. Suikast başarılı olmaz, Saddam yaralanır ve CIA ile Mısır istihbaratı tarafından önce Tikrit ve sonra Suriye’ye kaçırılır. Oradan Beyrut’a götürülerek, CIA tarafından korunur. Daha sonra Mısır üzerinden Irak’a döner ve Baas Partisi’nin istihbaratının başına geçer. Kasım Şubat 1963’te CIA’nın hazırladığı bir darbe ile devrilir ve kurşuna dizilir. Onun yerini Arif almıştır.

Kasım’ın katlinden sonra Baasçıların iktidara gelmesi ve komünistlerle kanlı hesaplaşmaları dikkat çekmişti. Suikastçilerin kurduğu milli muhafızlar tarafından yapılan kıyımda binlerce parti üyesi ve yandaşı kurban gitmişti. İnsanlar evlerde basılarak ya da direkt sokaklarda öldürülüyordu. Kurbanların listesi ve adresler özenle CIA tarafından hazırlanmıştı.” (Agy. sy. 102)

Komünistlerin kitlesel katline ve SSCB’nin buna karşı tutumuna aşağıda değineceğiz. Fakat, iki alıntıdan da anlaşılacağı ve aşağıdaki diğer alıntılarla da destekleneceği gibi, dikkat çeken gelişme, Ortadoğu’da sömürgelikten çıkan ve kısa sürelerle sömürgecilerin kuklası krallarla yönetilen Mısır, Irak, Suriye gibi ülkelerde ABD ve SSCB tarafından desteklenen Baasçı darbelerle askeri iktidarların kurulduğu ve bu iktidarlarla iki tarafın yaptığı pazarlıklar ve güç dengelerine bağlı olarak, bu iktidarların bir süre SSCB, bir süre ABD siyasi nüfusuna girdiğidir. Irak’ta Baas CIA desteğinde iktidara gelmiştir, ama kısa süre sonra SSCB ile ilişkiye geçer. Bir süre sonra Irak’ın başına geçecek olan Saddam Hüseyin, Primakov’un yakın dostudur. SSCB’nin dostu Basçı iktidar, Mısır’daki Nasırcı iktidar gibi önce komünistleri ve yurtseverleri ezmiştir. Primakov’un da yürütücülerinden olduğu revizyonist  klik, SSCB politikalarını, komünistlerin ve yurtseverlerin can düşmanı milliyetçi subaylarla iyi ilişkiler kurmak üzerine kurmuştur.

Mısır ve Irak’ta olanlar hemen hemen aynısıyla Suriye’de de sahneye konmuştur.

…Suriye’nin ilk asker kökenli lideri Albay Hüsnü Zaim, CIA yardımı ile Mart 1949’da Şam’da iktidara geldi. Yaklaşık yedi ay sonra İngiliz yanlısı olduğu düşünülen diğer bir albay; Sami Hinnavi tarafından öldürüldü. Üç ay sonra yine CIA yardımı ile bir ihtilal daha gerçekleşti ve yönetime dört yıl iktidarda kalan Albay Edip Çiçekli geldi. Ardından, Şükrü El Kuvvetli Devlet Başkanı olunca, Suriye hızla sola doğru kaymaya başlamıştı. Suriye Komünist Partisi günden güne güçleniyordu. Suriye ordusunun Genelkurmay Başkanı General Arif el Bizri de komünistlere yakınlığı ile tanınıyordu.

Abdülnasır Suriye’de olanları büyük bir ilgi ile takip ediyordu. Devlet Başkanı El Kuvvetli ve Suriye İstihbarat Başkanı Saraç’a ‘milliyetçi hareketin komünistlerin koynuna düşme tehlikesi içinde olduğu’ yönünde uyarı mektubu göndermişti. Her şey, Abdülnasır’ın Arap dünyasının göbeğinde, Suriye’de komünist bayrakların yükseleceği korkusuna ilişkin sayılabilir miydi? Büyük ihtimalle bu, Suriye’nin o an Kahire’nin büyük ihtiyacı olan SSCB desteğini ve yardımını Mısır’ dan kendine doğru çekeceği korkusuydu.

Fakat Şam’da Suriye komünistlerinin tesirinin büyümesinden artık endişe etmeye başlamışlardı. Ve belli ki Arap birleşiminin meyli değil, asıl bu sebep (SSCB desteğinin Suriye’ye doğru çekilmesi), Kahire’ye Suriye Başkanı el Kuvvetli ile Başbakan El Azme heyetini getirtmişti. Onlar Abdülnasır’a Suriye’yi ‘komünist tehlikesinden ve kaostan’ sadece Mısır’la birleşmenin kurtarabileceğini söylemişlerdi.

“…

Suriyeliler üniter birleşmede ısrar ettiler ve en sonunda Abdülnasır teklifi kabul etti. Tutumu değiştiren sebep de, büyük ihtimalle, Abdülnasır’ın Suriye’de komünistlerin iktidara gelmesinden gerçekten korkmasıydı. Abdülnasır’ın 1 Şubat 1958’de BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti)’nin kurulmasından hemen sonra, El Bizri’yi yüksek askeri görevinden alarak Suriye Komünist Partisi’ne karşı aleni harekete geçmesi konusunda görevlendirmesi çok manidardır. Aynı dönemde Mısır solcularının kovalanması da şiddetlenmiştir.” (Agy. sf.73-74)

Mısırlı  Nasırcıların korkusu yersizdir. Onlar, boşuna SSCB’nin Suriye’li komünistleri destekleyeceğinden ve komünistlere yakın subaylarla ilişkiler kuracaklarından kaygılanmışlardır. SSCB de Mısırlılarla aynı kaygıları paylaşmakta, bir an önce komünistlerin tasfiyesini beklemektedir.

Zaman aynı  olmasa da, üç ülkede de gelişmeler benzer. Önce CIA desteğinde İngiliz kuklası krallar askerler tarafından devriliyor. Sonra kısa bir süre askerler içinde iktidar kavgası yaşanıyor. Daha sonra ABD ve SSCB’nin gözünün tuttuğu lider iktidarını kurmaya başlıyor ve bu süreçte SSCB ve ABD silah satmak ve kredi vermek üzere ilişkiler geliştirmeye ve kurdukları  ilişkilerini derinleştirmeye başlıyor.

Suriye, Mısır ve Irak’ta komünistler kitleler halinde katledilirken SSCB ile bu üç ülkenin ilişkileri derinleşmekte, SSCB Baasçı iktidarlara silah satmakta, askeri eğitmenler ve danışmanlarını ülkelere göndermekte, askeri üsler kurmakta ve krediler vermektedir.

Primakov, SSCB’nin yeni dış politikasının 1953 öncesi politikaları olmadığını da itiraf ediyor ve farkı aşağıdaki gibi açıklıyor:

Sovyet yöneticilerin 50’li ve 60’lı yıllarda Arap ülkelerinin komünist partilerini destekleme temayülü olsa da, bu, bir hakikati unutturmadı. Bu hakikat Ortadoğu’da komünist geleceğin olmayışıdır. Daha önce de yazdığım gibi, Moskova’da bu olgu hemen algılanmayarak, Arap devrimci milliyetçilerinin lehine geç yönelmişlerdir. Yine de er ya da geç böyle bir yönelme gerçekleşmişti.” (Agy.sf. 109)

Sovyetlerin dış siyasetinin ideolojik prensiplerinden biri, sömürge karşıtlarına ve milli kurtuluş güçlerine destekte bulunmaktı. Fakat SSCB’de egemen olan ideoloji Sovyetler Birliği’nin Arap küçük burjuva rejimleri ile ilişkilerinin kolay ve birden oluşamadığını önceden belirtmişti.

Sovyetlerin yeni oluşan Arap rejimine başlangıçta yaklaşımı, yerli komünistler ile olan ilişkisini belirlemekteydi. Böylece bir kriter konmuş, ama belirleyici olmaktan çıkmıştı. O dönemde antikomünizm çeşitli form ve derecelerde Mısır, Suriye ve Sudan’da kendini göstermekteydi, fakat en kanlısı Irak’ta idi.

Sömürge döneminde Arap ülkelerinde kurulan komünist grup ya da partiler enternasyonel komünizm (Komünist Enternasyonel kast ediliyor. Çevirmen, SSCB hakkında belli ki fazla bilgiye sahip değil ve bu nedenle garip çeviri hataları olabiliyor –KTS) üzerinden ya da doğrudan Sovyetler Birliği ile bağlantılıydı.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Merkezinde (SBKP GM) (Merkez Komite denmek isteniyor –KTS) dünyadaki tüm komünist partiler ile temaslarda bulunulan Milletlerarası Dairesinde Arap komünist partileri ile çalışma dairesi de mevcuttu. SBKP evrensel komünizm hareketinin merkezi olma statüsüne yüksek değer vermekteydi ve dünyada komünist partilerin sayısının artmasına önem vermekteydi.

Bununla birlikte dogmatik görüşlerinden sıyrılarak önce MK BKP (Bunun ne olduğu anlaşılamadı, kitabın orijinaline bakmak gerek –KTS) sonra da SBKP GM başlangıçta evrensel milli kurtuluş hareketinin yönetimi veya en son ihtimalde komünistlerin direkt yönetimde bulunmasını hesaplamaktaydı. Komünist partilerin küçük burjuva iktidarına olan görüşlerine bakmaksızın yerli komünist partileri görmemezlikten gelen ya da baskı altında bırakan diğer güçler karşı kuvvet kampından sayılmaktaydı. Kimi zaman ‘faşist’ sıfatı bile vererek Sovyet yönetiminin bu bakış açısı 50’li yıllarda ağır basmaktaydı.” (Agy sf. 89-90)

Daha başlangıcında, Marksist değerlendirmenin, 1920’lerden, Baku Kurultayı ve Lenin’in sömürgeler üzerine tezlerinden bu yana ciddi bir değişikliğe uğratıldığı  görülmektedir. Burjuva parti ve hareketlerin “küçük burjuva” olarak değerlendirmesine çoktan geçilmişti. Bu tür değişikliklere ilişkin Primakov da değerlendirmeler yapıyor:

Moskova tarafından öne sürülen kuramsal yenilikler ile de durum değişmekteydi. V.İ. Lenin’i kaynak göstererek yeni geliştirilen teoriye göre, sömürge bağından kurtulan ülkeler ilk etapta sosyalizme ‘geleneksel’ proletarya diktatörlüğünden değil de, kendi yolu ile gidebilirdi. Böylece ‘sosyalist oryantasyon’ teorisi kurulmuş oldu. Kapitalizmin olmadığı gelişmekte olan ülkelerin ana kıstasları büyük ölçüde endüstrinin ulusallaştırılması, diğer bir deyişle ekonominin devletleştirilmesi ve sosyalist yapı altında parti ya da birliklerin kurulması olmuştu. Böyle bir teori ‘Arap sosyalizmi’ ile özdeş değildi. Arap ülkelerinin kapitalist olmayan gelişimini kabul ederken sınıflar arası savaşın meselesi de ortadan kaldırılmamaktaydı. Teorinin yaratılışındaki büyük rolü Genel Merkez’in Milletlerarası Dairesi’nin başkan yardımcısı R.A. Ulyanovski (1) oynamıştı.

Çalışmada birçok Sovyet bilim adamı yer alırken aralarında bu satırların yazarı da bulunmaktaydı. ‘Sosyalist oryantasyon’ teorisinin kurulmasının ana etkeni, yakın Doğu’da köktenci rejimleri yerli komünist partilerin hedefinden çıkartarak güçlendirmekti. Bununla birlikte bu rejimlerin gerçek gücü temsil ettiği bilirken, ideoloji bir daha kendini uygulamalı planda siyasetin ‘hizmetçisi’ olarak göstermişti. 60’lı yılların ortalarında SSCB de Araplara yönelik ilişkilerinde büyük pragmatizm çizgisi kazanmaya başlamıştı. Ortadoğu’da olaylar yerli komünist partiler ile milliyetçi rejimlerin ayrılıkları üzerine gelişiyordu.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Merkezi’nde komünist partilerin temsilcileri ile yapılan sohbetlerde onlara Arap ülkelerin küçük burjuva yöneticileri ile yakınlaşma gereği açıkça söylenmekteydi. …” (Agy, sf. 91-92)

İdeoloji siyasetin hizmetçisi yapılıyor. SSCB’nin ABD ile birlikte Ortadoğu’yu nüfus alanlarına bölme politikasına halkı ve hala kalmışsa komünistleri ikna etmek için teoriler uyduruluyor. “Kapitalist olmayan yol”, “Sosyalist Oryantasyon”, yani burjuva kesimlerle anlaşma ve Ortadoğu ülkelerinin işçi ve ilerici kesim ve hareketlerini onlarla anlaşmaya yöneltme, emperyalist çıkarlara sosyalist kılıf uydurma. Bu politikalara direnen kömünist partiler ve militanlar, alçakça ve canice yöntemlerle tasfiye edilmiştir. Bir kısmıysa “ikna” edilip yeni politikaya hizmet etmesi, “sosyalist” etiketle” işbirlikçileşmesi sağlanmıştır.

Ekim 1952’de toplanan SBKP 19. Kongresi’nde ise, İkinci Emperyalist Savaş sonrası Sosyalist Dünya’nın daha da güçlenmesinden sonra emperyalist kampın birleştiği ve saldırganlaşma eğilimleri gösterdiği, atom bombası ve kimyasal silah tehditleri ile SSCB’yi tehdit etmeye çalıştığı tespitleri yapılıyor ve dünya çapında bir barış mücadelesinin örgütlenmesinin, saldırgan emperyalist güçlerin tecrit edilmesinin zorunluluğundan söz ediliyordu:

Şimdi görev, halk kitlelerinin eylemlerini daha da yükseltmek, barış yandaşlarının örgütlülüğünü daha da güçlendirmek, savaş kışkırtıcılarını yorulmaksızın teşhir etmek ve halkların yalanlarla faka basmalarına izin vermemektir. Kendi kârları uğruna halkları kanlı bir kıyıma bulaştırmak isteyen emperyalist saldırganların kampından maceracılara boyun eğdirmek ve onları tecrit etmek-tüm ilerici ve barışsever insanlığın esas görevi işte budur…

Dış politikada partinin temel çizgisi, halklar arasında barış ve sosyalist anayurdumuzun güvenliğinin güvence altına alınması idi, böyle olmaya devam ediyor.” (G. Malenkov tarafından okunan SBKP (B) MK’nin 19. Parti Kongresi’ne faaliyet Raporu’ndan, Ekim 1952) Ne “kapitalist olmayan yol”dan ilerleme, ne “sosyalist oryantasyon” falan var!

Primakov’un yukarıdaki alıntıda gönderme yaptığı Stalin’in 19. Kongre’ de yaptığı konuşmanın daha uzun hali ise şöyle:

…….

Temsilcileriyle Kongremize şeref veren ya da Kongremize selam mesajları gönderen bütün kardeş parti ve gruplara, dostça selamları, başarı dilekleri, bize gösterdikleri güven için Parti Kongremiz adına teşekkür etmeme izin verin!

Bizim için bu güven özellikle değerlidir; bu, halklar için, aydınlık bir gelecek için mücadelesinde, savaşa karşı mücadelesinde, barışın korunması uğruna mücadelesinde Partimizi desteklemeye hazır olmak anlamına geliyor.

Dev bir güç haline gelen Partimizin artık desteğe ihtiyacı olmadığını sanmak bir hata olur. Partimiz ve ülkemizin dışardaki kardeş halkların güven, sempati ve desteğine her zaman ihtiyacı olmuştur ve daima olacaktır.

Bu desteğin özgünlüğü, Partimizin barış çabalarının herhangi bir kardeş parti tarafından her desteklenmesinin; aynı zamanda barışın korunması uğruna mücadelesinde kendi halkının desteklenmesi anlamına geldiğinde yatıyor…

…..

Bu karşılıklı desteğin özgünlüğü, Partimizin çıkarlarının, özgürlüksever halkların çıkarlarıyla yalnızca kesinlikle çelişmeyip, bilakis tam tersine kaynaşmasıyla açıklanır. Sovyetler Birliği’ne gelince, onun çıkarları dünya barışı davasından hiçbir şekilde ayrılamaz.

Partimizin kardeş partilere borçlu kalamayacağı ve bizzat onlara olduğu gibi, onların halklarına da kurtuluş mücadelelerinde, barışın korunması mücadelelerinde destek vermesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Bilindiği gibi Partimiz böyle davranıyor, başka türlü değil.

Henüz iktidara gelmemiş ve hala burjuvazinin gaddar yasalarının baskısı altında çalışan komünist, demokratik ya da işçi ve köylü partilerine özel bir dikkat gerekiyor. Onların çalışmaları tabii ki daha zor. Ama çalışmaları, yine de, ileriye doğru atılan en küçük bir adımın en büyük suç ilan edildiği, bizim Çarlık zamanındaki çalışmalarımız kadar zor değil. Ama Rus komünistleri sebat gösterdiler, zorluklar önünde geri çekilmediler ve zaferi elde ettiler. Bu partilerde de böyle olacaktır.

Bu partilerin çalışması, Çarlık dönemindeki Rus komünistlerinin çalışması kadar neden güç olmayacaktır?

Birincisi, gözleri önünde, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkeleri gibi mücadele ve başarı örnekleri olduğu için. Dolayısıyla onlar bu ülkelerin hatalarından ve başarılarından öğrenip, böylece çalışmalarını kolaylaştırabilirler.

İkincisi, kurtuluş hareketlerinin esas düşmanı olan burjuvazi, bizzat başka bir burjuvazi haline geldiği, ciddi ölçüde değiştiği, halkla bağını yitirdiği ve kendini böylece zayıflattığı için. Bu durumun devrimci ve demokratik partilerin işini aynı şekilde kolaylaştırmak zorunda olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Önceleri burjuvazi liberal olabiliyor, burjuva-demokratik özgürlükleri savunabiliyor ve böylece halkın gözünde popülerlik kazanıyordu. Şimdi liberalizmin izi bile kalmadı. Sözümona ‘kişisel özgürlük’ pencereden dışarı fırlatıldı –kişisel haklar şimdi ancak sermayesi olanlara tanınıyor, ama tüm diğer vatandaşlar, yalnızca sömürülmeye yarayan insani hammadde oldu. İnsanların ve ulusların hak eşitliği ilkesi ayaklar altında, bunun yerine sömürücü azınlığın sınırsız hakkı ve vatandaşların sömürülen çoğunluğunun haklarından yoksun kılınması ilkesi geçirildi. Burjuva-demokratik özgürlüklerin bayrağı terk edildi. Ben, eğer halkın çoğunluğunu etrafınızda birleştirmek istiyorsanız, bu bayrağı yukarı kaldırma ve ilerletmenin, siz komünist ve demokratik parti temsilcilerine ait olduğunu düşünüyorum. Onu yukarı kaldırabilecek başka bir kimse yoktur.

Eskiden burjuvazi ulusun başıydı, ulusun haklarını ve bağımsızlığını koruyor ve bunu ‘her şeyin üstünde’ tutuyordu. Şimdi ‘ulus ilkesi’nin izi bile kalmadı. Şimdi burjuvazi, ulusun haklarını ve bağımsızlığını dolar karşılığında satıyor. Ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağı terkedildi. Eğer ülkenizin yurtseverleri olmak istiyorsanız, bu bayrağı yukarı kaldırma ve ilerletmenin siz komünist ve demokratik parti temsilcilerine ait olduğuna kuşku yok. Onu yukarı kaldırabilecek başka kimse yoktur….” (Stalin’in 19. Kongre konuşmasından)

Stalin’in ve SBKP’nin 19. Kongre çizgisi çok açık. Başını ABD emperyalistlerinin çektiği emperyalist saldırganlığı teşhir etmek ve onların savaş kışkırtıcı politikalarını engellemek, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadeleleri veren halkları desteklemek, bağımlı ve sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde komünist, yurtsever, ilerici parti ve örgütleri desteklemek, bütün ülkelerdeki komünist ve ilerici partileri desteklemek…

Revizyonist klik ise bu politikaları çok dogmatik buluyor. 20. Kongre’den itibaren bir süreç içinde giderek büyük devlet politikası, süper devlet politikası uygulamaya başlıyor. Bu politikanın sürdürülmesinde, SSCB artık ABD ile işbirliği halindedir. İşbirliği ve rekabet. Ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerine karşı işbirliği. Silah satışı, borçlandırma, üs elde etme vb. konularda rekabet.

SSCB’nin sosyalizm yolundan döndüren, yeni revizyonist politikaları inşa eden kliğin içinde olmakla övünen Primakov’un  hayatı boyunca belki de yaptığı en hayırlı iş bu kitabı yazmak olmuştur. Şecaât arzederken ahmak revizyonist sirkatin söyler.

“(1) R.A.Ulyanovski, diğer birçok eski parti üyesi gibi, 1936’da mahkum edilerek on yedi yılını sürgünde geçirmişti. Bu belki de tek vakaydı. Önce aklandı ve sonra SSCB Doğu Bilimler Enstitüsü’nde müdür yardımcısı, ardından da Genel Merkez’ in Milletlerarası Dairesi’ nin başkan yardımcısı olmuştu. Birçoğu onu dogmatik düşünen bir adam olarak tanımaktaydı.” (Agy. sf. 92)

ABD Seçimleri ve Obama

abd seçimleri ve obama

KAMİL TEKİN SÜREK

 

ABD 4 Kasım Başkanlık seçimlerinin üzerinden neredeyse iki ay geçtikten sonra, seçimler ve Obama hakkında yazmak gecikmiş bir iş gibi görünse de, gelişmeleri daha serinkanlı değerlendirmek açısından gerekli sayılabilir. Çünkü, 4 Kasım seçimlerinden sonra öyle bir hava yaratıldı ki, ABD seçmenindeki Obama’nın “değişim” sloganına inanma durumu, ülkemize ve dünyanın pek çok ülkesine de sirayet etti.

Bugün, iyimserliğin yerini kuşkular alırken, özellikle de ülkemizde Obama modası iki ay önceki etkisini yitirmeye başlamışken, seçimlerin önemli noktalarına kısaca göz atalım ve Obama’nın vaatlerinin ne kadarını yerine getirebileceği üzerine fikir jimnastiği yapalım.

Obama’nın seçimi kazanmasının nedenleri nelerdir? Karizmatik bir lider olması mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Yani, genç yaşlarından itibaren bir davayı savunarak ve davası için mücadele ederek toplumda adını duyurmuş, kitleler üzerinde sevgi ve saygı uyandırmış biri değil. Martin Luther King gibi ABD’li liderlerle kıyaslamak zor.

Siyasete katılalı çok uzun süre olmamış.

New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okuyan Obama, 1988’de Harvard Hukuk Fakültesi’ne girmiş. Başarılı bir öğrencilik döneminden sonra, büyük bir avukatlık şirketinde çalışmaya başlamış. Siyasette ismi daha çok 1996- 2004 yılları arasında Illinois eyalet senatörlüğü yaptığı sırada duyuluyor. Liberal eğilimli New York Times’ta makaleleri yayınlanıyor ve yine liberal görüşlerini anlattığı iki kitabı New York Times gazetesi ve liberal çevrelerin de yardımı ile çok satanlar listesine giriyor. Bu gelişmelerden sonra Obama’nın önü açılıyor ve 2004 yılında ABD Senatosu’na seçildikten sonra ise, Başkan adaylığı süreci başlıyor. Geçmişinin temiz olması, muhtemeldir ki, destekçilerinin tercih nedeni oldu. ABD’de, genellikle kaybetmiş bir aday, seçimlerde yıpranması da göz önüne alınarak yeniden aday gösterilmiyor.

Karizmatik bir lider olmayan Obama, çok iyi örgütlenmiş bir seçim kampanyası ile hem ABD halkına, hem de dünya halklarına sevdirildi. Obama’nın halk tarafından sevilmesini sağlayan, kendi yetenekleri değil, işinin ehli “imajmaker”ların mükemmel çalışmasıydı.

Obama’nın seçim kampanyasının bir başka başarısı da, ABD tarihindeki en büyük bütçeye sahip kampanya oluşuydu. 650 milyon dolardan fazla bir para toplandı seçim kampanyası için. Böylesine büyük miktarda bağış toplanmasında, milyonlarca insanın onar, yirmişer dolar vermesinin yanı sıra, burjuva kesimlerin katkısı unutulmamalı.

Obama’nın kampanyası “değişim” sloganı üzerine kuruldu. “Change Can Happen” ve “Yes, We Can” gibi sloganlar, seçim kampanyasının temel sloganlarıydı.

Farklı ülkeler, farklı tarihler ve farklı koşullar olgusunu da hesaba katarak, bire bir benzerlik iddiasında olmadan söyleyebiliriz ki, Obama’nın değişim üzerine kampanyası, Ecevit’in 1973 Seçim kampanyası ile ortak özelliklere sahipti. Ecevit de “Ne ezilen ne ezen, insanca halkça bir düzen” sloganıyla, halka değişim ve yeni bir düzen vaat etmiş ve ellili yıllardan itibaren sürekli güç kaybetmiş partisini birinci parti haline getirmişti.

Obama değişimi halkla birlikte gerçekleştireceğini vaat etti. “Yes, We Can” sloganıyla, değişim sürecine halkı da katmak istediği imajını yarattı. Kendinden önceki yöneticilerin sırça köşklerde, gerçeklerden habersiz, sorunlara çözüm bulmaktan aciz elitler olduğunu iddia etti.

Obama’nın yanılsamaya dayandırılan halkçı yaklaşımı, ezilen kitleler üzerinde etkisini gösterdi. Geniş kitlelere umut aşıladı.

Değişimden yana lider görüntüsüne, savaş karşıtı lider görüntüsü de eklenmişti.

Obama, seçim kampanyası sırasında, Irak’taki ABD askerlerini belirli bir düzen içerisinde, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Senatör iken de, savaş politikalarına karşı “ iyi polis” rolüne bürünerek, uluslararası çelişkilerin savaş ve silahlı müdahaleler yerine, diyalog yoluyla çözülmesini, güçlü ABD ordusunu diyalog sürecinde caydırıcı bir unsur olarak kullanmayı savunmuştu.

Obama’nın belli başlı seçim temalarından biri de, ekonomik sorunlar ve emekçi kitlelerin talepleri idi. Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Bu kesim, toplam vergi mükelleflerinin yüzde 95’ini oluşturuyor. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu.

Seçim kampanyası sürerken, finansal sarsıntı büyük bir tsunamiye dönüştü ve Amerikan ekonomisini durgunluğun eşiğine getirdi. Sanık sandalyesine de ülkeyi 8 yıldır yöneten Cumhuriyetçi yönetim oturtuldu. Cumhuriyetçi yönetim “özgür piyasa” yaklaşımıyla finans piyasalarını tam bir başıboşluğa bırakarak, yangının kundakçısı olmuştu. ABD’nin değişmekten başka çaresi kalmamıştı. Amerikan halkının mevcut krizden çıkma ihtiyacı, Obama’ya oy vermesini sağladı.

Ayrıca, Obama sağlık ve sigorta sorunları konusunda bazı vaatlerde bulundu. Devlet sağlık sigortasını yaygınlaştıracağını ve yoksulların sağlık hizmeti almadaki sorunlarını azaltacağını söyledi.

Bir yıldır resesyonda olduğu resmen açıklanan ABD’de, işsizlik artmaya devam ediyordu. ABD’de, Kasım ayında, tarım dışı istihdam 533 bin azaldı. Ülkede, 1974’ten bu yana, ilk kez bu kadar büyük bir istihdam kaybı yaşandı. Beklenti, istihdamdaki kaybın 340 bin olacağı yönündeydi.

ABD’de, işsizlik oranı yüzde 6.5’ten yüzde 6.7’ye yükselerek, 1993’ten bu yana en yüksek seviyeye çıktı. İşsizlik oranının yüzde 6.8’e çıkması bekleniyor.

ABD’de, 46 milyon sigortasız emekçi var. Hastalandıklarında tedavi şansı olmayan insanlar bunlar. Sağlık sigortasına mensup milyonlarca çalışanın ucuz poliçelerinin de fazla işe yaramadığı iddia ediliyor.

Obama, halka parasız sağlık hizmeti, iş ve daha az vergi kesilerek, gelirlerinin arttırılmasını vaat etti. Yani, bizdeki sloganlaşmış ifadesi ile iş, ekmek ve özgürlük vaat etti.

Obama, mevcut durumun eleştirisinden çok, gelecek hakkında konuştu. Başka bir Amerika’dan söz etti seçmenlerine.

Yapılan anketlerde Obama’nın özellikle gençler, kadınlar, Afro-Amerikanlar ve Hispaniklerden (Latin Amerika kökenliler) büyük oy aldığı görülüyor. Obama, bu grupların çoğunlukta olduğu New York’ta ezici farkla Cumhuriyetçi aday John McCain’i geride bıraktı.

New York’ta seçime özellikle Afro-Amerikanların ve Latin Amerikalıların yaşadığı Harlem ve Bronx gibi mahallelerden şimdiye kadar görülmemiş bir oranda katılım oldu.

ABD’de seçmenlerin önceki seçimlerde ancak yüzde 50’sinin sandık başına veya elektronik oy verme makinelerinin başına gittiği göz önüne alındığında, bu seçime seçmenin ilgisinin büyüklüğü dikkat çekiciydi. Yaklaşık 130 milyon seçmenin sandık başına gittiği açıklandı.

Obama, ayrıca gençlere hitap etti. Çünkü, değişim sloganı en çok gençleri etkileyebilirdi ve gençler böyle bir kampanyaya dinamizm katabilirdi.

Obama, önceki adayların tersine, seçim kampanyasını neredeyse bütünüyle gençler üzerine kuran ilk başkan adayıydı. Seçim sonuçları açıklandığında, 30 yaş altındaki gençlerin %67’sinin oylarını aldığı görüldü.

Sade ve basit konuştu. Bush döneminde içinden çıkılması olanaksız gibi görülen sorunlara basit çözümler önererek, sorunların çözülemeyecek kadar karmaşık olmadığı konusunda kitleleri ikna etti.

Obama ve seçim kurmayları basını ve teknolojiyi kampanyasında çok iyi kullandı.

Obama, siyasette parlamasıyla birlikte hem ulusal, hem de uluslararası alanda “rock yıldızı” benzetmesi yapılan bir üne ve desteğe kavuştu. Amerikalı ünlü talk şovcu Oprah Winfrey’yi kampanyasına katan Obama’ya destek veren diğer ünlüler arasında, Hollywood dünyasından George Clooney, Scarlett Johannson, Robert de Niro, Tom Hanks, Matt Damon, Halle Berry ve ünlü müzisyen Bruce Springsteen başı çekiyordu.

Obama, seçim kampanyasında interneti iyi kullanan ve çok etkili kullanan aday olarak tarihe geçti.

Obama ve tekno-strateji uzmanları, sadece en pahalı ve uzun süren değil, aynı zamanda dijital iletişimin de çok başarılı şekilde kullanıldığı bir kampanyaya imza attılar. Tüm yıl boyunca ‘Bize Katıl’ (Join Us) kampanyası ile hem aktivist sayısını arttırmış ve hem de bağış oranlarını, beşer onar dolarlık küçük rakamlarla oluşsa bile, etkili biçimde artırmış ve hem de insanların birbirleriyle konuşmalarını ve oy verme oranlarını artırmıştı. Barack Obama, seçim kampanyası süresince, bloglardan sosyal ağlara, video ve fotoğraf paylaşım sitelerinden mobil uygulamalara kadar, dijital platformun aklımıza gelebilecek hemen her türlü aracından yararlandı.

Obama’nın seçilmesi, dünyanın hemen her yerinde sevinçle, en azından iyimserlikle karşılandı. Obama’nın babasının ülkesi Kenya’da, 4 Kasım resmi tatil ilan edildi. Bu ülkede o günlerde doğan çocuklara Barack, Hüseyin, Obama ve karısının ismi olan Michelle isimleri verildi. Türkiye’de, Van’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü’nde, Obama’nın Müslüman olması ve 44. başkan seçilmesi dikkate alınarak, köylülerce 44 kurban kesildi.
Seçim sürecinde, Avrupa’da yapılan anketlerde, Obama ABD’ deki oranlardan daha yüksek oranlarda taraftar topluyordu. Fransızlar, anketlerde yüzde seksenlere varan oranda Obama’ya destek beyan ettiler. Seçim sonucu belli olduğunda, Obama’nın üstün başarısının olağanüstü kampanyasını taçlandırdığını belirten Sarkozy, mektubunda, “Amerikan halkı sizi seçerek değişimi, açılmayı ve iyimserliği tercih etti” ifadesini kullandı.

Obama’nın seçilmesinin görünür nedenleri bunlardı. Peki, ABD tekelci burjuvazisinin seçimlerde tutumu ne oldu? Onların desteği Cumhuriyetçi aday John McCain’e miydi?

Son yıllarda Latin Amerika, Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmeler de göz önüne alındığında, ABD’nin kapitalizmin ideolojik önderliğinin ve küresel hegemonyasının giderek yıpranmakta olduğu görülüyordu. Ayrıca, ekonomik krizin emekçi kitleler üzerine yıkılarak atlatılması için, ABD tekelci burjuvazisine bir “itfaiyeci” gerekiyordu. Zaten ABD sisteminde Demokrat ve Cumhuriyetçiler, tahterevalli misali sırayla iktidara geliyordu. Bir ya da en fazla iki dönem hükümet olan parti yıpranıyor ve sistem, kendini diğer parti ile yenileyerek, sürdürüyordu. İki dönem hükümet etmiş Cumhuriyetçiler yıpranmış ve sıra Demokratlara gelmişti. Demokratların seçilmesini ancak çok kötü bir aday ya da sarsıcı bir skandal önlerdi. ABD medyası da, tekelci sermayenin eğilimi doğrultusunda, seçim sürecinde ağırlıklı olarak Obama’yı destekledi. Obama’nın halka vaat ettiği ekonomik değişimler de, hem vaat olarak kalacağı belli olan şeylerdi, hem de gerçekleşmesi durumunda dahi tekelci burjuvaziye rahatsızlık vermeyecek projelerdi. Obama’nın vergilerde vaat ettiği indirim oranları zaten Clinton döneminde uygulanan oranlardı.

Tekelci burjuvazinin ve halkın desteğini alan, dünya çapında sempati toplayan Obama, böylesine büyük bir avantajla hükümet etmeye başladığında vaatlerini gerçekleştirebilir mi?

Yukarıdaki anlattıklarımızda, Obama’nın vaatlerini gerçekleştirmek için değil, ABD tekellerinin planları doğrultusunda ABD politikalarına iç ve dışta bir çeki düzen vermek için seçtirildiğini özetlemiştik. Şimdi, bu tespiti güçlendirecek olgulara kısaca bir göz atalım.

Obama’nın vaatlerinin birer seçim sloganı olduğu, daha Beyaz Saray’a adım atmadan neredeyse kesin olarak anlaşıldı.

Bu konuda, siyasi gözlemcilerin, özellikle ABD dışındaki gözlemcilerin görüşü de benzerdir.

Obama, daha işin başında kabinesini oluştururken, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler koalisyonu yapınca ve bakanlardan çoğunu Clinton’un kadrolarından seçince, değişim vaadinin sadece seçim kampanyası için olduğu kuşkularını doğurdu.

ABD başkanının sağ kolu olarak görev yapacak olan ulusal güvenlik danışmanlığına eski NATO Başkomutanı Emekli Orgeneral James Jones getirildi. Emekli orgeneral, 1999-2003 yılları arasında deniz piyadeleri komutanı olarak görev yaptı. 2003’te NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı’na ve aynı zamanda Avrupa’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanlığına atandı. Obama’nın Jones tercihi, askeri alanda devamlılığın ifadesi idi.
Obama, ülkesinin BM temsilcisi olarak ise dış politika danışmanı Susan Rice’ı atadı. Obama, Rice için şu ifadeleri kullandı: “Benim gibi BM’nin kusursuz olmayan bir organ olduğunu düşünüyor. BM’nin terör alanında daha etkin bir şekilde rol alması konusunda benimle hemfikir.” Obama, böylece uluslararası çelişkilerin çözümünde BM daha çok kullanacağını ima ediyordu. Bu politika Clinton dönemine geri dönüşün ifadesi sayılabilirdi.

ABD İç Güvenlik Bakanlığına Arizona Valisi Janet Napolitano, Adalet Bakanlığına ise avukat Eric Holder getirildi. Clinton döneminde Adalet Bakanı Yardımcılığı görevi yapan Holder, seçim sürecinde Obama kampanyasının yasal danışmanıydı. Holder’ın, suç ve kamusal yolsuzluk alanında çok yetenekli olduğunu belirten Obama, Napolitano’yu ise, “Tüm kariyerini halkı korumaya adamış ve iç güvenlik alanında her türlü afete karşı ne gibi bir yanıt verilmesi konusunda oldukça başarılı birisi” olarak tanımladı.

Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hillary Clinton ise, yaptığı çeşitli açıklamalarla, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi konusunda Obama’dan daha isteksiz göründüğünü belli etti.
Savunma Bakanı Robert Gates, George W. Bush’un başkanlık döneminde, Aralık 2006’dan beri savunma bakanlığı görevini yürüttü. Gates, aynı zamanda, CIA’nin eski başkanlarından.
Obama, finans krizi nedeniyle kabinede en çok izlenen ve merak edilen makamlardan olan Hazine Bakanlığı’na, New York Federal Rezerv Bankası’nın başkanı Timothy Geithner’i, Ulusal Ekonomi Konseyi Başkanlığı’na da Lawrence Summers’ı getirdi. Bill Clinton yönetiminin son bir buçuk yılında Hazine Bakanlığı görevinde bulunan ve son birkaç aydır da Obama’nın danışmanlığını yapan 53 yaşındaki Lawrence Summers, Obama’ya mali krizi çözmeye yönelik politikalarında yardım ediyordu. Obama’nın mali krizle uğraşmak için seçtiği bir başka isim olan Geithner, finans piyasasını istikrara kavuşturmaya yönelik çabalara yardım etmişti. Geithner, global finans sisteminde önemli bir yere sahip olan bankaların birleşik bir düzenleyici yapının kontrolünde çalışması gerektiğini savunuyor.

Bush’un gitmeden önce ekonomik ve dış siyasete ilişkin aldığı bazı tedbirlerin meclislerde Demokrat ve Cumhuriyetçiler tarafından ortaklaşa kabul edilmesi ve bu tedbirlerin kısa vadeli olmayıp, Obama dönemini de kapsayacak tedbirler olması, Obama’nın en azından kısa vadede değişim sözlerini unutacağını gösteriyor.

ABD, kısa bir süre önce Irak’tan çekilme biçimi ve takvimini düzenleyen bir Anlaşma imzaladı Irak Hükümeti ile. Anlaşmaya göre, ABD askerleri tedricen Irak’tan çekilecek ve yönetimi Irak yetkililerine bırakacaktı. Fakat, Kürt Federe devletinde üs kurmak ve asker bırakmak gibi tedbirleri de içeriyordu. Bu Anlaşma Obama dönemini de kapsayan bir anlaşmadır.

Obama, Irak’taki askerleri belirli bir düzen içerisinde çekmeyi, bu ülkedeki ABD askerlerini, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Ancak Obama, son gelişmeleri, özellikle ABD’nin Irak’taki varlığının son aylarda sağladığı kazanımları dikkate alarak, bu vaadini yerine getirme konusunda yavaş davranabilir.

Obama, 20 Ocak 2009’da görevini devralacak. ABD ekonomisinde, halkın tüketim harcamalarının arttırılarak, ekonomik durgunluğa karşı mücadele edilmesini amaçlayan “ikinci teşvik paketi”, bu tarihe kadar Başkan George Bush yönetimi ve Kongre tarafından yasalaştırılmazsa, Obama ve Kongre’deki demokratlar bu paketi revize edip geçirebilir.
Obama, kredi krizi içerisinde bulunan ve bu yüzden Wall Street’ te hisse senetlerinin zayıflamasına, halkın emeklilik fonlarının değer kaybetmesine yol açan finans sektöründe yeni düzenlemeler için muhtemelen bir dizi adım atacak. İşsizlik ve sigortasız işçiler için vaat ettiği “reform”lar ise, bu durumda ileri bir tarihe ertelenecek.

Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu. Ancak Obama ve Kongre’deki Demokratlar, bu vaatlerinden geri adım atmak konusunda işaretleri daha şimdiden vermeye başladı.

Bazı analizcilere göre, Obama, tutucu ve yoksullara karşı bir politikacı. Obama’nın tutuculuğunun ve fakirlere karşı oluşunun, Şikago Üniversitesi’nin ekonomik görüşlerinden kaynaklandığını iddia ediliyor. Çünkü Şikago Üniversitesi, ekonomi alanında en tutucu, Thatcher-Reagancı görüşleri savunan bir eğitim kurumu. Ve Obama bu üniversitenin hukuk bölümünde 10 yıl boyunca ders verdi.

Bu görüşteki analistlerden Naomi Klein, Barak Obama hakkındaki olumsuz görüşlerini konut kredi borçlarını ödeyemeyen fakirlere karşı aldığı tavırla destekliyor. ABD’de konut sektörü krizi nedeniyle devletin fakirlere yardımcı olmasına, Barak Obama karşı çıkmıştı. Obama, yapılan yardımların ahlaki bir riziko yaratacağını ileri sürmüştü. Ama aynı Obama, konut krizinden zarar gören büyük şirketler ve bankalar devlet tarafından kurtarılırken, ahlaki rizikodan hiç bahsetmedi. Aksine, bankaların ve büyük şirketlerin kurtarılmasını destekledi.

Obama’nın fakirleri korumayan, ama büyük şirketlere destek veren tavrı, iktidara geldiğinde ne yapacağı hakkında fikir veriyor.

Obama, güvencesiz emekçileri sağlık güvencesine kavuşturacağını vaat ederken, devlete değil, piyasaya güvendiğini açıklamıştı. Tüm çalışanlardan prim toplayıp herkese genel güvence yerine, oluşturulacak “sağlık sigortası pazarı”nda poliçelerin alınıp satılmasını tercih ediyor. Obama’nın sağlık reformu planının detaylarının üzerinde durmak, bu yazının kapsamını aşar. Planın, özel sigorta şirketlerine dayalı mevcut sisteme 60 milyar doların üzerinde bir kaynak aktararak, sigortalıların hastalık geçmişine dair ayrıntılı bir bilgi bankası oluşturarak, herkes için yüksek risk primlerine yol açan asimetrik bilgi dağılımının giderilmesi, önleyici korunmanın geliştirilmesi, ilaç maliyetlerinin ve doktorların karşılaştığı yüksek tazminat taleplerinin düşürülmesi gibi unsurlar içerdiğini belirtebiliriz. Kısacası plan, piyasa sistemi içerisinde maliyetleri düşürmek gibi bir arayışın ötesine geçmemekte, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi yerine, özel sektöre kaynak aktararak maliyetlerin düşürülmesi amaçlanmaktadır.

Sadece sağlık konusunda değil, diğer sosyal politika konularında da, Obama, Cumhuriyetçilerin iddia ettiği gibi, bir “sosyalist” değil. Piyasacı bir sosyal demokrat.

Obama, devletin, finans piyasasını yakından denetlemesinden yana. Yeni teknolojiler, ürünler geliştirmeye soyunan yeni firmaları kamu fonlarıyla desteklemek istiyor. Mal ve hizmet piyasasında “katılıklar” yaratmak yanlısı değil.

Obama, vaat ettiği “değişim programını” uygulamadan önce, Amerikan ekonomisini krizden çıkartmaya çalışacak. Bush yönetiminin tüm kurtarma planlarını destekledi. Konutta icra furyasını durdurmak için yüz milyarlarca doları gözden çıkardı. Ayrıca 50 milyar dolar altyapı yatırımlarına para harcamayı planlıyor. Tüm bu kamu harcamalarının 2009’da ve sonrasında rekor bütçe açıklarına neden olacağını biliniyor.

20 Ocak 2009’da resmen Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı olacak Barack Obama, seçim zaferi sonrası, ilk mülakatını Amerikan CBS televizyonuna verdi.

Obama, 60 Minutes (Altmış Dakika) adlı programda, yarım saat boyunca ekonomi, ulusal güvenlik ve oluşturacağı yönetimle ilgili soruları yanıtladı.

Barack Obama, öncelik vereceği konuların birinin, Amerikan ekonomisinin yeniden canlandırmak olduğunu söyledi, resesyonun daha da derinleşmesinden kaçınmanın, hayati önem taşıdığını belirtti:

Mali piyasalarda henüz güveni yeniden tan anlamıyla tesis edemediğimize şüphe yok. Bu, tüketici piyasaları ve ekonominin gelişmesini sağlayan işletmeler için de geçerli. Benim başkan olarak görevim, güvenin tesisi için gerekeni yapmaktır.

Yukarıda özetlediğimiz olgulardan da anlaşılacağı üzere, Obama döneminde ABD’nin iç ve dış politikalarında köklü bir değişiklik olmayacaktır. Aslında ABD gibi emperyalist-kapitalist sistemin lider ülkesinde, seçilen başkanın subjektif niyetlerine göre ülkenin politikalarının kökten değişmesini beklemek de safdillik olur. Muhtemel değişiklikler teferruat üzerine olabilir, fakat ABD’nin içinde bulunduğu kriz ortamı, böyle değişimlerin dahi kısa dönemde olmasını engelleyecek niteliktedir.

Obama’nın yapacağı, dış politikada da, kısa dönemde Bush iktidarının dağıttığı ilişkileri ve güçleri toparlamak olacaktır. Ortadoğu ve Kafkaslar’a yönelik politikalarda, ABD, AB ve Türkiye’den daha fazla yararlanmak isteyecektir.

Obama’nın muhtemel Ortadoğu politikaları, başta Türkiye halkı olmak üzere Ortadoğu halklarının aleyhine olacaktır ve Ortadoğu halkları sık sık ABD politikaları ile çatışmaya girmek zorunda kalacaktır.

Obama, Afganistan’a daha fazla asker göndereceğini açıkladı. Afganistan’a gidecek ABD askerlerinin yanı sıra, Obama, NATO güçlerinden (Avrupa ülkeleri başta olmak üzere) ve Türkiye’den daha fazla asker isteyecektir. ABD’nin, önümüzdeki dönem Türkiye’ye biçeceği misyon, sadece Afganistan’a daha fazla asker göndermek olmayacak; Irak’tan asker çekme sürecinde, Irak Kürt Federe Devleti’nin korunması, Azerbaycan ve Gürcistan ile iyi ilişkiler ve Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilerek, İran’ın Kuzey ve Doğu’dan kuşatılması istenecektir. Ayrıca, NATO güçlerinin Karadeniz’e çıkması için Türkiye’ye baskı uygulanacak ve Karadeniz sorunu nedeniyle, Rusya ile Türkiye’nin ilişkilerinin giderek daha fazla bozulması söz konusu olabilecektir.

Kürt Devleti’nin korunması karşılığı PKK’nin Kandil’den ve Kürt Federe Devleti’nden çıkarılması ile Kerkük’e özel bir statü uygulanması pazarlıkları yapılacaktır.

Obama, seçim sürecinde Bush’un enerji politikalarını eleştirerek, güneş, rüzgar vb. enerji kaynaklarını kullanarak, Ortadoğu’nun petrolüne bağımlılıktan kurtulma sözü vermiştir. Fakat, bu vaat de, ABD açısından kısa sürede gerçekleşebilecek bir şey değildir. ABD, önümüzdeki dönemde de, Ortadoğu petrollerinin batı ve doğuya aktarma yollarını kontrol etme, yani Türkiye, Afganistan ve Kafkasları kontrol etme politikalarını sürdürecektir.

Gürcistan, Çek cumhuriyeti ve Polonya’nın Rusya karşısında aşırılıklarını frenler görünse de, Obama hükümeti de, Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek niyetinde değildir. Türkiye üzerinde baskı kurarak ve desteğini sağlayarak, NATO gemilerinin Karadeniz’e çıkması politikalarında ısrarlı olacak ve Rusya’nın nefesini duyacak mesafede kalmakta ısrar edecektir.

Son bir söz de Türkiye’deki liberallere. Obama’nın ABD’de seçmeni etkileyen sloganlarını uyarlayarak, Türkiye’de de, ABD seçmenindeki iyimserliğe benzer bir hava yaratmaya çalışarak, dünyanın liberal yeni bir döneme evrildiği imajı yaratmaya çalışanlar, kısa süre içinde kafalarını emperyalist gericiliğin politik gerçekleri duvarına çarpacaklar ve krizin yükünü emekçilerin sırtına yüklemeye çalışan tekelci burjuvazinin halk düşmanı politikalarını savunmakta zorlanacaklardır.

 

Demokratik Birlik Hareketi ya da “Çatı Partisi” ve Gelişmeler

Demokratik Birlik Hareketi ya da “Çatı Partisi” ve gelişmeler

KAMİL TEKİN SÜREK

 

Uzunca sayılabilecek bir süredir tartışılan “Çatı Partisi” sorunuyla ilgili olarak 20-21 Aralık 2008 tarihlerinde yapılan toplantı ile yeni bir adım atıldı.

Çatı Partisi tartışmaları ilk kez Kasım 2002 Milletvekili Seçimleri’nde ortaya çıkan Emek Barış Demokrasi Bloku’nun görece başarılı bir sonuç elde etmesinden sonra gündeme gelmişti.

Kasım 2002 seçimlerinden önce HADEP, EMEP, SDP bir araya gelmiş, kısa bir seçim programı ile DEHAP “çatısı” altında seçime girmişti. Bu ittifaka bazı sol grupların katılmasının yanı sıra, çok sayıda aydın, kitle örgütü temsilcisi, bazı sendikacılar vd. destek vermişti.

Seçimlerden sonra, ittifak bileşenleri, bu ittifakı daha kalıcı, daha sağlam ve daha geniş kılmak için bir dizi görüşmeler yaptılar ve bu konuda bir adım olması düşünülen konferans düzenlenmesi aşamasında çalışmalar kesintiye uğradı.

Daha sonra, 2004 Yerel Seçimleri yaklaştığında 2002’de ittifak eden güçlerin yanına ÖDP ve SHP de katılarak Güç Birliği adı verilen bir seçim ittifakı daha gerçekleştirildi.

Seçimler dışında pek çok siyasi gündemle ilgili olarak kısa dönemli eylem birlikleri ya da güç birlikleri yapıldı. Savaşa karşı birlik, Irak’ın işgaline karşı birlik, Hrant Dink’in öldürülmesi sonrası ortaya çıkan protesto gösterilerinde kurulan birlik, Barış Meclisi çalışmaları, Newroz ve 1 Mayıs kutlamaları, İş Kanunu’nun değiştirilmesi, Sosyal Güvenlik Yasası’nın değiştirilmesi dönemlerindeki birlikler vd. Gündemin muhtevasına ve gelişmelere göre bu ittifaklara katılan güçler değişti. Fakat belirli siyasi ve toplumsal güçler bir eksik iki fazla ile bütün bu ittifak ve eylemlere katıldılar.

2007 yılının başlarında “Çatı Partisi” adı verilen ittifakın gerekliliği üzerine tartışmalar yeniden canlandı. “Çatı Partisi” tartışmaları sürerken, bir taraftan da 22 Temmuz 2007 Milletvekili Seçimleri için DTP, EMEP, ÖDP ve SDP’nin katıldığı ‘Bin Umut Adayları’ ismi verilen seçim ittifakı gerçekleştirildi. “Çatı Partisi” tartışmaları seçimlerden sonra da aralıksız devam etti.

Kabaca göz atacak olursak, 2002’den 2007’ye uzanan süreçte Türkiye esas olarak üç siyasi odak etrafından kümelenmişti.

Bunlardan birincisi, daha kurulmasının üstünden bir sene dahi geçmeden TBMM’de birinci parti olan AKP ve destekçileri idi. ABD’nin, 2001 yılında gerçekleştirilen İkiz Kuleler olayından sonra ilan ettiği GOP projesine de uygun olarak, DSP-MHP-ANAP hükümeti ABD-AB ve TÜSİAD tarafından yıkılmış ve Erbakan’ın partisinden ayrılan Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Abdüllatif Şener ve Bülent Arınç gibi isimlere kurdurulan AKP, büyük bir medya desteği ile seçimden birinci parti olarak çıkmıştı. AKP’nin hükümet olmasında rol oynayan güçler, hapis cezası olduğu için milletvekili seçimine dahi katılması engellenen Tayyip Erdoğan’ı önce milletvekili, sonra başbakan yaptılar.

Hükümet olan AKP, ekonomiyi IMF programına, dış siyaseti ABD ve AB’ye bırakarak, iktidarını güçlendirmeye çalıştı. Afganistan ve Irak işgalini planlayan ABD ve genişleyerek sınırlarını Ortadoğu’ya, dolayısıyla enerji kaynaklarına ve yollarına kadar uzatmak isteyen AB, AKP’yi bütün gücüyle destekledi. AKP’nin AB’ye girmek için gündeme getirdiği “demokratikleşme” paketleri demagojisi ise, bu partinin etrafında liberal aydınların toplanmasına neden oldu.

Kendisi de ABD ve AB işbirlikçisi olan, fakat Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve 12 Eylül sisteminin değişmemesi konusunda ısrar eden ikinci kesim CHP ve kendilerine laik ve ulusalcı sıfatlarını yakıştıran asker-sivil bürokrasi ve aydınlar etrafında kümelendi. Bu kesim, bir taraftan AKP’nin emperyalist güçlerle ilişkilerini demagojik bir biçimde kullanırken, diğer taraftan Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve demokratikleşme talepleri konusunda en gerici tutumu alarak, kendini AKP’nin tek alternatifi olarak kitlelere sundu.

Üçüncü odak ise, her iki siyasi mihrakın da karşısında duran, onları eleştiren, demokrasi, barış ve emek sorunlarını gündeme getiren güçlerdi. Aralarındaki farklara, bazı sorunlarda farklı duruş ve tutumlarla olmakla beraber, gündeme göre bazen AKP’nin karşısında kitleleri harekete geçirmeye çalışan, bazen de ulusalcı kanatla çatışan ve bu nedenle, ulusalcı güçler tarafından AKP’nin yanında olmakla da suçlanan demokrasi güçleriydi.

Demokratik Güçler Cephesi’de diyebileceğimiz, emek ve demokrasi güçlerinin dağınıklığı, geçici ve zayıf güç birlikleri kurmaktan öte kalıcı ve programatik düzeyde ittifaklar oluşturamaması nedeniyle ilk iki siyasi gücün yanında zayıf kaldı ve etkili bir güç görünümü edinemedi.

Yukarıda sözünü ettiğimiz siyasi bölünme işçi sınıfı ve kitle örgütleri içinde de kendi yandaşlarını ortaya çıkardı. AKP’nin çevresinde ve destekçisi pozisyonunda olan Hak-İş, Kamu Sen, Memur Sen, MÜSİAD, genel tutumuyla Türk-İş’e bağlı büyük sendikalar, bu odağın yedeğinde davranmaktadır. TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleri bu odakla, özellikle AKP ile ekonomik politikalar bakımından tam bir uyum içindedirler. Ama laisizm, devletin yapısı gibi konularda ise bu odakla çelişkiler yaşamaktadırlar.

CHP-MHP’nin merkezinde olduğu, asker ve sivil, kendisini Kemalist olarak tanımlayan çevrelerin de içinde yer aldığı, geleneksel güç odaklarının oluşturduğu milliyetçi-“laik” odak, her yeni gelişmeyle bazı değişimlere uğramakla birlikte etkisini korumaktadır. Sağın ve “sol”un Kızılelmacıları da, CHP ya da MHP’ye yönelik bütün sert eleştirilerine karşın, dönüp dolaşıp bu odağın etrafında birleşmektedirler. Burada MHP ve BBP’nin, bir yandan ırkçı bir milliyetçilik öte yandan da İslamcılık gibi konularda CHP ile çatışacağı düşünülürse de; CHP’nin son yıllardaki yönelimleri, bu farklılıkları büyük oranda önemsizleştirmiştir. DİSK ve bağlı sendikalar, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar, Eğitim-İş ve bazı meslek odaları, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, çeşitli legal ve illegal “kuvvacı” güçler, resmî ya da gayriresmî odaklarla bağlantılı çete organizasyonları, bu CHP-MHP gibi milliyetçi-statükocu partilerle paralel bir hatta hareket etmekte, daha doğrusu aynı stratejinin unsurları olarak davranmaktadırlar.

Demokrasi güçlerine gelindiğinde ise: Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerinin demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi, Kürtlerin özgürlük mücadelesi ve Alevilerin gerçek bir laisizm temelindeki talepleri bu hareketin üstünde yükseldiği temeli oluşturmaktadır. EMEP’ten DTP’ye, ÖDP’den çeşitli sol siyasi çevrelere kadar, yine aydınları, geniş bir ilerici, demokrat (sol ya da sağ bir kökenden gelebilir) çevreyi bu “odak” etrafında sayabiliriz. Ayrıca, TTB, TMMOB, KESK ve öteki çeşitli kitle örgütleriyle işçi sendikalarıyla (Türk-İş ve DİSK’in bazı şubeleri ve bazı merkezleri) her konuda olmasa da belirli konularda ve kimi dönemlerde bir arada olunabilmektedir.

Demokratik Birlik Hareketi ya da Çatı Partisi ihtiyacı hangi somut gerçeklerden kaynaklanmaktadır?

Bugün Türkiye’nin ekonomik ve siyasi sorunlarına bağlı olarak, başlıca sorunun demokratikleşme olduğu göz önüne alındığında; 85 yıllık Cumhuriyet tarihinin en temel sorununun ülkenin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi olduğu söylenebilir. Söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlüğünün bin türlü engelle karşılanması, Kürt sorunu ve laisizmin çözümsüzlüğünün sürmesi, ekonominin halk yararına düzenlenmesi gibi sorunların çözümüne duyulan ihtiyaç, tüm güçlerin demokratik bir cephede, bir çatı etrafında birleşmesinin önemini artırmaktadır. Bunun içindir ki; sermayenin asker ve sivil temsilcileri kendilerini, “Cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcısı” olarak ortaya atıp, bundan ekonomik ve siyasi rant sağlamaktadırlar. Dahası, cumhuriyet, demokrasi, özgürlükler gibi kavram ve haklar üstünde yaratılan bulanıklıktan yararlanan bu güçler, “cumhuriyetin tehdit altında” olduğu üstünden yarattıkları gerilim de bu sorunların çözümünde gelmiş geçmiş iktidarların başarısız olduklarının kanıtıdır.

Nitekim Kürt sorunu ve laisizm sorunu (şeriat tehlikesi) üstünden yaratılan gerilimle ifade ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü de baskı altında tutulmuş, özgürlük ve demokrasi talepleri “bölücülüğün”, Türkiye’yi tehdit eden dış güçlerin oyunu olarak gösterilmiştir, gösterilmektedir.

Öte yandan son çeyrek yüzyılda uygulanan ekonomik politikaların esası ise, Türkiye’nin Batı kapitalizmine entegre olmasına indirgenmiş olup, emeğin haklarının gaspı, işsizlik ve yoksulluğun emekçiler için kaçınılamaz bir kader yapılması çizgisi üstünde şekillenen IMF-TÜSİAD çizgisi bir dayatma haline getirilmiştir. Ve bu neoliberal ekonomik program denebilir ki tüm düzen partilerinin ortak programı olarak benimsenmiştir.

Toplam üstünden bakıldığında; yukarıda sözü edilen ilk iki siyasi mihrakın; Türkiye’nin demokratikleşmesinin temel önemde sorunları olan, Kürt sorununun çözümü, laisizmin gerçek temelleri üstüne oturtulması, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü gibi konularda hiçbir gerçekçi çözümlerin bulunmadığı; tersine bunların aralarında küçük farklar üstünde iktidar ve muhalefet olmalarına göre, bu yerlerin değiştiği görülmektedir. 22 Temmuz 2007 seçiminde, bu partilerin seçim programlarında, bu temel sorunlara ilişkin önemli hiçbir vaat yer almadığı gibi, son Anayasa değişikliği tartışmalarında da “türban” sorunu dışında aralarında ‘kavgaya değer’ bir değişiklik olmadığı görülmüştür. Neoliberal politikalar bakımından da yukarıda belirtilen sermaye partileri bloklarının fikir birliği içinde oldukları, tartışmalarının bu programı kimin daha iyi uygulayacağı üstüne olduğunu artık herkes bilmektedir.

Bu yüzdendir ki; çok sayıda sermaye partisi ve birbirine karşıymış gibi görünen mihraklar oluşmasına karşın, aslında bu partiler ve bloklar mevcut statükonun korunması, uluslararası sermaye güçlerinin stratejisine bağlanmış olma konusunda hemfikirdirler. Burada AKP, mevcut statükoyu kendisinin etkin gücünü oluşturacağı şekilde değiştirmek için ‘reform üstüne reform yapan parti’ olarak kendisini öne atsa da; rejimin temelleri ve statükonun ana dayanakları konusunda diğerlerinden farklı bir noktada değildir. Zaten bu “reformlar” da; rejimle ilgili değil; örneğin emekçilerin haklarını gasp etme olarak şekillenen iş yasasının değiştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin, eğitimin, kamu hizmetleri alanının piyasanın ihtiyaçlarına ve genel olarak neoliberal ekonominin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi alanlarındadır. Yine, Kürt sorununun çözümü konusunda bir demokratik girişim, laisizm konusunda Diyanet’in kaldırılması, devletin din alanından çekilmesi gibi konularda ne laiklik şampiyonu partilerin ne de inanç ve vicdan özgürlüğünü türban sorununa indirgeyen partilerin ve odakların bir girişimi olmamıştır. “Anayasayı yeniden yazmak” iddiasıyla ortaya çıkan AKP de; aslında rejimin asıl dayanaklarına (Anayasa’nın gerekçesi ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek ilk üç maddesine) dokunmayacağını şimdiden ilan etmiştir.

Onun içidir ki, Türkiye’nin sorunlarını çözme yoluna girmenin tek seçeneği; yukarıda sözü edilen “demokrasi güçleri odağı”nın oluşturacağı ittifakın güç ve etkinlik kazanarak halkın demokratik iktidarı için adımlar atabilmesidir. Çünkü Kürt sorununun çözümü, laisizmi ayakları üstüne oturtmak, özgürlüklerin sınırsız bir biçimde gelişmesi ve neoliberal ekonomik program karşısında ülkenin ekonomik olanakları üstünde dinamizmin açığa çıkarılarak halkçı bir ekonomik program seçeneğini ortaya koyabilecek tek güç; bu emek hareketi üzerinden yükselecek olan, ilerici, demokrat güçlerin ittifakı üzerinden oluşan birliktir. Günümüzde, güç ve çıkar çatışmaları içinde, halkı ‘değişim’ ya da ‘cumhuriyet değerleri’ adıyla etkilemeye çalışan sermaye güçlerinin karşısında, Türkiye’nin sorunlarına halkın yararına gerçekçi çözümler getirebilecek potansiyeli barındıran, emek, demokrasi ve halk güçlerinin bir politik mihrak olarak örgütlenmelerine ve sürece müdahale etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır. Emek, barış ve demokratikleşmeden yana siyasi partiler, sendikal güçler, meslek örgütleri, demokratik kurumlar, aydınlar, çeşitli inanç ve kültür çevreleri, üretici köylüler, çevre örgütlenmeleri ve kadın çevrelerinden oluşacak bu bileşim, ortak çıkarlar, talepler ve mücadele platformu üzerinde birleşip, yeni bir saflaşma yaratabilirlerse, mevcut problemleri çözmek üzere halkçı ve demokratik bir iktidar seçeneği oluşturma şansını da yakalayabileceklerdir. EMEP, DTP ve SDP’nin, bu çevrelerle tartışmalarına başladığı “Çatı Partisi”, “Demokratik Birlik Hareketi”, “Demokrasi İçin Birlik”, “Blok Hareketi” vb isimlerle kamuoyuna yansıyan oluşum, bu cephenin siyasi platformu olacaktır.

Yukarıda, “demokrasi güçleri odağı” olarak ifade ettiğimiz partiler ve çevreler, bugüne kadar, iki genel, bir yerel seçimde, çeşitli düzeylerde işbirliği yapmışlardır. Elbette bu bile, Türkiye gibi ittifak kültürünün son derece zayıf olduğu bir ülkede çok önemlidir. Ve bugün yapılacak girişimler için de seçim ittifakları son derece güçlü dayanaklar sağlayacak mahiyette ittifaklardır. Ancak bu seçim ittifakları seçimler sonrasında âdeta unutulmuş, ne doğrular geliştirilebilmiş, ne de yanlışlardan ders çıkaran, sağlıklı ve sistemli bir ilişki sürdürme imkânı oluşabilmiştir. Tersine, birikim ve işbirliği, iki seçim arasındaki sürecin geniş aralıklarında, basit günlük kimi kendiliğinden “iyi ilişkilere” ve yerel örgütlerin çabalarına terk edilmiştir. Ancak bir sonraki seçim kapıya dayandığında, Seçim Kanunu’nun gerektirdiği hızda yeni bir ittifak görüşmesi başlatılmış, âdeta daha önce yaşananlar yok sayılarak, eski hata ve zaaflardan gerekli dersler çıkarılmadan yol alınmak istenmiştir.

Şimdi şu açıkça görülmektedir ki; seçimden seçime yapılan ittifaklar elbette partilerin tabanları arasında bir sıcaklık, bir işbirliği ve güç birliği isteği yaratmıştır. Ama demokrasi güçlerinin her günkü mücadele içinde birlikleri ve hareketi önemlidir. Bugün yaşadıklarımız, sadece siyasi talepler doğrultusunda değil, sendikal (sendikalar içinde ortak tavır alma ve işçilerin sendikalaşma mücadelelerinin örgütlenmesinde ortak hareket etme) ve sosyal (eğitim, sağlık, konut edinme, yerel yönetimden istenen talepler, sosyal güvenlik vb. konularda) talepler, hayatın bütün alanlarında ortak mücadelenin gereğini dayatmış bulunmaktadır.

Özellikle 22 Temmuz 2007 seçimi sonrası yapılan değerlendirmeler; demokrasi güçleri odağının hızla istikrarlı, disiplinli bir birlik sağlamak üzere harekete geçmesini zorunlu kılmıştır. Türkiye’nin başlıca sorunlarını çözecek bir yapıya kavuşmak üzere; gerçek bir “Demokratik Birlik Hareketi’ bir Türkiye “Çatı Partisi” için kaybedecek zaman kalmamıştır.

Şüphesiz yaşananlar; yararlı, birlikte çalışma ve güç oluşturmanın, halkı birleştirmenin deneyimlerini yetersiz de olsa göstermesi bakımından olumludur; ancak, sınırlılıkları, gecikmişliği, politik darlıkları, benmerkezci anlayışların yol açtığı geriliklerle başarılı ve etkili olmayı becerememiş deneyimlerdir. Hepsinden önemlisi, bu yan yana gelişler, halkın etrafında kenetlendiği, siyasi bir alternatif olarak benimsediği, güçlü bir umut ve heyecan yaratan, iş-güç birlikleri olamamıştır ve bu haliyle kaldığı sürece de, olması oldukça zordur. Yine çabalarımız ve ortak hareketimiz, aynı zamanda, neyin yapılıp neyin yapılmamasını göstermesi, halk güçlerindeki beklentilerin ve taleplerin görülmesi bakımından son derece yararlı olmuştur. Ancak bu süreçlerin özeleştirel değerlendirmeleri yapılmasına rağmen, yeni dönemlerde daha ileri ittifaklar, örneğin “Çatı Partisi” vb. oluşumların yaratılamamış olması, mutlaka iyi görülmelidir. Yoksa bugünkü girişimler de sonuca ulaşmada yetersiz olacaktır.

“Çatı Partisi” olarak bilinen ya da adlandırılan ittifakın üzerinde yükseleceği ortak talepler nelerdir?

Yukarıda bazı siyasi gelişmeler karşısında ortak protesto gösterileri ve ortak eylemler dışında bir programa, asgari talepler manzumesine dayalı, istikrarlı ve örgütlü, geniş kitleleri içine alan mücadelenin gerekliliğinden söz etmiştik.

Böyle bir ittifakın mücadeleyi yükselteceği asgari talepler neler olmalıdır?

1-) Emekçilerin kazınılmış haklarının korunması ve geliştirilmesi ile neoliberal ekonomik politikalara karşı, halkın çıkarlarını savunan ekonomik ve sosyal (parasız sağlık ve parasız eğitim, konut sorununun çözümü, yerel yönetim hizmetlerinin adil ve parasız verilmesi, bölgeler arasında eşitsizliğin giderilmesi, önlemlerin alınması ve taleplerin karşılanmasına ilişkin politikalar geliştirilmesi.

2-) Kürt sorununun demokratik çözümü alanıda, “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nın sonuç bildirgesinde yer alan talepler ve sorunun çözümüne dair öneriler, programda, Kürt sorununun çözümü için dayanak olarak değerlendirilebilir. Dahası böylece, girişim; bu konferansın birikimine sahip çıkmakla; bu konferansın katılımcısı yüzlerce aydınıyla da, daha baştan fikri bir bağ içine girmiş olur.

3-) Laisizmin gerçek temellerine oturtulması: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması, zorunlu din derslerinin müfredattan çıkarılması, devletin imam ordusu yetiştirip, istihdam etmesine son verilmesi ve devletin din karşısında, tümüyle yansız olacağı bir çizgiye çekilmesini esas alan bir laisizmin savunulması.

4-) Doğanın ve tarihin korunmasını temel alan çevre politikalarını savunmak ve insanlığın varlık-yokluk davası haline gelen, doğanın korunması sorununu, programın önemli bir maddesi olarak ele almak.

5-) Irkçı, milliyetçi, dinci, Ortaçağ kalıntısı kültürel değerlere karşı, insanlığın ileri değerler birikimini savunan, bunları halka mal etmeyi amaçlayan, halkların kardeşliğini esas alan bir kültürü yaymak için çalışmak, “Çatı Partisi” için vazgeçilmez olmak durumundadır.

Böyle bir ittifak ayrıca:

ABD ve diğer emperyalist güçlerin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslardaki müdahaleleri, halkları düşmanlaştıran ve birbirine karşı kışkırtan politikalarına karşı; halkların kardeşliği ve dayanışması için hareket etmek;

İfade, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere bütün hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlama ve engellerin kaldırılması için;

Azınlık milliyetlerin ulusal haklarının tanınması ve serbestçe kullanılabilmesi için;

12 Eylül Anayasası’nın tümden değiştirilmesi, tüm anti-demokratik gerici yasaların iptali ve değiştirilmesi, halka karşı suç işlemiş tüm örgütlenmelerin ve suçlularının açığa çıkarılarak halka hesap vermelerinin sağlanması ve Kontrgerilla-Jitem örgütlenmesinin dağıtılması için;

Üniversite ve bilimsel özerklik ve gençlerin geleceksizliğinin önlenmesi için mücadele.

 

Dar değil, kapsayıcı, sol parti ve çevrelerle sınırlı olmayan demokratik ve halkçı bir hareket

Kuşkusuz günümüzün ihtiyacı olan bir “Çatı Partisi”nin kurulması, sadece bazı siyasi parti ve çevrelerin katılımıyla olamayacağı gibi, sadece bu partilerin çevrelerinden ibaret de olamaz, olmamalıdır. Tersine; bu partiler sadece girişimci olarak özel bir sorumluluk yüklenmelidir ve Türkiye’nin geniş aydın çevreleri başta olmak üzere, bugünkünden çok daha geniş bir yelpazeyi, daha kuruluş aşamasından itibaren, çalışmaya katmayı esas alan bir tutum geliştirmelidirler. Ortaya konacak ve demokrasi eksenli programla birleşebilecek, ülke çapında ya da yerel düzeyde demokrat ilerici çevre ve kişilerin katılımını da önemseyerek, sendikaları, çevre örgütlerini, ezilen milliyet ve mezheplerin temsilci örgütlerini, yöre derneklerine kadar az çok toplumda etkisi olan her çevrenin katılımını öngörmelidir. Daha kuruluş aşamasında program; bu çevrelerin de katıldığı; az çok örgütlülüğü olan işyerleri, hizmet kurumları, her düzeyde sendika örgütlenmeleri, meslek örgütleri ve her türden emek örgütünde tartışılarak oluşturulmalıdır. Burada katılım, tartışmaların rutinleşmesine izin verilmeden, saptırılmadan ve kendilerini “sol” olarak adlandıran kimi küçük çevrelerin sabotajcı tutum ve engellemelerine takılmadan yürütülmesinde, girişimci partilere herkesten çok çaba, yetenek gösterme ve görev düşmektedir.

Kuşkusuz bu çevrelerin katılımı, “Çatı Partisi”nin her kademedeki kurumunda hissedilmelidir. Özellikle ülke çapında örgütlü sendikalar ve çeşitli emek örgütlerinin durumu göz önüne alındığında; çalışmanın başında bu örgütlerin ülke çapında ve genel merkezler düzeyinde katılması çok sınırlı olacaktır. Ama yerel, iller-ilçeler düzeyinde ele alındığında; bu örgütlerin şubeleri, temsilcilikleri ve yerel ölçekte pek çok çevre örgütü, hemşehri dernekleri ve yöreye has etkin örgütlerin bu çalışmaya katılması mümkündür. Ve yukarıda sayılan güçlerin yerel temsilcileri yeterince enerji harcar ve yaratıcı olurlarsa; yerel örgütlenmelerin oldukça geniş kesimleri kucaklayabileceği ortadadır. Hele bu çalışma; geleneksel, delege ağalığı ve genel merkezler diktası altındaki “particiliğin” eleştirisiyle birlikte ele alınır ve bu kesimlerin katılımı görünüşü aşan bir ciddiyetle sağlanabilirse; “Çatı Partisi”nin yeni umutların yeşerip yayılmasında önemli bir dayanak olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Dahası Çatı Partisi böylesi geniş bir perspektifle ve kendi iç demokrasisi bakımından da diğer partilerden farklılıklar gösteren bir parti olduğu duygu ve heyecanını yaratamazsa, daha baştan hayal kırıklığı olarak doğar. Bu yüzden de partinin programının ne olacağı kadar, onun kuruluşunu nasıl gerçekleştireceğimiz ve hangi çevreleri ne etkinlikte katacağımız da önemli olacaktır.

“Çatı Partisi”ni bir yandan il ve ilçeler hatta büyük işletmeler ve hizmet kurumlarına kadar inecek bir örgütlemeye ve Türkiye’nin en önemli ve yüz yıllık çözüm bekleyen sorunlarını çözmeye aday olarak çıkacağı gözlendiğinde, elbette ki ortaya çıkışı da bu iddiaya uygun olmak durumundadır.

 

Çatı Partisi hangi örgütsel ilkeler temelinde, nasıl bir örgütsel model olarak oluşturulabilir?
Siyasi bir program ve iktidar hedefi şüphesiz bu güçlerin zeminini oluşturduğu bir hareketi ve siyasal form olarak partiyi gerekli kılar. Bir güç odağı olabilmek politik bir çizgi ve hedefi zorunlu kıldığı gibi, bu mücadeleyi hayata geçirecek bir örgütlenmeyi de gerektirmektedir. Yani mesele sadece bu ittifak güçlerini seçimlerde temsil edecek bir partinin şeklen, formaliteden kurulması değildir. Halk güçlerinin mücadele dinamiği ve hayata nüfus eden, emekçi kitleleri bulundukları alanlarda örgütleyen, yerelden başlayarak güç olabilen bir hareket ancak bu değişimi ve ülkemizin geleceğinin kurulmasını sağlayabilecektir. Bu mücadele ve örgütlenme anlayışı –bütün güçlüklerine rağmen– mevcut burjuva-gerici partilerin anti-demokratik yönetim modellerinin karşısında, halkın kendisini ve katkısını bulabileceği en demokratik yapı ve işleyiş olacaktır, olmalıdır. Bu kadar ‘farklı’ ve geniş çevrenin ve geleneğin birlikte örgütlenmesi, ülkemiz açısından yenilikleri de getirecektir. Bu kültür ve örgütlenme anlayışı, yaşayarak daha da geliştirilecektir. Kurumlar ve kişiler olarak katılımın sağlandığı çalışmaya, katılan her kesim, kendi örgütsel yapı ve bağımsızlığını korurken (farklı sınıf ve programlara dayandığı için) çatının-blokun yerel ve merkezî örgütlerinde ‘Çatı Partisi’nin birleşenleri olarak yer almalıdırlar.

Çatı Partisi” bir sınıf hareketi mi, yoksa farklı sınıfsal güçlerin ittifakı olarak mı oluşacak?
Bu durumda, anlaşılacağı gibi, bir grup işbirlikçi çıkar çevresi durumundaki; baskıcı ve sömürücü düzenden beslenen büyük sermaye güçleri ve örgütleri dışındaki tüm güçler; işçi sınıfı, kamu emekçileri, köylülük, küçük üretici gibi emekçi sınıf ve tabakaların yanında orta ve küçük burjuva kesimlerin ittifakı olarak şekillenebilir. Elbette siyasal, toplumsal hareketler bu denli teorik tanımlamalarla ilerlemeyeceğinden, ülkemizde de halk hareketi kendi seyri ve özgünlükleri içinde şekillenecektir.

“Çatı Partisi”, devrimci işçi hareketinin örgütüyle eşleştirilmez ve onun yerine geçmez. Ancak, işçi sınıfı ve emekçi halkın önünü açacak örgütsel biçimlerden biri olabilir. “Çatı Partisi”; demokrasi ve barış talep eden, demokratik bir platform etrafında halkın ileri unsurlarını ve ilk elde örgütlenmeye yatkın güçlerini birleştiren, ekonomik, demokratik hedefleri olan bir örgüttür.

20-21 Aralık 2008 toplantısı, yukarıdaki öngörülere uygun bir ilerleme sağlamış mıdır?

20-21 Aralık 2008 toplantısına, Aydın Çubukçu (Evrensel Kültür Dergisi ve Hayat TV Genel Yayın Yönetmeni), Ayhan Bilgen (Mazlum-Der eski Başkanı ve Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü), Bilge Contepe ( Çevre ve ekoloji hareketi sözcüsü), Cengiz Güleç (Barış Meclisi Sözcüsü), Murat Çelikkan (Gazeteci, insan hakları aktivisti), Nazan Üstündağ (Akademisyen), Sennur Sezer (Şair-yazar), Şebnem Korur Fincancı (Akademisyen), Veysi Sarısözen (Gazeteci), Zeynep Tanbay (Sanatçı) tarafından yüz elli dolayında politikacı, sendikacı, aydın, akademisyen ve gazeteci çağrıldı. Toplantıya çağrılanlar, “Çatı Partisi” çalışmaları yapan partilerin temsilcileri tarafından daha önce bu sorun konusunda bilgilendirilmiş ve olumlu görüşleri alınmıştı. Çağrıcılar, bu toplantı sonunda bir girişimci heyetin oluşmasını hedeflediler.

20-21 Aralık toplantısına çağrılanlardan otuz beş-kırk civarında kişi mazeretleri nedeniyle katılamadı. Özellikle, İstanbul dışından çağrılanların katılımı az oldu. Fakat davetli listesinde olmayan ve toplantıyı duyan bir o kadar kişi de toplantıya katıldı. İki gün süren yoğun tartışmalar sonunda, toplantıya katılanların temsili yetersizliği nedeniyle bir girişim heyeti ya da komitesi yerine “Geçici Koordinasyon Kurulu” oluşturulmasına karar verildi. Çağrıcılarla birlikte 42 kişilik “Geçici Koordinasyon Kurulu” gönüllü katılım çerçevesinde oluştu.

20-21 Aralık Toplantısı Sonuç Bildirgesi, toplantı esnasında hazırlanamadığı için, toplantıda dile getirilen görüşler doğrultusunda daha sonra Geçici Koordinasyon Kurulu içinden seçilen bir grup arkadaş tarafından yazıldı ve “Çatı Partisi” bileşenlerini temsil eden bir heyet tarafından kamuoyuna açıklandı.

Koordinasyon Kurulu yaptığı toplantılarda bazı çalışma komisyonları oluşturma kararı aldı. Bunlar; Temas (Diyalog), Örgütlenme, Basın, Mali İşler, Program ve Tüzük, Hukuk Komisyonları.

Temas Komisyonu, 20-21 Aralık toplantısına katılamayan ya da çağrılmayan ama bu ittifakta aktif olarak yer alması beklenen kişi ve kurumlarla görüşmeleri organize edecektir.

Örgütlenme Komisyonu, başta Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir, Samsun, Diyarbakır ve Van olmak üzere çeşitli il ve giderek ilçelerde 20-21 Aralık toplantısı benzeri toplantılar ve Çatı Partisi girişimini anlatmak üzere toplantılar organize etmeyi amaçlamaktadır.

Mali İşler Komisyonu, çalışmaların mali giderlerini karşılamak ve belli başlı illerde çalışma mekânları oluşturmak için çalışmalar yürütecektir.

Basın Komisyonu, çalışmaların kamuoyuna ve demokrasi güçlerine duyurulması işini üstlenmiştir.

Program ve Tüzük Komisyonu ise, program ve tüzük yapmayacak ama program ve tüzüğün oluşturulması sürecini (konferanslar, tartışma toplantıları vb.) organize edecektir.

Hukuk Komisyonu, bu süreçte karşılaşılacak hukuki problemleri çözme çabası içinde olacaktır.

Koordinasyonun yanı sıra, komisyonlar da geçen süre içinde birkaç kez toplandı.

 

“Çatı Partisi” çalışmalarında gelinen yer, gelmek istenen yer midir?

Bu soruya olumlu yanıt vermek maalesef bugün için mümkün değil. 20-21 Aralık 2008 toplantısına sendikacı, aydın, akademisyen, Alevi çevreler ve başkaca alanlardan katılım istenildiği düzeyde olmadı. Katılanlar da tartışmalara aktif olarak katılmadılar, daha çok izlemekle yetindiler. Yine oluşturulan Geçici Koordinasyon Kurulu’nda bu çevrelerden katılım az oldu. Koordinasyon ve komisyonlar parti ve sol grupların temsilcilerinden teşekkül etti. Fakat bu durum bugün açısından hayal kırıklığı ve ümitsizliğe yol açmamalıdır. Koordinasyon ve komisyonlarda yer alan herkes, katılımın ve temsiliyetin yetersiz olduğu, sendika, aydın, akademisyen, Alevi çevreleri ve diğer kesimlerden katılımcıların mutlaka çalışmalarda yer alması gerekliliği üzerine birleşmektedir. Bir taraftan Temas Komisyonu’nun çalışmaları ile diğer taraftan önümüzdeki günlerde Ankara, İzmir ve Adana’da yapılacak toplantılarla katılımın genişleyeceği ve katılımcıların çeşitliliğinin artacağı beklenmektedir.

 

Bu aşamada emek, demokrasi ve barış güçlerine düşen görev nedir?

“Çatı Partisi” adı verilen demokrasi güçlerinin ittifak örgütü, sadece bazı parti ve örgütlerin merkez yöneticileri ve az sayıdaki aydın ve sanatçı tarafından oluşturulacak bir örgüt olamaz. Bu girişimle, ittifakın örgütünün kurulması çalışmaları başlamış, somut adımlar atılmıştır. Artık bu aşamada demokrasi güçlerinin az ya da çok, bulunduğu bütün il ve ilçelerde, yerel ittifak örgütlerinin oluşturulması için çalışmaların başlatılması gerekir. 20-21 Aralık toplantısında yapılmaya çalışıldığı gibi, hareketi ilerletecek olan yerel girişimciler bulundukları bölgede, bütün demokrasi, emek, barış güçlerinin toplanacağı toplantılar organize etmek üzere harekete geçmelidirler. Demokrasi güçlerinin birliği fabrikalarda, işletmelerde, hizmet birimlerinde, sendikalarda, okullarda, meslek örgütlerinde, yöre derneklerinde, köylü birliklerinde, gençlik ve kadın örgütlerinde oluşturulacaktır.

Yerel toplantıların organizasyonu ve merkezi koordinasyonla ilişkiye geçmesi, çalışmaları kolaylaştıracak ve hızlandıracaktır.

Unutulmamalıdır ki, demokrasi güçlerinin birliği için alınan mesafe ve gelinen noktadan geriye düşmek, birlik taleplerini bir kere daha boşa çıkarmak olacaktır ve bu kabul edilebilecek bir durum değildir.

Birleşen halk yenilmez.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑