Türkeş’in Newroz’u

Bir yanda Kürt halkı, kendi ulusal uyanışının ve mücadelesinin İfadesi olarak gerçek, içten ve bir kurtuluş çağrısı olan Newroz’u kutlarken, Misak-ı Milli kavramının tartışılmasına ilişkin kendi görüşünü de ortaya koyuyordu. Aynı anda, Antalya’da kurulan gösteri çadırında, resmi, uyduruk, durup dururken böyle bir “milli bayram”ın nereden çıktığını kendi kendilerine sorup duran bir güruh tarafından kutlanan “Nevruz” ise, bir başka açıdan Misak-ı Milli kavramının tartışmaya sokulmasına sahne ölüyordu.

Kürt halkı, Newroz’u yeni sorunlar ve belirsizlikler içinde geçirirken, aynı gün Türkiye Cumhuriyeti de, resmi düzeyde ve tam bir devlet protokolü ile kendine özgü bir “Nevruz Bayramı” icat ederek kutladı. Kutlama, sicilli faşist militanlıktan “saygın işadamlığı”na yükselmiş yeni türeme burjuvaların işlettiği turistik bir tesiste, ’80 öncesi “ülkücü” faşist ne kadar simge varsa kullanılarak yapıldı. Salon kurt resimleriyle, Pan-Türkist sloganlarla süslenmişti. Hükümet temsilcileri, siyasi parti önderleri, Türkî cumhuriyet temsilcileri, Ergenekon’dan çıkışı temsil etmek üzere, bir örs üzerinde demir dövme numaraları yaptılar.
Demir dövme gösterisini en fazla ciddiye alan, bu törenlerin ideolojik ve örgütsel öncüsü Alpaslan Türkeş’ti.
Alpaslan Türkeş, 1980 öncesinde herkes tarafından açıkça bilinen aktif faşist katliamcı kimliğini, şimdi “ağır başlı yüksek devlet adamı” kimliğiyle değiştirmiş bulunuyor.
Bu, Türkeş’in “12 Eylül’den çıkardığı bir ders”in sonucu değil, burjuvazinin ve devletin kendisinden beklediği yeni misyonla ilgili bir imaj değişikliğidir.
Türkiye Cumhuriyeti, son yıllarda derin bir çelişkiyi içinde taşıyan bir iç ve dış politika bunalımını yaşıyor. Bir yandan, içeride Kürt ulusal hareketinin yarattığı idari, askeri, ekonomik ve politik bunalım ve buna ilişkin çözüm arayışları; diğer yandan Sovyetler Birliği’nin dağılmasından doğan yeni emperyalist projeler içinde üstlenmeye talip olduğu misyona uygun olarak yerine getirmek zorunda olduğu değişiklikler, toplam olarak, başlıca kurumlarda ve politikalarda köklü revizyonları ve yeni kavramlar oluşturulmasını gerektiriyor.
Her iki olgunun da, Devlet düzeyinde gelip dayandığı temel kavram, devletin bugüne kadarki bütün iç ve dış politik ve diplomatik ilişkilerini ve girişimlerini belirlemiş olan “Misak-ı Milli kavramıdır.
“Misak-ı Milli”, bugün başlıca bu iki olgu karşısında tartışmalı hale gelmiş bulunmaktadır. Bir yandan, Kürt ulusal hareketine karşı bu kavrama sıkı sıkıya sarılmaya devam etmek, diğer yandan, yayılmacı projelerin bir parçası haline gelmek zorunluluğu karşısında, bu kavramı taşıdığı içerikten farklı bir biçimde yorumlamak, ya da terk etmek zorunluluğu, derin bir çelişmeye işaret etmektedir, Bu çelişme, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna temel olan ideolojinin, kurumların ve politikaların bunalımından doğmaktadır.
Bu yıl Newroz, bu çelişkinin ilginç bir biçimde kendisini göstermesi için olağanüstü bir imkân sundu.
Görüldü ki, Türkiye burjuvazisi, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya söz konusu olduğunda, Misak-ı Milli’yi içine kapatıldığı yeni bir Ergenekon olarak görmeye başlamıştır. Emperyalist planların bir parçası olarak benimsediği “emperyal vizyon” söz konusu olduğunda rahatlıkla tartışma konusu yapılabilen bu kavram, diğer yandan, Kürt sorunu söz konusu olduğunda, en katı tabulardan biri olmaya devam ediyor.
Newroz, işte bu bunalımın ortasında, Misak-ı Milli’nin yaşadığı çelişkinin cisimlenmesi olarak, iki farklı bayrama bölündü. Bir yanda Kürt halkı, kendi ulusal uyanışının ve mücadelesinin ifadesi olarak gerçek, içten ve bir kurtuluş çağrısı olan Newroz’u kutlarken, Misak-ı Milli kavramının tartışılmasına ilişkin kendi görüşünü de ortaya koyuyordu. Aynı anda, Antalya’da kurulan gösteri çadırında, resmi, uyduruk, durup dururken böyle bir “milli bayram”ın nerede çıktığını kendi kendilerine sorup duran bir güruh tarafından kutlanan “Nevruz” ise, bir
başka açıdan Misak-ı Milli kavramının tartışmaya sokulmasına sahne oluyordu.
Simdi çok acık olarak görülüyor ki, içinde bulunduğu tıkanıklık ve çıkmazlardan ancak bir macerayla kurtulabileceğine inanan Türkiye burjuvazisi için, Misak-ı Milli’nin Kürdistan’a, karşı savunulabilmesinin yolu, gene Misak-ı Milli’nin, Türkî Cumhuriyetler Federasyonu kavramıyla parçalanmasından geçmektedir.

Nisan 1993

Devrim Ve Diplomasi

Ortadoğu’nun bin bir karmaşık bağla emperyalist planlara bağlanmış siyasal ortamında bir ulusal kurtuluş mücadelesine girişmiş bulunan PKK, Apo’nun “Silah Bırakma” olarak adlandırılan açıklamasıyla yeni ve denetlenmesi hayli güç bir belirsizlikler ortamına girmiş bulunuyor. Fakat belirsizlik, yalnızca PKK’nın günü ve geleceği ile sınırlı değildir; belirsizlik ve gerilim, bugün Ortadoğu’nun özellikle İran ve Irak üzerinde düğümlenen genel bunalımının da başlıca niteliğidir.
Ortadoğu’da herhangi bir devrimci hareketin, bölgede egemen devletler kadar emperyalistlerin çeşitli klik ve taraflarının da karıştığı bir sürece girmemesi ve attığı her ileri adımın yalnızca bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren sonuçlar doğurmaması mümkün değildir. Bu yüzden bugün PKK’nın geldiği nokta, yalnızca PKK’nın taktiklerinde bir değişme olarak değil, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, başlıca emperyalistlerin ve bölge devletlerinin son derece hareketli ve çatışmalı bir döneme hazırlanmalarıyla ilgili ve büyük ölçüde PKK’nın dışında gerçekleşen ilişkilerin sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu noktada devrimci bir hareketin diplomasi yolunu kullanırken ve taktiklerini seçerken başvuracağı ilkelerin ve kıstasların hatırlanması önem kazanıyor.
Bu yazımızda, genel bir durum analizi çerçevesinde PKK’nın son tavrını değerlendirmeye çalışacağız.

EMPERYALİZMİN SİLAHSIZLANDIRMA VE ENTEGRASYON POLİTİKASI VE PKK’NIN SON AÇIKLAMASI
1980 yılından itibaren, ulusal kurtuluşu savaşlarına karşı ABD’nin politikalarında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Carter zamanında başlayıp Reagan yönetimi sırasında geniş bir uygulama alanı bulan yeni taktik, “kirli araçlardan kurtulma ve güler-yüzle satın alma” olarak özetleniyordu. Buna göre, üç kıtadaki devrimci hareketlere ve ulusal kurtuluş savaşını başarıyla tamamlamış ülkelere karşı, bir yıkım ve şiddet politikasının yanı sıra, ağırlıklı olarak diplomatik ilişkileri geliştirme ve uzlaşma yolları açma çizgisi izlenmeye başlandı. Devrimci muhalefetin güçlü ve kamuoyu tepkisinin emperyalizm ve işbirlikçileri açısından tehlikeli boyutlarda olduğu belli başlı ülkelerde, faşist diktatörlüklere “barışçıl” bir biçimde “demokrasiye geçiş” planları önerilirken, diğer taraftan da, bu plan çerçevesinde devrimci hareketler silahsızlandırılmış ve “demokratik platforma” çekilmişlerdir. Genellikle, teşhir ve tecrit ölmüş kişisel diktatörlüklerin yerine, emperyalizmle uyumlu bir işbirliğini yürütebilecek ve halk nezdinde görece itibar sahibi olan sosyal demokrat yönetimler getirilmiş, böylece, aynı anda, silahlı devrim hareketlerinin kitle tabanı daraltılmış, gerilla hareketinin ajitasyon değeri olan hedefleri küçültülürken, silahsızlanma koşuluyla “siyasal çözüm” yolları açık tutulmuştur. ABD ve diğer emperyalistler, “yeni sömürgecilik” siyasetinde, önemli bir aşama yaparak, bastıramadıkları veya yenilgiye uğratamadıkları ulusal kurtuluş savaşlarını da sistem içine alma ve kapitalizm sınırları içinde kaldığı sürece, bu hareketleri meşru görme ve bir biçimde onlarla uzlaşma yoluna girmişlerdir. En gelişmiş halini Nikaragua’da bulan bu yeni politika, zafere ulaşmış ulusal devrimlerin, süreç içinde ABD müttefiki ya da bağımlısı “bağımsız ve demokratik” ülkelere dönüşebileceği öngörüsüne dayanmaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı önderliğinden yoksun olan ve sosyalizme yönelmeyen ulusal kurtuluş hareketlerinin, emperyalizm için tehlike teşkil etmeyeceği gerçeğinden hareketle, milliyetçi hareketlere karşı daha “esnek” bir tutum benimsenmiştir.
Kuşkusuz, bu süreçlerin niteliğini, devrim önderliğinin sınıf karakteri kadar belirleyen ve etkileyen bir başka faktör yoktur. Söz konusu devrimin sınıf niteliği, diğer bütün etkenlerden daha güçlü bir biçimde, emperyalistlerin bölgeye ve devrimin gelişme eğilimlerine müdahale biçimini belirlemektedir.
Bölge devletlerinin ve emperyalizmin tutumu, devrimin bir proleter devrimi olarak gelinmesi karşısında farklı, burjuva karakterde olması karşısında farklı olmakta, emperyalizm, ulusal kurtuluş cephesi içinde burjuva-uzlaşmacı eğilimlerin hâkim hale gelmesi için çaba harcamakta, taraf tutmaktadır.
Günümüz koşullarında, bölge devletlerinin ve emperyalistlerin tutumu, sistem içi imkânların önünü açmak, belirlenmiş karşılıklı menfaatler çerçevesini netleştirmek ve geleceğe dönük planları fazla riske sokmayan bir gelişme olasılığının rahatlığı içinde yürütmek olacaktır.
Kuşkusuz, bu gelişmede, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerini doğal müttefiki olarak gören bir proleter devrimi süreciyle paralel gelişmiyor olmasının da payı vardır. Proletarya devrimlerinin güçlü bir tehdit oluşturmadığı ve ulusal kurtuluş savaşlarına ilham vermekten uzak kaldığı bir dönemde, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva-kapitalist sınırlar içinde kalması, kendi içlerinde de proleter eğilimlerin zayıflaması kolaylaşmıştır.
Filipinler, El Salvador, Şili, Brezilya, vb. ülkeler, geçtiğimiz on yıl içinde, teşhir olmuş faşist diktatörlüklerin yerine “yeni ve demokratik çehreli yönetimlerin” getirilmesi, silahlı devrimci örgütlerin ise, genel af, legalleşme imkânlarının sağlanması vs. yoluyla “demokratik platformlara” çekilip etkisizleştirilmesi taktiklerinin uygulandığı ülkeler olmuşlardır.
Buna paralel olarak, bütün dünyada, isyancı hareketlere ve silahlı örgütlere yardım eden devletlere karşı değişik biçimlerde darbeler vurulmuş,  bir bakıma emperyalizm yeryüzünde şiddet kullanma ‘tekeli’ni ele geçirme savaşı vererek bunu büyük ölçüde kazanmıştır: Libya, Irak, Suriye, Küba, Cezayir, her biri değişik biçimlerde vurulmuş, etkisizleştirilmiş ve şiddeti başlıca politik araç olarak kullanan birçok örgüt, kendilerini değişik çıkarlar uğruna destekleyen bu ülkelerin yardımından mahrum bırakılmıştır.
Aynı zamanda, değişik bölgelerdeki en gerici devletler, görece kendi adlarına davranma eğilimi gösterenlerin, ya da devrimci olanların üzerine sürülmüş, başlıca direnme odakları ve muhalefet kaynakları kurutulmaya çalışılmıştır. Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Angola ve Mozambik’e saldırıları, İsrail’in Lübnan’ı işgali (Suriye ve FKÖ’nün yenilmesi, prestij ve güven kaybetmesi. ABD planlarının parçası haline gelmesi), gibi. Böylece hegemonya savaşında, ABD, bütün tarihi içinde en yüksek düzeye ulaşmış bulunmaktadır.
ABD’nin güncel hedefi Ortadoğu’dur. Yukarıda özetlediğimiz genel strateji bakımından Ortadoğu, yeterince işlenmiş ve gözetilen hedeflere tam olarak ulaşılmış olmaktan uzaktır. Ortadoğu, halen çetin problemlerle yüklüdür ve ABD emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” kavramı ekseninde yapmak istediklerine karşı pürüzler ve engeller vardır. Bu aşamada, geçen sayımızda “İran Problemi?” başlıklı yazımızda incelendiği üzere, özel hedef İran’dır. Bu özel hedefin “altyapısını, Irak’taki düzenlemeler ve Türkiye’nin kendisine verilecek rolü üstlenmeye hazırlanması gibi yan problemler oluşturmaktadır.
Bu açıdan bakılınca, PKK’nın “geçici ve tek taraflı” ateşkes ilanının aslında emperyalist hazırlıklar cümlesinin ayrıntıya ilişkin bir parçası olarak anlam kazandığı söylenebilir. Üzerinde ayrıca durulması gereken güncel durum şudur: Başta ABD olmak üzere, bölgeye ilişkin olarak kapsamlı ve uzun vadeli hesapları olan başlıca emperyalist güçlerin, şu anda kaybedecek fazla zamanlan yoktur. Bir başka deyişle, Ortadoğu işleri bakımından, ABD’nin stabilizasyon sorununu hızla çözmesi gerekmektedir. Son iki yıldır bölgede tam bir “tek kutupluluk” rahatlığı yaşayan ABD, Rusya Federasyonu’ndaki son gelişmeleri (“Komünistlerin” yeniden iktidara gelme olasılığını) dikkate alarak, Irak’ın bölünmesini kesinleştirmek, Suriye’yi kesin olarak kendi tarafına çekerek İsrail’i bölgede daha rahat hareket edecek bir konuma getirmek ve İran hakkındaki planlarını uygulamaya sokmak için elini çabuk tutmak istiyor. Türkiye’nin Kürt sorununa, Özal’ın ifade ettiği biçimde acil, kalıcı ve “geniş açılı” bir çözüm getirmesi gereği, bu zaman sıkışması içinde öne çıkmış bulunuyor.
ABD’nin Kürt politikasının Ortadoğu’daki iki sözcüsü durumunda bulunan Özal ve Talabani’nin, PKK’nın son tavrında en etkili rolde bulunuyor olması, kararın PKK’nın mücadeleye ilişkin tercihlerinden ve devrimci bir politikaya dayanan bir diplomasinin gereklerinden değil, emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmaktan kaynaklandığını söyleyebilmek için zemin hazırlıyor.
Bununla birlikte, gerek Kürt ulusal uyanış ve mücadelesinin boyutları, özellikle de bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal hayatı üzerindeki son derece önemli etkisi ve gerekse PKK’nın bu olay içindeki belirleyici rolü göz önünde tutulunca, büyük dünya karmaşası içinde bir ayrıntı teşkil eden bu karar, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde ve bölgedeki diğer devrimci hareketler üzerinde, önemli sonuçlar doğuracak olan bir dönemeci temsil etmektedir.

TEK TARAFLI ATEŞKES KARARININ İLK SONUÇLARI VE MUHTEMEL GELİŞMELER

Şu anda, Newroz kutlamalarıyla birlikte elde edilen ilk izlenimler, PKK’nın açıklamasının “barış ve silah bırakma” olarak anlaşıldığı ve bunun da genel olarak halkın geri eğilimlerine denk düşen bir “rahatlama” yarattığı yolundadır. Açıklama, bütün Kürt reformistleri, Kürt burjuva klikleri ve uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından coşkuyla karşılanmış, “barışçı siyasal muhalefet” çizgisi ve buna paralel reform paketi, bir anda güç kazanmış ve öne çıkmıştır. Bu gerileme, Çekiç Güç destekçisi Kemal Burkay’ın da, Apo’yla imzalanan resmi protokol aracılığıyla Özal-Talabani kombinezonunun unsuru olarak sürece sokulmasıyla iyice pekişmiştir. Aynı şekilde, Türk gericiliği de, “konuyu hassasiyet ve ciddiyetle ele almak” gerektiğinden dem vurmaya, fırsatı değerlendirmek için çaba göstermek için çağrılar çıkarmaya başlamıştır. “İspanya tipi çözüm” umudan belirtilmiş, hatta Apo’ya bir parlamenter olarak bakabilmenin alıştırmaları dahi yapılabilmiştir. Açıkçası, Apo’ya, eğer kendisi sistem içi çözümlere yönelirse, sistemin kendisini reddetmeyeceğine dair açık senetler verilebilmiştir. PKK önderi ise, bütün bu gülünçlükleri ciddiye alarak, “Önce federasyon fikrine bir alışsınlar, Federe bir mecliste milletvekili olabilirim” diyebilmiştir.
Olayın sansasyonel görüntüsü, içeriğin üzerini örtmüştür. Gerçekten, bunca gürültü bir yana itilerek, son kararın nasıl bir taktik ve hangi dayanakları kullanan bir diplomasi olduğu açıkça ve devrimci tarzda tartışılmalıdır.
Öcalan, basına yaptığı çeşitli açıklamalar içinde, “yorgunluk”, “kan ve şiddetin yol açtığı tahribat” gibi kavramlara yer vererek, geri ve yılgınlık ifade eden eğilimi genelleştirmiş ve tutumunun başlıca gerekçesi olarak böyle bir moral- gerilemenin yansımasına yol açmıştır. Bu bir üslup hatası olmaktan çok, PKK önderliğinin başka (din, sosyalizm, milliyetçilik gibi) konularda da kendisini gösteren “geri eğilimlere göre ideoloji ve politika oluşturma” genel çizgisinin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bu, genel emperyalist ilişkiler zinciri içinde yer tutmak özelliğinin yanı sıra, bir ikinci geriliktir.
Özetle söylenecek olursa, emperyalist sıkıştırma ve halkın geri eğilimleri tarafından belirlenen bu “taktik” ve bunun uygulanmasına ilişkin diplomasi yollarının Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilerletici bir katkısının olabileceğini söyleyebilmek, son derece safça bir iyi niyete ya da açıkça işbirlikçiliğe denk düşecektir. Şu andan itibaren, PKK, Özgürlük Dünyası’nın çeşitli yazılarında birçok defa belirtilen bir sürecin çetin girdabına girmiş bulunmaktadır. Bu girdap, artık PKK’nın olduğu kadar, Kürt halkının da geleceğini kesin bir biçimde belirleyecek olan siyasal sınıf mücadelesi sürecidir. Önümüzdeki günlerin getireceği gelişmeler, PKK’yı siyasal bakımdan ciddi bir hesaplaşmaya sürükleyecek ve bu Kürt halk hareketinin sınıfsal bakımdan netleşmesi sürecine denk düşecektir.

KÜRT ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ ÖNDERLİĞİNİN BELİRSİZLİKLERİ

PKK, bağımsız ve demokratik bir Kürdistan sloganından, federasyona kadar değişen çeşitli stratejik sloganları, değişen taktik hedefler gibi ileri sürmüş, bu da yalnızca halkın savaşa katılma ve kararlılıkla bir hedefe doğru yürüme azminin önüne engel oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda, PKK’nın kendi içinde tutarlı ve kararlı politikalar belirlemesini de imkânsız kılmıştır. Sonuçta, bölge üzerinde tam bir kararlılıkla plan yapan tarafın, yani emperyalizmin genel hedefleriyle çakışan bir yola girmekten kaçılamamıştır.
Geçmişte, her ulusal kurtuluş hareketi, Asya, Afrika ya da Latin Amerika’da, kendisini bir biçimde ama mutlak bir surette sosyalizm hedefiyle tanımlardı. Bu, gerçekte, ulusal kurtuluş hareketlerinin başında bulunan örgütlerin ve liderlerin kişisel tercihlerinden ziyade, emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyordu ve dünyadaki genel eğilim tarafından destekleniyordu. PKK’nın pragmatist önderliği, sınıf karakterinin esas olarak yoksul köylülük ve kent küçük burjuvazisi (esnaf ve aydınlar) tarafından belirlendiği koşullarda, dünyadaki sosyalizm aleyhtarı gelişmelerden de derinlemesine etkilenerek, sosyalizmi ancak tartışmak için telaffuz etmiştir. Değil kapitalizme karşı mücadele şiarları, feodal ağalık kurumuna karşı mücadele bile, PKK için “lüks” sayılmıştır.
Marksizm-Leninizm hakkındaki her parlak söz, ideolojik tercihler ve günlük politikalar tarafından iptal edilmiştir.
Şu anda gelinen noktada, diplomasinin, devrimci bir araç olarak değil, bir uzlaşmalar zincirinin örülmesine götüren yolu döşemek için kullanılmasının kaynağında da bu yatmaktadır.

DEVRİMCİ BİR DİPLOMASİNİN İLKELERİ VE KAYNAKLARI

Devrimci kurtuluş hareketinin, diplomasi silahını kullanmaksızın gelişmesini beklemek, savaşın bölge devletleriyle ya da emperyalistlerle zaman zaman uzlaşmalar, anlaşmalar yapılmaksızın yürütülebileceğini ummak tamamen hayalciliktir.
Ama burada önemli olan, nasıl ve ne için bir diplomasi sorusunun “Bolşevik tarzda” cevaplandırılmasıdır. Mücadelenin bir devrimle taçlanmasının bir zorunluluk olarak görüldüğü her durumda, başka yol yoktur. Ama devrim yerine reformcu uzlaşmalar yolu seçilmişse, mücadelenin nihai biçimi, sistem içinde bir yer olarak baştan kabul edilmişse, “Bolşevik tarzının” da gereği ve önemi yoktur.
-Kökleri İşçi Sınıfında Olan Bir Kararlılık
Bu ilke, basitçe anlaşıldığında, her türden uzlaşmanın reddi sonucu çıkarılabilir. Oysa temel anlamı, işçi sınıfının nihai hedeflerini gözeten bir taktikler dizisini, uzlaşmaları da içermek üzere, hayata geçirebilmektir. Bunun için ilk koşul, işçi sınıfının da, burjuvazi kadar silahlanabilmiş olması, bir başka deyişle silahı elde tutuyor olmasıdır. 1924 yılında Lenin, uluslararası durumu özetleyen bir konuşmasında şunları söylüyordu: “Bugün, egemenlik için elde silah açıkça mücadele eden güçler arasında -yani bir yanda burjuva toplumu, uluslararası burjuvazi; öbür yanda ise Sovyetler Birliği arasında- belirli bir denge, tartışma götürmez bir biçimde kurulmuş bulunmaktadır.”
“Bugün biz, açık ve seçik bir biçimde çizilmiş bir yol üzerinde bulunuyoruz. Başarımızı bütün dünya hükümetlerine, her ne kadar bunlardan bir kısmı hâlâ bizimle aynı masaya oturmak istemediklerini gevelemekle iseler de kabul ettirdik. Onlar geveleyedursun, ekonomik İlişkilerin ardı sıra diplomatik ilişkiler de kurulacaktır. Bu zorunluluğa karşı çıkan her devlet olayların gerisinde kalma ve belli birtakım temel noktalarda dezavantajlı duruma düşme tehlikesini göze alıyor demektir.”
Burada, diplomatik ilişkilerin merkezinde bulunan başlıca öge, Sovyetler Birliği’nin kendi politik ve ideolojik tutumundan, geleceğe ilişkin başlıca hedeflerinden hiç bir ödün vermeksizin, kendisiyle ilişkinin zorunluluğunu kabul ettirmiş olmasıdır. Öyle ki, bu ilişki, Sovyetler Birliği’nin değişmesiyle, kendisini burjuvazi tarafından kabul edilir bir duruma sokmasıyla değil, aksine, burjuva hükümetlerin onun varlığını kabul etmek zorunda kalmaları, bir anlamda onların “değişmesi” üzerine inşa edilmektedir. Lenin’in kendine olan güveninin kaynağında ise, İç Savaş’tan zaferle çıkmış işçi sınıfının temsilcisi olmak, bir askeri basanlar dizisinin üzerinde konuşuyor olmak vardır.
-İlkelerde Ödün Vermeyen Bir Esneklik
Kesin bir sınıf karakteri üzerinde inşa edilen diplomasinin temel ilkelerini devrim ve sosyalizm davasının sürekliliği oluşturur. Atılan her adımın, özel olarak ülke işçi sınıfının, genel olarak da dünya proletaryasının çıkarlarını gözetmesi, ya da en azından bu çıkarlara kalıcı ve giderilemez zararlar vermeyecek biçimde atılması gerekmektedir. Kuşkusuz ortada bir anlaşma varsa, bunun karşı tarafın çıkarlarını da içeriyor olması kaçınılmazdır. Devrimci sosyalist diplomasi, karşı tarafın sağlayacağı avantajlarla, proletaryanın verebilecekleri arasında bir denge bulunmasını ve karşı tarafın elde edeceklerinin de proletaryanın çıkarları hanesine yazılabilmesini özenle gözetmiştir.
Stalin, Amerikalı işçilere yaptığı bir konuşmada bu konuyu şöyle ele almıştı:
“Çeşitli alet ve aygıtlar, ham maddeler ve örneğin metalürjide yarı mamul ürünler gereklidir bize; kapitalistler de mallarına pazar bulma amacındadırlar. İşte size kusursuz bir anlaşma zemini. … Diplomatik ilişkiler alanına ilişkin olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz rahatça. Biz barış politikası gülmekteyiz ve burjuva devletlerle karşılıklı saldırmazlık paktları imzalamaya hazırız. … Cenova Konferansı sırasında bütün dünyaya açıkça bildirdiğimiz bir konu üzerinde, sürekli orduların hepten dağıtılması konusu üzerinde arlık ısrar etmeksizin, bir genel silahsızlanma anlaşması yapmaya hazır bulunuyoruz. İşte size, bu kez de diplomatik alanda bir anlaşma zemini.”
Sovyet Cumhuriyetinin temel talebi, bütün devletlerin ordularının tümüyle dağıtılması iken, bunun güncel bir talep olmaktan çıkartılarak, yerine tamamen pratik ve uygulanabilir, bir genel silahsızlanma anlaşmasının geçirilmesi, ilkelerden ödün verilmeksizin bir anlaşma zeminin açılmasına önemli bir örnek olarak bugün de değerini koruyor.
– Anlaşmalarda Burjuvazinin Çelişkilerinden Yararlanmayı ve Ayrışmaları Derinleştirmeyi Gözetmek:
Eğer devrimci bir örgüt (parti, ordu, devlet vb.) burjuvaziyle yaptığı anlaşmalarda, kendi varlığını güçlendirecek, karşı tarafın çelişkilerini derinleştirecek ve saflarını karıştıracak özellikler yaratamıyor, aksine kendi safları karışıyor, kendi iç çelişkileri büyüyor ve derinleşiyorsa, bu türden bir “diplomasi” devrimci değildir. Karşı tarafın güçlenmesine, kendisinin güç kaybetmesine yol açan böyle bir uzlaşmanın, eninde sonunda teslimiyete yol açacağını söylemek kehanet olmaz.
Almanya’da bir proleter devrimin beklendiği dönemde, Sovyet Diplomasisi, hem sosyalist devletin çıkarlarını hem de Alman devriminin gelişmesinin çıkarlarını dikkate alan bir plan uygulamaya çalışmıştır. Böylece hem Avrupa’da süre-giden istikrarsızlıktan azami ölçüde korunmak, hem de Alman devrimine yönelecek bir uluslararası bastırma girişiminin önüne engel koymak isteniyordu. Sovyet diplomasisi, tek başına bunu başarabilme koşullarını bulamadı. Ama Alman devriminin yenilgisinin Sovyetler Birliğinin de yok edilmesi sonucuna dönüşmesini ve ekonomik ve siyasi bunalımın yarattığı tahribatın Sovyetler Birliği’ne yansımasını önledi. Bunu, Burjuva hükümetlerle, ayrı ayrı anlaşmalar imzalamayı deneyerek, birleşik ve tek programlı bir burjuva cephesinin doğmasını önleyerek başardı.
Son PKK açıklamasının başlattığı süreç, özellikle bu ilke açısından tümüyle ters sonuçlar doğurmuş görünmektedir. “Ateşkes”, karşı tarafın saflarını değil, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin saflarını karıştırmıştır. Diğer yandan, aynı döneme rastlayan anlaşma protokolleri, karşı-devrim saflarında bir bölünmeye dayanmamış, aksine, PKK’nın bu saflar içinde kendisinin kabul edilebilir olmaya çalışmasını ifade etmiştir. ABD cephesinin unsurları olan Talabani, Barzani, Burkay, Özal kombinezonu güçlenirken, PKK, bunun içinde kendisine yer bulmaya girişmiştir.
Bundan daha vahimi, PKK, kendisinin esas gücü olan halk kitlelerini bu kombinezonun politikalarına yöneltmiş, kendi temel varlığını, karşı tarafın oyununa sokmuştur.
PKK’nın silah kullanma alanını daraltması, Hizbullah’a karşı eylemleri durduracağını açıklamasıyla başladı. Çeşitli yayın sokanlarında, önce “Hizbul-kontra” ile “Hizbullah” arasında ayrım bulunduğunun yazılmasıyla başlayan “mütareke girişimi”, bu, bölge çapındaki faşist-dinci örgütün düşman listesinden silinmesiyle sonuçlandı. Bu olay, PKK’nın çatışma alanlarını daraltma taktiği olarak değerlendirildi: bugün gelinen noktada, olayın gerçekte genel olarak gerilimi düşürme ve silahlı eylem alanını tasfiye etme sürecinin başlangıcını oluşturduğu söylenebilir, Bu girişimin de, devrimci diplomasi açısından herhangi bir kazanç sağlamadığı açıktır. Aksine, Kürdistan’daki karşı-devrimci odakların güç kazanmasına, kitle tabanını genişletmesine ve devletin etkinliğinin artmasına yol açtığı görülebiliyor.

SONUÇ

PKK, Newroz öncesi yaptığı açıklamada, tek taraflı “Ateşkes”in, bir süre için geçerli olduğunu da eklemişti. Şu andaki veriler, bu kararın geçici ya da sürekli olmasının önemli olmadığını, telaffuz edilen “bırakma”nın, genel çerçevesinin Ortadoğu’nun özel koşullarıyla ve özellikle de ABD politikalarıyla ilgili olduğunu gösteriyor,
Bu aşamada, Kürt halk kitlelerinin durumuyla PKK’nın mücadele yolu hakkındaki tercihleri arasında bir uyum bulunup bulunmadığını tespit etmek önem kazanmaktadır. Son Newroz kutlamalarında görülen farklı eğilimler, Kürt halk yığınları içinde, biri uzlaşmayı arayan ve devlet ve ekonomi sistemi içinde kendisine bir yer istemekten öte talebi bulunmayan mülk sahibi sınıflarla bunların temsilcilerinin oluşturduğu; diğeri ise devrim, bağımsızlık ve sosyalizm kavramlarını kavgalarının bayrağına yazmış bulunan Kürt yoksul emekçileri ve gençlerinin oluşturduğu iki ana eğilim bulunduğunu açığa çıkarmıştır,
Türk basını, siyasi partileri ve hükümet temsilcileri, birinci kesimin tümüyle Kürt halkının eğilimini temsil ettiği ve PKK’nın bu eğilime teslim olduğu izlenimini yaymaya özel önem vermişlerdir. Newroz’un “barış içinde ve şenliklerle kutlanan geleneksel bir gün” olması, “siyasete alet edilmemesi” gibi tanımlar, bu kesimin tercihidir ve devletin beklentilerine uygun düşmektedir.
Newroz’u her şeye rağmen, sloganlarla, bayraklarla, savaş çağrılarıyla kutlayanlar, yani “Ateşkes”i “silah bırakma” olarak değil, devam edecek olan mücadelenin bir ara evresi olarak görmek isteyenler, kendi hedeflerini emperyalistlerin amaçlarından ayırt etmesini de bilecek olanlardır.

Nisan 1993

El Salvador: Küçük Burjuva Devrimciliğinin Reformizme Evrimi

Latin Amerika ve uluslararası devrimci hareket, önemli bir darbe aldı. Uluslararası devrimci hareketin güçlü kollarından biri olan Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), 1992 yılı başında iktidardaki Amerikancı faşist Milliyetçi Cumhuriyetçi İttifak partisi (ARENA) ile yaptığı barış anlaşması uyarınca gerilla birliklerini ve silahlı örgütlenmeleri dağıttı. 1970’lerin ikinci yarısından bu yana sürdürülen gerilla ve halk savaşı, kazanımlarını kaybetme yoluna girdi. Başta FMLN önderleri olmak üzere, tüm ülkelerdeki oportünist parti ve akımlar, bu adımı, “büyük bir laktik manevra”, “aktif bir politika zaferi” olarak ilan ettiler. Ülkemizde de başta Kürt reformcuları olmak üzere Kurtuluş ve Emeğin Bayrağı gibi dergi çevreleri FMLN’yi “desteklediklerini” vurguladılar. El Salvador devrimci hareketinin girdiği teslimiyetçi yol, ülkemizde özellikle faşist devlete ve PKK’ya “barışçıl ve siyasi çözüm “önerenlerin başını döndürdü. Bu yazıda FMLN’nin son adımını Latin Amerika ve uluslararası devrimci harekete etkileri yönünden ele alacağız. Ülkemizde PKK’nın “barışçıl ve siyasal çözüm” için kolları sıvadığı ve hükümete süre tanıdığı koşullarda küçük burjuva devrimciliğini ele alarak eleştirmek ve dersler çıkarmak bir zorunluluktur.
Bilindiği gibi 16 Ocak 1992’de FMLN ile hükümet arasında yapılan görüşmeler anlaşma ile sonuçlanmış, 75 bin emekçinin yaşamına mal olan kanlı iç savaş, asgari bir kazanımın dahi uzağında bir “barış anlaşması” ile son bulmuştu. El Salvador’da yapılan anlaşmanın ilkeleri gerillanın reformist bir çıkmazda olduğunu gösteriyor. FMLN, geniş emekçi kitlelerin hiç bir sınıfsal talebini elde edemediğini anlaşma ili ortaya koymuştur.
FMLN’nin artık ‘yasal bir radyosu”, “geniş propaganda olanakları” ve hatta bir siyasi parti kurarak seçimlere katılma şansı(!) doğmuştur. Anlaşma uyarınca toprak reformu FMLN’nin kimi yöneticilerine yönelik olarak çıkarılmış -Bu yöneticileri reformize etme amaçlıdır-, mülkiyet ilişkilerine ve “kahve baronları” da denilen “On dört, oligark aile”nin hâkimiyetine sözle dahi dokunulmamıştır. Anlaşma, proletaryanın çıkarlarına ve sınıf taleplerine hiç değinmemiş, yalnızca “devletin, işçi-işveren kesimleri arasında bir toplantıya çağrılması yükümlülüğünü” belirtmiştir. Anlaşmanın üzerinden bir yılı aşkın süre geçtiği halde karşı-devrimci burjuvazi devlet iktidarını, gizli kontra örgütünü bütünüyle korumuştur. Amerikancı faşist parti, iktidarda ve orduda, devlet aygıtında faşizm suçluları “görevlerine” devam ediyor. Şu sıralarda CIA görevlileri ile eski devrimci önderler, Salvador halkının yüksek menfaatlerini korumak için ortak toplantılar ve planlar yapıyorlar!
Salvador’da işçi sınıfı ve emekçilerin yaşadığı süreç, Nikaragua’nın yaşadığı süreç ile aynıdır. FMLN ile FSLN aynı dünya görüşünün iki ayrı görünümüdür. FMLN ile FSLN, Orta Amerika’nın diğer çoğu gerilla örgütlerinin tarihsel uzlaşmalarının akabinde aynı kaderi paylaşmıştır. ‘80’li ve ‘90’lı yıllar Latin Amerika’da karşı devrim yılları oldu. Bu iki, on yılın tarihsel arka planı emperyalist kapitalizmin şahlanma yıllarıdır. Bu arka planın başlıca karakteristiklerini, sosyalizm maskesi altındaki modern revizyonist sistemin yıkılması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin dünya ölçeğinde geri çekilmesi, dünya proletaryasının tek kalesi Arnavutluk’un çözülmesi ve emperyalizmin tarihte eşi görülmemiş antikomünist ve karşı-devrimci kampanyası oluşturur. ABD emperyalizminin Yeni Dünya Düzeni ideolojik zırhıyla gerçekleştirdiği saldırı kampanyası, başta küçük burjuva önderlikli devrimci hareketleri dize getirmişti. Şili, Arjantin, Uruguay’da gerilla örgütleri yasal bir parti oluşturarak seçimlere katılmışlar, tipik burjuva iktidar ya da muhalefet partileri haline gelmişlerdi. Nikaragua’da Sandinistler silahla kazandıkları iktidarı seçimle ABD uşağı Chamoro’ya devretmişlerdi. Salvador, aynı yolu izledi. ABD’nin “yardımları” ve gücü, SSCB’nin dağılması süreci FMLN’yi son adımı atmaya ikna etti.

1960’LARDAN GÜNÜMÜZE LATİN AMERİKA
2. Dünya Savaşıyla birlikte klasik sömürge sisteminin dağılmasından sonra dünyaya baştan sona devrimci bir atmosfer egemen oldu. Sömürge ve bağımlı ülkelerin hakları elde silah emperyalizme karşı zaferler kazanıyor, sosyalist kamp kuruluyor, emperyalist metropollerde işçi, öğrenci ve ezilen ırkların hareketi sistemi tehdit edecek boyutlara varıyordu. Dünyanın hemen hemen her bölgesinde silahlı hareketler kuruluyor, silahların eleştirisiyle iktidarlar fethediliyordu. Devrimci, komünist ve antiemperyalist fikir ve düşünceler hızla yayılıyor, sosyalizmin prestiji had safhaya ulaşıyordu. Vietnam ve Küba devrimleri dünya gençliğini ve ezilen halklarını ayağa kaldırıyor, Filistin halk kurtuluş mücadelesi Ortadoğu’da dengeleri tehdit eder konuma yükseliyor ve tüm ezilen uluslara cesaret ve moral kaynağı oluyordu.
ABD’nin arka bahçesi olan Latin Amerika, Küba devrimiyle sarsıldı. Küba devrimi, Orta, Güney Amerika ve Afrika’nın bazı ülkelerinde ulusal kurtuluş mücadelelerine siyasal ve manevi destek sundu. Yine Küba’nın ABD’nin “Domuzlar körfezi çıkartmasını” püskürtmesi devrimci coşkuyu arttıran bir etken oldu. Küba devrimi, tüm ülkelerde devrimci ilham kaynağı oldu. Bu devrim, başta Latin Amerika olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde ideolojik, siyasi, örgütsel açıdan yeni bir rüzgârın esmesine neden oldu: Silahlı eylemcilik ya da Fokoculuk. Latin Amerika’nın genelinde mücadele eden gerilla örgütlerinin hepsi 1960-70 yıllarında kuruldu.
Her devrimin ve devrimci mücadelenin temel bir yasası olarak “devrim, karşı-devrimi geliştirir ve ilerletir”. Latin Amerika’da da böyle oldu. Domuzlar Körfezi Çıkartmasının püskürtülmesinden sonra, bölge çapındaki devrimci gelişmenin de etkisiyle, ABD, yeni saldın araçları yaratmaya yöneldi. ABD, her dönem arka bahçesi olarak gördüğü Latin, Amerika’daki “yangını” söndürmek için “yardım amaçlı” “ilerime için birlik programı” planını devreye soktu. Bu program kapsamında bölgedeki gerici devletlere askeri, ekonomik, teknik personel “yardımı” yapıldı. Yeni sömürgeci bağımlılık böylece derinleştirildi. Merkezkaç eğilimi gösteren devletler, darbe, şantaj ve işgal gibi tehdit ve müdahalelerle hizaya getirilmeye çalışıldı.
İlerleme İçin Birlik tarımda topraksızlığı derinleştirdi. Sömürü daha da katmerleşti. Kırda ve kentte vahşi kapitalist sömürü açlık ve işsizliği artırdı.
İlerleme İçin Birlik’in önemli bir yönü sendikal “eğitim”di. 1966’da yüzlerce işçi sendikası yöneticisi, ABD ve Porto Riko’da “eğitim”den geçirildi Yine bu plan dâhilinde kıtanın değişik ilkelerinden, 1682 subay 1975 yılına kadar “eğitim”den getirildi. ABD’nin bu subayları darbecilik ve kontra eğitiminden geçirdiği bilinen bir şeydir.
Emperyalizmin “dış” programına çeşitli iç programlar eşlik etti. Guatemala’da sosyalizmin ve devrimin korkutucu tehdidiyle birlikte “manevi sosyalizm” dönemini başlattı. Sosyalizmin prestijini gösteren “manevi sosyalizm” gerçekte ağır bir devlet kapitalizmi idi. Amacı ise, yerel sanayiyi ve ulusal burjuvaziyi geliştirmekti.
Guatemala’da 800 bin köylüyü kapsayan “köy koruculuğu” sistemi örgütlendi. Yine bu Ülke 1954’de ilk kontra ve darbe senaryolarına maruz kalan ülke oldu.
Nikaragua’da 1974’de ilan edilen sıkıyönetimden sonra koyu bir faşist terör estirildi. FSLN ağır darbeler aldı. Sıkıyönetim iki yıl sonra kitle muhalefeti sonucu kaldırıldı. Mücadelenin sertleşmesiyle birlikte inisiyatif UDEL ve FAO’dan FSLN’ye kaydı. FSLN’nin kitlesel devrimci terörü sonucunda iktidar 19 Temmuz 1979’da Sandinistler’in eline geçti. FSLN ideolojik görüşlerini Sandino’dan alan halkçı-devrimci bir örgüttü. Sandino’nun görüşleri ütopik sosyalizm ile burjuva sosyalizminin tipik bir, bileşimiydi. Bu yıllarda Nikaragua devrimi, İran devrimi ile birlikte dünya devrimine kan sağladı.
ABD, Nikaragua’nın üzerine her zamanki demagojik propagandası olan “komünist yayılmacılık ve Amerikan vatandaşlarının can güvenliğinin olmadığı” gerekçesiyle saldırdı. Para ve silahla beslenen “Contra”lar, fabrikalara, ekonomik kuruluşlara yönelik sabotaj eylemlerini artırdılar, 1981-84 arası kontralara 80 milyon dolar, para yardımı yapan ABD, işgal tehditleri savurmaktan da geri durmadı.
Sandinistler Somoza ailesinin işletmelerini, balıkçılık ve mali sistemi devletleştirdi. Dışta kontralara karşı savaşan Sandinist Hükümet içte burjuva çoğulcu bir sistem uygulamaktan kaçınmadı. Burjuvaziye karşı “esnek” bir politika güden Sandinistler 1980 yılında AEP taraftarı “El Pueblo” gazetesini kapattılar.
1970’te Salvador’da altı aile kırsal nüfusun sahip olduğu topraktan daha favasına sahipti. 1980’de Brezilya’nın dış borçları 60 milyar dolara ulaşmıştı. 3 milyon nüfuslu Uruguay’ın 60’lı yıllar sonunda 500 milyon dolar olan dış borcu, 1988’de altı kat artmıştı. Latin Amerika genelinde yatırımlar her yıl % 9 gerilemektedir, işsizlik % 30’un üzerindedir. Bölge genelinde nüfusun: % 70’i açlık sınırında yaşamaktadır.
“Muz cumhuriyetleri” olarak bilinen Latin Amerika ekonomisinin bağımlı olduğu en önemli ürün kahvedir. Toplam ihracat içinde kahvenin payı % 45’dir. 1977’de Kosta Rika, Honduras, El Salvador, Guatemala ve Nikaragua’da nüfus başına GSYH 424 dolardı. 1970’de nüfusun en alttaki % 50’si, toplam gelirin sadece % 13’ünü (kişi başına ortalama 54 dolar) alırken, en tepedeki % 5 gelirlerin % 31’ine sahipti.
Siyasal planda Latin Amerika bir darbeler ülkesidir. Ordu sürekli etkin ve egemen konumdadır. 50’li yılların ortalarından bu yana askeri faşizm adeta Latin Amerika’nın kaderi haline gelmiştir. 1954 Guatemala, 1965 Dominik Cumhuriyetleri darbelerini izleyen 11 Eylül 1973’de Şili’deki ABD güdümlü darbe sonucu 55 bin kişi öldürüldü. ABD, 1979’da Nikaragua ve Salvador’da, 1983’te Panama, Honduras ve Kosta Rika’da darbeler ve hükümet değişiklikleri örgütledi.
Genel çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız Latin Amerika coğrafyası devrimci mücadeleyi zorunlu olarak üretti. Etkisiz komünist partiler bir yana bırakılacak olursa, her bölgesinde bir ve aynı olmamakla birlikte Latin Amerika’da silahlı eylemciliğin başlıca ekonomik, sosyal, tarihsel, siyasal temelleri şöyle belirtilebilir:
Birinci olarak; Latin Amerika’da İspanyol ve Portekizlilerin işgaliyle başlayan süreçte, yerli halklar silaha sarılmıştı. 1920 ve 1930’lu yıllarda sonradan Sandinistlere adını verecek olan Nikaragualı devrimci önder Sandino ve Brezilyalı devrimci Luis Carlos Prestes, silahlı eylemciler olarak efsanevi birer kişiliktiler. Ayrıca Kolombiya’da 1946 yılında La Vionci döneminde, Paraguay’da 1947de iç savaş boyunca, Venezüella’da, 1928 ve 1958’de, Bolivya’da 1950’lerde kalay madencilerinin silahlı hareketleri büyük bir devrimci etki yaratmıştı. Uruguay’da 1970’lerde kurulan Tupamarolar, 19. yüzyılın sonlarında Amerika’nın beyazlar tarafından işgal edilmesine karşı savaşan Kızılderili önderi “Tupac Amaro”dan esinlenmişlerdi. Latin Amerika halklarının özgürlük mücadelesinde derin izler bırakan silahlı mücadele, Küba Devrimi’nin de itil imiyle sonradan, devrim ve sosyalizm özlemi ve hedefi peşinde olan temel ve mutlak mücadele biçimi haline geldi.
İkinci olarak; Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin revizyonist karşı devrimciler tarafından ek geçirilmesinden sonra 1956’dan yapılan 20. Kongre’de sistemleştirilen revizyonist çizgi, Latin Amerika Komünist Partilerine de egemen olmuştu. “Kapitalizmden Sosyalizme Barışçıl Geçiş” “barış içinde yarış” gibi modern revizyonist teoriler, Latin Amerika’da silahlı mücadele içerisindeki halklarca tepkiyle karşılandı. (Revizyonist ihanetten günümüze Sovyetçi hiçbir partinin devrim yapmamış olmasının altını çiziyoruz). Kruşçevci modern revizyonizmin Latin Amerika Komünist partilerine egemen olması, bu örgütlerin “savaş örgütü” olmaktan çıkıp “düzen örgütü” haline gelmelerini sağladı. Arjantin Komünist Partisi 1976’da yapılan faşist darbeyi gerici olarak tanımlamıyor, Şili Komünist Partisi “iç savaşa hayır'”sloganını atıyordu. Bu apaçık karşı-devrimci ve teslimiyetçi çizgiye tepki temelinde gelişen gerilla hareketi Marksist-Leninist bir yönelime giremedi. Silahlı mücadele fetişleştirildi, kitleler “yardımcı araçla” olarak görüldü. Sandinist devrimin önderlerinden Humerto Ortega şunları söylerken çok haklı idi:
“Biz her zaman kitleleri bir destek güç olarak gördük. Oysa gerçek tamamıyla farklı idi. Gerilla faaliyeti düşmanı genel ayaklanma yolu ile ezen kitleler için destek işlevi gördü.”
Küçük burjuva eylem, örgüt ve çizginin sistemleştirilmeye çalışıldığı bu dönem, Marksist-Leninist bilimin tahrif edildiği bir dönem oldu.
“1972’de örgüt en önemli askeri eylemlerini gerisinde bıraktığı bir noktada bulunuyordu. Eğitilmiş kadroları vardı ve üyeleri büyük ölçüde dışarıdaydı, bir kitle örgütü ve kitle hareketi mevcuttu, ve güçlü bir sendika söz konusuydu. Ama bu sıradaki askeri eylemlerimiz ne hükümete ne de halka ulaşabildi. Bu yöntemle banka soysan ya da daha büyük bir firar örgütlesen de kimseyi etkileyemiyordun. Hiç bir şeyi ve kimseyi bunlarla sarsamıyordun. Gerilla yöntemlerinin sınırlarına gelmiştik. Devam etmek demek büyük güçle aynı engele vurmak ama vururken aynı aracı elde tutmak demekti. Bu benim için yanılgımızın merkezidir. Bu tam da devrimi nasıl düşündüğümüzü, kitlelerin ve halk hareketinin devrimci süreçte hangi rolü oynadığını tartışmanın tam vaktiydi. MLN (Tupamarolar kastediliyor- S. İlhan) kitlelerin gerilla için bir yardım olacağını düşünüyordu. Kitleleri özne olarak düşünmüyordu.”
“…Kitlelere yönelen baskı aygıtının şiddetine, devrimci şiddetle cevap vermek gerekiyordu. İnsanları çatışmaya çekebilmeliydik, sınıflar mücadelesinin daha fazla keskinleştirilmesi çatışmayı daha genel bir düzeye sıçratabilirdi, bu ise devrimci bir duruma yol açabilirdi.” (MLN Tupamaroların önderlerinden Eduarda Leon Duter ile yapılan röportajdan, Gerilla Bilânço Çıkarıyor, sf: 190-191, Belge Yay.)
“Kitlelerin yavaş yavaş yeniden uyanışına yanlış yaklaştık, sınıflar mücadelesini kısaltmak istedik ve bu isteğimizle basitçe savaşçı yetiştirdik. Savaşın şartlarının olduğunu düşünüyorduk. Silahlı halkın örgütlenmesiyle bir öncünün askeri aygıtının yaratılmasını birbirine karıştırdık. Devrim için kendi gücümüzün yettiğini düşündük.” (MIR-R Yöneticisi ile yapılan röportajdan, age, sf: 272)
Marksizm’in en temel ilkelerinin dahi masaya yatırıldığı, küçük burjuvaca bir deformasyona tabi tutulduğu ne kadar açık. Yukarıda yaptığımız alıntılar, gerillacı örgütlerin Marksizm ve kitleler karşısındaki durumunu ortaya koymaktadır. Bu örgütler, çokça sözünü ettikleri devrimci taktiği bir sınıfın güncel ve tarihsel hareketine göre değil, kendi örgütsel ihtiyaç ve durumuna göre inşa ediyorlardı. Proletarya başta olmak üzere emekçi sınıflar, kendi sınıfsal talepleri doğrultusunda, kendi organlarında örgütlenmemişti. Emekçi yığınlara yalnızca kimi güç gösterilerinde ve bazen siyasi tutsakların serbest bıraktırılması kampanyalarında “İhtiyaç” duyulmuştu.
Aynı dönem içerisinde gerilla mücadelesi paralelinde “şehir ve kır gerillası”, “Fokoculuk” gibi mücadele biçimleri teorileştirildi. Bu sonuncusu önemlidir çünkü dünya devrimci gençliği üzerinde anti-Marksist bir iz bırakmıştı. Fransız yazar Regis debray, Küba devrimiyle başarı kazanan fokoculuğu zamandan ve mekândan bağımsız, idealist ve metafizik tarzda “evrensel bir teori olarak tanımladı. Proletaryanın ve partisinin önderliğinden bağımsız fokocu mücadele teorileri bu dönem dünya devrimci gençlik hareketi içinde sempati yarattı. “Söz parçalar eylem birleştirir”, “Dağ burjuva ve köylü unsurları proleterleştirir; şehir, proleterleri burjuvalaştırır” gibi o dönemin sloganları proleter sınıf bakış açısından ve devrimci komünist teoriden yoksunluğun ürünüdür.
Üçüncü olarak; Latin Amerikan ekonomileri genel olarak, sanayinin az geliştiği, yarı sömürge tarım ekonomileri idi. Bu temel, eksik teori ve mücadele biçimleriyle karşılandı. Proletarya ve onun biliminden uzaklığın objektif temeli “eksik üretim ve sınıf ilişkileri” oldu.
Latin Amerika’daki gerilla örgütlerinin hemen hepsi, proletaryanın devrimde teorik-pratik hegemonik güç olması gerektiğini kavramamışlardı Bu örgütlerin devrim ufku antiemperyalist, anti-oligarşik aşamayla sınırlı idi. Kaba bir ifadeyle düşman ABD ve onun uşağı bir avuç işbirlikçi, devrim kuvvetleri ise halktı. Teoride Marksizm’e, pratikte ise kitlesel sınıf mücadelesine uzaklıkları, onların mücadelesini yozlaştıran ve halk devrimi platformundan giderek kopuk üst tabaka devrim ve mücadele platformuna savrulan bir durum yaratmıştı. Nikaragua, devrimin yapılıp iktidarı ele geçirildiği, Salvador ise iktidar öncesi koşullarda aynı küçük burjuva dünya görüşünün trajik sonunu ifade ediyor,
Bu örgütlerin gelişip kitleselleşebilmeleri ve çeşitli yerlerde olduğu gibi basanlar kazanmaları şaşırtıcı değildir. Sürdürdükleri silahlı mücadele geniş emekçi yığınların baskı ve sömürüye karşı iş, ekmek, toprak, özgürlük gibi taleplerine yanıt vermiş, onların toplumsal durumlarına uygun bir nitelik kazanmıştı.

FMLN: SİLAHLI MÜCADELEDEN BURJUVA PASLAMENTARİZMİNE KÜÇÜK BURJUVAZİNİN TÜKENEN SOLUĞU
Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin 1929 genel bunalımı Salvador’u derinden etkiledi. İhracatın % 85’ini oluşturan kahvenin Fiyatı ilk 6 ay içinde % 45’e düştü, sonra da düşüş % 57’ye vardı. 1930’dan 1932’ye kadar bu üründen sağlanan ihracat geliri 34 milyon colon’dan 13 milyon colon’a düştü. Altın ihracatı yasaklandı ve pek çok kahve fidanı söküldü. Plantasyon işçilerinin aldığı ücret yarıya indi. Kiracı köylülerin 1/3’ü borç ve işsizlik yüzünden topraklarından atıldı. Bu büyük ekonomik krize derin bir siyasal kriz eşlik etti. Yüz binlerce işçi ve köylü, haftalarca zamları ve hükümeti protesto gösterileri düzenledi. Salvador egemen sınıfları gösterilerden korkuya kapılıp faşist bir cuntayı iktidara getirdiler. 2 Aralık 1932’de gerçekleşen faşist darbeye rağmen kitle hareketi yükseliş grafiğini sürdürdü. Aynı yıl içinde Salvador Komünist Partisi önderliğinde büyük bir halk ayaklanması patlak verdi. Ayaklanma planının olmaması, güçler ilişkisinin hesabının yapılmamış olması, zayıf örgütlenme gibi faktörler başarıyı engelledi. Faşist Diktatörlük ayaklanmayı kan ve ateşle bastırmayı başardı. Sonuç: 30.000 ölü ve binlerce yaralı…
ABD 1930 yılında Salvador kahve ihracatının % 14,9’unu ele geçirmiştir. Aralık 1948’de yerleşen Amerikancı sistem aralıksız 1979’a kadar sürdü.
ABD’nin Latin Halklarına saldın planı olan İlerleme İçin Birlik, Salvador’da da aynı sonuçlara yol açtı. 1971’de Salvador’da zirvede olan 1429 firmadan % 38’i toplam sermayelerinin % 66’sına sahip en büyük 36 toprak sahibi tarafından kontrol ediliyordu.
İlerleme İçin Birlik Planı Salvador’da, topraksız kır nüfusunun oranını olağanüstü bir biçimde arttırarak, 1961’de % 12’den, 1971’de % 29’a ve 1975’de % 41’e çıkarttı. Kırdaki proleterleşme kentin sorunlarını ağırlaştırdı. İşsizlik oranı % 30’lara vardı, bunun olağan sonuçları ise, açlık, konut ve beslenme sorunu, ahlaki dejenerasyondu.
1970’lerin ikinci yarısında ERP ve RN gibi örgütler ekonomik ve siyasi krizin derinleştiği bir ortamda silahlı mücadeleyi başlattılar. Ekim 1979’daki faşist darbeye ERP silahlı mücadeleyi yükselterek yanıt verdi. Tutarlı devrimci tutumu, ERP’yi çekim merkezi haline getirdi. Diğer gerilla grupları ERP ile birleşerek Devrimci Demokratik Cepheyi kurdular.
Ekim faşist darbesinin şefi Duarte “reform ve demokratikleşme” sözü verdi. Sözüm ona Romero döneminin baskıcı ve antidemokratik özellikleri ortadan kaldırılacaktı. Askeri faşist cunta Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğüne benzer biçimde “hem sağa hem sola karşıyız” demagojik propagandasını kullandı. Çok kısa bir sürenin geçmesi cuntanın sola karşı yapıldığını kanıtlamaya yetti. Hükümet kitle gösterilerini taradı, kırda köylülere beyaz terör uygulandı.
Kanlı iç savaş ülke ekonomisini tam anlamıyla felç etmişti. 1981’e doğru GSYH % 15 düşmüş, dış rezervler 10 milyon dolar”a düşmüştü. Sanayi % 50 kapasite ile çalışıyor, işsizlik yılda % 15, enflasyon ise % 40 artmıştı. Salvador, tarihinde ilk defa mısır ve fasulye ithal etmişti. Bu ekonomik kriz gerillaya karşı yürütülen kirli savaşın doğrudan sonucuydu.
FDR, 1980 Haziranında büyük kitle gösterileri düzenledi. 150 bin işçinin katıldığı genel grev yapıldı. 1980-1982 arası dönemde barışçıl ya da silahlı gösterilerde ve çatışmalarda 30 bin insan yaşamını yitirdi.
1982 yılında devrimci gerilla örgütleri birleşip, FMLN’yi kurdular. FMLN askeri ve toplumsal gücüne karşın, ideolojik niteliği olmayan vc komünist kurmayın öncülüğünden yoksun bir cephe idi. Salvador işçi sınıfı özellikle bu yıllarda toplumsal mücadelenin başına çekmesine ve devrimci mücadelede de artan ağırlığını ortaya koymasına rağmen, FMLN onun ekonomik ve siyasal örgütlenmesinin iktidara giden yol olduğunu görememişti.
1984’teki seçimi Amerikancı ARENA kazandı. FMLN yeni hükümeti ABD’den ayrı olarak değerlendirdi ve “Siyasi çözüm” için başvurdu, FMLN’ye göre ARENA “ılımlı” ve “kesinlikle Amerika güdümünde değil”di. FMLN silahların susturulması ve barış için 29 talep içeren “anlaşma” belgesini hükümete sundu. ARENA bu teklifi tartışmak bir yana FMLN’ye yeni saldırılar için askeri hazırlıklar yapmaya koyuldu.
FMLN’nin 29 talep içeren şartnamesi devrimci demokratik bir nitelik taşımıyordu. Hatta Salvador liberal burjuvazisine göre ‘79 faşist darbesinde Duarte’nin “vaatlerinden” bile daha geriydi! Bu 29 talebin eh önemli birkaç tanesi şöyleydi:
1-Politik mahkûmlar serbest bırakılmalıdır,
2-İşçilere grev hakkı tanınmalıdır,
3-işçi hareketine ve sendikalarına örgütlenme özgürlüğü tanınmalıdır,
4-Üretimin askerileştirmesine son verilmelidir,
5-Ticarette, bankalarda ve sanayide çalışanlara % 10 ücret artısı sağlanmalıdır,
6-Basın özgürlüğü kabul edilmelidir.
Durada belirtme gereği görmediğimiz diğer talepler, yukarıdaki taleplerin daha gerisinde yer alıyor. Devlet iktidarına ve mülkiyet ilişkilerine ilişkin tek bir talep dahi yok! Emperyalizm ve gerici egemen sınıflar uzlaşmacı bir politika izleselerdi FMLN’yi düzene bağlayabilirdi. Gerillaları bastırma umudunu koruyan egemen sınıflar uzlaşmayı bir “taviz” olarak değerlendirdiler ve kabul etmediler. Egemen sınıfların “görüşmeyi” reddine ilişkin sebeplerden birisi de burjuvazinin alışkanlıklarla da karakterize olan ilkel ve kaba sınıf özelliği idi.
FMLN ise 29 talepli anlaşma önerisi ile özde bir politik platform değişikliğini ortaya koymuştu. FMLN bu adımı ile devrimci platformundan kopan ve reform taleplerini silah aracılığıyla ileri süren bir noktaya savrulmuştu. FMLN’nin bu yönelimi Marksizm’in “silahlı reformizm” dediği şeyin kendisidir.( Bkz. Silahlı Reformizm için ayrıntılı bilgi: Sedat Günal, Küçük Burjuva Devrimciliğinin Eleştirisi.3.Bölüm Evrensel Basım-Yayın)
1979 yılına gelindiğinde FMLN önemli askeri ve siyasi başarılar kazanmasına rağmen, ülkenin 1/3’ünde halk iktidarı kurduğu koşullarda belirttiğimiz reformist platformunu muhafaza etmişti. Bu yıl FMLN “stratejik saldırı evresine ” girdiğini açıklamakla birlikte, “geniş tabanlı bir kurucu meclis için demokratik seçim” çağrısını yineledi.
Gerillaların 84’lerden beri ısrarla savundukları “siyasi çözüm” 1992’de ancak gündeme gelebildi. Emperyalizm ve gericilik gerillaların askeri ve toplumsal gücü, ülkenin önemli bir bölümünde denetimin yitirilmiş olması gibi olguları da göz önünde tutarak, geçici bir uzlaşmayı çıkarlarına daha uygun gördü.
FMLN yanı başında Kolombiya’da gerilla örgütlerinin yaşadığı “barışçıl ve siyasal çözüm” ön ağır sonuçlarından bile ders çıkaramamıştır. Tüm Latin Halkları Kolombiya’da yaşanan uzlaşmanın sonuçlarını hala unutmamıştır. 1980’de Kolombiya’da Faşist diktatörlük af ilan etti. Burjuvaziye güvenen gerilla örgütleri FARC, M19, EPR silah bıraktı. Bu uzlaşmanın bedeli çok ağır ödendi. Kolombiya ordusu yerli mafyanın ve Amerikan gizli kontra örgütü ORDEN’in de desteği ile kırda köylüleri, eski gerillaları ve sendika yöneticilerini sistematik olarak katletti. Halk hareketi ağır ve etkileri büyük bir yenilgi aldı.
FMLN mayıs ayındaki kongreden sonra yasal bir parti olarak seçim kampanyalarına başlayacak! FMLN sosyalizmle olan “ilişkisini” Türkiye’den SHP’nin de üye olduğu Faşist ve reformist partiler enternasyonali olan Sosyalist Enternasyonal’e üyelik başvuru yaparak ortaya koymuştur.
Salvador için geleceğe ilişkin şunlar söylenebilir: Salvador’da halk muhalefeti zorunlu bir geri çekilme yaşayacak, emekçi sınıflar bir süre burjuvazinin ve onunla kol kola girmiş gerilla “önderlerinin” vaatleriyle oyalanacaktır.
FMLN şahsında bir kez daha görülmüştür ki; “İdeolojik temeli olmayan bir örgüt pratikte işçi sınıfını burjuvazinin uşağı durumuna düşüren zavallı bir saçmalıktır.” (LENİN)

Nisan 1993

TÜRKİYE SOL HAREKETİ ÜZERİNE BİR TARTISMA-2

MİHRİ BELLİ-AYDIN ÇUBUKÇU-İHSAN ÇARALAN-MUSTAFA YALÇINER

İhsan Çaralan- Sorunun şöyle bir yanı var. Tek tek olaylarda bir komünist partisi de yanlış yapabilir, Örneğin bir Kürt isyanı karşısında yanlış tavır alabilir. TKP ideolojik olarak sağlam bir zemine oturuyor olsaydı, sosyalizmi mücadelesinin ekseni olarak almış ve onun için bir mücadele yürütüyor olsaydı, herhangi bir olay ya da olgu karşısında aldığı yanlış tavır, koşullarla, partinin o anki önderliğinin bazı zaaflarıyla ya da gücüyle veya güçlerini yanlış hesaplamak gibi bazı teknik gerekçelerle açıklanabilirdi. Ama bir bütün olarak bakıldığında, TKP belgelerinde, siyasal iktidarı fethetme görevini merkezine alan bir tutum görmüyoruz. Tersine davranışlarını asıl belirleyen, kendi sağındaki güçlerle ittifak, Bir zaman Kemalistlerden sosyalizme yol açacak davranışlar beklemeye kadar gidiyor iş.
Mihri Belli- Ne zaman o?
Mustafa Yalçıner- 1924 Haziranı’na kadar.
İ. Çaralan- Sınıfsal temelde yani komünizm açısından olaylara bakan bir partinin böyle bir hata yapmaması gerekir. Bu hata değil, ideolojik bir zaaf. Politik bir yanlışlık, belirli bir anda bir siyasal kuvvetin gücünü yanlış hesaplama, onun bir tarihsel anda yapabileceği işlerin değerlendirilmesinde yanlışlıktan öte ve asıl olarak dünya görüşü açısından sosyalizm bakış açısının eksik olması. Bu, örneğin ’60’larda Kıvılcımlı’da çok açık bir biçimde beliriyor. “2. Kuvayı Milliyeciliğimiz” açık mektubunu yazabiliyor. Veya Doğu Perinçek bildiğimiz ittifak politikalarıyla karşımıza çıkabiliyor.
M. Belli-  Doğu Perinçek TKP’nin adamı değil. O İşçi Partisi’nden bize geldi, bir sene kadar bizim aramızda bulundu, sonra Pekinci olarak ayrıldı ve bize yalnızca küfür etti. Onun Şefik Hüsnü ile ilgisi yoktur.
M. Yalçıner- Perinçek, Şefik Hüsnü’yü yere göğe sığdıramıyor. Aslında o da sizin gibi Şefik Hüsnü’nün çizgisini izliyor. Ben büyük benzerlikler görüyorum.
M. Belli-  Bu görüşün saçma, büyük bir haksızlık gülünç bir benzetme bu.
M. Yalçıner- Şunları kastetmiyorum: Doğu Perinçek ihbarcılık yaptı. Bu, bir bakıma polislikti, MİT ajanlığıydı… Ama bunlar bir yana, izlenen çizgi önemli, Bu, bir bakıma Perinçek Rusya’ya karşı Amerika ile ittifak gereğini bile ileri sürdü. Şefik Hüsnü’nün 2. Dünya Savaşı dönemindeki ittifaklar politikasını devam ettiriyordu.
M. Belli- Şefik Hüsnü Sovyetlerin içinde bulunduğu bir iltifakı soruyordu. PDA’cılar Sovyetlere karşı Amerika ile iltifakı. Arada bir benzerlik yok.
İ. Çaralan-  Veya sizin diyelim Türk Solu’nda yansıttığınız görüşler ve ondan sonra önerdiğiniz taktikler de sosyalistlerin iktidarı almasına yönelik taktikler değil, daha çok bir anti-emperyalizm; kabaran bir anti-emperyalist dalga ve bunun Kemalistlerle ittifak içinde bir demokratik devrime, Milli Demokratik Devrim denilen, merkezine sosyalizmi almayan bir doğrultuda yönlendirilmesini içeriyordu.
M. Belli-  Hedef başka, merkez başka. Sosyalizm yolunda tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye diyorduk. Hedef sosyalizmdi.
Aydın Çubukçu- Ama merkezinde sosyalist çalışma ve sosyalist propaganda yoktu.
M. Belli-  Nasıl yok? Bütün Marksist-Leninist kitapları biz çevirdik.
İ. Çaralan-  Tamam, çevirdiniz. Ama bizim onlardan anladığımız Milli Demokratik Devrim’di. Bizi o zaman sosyalizme karşı diye suçladı karşı taraf.
M. Belli-  Onların sosyalist devrim dediği, seçimle iktidara gelip sosyalizm yapmaktı.
A. Çubukçu-  Ama biz de uygulamalarımızda Dev-Genç militanları olarak şöyle şeyler yapıyorduk: “Sosyalist Türkiye” yazmışlar duvara, onu silerdik, “Bağımsız Türkiye” yazardık. Avusturya İşçi Marşı’nı “Başta bayrağımız Kemalizm…” diye söylerdik.
M. Belli- Aaa! Öyle mi? “Leninizm”i değiştirirdiniz yani? (gülüşmeler).
A. Çubukçu- Değiştirirdik. Bu sonuçlara nereden geldik? Yaptık bunları.
M. Belli- Saçmalamışsınız ama.
A. Çubukçu- Saçmaladık ama kaynağı neydi?
M. Beli- Kaynağı sizin çizgiyi kavrayamamanız._
İ. Çaralan- Siz gençlerin bunları yaptığını görüyordunuz ama bunlara prim veriyordunuz.
M. Yalçıner- “Ordu-gençlik el ele” diye de bağırılıyordu.
M. Belli- “Asker-gençlik el ele”.
A. Çubukçu- “Ordu-gençlik el ele, milli cephede”. Sloganımız buydu.
M. BeUi- Böyle bağırıyordun ama asker saldırmıyordu o zaman sana.
L Çaralan- Saldırsın, Mihri Ağabey. Tabii saldırmaz o zaman. Asker gelince omzumuza alıyor, polise küfrediyorduk.
M. Belli- Biz İleri Gençlik Birliği’nden içeri düştüğümüzde, hapishanede matrak olsun diye Adanti Popolu’yu, “Viva communisma, viva liberta” yerine “Viva Kemalizma viva liberta” diye söyler, kahkahayla gülerdik.
A. Çubukçu- Bizimki şaka değildi, çok ciddiydi.
M. Belli- Haberim yok.
M. Yalçıner- Peki, “Ordu-gençlik el ele, milli cephede” sloganına ne diyeceğiz? Bunu hangi sınıf tahliliyle izah edeceğiz?
M. Belli- Sınıf tahlili değil. Belli bir tarihi anda söylendi bu. Orduyu Amerika’ya mı bırakacağız? Orduda da çalışacaksın.
M. Yalçıner- Çalışmak ayrı şey. Orada ajan çalışması yürütülür. Orada gizli çalışma yürütülür. Komünist partisi hatta MİT içine kadar sızmaya çalışır, buralarda hücreler kurmaya uğraşır. Bir yönüyle istihbari bir çalışmadır, diğer yönüyle buralardaki unsurlar zamanı geldiğinde taraf değiştirmeyi örgütlemek üzere konumlanırlar. Ama “ordu-gençlik el ele” sloganıyla ifade edilen bu değildi.
İ. Çaralan- Burada orduyu kurum olarak olumlama var. Bu sloganın arkasında neler var? Kemalizm tahlili var bunun ardında, Kıvılcımlı’nın mektubu var.
M. Belli- Kıvılcımlı’nın Gürsel’e mektubunu lütfen bize yükleme. Ben yazmadım. Onu ciddi şekilde eleştirmişimdir. Nazım’ın Mustafa Kemal’e mektubunu da partiye yükleme.
İ. Çaralan- Sizi kastetmiyorum. Bunları TKP’nin anlayışının yansımaları olarak örnek veriyorum. Önemli olan TKP’nin anlayışı.
M. Belli- Hiç bir TKP’li sorumlu bu mektupları olumlu karşılamamıştır. İçimizden biri çıkıp bunları söyledi diye bunu cımbızla seçip eleştiri yapmak doğru değildir. Benim gördüğüm şudur. Elbette ki yanlışlar olmuştur. Birinci yanlış, yanlış laf etmiş olmak değildir. Genellikle söylenen sözler doğrudur, eğer sorumlu parti neşriyatına bakarsak bu böyle. Ama çoğu lafta kalmıştır, gereken yapılmamıştır. Ne işçi sınıfının iktidarı almaya yönelik örgütlenmesi ve Sovyet modelinin izlenmesi yolunda önemli bir eylem olmuştur ne de Kürt isyanlarında ızdırap çeken halkın önüne geçip onu devrimci bir önderlik altında harekete sevk eden olmuştur. Bunları eleştirebiliriz, kabul. Ama Nazım’ın bir mektubunu, Kıvılcımlı’nın bir mektubunu alıp genel yazgılara varmak büyük hatadır. Olaylar yığını içinde pertavsızla bir-iki olayı cımbızla çekip alarak bunları ön plana sürerek büküme varmak çok yanlış. Tahine, Marksist yaklaşım bu değildir.
M. Yalçıner- Peki, bunlar nereden kaynaklanıyordu?
M. Belli- Bir takımadamlar bu memlekete gelmişler. Marksizm-Leninizm’i, çağımızın devrimci düşüncesini getirmişler. Bu uğurda zindanlarda yatmışlar. Ömürleri sürgünde, zindanda geçmiş. Bir şeyler yapmaya uğraşmışlar. Aradan 70 sene geçmiş. O 70 senenin tecrübesiyle akıl öğretmek çok kolaydır.
İ. Çaralan- Ben uygulanan politikaların doğruluğunu yanlışlığını tartışalım demiyorum. Bir fikir silsilesi var ve o fikir silsilesinin ardında ideolojik bir bakış açısı yar. Ben, bu, Marksizm değil diyorum.
M. Yalçıner- Bu, niçin önemli? Şefik Hüsnü’yü ya da başkasını yargılamak için değil. Biz kendimize komünist diyorsak, şu dünyayı, şu Türkiye’yi değiştirmek zorundayız. Nasıl değiştireceğiz, hangi çizgiyi izleyerek değiştireceğiz diye düşündüğümüzde geçmişe bakacağız; doğru muydu, nasıl yapılmış, biz nasıl yapalım ve bir de köklerimizi arayacağız, başka türlü olmuyor. Bir yerlerden alıp bir yerlere götürmek durumundayız. Sorun burada karşımıza çıkıyor. Doğu Perinçek derken de bunu söylemeye çalışıyorum. Bakıyorsunuz, Perinçek’in önerdiği şeyler, gidip kendi köklerini buluyor. Ben kendime kök arıyorum, ama olumlu hemen hiç bir kök yok. Ya geçmişte yapılanın aynını yapacağım ya da zoru seçip eleştireceğim, eski ve yanlış olanın yerine doğrusunu koyup uygulayacağım. Sadece hapiste yatmak yetmiyor.
M, Belli- Geçmişte sağlam ne varsa biz onu temsil ettiğimiz iddiasındayız. Doğu Perinçek hep bize çamur atmıştır. Mesela bizim kitaplara sansür koymuştur. Peking RevieTv’yi okuyup Türkiye politikasını tayin etmek durumuna düşmüştür. Emperyalizmle ittifaka varacak olan bir politika izlemiştir geçmişte.
M. Yalçıner- Bu, Şefik Hüsnü’de de var. İki büyük Garp demokrasisi Türkiye’de demokrasi güçlerini desteklemek zorunda” diyor. Perinçek’in NATO’culuğu buraya dayanıyor.
M. BeUi- Ne kadar yanlış. Şefik Hüsnü’nün söylediği “tek sosyalist ülkenin de içinde olduğu o büyük ittifakta Türkiye’nin yerini almasıdır ve Halk Partisi içinde bundan yana unsurlar desteklenmelidir” demek başkadır, soğuk savaş koşullarında NATO’culuk başkadır.
M. Yalçıner- Neden başka? 2. Dünya Savaşı öncesinde Stalin İngiliz ve Fransızlarla ittifak arıyor. Dünya çapında bir politika güdüyor. Hitler’e karşı. Politika Türkiye’de nasıl uygulanacak? Bizim görevimiz, Türkiyeli komünistlerin görevi, politikanın Türkiye koşullarına uyarlanmasıdır. Bakıyoruz, Türkiye’de, aynı politika, İngiliz-Fransız emperyalistleriyle ittifak politikası, Şefik Hüsnü tarafından bir ek yapılarak uygulanıyor. Nasıl bir ek? Bunların Türkiye’ye demokrasi getirecek güçler olduğu ileri sürülüyor. Demokratik yönelimli güçler! Aynen böyle diyor. Başka şey olan, bu. Diyorum ki, herhangi bir ülkede bir taktik uygulanırken, Stalin olsun başkası olsun, Sovyet devletinin, vurguluyorum bir devletin, kendi ülkesinde iktidarda olan proletaryanın uluslararası alanda uyguladığı politika, araya bir eşit işareti koyarak, proletaryanın iktidarda olmadığı herhangi bir ülkede uygulanmaya kalkışılırsa, burada iktidar perspektifinden yoksunluk sorunu ortaya çıkar. Böyle bir politika uygulanamaz. Bu olmaz. Aynı, Fransız komünistlerinin, emperyalistler arası çelişmelerden yararlanmaya yönelik bir tutum içindeki Stalin’in İngiliz-Fransız emperyalistlerinden belirli bir yaklaşım görmeyince Nazi Almanyası ile saldırmazlık paktı yaptığında içine düştükleri şaşkınlık örneğinde olduğu gibi. Stalin önce Fransız emperyalistleriyle ittifak taktiği izlerken, Fransız komünistleri De Gaulle ile canım-ciğerim geçiniyorlar, onunla ittifaka ve birlik kurmaya yöneliyorlar. Saldırgan olan Almanya ya! Stalin taktik değiştirince, Molotof Ribbentrop ile görüşüp saldırmazlık paktı imzalayınca, dünyaları allak-bullak oluyor. Kendilerini kendi burjuvalarıyla ittifaka göre ayarlamışlar çünkü. İktidar perspektifleri bulanık, kafalarında oluşmuş olan uzlaşma çizgisi. Faşistlere karşı sözde demokrasi güçleriyle, Fransız burjuvazisiyle, İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle birlik! Kendi bağımsız çizgileri, kendi bağımsız varlıklarından kaynaklanan ve burjuvazinin iktidarını devirmeyi he: defleyen çizgileri yok. Şaşkınlıklarının nedeni bu.
M. Belli- Yanlış söylüyorsun. Bir kere o tarihte (1939) ortada De Gaulle yok. Üstelik Fransız komünistleri, Fransız ve İngiliz emperyalistleriyle ittifak taraftarı değildi. Ben San Francisco’da İngiltere ve Fransa’ya küfür ederek nutuk atıyordum, 1940 senesinde. Hitler Sovyetlere saldırdıktan sonra, bunlarla birlikte savaştılar, Alman işgalcilerine karşı.
Yalçıner- Başta başka bir şey vardı. Hitler Sovyetlere daha sonra saldırmaya başladı. Stalin önce faşizme karşı birlik çağrısı yapıyordu. Faşizme karşı, Hitler saldırganlığına karşı birlik öngörüyordu. Örneğin ’36’da. Hitler iktidarda. Ve Fransa’da olsun, diğer Avrupa tikelerinde olsun, bunun yorumlanmasından kaynaklanan taktik, faşizme karşı savaş. Nasıl? Örneğin Fransız burjuvazisini kollayan, onlarla arayı bozmayan bir yaklaşım gelişiyor. Halk Cephesi Hükümeti de bu dönemde. Bir gün radyodan duyuyorlar ki, Molotofla Ribbentrop pakt imzalamış. Bu, o zamana kadar izledikleri çizgiye sığmıyor, mantıklarına sığdıramıyorlar. Ama sonra pakt bozuluyor ve yeniden İngiliz-Fransızlarla ittifak siyasetine geçiliyor. Gericilik içindeki çelişmelerden yararlanmayı gözeten Stalin’in mantığı böyle. Ama bu, Fransızlar ve genel olarak Avrupa komünistleri tarafından böyle anlaşılmıyor.
M. Belli- Peki, sen ne yapardın? Fransız Komünist Partisi en çok şehit vermiş partidir.
M. Yalçıner- Sadece çok şehit vermek yetmiyor. Sorun dünyayı değiştirmek ve bunun gereklerini yerine getirmek.
M. Belli- Direnişte, makide baş rolü oynamış olan FKPdir, de Gaulle değil.
M. Yalçıner- Ben zaten bunun için hayıflanıyorum. İktidarı alması gerekirken, alabilecekken, gönüllü olarak vazgeçti.
M. Belli- Amerikan işgalinde çok zor. Amerika’nın fiili işgali var orada. Ordusu var. Tabii orada “boşuna durmuyor. Bunları hesap ederek eleştirilerimizi ona göre yapmalıyız. En çok şehit vermiş, en güçlü direnişi yapmış partidir TKP,
M. Yalçıner- Ben ona saygısızlık etmiyorum. Ölenlere saygısızlık olmadığını düşünüyorum. Tersine, ben ölenlerin hakkını savunuyorum. Çünkü Thorez onların hakkını ve kanını gözetmedi. Thorez ve yanındakiler, FKP Merkez Komitesi, ölenlerin uğruna can verdikleri davayı gütmedi. Ölenler, komünizm ülküsüyle, özgür Fransa için, doğal ki komünizmin iktidar olacağı bir Fransa için öldüler. Almanları kovalım burjuvazi koltuklarına dönsün demediler. Ama iktidar bir tabak içinde burjuvaziye sunuldu.
M. Belli- Olur mu yahu! Güçler dengesi. Yani iktidar alınabilirdi öyle mi?
M. Yalçıner- Alabilirdik ya da alamazdık. Kanlı bir kırım da olabilirdi. Ayıyı öldürmeye cesaret ediyor musun etmiyor musun, sorun bu. Cesaret edersin, ama öldüremezsin; bu mümkün. Ama o güç birikimiyle iktidardan gönüllüce vazgeçemezsin. İktidar sorunun olmalı. Yoktu.
M. Belli- Kanlı savaşın da anı vardır. Her şartta kanlı savaş önermek olmaz. Bu şekilde bakmak yanlıştır.
M. Yalçıner- Maki Fransız komünistlerinin elindeydi.
M. Belli- Hayır. Makiyi de abartma. Fransa’nın yüzde 80’i işbirlikçiydi.
M, Yalçıner- Peki, bütün her şey bir tarafa, Fransız komünistleri niçin şaşırdılar, Hitler’le anlaşma yapınca Stalin? Ben, çizgi ve yaklaşımlarının yanlışlığını gösteriyor bu, diyorum.
M. Belli- Hayır. Politikalarının esas yönelimi, Sovyetler Birliği ile paralellik.
M. Yalçıner- Tamam. Sanki Sovyetler Almanlarla anlaşma yapınca, sandılar ki kendilerinin de Almanlarla anlaşma yapmaları lazım! Çünkü Stalin Almanlara karşı İngiliz ve Fransızlara ittifak çağrısı yaptığında, onlar kendilerini kendi burjuvazisiyle ittifak yapmak zorunda hissetmiş, onlarla ittifak aramış ve yapmaya çalışmışlardı. Almanların Sovyetlere saldırısı sonrasında ise, tamamen ittifak içindeydi FKP Fransız burjuvazisiyle, de Gaulle ile. Ama böyle uygulanmaz ki bir sosyalist devletin politikasıyla paralellik. Herhangi bir ülkede işçi sınıfını örgütleyip devrim yapmak yerine sosyalist devletin politikası geçirilemez. Sovyet devletinin dış politikasına göre, aynen onu uygulamak üzere konumlanmak, onu araya eşit işareti koyarak kendi ülkesinde uygulamak olmaz. Çünkü iktidarı almak görevi vardır, iktidar sorunu vardır ve bu akıldan çıkarılamaz ya da ikinci plana atılamaz.
Bize, Türkiye’ye gelirsek. Şefik Hüsnünün şu tutumu yanlıştır. Evet, Stalin İngiliz-Fransızlarla faşistlerin Sovyetlere saldırısı sonrasında ittifak yapmıştır, onları barış yanlısı güçler olarak nitelemiştir. Bundan Türkiye’de de bir komünistin görevinin İngiliz ve Fransızlarla ittifak yapmak, onlardan barış ve demokrasi ummak, bu yönde beklentiler içine girmek sonucu mu çıkar? Bu olmaz. Üstelik bir de İngiliz-Fransız yanlılarının, işbirlikçilerin yolunu açmak, onlarla cephe kurmaya çalışmak- bunlar bir komünistin yapacağı işlerden değildir. Troçkistler çeşitli ülkelerde uygulanan bu tür sağ taktikleri Stalin’e yormuşlardır. Bu yakıştırmadır. Troçkistler, Stalin kendi devlet politikasını herkese dikte ettirdi diyorlar. Stalin’in kimseye böyle bir şey dikte ettirdiği yok. Ama milli komünistlerimiz taktiği hep böyle anladılar. Şimdi Troçkistlerin saldırılarını biz göğüslemek zorunda kalıyoruz. Bir, sosyalizmi ekonomik kalkınma olarak görme, “ekonomizm” eleştirisi, iki, Sovyet devletinin milli çıkarlarını bütün partilere dayattı diyorlar ve ikisini de “tek ülkede sosyalizmin zaferi” tezinin yanlışlığına bağlıyorlar. Yunanistan ve Çin’i dayatma örnekleri olarak veriyorlar. Bunları göğüsleriz. Ama komünistlerimiz de önce komünist sonra vatansever olmayı beceremedi. Örneğin Fransa’nın kurtarılması ve anti faşist görevler, komünizm perspektifini muğlaklaştırdı ve burjuvaziye karşı uyanıklık ve mücadelenin üzerini örttü; ve bunlar da komünizmin uluslararası taktiği ya da Sovyetlere paralellik adına yapıldı. Bu temel bir terslik. Kendi ülkelerinde burjuvaziye, onun çeşitli güçlerine karşı yanlış tutum içinde oldular ye üstelik bunu Komintern’e izafe ederek, onun politikalarından geliyormuş gibi göstererek yaptılar. Taktiği yanlış anladılar ve ülkelerinde yanlış uyguladılar.
M. Belli- Sen Komintern farklı taktik öneriyordu diyorsun.
M. Yalçıner- Kesinlikle. Bu konuda yanlışsın. Sen Şefik Hüsnü Komintern’e göre soldaydı, Komintern Kemal’e karşı çok ılımlıydı, Ş. Hüsnü bu tutumu yumuşatmaya çalışıyordu diyorsun; bana o kadar ters geliyor ki. Şefik Hüsnü solcu ve Komintern onun sağındaysa, bizim hemen o çizgiyi terk etmemiz gerek.
M. Belli- Hayır, hayır. Sen Şefik Hüsnü hakkındaki düşünceni terk et.
M. Yalçıner- Ne diyorsun ağabey. Ben Stalin’de Ş. Hüsnü’nün yazdıklarının bir cümlesini görsem, onu tanımazdım.
M. Belli- Söylenen daima şudur: Kemalistlerle germeyin ipi.
M. Yalçıner- Kemalistlerin sınıf niteliği üzerine Stalin’in ve Ş. Hüsnü’nün söylediklerinden Şefik Hüsnü’nün kesinlikle daha solda ve Kemalistlere karşı daha sert olmadığı anlaşılıyor. Stalin, milli ticaret burjuvazisi diyor, “cılız anti-emperyalizm”, “üst tabaka devrimi”, “toprak devrimi ihtimaline karşı…” diyor. Şefik Hüsnü ise ki sen de öyle söylüyorsun, küçük burjuva radikalizmi, burjuva dediğinde bile Kemalistlerle ittifak diyor,
M. Belli- Şefik Hüsnü de Stalin gibi diyor. Küçük burjuva radikalizmi, benim değerlendirmem. Neden “küçük burjuva radikalizmi” diyorsun da “küçük burjuva uzlaşmacılığı” demiyorsun diye soruyorsun. Küçük burjuva radikalizmi uzlaşmacılığı da içerir, küçük burjuva kaypaklığını da. Sen bunu neredeyse proletarya devrimciliği gibi bir şey sanıyorsun. Bu hareket Avrupa’da sosyal-demokrasinin sağında yerini alır.
M. Yalçıner- Hayır, Ş. Hüsnü de diyor. Hatta başlangıçta Kemal’den toplumsal devrim bekliyor. 1924’e kadar senin dediğinden fazlasını diyor.
M. Belli- Sen Kurtuluş Savaşı’ndaki havayı bilmiyorsun.
M. Yalçıner- Hava ne olursa olsun. Toplumsal devrim beklenirse, partinin kapatılıp Kemalistlere katılınması gerekir.
M. Belli- Yoo. Bekliyorsun, ama ya gelmezse. Onun için sen seninkini elinde tut.
M. Yalçıner- Yani Kemalist’lerden toplumsal devrim beklemek yanlış demiyorsun da…
M. Belli- Kurtulup Savaşı yıllarında, Mustafa Kemal cepheye Aralof’la gittiği sıralarda, fiili ittifak durumunda, beklenirdi. Mustafa Suphi de kesinlikle yanılarak Mustafa Kemal’den bazı şeyler beklemiştir, Şefik Hüsnü de. Bu doğru. Fakat buna mim koyup kalkıp 70 sene sonra tepeden mahkûm etmek de yanlış.
M. Yalçıner- ’60’larda yapılanlar da çok farklı değildi, ’24’lerde yapılanlardan. Aynı çizgi o günlere kadar geldi. Nereye kadar? Yoldaşlarımız vurulup Denizler asıldığında, bitti. O günden sonra, artık devrimcilere kimse Kemal iyidir, ittifak falan dedirtemez.
Mustafa Suphi’yi kesmediler mi? Ş. Hüsnü 71 devrimcileri gibi olamadı. Araya kan girmişti. Ama burjuvaziyle uçurum ancak 70’lerden sonra açıldı.
M. Belli- M. Suphi’nin öldürülmesi olayını Kemal’e bağlama. Kesinlikle ittihatçıların işidir.
İ. Çaralan- Provokasyon mu?
M. Belli- Kesinlikle provokasyon değil. Yanlış düşünerek gitti onların eline düştü.
M. Yalçıner- Peki, Ş. Hüsnü’nün bundan ne ders çıkarması lazımdı? Kemalistlerden, burjuvaziden uzak durmayı değil mi?
M. Belli- Lenin’in de çıkarması lazım!
M. Yalçıner- Lenin daha başından söylüyor. Komintern 2, Kongresi’nde geri ülkeler burjuvazisi üzerine söyledikleri var. Ulusal devrimci ve uzlaşmacı burjuvazi ayrımı yapıyor. Kendi komünist partini örgütle, propaganda olanağı tanırlarsa şöyle yap diye tezleri var. Bunu 70 yıl sonra öğrenmiyoruz ki. O zaman söyleniyor.
M. Belli- Lenin, Mustafa Suphi’nin ölümünden sonra olanca gücüyle, tüm maddi olanaklarıyla yardım ediyor Kemalistlere.
M. Yalçıner- Bunu Emanullah Han’a da yaptı. Feodaldi. Radikal küçük burjuva falan değildi. Sadece emperyalizme karşı olduğu için yaptı. ’60-70 arası tarihi de bilmiyorduk. Hatta Aydın’ın dediği gibi “bayrağımız Kemalizm” deniyordu, “ordu-gençlik etele” deniyordu.
M. Belli- Gazetede yazıyorduk. Lenin’in kitaplarını çeviriyorduk, Marx’ın kitaplarını veriyorduk.
A. Çubukçu- Ama diğer yandan Mustafa Kemal’in devrimciliği hakkında bir dizi belge yayınlanıyordu. Örneğin Deniz o dönem Kemalist’ti, Deniz Mustafa Kemal’i çok severdi.
M. Yalçıner- Bizim mahkemedeki savunmamız Kemalist’tir.
M. Belli- Kemalizm’in anti-emperyalist yanını savunursun.
M. Yalçıner- Kimin bakış açısıyla? Bizim de anti-emperyalizmimiz vardır. Neden gidip Kemal’inkini savunalım?
M. Belli- Senin tabii var. Fakat orada, senin tarihinde de var emperyalizme karşı savaşma.
M. Yalçıner- Tarihsel bir şey olarak savunulacak şey vardır. Fakat öyle yapılmıyordu ki. “Asker-sivil aydın zümre.” Hana bazen “pazarlık konusu değildir” deyip önderliği onlara bırakma. İşçi sınıfı önderliğinin sübjektif ve hatta objektif şartları yoktur tezleri.. Sen objektif şartları yoktur demiyordun ağabey, ama örneğin şunu sen söyledin: Kemalistlerin kendi örgütlerini kurmada onları yardım edelim, destekleyelim. Hatırlıyorsun değil mi?
M. Belli- Olabilir.
M. Yalçıner- Nasıl olabilir? Biz daha kendimiz örgütlenmemişiz. Bir de kalkacağız, Kemalistlerinin örgütlenmelerine yardım edeceğiz. Bu kadar içli-dışlılık olmaz. Bize gerekli olan neydi? Kemalistlerden kopmak, tüm burjuvaziden kopmak. 70’de bu yaşandı. Burjuvaziyle araya “kan girdi”, kopuşuldu.
İ. Çaralan- İttifak olabilir belki. Önemlisi ideolojik olarak kopmaktı. 0 yoktu. İdeolojik olarak onlardan kopmuş değildik ’60’larda.
M. Belli- Marksizm-Leninizm’in temel eserlerini senin eline veriyorduk. Ne diye veriyorduk? İşçi Partisi vermiyordu, biz veriyorduk. TİP tam tersine kitap okumanın aleyhindeydi.
M. Yalçıner- Her zaman ve her şeyi yanlış yaptın demiyoruz ki. Onların zaten yapılması gerekiyordu. Ama biz yanlışların üstünde duruyoruz.
M. Belli- O ittifak arama kesinlikle yanlış değildi. 0 ittifak içinde Amerikan donanmasını denize döktük ve 11-12 sene gelemedi. İki darbe gerekti yeniden gelebilmesi için donanmanın. Bu çok önemli bir şey, tarihi bir olaydır. Milli Demokratik Devrim, yani bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm. Sosyalizm yolunda tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye.
İ. Çaralan- Sosyalizm yoktu o zaman.
M. Belli- Nasıl yoktu? Sloganımız oydu.
M. Yalçıner- O izlenen çizgi tutsaydı, yani başarıya ulaşılsaydı, şu olacaktı sonunda: “Kapitalist olmayan yoldan” bir şeyler yapmak üzere “sol cunta” gelecekti. Örneğin Mısır gibi olacaktı.
M. Belli- Hiç alakası yok.
M. Yalçıner- Bizde de bir Nasır. 2. Kemalizm dönemi. Nasıl alakası yok? Biz mi gelecektik?
M. Belli- Tabii, biz gelecektik.
M. Yalçıner- Hangi güçle?
M. Belli- Başka kim vardı ki? Radikallerin gücü neydi? Ordu, ordu.
M. Yalçıner- 9 Mart başarılı olsaydı, söylentiye göre Deniz, Gençlik ve Spor Bakanı olacaktı.
M. Belli- Yok canım. Dedikodu. Düşmanın çıkardığı dedikoduları ciddiye almamak gerek. Bize Bakanlık falan verdikleri yoktu, böyle pazarlık yoktu. Sağ cunta egemen olunca, bunlar Babıâli basınının çıkardığı laflardı. Sonra “Bayrağımız Kemalizm” diyormuşsun, Haberimiz olsaydı yanmıştın.
A. Çubukçu- SBF Öğrenci Derneği seçimiydi. Adayımız, Cengiz Çandar’dı. Kazandık seçimleri. O dönem sosyal demokratların bir kısmı da bizi destekliyordu. Sonuç belli oldu. Kantine doğru gidiyoruz, marşlar söyleyerek. Avusturya İşçi Marşı’na başladık. “Bayrağımız Leninizm’i, “bayrağımız Kemalizm” diye söylüyorduk. “Kızıl bayrağa hep koşun”u da “ay-yıldıza hep koşun” şeklinde söylüyorduk. Çarpılmayı görün. İdeolojik çarpılmayı.
I. Çaralan- Diyorsunuz ya, Vakıf yemeğinde rastlaştık, kimi belediye başkanı, kimi SHP ilçe başkanı olmuş, bizi sen yetiştirdin diyorlarmış. Nereden çıktı bunlar?
M. Belli- Nereden mi çıktı? İşçi Partililer sosyalizm diyordu, onlar ne oldu? Bende mi kabahat yani?
M-Yalçıner- Onlar “sosyalizm” derken, o da aslında Şefik Hüsnü’den geliyordu.
M. Belli- Bütün günahlar onun!
M. Yalçıner- Nevi şahsına münhasır değil onun görüşleri. Şefik Hüsnü, bir ara Türkiye’yi Balkan ülkelerine benzetiyor, kapitalizmin gelişme düzeyi açısından. Bu yönde görüşleri de var.
M. Belli- Balkan ülkelerine benzer tabii.
M. Yalçıner- Yok, benzemez. Balkan ülkeleri kapitalizmin epey geliştiği ülkelerdi. Türkiye ile kıyaslanamayacak ciddi bir kapitalist gelişme vardı örneğin Bulgaristan’da. Eski imparatorluğun en gelişmiş yerleriydi.
M. Belli- Balkanlar’da toprak ağaları Türklerdi. Türkler gidince otomatikman bir toprak reformu oldu. Bulgar Partisi, Bolşevik Partisi’nden 8 sene evvel kuruldu.
M. Yalçıner- Örneğin ’25’lerde Bulgaristan bir kaç gömlek gelişkin Türkiye’den.
M. Belli- Siyasal güçler bakımından mı?
M. Yalçıner- Hayır, kapitalizmin gelişmesi bakımından. Türkiye oldukça geriydi.
M. Belli- Evet, kapitalizmin gelişmesi bakımından Türkiye’den daha ileri oralar. Fakat özellikle politik hayat ileriydi. Çünkü feodalite yoktu. O toplum için büyük bir ferahlıktı.
M. Yalçıner- Şunun üstünde durmak gerek bence. TKP’nin temel günahı, kendi sağındaki güçlerle, mutlaka onların içinde bölümlemeler yapıp bir tanesini kendisine ittifak olarak seçmek, ama bunlar devlet katlarında olanlar, üst sınıflar arasında-, onunla birlikte üst sınıfların “diğer kesimine karşı” mücadele öngörmek.
M. Belli- Yani Kurtuluş Savaşı’nda Kemalistlerle ittifak yanlıştı, 2. Dünya Savaşı’nda müttefiklerden yana politika yanlıştı, demek istiyorsun. Saçma.
M. Yalçıner- İttifak olabilir. İttifak var, ittifak var.
M. Belli- Eğer diyorsan ki, bunu yaparken, kendine düşeni yapmak, yani işçileri örgütleyip bir güç haline gelmek ve toplumda ağırlık kazanmak yanı eksikti; bu eleştiriyi kabul ederim. Ama yuvarlak lafları bırakıp somuta indirgersen, ikisi de doğru politikaydı seninki, kesinlikle sek-ter, sol ve saçma bir politikadır Kurtuluş Savaşı’nda Kemalistlere karşı savaş politikası.
M. Yalçıner- Kemalistlerle ittifak sorunu. Demin söylediğin önemli bir şey var. Eğer ki biz kendimiz örgütlü olsak, sınıfı örgütlemiş olsak, ne kadar varsa, yoksul köylülüğüne, yarı-proleterine varıncaya kadar örgütlemiş olsak, Kemalizm’le ittifak somut ayrıntılarıyla tartışılır, olabilir. Bu olmazsa, ittifak olmaz, kuyruklarına takılmak olur. Ama 2. Dünya Savaşı’na gelirsek, İngiliz ve Fransızlarla ittifak kesinlikle yanlıştır. Örgütlü olsan bile yanlıştır. Türkiye’yi kastediyorum. Oluşacak çok orijinal koşullar için ihtiyat payı koyuyorum ama genelde yanlıştır.
M. Belli- Yani harbe girmemiz yanlıştı! Kime karşı gireceksin? Hitler’in politikası Türkiye’yi savaş dışı tutmak.
M. Yalçıner- Ben proletaryayı örgütlerim, iktidar hedefimi unutmam, Türkiye’yi saldırana karşı koyarım. Hitler’e savaş mı açayım?
M. Belli- Evet, açacaksın.
M. Yalçıner- Olmaz. Nasıl? Sen örneğin ağabey, askere gidip Edirne-Kapıkule’de sınırdan karşı tarafa, Almanlara bir kaç el ateş açınca Hitler’e savaş mı açmış olduk?
M. “Belli- Yapılması gereken, 2. Dünya Savaşı’nda da kesinlikle müttefiklerin safında yerini almasıydı Türkiye’nin. Alman orduları gelecekti Türkiye’ye ve Anadolu’da büyük bir direniş olacaktı. Yugoslavya’dan daha güçlü bir direniş olacaktı ve onda biz ön planda yer alacaktık.
İ. Çaralan- Kim alacaktı? Örgüt?
M. Belli- Biz. Arnavutluk’ta örgüt mü vardı? Savaş içinde kuruldu.
M. Yalçıner- Olabilir, kurulabilirdi. Öyle koşullar olur ki, değil İngilizler-Fransızlar, şeytanla bile ittifak kurulabilir. Burada bir prensip tartışması yok. Ama sen daha kendin yokken, kendin örgütlü değilken, kendi güçlerinin önünü açmak için birileriyle ittifak yapmak gibi bir problemi koymadan önüne, baştan şunu varsayarsan yanlıştır: Stalin onlarla ittifak yapıyor, biz de Almanlara savaş açıp baştan İngiliz-Fransızları müttefikimiz varsayacağız. Bu, olmaz.
M. Belli- Onlar, fiilen müttefikimiz. Sovyetlerin meşhur demeci var, ’40 senesinde.
M. Yalçıner- Her ülke komünisti kendi ülkesine uygulayacak politikayı. Biz kendi ülkemize uygulayacağız. Ya İngilizler ve Fransızlar işgal etseydi ülkeyi, ne yapacaktık? Onlara karşı savaşmayacak mıydık?
M. Belli- Onlara karşı savaşacaktık.
M. Yalçıner- Peki uluslararası taktiğe ters düşmeyecek miydi?
M. Belli- Yoo. Bir defa öyle bir durum yok.
M. Yalçıner- Belli mi olur. İşte Mısır’da işgal vardı.
M. Belli- Mısır sömürgeleriydi. Orada zaten işgal vardı. Türkiye savaşa girdiğinde ama ordunun direnişi öyle uzun boylu olmayacaktı. Alman ordusu girecekti memlekete. Ve Türkiye topraklarında çok önemli bir direniş hareketi olacaktı ve bunun içinde komünistler çok önemli bir rol oynayacaktı,
M. Yalçıner- Varsayımlar üzerine politika yapılmaz ki ağabey.
M. Belli- Ak koyun kara koyun belli olacaktı o zaman. Böyle tek parti, içinde faşisti de var, muhafazakârı, sosyalizanı da var, İngilizcisi Amerikancısı var, o sistem yıkılacaktı. İsmet Paşa gidecekti Londra’ya, sürgünde hükümet kuracaktı orada. De Gaulle’nin yaptığı gibi radyodan kahraman gerillalar şöyle dayanmışlardır diye yayın yapacaktı. Sonra ne olurdu, kim gelirdi ülkenin başına bu bilinmez. O tarihi anda biz Sovyetlerin sosyalizmi temsil ettiği kanısındaydık, Stalin baştaydı ve onun savaşı bizim de savaşımızdı.
A. Çubukçu- Ağabey, Yunan İç Savaşı’na katılmış bir militansın. Bu, partinin çizgisiyle tutarlı mıydı, yoksa aykırı bir hareket miydi?
M. Belli- Kesinlikle.
A. Çubukçu- Başka kimse neden gitmedi de bir tek Mihri Belli gitti oraya? İspanya İç Savaşı’na dünyanın her yanından oluşturulmuş uluslararası tugaylar katıldı. TKP’den çıka çıka bir tek Mihri Belli çıktı. Başka savaşan var mıydı?
M. Belli- Yok. Türk yok.
A. Çubukçu- Partinin çizgisiyle, genel anlayışıyla çelişen bir örnek olduğunu düşünüyorum
M. Belli- Yoo. Arkadaşlar bunu gayet iyi karşıladılar.
A. Çubukçu- İyi karşıladılar ama bir tanesi daha silahı alıp yanında gelmedi.
İ. Çaralan- Belki seni başlarından atmak için öyle yapmışlardır. Şu Mihri’den kurtulalım diye…
M. Belli- Yok canım, onların kabahati yok.
A. Çubukçu- Yani partinin ruhu bu değildi ağabey, senin özel tutumun bu.
M. Yalçıner- Sen TKP’nin devrimci bir ruhunun olduğunu söyleyebiliyor musun ağabey?
M. Belli- Kesinlikle.
A. Çubukçu- Niye bir tane Mihri Belli çıktı?
M. Belli- Mihri Belli’nin arkadaşları, yoldaşlarıyla arasında sözü edilebilecek bir çelişki yok. Beni onlardan ayırmaya kalkışmayın. Onlar bu ülkenin yetiştirdiği en değerli insanlardı, devrimcilerdi. Ben bugün yaşayan genç kuşaklar arasında Şefik Hüsnü, Reşat Fuad, Nazım, Kıvılcımlı çapında bir kimse göremiyorum, ne yazık ki.
A. Çubukçu- Ama gelmiyorlar. Niye gelmiyorlar?
M. Belli- Biz gelinsin diye bir şey demedik.
A. Çubukçu- Dünyadaki birçok partiden birçok militan nerede savaş varsa oraya gidebiliyorlar.
M. Belli- Ama Yunanistan’a kimse gelmedi.
A. Çubukçu- Türkiye’den özellikle kimse gitmiyor.
M. Belli- Hayır. Hiçbir yerden kimse gelmedi Yunanistan’a, tek gelen bendim.
A. Çubukçu- Sen İspanya’ya da giderdin.
M. Belli- Başvurdum. Kabul etmediler. Adreslerimizi aldılar, iki Amerikalı arkadaşla gitmiştik, biz size bildiririz dediler.
A. Çubukçu- Yani fırsat olmadı, gidecektin. Başka Türk komünisti var mıydı, gideyim savaşayım diyen?
M. Belli- Bir birlik eğitildi. Rusya’da. Sonra vazgeçildi. Biz gitmeyeceğiz diye değil.
M. Yalçıner- Ben parti merkez komitesi, Şefik Hüsnü yollamıyor diye düşünüyorum. Hiç olmazsa gidip orada bir şeyler öğrenilirdi. Devrimci bir ruh alınırdı.
A. Çubukçu- Böyle bir karar için partinin devrimci bir ruhu temsil ediyor olması gerek. Yoksa militanların devrimci ruha sahip olduklarının örnekleri var. Ama partide böyle bir ruh, militanlık ruhu, devrim ruhu yok.
M. Belli- Evet. O arkadaşlar bizim arkadaşlarımız. Aramızda ruh ayrılığı yoktu.
M. Yalçıner- Ağabey, ya sen çok “maceracıydın, hemen böyle işlere giriyordun ya da diğerlerinde sağcılık vardı, onlar hiç düşünmemişlerdi bile gitmeyi,
M. Belli- Hayır, tersine, örneğin Şefik Hüsnü’de hiç umulmayan şeyler vardı.
M. Yalçıner- Peki bir şey soracağım. 2. Dünya Savaşı öncesi parti Türkiye’ye dönmek ve orduya katılmak gibi bir karar mı aldı? Örneğin Şefik Hüsnü geliyor, tabip yüzbaşı olarak orduya giriyor. Sen askere gidiyorsun.
M. Belli- Hayır. Ordunun içinde olmak var bir defa. Gerek yok. Yoldaşlar bulunmalı ordunun içinde.
M. Yalçıner- Ama parti 1, Sekreteri. Geliyor yurtdışından ve orduya giriyor.
M. Belli- Giriyor, kısa bir süre için. Şefik Hüsnü çok tanınan bir adam ve illegal alana girmesi yanlış görüldü. Reşat Fuat kaçtı askerden. Şefik Hüsnü bir müddet tabip yüzbaşı olarak kaldı, bir sene kadar.
M. Yalçıner- Gelmesi de bir sorun olmuştu. Yazışmalar falan olmuştu.
M. Belli- Resmen gelmek için Paris’ten Şükrü Kaya ile yazışıyor. Şükrü Kaya onun Paris’ten arkadaşı. Legal olarak gelmek için. ’40’da geliyor.
M. Yalçıner- Komintern’in desentralizasyon kararı ’36’da. Örneğin İspanya’ya gitsin.
M. Belli- Desentralizosyon ama, o, yine bir partinin merkez komitesinin başı. Ülkeye geliyor.
M. Yalçıner- Desentralizasyon kararını da soracağım. Neden böyle bir karar alınıyor?
M, Belli- Almanya’da Nazizm egemen, Avrupa’da egemen. Savaşa doğru gidiliyor. Kemalistlerin hiç değilse sallantılı bir durumu var. Kesin bir tutumu yok Almanlardan yana açık Anti Sovyet bir tutumu yok. Kararın özü şu: Kemalistlerle ara bozulmasın “Gölge etmeyin!”
İ. Çaralan- Başka bir parti var mıydı böyle tasfiye edilen?
M. Belli- Yok, bildiğim kadarıyla yok.
İ. Çaralan- Garip bir şey değil mi?
M. Belli- Garip.
A. Çubukçu- Bugünden bakınca nasıl görüyorsun, sebebi nedir?
M. Belli- .Desentralizasyon kararı alınmış, ben geldim ’40’ın başında. 15 gün içinde partiyi buldum. Lafı vardı desentralizasyonun. Kimsenin aldırdığı yok. Eski tas eski hamam gidiyor. Kaç fabrikada hücre vardıysa çalışıyor, bültenler çıkıyor.
M. Yalçıner- Komintern’le ilişkisi mi kesilmiş oluyordu?
M. Belli- Hayır. Hiçbir şey değişmemişti. Hani, desentralizasyon kararı var biz eylemden uzak duralım gibi bir şey kesinlikle yok.
M. Yalçıner- Şefik Hüsnü önce Komintern Yürütme Komitesi üyesiydi. ’28-35 arası. Sonra neden seçilmedi?
M. Belli- Stalin’le dalaştı da onun için. Kemalizm konusunda. Guomindang ve Kemalizm konusunda Stalin’le dalaştı da onun için.
M. Yalçıner- Guomindang’la, ki tartışma Vu-han Guomindangı konusunda çıkıyor, bununla Kemalizm farklı. Tartışmayı, kitaptan göstermiştim.
M. Belli- Evet, görüşleri Stalin’den farklı.
A. Çubukçu- Şefik Hüsnü’nün Kemalizm konusunda Stalin’e başlıca eleştirileri nasıl özetlenebilir?
M. Belli- Kemalizm’e, Kemal’e fazla paye verilmesi. Esasta tabii ki pragmatik bir politika, gerçekçilikten ayrılmayan bir politika. Tabii ki Kemalist iktidarın yıkılması sonucu komünistler iktidara gelecek değil. O belli bir şey. Bu emperyalizmi daha da güçlendirecek. O dönemlerde ’20’lerde, ’30’ların başlarında Komintern’de önemli tartışmalar olurdu ve Stalin de pekâlâ eleştirilebilirdi. Ve Buharin’in Kemalizm ve Guomindang konusunda tutumu daha doğru gibiydi.
M. Yalçıner- Bildiğim kadarıyla Türkiye ve Çin konusunda Buharin’le Stalin aynı görüşteler; Troçki ve Zinoviev eleştiriyor Stalin’i.
M. Belli- Şefik Hüsnü’nün konuşmasını hatırlıyorum. Stalin yoldaşın söylediklerine katılmıyorum, Buharin yoldaş meseleyi doğru koydu diyordu.
M. Yalçıner- Peki, ağabey, saygısızlık yapıyorsunuz diyorsun ya; Türkiye’de partinin de Şefik Hüsnü’nün de yaptığı bir şey yok, herhangi bir gelişme kaydedemiyor parti, Stalin ise dünyayla uğraşıyor ve yaptıkları ortada. Bu açıdan Ş. Hüsnü’nün eleştirileriyle ilgili ne düşünüyorsun?
M. Belli- Şefik Hüsnü haklı o konuda. Sana daha yakın yani bir bakıma.
M. Yalçıner- Ağabey, Stalin’in düşünceleri biliniyor. Ş. Hüsnü ise Kemal’den toplumsal devrim beklemiş biri.
M. Belli- ’27’de örneğin Şefik Hüsnü artık Kemal’den bir şey beklemiyor. Şimdi mücadele ediyorlar, zengin oldukları ölçüde sağa kayacaklar, kaçınılmaz, diyor.
İ. Çaralan- Ama burjuva bir sınıftan nasıl oluyor da bir şeyler bekliyor? Şimdi burjuva sınıf falan. Bu bir kadro, Kurtuluş Savaşı’nı yapan kadro. Burjuvalaşma özleminde tabii ki. Kuşkusuz Batı’nın etkisinde ve örnek olarak görüyor gelişmiş Batı ülkelerini. Fakat bu adamlar zor anlarında devrimci, Samimi olarak ittifak kuruyorlar emperyalizme karşı Sovyetlerle. Fakat kendi burjuva devletlerini garanti edince de sağa kayıyorlar, mesele bu. Şimdi kuruluş sırasında şu lafı söyledi Şefik Hüsnü bu lafı söyledi demek…
İ. Çaralan- ’60’larda kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş?
M. Belli- Sovyetlerin çıkardığı tez.
İ. Çaralan- Kemal değerlendirmesinde buna benzer bir şey yok mu?
M. Belli- Hiç alakası yok.
İ. Çaralan- Ağabey, söylediğin andan beri aklıma takıldı. Demiştin ki, bir anda 600 sendika kuruldu, savaştan sonra. Bu kadar çok sendikal örgütlenmeyi gerçekleştiren bir ekip var. ’52’de Türk-İş kurulduğunda nasıl oldu da bu haliyle sarı sendika olarak kuruldu? Bunca sendikayı kuran parti nasıl olup da Türk-İş’in kuruluşunu etkileyemedi?
M. Belli- 600 ayrı ayrı sendika değildi. İllerde, ilçelerde kurulan sendikalar toplamı bu. Ve onları kuran çekirdek hapiste. Onunla işbirliği yapmış unsurlar da yılgın vaziyette, zaten damgalılar. Türk-İş, bunların dışında, CIA’nın ajanları tarafından kuruldu. Türk-İş’i bırak, TEP’i kurduğumuz zaman iki önemli fabrikanın baş temsilcisi kurucuydu; ertesi gün kendilerini sokakta buldular. DİSK yöneticileri liste verdi patrona, attırdı.
Türk-İş kurulurken bir de terör estiriliyor tabii. 600 sendika ise, daha soğuk savaş başlamamış ve burjuvazi henüz tereddütteyken 6 ay içinde o hay-huyda kuruluveriyor. Sonra bakıyorlar iş kötü, hemen terör havası yaratıp soğuş savaş yıllarında Demokrat Parti CIA ajanlarını çağırıyor.
M. Yalçıner- 70 öncesinde işçi sınıfı içinde çalışmak gerek diye birisi bir şey söylese revizyonist denirdi.
M. Belli- Allah allah!
İ.  Çaralan- Ağabey, THKO’nun Ankara grubu, işçiler içinde çalışıyor diye İstanbul grubunu revizyonist ilan edecekti neredeyse. Bize haber yolladılar, ne yapıyorsunuz diye.
M. Belli- İyice saçmalamışlar.
A. Çubukçu- Milli Demokratik Devrim çizgisini sorumlu tutuyoruz biz.
M. Belli- Deniz Ortadoğu’daydı ya. Ben arka yoldan gidiyordum, çamlıkta buluşuyorduk. Buradan çık, işçi semtinde barın dedim. Ben İstanbul’da gecekondu semtinde işçi içinde yer hazırladım ona. Örnek mahallesinde yer buldum. Gelecekti, yattı o iş. İşçi içinde çalış diyordum. Nereden çıkarıyorsun bunları?
M. Yalçıner- Sadece işçi sınıfı değil. Başka bir şey söyleyeyim. Dev-Genç. Deniz, Ertuğrul’a sen başkan ol dedi ve destekledik onu. Dev-Genç’ten de elimizi çektik. O başkan olduğunda biz Dev-Genç’e istediğimiz kişiyi başkan yapacak durumdaydık oysa. THKO yani. İyi hatırlıyorum. İstanbul’dan da gelmişlerdi. Oturuldu. ODTÜ’de. Deniz konuştu. Ertuğrul dedi ve biz Dev-Genç’i de terk ettik. Her şeyi bıraktık, dağa gidiyorduk. İşçi içinde çalışmak ise daha da eskiden beri Ankara’da kaçaklık olarak yorumlanan bir şeydi.
Başka bir soru ağabey. Kurtuluş savaşı başlarında ya da hemen onu takip eden yıllarda Kemalist radikalizm ya da küçük burjuva radikalizmi diye bir şeyden diyelim ki söz etmek mümkün. O zaman daha kapitalizm pek gelişmemişti, sınıflar henüz yerli yerine oturmamıştı, böyle bir dönem. Ama ’60 sonrası, ’60-70 arası yine bir “asker-sivil aydın zümre” değerlendirmesi var MDD tezi ortaya atıldığı zaman. MDD böyle bir tahlili kapsıyor. Tezin önemli bir ayağı bu aslında. Onlarla güç birlikleri oluşturulmaya çalışılıyor, cephe politikası gündeme getiriliyor.
M. Belli- Bunlar MDD hedefinin vazgeçilmez unsuru değil. Ama MDD açıklanırken, ittifak kurulabilecek güçler arasında bunlar zikrediliyor.
M. Yalçıner- Ben şunu da hatırlıyorum. Önderlik meselesinde, açıkça evet proletarya önderliğini savunuyoruz demenin ötesinde, bu önderlik meselesi belli olmaz, kim güçlüyse o kapar deniyordu.
M. Belli- Ho Şi Minh’in tezi bu.
M. Yalçıner- Pazarlık unsuru değil diye deklare edilmekten kaçınılırdı proletarya önderliğini. Ben açıkça deklare etmek durumunda olmalıydım.
M. Beİli- TİP Tezini söylüyorsun sen. İşçi Partisi ile aramızdaki tartışma buydu. Sen şimdi o duruma geliyorsun ki, İşçi Partisi’nin bize karşı eleştirilerini tekrarlıyorsun. İşçi Partisi, hegemonya işçi sınıfındadır diye yuvarlak bir laf ediyordu. Ho Şi Minh mücadele sırasında bütün anti-emperyalist güçleri seferber edebilmek için, fiilen öncü durumunda olduğu halde, kim emekçi halkın örgütlenmesinde en büyük fedakârlığı gösterirse diyor, o öncü olur. Oysa o zaten o varlığı göstermiş ve zaten önderliği ele geçirmiş, buna rağmen iddialı bir tutumu yok.
M. Yalçıner- “Asker-sivil aydın zümre” vurgulaması peki. Düşünceme göre, Türkiye’de sınıflar var. Her sınıfın aydınından söz edilebilir. Tümü kendi sınıfı içinde belli bir yere oturtulabilir. İdeolojik yaklaşımı, sınıfsal konumu eleştiri konusu edilebilir; onlarla ittifak öneriliyorsa ittifak savunulabilir, tarafsızlaştırılmak gibi başka bir yaklaşım varsa o söylenebilir. Bizde bunlara özel bir yer, özel bir konum biçiliyordu.
M. Belli- Sınıflar dışı bir kategori gibi koyuyorduk yani!
M. Yalçıner- Üstelik ordu bir NATO ordusu haline gelmiş ve burjuvazinin bir şiddet aleti olarak açık-seçik ortaya çıkmışken, ona rağmen, yine ve hem de “asker” vurgulaması yapılarak öne sürülüyordu. Bunlar nasıl ve ne türden bir zümre oluşturuyordu?
M. Belli- ’60’lı yıllar bir askeri darbe ile başladı. 27 Mayıs Hareketi diyoruz kibarca, askeri darbe dememek için yani. Ordu hiyerarşisi dışında bir darbeydi o, ötekilerden farklı olarak. O darbe sonucu, Türkiye’nin görebildiği nispeten burjuva ölçülerle demokratik bir anayasa benimsendi. 61 Anayasası. O zamandan beri durmadan yontulmakta ve geriye gidilmekte ondan. Kuşkusuz bizim anayasamız değil, burjuva anayasası. Ve 27 Mayıs’ı yapanların iradesi dışında Türkiye sola açıldı. Başlangıçta sosyalizm sözcüğü tabuydu. ’60’lı yılların sonunda ise Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in, yani bilimsel sosyalizmin temel kitapları Türkçeye kazandırıldı ve bunlar en geniş okur kitlesine hitap ediyordu. Birkaç yıl içinde böyle bir değişiklik oldu Türkiye’de. Bu nasıl oldu? Bu, egemen güçlerin üstüne yürüye yürüye oldu. O zaman Filipin demokrasiciliği oyunu diyorduk düzene. Hakiki bir burjuva demokrasisi bile değildi. Lafta, anayasada bazı yuvarlak maddelerin bulunmasına rağmen. O düzeni sınırlayan çitler göğüslene göğüslene demokratik özgürlükler ortamı genişletildi. Yazıldı-çizildi, hapse girildi, bir daha yazıldı-çizildi, üstüne yürüyerek genişletildi. Başında, 27 Mayıs’ta gençlik Halk Partisi’nin etkisindeydi. 27 Mayıs’ın, olayların arkasında CHP vardı, İsmet Paşa vardı. Arkadan TİP kuruldu. Aşağı yukarı hepimizin desteğiyle TİP kuruldu. 141 sabıkalısı olarak içine giremezdik ama biz de aktif olarak ilgiliydik. Aybar’ın başkan olmasıyla ve sosyalizme sahip çıkan en geniş çevrelerin desteğiyle TİP kısa sürede Türkiye’deki sol birikimin önemli bir kesimini temsil eder hale geldi. ’65 seçimlerinde biz TİP adına ortaya çıktık ama TİP örgütlenmesi yapmıyorduk. Dolaştığımız yerlerde TİP’in ötesinde bir örgütlenmeye gidiyorduk. Bunlar Meclis’e de girdikten sonra bizden özellikle korkmaya, çekinmeye başladılar ve bize karşı bir kampanyaya giriştiler. TKP’den sağlam ne kalmışsa onların etkinliği bunları ürküttü. Bunların tabii kulakları bükülüyordu, gözdağı veriliyordu. Baktılar ki, bizden uzak dururlarsa sosyalistçiliği daha iyi oynayacaklar, öyle yaptılar. O sırada gençliğin önemli bir kesimi TİP’in etkisine girmişti, Halk Partisi’nin etkisinden kurtulup. Daha sonra olayların gelişmesiyle bize geçti. Bu arada sosyalist literatürün geniş bir yayın olanağı bulması önemli bir rol oynadı. Çizilen, sol gevezelikten uzak, ulusal bağımsızlıkçı, anti feodal anlamda demokrasici ve sosyalizmi hedef alan bir çizgi geniş taraftar buldu. Biz burada devrimci güçler veya tarafsızlaştırılması gereken güçler ayrımını yaparken asker-sivil aydın zümreyi tek bir kategori olarak zikrettik çoğu kez. Bu, eleştirilebilir. Gayet tabii ki, genelkurmay başkanı başkadır köy öğretmeninin durumu başkadır. Aynı familyaya sokamazsın ikisini de. Birisi sömürülen, ezilen bir aydındır, öteki iktidarın doruğunda. Elbette bu doğru. Fakat bizim burada kastettiğimiz, kitlesiyle aydın zümre içindeki unsurlardı. Memurları saymayalım; çünkü memurların da önemli bir kesimi sömürülen durumundaydı, gelir dağılımında haksızlığa uğrayan kesimdendi. Ama örgütlü olarak ortaya çıkan, öğretmenler mesela ilerici bir kitleydi, bütün eksikliklerine rağmen ilerici bir kitleydi. Tabipler, teknik elemanlar, mimarlar, bunlar ilerici örgütler içinde birleşmişlerdi. Bu bakımdan Türkiye öteki ülkelerden farklıdır. Özellikle Batı ülkelerinden. Oralarda bu gibi örgütler daha ziyade sağdır, sağcı partileri tutarlar. Devletin belli başlı kurumları vardır. Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi. Bir an geldi, demokratik güçlerin ilerlemesi sonucu, Meclis’te istediği yasaları çıkarabilen işbirlikçi sermaye ve mütegalibe, iradesini empoze edemez oldu bu kurumlara. Herhangi bir haksızlığa uğrayan bir öğretmen, hakkını arayabiliyordu, Danıştay’dan lehine karar alabiliyordu. Yargıtay, MDD çizgisini, (ki Marksizm-Leninizm’in aşamalı devrim teorisine kesinlikle uyumluluk içindedir), o tezin savunulmasını yasadışı saymıyordu, 69 Mayısı’nda aldığı kararla.
Bir de sol Kemalist denen bir kesim var ki ordu içinde de kökenleri var. Böyle bir güçler dengesi içinde biz siyaset yapıyorduk. Ve siyaseti güncel konular üstüne yapıyorduk. Mesela en aktif olan Dev-Genç yönetici kadrosu, her sabah gazeteyi açıp ne eylem imkânı var diye bakardı. Havada teorik konularla siyaset yapılmazdı. Bazı kenarda duranlardan, “bize somut eylem programı vermedin” diye eleştiriler gelirdi. Ne somut programı derdim, işte faşizm, işte emperyalizm, ne yapacağını sen bul. Ankara’dan İstanbul’daki Amerikan donanmasına ne yapılabileceği söylenemezdi. Ama devrimci gençlik gereken eylemi koyabiliyordu. Ve eylem, halkın desteğiyle oluyordu. Halkın desteği olmasaydı, o donanma 12 sene gelmemezlik etmezdi. Bu tarihi bir olaydı. Ve şimdi kimse o günü anmıyor. En küçük bir örgüt kendi kuruluşunu anıyor da onu anmıyor. O zaman bütün militan sol beraberdi, öbür tarafta ise parlamentaristler vardı.
Durum böyleydi. Buradan “başta bayrağımız Kemalizm” saçmalığı çıkmazdı. Bunu ilk defa duyuyorum. “Yaşasın sosyalizm” sloganınım silebilirsin, çünkü maksat nedir belli orada. TİP seçimle iktidara gelip sosyalizmi kuracak demektir o. Onu biz yemeyiz.
Burada yer yer yanlış anlamalar olabilir. Ama çok iyi biliyorum o dönemde Amerikan emperyalizminin başlıca uğraştığı alan orduydu. 3 bin subay tasfiye edildi 12 Mart’ta. Suphi Karaman bana demişti ki, şu Mahir’in beraber çalıştığı kadro bizde olsaydı, biz darbe yapardık diye. Bizim irtibatımız yoktu demişti. Abartıyordu belki. Ama orduda çalışılmaz diye bir şey yok. Orduda çalışılır. Yalnız içine ajan sokulur, en bilinçli insanlar gider, birkaç kişiyi örgütler, onlar hücre kurar şeklinde değil. O şekilde de çalışılır tabii. Ama ortada iş. Ordu ortada o sıra.
M. Yalçıner- Neyin ortasında? Ordunun tavır koyma durumunda olduğu taraflar kimler?
M. Belli- Bir CIA’nın belirlediği bir şey vardı, Pakistan’da yaptılar, faşist kanat. Bir de, Kemalizm’i en ileri yaklaşımla az çok sosyalizan bir hava içinde yorumlayıp hiç değilse bir süre için -bence uzun bir süre yürüyemezdi, belli bir şey, mutlaka çatışmaya girerdi bizle, o kesindi- ileri yürüyecek bir kanat. Sol cunta denen şeyin birinci sorunu gençliği Mihri Belli’nin etkisinden nasıl kurtarırızdı. Bizden Perinçekler ayrılıyorlar, keskin Maocu geçiniyorlar, mangalda kül bırakmıyorlar, ama Doğan Avcıoğlu kendi binasında yer verdi bunlara. Bu bizi baltalamak içindi. Bu koşullarda politika yapıyorduk. Karşıda faşist ve emperyalist cephe, işbirlikçi sermaye gücüne. Bunlara karşı kim varsa onlarla ittifak ararsın. Burada eksiklik ne? Sen ısrarla ona bastırıyorsun, ittifak aramak için, evvela kendi örgütünü kur da, işçi içinde bir kök sal diyorsun. O eksikse arayacağın ittifak ötekine yarar diyorsun. Bu, yabana atılacak bir eleştiri değil. Tamam. Fakat işçi sınıfı büyük kitlesiyle Adalet Partisi’ne oy veriyordu. Gerçek bu. Sizin işçi içinde çalışmak kötü algılanıyordu dediğiniz tesadüfî olmuyordu. Deniz de bir gün bizim evde “yahu işçi sınıfını mı bekleyeceğiz yıllarca” dedi. Sevim Belli’den de ağzının payını almıştı.
Benim hatam şurdaydı. Ben ordunun tümünü işbirlikçi sermayenin vurucu gücü olarak, bir faşist gücü olarak kullanabileceklerini zannetmiyordum 12 Martta. Birçoğumuz zannetmiyorduk. Bu, geleceği görememekti. Öyle oldu maalesef. Bu o kendine sol Kemalist diyen ordu içindeki kesimin ne kadar kof olduğunu gösterir. Ötekiler kararlı hareket etti. Bunlar fos çıktı, yoksa kadro ve sayı bakımından bunlar baskındı. Ama kararlılık ve enerji yoktu. Onlar da aynı orduyu, aynı örgütü kullanacaklardı. Baskın basanındı. Ötekiler baskını yaptı.
O nedenle, 12 Mart’tan sonra ilk yazdığım Adem Kalfa imzalı broşürde, bundan sonra Kemalizm’in ilerici bir yorumuyla halkın önüne çıkamayız, bu gerçeği kabul edelim dedim.
İ. Çaralan- Yani ilerici yorumunu yaptığını kabul ettin?
M. Belli- Evet, ilerici yorumunu yaptık. Yaptık. Yahu, Hıristiyanlığın bile ilerici yorumunu yapıp iş çıkaranlar var. Orta Amerika’da papazlar çıkıyor, devrimci adamlar. Hıristiyan ve İsa’yı öyle yorumluyorlar.
A. Çubukçu- Yalnız ağabey, yol açtığı tahribatlar var. Avusturya İşçi Marşı, belki en saçma örneği, ama mesela daha henüz Al Aydınlık-Ak Aydınlık ayrılmadan, Doğu Perinçek’in yönettiği dönemde İşçi-Köylü gazetesinde “bizim partimiz Mustafa Kemal’in partisidir” diye yazıldı.
M. Belli- Ayrılık olmuştu ya da olmak üzereydi.
A. Çubukçu- Olmak üzereydi ama daha henüz birlikteydik. O bir başka örnek.
M. Belli- Ben İşçi-Köylü gazetesini kontrol etmiyordum, onu söyleyeyim.
A. Çubukçu- Bu onun mantıki ekleri ama. Dev-Genç Kurultayı’nda “çizgimiz, anayasa çizgisidir” şeklinde yine sanırım Doğu Perinçek’in yaptığı bir konuşma vardı. Bunların hepsi, MDD tezinin ya da “asker-sivil aydın zümre” şeklindeki sınıf içeriğinden boşaltılmış kategorilerle düşünmenin en uç noktasına götürülmüş halleri. Belki Mihri Belli’nin teorisinde bunlar hiçbir zaman böyle aptalca ve çocukça savunulmadı, ama onlar ve biz bu uç noktalara kadar o teoriyi götürebilmenin imkânlarını bulduk. Ucu açıktı çünkü. Burjuvazinin ideolojisiyle tam bir kopuş ortaya koymadığı için, onun içinde bir, biçimde hareket etmenin motiflerini rahatlıkla kullanıyorduk.
M. Yalçıner- Daha ileri gidilebilir. Dev-Genç bildiri yayınladı 12 Mart’tan hemen sonra, şu şu talepleri gerçekleştirirse destekleyeceğiz diye.
I. Çaralan- Ben şöyle bir tablo çizmek istiyorum. ’60’larda dünyada bir anti-emperyalist fırtına esiyor. Vietnam Savaşı, Küba Devrimi. Sosyalizm olağanüstü prestij kazanmış durumda. Herkes sosyalist. Bizde de, sol kitaplar yayınlanmaya başlayıp dünya eskisi kadar küçük değilmiş, başka şeyler de varmış diye görülüp düşünülmeye başlandığında az çok okuryazar olan ve ilericilik iddiasında bulunan hemen herkes sosyalist. Castro, Guevara, Marigella, Mao, Ho Şi Minh’den Marksizm’in değişik yorumları olarak gelen şeyler Türkiye’de gençlerin, kendini sosyalist sayanların kafasını karıştırıyor. TİP de sosyalizmi savunuyor, biz de, Doğu Perinçek de; ama hangi sosyalizmi, bu tartışma olmadı. Senin demin sözünü ettiğin herkesin anti-emperyalist çizgide birleşmesi doğruydu ve bunda sizlerin katkısı vardı. Ama daha çok dünyadaki anti-emperyalist fırtına birleştiriciydi. Bir belirsizlik üzerinde birlikti, sosyalizm temelinde birlik olarak görünen şey. İlkeler belirsizdi. Sosyalizm belirsizdi. Herkesin kafasındaki farklı bir sosyalizmdi. Bu birlik, ardındaki fırtınanın hızı biraz kesilmeye başladığında…
M. Belli- Örneğin, sosyal demokrasi konusunda vaziyetimiz belli değil miydi?
İ.  Çaralan- Sosyal demokrasiyle de çok karışıyordu. Burjuva sosyalizm biçimlerini, örneğin “İsveç sosyalizmini savunan da içimizde yer alabiliyordu, Marksist sosyalizmi savunan da. Burjuvaziyle, burjuva sosyalizm biçimleriyle kesin bir kopuş olmayınca da, birlik, sosyalistim diyenlerin MDD ve sosyalist devrim tezleri etrafında birikmek üzere kopuşuyla bölündü ilk kez. Ve MDD tezini savunanlar, kendilerini, sosyalizm anlayışıyla değil de taktik olarak diğerlerinden ayırdılar. Yani Türkiye’de bugün atılması gereken adım, sosyalist adım değil demokratik adımdır dendi. TİP’in sosyalizmiyle bizim sosyalizmimiz arasında bir fark yoktu öz olarak. Onlar taktik olarak bizden farklı bir aşamada bulunulduğunu savundukları için onlardan ayrılmış oluyorduk. Aslında onlar da “sosyalist kardeşlerimiz”di.
M. Belli- Amerikan vesayeti altında olan ülkede sosyalizm kurulmaz, demokratik devrim olur sonra…
İ. Çaralan- Burada ben asıl olarak ’60’larda ideolojinin küçümsendiğini, pragmatizmle pratik bazı sorunların onun önüne geçirildiğini düşünüyorum ve “ordu-gençlik el ele” sloganını, hatta sosyalizm sorununun MDD tezinin ardına fazlaca gömülmesini, biraz da burjuva çevrelerin tedirginliğinin giderilmesi endişesine bağlıyorum. Burjuvazi, ordu sosyalizmden tedirgin olur endişesinin olduğunu düşünüyorum orada. Sizin kafanızdaki “ben bunları böyle yaparım, bu tür bir taktik izleyerek bir noktaya geliriz sonra sosyalizme gideriz” gibi bir düşünceden kaynaklandığı kanısındayım, örneğin ordu karşısındaki tutumun…
M. Belli- Azami taleplerle çıkmak lazımdı diyorsun.
İ. Çaralan- Üzerinde durduğum Marksizm’in, Leninizm’in her zaman en saf biçimiyle savunulması. Taktiklerden, siyaset yapmaktan daha önemli olan ideolojik tutumdu. Terslik bu alandaydı.
M. Belli- Hemen bütün Lenin külliyatını çevirdik.
İ. Çaralan- Pratik bunun yetmeyeceğini gösteriyor. Lenin külliyatının çevrilmesi yetmez, Lenin’in ülke koşullarında yeniden yorumlanması gerekir. Leninizm’den bu anlaşılması gerekir.
M. Belli- Sosyalizmin bilimini bilmeden neyi yorumlayacaksın?
M. Yalçıner- Demin dedin ya ağabey, siyaset yapıyorduk, hatta güncel siyaset yapıyorduk diye. Siyaset yapıldı, tamam, ama ideoloji yapılmadı. Eksiklik oydu. Siyaseti, Marksist ideolojiye uygun olarak, temel öğretiler, temel ilkeler doğrultusunda yapmadık. İdeoloji ihmal edildi. Şu güçleri harekete geçirmek için şöyle bir yaklaşım gerekiyor dendi, şöyle bir taktik uygulandı. Ama o uygulanınca örneğin ordu sorununda bir kargaşalık olacağı, insanların kafasında “ordu nedir”, “yıkacak mıyız-ittifak mı yapacağız”, “dost mu-düşman mı”, bunların karışacağı es geçildi. Ordu, burjuvazinin şiddet aleti olan bir kurum, devletin en başta gelen aygıtı olarak gençlerin kafasında es geçirtildi. Kafalar burada bulandı. Ve “ordu-gençlik el ele” diye bağırılabildi. Taktik ve siyaset olarak işimizi kolaylaştırdı diyorsun ama ideolojik olarak herkesin kafasını karıştırdı. Bu, pragmatizmdi. Bizim o dönemde kafamız karıştı. Sonradan ordu içinde Kemalistlerin bir güç teşkil etmediğini ve artık Kemalizm’den bir hayır gelmeyeceğini gördüm diyorsun. İşimizi kolaylaştırdı dediğin taktiğin sonucu buydu. Sonuçta onlar kapıştı ve Kemalistlerden hayır gelmedi ama biz dağa 20 kişi çıktık. Yani taktik işimizi kolaylaştırmak bir yana hiç işe yaramadı, 20 kişi dağa çıktık. Esas biz kötü duruma düştük. Başlangıçta büyük bir kitle vardı. Kala kala 20 kişi kaldık. İzlenen taktik, uygulanan siyaset ortaya çok küçük bir güç çıkarabildi. Ve bizim de o ideolojik karmaşadan kurtulduğumuz söylenemezdi. Ama her şeye rağmen devrim diyorduk, başka yol yoktur diyorduk. Devrimci şiddet, silah, burjuvazi karşı tarafta biz bu taraftayız diyorduk, pratikte koptuk burjuvaziden; ama ideolojik olarak hala kopamamıştık.
Siyaset uğruna, taktik uğruna, ordu içindeki bazılarından yararlanmak uğruna burjuvaziden kopamadık. Oysa Marksist olmalıydık. Bu olmayınca, izlenen taktikler, siyasetler hep başkalarına yarıyor.
İ. Çaralan- “Ordu-gençlik el ele” sloganı ve orduda böyle bir potansiyel görmek, ordunun Marksist literatürdeki anlamına ters. Günlük kazançlar uğruna belirlenen sloganlarla teori feda edildi. Bence teori küçümseniyordu.
M. Belli- “Ordu-gençlik el ele” sloganını ben hiçbir zaman atmadım. Yazılarımda da kullanmadım. “Asker-gençlik el ele”. Doğru slogan oydu…
İ. Çaralan- O hiç kullanılmadı ama.
M. Belli- Onu kullanmak gerekirdi.
M. Yalçıner- “Asker”den rütbesiz erleri kastediyorsun değil mi? Ama o dönemde üzerinde durulan rütbesiz erler değil, subaylardı.
M. Belli- Tabii, subayı da kastediyorduk.
İ. Çaralan- Teori böyle geriye itildi. Sonuçta, Marksizm’in örgütlenmesi, işçi sınıfının Marksizm’e kazanılması diye bir dert ortadan kalkıyordu. İşçi sınıfını nerede örgütleyecektik? Partide. Parti ise salt Marksist-Leninist bir temelde örgütlenebilir. Bunu vurgulamaz, sadece çeviri yayınlarla sınırlarsak, bunu herkes farklı bir biçimde anlar ve parti örgütlenmesi ve doğru taktikler geliştirmesi olanağı ortadan kalkar. Sizin şaka yollu söylediğiniz “şeyh ve müritler” meselesi, kendini burada hissettiriyor. Sizin kafanızda belki uzun vadeli bir proje vardı, bilemiyorum, belki adım adım uygularım diye düşünüyordunuz. Ama sorunun tek tek insanlarla, belli kişilerin niyetleriyle ilgili bir şey olmaktan çıkarılması gerekirdi. Marksist ideolojiyi herkese açmak, onun herkes tarafından doğru olarak kavranmasına yardımcı olmak ve bunu örgütlü olarak yapmak gerekirken, bunun kendiliğindenciliğe ve belirsizliğe bırakılıp ideoloji-örgüt-siyaset birliği sağlanmadan politik yaklaşımlar geliştirilmesi ne sonuç verdi? 68 hareketinden önce devrimci komünist bir partinin ortaya çıkmasını da engelledi. İlk rüzgarın ardından ayrılıklar başladı. Bu ayrılıklar ideolojik temelde ortaya çıkmadı. Kişisel temelde, kişiler etrafında -tabii kişilerin ideolojileri vardı- gerçekleşti. Kişisel yakınlıklar, “kafa-kol ilişkileri”, günlük çıkarlar gibi faktörlerin belirlediği akıl almaz bir parçalanma gündeme geldi. Ben, bunun ardında kesinlikle ideolojiye önem verilmemesinin -ki TKP tarihi boyunca böyle olmuştur- bulunduğunu düşünüyorum. TKP’nin olumsuz miraslarından biri de bu. İdeolojinin her zaman politikanın gerisinde ve sanki onun bir desteği bile denemeyecek bir biçimde, “Komintern öyle savunduğu için” ya da “Marksizm çok popüler olduğu için” veya “sadece bazı insanlar Marksizm’e inandığı için” savunulan bir arka plan olduğu düşüncesindeyim. Ama tersine, parti çok zayıfsa ya da hiç yoksa belirleyici olan ideolojiydi. Biz öncelikle ülke çapında ideolojik bir saflık yaratıp bu temelde partiyi örgütlemeyi asıl görev edinmemiz gereken bir zamanda sağımızdaki güçlerin iktidar çatışmalarından yararlanarak bir şeyler yapabileceğimiz düşüncesine kapıldık. Oysa asıl olan, partinin kurulması ve ideolojik mücadelenin öne alınması olmalıydı. ’60’lı yıllarda tam tersi yapıldı.
M. Yalçıner- Marksizm’in ete kemiğe bürünmesinin, işçi sınıfına mal olmasının başka yolu yoktu.
M. Belli- İdeolojik ve teorik çalışmaya daha büyük ağırlık verildiği takdirde milli demokratik hedefler ters yüz edilip başka hedefler mi gösterilecekti?
İ. Çaralan- Hayır. Hedefler yerli yerine oturacaktı. Burjuva görünümünden kurutulup işçi sınıfı temeline oturacaktı.
M. Belli- Daha derin bir tahlile dayandırılarak, yanlış anlamalara meydan vermeden, Avusturya İşçi Marşı’nı yanlış okumaya imkân tanımadan yani.
M. Yalçıner- Geriye dönüp bir bakalım, kaç işçiyi örgütlemişiz o dönem? Marksizm’i kaç işçinin şahsında ete-kemiğe büründürmüşüz? Yoktu. ‘71’de içeri girdik. Atilla Sarp gelip bana, “Gürler Paşa masaya yumruğunu vurup şunu demiş” diyor!
M. Belli- Palavradır.
M. Yalçıner- Tabii palavradır. Ama adamın kafası oraya çalışıyor. Oysa darbe sonrası örneğin işçiler grev yapmalıydı; kulaklar Gürler Paşa’da değil işçilerde olmalıydı. Oysa işçilerimiz yok. Ne partimiz var, ne kazanılmış işçilerimiz. Burjuvazi karşımızdaydı ama biz kendimiz yoktuk, örgütlü proletarya yoktu. İnsanlarımızı meşgul eden karşımızdakilere aralarındaki çelişmelerdi.
M. Belli- Biz varız, yokuz diye bir şey yok.
M. Yalçıner- Ağabey, 71’e geldiğimizde elimizde örgütlü bir işçi gücü olduğunu mu söylüyorsun? Yok. Sadece gençlik gücü vardı.
M. Belli- Gençlik de bir güçtür.
A. Çubukçu- Gençlik de bir güçtür ama işçi sınıfı hareketi karşısında afallayıp kalıyor. 15-16 Haziran’da elimiz ayağımız kesildi neredeyse.
I. Çaralan- Şimdi düşününce diyorum ki, o günlerde işçi hareketi gençlik hareketinden daha büyüktü. Ama komünist örgüt yoktu. Kanlı Pazar’a ne kadar işçi katıldı. Gençlerden çoktu. 15-16 Haziran’da on binlerce işçi katıldı eylemlere. Oysa MDD kendini gençlikle sınırlıyordu, gençliği örgütlemeyi hedef edinmişti.
Fabrikalar günlerce işgal ediliyordu. Her gün bir yerlerde grevler oluyordu. Gençler gidip grevlere destek veriyorlardı. İşçi hareketi oldukça genişti ve gelişiyordu. Burada tam da partinin örgütleneceği koşullar vardı. 67, 68, 69, 70’de her yerde işçi hareketi vardı. Biz bunları hemen hiç görmedik. Sadece sempati, dayanışma vb…
M. Belli- Bu doğru. İşçi içinde gereken çalışmayı yapmadık. Hem de ona çok uzak kaldık. Köylü içinde biraz daha iyiydik. Yeterli olmamakla beraber daha iyiydik. Partiye gelelim.
I. Çaralan- O zamanki örgüt politikamız, sınıfın örgütünü daha çok seçkinlerin örgütü olarak görmek, yığınlara kapalı bir örgüt olarak biçimleniş, TKP mirasından devralındı.
M. Belli- Çok yanlış. Kurulduğu günden beri TKP, aydın düşmanlığı ile suçlanmıştır; çünkü yalnız işçi içinde kalmıştır.
İ. Çaralan- Ne kaldı geriye?
M. Belli- Koca Sovyetler Birliği’nden, koca Ekim Devrimi’nden geriye ne kaldı? Aslı olmayan şeyleri geçmişe mal etme. Türkiye’ye döndüğümde iki tane aydınla karşılaştım, ötekilerin hepsi işçiydi. Sorumlu arkadaşların hepsi işçiydi. Şark Üniversitesi’ne giden arkadaşların hepsi işçiydi. 2-3 tanesi aydındır sadece gidenlerin. Komünist örgüt işçilerle kurulur ilkesi vardı. Zoraki bile olsa.
İ. Çaralan- Temel perspektifi yok ama. Bunlar hep dar gruplar olarak kalıyorlar.
M, Belli- Kemalist diktatörlük altında örgütlenmeyi kolay sanıyorsun. Aslı olmayan şeyler söyleme.
İ. Çaralan- Benzer şartlarda örgütlenenler var ama. Örneğin Rus Çarlığı Kemalist diktatörlükten daha mı iyiydi?
M. Belli- Rusya’daki laçkalık bizde olsaydı çok daha iyi örgütlenirdik. Gelelim senin dediklerine. ’60’Iı yıllarda partiden bahsediyorsun. Her şey legal. 141-142 işlemiyor. Ön planda gençlik var. İşçinin muazzam bir kesimi AP’ye oy veriyor, bu bir gerçek. DİSK kuruluyor, fakat DİSK kesinlikle bize düşman.
M. Yalçıner- İşçi sınıfı hep illegal hazırlanmış grevlerle DİSK’i kuruyor.
M. Belli- Hangi koşullarda? Bizim gidip mevcudun içinde örgütlenme yapmadığımız, bunu görev olarak bütün devrimcilere telkin etmediğimiz bir gerçek. Partiye gelince, ’60’ların sonunda söz konusu olan legal partiydi.
M. Yalçıner- Neden?
M. Belli- Çünkü legalite durumunda illegal parti kurulamaz. Legalite olanağı varken illegal parti kurulmaz, illegalcilik oynanmaz. 141-142 işlemez durumda, illegalcilik oynarsan, o, provokasyon olur.
M. Yalçıner- Olur mu ağabey? İlişkilerin illegal olması gerekmez mi?
M. Belli- Tabii, bütün partilerin illegal bir yanı vardır.
İ. Çaralan- Dev-Genç’in bile illegal bir yanı vardı.
M. Belli- Özal’ın partisinin illegal yanı yok mu? Ben onu demiyorum. Ortaya çıkıp nasıl yayın alanında yaptıksa, örgütlenme alanında da üstlerine yürümemiz gerekirdi. Çünkü 6 ay gecikti mi, 1 sene gecikti mi iş işten geçiyor. ’69 Haziranı’nda Anayasa Mahkemesi’nden MDDyi savunmak suç değildir diye karar çıkar çıkmaz yığınları harekete geçirip partiyi kuracaktık.
İ. Çaralan- Kurulamazdı. Partinin ideolojisi yoktu henüz. Herkes başka ideolojilere sahipti, ideolojik tutumda saflık ve berraklık yoktu.
M. Bellİ- Hayır, hayır. Şimdi PKK’lıların ideolojisi yok mu?
M. Yalçıner- Benim dilimin ucunda bir sosyalizm vardı, gönlüm de sosyalizmden yanaydı; ama o zaman sosyalizmi doğru-dürüst savunmuyordum ya da savunamıyordum.
İ. Çaralan- İdeolojisi yoktu partinin.
M. Belli- Ne konuda yoktu?
İ. Çaralan- Politik tutumların, politikaların olması belirleyici değil. Örneğin MDD’de sosyalizm düşüncesi adı ötesinde yoktu. Sosyalizm, adının ötesinde herkesin kafasında başka bir şeydi
M Yalçıner- Kemalizm’le aramızda bir ayrım yoktu.
A. Çubukçu- Sosyalizm partisi değil ama MDD partisi olurdu o.
M. Belli- MDD, o anda Marksizm-Leninizm’in Türkiye gerçeklerine uygulanmasıdır.
A. Çubukçu- Asgari programdır o.
M. Belli- Her parti asgari programla kurulur.
M. Yalçıner- Eğer bağımsızlık ve demokrasinin ötesine geçecekse azami program gereklidir.
M. Belli- Azami program bir paragraftır.
M. Yalçıner- Partiye ana doğrultusunu, yönünü verecek olan kapitalizm karşıtlığıdır. Ve parti düzen dışı olmalıdır. Parti cihazı açık olamaz. Yeraltı partisi ol ve istediğin kadar demokratik ol. Legal olanakları azamisiyle kullanabilecek büyük bir cihaz kur.
M. Belli- Tabii ki, legal, illegal, ikisini birleştirmek lazım. Legal yanı olmayan illegal parti yoktur; mevcut olmayan partidir çünkü o. Tümüyle legal olan parti de mevcut değildir. Burjuva partisi olsun komünist parti olsun, mutlaka illegal yanı vardır.
İ. Çaralan- Parti için senin dediğin zamanda kurultay toplansaydı, o kurultaya belidi insanlar gelecekti. Şimdi onların hepsi başka başka düşünceler savunmaya başladılar. Bir sene sonra hepsi farklı gruplara gitmeye başladı Sosyalizm her kafada değişikti yani. İdeolojik birlik yoktu.
M. Belli- Niye?
M. Yalçıner- Örneğin devlet teorisini savunuyor muyduk?
M. Belli- Lenin’in devlet teorisini savunuyorduk.
M. Yalçıner- Aynı zamanda “ordu-gençlik el ele” diyorduk!
M. Belli- O, sokağa döküldüğün zaman eylem sloganıydı.
M. Yalçıner- Yani politika yapılıyordu ya da taktik. İhsanla ikimiz ordu şudur dediğimizde THKO içinde bir araya geldik. Üstelik ben THKO’nun da sosyalist bir örgüt olarak kurulduğunu söylemiyorum.
M. Belli- Aynı şeyi sen 69’da yapsaydın çok saçma bir şey olurdu. İşlerin böyle sarpa saracağını bilseydin. Ama kâhin olman lazımdı.
İ. Çaralan- Parti her koşulda kurulur, tabii Marksizm’e sahip olduktan sonra. Sadece biçimi, yöntemi değişir.
M. Yalçıner- MDD, anti-emperyalist, anti-feodal, yani millici ve demokratik bir programdı. Bu temelde kurulsaydı parti, “sosyalistim” diyen de “milliciyim”, “demokratım” diyen de katılırdı.
M. Belli- Hayır. Legal partiyse katılabilir belki.
M. Yalçıner- Platform açısından diyorum. Bağımsızlıkçılık ve demokratizm, burjuva karakterdedir. Bizim THKO savunması gerçekten demokrat bir savunmadır, anti-emperyalist bir savunmadır.
M. Belli- Komünistiz, onun için mülkiyiz.
M. Yalçıner- Ama bizi birleştiren komünist bir program olmalı. Marksizm’in temel ilkeleri etrafında birleşilmeli. Bugün MDD mi yapıyoruz, yarın başka bir şey yapacağız. Bugün bir taktik mi uyguluyoruz. Ertesi gün başka bir taktik uygulayacağız. Ama bizim hiç bir zaman değiştirmeyeceğimiz temel ilkelerimiz olmalı. Bunu tartışmadık, bu temelde örgütlenmedik, İhsan’ın ideoloji dediği şey aslında bu. Yani bizi birleştiren, berraklığı olan, saflığı korunmaya çalışılacak Marksist bir platform.
M. Belli- ’26 Platformu bizi bağlar.
M. Yalçıner- Cezaevindeyken 1975’de okudum. “Asker-sivil aydın zümre”ye gösterdiğiniz ilgiyi, Marksist örgütlenmeye, onun eti-kemiği olan işçilere gösterseydiniz, sorun hallolacaktı. Benim temel eleştirim bu.
M. Belli- Sorun hallolacaktı da, postumuzu daha pahalıya satardık.
M. Yalçıner- Satacak postumuz olurdu. O zaman satacak postumuz da yoktu. Sırtımızdaki postlar o zaman başkalarının postları oluyordu.
A. Çubukçu- 12 Marttan sonra Aydınlık’ın ilk sayısında senin yazının başlığı şöyleydi: “Bir daha hazırlıksız yakalanmayacağız.” Oradaki hazırlıktan kaçtınız. Benim hatırladığım kadarıyla böyle bir darbe hareketi içinde daha faal olarak yer alabilecek imkânları yaratmak anlamına geliyordu bu “hazırlık”.
M. Belli- Hazırlıksız yakalandık derken, uçkuru çözük olarak yakalandık dememek için hazırlıksız dedim.
L Çaralan- Hazırlık daha teknik bir mesele, burada daha derin bir şey var. Asıl, bir partinin yaratılmamış olması, böyle bir partinin buna yönelmemiş olması var. Yakalanırsın, teknik bir meseledir, bir başka zaman için hazırlanırsın. Önemli olan, neyin hazırlığını yapacağımız.
M. Yalçıner- Sadece parti de olsa sorunu çözmeyecekti. Diyelim ki MDD’yi parti olarak örgütleseydik, ne olacaktı? Gene yetersiz kalınacaktı. Bu parti, asgari program ya da asgari platform etrafında örgütlenmiş bir parti olacaktı. Yine Marksist bir parti olmayacaktı. Çünkü tartışılan, hep ordu içindeki çatışmalardı.
M. Belli- Evet, belki onun dozu fazlaydı, ama bir parti olsaydı, bu partinin seminerleri falan olmayacak mıydı?
M. Yalçıner- Ama orada “asker-sivil aydın zümre” anlatılacaktı. İstediğin kadar seminer yap. Mesela sen çıkıp da o propagandayı yapsaydın, lafta kalmayacak şekilde “ben komünistim”, “komünizmi örgütleyeceğim” deseydin, bak bakalım o Kemalistler, “asker-siviller” senin yüzüne bakacak mıydı!
M. Belli- Onlar bilmiyorlar mıydı?
M. Yalçıner- Onlar senin gençleri örgütlemene baktılar, Çok da fazla kendilerine zararlı olmayacağını düşündüler, hatta kendilerini güçlendireceğini düşündüler.
M. Belli- Peki onlar neden Mihri Belli’yi tecrit etmek için uğraşıyorlardı?
M. Yalçıner- Gençleri elinden almak istiyorlardı. Sen gençleri komünizm hedefiyle örgütleseydin, onlar hiç de “gençleri önderin elinden alalım” diye düşünmeyeceklerdi. Alamayacaklarını bileceklerdi. Komünistleri, bu yönde örgütlenmiş olanları nereye alacaklar? Ama henüz gençleri kendilerinin de peşinden gidebilir nesneler olarak görüyorlar. Gençlik bir dönem nasıl Halk Partisi’nin peşindeydi, sonra TİP’e geldi, sonra Mihri Belli’ye; bizim peşimizden de gelebilir diye düşünüyorlardı.
İ. Çaralan- TİP’den demokratik devrim diye ayrılanlar da ideolojik bir kopuşla ayrılmadı. Asıl olan politik bir kopuştu, MDD’ye Kemalizm söylem olarak daha yakın görünüyordu. Kemalist ideolojinin etkisinde olan gençler de o tarafa geçtiler. Proletarya ideolojisi savunulmuyordu.
M. Belli- Biz proletarya ideolojisi savunmuyor muyduk? Bizim arkadaşlar içinde proletarya ideolojisini savunmayan aforoz olurdu.
M. Yalçıner- Bu yazılı olarak hiçbir yerde söylenmedi.
İ. Çaralan- Yazılmış da olabilir, önemli değil. Tartışma bunun üzerine gelişmedi. MDD, daha millici, daha demokratik olduğu için savunuldu.
M. Belli- O dönemde öncülük meselesini uzun uzun tartışmadık mı?
M. Yalçıner- Tartışıldı, ama biz proletarya diktatörlüğünü savunuyoruz diye mi TİP’ten ayrıldık?
M. Belli- Hayır. Biz proletarya diktatörlüğünü savunmayanları aykırı düşünüyor diye kabul ediyorduk.
M. Yalçıner- Belki kafamızda böyle. Hissi kablel vuku. Mesela ben Mihri Belli proletarya diktatörlüğünü savunuyor mu savunmuyor mu bilmiyordum.
M. Belli- Nasıl bilmiyordun. Yazdıklarımı okumuyordun o zaman.
İ. Çaralan- Ağabey, önemli olan kopuş. Kopuş, gündelik politik tutumlar üzerinde oldu, eylem çizgisinde oldu.
M. Yalçıner- Tartışıldı mı? TİP’ten ayrılırken tartışılan konu proletarya diktatörlüğünün savunulup” savunulmaması mıydı?
M. Belli- Kesinlikle.
İ. Çaralan- TİP gençleri hor gördü diye oldu.
M. Yalçıner- TİP pasifistti, parlamentocuydu.
M. Belli- Hayır, hayır. Biz proletarya diktatörlüğünü kesinlikle savunduk.
M. Yalçıner- Hayır, ağabey senin proletarya diktatörlüğü fikrinin doğru olduğunu düşünüp düşünmediğini kastetmiyorum. Sen öyle düşünsen bile, TİP’ten ayrılmanın bir ekseni proletarya diktatörlüğü sorunu muydu?
M. Belli- Biz o zaman TİP’e girmedik ki. TİP’i eleştirdik. TİP’ten ayrılmanın birinci sebebi, pasifizm. Düzeni demokratik sayması ve düzenin devrimle değişebileceğini kabul etmemesiydi. TİP parlamentarizmi, biz de devrim yolunu savunuyorduk. Fark buydu.
İ. Çaralan- Ama bu devrim çok karışıktı. 27 Mayıs’a da devrim diyorduk o zaman.
M. Belli- Ayıp olmasın diye darbe demiyorduk, hareket diyorduk. Ben hiçbir zaman devrim demedim. Haksızlık etmeyin. Ben MDD ile ilgili ilk konuşmamda devrimi şöyle tarif ettim: Devrim geri bir üretim tarzından ileri bir üretim tarzına geçiştir. Devrim, kapitalizmden sosyalizme geçiştir.
İ. Çaralan- Ben o zaman hiçbir şey yazmadım, bu durumda hiçbir sorumluluğum yoktur deyip işin içinden çıkıyorsun.
M. Belli ’60 sonrası insan içine çıkıp yaptığım ilk legal konuşma buydu. Bundan ötürü hapse girdik. Bu aynen basıldı. Devrim nedir ne değildir, bunun ideolojisini yapmadığımız söylenemez. Eğer bunları ilk defa senin yaptığını zannediyorsan kendini avutuyorsun.
M. Yalçıner- Peki proletarya diktatörlüğü sorunu?
M. Belli- Legal yayında proletarya diktatörlüğü dedin mi içeri giriyordun. Ceza konusu olmasın diye biz bir-iki yerde proletarya iktidarı dedik. Perinçek’ler bunu mesele yaptılar. “Bir Adım İleri İki Adım Geri”de iki yerde diktatörlük yerine iktidar demişiz. Canım, proletarya iktidarının diktatörlük olduğu anlaşılır diye düşündük. O kadarını da anla! Şimdi biz bunların hiç lafını etmedik denemez, yanlış olur bu.
İ. Çaralan- Bunların konuşulması meselesi başka.
M. Belli- Kitleye gelince. Kitle talebedir. Şu anda keskin devrimcidir, yarın ne olacağı belli değildir. Sen niçin işçi sınıfına gitmedin diye eleştiriyorsan. Yapabileceğin kadarıyla işe sarılmadın diyorsan, çok haklısın. Bu eleştiriyi kabul ederim.
Parti örgütleme sorunu. Birincisi, parti legal olacaktı. İkincisi, partiyi örgütlemeye ’69 yaz başında başlayacaktık. Ben legal parti kuramam, 141’den sabıkalıyım. Ama parti için ben çıkacaktım ortaya, kanunu ihlal ederek, bir kadro ile çıkacaktım. 10 bin kişiyle Tandoğan Meydanı’nda toplanacaktık. Kaç kişi gelirse yürüyecek, 15 kişiyle dilekçeyi verecektik. Adana’da, İstanbul’da, Türkiye’nin her yerinde aynı gün mitingler yapacaktık. Bu parti böyle kurulurdu. Parti kapansın diye dava açacaklardı. Kapatacaklardı da. Ama biz her gün manşetlerde olacaktık. 6 ay, 8 ay sürecekti en azından bu iş.
I. Çaralan- Ama bir halk partisi kurmuş olurdun.
M. Belli- Dur yahu, halk partisiymiş, lafa bak. Başında biz varız yahu.
M. Yalçıner- Yine kişisel ele alıyorsun.
M. Belli- Ne kişiselliği yahu!
M, Yalçıner- Ağabey, sosyalizm bilinmiyordu ki.
M. Belli- Nasıl bilinmiyor? Seminere sokacağız. Kafalara sokacağız. Bilmiyorsan kitapları oku. Önüne kitap veriyoruz. Hangi kaynaktan çıkıyor o kitaplar? Niçin TİP kitap düşmanı da biz durmadan yayınlıyoruz?
I. Çaralan- Kitabı en çok Perinçekçiler okuyordu. Niye onlar Marksizm-Leninizm’i aynı şekilde anlamadılar?
M. Belli- Sen kitap okumuyor muydun?
I. Çaralan- Onlar benden daha çok okuyordu.
M. Yalçıner- Ben örneğin Che Guevara’nın Günlüğünü okuyordum.
M. Belli- Che Guevara’yı ben çevirmedim. Ant dergisi çevirdi. Niye Ant çıkarıyordu onları?
M. Yalçıner- Ağabey, bir parti olacaktı da, bunları kavratacaktı.
M. Belli- Peki, arkadaşlara geldin mi, anlamıyorum diye?
A. Çubukçu- Foko örgütlenmesine ve Che’ye karşı komünist partisini savunan tek bir teorik yazı Aydınlıklar’da yayınlanmadı. Che Guevara eleştirilmedi. Onlar kafa karıştırıyor ama Mihri Belli de onları düzeltmek için herhangi bir çaba göstermiyor.
M. Belli- Ben ODTÜ’de bir konuşma yapmıştım. Che Guevara bize Türkiye’de devrimin nasıl yapılmayacağını öğretti demiştim.
M. Yalçıner- Onu bırak ağabey. Söylemişsindir. ’69 falandır ve biz de sana kızmışızdır. Biz yolumuzu tutmuştuk. M. Belli- Evet, ‘69’du.
İ. Çaralan- Söylemek mesele değil. Bu bir çizginin sürekli savunulması, her gün yeniden savunulması sorunudur. Biz de birçok şeyi söylüyoruz. Bakıyorsun, bir şeyi eleştiriyorsun, yine aynı şey oluyor. Bir daha eleştirmeniz gerekiyor. Bir daha, bir daha.
M. Yalçıner- Bu bugün oluyor. Yeraltı basını çıkıyor yazıyor. Proletarya diktatörlüğünü de yazıyor; olayları, hiçbir yanını eksik bırakmamaca-sına açıklıyor. Yani bir eğitim yapıyor, insanları eğitiyor. Şimdi dense ki “asker-sivil”lerle bir şeyler yapacağız, bunun ne anlama geldiği hemen anlaşılır. Kimse “asker-sivil zümre” falan diyemez şimdi. Ve yasal alanda “eksik bırakılan, söylenemeyen şeylerin de gerektiği gibi açıklanacağı araçlar var şimdi. Gereken yönde seferber etme sorunu çözülmüş durumda. Ama eskiden bu yapılamıyor. Oku diyorsun. 20 yaşındayım. Okuyup senteze varacak durumda değilim ki. Örgüt bunun için gerekli. Yani komünist bir örgüte ihtiyaç olduğunu söylemeye çalışıyorum.
M. Belli- Bu dediğin kısmen doğru. Ama asker-sivil’den başka bir şey yoktu, söylenmiyordu demek kesinlikle yanlış.
M. Yalçıner- Ama o zamanki “asker-sivil aydın zümre” de bizim taktiğimize ve politikamıza damgasını vuruyordu.
M. Belli- O da vardı. Başka şeyler de vardı. Orda sorun, anti-emperyalist güçlerin birliğiydi. Birinci görev buydu ve Leninizm de bunu emreder.
İ. Çaralan- Mesela gençliğin, Atilla Sarp’ın deyimiyle, senin yat dediğinde yattığı kalk dediğinde kalktığı bir dönem vardı. Bu dönemde gençliğin pek çok olumsuz eylemleri de oldu. Bunları hiç eleştirmedin.
M. Belli- Ne gibi? Mesela birçoklarını ben evden kovmuşumdur.
İ. Çaralan- Ama ben bu kovmaları bilemem. Örneğin cuntacılık eğilimini yayınlarda hiç eleştirdin mi? Dev-Genç yönetim kurulu, ne zaman cunta gelecek diye sabahlara kadar radyo dinliyordu.
M. Belli- Atilla Sarp mı?
A. Çubukçu- Cuntacıydı. Hiç eleştirdin mi?
M. Yalçıner- Bu adam Dev-Genç başkanı, ama kulağı hep cuntada.
A. Çubukçu- Mustafa İlker Gürkan örneğin.
İ. Çaralan- İstanbul Dev-Genç yürütme kurulu.
M. Belli- Bazılarını, askeri cuntanın adamı bilirdik.
A. Çubukçu- Ama cuntacılığa karşı açık bir ideolojik mücadele hiç söz konusu olmadı. Komünistler bunu yapmadı.
İ. Çaralan- Bölünmeler oldu THKO, THKP-C. Mihriciler olarak kalanlar cuntacılardı.
M. Belli- Kim onlar?
İ. Çaralan- M. İlker Gürkan, M. Lütfü Kıyıcı, Namık Kemal Boya, Hamza. Burjuva liberalizmine en yakın olanlardı.
M. Belli- Hamza mı?
İ. Çaralan- Onlarla düşüp kalkıyordu. Sonra, Taner Kutlay.
M. Belli- Deniz de var. Bunların hiçbiri cuntaya yakın adamlar değildi.
A. Çubukçu- Düşünce olarak?
M. Belli- Düşünce olarak da değildi.
İ. Çaralan- Öyleyse insanlar sana başka türlü bize başka türlü konuşuyorlardı. Olanlar hep gözümüzün önündeydi. Bunlardan şunu çıkarmak gerekir. Herhangi bir önyargı ya da art niyetle söylemiyorum. Bölünme sırasında gençlik içinde cuntacı olarak tanınanlar seninle kaldı.
M. Belli- O yanlış. Gürkan için, olabilir
İ. Çaralan- Öbürleri Gürkan’ın hık deyicileri.
M. Belli- Bunlar anti-faşist mücadelede ön safta dövüşmüş adamlar.
A. Çubukçu- Kişilikleri ayrı. Bunu tartışmak da yanlış. Düşünce olarak, daima ordudan gelecek bir harekete bel bağlamışlardı. Ordu hareketinin arkasından bir şeyler yapmak gibi bir düşünceye sahiptiler. Kendi bağımsız inisiyatifleri yoktu, işçi eylemini yakalamak konusunda kafaları karışıktı.
M, Belli- “Türkiye, Dönüm Noktasında” adlı bir broşürde, kesinlikle ordunun politikaya karışması zararlıdır diye yazdım.
M. Yalçıner- Ama sonra tersini de yazdın.
M. Belli- Ne zaman?
İ. Çaralan- “Ordu-gençlik el ele” meselesi, mesela.
M. Belli- “Asker-Gençlik El ele!” diyorduk biz. Öteki tahriftir. Hem bu 1973’ten söz ediyorum. Broşürü 73’de yazdım. Araba devrildikten sonra yani.
I. Çaralan- Bunu özeleştiri olarak mı kabul edelim?
M. Belli- Hayır. Neyse. Bu saydığın çocuklarla beraberdik. Atilla Sarp bizimle hiçbir zaman samimi bir ilişki kurmadı.
A. Çubukçu- O daha çok Suphi Karaman, Ekrem Acuner ile ilişkideydi.
M. Yalçıner- Ağabey, şuna ne dersin: İşçi sınıfını örgütlemek, onları bilinçlendirmek, komünist bilinci geliştirmekten daha çok “asker-sivil aydın zümre”ye, ordu içindeki gelişmelere kafa yoruldu. Bunlarla daha fazla ilgilenildi.
M. Belli- Bu doğru.
M. Yalçıner- Eleştirdiğim bu. Benim Mihri Belli cuntacılığı diye kastettiğim bu. Düşünce ve eylemin bu temelde olması.
M. Belli- Cuntacılık değil, cunta düşmanlığı. Cuntayı önleme çabası. Ordu içinde çalışma görevinin yerine getirilmesi.
M. Yalçıner- Olmaz, teorik temeli de var. MDD stratejisi bunun için. Kemalist diye nitelenenlerin içinde yer alabileceği, millici ve demokratik. Sınırları bu.
M. Belli- Ya sosyalizme yönelikliliği?
M. Yalçıner- Sosyalizme yönelikliliği tartışma götürür. O üzerinde durulan şey değildi. MDD daha çok bir anti-emperyalizm. O zaman yaptığımız eylemlere bak. Eylemler anti-emperyalisttir. Yapmayalım mı Bunu demiyorum. Ama devrim anti-emperyalizmle daraltıldı. Bugün ise geçmişteki kadar anti-emperyalizm yapılmıyor.
M. Belli- Çok yanlış.
M. Yalçıner- Yanlış. Ama anti-emperyalizmle sınırlanmak da aşıldı. Artık komünizme dayanan, oradan kaynaklanan bir anti-emperyalizm yapılıyor. Tek bir hedef var, komünizmin yolunu açmak. Yoksa ya vatan için, ya da millet. Bakış bununla sınırlı değil.
M. Belli- Ortada vatan da var, millet de. Yani komünistlerin vatanı yok mu?
İ. Çaralan- Komünistlerin vatanı yoktur. Komünist Manifesto’da…
M. Belli- O başka. Manifesto’da bu cümle ile proleter enternasyonalizmi ifade edilmek isteniyor. Bu konu sonradan derinliğine işlenmiştir, Marksist literatürde. Sen, Lenin’i, Stalin’i oku. “Ulus bayrağını başlar üzerinde yükseltip taşımak proletarya partilerinin görevidir” diyor Stalin. Doğru söylüyor.
M. Yalçıner- Komünizme gitmek için benim mücadele alanım Türkiye. Buraya saldıran olursa, bu topraklarda ben komünizmin yolunu o saldırıya cevap vererek açabilirim. Bu toprakları onun için savunurum, yurtseverliği de onun için yaparım.
M. Belli- Emperyalizm öldürür.
M. Yalçıner- Benim komünizm hedefim olmadıktan sonra ben onu öldürmüşüm, o beni öldürmüş önemi yok. Demokratik devrim, bağımsızlık, komünizme gitmek içindir.
M. Belli- Gayet tabii, hedef o.
M. Yalçıner- Hedef sosyalizm diyorsun ama orada sosyalizm bir kelimeyle geçiyor. TİP ile sosyalist Türkiye- demokratik Türkiye ayrışması olmuş, militanlar bu taraftaydı. Ama o çatışmanın bizi dar bir anti-emperyalist çerçeveye hapsetmemesi lazımdı, biz o noktaya geldik.
İ. Çaralan- Karşı taraf da bizim o noktaya gelmemizi istiyordu zaten.
M. Yalçıner- O noktadaydık. MDD’ye sarıldık, sonuna kadar gidebileceğimiz şeye sahip olamadık. Komünizme sahip olamadık.
M. Belli- Sonuna kadar gitmekti amaç.
İ. Çaralan- O sadece sizin kafanızda vardıysa çok anlamlı değil.
M. Belli- Kafasında bir şeyler olmayan adamlarla örgüt kurulabilir miydi?
M. Yalçıner- Öğretecektin.
İ. Çaralan- Bu yapılmadı. Bunu tartışıyoruz zaten.
M. Belli- Ben sosyalizm hedefini reddeden bir MDD’ci görmedim.
M. Yalçıner- TKP vardı. TKP ‘milli’ bir devlet öngörüyordu. İleri demokrasi diyordu. Eskiden sosyalizm de derdi, şimdi ondan da vazgeçti.
M. BeUi- Leipzig “TKP”sini kastediyorsun..
M. Yalçıner- Şimdi eskisi gibi değil. Sosyalizm modası geçti, çoğu sosyalizm demiyor.
İ. Çaralan- Üstelik çok çeşitleri var sosyalizmin. Sosyalizm demek de yetmiyor. Hafız Esad da kendine sosyalist diyordu, Saddam da.
M. Belli- Castro sosyalist değildir diyemezsin ama adam tavizler vermek zorunda, veriyor. Eskiden Karayipler’de Castro’cular “Tourism is whozism” (horizm) sloganını atarlardı, “horizm” “orospuculuk” demektir. Şimdi turizme kapıyı açtı. Turistler için dolarla alış-veriş yapılan dükkânlar açtı. ‘Vay namussuz, sattı!’ diyemezsin.
M. Yalçıner- Bizim eski göz ağrımız vardı: Arnavutluk. Onlar da böyle gitti. Orada da ‘demokratikleşme süreci’ denilerek satış başladı.
M. Belli- Alia mı gelmişti?
M. Yalçıner- Evet. Hem de o Enver Hoca zamanında uluslararası ilişkiler sekreteriydi.
A. Çubukçu- Ağabey, MDD tezi o dönem Kürt kökenli gençlerle aramızda ciddi bir ayrılığın doğmasına da sebep olmuştu. Kürtler MDD tezine çok soğuk bakıyorlardı. TİP’in ya da kendi kurdukları DDKO’nun içindeydiler. Bugünden bakınca, bunu nasıl değerlendiriyorsun? MDD’nin bir zaafı olarak görüyor musun?
M. Belli- İlk defa, ’68’de, Aydınlık Sosyalist Dergi’yi çıkaranlardan Perinçek’e hapishaneden savunma diye avukatla gönderdiğim ‘Millet Gerçeği’ başlıklı makalemde Kürt Ulusu gerçeğini ortaya koydum. Türkiye çok uluslu bir ülkedir dedim. Ama ulusal değerlere sahip çıkanlar devrimcilerdir. Türk edebiyatının büyük isimleri devrimcilerdir, solculardır. Toprak bütünlüğünü de yine devrimciler savunur, ama Kürt lafını da ilk defa legal basında kullanan benim. Bu yazıdan sonra Kemal Burkay, Naci Kutlay, Mehmet Ali Arslan Türk Solu’na gelip beni tebrik ettiler. Çok cesurca bir yazı dediler. O zamana kadar bütün Kürtçüler de ‘etnik mesele’ derlerdi. Kürt lafı tabuydu, yasaktı. Kürtçüler dâhil herkes bu tabuya uyuyordu. Bu tabuyu ilk yıkan biziz. Kürt çevreleri bize daha yakınlık gösterdiler. Arkadan DDKD kuruldu ve kurulur kurulmaz yoğun bir anti Mihri Belli propagandası başladı. DDKO Barzani’ciydi. Barzani de Kissinger’den alıyordu talimatı, en üst merci oydu. Türk solu da bu işe el attı. Aradaki uçurumu açabildiğiniz kadar açın talimatını almıştı. Bizim aleyhimize muazzam bir kampanya başladı. PKK ortaya çıkana kadar, Barzani’ci zihniyet hâkimdi Kürt hareketinde.

Nisan 1993

Özelleştirme-Özerkleştirme, Anti-Emperyalizm Ve İşçi Denetimi

Son 10-15 yıldır, kapitalizmin bütün çıkmazlarına özelleştirmenin tek çare olarak sunulduğu bir dönem yaşanıyor. Ekonomiden eğitime, ‘güvenlik’ten sağlığa kapitalizmin her tıkanıklığına özelleştirme reçetesi yazılıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerden, özellikle İngiltere ve ABD’den başlatılan kampanya, geri kalmış ülkeler ile Doğu Avrupa ve Rusya’da özelleştirmenin fetişleştirilmesiyle sürmektedir.”
Kapitalist ülkelerde, 1929 Büyük Ekonomik Buhranı sonrasında yaygınlaşan ekonomiye devlet müdahalesi ve ekonominin belli başlı dallarında devletin yatırımlara yönelmesiyle birlikte bu alanda devletin ağırlığı hayli artmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise; sosyalizm karşısında kapitalist ülkeler eğitim, sağlık, sigorta gibi kamuya yönelik hizmetlerde yoğun yatırımların yanı sıra temel sanayinin yeniden kurulmasında önemli rol oynamak zorunda kalmıştı.
Geri kalmış ülkelerde ise; emperyalist sömürü ve özel sermayenin en kestirme yoldan en çok karı sağlama isteği, bunun sonucu olarak sanayiye yatırım yerine emperyalist tekellerin acenteliğine soyunması karşısında devlet yatırımları, ulusal sanayinin sadece temeli değil, neredeyse bütünü olmuştu.
1970’lerin ikinci yarısından itibaren, SB’nde sosyalizmin geriye dönüşünün meyveleri toplanmış, sosyalizmin prestij kaybettiği, gözle görülür hale gelmişti. Öte yandan kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketi, 1960’lardan itibaren hayli geri bir noktaya itilmişti. Dahası ‘60’lann sonunda kapitalizmin derinleşmeye başlayan bunalımı, ‘73 petrol bunalımıyla iyice su yüzüne çıkmış, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ve Japonya’da çöküş belirtileri kendisini göstermişti. Kısacası uluslararası burjuvazi ve emperyalist hükümetler için bir yandan sistemi aklayacak, öte yandan da krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkacak politikalar geliştirilmesi bir zorunluluktu ve koşullar da çok uygundu. Kampanya’nın ideolojik önderliğini dünya kapitalizminin en başındaki ABD üstlendi. Uygulama ise; krizden en çok etkilenen İngiltere’de, Teatcher hükümeti tarafından başlatıldı.
Öne sürülen tez ve motifler, büyük sermayenin öz çıkarlarıyla tam bir uygunluk içinde olduğu için kampanya, ileri-geri, bütün kapitalist ülkelerdeki büyük sermaye tarafından benimsendi. Burjuva ve emperyalist propaganda merkezleri, tam bir işbirliği içinde, emekçileri bunaltan enflasyondan işsizliğe, üretimdeki daralmadan kamu hizmetlerinin tıkanmasına kadar kapitalizmin yol açtığı bütün sorunları, ekonomi içindeki kamu kuruluşlarının ağırlığına bağlayarak, özelleştirilmeyi bütün dertlerin devası olarak öne sürdüler.
Türkiye’de de kampanya, aşağı yukarı öteki ülkelerle eşzamanlı olarak, 1970’lerin ortalarından itibaren başlatıldı. Burjuvazinin en örgütlü, en saldırgan kesimini oluşturan Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS), bu kampanyanın başını çekti. İhracatın tıkanması, enflasyon, işsizlik, yatırımların daralması gibi krizin görünür olgularının tümünün nedeni olarak Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) sürekli ‘zarar etmesi’ gösterildi.
24 Ocak kararları olarak bilinen önlemler toplamı büyük burjuvazinin istemlerinin çerçevesini çizdi. Ama Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin boyutları bu programın uygulaması önünde başlıca engeli oluşturuyordu. Bu yüzden de ‘sivil hükümet’ 24 Ocak kararlarını ilan etmenin ötesinde, ciddi girişimler yapamadı. 12 Eylül, 24 Ocak kararlarının uygulanabileceği siyasal ve sosyal ortamı oluşturdu. 1983’dcn itibaren ise; özelleştirme, ekonomiyi ‘iyileştirme’ vaadiyle işbaşına gelen bütün hükümetlerin başlıca sloganı oldu.
Başlangıçta sadece ANAP’ın programında vurgulanan özelleştirme, giderek bütün burjuva partilerinin seçim bildirgelerinde başköşeye olurdu. Öyle ki; ülkede devletçiğin simgesi olmuş CHP’nin mirasçısı olmakla övünen SHP bile, muhalefetteyken özelleştirmeye karşı çıkarak puan toplamaya çalışırken, koalisyon ortağı olduğunda, önce özerkleştirmeci, sonra da açıkça özelleştirmeci oldu.

DEVLETÇİLİK Mİ-ÖZELCİLİK Mİ?
Türkiye’de; 1950’li yıllara kadar, gıda, maden, metal, tekstil, ulaşım, kimya vb. dallarda başlıca sanayi kuruluşları devlet tarafından kurulmuştu. Özel sektör ise; esas olarak emperyalist tekellerin temsilciliği ve devlet tarafından kurulmuş sanayi kuruluşlarının ürettiği malların pazarlamasını yapan bir sektör olarak vardı.
Kamu kuruluşları, Cumhuriyet sonrasında çok zor koşullarda işçi ve emekçilerin büyük fedakârlıkları sonucu yapılan tasarruflar ve genç SB’nin yardımlarıyla kurulmuştu. Öte yandan ülkenin ilk önemli sanayi kuruluşları olması, uzun yıllar, sanayi denince, akla KİT’lerin gelmesi, halkta bu kuruluşlara karşı gizemli bir saygı uyandırıyordu. Bu yüzden de KİT’ler çalışanlar ve diğer emekçilerin gözünde kendi malları gibi görülüyordu. Bu yaklaşım, geleneksel ‘devlet baba’ anlayışıyla birleşince kamu kuruluşları, halk ve ilerici aydınlar için, bir yanılsamanın ürünü de olsa, kapitalizm dışı, sömürü aracı olmayan kuruluşlardı. Bu durumun sonucu olarak, ‘70’li yılların sonuna kadar devletçilik ilericilikle, devrimcilikle ve hatta sosyalizmle eş tutuldu.
‘80’li yıllarda ise durum tam tersine döndü. Emperyalist propaganda odaklarından estirilen rüzgâr, yerli işbirlikçileri tarafından iyice körüklendi. Önce burjuvazinin ‘karma ekonomi’ yanlıları ikna edildi. Arkasından aydınlar, liberalizmin ekonomik demokrasi olduğu, ekonomik demokrasinin kaçınılmaz olarak siyasi demokrasiyle tamamlanacağı masalı arkasında özelleştirmeciliğe kazanıldı.
Kürt sorununun öne çıkmasıyla yeniden gündeme gelen 1920-1980 arası Kemalist politikalara tepki, burjuva propaganda odaklar tarafından ustaca yönlendirilerek, bu politikaların ekonomideki devletçiliğin sonucu olduğu düşüncesi propaganda edildi. Sağlam bir Marksist temelden yoksun çeşitli ‘sosyalist’ çevreler de burjuva propagandasının etkisi altında kalarak, ya ‘devletçiliğe’ karşı özelleştirmenin savunucusu oldular, ya da özelleştirmeye karşı hayırhah bir tavır takındılar. Özelleştirmelere karşı çıkmak despotik diktatörlüğü savunmakla eş tutulur oldu.
Özelleştirme politikalarının, dünya ölçüsünde ve Türkiye’de en önemli yanıyla işçi haklarına saldırı olduğu, kazanılmış pek çok hakkın gaspının yolunu açtığı, açacağı açıkça ortada olduğu halde sendikalar bile özelleştirmeye karşı ciddi tutum alamadılar, almadılar. Özellikle burjuva kökenli sendika uzmanları (ki sendikaların politikalarını belirlemede bunların önemli bir rol oynadıkları bir gerçek), daha bir kaç yıl önce özelleştirmeye karşı çıkanları bile giderek çark edip, özelleştirme savunucusu oldular. Onları sendikacılar izledi. Sendikacıların pek çoğu, özelleştirmenin utangaç savunuculuğu olan ‘özerkleştirme’ yanlısı oldular.
Sonuçta özelleştirmeye karşı çıkanlar, devrimci-demokrat kimi çevreler, Marksistler ve tamamen farklı gerekçelerle artık anti-emperyalizm diye bir derdi kalmamış Kemalizm artıklarından ibaret kaldı. Ama son zamanlarda devrimci-demokrat çevreler içinde bazı eğilimlerin, özellikle “Üreten biziz yöneten de biz olacağız!” sloganı savunucularının, özelleştirmenin bir ön adımı olan ‘özerkleştirme’yi savunmaya koyuldukları ibretle izleniyor.

ANTİ-EMPERYALİZM, DEVLETÇİLİK, ÖZELLEŞTİRME
Ortaya çıktığı tarihsel dönem ve koşullar göz önüne alındığında özelleştirme, uluslararası planda işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların kazanırlarına karşı girişilmiş, uluslararası emperyalizmin bir saldırışıdır. Çünkü belli başlı kapitalist ülkelerde kamu yatırımları ve kamu hizmetlerinin yaygınlaştırılması, bu ülkelerin sosyalizmin yayılması karşısında bir set olarak inşa edildiği, emekçilere burjuvazinin kimi tavizler vermek zorunda kaldığı koşullarda gerçekleşmişti. Devlet, sanayinin çeşitli dallarına yaptığı yatırımlarla ekonomiyi güçlendirirken emekçilere de, işsizlik sigortasından sağlık sigortasına, parasız eğitim vb. diğer sosyal hizmetleri genişletmek zorunda kalmıştı.
‘70’li yıllarda ise; sosyalizmin prestij yitirmesi ve işçi sınıfı hareketinin büyük kapitalist ülkelerde önemli ölçüde düzen sınırları içine çekilmesi kapitalizm için tarihsel bir fırsat olmuştu. Fırsatı değerlendiren uluslararası burjuvazi, elindeki tüm olanaklarla, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye girişmişti. Önce verimsiz çalıştığı, eski teknoloji kullandığı, aşırı istihdam olduğu vb, gerekçelerle kamu işletmelerini parçalamaya, özel şirketlere satmaya, hatta İngiltere’de kömür madenlerinde olduğu gibi işletmeleri tümden kapatmaya yöneldi. Başlangıçta özelleştirmeler ekonomik verilerde olumlu sonuçlar veriyor gibi göründüyse de, giderek sorunun özel ya da kamu sorunu olmayıp bizzat kapitalizmin kendi özelliklerinden kaynaklandığı anlaşıldı. Örneğin Teatcher hükümeti ilk yıllarında başarılı göründü,- ama aradan geçen on yıl içinde gelip dayandığı yer, ilk başladığı noktadan fazla ileri değildi. Bu yüzden Teatcher istifa ederek vaziyeti kurtarmaya çalıştı. ABD için de durum çok farklı olmadı. Dünya ölçüsünde özelleştirmenin, serbest rekabetin, özel girişimciliğin erdeminin baş savunucusu olan Reagan’cılık iflas etti. ABD, yeniden korumacılığa, kamu yatırımlarına ağırlık vermeye yönelmek zorunda kaldı.
Dönemin işçi ve emekçiler için getirdiği ise; yaşama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, işsizlik, ekonominin daha da kötüleşmesi, enflasyonun yeniden yükselmesi oldu. Eğitim, sağlık hizmetleri önemli ölçüde kısıtlandı. Sürekli tasarruftan söz eden hükümetler tasarruf yapacak tek alan olarak eğitim, sağlık, sigorta gibi emekçilere yönelik kamu hizmetlerinden tasarruf edebildiler. Bunun sonucu ise; bu alanda çalışanların işsiz kalması yanı sıra, tüm emekçilerin, bu hizmetlerden yararlanmasının sınırlanması oldu.
Öte yandan özelleştirme, pazar ekonomisi ya da serbest rekabetçilik adı altında yaygınlaştırılan ekonomik düzen, emperyalist yeni dünya düzeninin ekonomik temeli olarak biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Ve emperyalist yeni düzenin ancak böyle bir ekonomik bütünleşme içinde istikrara kavuşacağı emperyalist ideologların başlıca tezlerinden birisidir.
Demek ki; her şeyden önce özelleştirme programı, birer birer ülkelerin burjuvazilerinin ihtiyacının bir sonucu değil, bir bütün olarak emperyalist sistemin reorganize programının bir parçasıdır. Bu yüzden de özelleştirmeye karşı çıkmak emperyalist yeni dünya düzenine, uluslararası burjuvazinin yeniden yapılanma programına karşı çıkmaktır. Ya da başka bir söyleyişle, Kemalistlerin yaptığı gibi emperyalizme karşı çıkmadan, özelleştirmeye karşı çıkmanın anlamlı bir yanı yoktur. Çünkü özelleştirme, günümüz emperyalizminin dünyada kurmak istediği ekonomik düzenin en önemli unsurlarından birisidir.
Türkiye’de ise; özelleştirmenin etkileri çok daha derin olmaktadır ve özelleştirme genişledikçe bu etki daha da çok derinleşecektir. Çünkü Türkiye’de KİT’lerin kuruluşu ve kurulduğu koşullar gelişmiş kapitalist ülkelerden oldukça farklıdır. Her şeyden önce Türkiye’de KİT’ler, emperyalist sermayeyle değil SB’nin yardımıyla kurulmuş, emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığın bir unsuru olarak işlev görmüşlerdir. Başka bir söyleyişle KİT’ler, emperyalist sermayenin bir uzantısı olarak değil, ulusal sanayinin temeli olarak kurulmuşlardır. Zamanla hükümetlerin politikaları değişmiş, ülke kaynakları emperyalizme peşkeş çekilmiş, ülke ekonomisi emperyalist finans kurumlarının denetimine girmiş olmasına karşın KİT’ler nispeten daha ulusal kurumlar olarak sürmüştür.
Son yarım yüzyıl içinde kamu kuruluşları, hangi ülkede olursa olsun, uluslararası sermayenin ülkelere girişini ve her alanda serbestçe yatırım yapmasını önleyici bir rol oynamışlardır. Emperyalist sermayenin, son atılımı sırasında kamu kuruluşlarını baş düşman ilan etmesinin nedeni budur. Türkiye’de kamu kuruluşlarının genel ekonomi içinde ağırlığı düşünüldüğünde, büyük sermaye çevrelerinin ve onların partilerinin özelleştirmeyi ön plana çıkarmalarının amacı daha iyi anlaşılır. “Serbest pazar”, “serbest rekabet”, “liberal ekonomi” gibi kavramların, tekelciliğin zirvesine çıktığı bir çağda, öne çıkarılıp fetişleştirilmesinin nedeni budur.
Kısacası, Kamu İktisadi Teşekkülleri, emperyalist sermayenin sanayinin bütün dallarında ülkede cirit atmasını önleyen kuruluşlar olarak görülmektedir. Bu yüzden de özelleştirme, emperyalist sermayenin yatırım yapmasının ön koşulu olarak öne sürülmektedir. Sadece bu nedenle bile özelleştirmeye karşı çıkmak anti-emperyalist bir tutumdur. Ama dahası var: Başlangıçta, KİT’leri çalışanlara satacağız, sermayeyi tabana yayarak ekonomik demokrasiyi gerçekleştireceğiz diye yola çıkıldı. Ama bu bir demagojiydi; blok satışlara gidildi. Ne var ki yerli kapitalistler, KİT’leri alabilme imkanı yoktu ve yapılabilen bütün satışlar yabancı tekellere yapıldı. Böylece, ülkenin en temel ve stratejik sanayi dalları doğrudan emperyalist tekellerin eline terk edildi. Elbette ki Türkiye’deki tekelci sermaye uluslararası sermayenin bir parçasıdır ve KİT’ler de uluslararası sermeye tarafından dolaylı bir biçimde denetlenmektedir. Ama özelleştirmeyle birlikte, kuruluşların yabancı tekellere satılmasıyla özelleşen kuruluşlar, dolaysız olarak emperyalist sermayenin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla üretimden istihdama kadar her şey uluslararası tekellerin en çok kar ilkesine göre belirlenecektir. Bu nedenledir ki; Türkiye’de KİT’lerin özelleştirmesine karşı çıkmak dolaylı değil, dolaysız bir anti-emperyalist mücadele görevidir.
İddialardan birisi de şudur: Kamu kuruluşları, gerek kapasite açısından gerekse kamu kuruluşu olmasının avantajlarını kullanarak kendi üretim dallarında “tekel” oluşturmakta, bu yüzden de “özel”, “tekelci olmayan sermaye” bu alanlarda yatırım yapma imkanı bulamamaktadır.
Bu iddiada gerçek olan sadece kamu kuruluşlarının, kamu kuruluşu olmaktan gelen avantajları ve bazılarının kendi üretim dallarında “tekel” olmalarıdır. Ama, kamu kuruluşları karşısında “tekelci olmayan” bir sermayenin olduğu, tümüyle demagojidir. Çünkü; kamu kuruluşlarının özelleştirilmesini savunan sermaye çevreleri yerli ve yabancı tekelci sermaye gruplarıdır. İstenen, uluslararası sermayenin, ülkelerde hiç bir engel tanımadan dolaşması için toprağın uygun hale getirilmesidir.
Türkiye’de son yıllarda yapılan özelleştirmeler, bu niyetleri herkesin görebileceği kadar açığa çıkarmıştır. Fransızlara satılan 5 çimento fabrikasında da açıkça görüldüğü gibi, Fransız firması, Çitosan’dan çok daha geniş bir çimento üretim kapasitesine sahip uluslararası bir çimento tekelidir. Dahası bu firma, devraldığı fabrikalardaki işçilerin yarısını çıkarıp, işçi başına günlük üretimi 800 kilogramdan 3000 kilograma çıkardığı halde, ikiye, üçe katlanan artık değerden ne işçilere ek bir pay vermiştir, ne de çimento fiyatlarını düşürmeye yönelmiştir, tersine, diğer çimento üreticileriyle el altından anlaşarak çimento fiyatlarının sürekli artmasını sağlamıştır. Üretimdeki artıştan ne çimento tüketicileri, ne de işçiler yararlanmış, tek karlı çıkan kuruluş Fransız çimento tekeli olmuştur.
Arkasına uluslararası sermayeyi alan Türk tekelci sermaye çevreleri ve onların her yerdeki sözcüleri; özelleştirmeyi savunurken, kamu kuruluşlarının olanaklarının har vurup harman savrulmasını, partilerin arpalığına dönüştürülmesini, bu kuruluşların zararlarının bütçeden, halktan toplanan vergilerle sübvanse edilmelerini örnek göstermekte; özelleştirilirse, devletin bu yükten kurtulacağını, toplanan vergilerin daha gerekli alanlarda kullanılacağını iddia etmektedirler. Bir zamanların Marksistleri, ilericileri, aydınları da ilk bakışta son derece haklı görünen bu iddiadan kalkarak özelleştirmeye destek sunmaktadırlar.
Evet, ilk bakışta bu iddia pek mantıklı görünmektedir. Gerçekten de, Türkiye’de KİT’ler, hükümetlerin, partilerin, bir takım ‘hatırlı’ çevrelerin çiftliği olarak kullanılmaktadır. Zarar edişlerinin nedenlerinden birisi, belki de en önemlisi budur. Ama bu, sadece mantıksal olarak, bütün diğer ilişkilerden soyutlandığı zaman böyledir. Oysa yaşam kuru mantık ilkeleriyle açıklanamaz; her olgu, ancak bütün öteki olgularla ilişkisi içerisinde anlamlıdır. KİT olgusu da, kapitalizmin yasaları, ortaya çıktığı ekonomik, sosyal ve siyasal konjonktürde anlam kazanabilir.
Bu ülkede KİT’ler ciddi bir sanayinin olmadığı koşullarda, toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılamak için, işçi ve emekçilerden kesilen vergilerle ulusal sanayinin temeli olarak kurulmuşlardır. Ama daha kuruluşlarından itibaren, bir yandan burjuva politikacıların arpalığı olmuş, bir yandan özel sermayedarlara, en kolay yoldan en çok kar edecekleri olanakları sağlama ‘görevi’ üslenmişlerdir. KİT’lerin ürettiği ana ve ara mallar, özel şirketlere maliyet fiyatının altında satılarak özel sermayenin kardan öte vurgun yapma olanağı sağlanmıştır. Öte yandan burjuva partileri, kendi adamlarını yönetim kurullarına atayarak, KİT’lerde kadrolaşarak, militanları için istihdam yeri olarak kullanarak bu kuruluşları zarara sürüklemişlerdir.
Kısacası KİT’ler, kuruluşundan bu yana, burjuvazi ve onun siyasi partileri tarafından yağmalanmıştır. Adeta bir altın yumurtlayan tavuk gibi kullanılan KİT’ler, büyük sermayeye servet edinme kaynağı olmuştur. Bugün ise; sermaye artık yumurtayla yetinmek istememekte, tavuğu tümden yemek için KİT’lerin özelleştirmesini istemektedir. Çünkü KİT’ler, tekelci burjuvazinin tavuklarının yumurtalarının pazarını daraltmaktadır ve özelleştirilirse; KİT’leri de kendi tavukları arasına katacaktır. Böylece, başkasının ürettiği altın yumurtadan pay almak yerine tavuğa sahip olarak yumurtayı da tümüyle kendi mülkü haline getirecektir. Bütün, “devlete yük olma”, “halktan alınan vergilerin KİT’lerin açıklarının kapatılmasında kullanılması”, “ulusal ekonominin zarardan kurtarılması” iddiaları arkasındaki somut gerçek, tekelci burjuvazinin çıkarlarıdır.
Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında, özelleştirmeye ilişkin çıkan yazılarda da ayrıntılarına değinildiği gibi; KİT’lerin zarar etmesinin arkasında, bu işletmelerin mülkiyetinin kamuda olması değil, devlet, hükümetler ve burjuva partilerin bu işletmeleri arpalık olarak kullanması ve özel sermaye tarafından yağmalanması yatmaktadır. Yani KİT’lerin zarar etmesinden yakınanlar, onları satmak isteyenler, bizzat KİT’leri zarara sürükleyenlerdir. Bu açık gerçek de gösteriyor ki; özelleştirmede amaç ulusal ekonomiye katkı, KİT’leri daha rantabl çalıştırmak değil, tekelci sermayeye daha büyük çıkarlar sağlamaktır.
Devletin, hükümetin, çeşitli burjuva partilerin, her türden yolu kullanarak büyük burjuvazinin karına kar katmak varlık nedenleridir. Dahası bunlar; ekonomik, siyasi, toplumsal düzenin korunup kollanmasının başlıca araçlarıdır. Bu çerçeveden yaklaşıldığında; KİT’ler için söylenen “arpalık olarak kullanılma”, “siyasi çıkarlara göre istihdam”, “yolsuzluklar”, vb. burjuva devletin tüm faaliyet alanlarında da geçerlidir. İç ve dış güvenlikten adalet dağıtımına, sağlık ve eğitimden basın yayına, kültür-sanattan ahlaka, ticarete her alanda adam kayırma, yolsuzluk, rüşvet, kişiye, sınıflara, farklı ulus ve milliyetlere farklı davranma burjuva toplum düzeninin doğasında vardır. Yani KİT’lerde olup bilenler asla bir istisna değildir; tersine varolan düzenin yasa ve yasasızlığının KİT’lere yansımasıdır. Bu yüzden de, KİT’lerde olup bitenden rahatsız olduğunu iddia edenler eğer gerçekten samimi ve tutarlılarsa; sadece KİT’lerde, tüm ekonomide, siyasette, toplumsal yaşamın her alanında yolsuzlukları, üçkâğıtçılığı, savurganlığı, adam kayırmayı vb. kaldırmayı, tek sözle kapitalizme, kapitalist düzene karşı mücadeleyi de benimsemek zorundadırlar. Aksi halde, sadece KİT’lerde, körlerin bile gördüğü gerçeklerden kalkarak, uluslararası emperyalizmin dünya ölçüsünde yürüttüğü özelleştirme propagandasına katkıda bulunmak ne ilericiliktir, ne de bir zekâ belirtisidir. Nitekim Türkiye’deki özelleştirme faaliyetinde de açıkça görüldüğü gibi, özelleştirilen kuruluşlar zarar eden değil kar eden kuruluşlardır. Hali hazırda özelleştirmek için yapılan hazırlıklar da, bu kuruluşların karlı hale getirildikten sonra satılması biçimindedir. Ve bu durumda da, özelleştirmenin en ikna edici nedeni olarak öne sürülen, “Bu kuruluşlar zarar ettiği için satılacaktır.” iddiası tümüyle havada kalmaktadır. Fransızlara satılan 5 Çimento fabrikası Türkiye’nin en karlı kuruluşlarıydı. Örneğin PTT’de özelleştirmede ön sıraya alınan telefon bölümü, PTT’nin kar eden tek bölümüdür. Sağlık ve eğitim alanı özel sektör için tatlı kar kaynağı olduğu için bu alanda özel sektör teşvik edilmekte, sağlık ve sigorta hizmetleri özele devredilmeye çalışılmaktadır.
Son 15 yıldır özelleştirme propagandasının ve uygulamasının başını çeken İngiltere, ABD, Fransa ve İsveç gibi ülkelerde, özelleştirmenin, kapitalizmin bunalımının emekçilerin üstüne yıkılmasının en geçerli yöntemlerinden biri olduğu anlaşılmış olup, özelleştirmelere karşı gelişen toplumsal tepki özelleştirme programlarını sekteye uğratmaya başlamıştır. Buna karşın IMF, Dünya Bankası ve öteki emperyalist finans çevrelerinin desteğini de arkasına alan Türk tekelci burjuvazisi ve hükümeti, kamu kurumlarını neredeyse üste para vererek özelleştirecek kadar gayretli bir özelleştirme kampanyası yürütmektedir. Bu kampanya, sadece emekçiler üstünde değil, özelleştirmeye karşı çıkan kimi eskiden ‘aşırı’ devletçi görüşlere sahip reformcu çevreler ve ilerici, devrimci-demokrat kesimler üstünde de bir baskı yaratarak, onların yalpalamasına yol açmaktadır. Bu baskının bir sonucu olarak bu çevreler, özelleştirmelere cepheden karşı çıkmak yerine, “Özelleştirmeye hayır, özerkleştirmeye evet!” sloganını öne sürerek zevahiri kurtarmaya çalışmaktadırlar.

ÖZELLEŞTİRME Mİ, ÖZERKLEŞİRME Mİ TARTIŞMASI?
Türkiye’de özelleştirmenin başını MESS çekti. Sonra TİSK, TOBB bu kampanyaya katıldı.
ANAP, özelleştirmenin siyasi partiler alanında militan savunuculuğunu üstlendi, giderek öteki burjuva partileri de kervana katıldı.
SHP, koalisyon hükümetine katılıncaya kadar, özelleştirmeye karşı çıktı; işçi ve emekçilerden özelleştirmeye karşı çıkarak oy topladı. Ama işverenlerle yapılan toplantılarda da özelleştirmeye karşı olmadığının sinyallerini veriyordu; bu tutumu koalisyon hükümeti programında özerkleştirme olarak yansıdı. DYP de bu konuda çok farklı bir çizgide değildi. Çünkü ANAP hükümeti bütün çabasına karşın özelleştirmede ciddi bir adım atamamıştı. ANAP KİT’leri, özel sermayenin ilgisini çekecek kadar rehabilite edememiş, yok pahasına özelleştirdiği TUSAŞ gibi kuruluşların satışı da mahkemelerden geri dönmüştü. Bu yüzden de DYP, iki aşamalı bir özelleştirme yöntemi benimsemişti. Birinci adım, özerkleştirmeydi. Bu adımda KİT yönetimi hükümetten alınıp profesyonel yöneticilere verilecek, bu yöneticiler her tür “siyasi kaygıdan uzak” olarak KİT’i kara geçirecek, sonra da kuruluş satılacaktı. Bu amaçla oluşturulan Kamu İdaresi Özerkleştirme ve Özelleştirme Kurumu olağanüstü yetkilerle donatıldı.
Hükümet özerkleştirmeyi niçin yaptığını çok iyi biliyordu. Bu yüzden de SHP’nin özelleştirmeci değil özerkleştirmeci görünerek zevahiri kurtarması dışında özerkleştirmenin bir anamı yoktu. Ve özelleştirmenin her derde deva olacağı propagandası aralıksız sürdürüldü. Kapitalist çevreler, onların iletişim organlarında köşe tutmuş sözcüleri, hükümeti özelleştirmeyi yavaş yapmakla suçlayarak baskı altında tutmayı sürdürdüler. Ama bu hükümet tarafından da kullanılan özerkleştirme kavramı, burjuvaziden gelen baskılarla bunalan ve bir çıkış yolu arayan eski devrimci-demokrat çevreler ve açıkça özelleştirmeyi savunmaya cesaret edemeyen sendikacı çevrelerinde de rağbet gördü. Tansu Çiller’in açıkça; “Önce özerkleştirip sonra özelleştireceğiz!” demesine karşın bu çevreler, özerkleştirmeyi özelleştirmenin bir alternatifi olarak benimseyip savunmaya koyuldular. Özellikle eski Devrimci Yol (DY) çevresi, geçmişteki bu türden reformcu görüşlerinin nişanesi olarak her yerde gündemde tuttuğu “Üreten biziz yöneten de biz olacağız” sloganına uygun bir zemin teşkil edeceğini düşündüğü özerkleştirmeyi teorileştirmeye yöneldi.
Özerkleştirme kavramı, ikinci enternasyonalcilerin ve Titocuların geliştirdiği bir kavram ve uygulama. Yugoslavya deneyinde, ‘özyönetim’ olarak adlandırılan bu uygulama işletme mülkiyetinin çalışanlara devredildiği, dolayısıyla da işletme yönetiminin çalışanlarda olduğu bir özel kapitalizmdir. Yani işletmenin mülkiyeti kamu mülkiyeti değildir. Bunun özel kapitalist mülkiyetten farkı her çalışanın ortak olduğu “kolektif kapitalist” bir mülkiyet olmasıdır. Bu kolektif kapitalist mülkiyet biçimi Titocular tarafından hem gerçek kolektif mülkiyet olan kamu mülkiyetine dayanan sosyalizme, hem de klasik kapitalist işetmeye karşı bir alternatif olarak sunulmuştur. Ve Yugoslavya’nın özel koşullarında uygulanmıştır.
Açıkça anlaşılacağı gibi, Yugoslav özyönetiminde üretim, her işletmedeki işçilerin en azından öteki işletmelerdeki işçilerle, her işletmenin diğer işletmelerle rekabetine dayanır. Öte yandan bu sistemde işçi, işçi olmaktan çıkmış mülk sahibi olmuştur. Dolayısıyla da, bu sistemin adı Yugoslav sosyalizmi olarak bilinmesine karşın, gerçekte bu bir Yugoslav kapitalizmiydi. Çünkü sistemin temelinde kolektivizm değil parçalanmış da olsa mülk sahipliği vardı. Ve her türden burjuva, küçük burjuva sosyalizm anlayışlarıyla modern sosyalizmi, Marksist sosyalizmi ayıran temel fark da burada, mülkiyetin çalışanlarda mı yoksa kamuda mı olacağı idi. Marksist sosyalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin kamuda olmasını savunarak, kooperatifçi, küçük burjuva sosyalizminden ayrılıyordu. Günümüz özerkleştirmecileri içinde en ileri olanlar, işte bu Titocu sosyalizm anlayışından feyiz alıyorlar; ama Titocular kadar bile gerçekçi olamadıklarından onu, Tito ve Titocular gibi kendi özel koşullarında değil de, bugün özelciliğin özellikle öne çıkarıldığı koşullarda uygulayacaklarını sanıyorlar.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde, kapitalizmi yıkmadan da, işçilerin işletmeleri denetleyip yönettiklerinin örnekleri vardır, ama bu çok özel koşullarda olanaklı olmuştur. Özellikle işçilerin kapitalist işletmeleri denetimi, kapitalist devletle yapılan bir pazarlık sonucu olarak değil, işçilerin işletmeleri işgal ederek kendi güçleriyle uyguladıkları bir fiili durum olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de işletme yönetimlerinin işçilere devri talebi, kapitalistlerin bu işletmeleri işletmekte acze düştüğü, işletme otoritesini yitirdiği, ya da işletme sahibi olmayı topluma karşı kullandığı kriz dönemlerinde öne sürülen bir talep olmuştur. Üstelik burada, özel ya da kamu sektörü ayırımı yapılmamış, tersine daha çok özel işletmeler bu talebin hedefi olmuşlardır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinden bazı örnekler vermek konunun anlaşılması bakımından yararlı olacaktır.
İlk örneğimiz Rus devriminden: 1917 Şubat Devrimi sonrasında; işçi sınıfı işçi Sovyetleri aracılığı ile siyasal iktidara ortaktır. Burjuvazi mülkten tecrit edilememiştir, ama işçi sınıfı mücadelesini de kontrol edememektedir. Burjuvazinin ekonomik iktidarını da sınırlamak isteyen Bolşevik Partisi, işletmelerin işçiler tarafından denetlenmesini savunur. Burjuvazinin mülkiyetine dokunulmamaktadır ama kapitalist, işletmenin yönetiminden dışlanmıştır. Taktiğin amacı, burjuvazinin ekonomik egemenliğini sınırlamaktır. Ancak, bu talebin öne sürüldüğü 1917 Nisan’ından kısa bir süre sonra, Temmuz’da burjuvazi, işçi sınıfı ve Bolşevik Partisi’ne karşı saldırıya geçtiğinde artık bu taktik gereksiz hale gelir. İşletmelerde işçi denetiminin yerini “Bütün iktidar Sovyetlere!” sloganı alır. Çünkü burjuvazi ve gericilik saldırarak, işçi sınıfı ile iktidarı bölüşmek niyetinde olmadığını göstermiştir.
İkinci örneğimiz İtalya’dan: 1920 yılı Ağustos’unda işverenlerin 1920 Martında Torino işçilerinin eylemleriyle başlayıp İtalya’nın belli başlı sanayi merkezlerini kapsayan mücadelesini kırmayı amaçlayan lokavta karşı, Milano’lu işçiler, fabrikaları işgal ederek yanıt verdiler. Ve yaklaşık iki ay süreyle fabrikalar işçilerin denetimi altında üretime devam etti. Sonunda burjuvazi, Roma ve İtalya’nın değişik bölgelerinden getirdiği asker ve polislerle Milano’yu yeniden zapt etmek zorunda kaldı.
Milano’da, fabrikaların işçi denetimine girmesi, o günlerde İtalya’da sürmekte olan sınıf mücadelesinin boyutlarıyla doğrudan ilgilidir. O yıllarda işçi sınıfı Üçüncü Enternasyonal’e bağlı İtalyan Komünist Partisi tarafından yönetilmektedir. Burjuvazi ise; giderek daha çok Mussolini’nin faşist partisine yaklaşmakta, yükselen işçi sınıfı mücadelesine karşı her vesile ile politik bir tavır almaktadır. Her işçi talebine karşı birleşmiş kapitalistler lokavtla yanıt vermektedir. Öte yandan köylüler de eylem içindedir ve işçi sınıfı mücadelesiyle paralel bir yükseliş içindedir köylülerin toprak işgalleri. Bu koşullarda 1920 Martı’nda Torino’da başlayan işçi eylemleri, yaz aylarında bütün İtalya’ya yayılmıştı. Grevler, genel grevler birbirini izledi. Burjuvazi ise, bu eylemleri lokavtla, işçi çıkarma ve polisiye önlemlerle yanıtladı. Bu koşullarda, Milano işçilerinin fabrikaları işgal ederek üretime devam etmesi, bütün İtalya’yı kapsayan işçi eyleminin zirvesi olarak ortaya çıktı.
Üçüncü örneğimiz, Fransa’daki Halk Cephesi Hükümeti dönemiyle ilgili: Fransa’daki faşist yükselişe karşı, Komintern’in taktiğine uygun olarak, FKP faşizme karşı olan öteki partilerle, 1936 seçimlerine “Halk Cephesi” olarak katılır. Ve seçimlerden sonra Halk Cephesi hükümetine Komünist Partisi de ortak olur. Dolayısıyla işçi sınıfı zayıf bir biçimde de olsa iktidar ortağı olur. Fransız burjuvazisinin Hitler’cilerle işbirliği içindeki kesimleri üretimi engellemek için işletmelerde mülk sahibi olmaktan yararlanırlar. Bu koşullarda işçiler, fabrikaları işgal ederek, fabrika yönetimlerine el koyarlar. Üretimin planlanmasından istihdama kadar her şey işçiler tarafından düzenlenir. Fransız Burjuvazisinin Hitler’le işbirliği ve Frankocular’a yardımı engellenir. Üretim, halkın ve demokratik Fransa’nın ihtiyaçlarına göre düzenlenmeye çalışılır. Faşistlerin üretimi ve fabrikaları sabote etme girişimleri işçiler tarafından boşa çıkarılır. Faşizme karşı olan işletme sahipleri yönetimlerden uzaklaştıramaz ama faşizme karşı kapitalistler işçilerin denetimi altında fabrikalarını çalıştırırlar. Benzer biçimde, işçilerin işletmeleri denetlemeleri 2. Dünya savaşı sonrasında, 1945-1947 Fransa’sında da oldukça yaygın bir biçimde görülür.
Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz üç örnekten de görüldüğü gibi; işçi sınıfının mücadele tarihinde, kapitalizm koşullarında işletmelerin yönetiminde etkili olmalarının bazı ortak özellikleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz;
1) İşçi denetimi sırasında işçiler mülkiyete sahip olmamakta, ancak üretimden istihdama işletmeyi ilgilendiren tüm konularda karar alıp uygulamaya sokmaktadırlar.
2) İşletmelerde işçi denetimi, olağan koşullarda değil, kapitalizmin krizinin derinleştiği, bir başka söyleyişle kapitalistlerin üretimi örgütlemek ve denetlemekte yetersiz kaldığı, ya da üretim araçlarına sahip olmayı tüm toplum aleyhine kullanmaya yöneldiği (örneğin sık sık lokavta başvurmak, faşist güçlerin politikasına destek vermek için işletmeleri kullanmak gibi) koşullarda başvurulan bir mücadele biçimidir.
3) İşletmelerde işçi denetimi ile özerkleştirmenin hiç bir ilgisi yoktur. Özerkleştirme, Titocu ‘özyönetim’den, hükümetin uygulamaya sokmaya çalıştığı gibi, işletmelerin hükümetin denetiminden çıkarılıp profesyonel yöneticilerin denetimine verilmesi vb. değişik biçimlerde olabiliyor. Hatta bazı koşullarda, özerk işletmelerde sendikalara da yönetimde yer verildiği olmaktadır. Ama burada belirleyici olan profesyonel yöneticilerdir. Elbette bu uygulamaların işletmelerin işçi denetiminde olmasıyla hiç bir ilgisi yoktur.
Demek ki; işletmelerde işçi denetimi; bugün, “Üreten biziz yöneten biz olacağız.”‘sloganının savunucularının sandığı gibi boş bir laf olarak, her zaman öne sürülen bir slogan değildir. Tersine çok özel koşullarda, kapitalistlerin işletmeleri yönetemez hale geldikleri, başka bir söyleyişle işçi mücadelesinin işletme yönetimlerini devralacak kadar yüksek bir düzeye ulaştığı koşullarda öne sürülecek bir eylem sloganıdır. Kaldı ki; bu sloganın savunucuları, işçilerin fabrika yönetimine katılmalarını, bugün çağdaş sendikacılık savunucularında, ya da Japon sendikacılık yanlılarında olduğu gibi, işçilerin kapitalist işletmelerde, patronlarla birlikte yer alması yoluyla üretim ve yönetme deneyimi sahibi olmasını savunmaktadırlar. Daha doğrusu onlar için işçilerin yönetime katılması, sınıf hareketinin devrime doğru bir atılım için işletme yönetimlerinin basamak olarak kullanılması değil, tersine burjuvaziyle uzlaşma içinde varılan, işçinin kapitalizme yabancılaşmasını törpülemeyi amaçlayan reformcu bir yaklaşımdır.
Bütün bu söylenenlerden şu sonuç çıkar: Her şeyden önce özelleştirmenin alternatifi özerkleştirme değildir. Özerkleştirme, uygulama tarzı nasıl olursa olsun, işletmelerin kapitalistler tarafından yönetiminin bir biçimidir. Hükümetin öne sürdüğü ve sendika çevreleri ile kimi ilerici çevrelerin savunduğu özerkleştirme ise; özelleştirmeye “yumuşak” geçiş sağlayan bir araçtan başka bir şey değildir Bu durumda özerkleştirmeyi, özelleştirmenin alternatifi olduğunu savunmak, özelleştirmeyi savunanlara destek vermek anlamına gelir.
Özelleştirmenin, iki seçeneği olabilir. Koşullara göre devletleştirme ya da işletmelerde işçi denetimi savunulabilir. Kuşkusuz ki; devletçilik ve özelcilik her ikisi de kapitalizmdir ve kapitalist işletmeler, kapitalizmin bunalımının derinleşmesinin derecesine göre bir noktadan sonra tıkanırlar. Bunalımlardan kurtulmanın, kapitalist bunalımın üretici güçleri tahrip etmesinin engellenmesinin tek yolu kapitalizme son vermektir, sosyalizmdir. Ama koşullar henüz kapitalizmi tümden ortadan kaldıracak kadar olgunlaşmamışsa, proletarya batan özel kapitalist işletmelerin devletleştirilmesini ya da sınıf hareketinin boyutlarına göre, kapitalist işletmelerin işçi denetimine alınmasını talep edebilir.
Bugün gündemde olan devlet politikası devletleştirme değil özelleştirmedir. Bu yüzden de, sorun kamu mülkiyetinde olan işletmelerin özelleştirilmesi ve özerkleştirilmesine karşı çıkmak, işletmelerin kamu mülkiyetinde kalmasını savunmaktır. Elbette KİT’lerin hükümet ve burjuva partilerin arpalığı olmasına, işçi haklarının gasp edilmesine karşı mücadele edilmelidir. Ama bugünkü yönetimiyle KİT’lerin işçi ve emekçilerin çıkarlarına uygun işleyen, ülkenin emperyalist denetimden çıkmasının dayanakları olan kurumlar olması beklenemez. KİT’lerin böyle bir rol oynayabilmesi ancak bu kuruluşların işçi denetimine girmesiyle olanaklıdır.
Ama bugün bu sloganın atılmasının koşullan henüz yoktur. Ancak, kimi sendikalarda ve işçi yığınları arasında KİT’lerin özelleştirilmesine karşı oluşan kıpırdanma genellik kazandığında; hükümet ve burjuvazinin saldırısına karşı işçi tepkisi bir güç olmaya başladığı (bu saldırıyı püskürtecek bir hareketlilik ortaya çıktığı) koşullarda, bu işletmelerin işçi denetimine geçmesi talebi öne sürülebilir, sürülmelidir de.
Bugün, işçi sınıfının ve özelleştirmeden zarar gören emekçilerin ve tüm devrimci, anti-emperyalist güçlerin konuya ilişkin sloganı “Özelleştirmeye ve Özerkleştirmeye Hayır!” olmak zorundadır.

Nisan 1993

Sınıf Mücadelesi Açısından Türkiye’de Sendikal Örgütlenme

Marx, KAPİTAL’de, kapitalisti “önemli insan pozunda, sırıtkan, iş bilir”, işçiyi de “sıkılgan, çekingen, kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan bir kimse olarak” tanımlamaktadır (1). Her iki taraf da üretim süreci sonucunda elde edilen değerden en fazlasını elde etmek istemindedir. Her ikisi de haklıdır! Marx “eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler” derken bölüşümün kimden yana yapılacağı sorununun çözüm yolunu da göstermektedir (2). Son sözü kuvvet söyleyecektir, kuvvet hem nicelik hem de niteliktir. Engels, Komünist Parti Manifestosu’nun, 1890 tarihli Almanca baskısına, önsözünde “işçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır”‘derken, kuşkusuz, yalın bir gerçeği dile getirmektedir (3). İşçi sınıfının bu tarihsel misyonu, rolü yerine getirebilmesi için güçlü olması gerekmektedir. Kendi kurtuluşunu sağlayacak araçlar oluşturmak zorundadır. İşte bu araçlardan biri de, en önemlilerinden, sendikal örgütlenmelerdir. İşçi sınıfı içinde devrime öncülük edecek olan sanayi işçilerinin örgütlülüğü bu açıdan çok daha büyük önem göstermektedir. Bir sınıf örgütü olarak sendikalarca burjuvaziye karşı yürütülecek her mücadele siyasal bir boyut da taşıyacaktır. “Her sınıf savaşımı bir siyasal savaşım”sa, sendikal eylemlerde kaçınılmaz olarak siyasal bir yan, özellik taşıyacaktır(4). Tek tek patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadele, kaçınılmaz olarak, onun egemenliğini sürdüren, bu çaba içinde olan, devlete karşı da yürütülmüş bir eylem, mücadele olacaktır, bundan dolayı da bu eylemler, mücadeleler özünde siyasal bir mücadeledir aynı zamanda.
Sosyal ve iktisadi olanı siyasal olandan ayırmak mümkün değil. Her sosyal olay bir siyasal yan da içermektedir. Bu nedenle de işçi sınıfının iktisadi olsun, sosyal olsun her mücadelesi nihai olarak siyasaldır. Marx F.Bolte’ye yazdığı mektupta “…İşçilerin ayrı ayrı iktisadi hareketleri, daima siyasal bir hareket, yani genel bir biçimde, genel toplumsal baskı gücüne sahip bir biçimde çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla bir sınıf hareketi oluşturur” diyordu (5). Aynı mektupta, işçi sınıfının siyasal hareketinin işçi sınıfı için siyasal iktidarın ele geçirilmesi amacını taşıdığını, bunun için de daha önceden belli bir gelişme düzeyine ulaşmış ve kendi iktisadi mücadelesi içinde gelişmiş bir örgüte ihtiyaç vardır diyerek sendikal örgütlenmenin önemine vurguda bulunmaktadır, işçilerin sendikalar aracılığı ile sağlayacakları tavizler, kazanımlar, bunlar için ortaya koydukları mücadele onlara bilinç taşıyacak, bir okul işlevi görecektir. İşçi sınıfı burjuvazi ile girdiği günlük çatışmalar ile daha geniş hareketlere girebilme yeteneğine kavuşacaktır, bu mücadeleler içinde çelikleşeceklerdir.
Türkiye’de de, yukarıda belirtilenler çerçevesinde, işçi sınıfının sosyal ve siyasal yaşantıda etkili olabilmesi, sınıf mücadelesinde zaferle çıkabilmesi için sendikal örgütlenmesinin boyutları önem taşımaktadır. Bu yazıda sendikaların nitelikleri, özellikleri üzerinde durulmayacak, sadece işçi sınıfının örgütlenme düzeyi, kimi özellikleri ile ortaya konmaya çalışılacaktır. Amaç, işçi sınıfının örgütlülük düzeyini göstermektir.
İşçi sınıfının mücadelesini hızlandıran, yoğunlaştıran etkenler daha çok iktisadi ve sosyal boyut taşısa da, bu mücadelenin başarısı işçilerin nicelik ve niteliklerinin yanı sıra örgütlülüğü ile de yakından ilgilidir. İşçi sınıfı sanayileşmenin bir ürünü olduğundan, sanayileşmenin özelliklerini taşıyacaktır. Küçük üretimin yaygınlığı, sanayinin belirli alanlarda, bölgelerde yoğunlaşması, sektörler ve kesimler bakımından dağılımı işçi sınıfının yapısını belirleyen etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bunlar örgütlenmeye de olumlu olumsuz olarak yansıyacaktır. Türkiye’deki durumu ortaya koymak için eldeki verilerin doğru ve yeterli olduğunu ileri sürmek mümkün görünmemektedir. Ancak, bu veriler bir ipucu vermesi, bir çıkış noktası olması bakımından değerlendirilebilir, hiç yoktan iyi olduğu düşünülerek!
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 1992 yılı için hazırladığı ÇALIŞMA HAYATI İSTATİSTİKLERİ’ni değerlendiren bir incelemeden yararlanarak, işçi sınıfının örgütlenmesinin kimi özelliklerini ortaya koymaya çalışalım(6).
Ocak 1992 itibari ile sendikalaşma kapsamındaki SSK’lı işyeri toplamı 390.450’dir. Bunun büyük bir çoğunluğu, % 87’si, 1-9 işçi çalıştıran küçük işyerlerinden oluşmaktadır, ki bu tip işyerlerinde çalışan işçi ortalaması üçü bile bulmamaktadır. Türkiye’de küçük işyerlerinin bir hayli fazla, yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Sendikalaşma kapsamındaki işçilerin, 3,6 milyon işçinin, dörtte biri bu tip işyerlerinde istihdam edilmektedir. Bu tip işyerlerinin sadece yüzde üçü kamu kesiminde bulunmaktadır. Sendikalaşma açısından durum değerlendirildiğinde ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir. Sendikalaşma düzeyinin oldukça düşük olduğu anlaşılmaktadır; işyerlerinin ve işçilerin sadece % 8,5’i sendikalaşmıştır. Modern çalışma ilişkilerinden çok geleneksel çalışma ilişkilerinin hâkim olduğu bu tip işyerlerinde işçiler oldukça düşük ücretlerle, karın tokluğuna çalışmaktadır, çalışma koşullan oldukça kötüdür. Küçük işyerlerinde çalışan ve işçi sınıfının dörtte birini oluşturan, bu işçilerin mücadele dışında kalması ve örgütlenmemiş olması, işçi sınıfı için bir kan kaybı olarak değerlendirilmeli, üzerinde önemle durulmalıdır. İşçi sınıfının en çok ezilen, sömürülen bu kesimi aynı zamanda mücadeleden ve örgütlenmeden en uzak duran kesimi olarak karşımıza çıkmaktadır!
Ölçek olarak 1-50 işçi çalıştıran işyerlerine bakıldığında, Türkiye’deki işçilerin yaklaşık olarak yarısının bu tip küçük işyerlerinde çalıştığı görülmektedir. Bunun da, yaklaşık, yüzde doksanı özel kesimde toplanmış bulunmaktadır. İşçi sınıfının burjuvazi ile yoğun bir şekilde, karşı karşıya geleceği bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır bu tip işyerleri. Bu tip küçük işyerlerinde çalışan 1.6 milyon işçiden sadece 280-300’ünün örgütlenmiş olması ise sınıf mücadelesinin örgütlü olarak sürdürülmesinde bir handikap olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçi sınıfının çok büyük bir kesimi örgütsüz bulunmaktadır bu kesimde.
50-500 işçi çalıştıran orta büyüklükteki işyerlerinde çalışan işçi sayısı ise 1.2 milyon kadar. Bunun yüzde otuzu kadarı kamu kesiminde istihdam edilmektedir. Bu tip işyerinde çalışanların yaklaşık yüzde yetmişi örgütlenmiş görünmektedir. Sendikalı işçilerin yüzde kırkı kamu kesiminde bulunmaktadır. Kamu kesimi, örgütlenme bakımından, özel kesime göre daha gelişmiş bulunmaktadır. Özel kesimdeki örgütlenme düzeyinin düşüklüğü, bu alanda sendikalaşma çabalarının yoğunlaştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Yaygın olan, mücadele açısından az-çok elverişli olanaklar sunan bu alandaki örgütlenme ve mücadele yaygınlaştıkça sınıf mücadelesi Türkiye’nin tüm coğrafyasına yayılma ve etkileme olanağına da kavuşmuş olacaktır.
500-1000 işçi çalıştıran işyerleri açısından durum değerlendirildiğinde, toplam işçilerin % 8.5’ini bu tip işyerlerinde istihdam edilen işçilerin oluşturduğu görülmektedir. Bu işçilerin de yarısından fazlası kamu kesiminde bulunmaktadır. Bu durum işçi sınıfını doğrudan devletle karşı karşıya getirme özelliğini de içermektedir. Böylece sınıf mücadelesi daha hızlı olarak siyasal bir kimliğe bürünmekte, işçilere devletin “gerçek yüzünü” ortaya koymada önemli fırsatlar sunmaktadır. İstatistikler bu tip işyerinde çalışan işçilerin tamamının sendikalaşmış olduğunu göstermekteyse de bunun gerçeği yansıttığını söylemek oldukça zor. Ama işçilerin önemli bir kesiminin de örgütlenmiş olduğu düşünülebilir.
Bin ve daha fazla işçinin çalıştığı büyük işyerlerinde istihdam edilen işçilerin toplam işçi içindeki payı yaklaşık olarak yüzde ondur. Bunun da yüzde 60’ı kamu kesiminde istihdam edilmektedir. Sendikalaşma oranı bu tip işyerlerinde de oldukça yüksektir.
Türkiye’de işyeri ölçeği büyüdükçe örgütlenme düzeyinde de bir yükseliş olmaktadır. Türkiye’de örgütlenme kapsamı içinde olan işçilerin yaklaşık beşte biri, 500 ve daha fazla işçi çalıştıran, büyük işyerlerinde istihdam edilmekte ve bunların örgütlülük düzeyi de oldukça yüksek olarak görülmektedir. Büyük işyerlerinde istihdam edilen işçilerin yarısından fazlasının kamu kesiminde bulunması beraberinde avantajlar ve dezavantajlar getirmektedir. Bir yandan işçi sınıfı devlet ile doğrudan karşı karşıya gelmekte, onun gerçek yüzünü görmekte, hızla siyasallaşıp, çözüm yolunu kendi iktidarında görmeye açık hale gelmekte, öte yandan devletin vereceği tavizlere, bunların derecesine bağlı olarak devlete daha fazla bağlanma, kanatları altına sığınma durumu ile karşı karşıya kalabilmektedir.
İşyerleri açısından görünüm böyledir. Bölgesel açıdan bakıldığında ise ortaya çıkan manzara işçilerin belli bölgelerde yoğunlaşmış olmasıdır.
İstanbul, Kocaeli, Bursa, Sakarya illerinden oluşan Marmara bölgesinde istihdam edilen işçiler genel toplamın % 40’ını oluşturmaktadır. Bu işçilerin de yaklaşık yüzde onu kamu kesiminde bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bölge sınıf mücadelesinin doğrudan devlet ile değil de patronlarla gerçekleşmekte olduğu bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır, belirleyici bir ağırlık taşımaktadır. Ancak, bölgedeki sendikalaşma düzeyinin Türkiye ortalamasının bile çok altında olması üzerinde durulması gereken bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgedeki işçilerin yarısı örgütlenmiş görünmektedir. Sınıf çatışmalarının keskinleşip, serileşerek sürdüğü bu bölgede küçük üreticiliğin yaygın olduğu göze çarpmaktadır. 1-9 işçi çalıştıran işyerlerinde istihdam edilen işçilerin yaklaşık yarısı bu bölgede bulunmaktadır. Türkiye’deki sendikalı işçilerin üçte biri bu bölgede bulunmaktadır. Sınıf mücadelesi açısından oldukça önemli bir duruma ve belirleyici bir konuma sahip olduğu açıktır.
İzmir, Balıkesir, Aydın, Manisa, Muğla, Antalya illerinden oluşan Ege Bölgesi tüm işçilerin % 14,8’ini bünyesinde toplamaktadır. Bu işçilerin yaklaşık beşte biri kamu kesiminde istihdam edilmektedir. Bölgede sendikalaşma oranı bir hayli yüksek görünmektedir. İşçilerin beşte dördü örgütlenmiş bulunmaktadır. Bölgedeki sendikalı işçiler Türkiye’deki toplam sendikalı işçilerin beşte birini oluşturmaktadır.
Ankara, Eskişehir, Konya’dan oluşan İç Anadolu bölgesindeki işçi sayısı tüm işçilerin onda birini oluşturmaktadır. Bu işçilerin de üçte biri kamu kesiminde istihdam edilmektedir. Bölgede kamu kesiminin önemli bir ağırlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bölgede sendikalaşma oranı da Türkiye ortalamasının üstündedir. Sendikalaşma açısından olay değerlendirildiğinde, kamu kesiminde sendikalaşma düzeyinin yüksek, özel kesimde düşük olduğu görülmektedir. Türkiye’deki sendikalı işçilerin yüzde on biri bu bölgede bulunmaktadır. Bölge başkenti içermesi, kamu kesimi işçilerinin yoğun olarak istihdam edildiği alan olması ve örgütlenme düzeyinin yüksekliği bakımından oldukça önemli özellikler göstermektedir.
Adana, Mersin, Hatay, Gaziantep’ten oluşan Akdeniz bölgesindeki işçilerin payı toplamın yaklaşık on birini oluşturmaktadır. İç Anadolu bölgesinden sonra en fazla işçinin kamu kesiminde istihdam edildiği bir bölge olarak karşımıza çıkmaktadır, oransal olarak. Sendikalaşma oranının da Türkiye ortalamasının üzerinde olduğu görülmektedir. Sendikalı işçilerin yüzde onu bu bölgede bulunmaktadır.
Bu dört bölgede istihdam edilen işçiler, Türkiye toplamının yaklaşık dörtte üçünü oluşturmaktadır. Aynı oran sendikalı işçiler bakımından da geçerlidir. Demek ki, sınıf mücadelesi, devrimin dinamikleri açısından belirleyici olarak bu bölgeler karşımıza çıkmaktadır. Üzerinde yoğunlaşılması gereken alanlar olarak önümüzde durmaktadır.
Sektörler açısından durum değerlendirildiğinde, işçilerin % 3,3’ünün tarım kesiminde, % 30’unun hizmetler sektöründe, % 66.7’si de sanayi sektöründe istihdam edilmektedir. Yapısal olarak bakıldığında işçi sınıfında hizmetler sektöründe çalışanların payında önemli bir artış olduğu görülmektedir. Hizmetler sektöründeki işçilerin yaklaşık yarısı sendikalaşmış bulunmaktadır. Sanayi sektöründeki örgütlenme oranı ise % 63,8’dir. Tarım sektöründeki işçilerin ise onda dokuzu sendikalaşmış görülmektedir istatistiklere göre. Türkiye’deki sendikalı işçilerin yüzde beşini tarım sektörü, dörtle birini hizmetler sektörü, yüzde yetmişini de sanayi sektörü meydana getirmektedir. Hizmet sektörünün örgütlülük bakımından küçümsenemeyecek bir düzeyde olduğu, bu açıdan örgütlü mücadelede önemli işlevler yerine getirebileceği anlaşılmaktadır.
Kesimler açısından değerlendirildiğinde, işçilerin yaklaşık dörtte birinin kamu kesiminde toplandığı görülmektedir. Bu kesimdeki işçilerin büyük çoğunluğu örgütlenmiş görünmektedir. Özel kesimdeki işçilerin ise yarısı bile örgütlenmemiş bulunmaktadır. Türkiye’deki sendikalı işçilerin % 45’i kamu kesiminde geri kalanı da özel kesimde bulunmaktadır. Türkiye genelinde, tüm işyerlerinin yaklaşık onda birinde örgütlenmenin gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. Kamu kesimi işyerlerinde örgütlenme oranı ise yüzde yetmiş civarındadır.
Türkiye’nin batısı sınıf mücadelesi açısından böyle bir görünüm arz etmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin verildiği coğrafyada durum nasıldır?
Bugün T. Kürdistanı’nda sürdürülen mücadelenin işçi sınıfı ile bağ kurduğunu söylemek zor görünmektedir. T. Kürdistanı’ndaki işçi sınıfı ile ulusal mücadeleyi sürdürenler bütünleşip, içice geçmiş olmaktan uzak görünmektedirler. Bölgedeki işçi sınıfı hem sınıf mücadelesinden, eylemlilik bakımından, hem de ulusal mücadeleden habersiz gibidir!
Türkiye’deki işçilerin yüzde sekizi bu bölgede bulunmaktadır. Bölgede sendikalaşma düzeyi Türkiye ortalamasının üzerindedir. İşçilerin yaklaşık beşte dördü örgütlenmiş görünmektedir. Hem özel, hem de kamu kesiminde sendikalaşma düzeyinin yüksek olduğu görülmektedir. Bölgedeki işçilerin yarısından fazlası kamu kesimi işletmelerinde istihdam edilmektedir. Bu oran Türkiye ortalamasının iki katıdır. Bölgedeki işyeri ölçeği de Türkiye geneline göre büyüktür. 1-9 işçi çalıştıran işyerlerinin payı % 17’dir (7).
Bölge kendi içinde değerlendirildiğinde, ulusal mücadelenin yoğunlaştığı doğu kesiminde sanayileşmenin çok düşük olduğu, işçilerin yaklaşık dörtte üçünün batı bölgesinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bölgede işyeri başına düşen işçi ortalaması, Türkiye ortalamasının üzerindedir. Türkiye genelinde sendikalı işyeri oranı yüzde on civarında iken, bölgede bu oran yüzde on sekizdir. Bölge örgütlülük açısından gelişmiş bir özellik göstermektedir.
Kamu kesiminde çalışan işçilerin önemli bir ağırlık oluşturmaları, sınıf mücadelesi açısından önemli olanaklar sunmaktadır. Ulusal ve sınıfsal baskının yaşandığı bölgede işçi sınıfının daha hızla siyasallaşması beklenirdi. Oysa durum bunu göstermemektedir. Gerek “Bahar eylemler? süresince, gerek daha sonraki zaman diliminde bölge işçilerinin yoğun bir eylemlilik içinde olmadığı gözlemlenmektedir. Marx’ın tanımladığı anlamda sıkılgan, çekingen bir özellik göstermektedir. Ulusallık ile sınıfsallığın içice geçip, birbirini tamamlayıp, geliştirmesi kurtuluş sürecini de hızlandıracaktır.
Türkiye’de kamu kesimi yatırımları nedeniyle devlet işçi sınıfı ile sık sık pazarlık masasına oturmakta, taraflar arasında bir mücadele gerçekleşmektedir. İşçi sınıfı bu süreç içinde devleti daha iyi tanıma olanaklarına kavuşmaktadır. Bu nedenle kamu kesimi örgütlenmesi üzerinde önemle durulması gereken bir olgu olarak karşımıza çıkmakladır. Devlet bu mücadeleyi yumuşatmak için kimi araçlardan yararlanmaktadır. “Sosyal politika” bu araçların oluşturulduğu bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet sosyal politika ile dengesizlikleri, sivrilikleri gidermekten çok yumuşatmaya çalışırken temel amaç sınıf çelişkilerini yumuşatmak, kendi varlığını ve egemenliğini sürdürmektir. Sömürülen bir sınıfın, işçi sınıfının, bilinç düzeyinin düşüklüğü ölçüsünde devletin kanatları altına sığınma çabası içine gireceği bilincinde olan devlet Türkiye’de tüm araçlarla müdahale etmekte, bu müdahaleleri bazen gevşetmekte, bazen sıklaştırmaktadır. İşçi sınıfını mümkün olduğunca siyasal alanın dışında tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bazen baskı, daha çok da güdüm ve denetimi tercih etmektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kimi özgül koşullar da, güdümlü bir işçi sınıfı hareketinin oluşmasına olanak vermiştir, Bunu gerçekleştirebilmek için de devlet zaman zaman sınırlı tavizler vermekten kaçınmamıştır. İşçi sınıfının kurtuluşu, kuşkusuz bu güdümlülükten kurtulmaya bağlı olacaktır.

DİPNOTLAR
1) Karl Marx, Kapital, Birinci cilt, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s. 192.
2) ibid, s. 249.
3) K. Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 1, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 126
4) İbid, s. 141
5) Karl Marx, “To F. Bolte’in New York, 23 November 1871”, Selected Correspondence, s. 270-271
6) Y. Akkaya, “Türkiye’de Sendikalaşma ve Bazı Özellikleri”, İktisat Dergisi, sayı 332, Kasım 1992, s. 53-60.
7) Y. Akkaya, “Sendikacılıkta Yeni Bir Boyut”, Özgür Gündem, 11 Ekim 1992.
Nisan 1993

Tarihten Güncele Kronstadt 1921

-Materyalist tarih anlayışının temelinde, çok sade ve basit bir gerçek vardır: Tarihsel olaylar, hareketler, kendilerini kuşatan toplumsal-maddi koşullardan soyutlanarak incelenemezler. Aksi, yani tarihe salt olgucu bir bakış, konu olan olayları, gerçek anlamda tarihselliğinden soyutlamakta ve böylece olayın üzerine oturduğu maddi-toplumsal örgünün anlaşılmasını imkânsız kılmaktadır.
Tarihselliği sağlayan toplumsal-maddi süreçlerin belirlediği ölçüde “kendine özgülükleri vardır olayların. Böyle olunca, tarih içinde karşılaştığımız birçok “aynı”nın, aslında “ayrı” olabildiğini, “aynı biçimlerin”, “ayrı içerik”lere sahip olabildiğini görebiliyoruz. Örnekler verilebilir. NEP dönemi önlemleri, kapitalizmi yeşertme programı olduğu halde, sosyalist inşanın geçlek bir aracı işlevi (S. Birliği özgülünde) taşıyor. Sosyalist iktidarın, devrimi korumak ve geliştirmek için başvurduğu zorunlu bir araç! Salt olgucu düşünmezsek eğer, devrimci bir araç olmadığı söylenebilir mi? Tıpkı Brest-Litovsk anlaşmasının büyük ödünler pahasına kabullenilmesi gibi,
Örnekler tersinden de çoğaltılabilir. Görünüşte devrimci talepler, sosyalist argümanlarla biçimlendirilmiş politik program ve hareketler, toplumsal-maddi koşulların terazisine vurulduğunda, karşı-devrimci bir içeriğin ifadesi olabiliyorlar. “Sovyet İktidarı” sloganıyla sahnelenmiş, Mart 1921’deki Kronstadt Ayaklanması gibi…
Yine, bir hareketin veya bir eylemin hangi sınıfın hanesine yazılacağı, direkt ona katılan, yükünü çeken kitlenin hangi sınıftan olduğuyla belirlenemez. Bu, işçi sınıfı için özellikle geçerlidir. Burjuva ideolojisinin, tüm “kendiliğinden”liklere nüfuz ettiği, nitelediği burjuva dünyada, işçilerin geliştirdikleri her eylem “işçi eylemi” sayılabilir ama, işçi sınıfının tarihsel eylemi olan sınıfsız dünya savaşımının bir unsuru olmayabilir, bilanço dışı kalabilir. Tıpkı Kronstadt ayaklanmasının emekçilerin tarihsel hanesine yazılamayacağı ve bu ayaklamanın bastırılmasının “işçi sınıfına karşı işçi iktidarı” gibi Bolşevik iktidara karşı çok kullanılmış burjuva argümanına kanıt sayılmasının olanaksız oluşu gibi…

KISACA DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ
İngiliz yazar H.G.Wells, 1920 sonbaharında yaptığı Sovyet Rusya gezisindeki izlenimlerini aktardığı “Gölgelerdeki Rusya” adlı kitabında “Bir İngiliz ya da Amerikalı okurun, Rusya’yı etkileyen yoksulluğu ve perişanlığı göz önüne getirmesine olanak yok” diyordu. Evet, Dünya savaşı ve iç savaştan yeni çıkmış ülkede, 20 milyonluk bir nüfus azalışı gerçekleşmişti. 1920’de ağır sanayi üretimi, 1913’tekinin sekizde biri kadardı. Demir-döküm 200 yıl önceki düzeyine düşmüştü, ulaşım harabeydi. Tarım üretimi eskisinin yarısı düzeyindeydi. En basit ihtiyaç maddelerinde bile kıtlıklar görülüyordu.
İç savaş henüz son bulmuştu fakat, kapitalist dünyanın da desteklediği beyaz generallerin karşı-devrimci direnişinin kesin olarak bittiği söylenemezdi, Gürcistan’ın Karadeniz kıyılarında, Sibirya’da, beyaz birlikler hala vardı. Wrangel’in elinde ordusunun geri kalanı ve Tunus’taki Rus filosunu Fransızların sayesinde kullanabilme olanakları vardı. Sovyet hükümetinin dışarıdaki barış girişimleri, mülksüzleştirilmiş göçmenlerce önlenmeye çalışılıyordu. Bu durumda Bolşevikler, iç savaşın sürebileceği ve temkinli davranmak gerektiği inancındaydılar.

VE AYAKLANMA…
Böylesi bir ulusal ve uluslararası konjoktüre denk düşen Kronstadt olayları, 28 Şubatta Petropavlosk savaş gemisindeki karışıklıklarla başlıyor. 1 Mart’ta, bir bildiriyle taleplerini açıklayan ayaklanmacılar, 2 Mart’ta devlet binalarını ve stratejik noktaları ele geçirerek ayaklanmayı başlattılar. Baltık filosu komiseri Kuzmin ve Kronstadt Sovyet’i Başkanı Vasiliev ve başka sorumlular tutuklanıyor. Yönetim, “Geçici Devrimci Komite”dedir artık. Ve programları Kronstadt’ı, Bolşevik hükümetin ve Sovyet devletinin otoritesi dışına çıkarmak anlamına geliyordu.
Talepler:
-Şimdiki Sovyetler, işçi ve köylülerin iradesini yansıtmıyor.
-Köylü ve zanaatçının kiralık emek, kullanmadan üretim özgürlüğü,
-Kırdan şehirlere ticaret (satmak) için gelenlerin alışveriş özgürlüğü,
-Hükümet komiserlerinin fabrikalardan geri çekilmesi,
-İsçilere maaşlarının kağıt para olarak değil de altın olarak ödenmesi,
-Anarşistler ve sol-sosyalist devrimciler için basın ve ifade özgürlüğü,
-Tutukluların serbest bırakılması,
-Hiçbir Parti, ideolojik propaganda yapma imtiyazına sahip olmamalıdır.
-Köylü öğütleri ve işçi sendikaları için toplantı özgürlüğü,
Başlıca saydığımız taleplerle örülü bu programın dönemin nesnelliği içerisinde ne anlam taşıdığına geçmeden önce, ayaklanmanın nedenleri üzerine yapılmış tartışmalara değinelim.
Özellikle ilk yorumlarda, Bolşevikler arasında, ayaklanmayı doğrudan doğruya kapitalist dünyanın bir kışkırtması, bir komplosu olarak açıklama eğilimi yaygındı.
Kronstadt Ayaklanmasını, ayaklanmadan hemen önce Kronstadt’ta yapılan konferansta, Baltık Filosunun komünist komiseri Kuzmin’in aşırı sert konuşmasının kışkırttığı yolunda açıklamalara da rastlıyoruz. (Lawrence)
Troçki, Şubat ortalarında, Kronstadt’ta henüz bir karışıklığın olmadığı günlerde, Fransız gazetelerinde, Kronstadt’ta bir, ayaklanmanın olacağı haberinin verilmiş olmasının “karşı-devrimci komplo merkezlerinin yurtdışında bulunuyor” oluşunun kanıtı olarak sunuyor.
Kronstadt ayaklanmasının karşı-devrimci mültecilerle organik işbirliği ile hazırlanmış bir komplo olup olmadığı ve bu işbirliğinin rolü üzerine yapılan tartışmalara girmeyeceğiz. Karşılıklı iddialar mevcut. Sadece, önemli olması nedeniyle P. Avrich’in aktardığı ve Colombia Üniversitesi arşivlerinde bulunmuş olan “Rus Ulusal Komitesi” adlı mülteci örgülün arşivinde bulunan “Kronstadt’da bir ayaklanma örgütlendirilmesi üzerine memorandum-1921” başlıklı belgenin okunması gerektiğini söylemekle yetinelim. (P.Avrich. “Kronstadt Trajedisi” Aktaran Pierre Frank “Kronstadt” Ataol Yay.) Bu belge, yazarlarının Kronstadt’daki en azından belirli güçlerle işbirliğini açıklamaya yetiyor. Ama bir bütün olarak ayaklanmanın kendiliğinden başladığı da olasıdır. Önemli olan da bu değil zaten…
Ayaklananların gazetesi olan Kronstadt İzvestia’sında 3 Mart’ta yayınlanan bir bildiri şöyle gerekçelendiriyor ayaklanmayı: “Ülkemiz zor bir durumdan geçiyor Üç yıldan beri açlıktan, soğuktan ve ekonomik karışıklıklardan kırılıyoruz.”
Anarşisi yazar İda Mett, Kronstadt incelemesinde açlığın, sefaletin, haksızlıkların boy verdiğini yazıyor ama bu durumu yaratan nesnel zemini kavrayamıyor ya da kavramak istemiyor. Önemli olan Kronstadt olaylarının toplumsal ve siyasal niteliğini, devrimin gelişimi ve sosyalizmin inşa süreci içerisindeki önemini saptamaktır. Bunun dışındaki yaklaşımlar “barışçı türden duygusal sızlanımlar” olmaktan öteye geçemezler. Bu anlamda, anlatılan hikâyelerden derlenmiş olan Ida Mett’in incelemesinin tarihsel hiç bir değeri yoktur. Sadece “iyiler” ve “kötüler” vardır ve Bolşeviklerin payına tabii ki “kötülük” düşmüştür; hepsi o kadar!
Peki, bahsedilen bu ekonomik yoksunluğun, açlığın, sefaletin nedeni Bolşevikler midir?
Daha önce sözünü ettiğimiz H.G.Wells, Bolşevik değildi, ama bir gözlemciydi. İzlenimlerinden şu sonuca varıyordu:
” Bu perişanlığın ve yıkıntıya uğrayan ekonominin, Bolşevik yönetiminin bir sonucu olduğunu söyleyebilirsiniz! Ben buna inanmıyorum… Bolşevik hükümet, ne bu felaketlerin ne de onların var olmaya devam etmesinin sorumlusudur. Bu çatırdayan ve iflas eden büyük imparatorluğu, altı yıllık nefes tüketici bir savaşın içine sürükleyen komünizm değil, fakat Avrupa emperyalizmiydi. Yine, acı içinde can çekişen bu ülkeye bir seri akınlar düzenleyen, müdahalede bulunan, onu istila emelleri taşıyan ülkedeki ayaklanmaları Körükleyen ve ülkeyi zalim bir abluka altına alan da Komünistler değildi. Kinci Fransız tefecileri, jurnalci İngiliz düzenbazları, bu öldürücü perişanlıktan, herhangi bir Komünistten çok daha fazla sorumludurlar” (Aktaran “Yakın Çağlar Tarihi” Konuk Yay,)
İç dinamiğin belirleyiciliğini Lenin’in yorumlarında görüyoruz. Durumu yaratan kaynağı, sadece dış güçlerin kışkırtması olarak belirlememek gerekiyordu. Nitekim Lenin: “Baş düşmanın, niçin Yudeniç, Kolçak ya da Denikin değil de kendi koşullarımız olduğunu görmek” gerektiğini anlatıyor.
Krizin asıl maddi kaynağı ülkenin yaşadığı olağanüstü ekonomik geriliktir. Üretim, kentleri beslemeyi ve “asgari bir toplumsal örgütlenme” sağlamayı olanaksız kılacak bir kritik durum arz ediyordu.
Savaş komünizmi dönemi, üç yıl boyunca, müsadereye, ürün fazlasına karşılıksız el konulmasına razı olabilen köylülük -ki bu tavrıyla devleti kurtarmak zorunda olmuştur- artık sıkıntılara katlanamamaktadır. Bu üç yıl boyunca kent, köye hemen hiçbir şey vermedi, hep aldı. Bu durum, köylüler arasında Bolşevizm düşmanlığını kışkırtıyordu. İşte Beyazların, Uralların belli bölgelerinde, yarı-köylü, yarı-işçileri kazanabilmesi, anarşist Makhno hareketinin gelişmesi, sosyalist devrimcilerin Tambov’daki hareketi, hepsi de bu nesnel zeminde boy veriyordu.
Burada,” aynı zamanda “1917’nin Kahraman Kronstadt Denizcileri” söylemine de cevap olabilecek bir parantez açalım.
Petersburg’dan uzaklığı 20 mil olan Kranstadt,- 1700’ler Rusya’sının en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. 1893’te Petersburg’a ulaşan kanalın açılmasıyla ticari önemini yitiren kent, siyasi ve stratejik önemini tüm Rus devrimleri boyunca hissettirmiştir. Ülkenin iç bölgelerinde değil de, Baltık Bölgesinde Avrupa’ya yakın bir noktada bulunması ve Petrograd’ın Baltık kıyılarını koruyan kalesi olması, Kronstadt’ın stratejik önemini arttırıyordu.
1905’te kara ve deniz erlerinin Çar’a karşı ayaklandıkları görülüyor. 1917’de Kerensky Hükümetine karşı yürüyen en seçkin, en güvenilir birlikler 1921’de Bolşeviklere karşı ayaklananlarla aynı Kronstadt’lılar mıdır?
Hayır, 1917 Kronstadt’ı ile, 1921 Kronstadt’ı aynı değildir. Nitelik olarak değişik bir kitledir artık. İç savaş süreci, Troçki’nin deyimiyle “Kronstadt ve bütün Baltık filosunda sistematik bir nüfus erimesine yol açtı.” Kronstadt devrimcileri, Ekim günlerinde bile, Petrograd’a, Don’a, Ukrayna’ya, kritik cephelere gönderildiler.
Ayaklanmanın lideri Petricherko’nun bir açıklamasından: “Kronstadt garnizonunun dörtte üçü, bazıları Sovyet deniz kuvvetlerine girmeden önce, güneyde anti-Bolşevik kuvvetlerle birlikte çalışmış olan Ukraynalılardan oluşuyordu.”
Zor yılların yarattığı yılgınlık ve tükeniş ruh hali, devrimci unsurlar arasında ve özellikle küçük burjuvazi içinde anarşizmi besliyor, olayların kaynağını bilen karşı devrimci kapitalist güçler durumu kışkırtmak için elinden geleni yapıyordu.
İşte Kronstadt’daki bu bileşim, geri kitle bilincinin, daha da kolay boy vermesinin ve kışkırtılmasının zeminini oluşturmada önemli bir faktör sayılmalıdır.
“Kötüleşen Durum”, 24 Şubat’ta yapılmış bir konuşma metni. Kronstadt’daki olaylardan hemen önce, Lenin, bu konuşmasında, özellikle ülke kırlarındaki üretim yetersizliğinin ve genel olarak ekonomik durumun kötüye gidişini, kuraklıktan, kulakların direnişine kadar çeşitli nedenleri ayrıntılarıyla sayıyor ve hoşnutsuzluğun genel bir karakter haline geldiğini vurguluyor, bir saptamada bulunuyordu:
“Bu hoşnutsuzluğu temelde kavramak gerekir; eğer bu, Sovyetler aygıtı aracılığıyla süratle yapılmazsa, doğrudan Parti aygıtı aracılığıyla yapılmalıdır.
Olağanüstü bir dönem yaşanmaktadır. Ekonomik yoksunluklardan kaynaklanan hoşnutsuzlukların belirlediği ve karşı-devrimci güçlerce de kışkırtılan kitlelerin geri bilincine teslim olmamak gerekiyor. Sosyalist iktidarın korunması ve bu kritik dönemin atlatılması belirli bir istikrarın sağlanmasını gerektiriyor. Ve hoşnutsuzlukların bilince çıkartılarak kavranması, bu istikrarın sağlanmasında önemli oluyor. Sovyetler bunu gerçekleştirmede başarısızsa, Partinin bu açığı kapatmaya çalışması, bu görevi üstlenmesi reddedilemezdi,

AYAKLANMA PROGRAMININ NESNEL ANLAMI

Daha önce sıraladığımız talepler, dönemin zorluklan ve sınıflar arasındaki siyasal denge ve iktidar mücadelesi hesaba katılmadan derlen, dirilirse, basit birer ekonomik-demokratik talepler olarak görünür.
Oysa savunulan program, esasen, başlıca iki talepte yoğunlaşarak gerçek anlamını buluyordu:
-Sınırlandırılmamış ticaret özgürlüğü;
-Yeni Sovyet iktidarı ya da “Bolşeviksiz Sovyetler!”
“Ticaret Özgürlüğü” Üzerine: Ayaklanmanın küçük burjuva karakteristiğini “sınırlandırılmamış ticaret özgürlüğü” talebi oluşturuyordu. Proletaryanın azınlıkta olduğu, köylü mülkiyetinin yıkım yaşadığı bir ülkede, bu küçük burjuva karşı-devrimi dikkatle incelenmeli ve teorik sonuçlar çıkarılmalıdır. Lenin, “bu küçük burjuva karşı devrim, hiç kuşkusuz ki; birleşmiş Denikin, Yudeniş ve Kolçak’tan çok daha tehlikelidir” diyor. Çünkü “sınırlanmamış ticaret” Beyaz Muhafızlar için bir atlama taşı, burjuvazi içinse, restorasyon yolu ve kesin bir zaferdir.
Kronstadt’ta savunulan “ticaret özgürlüğü”, Lenin’e göre “Proletaryanın, küçük çiftçilerle ilişkilerinde halen çözme(si) gereken zor sorunları ve görevleri bulunduğu anlamına geliyor.” Bu durumda asıl çözüm, sadece Kronstadt ayaklanmasının vb.lerinin bastırılması ile sağlanamayacaktır. Lenin bunu biliyor ve asıl görevin “kitlelerin koşullarını hafifletmek ve proleter önderliğini korumak” olduğunu vurguluyor.
Kronstadt pratiğinden çıkarılan dersler, parti içindeki bir süredir yapılan NEP tartışmalarını da bir anlamda yatıştırdı. “Ticaret özgürlüğü” talebi vardı ve bu soruna Partinin de yönelmesi, bu olağanüstü sıkıntılı koşullarda “özgün” geçici araçlar kullanmayı reddetmemesi gerekiyordu. Bu, zorunluluktu. Kronstadt, biraz da bu zorunluluğun kavranılmasında, Parti içi tartışmaların durulmasında hızlandırıcı bir etki yaptı. Hatta ayaklanmayla eş zamanlı toplanan X. Parti kongresinde, bağımsızlaşan ve kendi iç disiplinine sahip muhalefet gruplarının üyelerinin -M.K. üyesi olsa bile- bu tutumlarına son vermemeleri halindi Partiden ihraç edileceği yolunda bir karar alındı.
Marksist teoride, tartışılmayacak bir teorik doğru vardır; “proletaryanın rolü, küçük tarım üreticilerinin toplumsallaştırılmış kolektif çalışmaya geçişini yönetmektir.”
Ama teorik çerçeveyle, pratik-nesnel zorunluluklar arasında belirli bir mesafenin yaşandığı, teorinin öngörmediği bir pratik zorunluluğun kendini dayattığı bir dönemden bahsediyoruz.
Şöyle diyor Lenin: “… mevcut koşullar, sorunlarımızın çözümünü inanılmaz ölçüde zorlaştırdı. Geniş çaplı üretimin bütün faydalarını göstermeyi başaramadık. Çünkü üretim enkaz halinde ve varlığını güçlükle sürdürüyor.”
Kronstadt değerlendirmelerinde, farklı eğilimleri barındıran Troçkist cepheden, Victor Serge gibilerinin iddia ettiği gibi, NEP’in Kronstadt ayaklanması dönemi yürürlüğe sokulması ve Kronstadt programının taleplerine bir ölçüde cevap verir oluşu, bu hareketin haklılığını ispatlamış olmaz. NEP’le; toprak sahibi köylünün, spekülatörün, kulakların burjuva eğilimlerine bazı ödünler verilmiştir, ama bu, Bolşeviklerin programının, küçük burjuvazinin programıyla özdeş olduğu anlamına gelmez. En önemlisi de, bu ekonomik ödünleri, sosyalist iktidara, karşı-devrimci cephenin asıl amacı olan Politik iktidarı korumak zorunluluğu dayatmıştır.
“Her şeye katlanmak gerek, buna da katlanacağız; herhangi bir özgürlük ya da herhangi bir demokrasi sözü vermiyoruz.” diyordu Lenin ve köylülüğün önünde, burjuvazinin ya da Bolşeviklerin yönetimi arasında tercih yapma sorunu olduğunu, eğer bu tercih Bolşevikler yönünde kullanılırsa, “yönetimi elde tutmanın sınırları içinde mümkün olan her tavizde bulunuruz ve onları sosyalizme götürürüz” diye devam ediyor, ekliyordu; “Bizim bakış açımız şöyledir: İçinde bulunduğumuz dönemde, esasta, birleşik düşmanlarımızdan daha zayıf olduğumuz için ve ekonomik zeminimiz çok zayıf olduğu ve güçlü bir zemine ihtiyaç duyduğumuz için, büyük tavizler ve azami dikkat!” (Rus Kom. Partisinin Taktiği Üzerine-5 Temmuz)

“BOLŞEVİKSİZ SOVYETLER!” ÜZERİNE
Ayaklanmanın asıl karşı-devrimci niteliği, içerdiği politik iktidar hedefiyle, “Bolşeviksiz Sovyetler!” sloganında yoğunlaşıyordu.
İsyancıların gazetesi olan “Kronstadt İzvestia”sı, 14 Mart’ta şöyle yazıyordu: “Serbest ticaret değil, gerçek Sovyet İktidarı!” Asıl olan buydu. NEP’in sınırlandırılmış ticareti ile sorun çözülemezdi. Eğer soyut sloganlarla değil de gerçek toplumsal özlerle ilgiliysek, “gerçek Sovyet iktidarı” ile kastedilenin, “Bolşeviksiz Sovyetler” yani Sovyetleri Bolşeviklerin yönetiminden koparmak, onları tahrip etmek ve işlevsiz kılmak olduğu açıktır.
Deneyim vardı; Rus Sovyetlerinin, Menşevikler ve sosyalist devrimcilerin yönetiminde nasıl işlevsiz kaldıkları deneyimi, “komünistsiz Sovyetlerin proletarya diktatörlüğünden, kapitalist restorasyona geçişte, sadece bir ara-süreç anlamı taşıyacağını kanıtlıyordu.
Ayaklanmanın, karşı-devrimci rejim düşmanlarıyla bir organik ilişkisinin olmadığı varsayılsa bile, niyetlerden bağımsız bir nesnellik söz konusudur. Ülke içinde ve dışındaki Bolşevik düşmanlarının ortak heyecan ve tepkileri, yine hep bir elden Kronstadt isyancılarına desteğe dönüşmüştür kısa sürede. Önemli olan, kendilerinin başaramadığı, sosyalist iktidarın devrilmesiydi. Nasıl ki Bolşevik hükümetin NEP programı karşısında -kapitalizmi belirli ölçülerde yeşertme aracı güttüğünden dolayı- pek sevinemedilerse, Kronstadt denizcilerinin görünüşte devrimci “gerçek Sovyet İktidarı” sloganı karşısında da üzülmediler, sahiplenmekte tereddüt etmediler, Zira, Bolşeviklerin tasfiyesinden sonra işler kolaydı; Kronstadtlıların iyi niyetleri (!) halledilemez bir şey değildi!
“Bolşeviksiz Sovyetler” Sovyet iktidarının tüm düşmanlarını -Kadetlerden Menşeviklere kadar-bir araya getiren karşı devrimci bir cephe sloganıydı adeta. Varolan ekonomik yoksunlukların kışkırttığı geri kitle bilincine hitap eden bu tepkileri, Bolşevik düşmanlığıyla yoğurup, karşı-devrimci hareketin önemli bir unsuru haline getirme amacının üstü örtülü formülüydü; “Bütün İktidar Sovyetlere!” ama “Bolşeviksiz Sovyetler”e.
Kronstadt olayları, her türden karşı-devrimciliğin, proletarya diktatörlüğünün yıkılması adına, politik esnekliğinin sınırlarının bizzat “Sovyet rejiminin sloganlarını kullanmayı kabule dahi hazır olmaya” kadar genişletilebildiğini göstermiştir. Şubat 1917 sonrasındaki ikili iktidarın “Sovyetler” ayağının tasfiyesiyle ilgilenen karşı-devrim, Kronstadt’la birlikte “Sovyetler” argümanına sahip çıkmakta bir sakınca görmüyordu.
Lenin şunları söylüyordu: “… genel olarak burjuva karşı-devrimcileri sözüm ona Sovyet iktidarı adına Rusya’daki Sovyet hükümetine karşı ayaklanma çağrısı içeren sloganlara başvurdular.” (Parti Birliği Üzerine,-5 Mart 1921)
Burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcisi olan Kadet Miliyukov’un değerlendirmeleri, burjuvazinin sınıf bilinçli tutumunun bilinçli örneği olması açısından söz edilmeye değerdir.
Sosyalist Devrimci Chernov’un, Kronstadt isyancılarına salık verdiği “Kurucu Meclis” önerisine karşı Miliyukov, acele edilmemesi gerektiğini, Bolşeviksiz bir Sovyetler iktidarının da desteklenebileceğini ve mevcut duruma göre asıl bunun savunulması ve desteklenmesi gerektiğini vurguluyordu.
“Poslednie Novosti” isimli gazetesinde, 11 Mart 1921’de şöyle yazıyordu Miliyukov: ” ‘Kahrolsun Bolşevikler! Yaşasın Sovyetler…’ sloganı, büyük olasılıkla, iktidarın Bolşeviklerden Sovyetlerde çoğunluğu kazanacak olan ılımlı sosyalistlere geçeceğini gösterir. Ilımlı sosyalistleri, Bolşeviklerle aynı doğrultuda değerlendiren pek çok insan vardır elbette. Bu bakış açısını paylaşmayışımız bir yana, bizim Kronstadt’ın sloganını protesto etmemek için başka nedenlerimiz de vardır. … İktidara sağın ya da solun yerleşmesini bir kenara bırakırsak, elbette geçici olacak olan bu onayın (yeni iktidarın onayının) ancak Sovyet tipi kurumlar aracılığıyla gerçekleşebileceği bizim gözümüzde çok açıktır. Geçiş ancak bu yolla sancısız biçimde gerçekleşebilir ve bir bütün olarak ülke tarafından kabul edilebilir.”
Burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sahiplendiği “Bolşeviksiz Sovyetler İktidarı”nın, nasıl bir işçi iktidarı olacağı açık değil midir artık? Bu tavrı Lenin, Miliyukov’un şahsında, büyük burjuvazinin “olayların sınıfsal özünün ve siyasal güçler dengesini, küçük burjuvazinin liderleri Chenov ve Martov’lardan daha açık biçimde görüp anlaması” olarak değerlendiriyor. “Çünkü burjuvazi, kapitalist rejim koşullarında… demokratik cumhuriyet altında da kaçınılmaz olarak egemenliğini sürdürür.”
Miliyakov’un, Chermov’un “Kurucu Meclis”i karşısında “Sovyet iktidarı”nı savunması paradoks değildir. Siyasal dengeleri gözeten bir siyasal taktiktir. Sınıf mücadelesinin pratiği içerisinde öğrenilmiş “pratik diyalektik” bunu dayatmıştır, Şimdiki görev, Bolşeviklere karşı savaşmaktır. Tarihsellik kazanabilecek işçi iktidarına karşı savaş, bu olağanüstü dönem, Bolşeviklere karşı savaş olarak yoğunlaşmıştır. Kadetler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler, Anarşistler, hepsini karşı devrimci bir koalisyona mahkûm ve muhtaç eden bu gerçekliktir.
Aslında ayrıntılı olarak üzerinde durulması gereken ve yine o güne kadar teoride ayrıntılı olarak öngörülmemiş, pratiğin dayattığı bir durumla karşı karşıyayız. Sovyet-Parti ilişkisinin o günkü durumundan bahsediyoruz. Kısaca değinmeye çalışalım.
Sovyet düzeni üzerine söylenenler “Bolşeviksiz Sovyetler” sloganında ifadesini buluyordu. Bu ise, dönemin olağanüstülüğünde -daha sonralarının ünlü muhalifi, “Stalin’in parti diktatörlüğünün” düşmanı Zinovyev’in deyimiyle, zaman zaman parti diktatörlüğüne yoğunlaşan- proletarya diktatörlüğünün sonuydu. Evet, Zinovyev, Sovyet iktidarının, Partinin diktatörlüğü olmadan, değil üç yıl, üç hafta bile dayanamayacağını belirtiyor ve “sınıf bilincine sahip her işçinin proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfının öncüsü olan Komünist Parti’nin diktatörlüğü dışındaki bir biçimde gerçekleştirilemeyeceğini bilmesi gerektiğini” söylüyordu. Ona göre, Parti’nin Sovyet organları ve sendikalar üzerindeki kontrolü proletaryanın çıkarlarını gerçekleştirmesinin tek güvenceciydi Mevcut durum, Sovyetler acısından, Lenin’in “Devlet ve İhtilal”de öngördüğü, bürokrasinin gereksizleştiği bir “doğrudan sınıf yönetiminin gerçekleşme biçimi”nden farklılıklar arz ediyordu. Yetkililerin, yürütme kurullarında yoğunlaşmaya başlandığı gözleniyordu. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nin fiili siyasal gücünün Merkez Yürütme Kumlu ve Halk Komiserleri Konseyi elinde toplandığını, Kamanev, 1919’da toplanan VII. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde kabul ediyor ve bunu dönemin olağanüstülüğüne bağlıyordu. Aynı durum yerel Sovyetlerin işleyişine de yansıyordu. Lenin, bu olağanüstülüğü, emekçi kitlelerin yönetimi değil, fakat proletaryanın ileri kesimlerinin yönetimi anlamına geldiğini söylüyordu.
Türkiye’de de son yıllarda parti ile Sovyetleri karşı karşıya konumlandıran ve bunda, partinin rolünü asgariye indiren, Sovyetlerin rolünü ise tam tersine abartan anlayışlar kendilerine referans olarak Kronstadt olaylarını alabiliyorlar. Yani öngördükleri durum gerçekleşmezse, Kronstadt’ta olduğu gibi “işçi düşmanlığı” ve giderek “proletarya adına proletaryanın katliamlarına” tanık olunacağını söylüyorlar, önderlikten azat edilmiş kitleler veya işçi sınıfı! Bu, uvriyerizm, popülizmdir.
Parti ve devlet aygıtının yozlaşmasının, bürokratlaşmasının alternatifi -elbette geçiş dönemi ve o dönemin olağanüstü konjonktürleri için konuşuyuz- öncüsüz kitlelerin kendiliğinden bilincinin, komünist bilincin, kitle örgütlerinin ise parti aleyhine güçlendirilmesi midir? Bu, ileri işçilerin yerini, geri işçilerle ve de Sovyetler köylülüğü ve küçük burjuva aydınları da kapsadığı için köylü ve küçük burjuva unsurlarla ikame etmek olmaz mı? Bu anlayış Leninist önderlik faktörünün reddedilmesi
değil midir? Sosyalizmin güvencesi, kitle örgütlerini partiye karşı güçlendirmekte değil, kitlelerle kaynaşan, onlardan güç alan gerçek anlamda Leninist partidir.
“Katılm”, sosyalistlerce ahlaki bir zorunluluk olarak algılanmamalı. Sonra “katılım” her koşulda kararların ve belirleyiciliğin tabanda olması anlamına gelmemelidir. Başlı başına bir “amaç” haline getirilmemelidir. Önemli olan katılımın niteliği ve konusudur.
Öncüsüzlük anlayışını savunanlar, Paris Komünü’nü de örnek veriyorlar. Oysa Marx’ın da bu deneyimden çıkardığı önemli derslerin başında, önderlik eksikliği ve fazla “ahlakî” davranıldığı gelmez mi? “Ama olsun” deniliyorsa, “İktidar kaybedilse de, onurlu doğruyu yaparak yenilmiş olur” deniliyorsa, toplumsal devrimlerin ve dönüşümlerin tarihi önemleri kavranılmamış demektir. “Toplumsal alt-üst oluşlar yaşansın yeter, onun sürekli kılınması ve tarihsel olarak kalıcı kazananlara vardırılması, nitelik verdirilmesi önemli değildir.” anlayışıdır bu.
Öncüsüz bir sosyalizmden “Bir gün geriye dönüş söz konusu olduğunda bu, şanlı, şerefli bir dönüş olur, Paris Komünü’ndeki gibi…” deniyor. Hayır, Paris Komünü tam da öncüsüzlük ve bilinçli önderlik eksikliğinin yol açtığı sınıf tavrındaki zaaflar nedeniyle “geriye dönüş” olumsuzluğunu yaşama şansını bile yakalayamamıştır!
Sınıfsızlaştırılmış bir “kitle demokrasisinin, sınıf karşıtlıklarının, savaşımın sürdüğü geçiş dönemleri ve hele bu dönemin olağanüstü konjonktürlerinde savunulmasının pek bir anlamı yoktur.

AYAKLANMANIN SONU
Bolşevik hükümet 7 Mart’ta saldırı kararı aldı ve Kronstadt ayaklanması Mart’ın sonuna doğru bastırıldı. Bu, bazı iddiaların aksine büyük bir şevk ve heyecanla gerçekleşmedi ve yine bu isteksizlik Ida Mert’in göstermek istediği gibi yapılanın yanlışlığına olan inançtan kaynaklanmıyordu.
Zorunluluklar bazen trajik olabiliyor. Bolşevikler bu zorunluluğun sıkıntısını yaşıyorlardı.
Yapılan bir eleştiri de, “Hükümetin, ayaklanmayı kendi haline bırakması sorunu çözerdi” yolundadır. Oysa böyle bir durum yine de karşı-devrimci cephenin ve kapitalist dünyanın bu işe bulaşmasını önleyemezdi. Karşı-devrim cephesi, olaya “kan dökülmesinin önlenmesi” gibi salt ahlakçı bakmıyordu. Yani Kronstadt ayaklanması, isyancıların hiç bir eğilime angaje olmadıklarının, olmayacaklarının kabulü gibi en iyimser bakışla bile politik olmaktan kurtulamıyordu. Diyelim ki ayaklanma bastırılmadı, Kronstadtlılar yaşamı yeniden üretmek ve yeniden örgütlemek anlamında kimlere dayanacaklardı? Örneğin, yiyecek ihtiyacını nasıl karşılayacaklardı? Sovyet hükümetinden değil herhalde!
Ayaklanma sırası, Batı’daki borsa hareketliliği de, kapitalist dünyanın olaya duyarlılığının ilgi çekici bir örneğidir. Troçki, “Kronstadt ve Borsa” adlı makalesinde örnekleyerek açıklıyordu. Kronstadt olayları, Batı’daki borsalardan, Sovyet iktidarının yıkılacağı ve Rusya’daki Batılı sanayi işletmelerinin pek çoğunun eski durumlarına kavuşacağı beklentisiyle canlılık yaratmıştır. En çok ilginin, Rus hisse senetleri üzerinde yoğunlaştığını kaynaklarından aktarıyor Troçki.
Kapitalist borsadaki hareketliliğin de gösterdiği gibi, ulusal ve uluslararası karşı-devrimci koalisyonun tarihsel ortaklığının asıl zemini, kapitalist dünya sistemi içindeki kapitalist üretim ilişkileridir. Sokağın çıktığı alan burasıdır. Kronstadt ayaklanması, yine belirtelim, en iyimser anlamda bile kendiliğinden politikliğe yazgılıydı. Bolşevikler isyanı bastırmaktan başka ne yapabilirlerdi? İktidarı terk edebilirler miydi? Bu ne anlama gelirdi?
Anarşist yazarlar tek yolun Kronstadt ayaklanmasının zaferi olduğunu veya daha uzun bir sürece yayılmasının sağlanması gerektiğini söyleyerek aynı zamanda Bolşeviklerin tutumlarının da ne olması gerektiğini tersinden açıklamış oluyorlar. Taleplerin yerine getirilmesi müzakerelerle mümkün değildi. Bu, müzakerelerle iktidarın bırakılması anlamına gelirdi. Oysa ayaklanmanın bastırılışına karşı olan Troçkist Victor Serge’nin söylediği gibi “Devlet içinde embriyonik bir devlet oluşturacak kadar silahlandıklarında, muhaliflerini bastıramayan her devrim, bölünmüş durumda, kendini düşmanların darbelerine karşı savunmasız bırakır” (Rus Devriminin Bir Yılı)
Bolşevik iktidar devrilince ne olacaktı? Sorun, anarşistler için basittir: “Devletsizlik”, “iktidarsızlık”. Onlar için, kapitalizmin yıkılmasının, sosyalizmin inşasının, bir strateji ve sınıflar-arası güç ilişkilerine göre belirlenen taktikler gereksindiğinin bir önemi yoktur.
Ama bu boşluk doldurulmaz mıydı? Karşı-devrimcilerin, bu iktidar boşluğu için yıllarca çaba sarf ettikleri, Rus toplumunun yıllarca içinde bulunduğu, yaşadığı alt-üst oluşun sınıflar-arası iktidar savaşından başka bir şey olmadığı unutulmamalıdır. Anarşistlerin aksine, diğer karşı-devrimcilerin “iktidar” diye bir sorunları vardı ve yine, Kronstadt ayaklanmasının anarşist yazarların gösterdiklerinin aksine, ahlakî boyutu ötesinde, bu sınıflar-arası iktidar savaşımı bağlamında önemi vardı. Tekrar vurgulayalım ki, “işçilere karşı işçi iktidarı” gibi “etik” bir argüman ancak üçüncü sınıf bir tarih filminin senaryosuna konu olabilir, sınıflar savaşının nesnelliği açısından bir önemi yoktur.
Sonlarken; devrimlerin diyalektiği, devrimi yapan sınıf ya da sınıflar ittifakının iç çelişkilerinin ortadan kalkmadığını, devrimin doruğunda keskinliğin azaldığını, ancak yeni safhalarda, yeniden bütün keskinliğiyle ortaya çıktığını gösteriyor Bu durum, “devrim evlatlarını yer” gibi, olgunun nesnel zeminine vurgu yapmayan burjuva düşüncelerle açıklanamaz. Temelde yatan nesnellik, emekçi sınıflar veya proleterlerin bile “siyasal açıdan olduğu gibi, toplumsal açıdan da türdeş (homojen)” olmamasıdır.
Devrimin bu genel yasası, Kronstadt özgülünde de işledi. Ayaklanmanın bastırılışı, bazılarınca, Ekim Devrimi’nin ve Bolşeviklerin aşırılığı olarak nitelenmiştir. Aşırılıklar yapıldığı kabul edilse bile, bu durum eylemin tarihsel haklılığını gölgelemez. Kaldı ki, aşırılıkların yaşanmadığı bir devrim gösterilebilir mi? Aşırılıklar yüzünden, devrimin yol açtığı büyük tarihsel dönüşümleri yadsımak burjuva hümanizmasının türevidir. Bizzat devrimin doğasından kaynaklanır; neştersiz ameliyat yapılamıyor!
Devrim, öncesiz ve sonrasız bir “donmuş an” değildir. Devrim, süreçtir. Devrimin sürdürülmesi, iktidarın korunmasına içkindir. Toplumsallık niteliği ile süreklilik arz eden iktidar savaşı, devrimcilere, devrimden sonra, toz konmamış, dezenfekte pratiklere bulaşmamalarına, manastırlara kapanmalarına ne yazık ki imkan tanımıyor.

KAYNAKLAR
– Pierre Frank, “Kronstadt”, Ataol Yay.
– “Yakın Çağlar Tarihi”, Konuk ray,
– İda Mett, “Kronstadt 1921”, Sokak Yay.
– Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 2-3

Nisan 1993

Anti – Dühring

Engels’in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba? Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketinin bir döneminin bu “yıldızı parlak” kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.
Anti-Dühring’in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.
Bilindiği gibi, Almanya’da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakıyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı var olan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.
1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran’ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden, aynı oldu. Komünist Manifesto’nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği’nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.
1850-1870 yılları arası, Almanya’nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınaî gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sen ar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakıyetçiliği, 1852 Yargılamaları ile Almanya’da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.
23 Mayıs 1863te Leipzig’de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lasalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki tu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı üç üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti’de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lasalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.
Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lasalle’cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.
İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebnecht gibi
önderler 7-8 Ağustos 1869’da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lasalle’cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü’nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx’la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.
Gitgide gerileyen Lasalle’cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti’ye birlik çağrısı yaptılar, ve bu temelde 1875 Mayıs’ında Gotha Kongresi toplandı.
Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lasalle’cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lasalle’cı oportünizme teslim oldular.
Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler. Paris Komünü’nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.
Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebnecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek “yepyeni” ve “bilimsel”(!) teorileri ile sahnede yerine alır.
Bay Dühring, 1865’ten beri Berlin Üniversitesi’nde Privat-Dozent’tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck’la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü’ne sahip akar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi; sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. “En köktenci bilim adına konuşan” bu “devrimci radikal” kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri Marx’a sahip çıkar gibi görünür. Marksizm’i revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peş peşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche. Bebel ve Liebnecht, onun yapıtlarını “Marx’ın Kapital’inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında” sayarlar. Liebnecht’in yönettiği Parti’nin resmi yayın organı Volksstaat’ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.
Marx ve Engels’in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. “Sol saflarda” bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.
Dühring’in 1875’e kadar Marx’a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875’te Volksstaat’ta yayınlanan, “Ekonomi Politik ve Sosyalizmin EleştirelTarihi” adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx’a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebnecht, Marksizm’e bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels’in eleştirilerinin haklılığını kavramaya bağlamışlar; Dühring’in defterini dürmesi için Engels’e sık sık yazar olmuşlardı.
1876 Basında, Dühring’in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels’in eline geçince, Engels, sonunda bu “ekşi elma”yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring’in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak’ından Temmuz’una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring’in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.
Dühring, Carey’i övmek için “Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor” adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring’le inceden alay etmek için yapıtına; “Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor” adını veriyordu. Ancak bu kez “altüst” etmek “canına okumak” anlamında bir olumsuzlamadır.
Dühring’in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring’e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring’in “felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği”ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.
Marx, yapıtı konusunda Engels’e elinden gelen yardımı yapar. “Ekonomi Politik” başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx’ın kaleminden çıkmıştır.
Almanya’nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels’in yapıtına birinci bölüm olarak “Felsefe”yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels’in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.
Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak Ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı “Felsefe” konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle “Özgürlük ve Zorunluluk” üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.
İkinci kısım, “Ekonomi Politik” başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek Ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital’in temel ekseninde Dühring’le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük-burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, “kötü yönlerine” düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.
Üçüncü kısım olan “Sosyalizm”de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde komünist Manifesto ve Komünizmin ilkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring’in “karşı olduğu” kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.
Son bölüm olan “Anti-Dühring İçin Elyazmaları” kısmı ise, Dühring’in çeşitli yapıtlardan alıntılar ve bu konularda Engels’in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.
Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.
İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yer almaya yetmeyeceği gerçeği ile.
Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

(Anti-Dühring, F. Engels, Sol Yayınları Çeviren: Kenan Somer)

Nisan 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑