Avrupa sosyal forumu

Birkaç seneden beri Brezilya‘nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu (DSF)‘nun alt versiyonlarının değişik kıtalarda da yapılması yönünde karar verildikten sonra, Avrupa Sosyal Forumu (ASF) da düzenlenmeye başlandı. Bu forumların birincisi, geçen sene İtalya‘nın Floransa kentinde gerçekleşmiş, ana teması savaş karşıtlığı olan ve yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı bir kapanış yürüyüşü ile, ASF, beklenenden daha başarılı olmuştu. Bu başarıda, elbette uluslararası gündemi teşkil eden emperyalist işgaller ve buna karşı işçi, emekçilerin mücadelesi büyük etken olmuştu. ABD emperyalizminin, öteki emperyalist ortaklarıyla birlikte, Irak halkına ve ülkesine karşı başlatmaya hazırlandıkları savaşa karşı mücadele, Floransa Forumu’nun ana temasını teşkil etmişti. Floransa sokaklarını hınca hınç dolduran yüz binlerce emekçi ve en başta da gençlik, emperyalist savaş ve yağma politikalarına karşı muhalefetlerini, yeni ve adil bir dünya özlemlerini haykırmışlardı.

İKİNCİ AVRUPA SOSYAL FORUMU BU YIL PARİS’TE
12-15 Kasım 2003 tarihleri arasında düzenlenecek olan 2. Avrupa Sosyal Formu, Paris merkezde ve üç yakın banliyö kentinin işbirliği ile yapılacak. Hazırlıkları yaklaşık bir yıldır süren bu önemli organizasyon esnasında 250‘den fazla toplantı, seminer, panel, söyleşi gerçekleşecek. ASF’nin politik içeriğine esas yön verecek beş temel eksen tespit edildi. Merkezine “sosyal Avrupa”yı koyan bu eksenler içerisinde savaşlar, neoliberalizm, azami kâr güdüsü, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin metalaştırılması/piyasalaştırılması gibi konular var. Temel konular baz alınarak yüzlerce alt başlığa bölünüyor ve tartışmaya sunuluyor.
Sadece ASF‘in Fransız inisiyatif komitesine baktığımızda, yüzlerce imzacı ve düzenleyici örgütün olması, bu sene katılımın, yine yüz binleri bulacağına işaret ediyor. Bu düzenleyiciler arasında, hemen hemen bütün büyük sendika merkezleri, politik partiler, birçok dergi çevresi ve yüzlerce yerli-yabancı dernek bulunuyor. Attac derneği, Le Monde Diplomatique dergisi, CGT, SUD, Köylü Konfederasyonu gibi sendikalar ile FKP gibi partiler bunlardan en çok tanınanları. Avrupa Sosyal Forumu‘nun düzenleyicisi göçmen dernekleri arasında Fransa DIDF de yer alıyor. 

SOSYAL FORUMLAR NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Hiç şüphesiz, anti-küreselleşmeci hareket ve onun uluslararası politik platformları (sosyal forumlar), bugün karşımızda duran bir olgudur. Bu olguyu, yani Sosyal Forum’ların ve onun gerisindeki hareketin, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların sermayeye ve emperyalizme karşı mücadelesi açısından ne gibi bir anlam taşıdığını anlayabilmek için, bunların ortaya çıkış koşullarını (toplumsal ve tarihsel bakımdan) göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.
Kısaca özetleyecek olursak: Birincisi; 90’lı yılların ikinci yarısında ortaya çıkan anti-küreselleşmeci hareketin ve onun uluslararası politik platformunun temelleri; dünya burjuvazisi ve gericiliğinin, uluslararası proletaryanın uğradığı geçici yenilgiyle birlikte azgınlaşan saldırganlığının neden olduğu ekonomik, sosyal, kültürel ve ekolojik tahribata dayanmaktadır. Başka bir deyişle, bu hareket; geniş toplumsal sınıf ve kesimlerin yaşamlarını altüst eden kapitalist-emperyalist saldırganlığa karşı gelişen hoşnutsuzluk ve tepkinin bir ürünü ve ifadesidir. Hareketin bu özelliği, onun kendisini nasıl tanımladığından ya da çeşitli ideolojik ve politik mihrakların ona yüklediği anlam ve misyondan bağımsız nesnel yönünü oluşturmaktadır.
İkincisi; hareketin belirtilen nesnel yönü, onun bugün esas olarak üzerinde bulunduğu ideolojik-politik platformunun muhtevasını da şekillendiren iki temel unsuru içinde taşımaktadır: a) Hareketin sosyal bileşiminin homojen değil, heterojen olması: Anti-küreselleşmeci hareket ve Sosyal Forum’lar çok geniş bir toplumsal yelpazeyi kapsayıp bir araya getirmektedir. Hareket ve platform bileşenlerinin genişliği, uluslararası sermayenin saldırılarının çok geniş bir alanda cereyan ettiği ve emperyalist devletler ve mali oligarşinin dışında hemen hemen tüm sınıf ve katmanları (farklı boyutlarda olsa da) derinden etkileyip sarstığını göstermektedir. b) Anti-küreselleşmeci hareket ve platformlarının, geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş en gelişkin sınıfın (dünya işçi sınıfının) ve hareketinin ağır darbeler alıp, politik ve örgütsel mevzilerini ve haliyle de ideolojik bir mihrak olarak etkisini yitirmiş olduğu bir tarihsel süreçte ortaya çıkması. Bu olgunun ideolojik-politik bakımdan anlamı şudur ki, köylülerden aydınlara kadar geniş toplumsal sınıf ve tabakaların içinde yer aldığı bu hareketin, bileşimi gibi, ideolojisi de heterojendir: Burada; kilise örgütlerinden burjuva aydınlarına, sendikalardan çevre örgütlerine, barış inisiyatiflerinden anti-emperyalist ve komünist örgütlere kadar, çok geniş bir politik yelpaze “bir araya” gelmiş bulunmaktadır. Tabiatıyla, hareketin uluslararası politik platformları da, çeşitli ideolojik akım ve mihrakların aynı zamanda rekabet ettiği forumlar durumundadır.
Anti-küreselleşmeci hareketle ilgili özgün olan diğer bir olgu da şudur: Uzun bir süreden sonra ilk defa; işçi ve emekçi hareketinde Marksizmin egemen ideolojik mihrak olarak çekim merkezi olmadığı koşullarda, kapitalist ve emperyalist saldırılara karşı politik bir muhalefet hareketi önünü açmaya çalışıyor.
Köklü ve gelenek oluşturmuş mihrakların çok ağır darbeler yediği tarihsel kesitlerde ortaya çıkan tüm muhalif “yeni hareketler” gibi, anti-küreselleşmeci hareket de, ortaya çıktığı dönemin egemen ideolojik-politik eğilim ve özelliklerine en açık olan harekettir. Örneğin, “neo-liberal küreselleşmeye karşı yurttaş girişimi” olarak da adlandırılan bu hareketin gözde örgütü “Attac”ta, bu yön, çok açık bir biçimde görülebilmektedir: “İdeolojik olmayışı”yla, dönemin en belirgin bir eğilimini yansıtır. (“İdeolojik olmayış”, “gerçekçi olma”nın bir gereği olarak algılanır. Ne var ki, ileri sürülen taleplere yüklenen misyon, kapitalizmin doğasını göz ardı ettiğinden, ütopiktir.) Bileşimi itibarıyla “sınıflarüstü olmasıyla”, sınıfsal örgütlenmelerin miadını doldurduğunu iddia eden günümüzün “modern” anlayışını, yeniden üretir. Kapitalist üretim tarzının yıkıcı sonuçlarını şiddetle eleştirir, ama onun kendisini, sorgulayıp mahkum etmez; çünkü kapitalist yıkımı, salt yanlış bir politikanın (“neo-liberal” politikanın) ürünü olarak görür.  Bataklığı kurutmak yerine, sivri sinekleri öldürerek sonuç almaya çalışır. Ve ancak böyle bir mücadeleyle “başka bir dünyanın mümkün” olabileceği yanılsamasını yaygınlaştırır.
Fakat belirtmek gerekir ki, anti-küreselleşmeci hareketin ideolojik çizgisinin esaslarını bunların oluşturmasında şaşılacak bir durum yoktur. Nitekim, belirtilen tarihsel süreç ve özgün koşullarda ortaya çıkmış böylesi bir hareketin, ideolojik bakımdan da, esas olarak sosyal reformizmle malûl olması, bir sürpriz olmasa gerek. Elbette bu durum, harekete damgasını vuran sosyal reformizmle etkin ve ilkeli bir ideolojik mücadeleyi gereksiz hale getirmez, aksine, daha da zorunlu ve önemli kılar.
Bununla birlikte, ideolojik mücadele, sorunun yalnızca bir boyutudur. Diğer boyutu ise; Marksist parti ve örgütlerinin; kitle tabanı gençlik olması nedeniyle de ayrı bir önemi bulunan bu harekete kayıtsız kalmaması, buralarda bir araya gelen kitleleri sosyal reformistlerle baş başa bırakmaması, gücü ve olanakları ölçüsünde buradaki potansiyelin devrimci bir rotada seferber edilebilmesi için müdahale etmeye çalışmasıdır. Öte yandan, şurası da son derece açıktır ki, gerçek Marksist parti ve örgütlerinin bu harekete “katılışı”, bazı revizyonist partilerin öngördüğü gibi, bu harekete “bağlanma”, onun içinde “erime” olarak anlaşılamaz asla. Aksine, gerçek Marksist partiler ve örgütleri, bu harekete; işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi ve hareketini daha da güçlendirme perspektifi, amacı ve ölçüsünde ilgi gösterir, etkinlerinde yer alır, çalışmasına müdahale eder; bu çerçevede de, bu hareketi ve onun platformlarını asıl görevlerinden kaytarmanın ve top çevirmenin aracına dönüştüren sendikal bürokrasi ile politik güçleri teşhir ederler.
***
Avrupa Sosyal Forumu, tüm eksikliklerine rağmen, olumlu bir işlev görebilir. En azından şimdiden bilinen ve yüz binlerin katılacağı 15 Kasım yürüyüşü, işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin moralinin, daha kapsamlı direnişlerin gerçekleştirilmesi için, yükselmesinde olumlu bir rol oynayabilir. Fransa‘da kısa bir süre önce yaşanan eğitimciler, kültür emekçileri, sağlık çalışanları vb.’nin grev ve mücadelelerinde görüldüğü gibi, sektörler düzeyinde bir hareketlilik ve tabanda bir mücadele isteği vardır. Eksik olan, bu mücadele isteğinin ve değişik alanlardaki eylemlerin koordinasyonudur. Bunu ise, ancak sendikalar ve sınıfın politik örgütleri başarabilirler, ama, Avrupa Sosyal Forumu esnasında yakalanacak olumlu atmosfer de buna hizmet edebilir. Aynı şeyin öteki Avrupa ülkeleri için de, belirli düzeylerde geçerli olduğunu belirtelim.
Paris‘te ve yakın banliyölerinde 12-15 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Avrupa Sosyal Forumu günleri, Fransa‘da ve Avrupa ölçeğinde, çeşitli sorunlarıyla, sermayenin işçi ve emekçi düşmanı saldırılarına karşı mücadelenin ele alındığı ve somut eylem ve gösterilerle de yükseltildiği günler olacaktır. Foruma katılacak olan binlerce parti, sendika ve dernek delegesi, kapitalizme karşı değişik alanlardaki mücadelenin sorunlarını tartışacaklar. Forum esnasında düzenlenecek eylemlere ve kapanış yürüyüşüne katılacak olan yüz binlerce emekçi ise, emperyalist küreselleşmeye karşı taleplerini haykıracaklar.

Güncel örgütsel sorunlar üzerine

Çalışmanın genel çizgisi ve değişik yönleri basınımızda çokça işlendi. Örneğin, temel çalışma alanlarının büyük fabrikalar, işyerleri ve büyük sanayi siteleri olduğu herkesçe bilinir. Ayrıca, semt ve mahalleler, öğrenim kurumları, sendika ve kitle örgütleri vb. alanların asla ihmal edilemeyeceğinin altı hep çizilmiştir.
Öte yandan, çalışmanın olduğu gibi, örgütlenmenin temel alanlarının da bu alanlar; sendikaların, gençlik ve kadın örgütlerinin ve ekonomik veya kültürel öteki örgütlerin; bunlarla birlikte, parti ve parti gençliği örgütlerinin kurulup çalıştığı alanların da fabrikalar, işyerleri, sanayi siteleri, kurumlar, öğrenim kurumları ve semt ve mahalleler olduğu üzerinde de aksatmaksızın durulmuştur.
Açıktı: kitlelerin hareketi ve örgütlenmesinin ilerlemesi; Türkü ve Kürdü (ve kadını ve erkeği) ile ileri işçi, emekçi ve gençlik çevrelerinin parti ve pzarti gençliği örgütü olarak örgütlenmesi için, uygun araçlara ihtiyaç vardı. Bunlardan en önemlileri, kuşkusuz siyasal kitle gazetesi ve süreli-süresiz öteki yayınlardı. Bu yayınlar olmadan, politik bir çalışma ve örgütlenme asla olanaklı olamazdı.
Olgular ortada: bu organların örgütlenmesi için gerekenlerin yapılmasıyla kalınmadı; çalışma ve örgütlenme tarzımızın başlıca sorunları, her bir yayın organının çalışma içinde ve örgüt yaşamındaki yeri bütün yönleri ile ele alındı. Kitle gazetesi, gündelik olarak nasıl kullanılacaktı; teorik-kültürel organlar, çalışmanın proleter bir çalışmaya dönüşmesinin önündeki engellere karşı nasıl mücadele edecek, hangi eksiklikleri giderecek, neleri geliştireceklerdi; bunlar gereği gibi değerlendirildiğinde, örgütümüz hangi olanakları nasıl kullanacak, mevzilenme ve çalışmasını, yenilenmiş bir temel üzerinde ve ne şekilde örgütleyecekti? Çalışma ve örgütlenme tarzının başlıca bütün sorunları; geride kalan ve kısa da sayılmayacak bütün bir dönem boyunca, yayınların her birinde derinlemesine işlendi.
Bu çabalara karşın, örgütlerimizin yenilenmiş bir temel üzerinde, taze güçlerle beslenerek yeniden örgütlenmesinde, atılabilir adımların atılabildiği söylenemezdi. Organların işlevlerine uygun olarak ele alınamadığı; örgütlerin, işçi ve halk hareketinin dinamiklerini kullanmasına gereğince yardım edemediği ortadaydı. Bazı ileri adımlar atılmış olsa da; gerçekte birçok bakımdan geriye düşülmüştü ve çalışmada nitelik ve verimin iyi olmadığı görülüyordu. Açıktı: üst tabakacı hastalık ve alışkanlıklardan kurtulmak; çalışmamızı, gerçek politik bir çalışma düzeyine çıkarmak; örgütlerimizi işçiler arasında, onların ileri kesimleriyle birlikte yeniden inşa edecek olan “yeni bir hamle” yapmak ertelenemez bir ihtiyaçtı.
Bazı dezavantajlara karşın, gereken birikim oluşmuş, koşullar iyiden iyiye olgunlaşmıştı; bu kez iyi sonuçlara ulaşılarak, örgütümüzün yeniden mevzilendirimesi ve çalışmamızın gerekli çalışma düzeyine çıkarılması başarılabilirdi. Aslında, “başarılabilir” demek doğru değildi; zira, bütün koşullar olgundu ve başarmak zorunluydu. Tek bir sorun vardı: doğru halkayı kavramada ısrar, enerji ve girişkenlikle çalışma! İleri gitme ve hareketi ileri götürmenin temel koşulu bugün bu idi.
Doğru halka, aslında siyasal kitle gazetesi; onun “örgüt çalışmasının temeli yapılması” ve “gündelik çalışmanın temel aracı olarak kullanılması” idi.
Bunun baştan bu yana “biliniyor” olmasını burada bir yana bırakıyoruz. Bugün önemli olan, örgütlerimizin başlatmış olduğu “yeni hamle”nin başarıya ulaşması. Gazetenin, (dağıtıldığı çevrelerin sistematik şekilde genişletilerek) her alanda gündelik olarak dağıtılması; söz konusu alandan (işçi ve emekçilerin yazma ve tartışmalarına da önem verilerek) gazeteye (mektup, haber, inceleme, röportaj) düzenli olarak yazılması; okur işçilerin gazetenin okunması, tartışılması, ilgili alan için görevler çıkarılması için ve gazete dağıtıcıları (ve giderek parti organları) olarak çalışmaları amacıyla kümelendirilmesi. Gazetenin “çalışmanın temeli” yapılması ve “gündelik olarak” kullanılması”ının anlamı işte bu görevlerde dile geliyordu; ve bunların gerekleri yerine getirilmediği takdirde, “çalışma” adına ne yapılırsa yapılsın, ileri gitmek ve herhangi bir başarı elde etmek olanaksızdı.
Bu nedenledir ki, geçmiş yıllarda yapılan çalışma, bu anlayış temel yapılarak yeniden eleştirildi. Çalışmamızı tahrip eden alışılmış biçimlerin terkedilmesi; görevli ve örgütlerimizin, “kitle organı karşısındaki görevler”e uygun şekilde yeniden mevzilendirilmesi; işçi ve emekçilerin ilerlemesi ve onlar arasındaki parti örgütlenmesi “işleri”nin, bu yayın organının “kullanılışı”na bağlanması zorunlu idi. Dolayısıyla parti: salt geçmiş çalışmanın eleştirisini yapmakla kalmamış; geçen yaz başından itibarenki dönemi, “yeni bir hamle” dönemi olarak ilan da etmişti. Bu, kuşkusuz, “kitle yayın organının (tabii ötekilerin de) doğru kullanılışı”nın öğrenileceği ve örgütsel dönüşümdeki değişikliklerin çalışmanın egemen unsuru haline geleceği döneme kadar yenilenerek sürecek bir “kampanya”ya başlama demekti.
Bilindiği gibi, bu kampanya açıldı ve yaz boyu sürdürüldü. Nitekim, sorunun ciddiye alındığı ve işlerin az çok takip edildiği yerlerde, gazetenin kullanılışı yönünde belli adımların atıldığı ve bazı sonuçların elde edildiği bir olgu. Buna karşın, kampanyayı ciddiye almayan ve göreve sıkı sarılmayan yer ve bölgeler de oldu; tutumları, bunların bir mesafe kat etmelerine tabii ki engel olacaktı.
Bu dönemle ilgili bir olgu şu idi: kampanyanın başlatılıp sürdürüldüğü aylar, yaz-tatil (ve durgunluk) aylarıydı ve öne sürülen “mazeretler” belki kabul edilebilirdi. Ama bu aylar artık çoktandır geride kaldı; örgütün durumunu değerlendiren parti, yapılan çalışmaya düzeltici eleştirilerde bulundu ve kampanyayı yeniledi. Artık “mazeret” yok; herkes işine enerjiyle sarılmak ve ileri gitmek zorunda. Şu sanırız açık: aksi yönde bir tutum tüm devrimci iddiadan vaz geçmek olur.
Yukarıda, örgütlenme çizgimizin kimi yönlerininin altını yeniden çizdik. Kitle gazetesinin, çalışmanın temeli yapılması ve gündelik kullanılmasının anlamına tekrar pahasına da olsa dikkat çektik. Bunlardan amaç, kuşkusuz, genel çizgimizi tartışmak veya bir “kampanya değerlendirmesi” yapmak vb. değildi.
Bunun nedeni, şunların altını özellikle çizmekti: Eğer bir soruna veya bir iki görevine işaret edilmiş ve sorun veya görevin güncel önemi belirtilmişse; bunları, unsuru oldukları çizginin öteki görevlerinden koparmak, çizginin yerine geçirerek biçimselleştirmek ve sonra “uygulamak” adeta bir gelenek. Gene aynı şekilde: söz gelimi politik bir kampanya mı açıldı; sanki ikisi bir arada yürümezmiş gibi, örgüt ve çalışma sorunları ile ilgili (varsa) kampanyayı sönmeye terkeden ve “farkına varmadan” unutan bir anlayışın var olduğu kötü deneylerle görüldü. Özetle: bir tür fetişizm ve ilkellikten ileri gelen bu tür gelenek ve anlayışların, zaaflarımızın nedenlerinden ikisi olduğunu kabul etmemiz özellikle zorunlu.
Doğrudan konumuz olmamakla birlikte; yukarıda yeniden vurgulanmış ve altı özel olarak çizilmiş olan sorunlar, çizgimizin en önemli unsurlarını oluşturan ve bu yazının konusu olarak aşağıda değinilecek görevler açısından önem taşıyor. Yukarıda vurgulanan ve altı çizilenler unutulduğunda; aşağıda vurgulanacak ve altı çizilecek olanların hiç bir anlam taşımayacağı; dikkate alınsa bile, bu dikkate alışın biçimsel kalacağı ve yarar yerine zarar getireceği asla gözardı edilemez.
İşyeri (fabrika, site, kurum, okul vb.) ve yerleşim (sokak, mahalle, semt) esasına göre örgütlenme ve çalışma; bütün çalışmayı, politik gazete temelinde, gazeteyi günlük olarak kullanılır hale getirerek ve alana ilişkin görevleri onun çağrı ve direktifleri üzerinden tespit ederek planlama, yürütme; işçi ve emekçilerin mücadele ve örgütlenmesinin temel aracı ve güvencesi olan gazetenin kullanılışı ile ilgili görevler yerine getirilirken öncü işçi ve emekçilerin bir araya getirilmesi, eğitimi ve parti örgütü olarak örgütlenmesi görevine özel (pratik) bir önem verme. Temeli, bu şekilde anlaşılıp kurulmadığında; başta örgütlenmenin aşağıda söz edilen yönleri olmak üzere, örgütçü çalışma, proleter çalışma tarzı, halkçı üslup, profesyonellik vb. gibi kavramlar, içi boş birer palavra olmaktan öte hiçbir şekilde gidemezler.        

ÇALIŞMA, DENEYİM VE İLERLEME
Parti ve örgüt olmanın koşulları; parti ve örgütüne üye olmanın zorunlulukları; parti görevi, sorumluluğu, disiplini üzerine basınımızda çokca yazıldı. Buna karşın, emeğin örgütünde; ileri işçi ve gençler içinde bu konularda ciddi zaaflar bulunduğu; bunların, bugün örgütteki en önemli sorun olduğu da bir gerçektir.
Klişe olarak söylersek; (her bir sınıf için de) parti, ortak teorik ve siyasal çizgi üzerinde teşekkül etmiş gönüllü bir birliktir. Ama parti, teorik ve siyasal bir birlik olarak kalamaz; o aynı zamanda eylem, irade ve örgüt birliği de olmalıdır.
Bu ve benzeri formülleri hergün defalarca tekrarlayabiliriz; partiyi savunduğumuzu, çağrılarına uyduğumuzu ve bu nedenle de irade, eylem, örgüt birliği vb.nin gereklerine uygun hareket ettiğimizi düşünüp, kendimizi rahatlatabiliriz. Böyle bir şey olabilir mi; işçilerin örgütünde böyle bir düşünce, tutum savunulabilir mi? Partide böyle bir düşüncenin baştan beri bulunmadığı; böyle bir düşünceyi kimsenin hiçbir şekilde savunmadığı, savunamayacağı son derece açık. Buna karşın, örgütte bu düşünceye denk düşen bir tutumun varlığı ve bunun, çalışmamızdaki ilkellik, atalet ve verimsizliğin en önemli nedenlerinden biri olduğu bir sır değildir.
Şunu bir kez daha vurgulayalım: işçi sınıfının partisi ve örgütünün teorik, siyasal ve örgütsel bir birlik ve irade ve eylem birliği olmasının anlamı; ifadesini, parti üyelerinin parti disiplinini tanımaları, örgütün bulundukları alandaki organında görev almaları ve parti aidatlarını düzenli ödemelerinde bulur. Öte yandan, amaçları ve çizgisinin gereği olarak, işçi sınıfının örgütü; işçi ve emekçilerin gündelik mücadelelerine (öncülük işlevini gerçekleştirmek anlamına gelerek, yardım ve destek amacıyla) katılan ve onlar arasında (kesintisiz bir şekilde) günlük çalışma yürüten bir örgüttür. Onun, bu çalışmayı, organlar halinde örgütlenmiş üyeleri aracılığı ile yürüttüğü, yürütmesi gerektiği ise, ayrı bir kanıt gerektirmez.
Buradan çıkan, takdir edileceği gibi şudur: işçi partisi üye ve örgütlerinin partileriyle olan bağları ve parti karşısındaki sorumlulukları; örneğin CHP ile üye ve örgütleri ve gene ÖDP ile üye ve örgütlerinin bağ ve sorumlulukları gibi olamaz. Bunun nedenleri, baştan bu yana çok tartışıldı; bunlar, sınıftan söz eden ve Marksizmi savunduğunu söyleyen hemen herkesçe bilinir; dahası, öteki bütün “sol örgüt”lerden daha çok da işçilerin partisi ve örgütünde bilinir. Bu, kuşkusuz bir abartı değil, bir olgudur; ama, bu sorunun örgütümüzün (evveliyatı olan) bugünkü en temel ve en yıkıcı sorunu olduğu da kuşkusuz abartı değil, bir olgudur.
Bu sorun, emek partisinde, kendini genelde iki tip veya karakter şahsında gösteriyor: İlki, lafızda çizgiyi kabul eden, niçin iş yapmak gerektiğini “güzel” sözlerle “açıklayan”, vaatlerde bulunan, ama pratik işin olduğu yerde bulunmayan, hep gerekçeleri olan müzmin oportünist karakter.. Bu tip veya karakter, gerideki dönemde bolca görüldü ve kısmen de olsa halen de var. İkincisi ise, partiyi kendisinden bulduğu ve inandığı için katılan; buna karşın, politik ortamda egemen olan parlamenter partililik gelenekleri vb. nedeniyle, işçi sınıfı partisinin günlük mücadele ve gündelik iş temelindeki sorumluluklarını anlayıp, başlangıçta tam yerine getiremeyen gerçek işçi, emekçi tip veya karakter. Ki; bunların, geride kalan dönemde, her ilçe ve her ilde onlarca ve yüzlercesinin partiye katıldığı; buna karşılık, büyük bir çoğunluğunun ya partiye “gelmeme” ya “iş yapamama” ya “ilgisizlik, unutulma ve aranmama” veya yukarıda söz edilen “lafazan tiplere benzeme” gibi nedenlerle “ezildiği” ve “kaybolduğu” acı bir şekilde biliniyor.
Kuşkusuz, işçilerin partisinin başka bir karakter ya da tipe denk gelen bir kitlesi daha var: Yöneticiler, işyerleri, mahalle, kurum vb. alanlarındaki görevliler topluluğu ve bunlarla birlikte doğru deneyimler kazanma çabasında olan genç-yetişkin sade üyelerden oluşan işçi, emekçi ve genç kitlesi. Parti örgütünün; bu yönetici, görevli ve işini yapmaya çalışan üye kitlesi ile birlikte; parti bağ ve sorumlulukları ile ilgili olarak sorun teşkil eden ve portreleri yukarıda çizilen “karakter”ler topluluğundan oluşması, canlı yaşamın bir kaçınılmazlığıdır.
İşçi partisi örgütlerinin, şu veya bu şekilde, bu üç katagoriden  ögelerin (aralarındaki oranların dönemlere göre farklılaşması bir olgu) bir bileşkesi olarak şekillenmesi, oportünist katagoriyi  istemesek de, anormal bir şey olarak görülemez. Önemli olan; bilinçli parti kitlesi ve özellikle sorumlu ve yönetici parti görevlilerinin; yukarıda belirtilen iki karakter ve tip gurubu karşısında izleyeceği çizgi ve tutumun ne yönde gelişmesi gerektiğine dair bir bilince sahip olmasıdır. Tarihe ve yakın geçmişe bakan herkes görebilir ki; ne yöne gidileceğini tayin eden , her zaman bu bilinç ve bu bilincin şekillendirdiği pratik  tutum olmuştur.
Partimiz ve örgütümüzde bu “bilinç, çizgi ve tutum” açısından durum nedir? Partimizde çizgi ve istek açısından hiçbir zaman bir zayıflık ve sorun olmadığı söylenebilir. Buna karşın, gerideki yedi sekiz yıla bakan herkes görür: pratikte gösterilen bilinç, izlenen çizgi ve tutumda ciddi zaaflar yaşanmıştır ve giderek azalsa da, bu konularda aşılması gereken hata ve eksikler hâlâ vardır.
Söz edilen bu hata ve eksikliklerin, işçi partisi örgütlerinin yukarıda verilen iki karakter gurubuna ait “lafazan” veya “pasif” üye kitlesinin değil; yönetici organlar, sorumlular, görevliler ve aktif üyelerin pratik bilinç ve tutumlarında ortaya çıkan hata ve eksiklikler olduğu kolayca anlaşılabilir. Lafazanlık ve partiye katılan işçi ve emekçilerin yardım ve eğitim alamaması gibi zayıflıkların, bu hata ve eksikliklerle bağlı olduğu tartışılamaz bir doğrudur.
Günlük çalışmayı enerji ile sürdürmesinin baltalanması; kitle organı başta olmak üzere organ ve araçların yetenekle kullanmasının önlenmesi; günlük harekete, talep edilen düzeyde katılması ve ön plana gelen ileri işçi, emekçi ve genç ögelerle gereğince beslenmesi’nin torpillenmesi: Parti ve örgütün bu türden zayıflıklar yaşamasının en önemli nedenlerinden birinin; sorumlu, görevli ve aktif üyeler kitlesinin anlayış ve tutumundaki bu hata ve eksiklikler olduğu, geride kalan bütün dönemin deneyimiyle de kanıtlanmış bulunmaktadır.
İşçilerin partisinin, “parlamenter bir büro partisi” olmaktan kaçınması; gündelik mücadele yeteneğine sahip, işçilerin ve genç aydın kuşağın ileri kitlesini kucaklayan devrimci bir parti olması zorunludur. Bu, kuşkusuz, kendiliğinden olmaz; yönetici organlar ve görevlilerin, söz edilen hata ve eksikliklerden kurtuldukları; (özellikle bugünlerde) lafazan oportünistle, işini yapmakta yardıma ihtiyaç duyan işçiyi birbirinden ayırt etmeyi öğrendikleri oranda başarılabilir.
Bu türden hata ve eksikliklerin, geçmişte ne şekilde ortaya çıktığı ve nasıl etkili olduğu bir sır değil: Başlangıçta, il, ilçe ve işyeri gibi alanlarda birçok “eski devrimci” lafazan, samimi devrimci kişileri omuzlayıp iteleyerek sorumluluk aldı. Bu, çalışma ve örgütlenmenin çizgi ve kazanımlarını ayaklar altına alarak, birçok yerde ve kısa zamanda örgütlerin birer “büro örgütü” halinde güdükleşmesinin ilk adımıydı. Bunu, “işçi karakterli” ve “kendinden görerek” örgütlere istek ve coşkuyla katılmış işçi, genç işçi, emekçi ve öğrencilerin “görevlendirme”, “görev” ve “iş talep etme” adına kabaca kullanılma ve ezilmeleri izledi. Gerek ilk kuruluş döneminde, gerekse sonraki süreçte; birçok iyi niyetli işçi ve genç, lafazan bürokratlar ve oportünizme özenmeye teşvik edilirken; kimileri umutsuzlukla geri çekilmeye, kimileri ise “bürolara gelemedikleri” için tasfiyeyi kabule mecbur edildiler. Yıllar içinde bu nedenlerle tasfiye olanların; geride kalan parti kitlesi ve çevrelerinden daha geniş bir kesimi temsil ettiğinin söylenmesi, sanırız fazlaca abartı olmaz.
Tabii gülünçtü; bu tasfiye hareketi, gündelik çalışma yürüten bir örgütün üyeleriyle bağını “iş temeline oturtma” ve “kişiyi örgüte karşı sorumlu kılma” adına yürütülmüştü. Olan şu idi ki: “işyeri ve yerleşim esası”na göre örgütlenme boş biçim haline gelmiş, ve büyük ölçüde tasfiye olmuştu; “iş yapabilir” ögeler, bir orada bir burada ve amaçsız ortalık “işleri”nde israf edilmişlerdi. İşyerleri, çoğunlukla, o işyerinde çalışan, harekete yeni katılmış, deneyimlerinde “gündelik çalışma alışkanlıkları” olmayan ve bir yardım görmeyen işçi veya gençlere kalmıştı.
Kısaca söylemek gerekirse: partinin ve savunan ögelerin girişimleri bir şekilde kadükleştirilmiş; çizgisi, deneyimi ve yayın organları adeta yok sayılmıştı. “Uyum içinde” görünen, ama, bilerek veya bilmeyerek “bildiğini yapan”lar eliyle yürütülen türden, uzun süreli bir “savrulma ve tasfiye” dönemi yaşanmıştı.
Aradan geçen süre içinde ve giderek güçlenen mücadeleler sonucunda, inançsız lafazan, oportünist ve sınıf dışı ögelerin büyük çoğunluğu peyderpey açığa çıkarıldı veya “iş” talepleri karşısında tutunamayarak döküldü. Ama şu asla unutulmamalıydı: bu ögeler büyük çoğunluğu ile bugün aramızda olmasalar da; uzun süreli sınıf dışı gelenekten alarak örgütümüze taşıdıkları çizgi; anlayış, alışkanlık ve mevzilenme vb. düzeyinde hâlâ etkiliydi. Eğer işçilerin partisi, gündelik mücadeleye ileriden katılma ve günlük çalışmayı geliştirme yeteneği olan bir örgüte sahip olacaksa, anlaşılması ve altı çizilmesi gereken ilk şey buydu. Bu anlaşılmadığı; artık geride kalmış bu dönemin deneyimlerinden öğrenilmediği ve uyanıklıkla çalışılmadığı takdirde, yapılacak başka hiç ileri bir şey yoktu.
Şu açık: tehdit ve zaaflar geçmişte kalmış şeyler değil, ve şunlar, bugün de önem taşıyor: “Sol”daki sınıf dışılık, kendiliğindenci ve bürokratik partili anlayış ve alışkanlıklar, köklü geleneklere sahip ve kendilerini toplumda sürekli yeniliyor. Bu nedenle ve şu andaki gelişme düzeyi vb. nedeniyle, örgütlerimizin mevzilenme ve çalışması (ileriye gitmesi veya gerilemesi de); neredeyse devrimci deneyim, karakter ve kişiliği olduğu kadar, lafazanlığı, sınıf dışılığı, disiplin tanımazlığı, kaytarıcılığı, emir komuta düşkünlüğünü ve bireyci rekabeti vb. de üretiyor.
Dolayısıyla; parti yönetici organları ve aktif üye kitlesi, başta “devrimci” lafazanlık ve iş kaçkınlığı olmak üzere, bu tür anlayış ve alışkanlıkların örgütteki taşıyıcısı “tip”lerin faaliyetine karşı bir anlayış, refleks ve tutuma sahip olmak ve kendini bu bakımdan da sürekli eğitmek, geliştirmek zorundadır. Bu, kuşkusuz, bu türe giren karakter ve “tip”lere, örgütün yönetici organları, sorumlu ve görevliler kitlesi içinde yer vermemek; nerede çıkarsa çıksın, bu yöndeki eğilim, davranış ve tutumları eleştirmek, düzeltmeye çalışmak; kendini düzeltme ve değiştirmeden kaçınan iflah olmazları ise, cesaretle ayıklamak demektir. Burada önemli olan şudur ki; bu çizginin, kırıp döken kabalıklardan kaçınan; “herkese yapabileceği işi veren” ve “her şeyden yararlanan” bir anlayışla izlenmesi gerekmektedir.
Bir an bile unutmak büyük bir gaflet olur: piyasacı lafazanlığa karşı gerekli uyanıklık gösterilmediğinde; iş kaçkıncısı küçük burjuva anlayış, mevzilenme ve temsilcisi tiplerle “barış içinde bir arada”lık atmosferi örgütte egemen olduğunda, proleterin dışlanması ve devrimci unsurun bozuşması önlenemez. Parti, devrimci bir işçi partisi olacaksa; üyeleriyle bağının “sorumluluk” ve “disiplin” üzerinden şekillenmesi ve örgütünün günlük çalışma yeteneğine sahip bir örgüt olarak inşasının yolu genişletilecekse, unutulmaması gereken ilk şeylerden biri budur.

TEMEL BAZI SORUNLAR
Gerek sekiz yıllık deneyimden, gerekse burada altı çizilenlerden çıkarılması gerekenler nelerdir? Üyelerinin partiye düzenli yaptıkları bir iş üzerinden bağlanması; parti bağ ve sorumluluğunun iş disiplini üzerinden teşekkülü; ve parti örgütlerinin günlük mücadele yeteneği taşıyan örgütler haline gelmesi vb., bunlar kuşkusuz zorunlu. Ancak parti ve örgüt, varlık nedeni olan sınıfa ve kitlesine sıkıca bağlanmadığı; bütün iyi örgütsel özellik ve değerleri, ileri işçilerin partiye hakim olması ve onu hareketin örgütleyicisi olarak geliştirme ve  yönetmede ilerlemesine bağlanmadığı sürece, ileriye doğru bir adım atılmış olmaz. Örgütle ilgili bütün sorunların, işçiler arasında kesintisiz çalışmaya bağlanması her şeyin temelidir.

işçiler arasında mevzilenme ve çalışma
Örgütlerimizdeki sorun, sadece, lafazanlar ve iş kaçkınlarının kötü, çürütücü etkisi sorunu değil; şunları gereği gibi anlamak ve gereklerini yerine getirmek de gerekir: “Sol”da hakim olan mevzilenme ve örgütlenme geleneği; “üst sınıf devrimciliği”, yani yönetici, sorumlu ve görevlilerin etkinliği, kitlelerin uyuşukluğu ve edilgenliği geleneğidir. Bu, bir işçi partisinde, her şeyden önce, temel organlar, görevliler ve partililerin işçilerin dışında yaşamaları; içine kapalı, “büro”lar veya “örgüt işleri” temelinde örgütlenen ve işçiler arasına dışardan gelip giden organ ve kişiler olarak mevzilenmeleri şeklinde dışa vurur. “Sol” gruplara ve tarihe bakan herkes; bu geleneğin, örgütlenme ve çalışma tarzında “değişik biçim”ler yarattığını, buna karşın üst sınıf anlayışının hepsini karakterize ettiğini kolayca görebilir.
Soruna, “iyi” bilinen bir örnekle bakalım: Geleneğe göre, fabrika veya işyerlerinde bir şekilde “kazanılan” işçi veya emekçi, ilgili örgütte örgütlendiği andan itibaren, artık normal bir işçi veya emekçi değildir. Eski doğal çevresinden kopar; onun artık, başka alanlarda “örgütlü” kişilerden oluşan yeni (yoldaşları) bir çevresi vardır; işyerinde çalıştığı halde, zamanının büyük bölümü, dostluk ve arkadaşlık ilişkileri artık, örgüt büro veya çevrelerindeki “bilinçli” yeni dostlara ayrılır.
Bu kişiler, işyerinde bir grup oluştursalar bile, işçi kitlesiyle genellikle eski ilişkilerini muhafaza edemezler; bunlar, artık geniş işçi kitlesi içinde, tek kanallı ve tek yönlü ilişki içindeki (bazen yayın, bildiri dağıtan, sendikal, politik toplantı düzenleyen) bir “koloni”dir; bu koloniye, yeni bir kişi katılsa bile, eski çevrelerini, ilişkilerini, yaşam alanını terk edip, daraltarak katılacaktır. İşçinin daha “devrimcileşirken” veya partiye katılırken sınıfından kopması ve kendini bir şekilde onun üstünde görmesi, bu gelenekte adeta bir kuraldır. Öte yandan, işçi ve emekçiler ve emekçi örgütleri, bu gelenek mensuplarının anlayışı açısından, bir tür tarikat olan “örgütün çıkarları” için kullanılacak bir araçtan başka bir şey değildir; bu nedenledir ki, bunlar, işçiye baskı ve şantaj  yapmaktan asla çekinmezler.
Olması gerekene gelince; bu, aslında yukarıdaki eleştiriler içinde bir şekilde öneriliyor, ama gene de vurgulayalım: bir işçi partisinde, öncelikle de temel örgütlerde, örgütlemekle yükümlü olduğu işçi kitlesinin yaşamından kopuk, kendini ondan tecrit etmiş, ulaşılamaz bir “devrimci örgüt yaşamı” olamaz. Parti örgütünün yaşamı; işçi ve emekçilerin her  günkü yaşamına bütün yönlerden bağlıdır.
Dolayısıyla: kapalı bir koloni gibi veya dışarıdan gelip giderek çalışan bir kişi veya grup gibi “örgütlenerek” değil; işçiler arasına gerçekten katılacak şekilde mevzilenerek ve doğal işçi, emekçi veya gençlik kümelerinin bir mensubu haline gelecek şekilde örgütlenerek çalışmak gerekmektedir. Zira, işçi ve emekçiler arasına katılmanın; onları tanıma, anlama, onlardan biri olmayı öğrenme ve onlar tarafından tanınma, anlaşılma ve kabullenilmenin temel olanağı buradadır.
Konu başlığımıza dönerek söylersek: bu çizgi temelinde hareket edilip, gerekleri yerine getirilmediğinde; bir işçi veya emekçinin partiyi tanıması, kendi örgütü olarak benimsemesi ve ona daha girişken bir şekilde katılması baltalanacağı gibi; katılan kişinin parti bağının “görev ve iş” üzerinden şekillenmesi ve işlerini yetenekle yapmayı öğrenmesinde ona yardım da olanaksız olacaktır. Oysa, parti gerçek bir işçi partisi haline gelecek; onu, bilinçli ve sınıf kitlesi içinde geniş bağlara sahip militanlar olarak örgütlenmiş işçiler yönetecekse; bugünkü örgüt ve görevlilerinin, partiye katılan işçilere içten bir yardımı zorunludur. Geçmişte olup bitenlerden çıkarılması gereken derslerden ilki, kuşkusuz bu olacaktır.

sorumlu yöneticilik, mevzilenme ve örgütleme
İşçi ve emekçiler arasındaki mevzilenme, örgütlenme ve çalışmadaki üst sınıf etkisi, kendini, sadece temel organlar ve doğrudan kitle çalışması yürüten görevli, sorumlu organ ve kişileri bozuşturmada değil; örgütün bütün yönetici organlarının mevzilenmesi ve çalışmasını çarpıtmada da ortaya koymaktadır. Bu çarpıtma, örgütün işçilerle yakınlaşması ve birleşmesinin baltalanması ve enerji kaybında önemli bir rol de oynamaktadır.
Herhangi bir örgütte böyle bir etki altında olan bir yönetici veya –sözgelimi il, ilçe yöneticisi– sorumlu; işini, partinin şu ya da buradaki üyesi veya alt bir görevlisine yapacağı işi söylemek, planlamak ve zaman zaman giderek veya çağırarak işini yapıp yapmadığını “denetlemek”, yapmamışsa “eleştirmek” olarak görür. Bu anlayış ve tutum, yönetici sorumluluğun; bir alt görevlinin yöneticiliğine indirgenmesi olduğu gibi, örgüt karşısında sorumluluk almaktan kaçınan veya sorumluluğunu başka bir görevliye devreden bir bürokratın anlayış ve tutumunu da ifade eder.
Bu anlayış ve tutumun; aynı zamanda, örgütteki merkezileşme ve hiyerarşinin bürokratik bir “kademelenme” olarak yozlaşmasında önemli bir etken olduğundan kuşku duyulamaz. Parti sorumluluk ve organlaşmasının; parti üyelerinin birbirlerini yönetmesine bağlanan “yönetim araçları” halinde kabuklaşması gibi.
Böyle bir örgütsel yozlaşmadan korunmak kuşkusuz zorunludur ve bu korunma, kuşkusuz olanak dahilindedir. Burada öncelikle altı çizilmesi gereken şu: Hangi sorumluluk mevkii ve hangi sorumlu organ olursa olsun; yönetici organ ve onu oluşturan kişilerin görevi, parti alt organlarını, üyeleri yönetmek değildir; bu organ ve kişiler, bulunulan alandaki işçi ve halk hareketinin bütün yönlerden örgütlenmesi ve yönetiminden sorumludurlar. Alt örgütler ve parti üyelerinin örgütlenmesi ve yönetimi, ancak bu amaca bağlanıldığı oranda bir anlam taşır. İşçi ve halk hareketini örgütleyip yönetecek organ ve kişiler, alt organlar ve üyeleri; onları yönetecek olanlar da üst organ ve sorumluları, kuşkusuz değildir.
Yani: işçi sınıfı partisindeki hiyerarşik organlaşma, bir alttakini sorumlu kılmak ve “yönetmek” üzere kurulmuş bürokratik bir kademelenme, bir kast olamaz. Sorumluluk, bir ayrıcalık değil; parti karşısındaki bir sorumluluktur ve dolayısıyla sorumlu kişi ve organlar, görevleri yerine getirecek tarzda mevzilenirler.
Zorunluluk şu ki, parti sorumlu ve yönetici organlarının mensupları da, temel örgütlerin üyeleri gibi, işçi ve emekçiler arasına gidecek ve orada yaşayacak ve çalışma yürütecek biçimde mevzilenmeli ve “iş”in tabiatına uygun olarak örgütlenmelidirler. Sadece parti grupları veya komitelerinde örgütlenmiş işçi-emekçiler arasında gezerek değil, sorumluluğunu taşıdıkları partisiz işçiler arasında da gezerek çalışmalıdırlar.
İşçi hareketinin nabzını tutmak; fabrika ve bölgenin durumunu, özgünlüklerini, olayların somut seyrini anlayabilmek; partili işçilere ve partisiz emekçilere olabilir en ileriden “yardım”ın yolunu genişletebilmek  için, bu, zorunludur.
Her yere, her işçi evine, kahvesine girip çıkan; sorumlusu olunan alanın nüfus bileşiminden özgün kültürel özelliklerine, yerel basınından mesleksel, belediyesel vb. sorunlarına, hayata ilişkin her şeyle ilgilenen organ ve kişiler olmak; örgütleme çalışması, ileriden yönetim ve denetim için zorunludur. Örgütün il-ilçe yöneticilerinin, bir fabrikanın işçileri arasında, fabrikanın görevlisi gibi geniş çaplı ve kesintisiz gezemeyecekleri bir gerçek. Buna karşın, zaman vb. gibi gerekçeler ardına sığınmak ve kitleler arasına gitmeyi ihmal etmek, aptalca olur. Açık: ezbere yöntemlerle çalışılamaz; pratik çalışmanın bütün materyalinin canlı hayatın içinde olduğunu anlayarak çalışmak, sorumlu ve yönetici olmanın ilk koşuludur. Geride kalan sekiz yıldan öğrenmemiz gereken şeylerden biri de, kuşkusuz bu olmalıdır.

partili işçinin işini yapmayı öğrenmesi çalışması
Piyasalaşmış haliyle sınıf dışı geleneğin veya üst sınıf anlayışının kaba, biçimsel ve bürokratik yaklaşımlarından biri de, işçilerin partiye katılmaları ve üyelik sorumlulukları alanlarında ortaya çıkmaktadır. İşçilerin umutsuzluğa kapılması ve partiden uzaklaşmasında, bu konudaki yaklaşım önemli bir etken oluşturuyor.
Kitle çalışması içinde, işçilerin partiye kazanılması, üyeliğe teşvik gibi yönlerin zayıf kalması  bir yana; baş vuran işçiler genellikle üyeliğe kabul ediliyor. Geçmişte yaşanan uygulama şöyle: sözgelimi, bir fabrikadan birkaç işçi üye olmuşsa, bunlar, “söze göre” bir organ haline getiriliyor ve ilgili yeri örgütleme sorumluluğu bu organa veriliyor. Ayrıca, bu organın üyelerinden, verilen görevleri yerine getirmeleri ve işlerinin hesabını bağlı bulundukları parti örgütüne vermeleri de isteniyor.
Deneyle biliyoruz; bu tür durumlarda, sonraki süreç çoğunlukla: iş bir yana, organın toplanamaması; işçilerin giderek partiden uzaklaşmaları; kimileri yakınmaya başlarken, diğerlerinin örgütten kopmaları sürecine dönüşüyor; o işyeri ile bağlar, aynı şeyi tekrar etmek üzere yeni işçiler buluncaya kadar kopmuş oluyor.
Kabaca bakıldığında, bu yaklaşım “doğru” görülebilir. Öyle ya; kişi partiye üye olmuş ve bağlı bulunduğu örgüt, parti tüzüğüne uygun olarak ona iş vermiş. O ise, işini yapmamış, sorumluluklarını yerine getirmemiş; sonuçta, ya kendisi geri çekilmiş veya tüzük gereği olarak üyeliği örgütçe düşürülmüş! Parti olduğunu unutmasak bile; onun herhangi bir parti değil de, bir işçi partisi olduğunu unuttuğumuzda, bu muhakemeyi doğru görmememiz için bir neden herhalde bulamayız!
Geride kalan yedi sekiz yılın özellikle ilk yarı dönemini, biraz karikatürize de olsa, fabrika ilişkileri bakımından, bu anlayış ve tutumun karakterize ettiği söylenebilir. Kuşkusuz bu, baş aşağı dönmüş yanlış bir anlayış ve tutumdu; anlamı ya da sonucu, işçi hareketinin olanaklarını kullanması ve partimizin büyümesinin baltalanması da oldu.
Şunlar doğrudur: işçiler partiye katılmaya teşvik edilecek; başvuran işçiler istisna haller dışında kuşkusuz partiye alınacak ve ilgili örgütlerde örgütlenecekler. Ayrıca, işçi sınıfı dışından gelmiş her üye gibi; işçi üyeler de partiye karşı “bir iş”le sorumlu tutulacak, parti görevi ve disiplini karşısında herkesle eşit olacaklar.
Burada sorun şu ki, üyelerin eşitliği, herkesin bütün işleri veya aynı iş aynı derecede üstlenmesinde bir eşitlik olarak bozuşmaktadır. Yardım gördüklerinde; istisna haller dışında, mensubu olduğu sınıf ve katıldığı parti için bir iş yapmayacak işçi yoktur; asıl düzeltilmesi gereken, işçilere karşı mevcut yaklaşımdır.
Yapılacak şey (birçok yerde yapılmaya da çalışılıyor), çok bilinemez değil: aralarından kendi işlerini toparlayacak ögeleri henüz çıkaramadıkları durumlarda; genç veya yetişkin, sınıfa yönelme ve katılma çabasındaki bir devrimci, o fabrikanın işçileri arasına katılır. Kendi doğal kümeleri içinde yapmaları gerekenleri, birlikte yapmak üzere onları teşvik eder. Toplantıları ve öteki işler için koşulları hazırlayan; basın, fabrika ve hükümet vb. sorunları karşısındaki işleri üstlenen örnek bir tutumla çalışır. Buradan başladığında; ön açıcı olmayı, işçileri ilerletme ve yetiştirmeyi öğreneceği ve kendini ilerleteceğinden kuşku duyulamaz. Burada, şu, kuşkusuz önemli: sorumlulukları üstlenen görevlinin; işçilerin ilerlemesi, organ olarak sorumluluk almayı öğrenmesi, organ haline gelmesi  ve işlerini parti temel örgütü olarak inisiyatifle yürütmesi hedeflerini kaybetmemesi zorunludur.
Şunu ayrıca belirtelim: iş ve çalışma yaşamında artan zorluklar, ileri işçilerin toplantı ve çalışma yapma koşullarını daha da zorlaştırıyor. Bu nedenledir ki, fabrika ve işyeri organları olarak örgütlenmenin sorunlarını aşmak için, dışarıdan katılmalara  daha fazla başvurmak giderek daha da zorunlu hale geliyor.
Kaldı ki, fabrikalarda da, mahalle ve semtlerde de; organlaşma, ortak ve örgütlü çalışmanın “bilinen biçimleri”ne pek de uygun düşmeyen parti üyesi yaşlı işçiler ve –mahallelerde– emekli vb. işçi ve emekçiler de olacaktır. Bunlar, işyerleri, sendikalar ve mahallelerde, çoğunlukla sözleri en fazla dinlenen kişilerdir. Genç partili işçi veya devrimciler, bunlar arasına katıldıklarında; bunların, gereğince yapamadıkları zorunlu “parti işleri”nin yapılması sağlanacağı gibi; örgütün olabildiğince etkili olması ve gereğince büyümesinin koşulu da genişleyecektir.
Kısaca söylemek gerekirse; “mademki üye ve madem ki işyeri organı, öyleyse, işini yapsın” gibi veya buna denk gelen bir tutum telafi edilemez bir cinayet olur. Özellikle işçi ve halk hareketinin bugünkü koşullarında bu tutum asla affedilemez. İşçilere söz ettiğimiz tür yardım ve bir organda görev almalarının olanaklı ve esneklik taşıyan biçimleri her yerde bulunabilir ve uygulanabilir. Yaşamları ve zorluklarının ve aynı zamanda geleneksel alışkanlıklarının izin vermediği biçimlerde ısrar etmek ve işçileri yıldırmak yerine, bize sorumluluk yükleyen geçici ve giderek gelişen esnek biçimler tercih edilebilir ve edilmelidir de. Unutmamalıyız: örgütümüzde herhangi bir biçime “uygun” düşmeyen üyeler her zaman ve belki de çoğalarak olacaktır. Sorun, bunları ilerleterek örgütleme ve iş yapmaya bıkıp usanmadan devam etmeyi istememiz ve başarmamız sorunundan başka bir şey değildir. Yedi sekiz yıllık pratiğimizden öğrenmemiz gerekenlerden biri de, işte bu olmalıdır.

ANLAYIŞ VE ÇİZGİ ÜZERİNE KISA ÖZET

Sonuç olarak: Yukarıda, lafazanlar ve kaçkınlarla; yani sözü farklı yaptığı farklı pratik oportünistlerle uyuşmamak ve barış içinde olmamaktan söz edildi. Yaptığı sözde “işi”, işini henüz gereği gibi yapamayan işçiye karşı rekabette kullanan küçük burjuva lafazanlara karşı tavrın önemi özel olarak vurgulandı. Ama, yukarıda belirtilen ve altı çizilenlerden de görülüyor ki, bunlar yetmemektedir: örgütün sorumlu yönetici organları, görevliler topluluğu ve aktif üye kitlesinin doğru bir şekilde ve verimli olacak bir biçimde çalışması da gerekmektedir.
İşyeri ve mahallelerdeki temel örgütler ve üyelerinin, “dışardan olmak”tan, içe kapalı koloni örgütü haline gelmekten kaçınacak, işçi ve emekçi kümeleri arasına katılacak şekilde mevzilenme ve çalışmaları; il, ilçe ve bölge yönetici ve sorumlularının, sadece örgütlerin yöneticileri değil, aynı zamanda bütün hareketin yönetici ve örgütleyicileri olarak hareket etmeleri, o şekilde örgütlenmeleri; örgütleyici ve yönetici çalışmanın, ileri işçi kitlesini kucaklaması ve girişkenlikle çalışan bir parti örgütü olarak örgütlenmesine yardım hedefine bağlanması: Yukarıda üç ara başlık altında ortaya konulanların özeti böyle, ve bunlar, elbette daha önceden bilinmez, bilinemez değiller. Ama sekiz yıllık deneyimden sonra; ister yetişkin, isterse genç devrimci olsun, herkes için, bugün daha somut, daha anlaşılırlar. Dolayısıyla da, daha uygulanabilir bir çizgi oluşturduklarından kuşku duyulamaz,
Kitle gazetesinin örgütlenmenin temel aracı yapılması ve gündelik olarak kullanılışı üzerine yürüyen bir kampanya olduğunu hepimiz biliyoruz. Aslında bu kampanya, aynı zamanda, örgütün yeniden mevzilenmesi, yeni güçlere dayanarak yeniden inşası ve çalışmasının dönüşümü kampanyasından başka bir şey değil.
Örneğin: gazetenin işyeri, mahalle veya okulda düzenli ve gündelik dağıtımıyla; haber, röportaj, inceleme vb. biçimlerde gazeteye düzenli yazmayla; gazete okuru işçi, emekçi ve gençlerle birim ve işyeri temelinde yapılacak toplantılarla ilgili görevleri yerine getirmeye çalışan bir kimse; aslında, mevzilenmesini değiştirme ve kendini işçi ve emekçiler arasına boylu boyunca “atma işi”ni de yapmış demektir.
Bu yapıldığında, sonrasının daha kolay olacağına kuşku yoktur. Gazete kampanyasını bu şekilde ele almak; burada tekrar vurgulanan örgütsel hedeflerle bu kampanyayı özdeşleştirmek; daha doğrusu, gazeteyi burada verili hedefler uğruna çalışmanın temel aracı yapmak, “durumu değiştirme”nin ilk koşuludur.
Yukarıdaki üç ara başlığın altında söylenenlerin tümünün de; “işlerini yapmalarında işçilere yardım” ve “henüz işini gereğince yapamayan partili işçiye yardım” gibi hedefler üzerinde toplanması ve yoğunlaşmasından, kimi zıpır takımının “işçicilik” suçlaması çıkardıklarını bilmiyor değiliz. Bunların hiçbirini hiçbir şekilde ciddiye almayacağız ve işimize bakacağız. Zira, yukarıda eleştirilen ve savunulanlar aynı zamanda, işçideki kendiliğindenliğin eleştirisini de içerir. Herkes partiye işini yaparak katılacaktır ve genci ve yetişkiniyle bugünkü parti kuşağının “temel iş”i, işçiler arasına sakınmasız katılma ve işlerinde onlara yardımdır.

İLERİ ADIM OLANAKLI VE ZORUNLU
Başta da belirtildiği gibi, partimiz tarafından; esas olarak çalışmayı dönüştürme ve örgütün yeni güçlerle yeniden inşasında ileri adımlar atma amacıyla kitle gazetesi üzerinden bir kampanya yürütülüyor. Bu yazı, tatil aylarından sonra tazelenen bu kampanyanın desteklenmesi amacıyla yazıldı. Dolayısıyla da, kampanya ile ilgili daha önce yayınlanmış materyalin bir devamı niteliğinde.
Bu yazının, örgüt ve çalışmadaki öteki sorunları çıkış noktası yapması ve ağırlıklı olarak işlemesi; gazete sorununu, öteki materyallere göre geri plana itmesi olarak asla anlaşılmamalıdır. Yazının ana fikri, kuşkusuz şu: politik kitle gazetesi (ve tabii ki, öteki yayınlar) karşısındaki sınıf dışı ve yabancılaşmış tutumlar değişmeden, bu yazıda da sözü edilen örgütsel hedeflere ulaşmak tümüyle olanaksızdır. Dolayısıyla, işçiler ve halk arasına giden parti görevli veya üyesinin ilk dayanacağı organ ve elinde bayrak yapacağı ilk araç, kitle yayın organıdır.
Olağan olarak yerleşmiş olması gereken anlayışın, örgütsel bilinç ve reflekslerin; bugün peş peşe kampanyalarla ve geniş çaplı mücadelelerle yerleştirilmeye çalışılması, elbette bir zul. Ama ne var ki, bu bir gerçek ve ilerlemek ve “zul”den kurtulmak için; örgütlerin özen, ısrar ve sebatla mücadelesi bir zorunluluk.
Türkü ve Kürdü ile Türkiye halkı, emperyalizm karşısında, tarihteki en işbirlikçi hükümetler tarafından bile bu kadar küçük düşürülmedi, aşağılanmadı. Hükümetin, öncelikle ona oy veren dindar emekçi kesimlerde hayal kırıklığı yaratmaya başladığı bir olgu; buna karşın, duruma hiç aldırmadığı ve şimdi de ABD lehine ve oradaki halklar istemediği halde, Irak’a asker göndermeye çalıştığı görülüyor. Öte yandan, Irak’a askerin gönderilmesi halinde, bir halk tepkisinin oluşması; bunun giderek bir dalgaya dönüşmesi ve gündemi belirler hale gelmesi ihtimal dahilinde.
Söylememiz şu ki: Olaylar, Irak’a asker, sendikal cephedeki gelişmeler veya emekçilerin artan yaşam zorlukları nedenleriyle hızlanabilir ve parti, peş peşe gelen yeni kitle kampanyaları açma ihtiyacı duyabilir. Önceki dönemlerde olduğu gibi; eğer bu kitle kampanyaları nedeniyle, “gazete ve örgütsel yenilenme” kampanyası sönmeye bırakılırsa; kitle kampanyalarının sonraya bırakacağı bir şeyin, bir birikiminin olmayacağı ve neredeyse “suya yazı yazmak” gibi bir şey olacağı kimsece unutulmamalı.
Aksine, bu iki tür kampanyanın birbirine hizmet edeceğini anlamak özellikle zorunlu. Emekçi yığınları harekete geçirme, onlar arasında çalışma ve ileri ögeleri içinde örgütlenmedeki başarının, bunu iyi anlamaktan geçtiğine şüphe yoktur.

Evrensel ile el ele kampanyasının gösterdikleri

Devrimci işçi basının örgüt çalışmasında nasıl kullanılması ya da aynı anlama gelmek üzere nasıl kullanılmamasına dair bugüne kadar birçok tartışma yapıldı. Yaz döneminde gerçekleştirilen “Evrensel okurlarıyla el ele” dayanışma kampanyası, bu açıdan, pratik sonuçların da açığa çıkmasına neden olmuştur. Bu yazıda,  İstanbul’daki çalışmaları ele alarak, kampanyanın neleri gösterdiği ve öğrettiğini paylaşmaya çalışacağız.
İstanbul’da kampanya sonrası gazetenin günlük tiraj ortalaması 2400’e yükseltildi, birçok fabrikada abonelik gerçekleştirildi. Çeşitli dayanışma toplantıları örgütlenerek, gazete geniş emekçi kesimlerle tartışıldı. Binlerce dayanışma kartı, 200 binin üzerinde tanıtım amaçlı el ilanı, temel çalışma alanlarına uygun olarak işçi ve emekçilere ulaştırıldı. İşçi ve emekçilerin gazeteye mektuplarıyla sorunlarını paylaşması yönünde düne oranla ciddi bir adım atıldı. Tüm bu tablo, karşımıza birçok bakımdan deney ve sonuçların çıkmasını sağladı.
Üç aylık kampanya çalışmasını, gazetenin 7 yıllık süreciyle birleştirdiğimizde ve inceleyerek çeşitli sonuçlar çıkardığımızda, ilerlememize ışık tutacak zengin bir birikimle karşı karşıya olduğumuzu görmüş olacağız.                                                             

İŞYERİ-FABRİKA ÇALIŞMASI AÇISINDAN KAMPANYANIN GÖSTERDİKLERİ
İşçi gazetesi olarak, gazetenin işyeri-fabrika çalışmasının merkezinde olması, olmazsa olmaz bir koşuldur. Sınıf mücadelesinde devrimci örgütün işçileri aydınlatmasının ve sınıf bilinçli işçileri kazanmasının en temel aracı gazetedir. Bugüne kadarki çalışmalarımızda fabrika çalışması ve gazete genellikle şöyle tartışıldı: “Gazeteyi fabrikaya sokmak güç, gazete işveren tarafından görülürse işten atılırız. İşçilere gazete okutmak zor. Gazeteyi işçilere aldıramıyoruz.” vb.
Bunlar ve buna benzer gerekçelerle gazetenin işyeri çalışmalarının merkezine konmasında büyük zayıflıklar yaşanmıştır. İşçiler içinde çalışma yürütenler, gazeteyi genellikle mesai saatlerinin dışında ve fırsat bulabildikleri oranda okumayı tercih etmiştir. Kampanya sürecinde, fabrika-işyeri çalışmasında günlük gazeteyi işçilerin aydınlatılması ve örgütlenmesinin temel aracı olarak kullanmayı zayıflatan bu tür eğilimlerle mücadele edilmiştir. Sınıfın devrimci kitle partisinin merkezi propaganda ve örgütlenme aracının kullanılmadığı bir fabrika-işyeri çalışmasının politik bir çalışma olamayacağı, tersi her tür tutumun, işçi sınıfının politik mücadeleye katılımı açısından kendi kendini kandıran, sendikal-ekonomik çerçeveyi aşamayan bir sonuç doğuracağı konusunda eğitici bir tartışma sürdürülmüştür. Bugüne kadarki çalışmaların olumlu ve olumsuz örnekleri üzerinden fabrika ve işyeri çalışmaları değerlendirilmiştir.
Yukarıda örneği verilen türden gazetenin işyeri çalışmasında kullanılmamasına ilişkin gerekçeler, sınıf partisinin politikalarının, fabrika çalışmalarında yer alan militanlarınca en geriden kavranmasına neden olmuştur. Örgütün günlük politikalarının işçi örgütçüler tarafından kavranmasında sorunlara yol açması bir yana, genel olarak sınıfın aydınlatılmasında yürütülen propaganda çalışmalarının da sistemli olmamasının temel nedenini, bu tutum oluşturmuştur.
Takdir edileceği gibi, burjuvazi, kendi sınıf karşıtının örgütlenmesini engellemek ve iktidarını sürdürmek için elindeki tüm olanakları kullanmaktadır. İşçilerin en ufak bir hak talebini kabul etmemekte ve işçilerin bilinçlenmesini engellemek için işçilerin örgütlenme araçlarına saldırmaktadır. Örneğin işçilerin sendikal mücadelesi doğal bir hak olmasına rağmen, sermaye –ve egemenlik aygıtı– karşısında işçiler, sendikalarını neredeyse illegal örgütleyerek gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Böyle bir tabloda işçi sınıfının örgütlenmesinde elindeki en büyük silah olan gazetenin örgütlenme aracı olarak kullanılmasının engellenmesi, sermayedarlar sınıfı, burjuvazi açısından tamamen doğaldır. İşçi sınıfı, sınırlarını burjuvazinin çizdiği ve bunun da kabullenildiği bir örgütlenme ile hiçbir kazanım elde edememiştir. Dolayısıyla, işçiler, kendilerinin ihtiyaç duyduğu örgütlülüğü gerçekleştirebildikleri oranda, kazanımlar elde etmişlerdir. Sınıf mücadelesinde başarıya ulaşmak isteyen bir örgütün militanlarının da, gazeteyi her şart ve koşul altında fabrikaya sokmaları ve işyeri çalışmasının merkezine oturtmaları bir zorunluluktur.
Kampanyanın örgütlenmesi, bu bakımdan birçok olumlu ve üzerinden ilerlenmesi gereken deneyi açığa çıkarmıştır.
Kampanya öncesi, gazete sınırlı sayıda partililer aracılığıyla sınırlı sayıda fabrikaya girerken; kampanya ile birlikte, İstanbul’da 50’nin üzerinde işyerine gazete düzenli olarak girmeye başlamıştır. Sadece parti üyemizin gazetesini okuduğu ya da çevresindeki birkaç işçiye okutmakla yetindiği tutumun yerine, gazete okuyan işçi sayısını sürekli artırmayı amaçlayan bir tutum geçmiştir. Bunun sonucu olarak, belirli bir mahalde 2-3 olan gazete okur sayısının 10’a çıktığı, fabrikasında gazeteyi okutmaya çalışan işçilerin oturdukları mahallelerde hafta sonları gazete sattığı, 18 abonenin olduğu Tuzla tersanesinde bu sayının 50’ye çıktığı türden örnekler ortaya çıkmıştır. 50’nin üzerinde işyeri-fabrikada şu veya bu sayıda gazete okur sayısındaki artışlar, gereken yapıldığında, harekete geçirilebilecek olanakların somut göstergesi olması açısından önemlidir.
Öte yandan, gazetenin girebildiği yerlerde işçi hareketinin sorunlarının daha ileri düzeyde tartışıldığı görülmektedir.
Örneğin; Uşak işçilerinin sendikalaşmaya dönük tutumları birçok öğretici deney içermektedir. İstanbul’da bu deney işçilerle paylaşılmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, Uşak deneyinin tartışılabildiği fabrikalar, yalnızca gazetenin sokulduğu fabrikalardır. Çünkü gazete, aynı zamanda, değişik mekanlardaki işçiler arasında köprü rolü oynamakta; doğru kullanıldığında, sınıf çalışmasında yaşanan olumlu ya da olumsuz bir deneyi diğer alanlardaki işçilerle paylaşmanın en doğrudan aracı olmaktadır.
Kampanya çalışmalarının en olumlu yanlarından biri de, gazeteye mektup gönderme oranının artması olmuştur. Çeşitli fabrikalarda işçiler yaşamlarına dair her türlü gelişmeyi gazeteye yazarak sınıf kardeşleri ile paylaşmışlardır. Kampanya çalışmalarında bunun en olumlu örneğini Tuzla Tersane işçileri oluşturmuştur. Tuzla Tersanesi’nde gazete abonelerimizin artmasıyla birlikte, gazeteye kısa sürede gönderilen 30’un üzerinde mektupla tersane işçisinin örgütlenme sorunları paylaşılmaya çalışılmıştır.
Devrimci bir işçi basının muhabirlerinin ve dağıtıcılarının işçiler olması, sınıfın yaşamına ve gazetenin sınıfın yaşamındaki rolüne dair en çarpıcı örneklerin gazetede yer alması ve aynı zamanda bu örneklerin işçiler içerisinde canlı bir tartışmaya dönüşmesi bakımından oldukça önemlidir.
Kampanya çalışmalarıyla birlikte örgütümüze yeni katılımlar gerçekleşmiştir. Gazetenin örgütçü rolü üzerine birçok tartışma yürütülmesi, kampanya döneminde ortaya çıkan örnekleriyle birlikte maddi bir güç kazanmıştır.
Gazetenin örgütleyici rolü üzerine çarpıcı bir örnek, Bağcılar’da bir ayakkabı fabrikasından verilebilir. Güneşli’de kurulu fabrikada çalışan AKP’ye oy vermiş bir işçi kadın, bütün önyargılarına rağmen gazete okuru olduktan kısa bir süre sonra, fabrikasında gazetenin dağıtımında rol oynamaya başlamış, aynı zamanda, yaşadıklarını, yaptığı haber ve yazdığı mektupla işçilerle paylaşmıştır. Fabrikadaki arkadaşlarına diğer gazete okurlarıyla birlikte kampanyayı anlatarak, gazeteye maddi bakımdan da destek sunmuştur.
Bu işçi, gazeteyi neden okuduğu ve dağıttığı sorusuna net bir yanıt vermektedir. “İşçilere gazeteyi okutmayı başaramazsak, örgütlenmemiz ve haklarımıza sahip çıkmamız mümkün değildir.”
İşyeri ve fabrikalardan işçilerin ve parti örgütçülerinin gazeteye mektup, röportaj, haber göndermeleri, sadece işçi basınının sahiplenilmesi açısından önemli ve somut bir adım değildir. Gazeteyle canlı bağlar kurulması başarıldığı oranda, işçilerin ve parti örgütçülerinin; ülke ve dünya meselelerini kavrama, tartışma, yığınları aydınlatmaya yönelik daha etkileyici birer ajitatör ve eylemciler olma, kendilerinin ve işçi, emekçi kitlelerinin dertlerini, sıkıntılarını anlama, anlatma ve değiştirme için yeniden ve yeniden seferber olma düzeyini ilerletme, yeteneklerini açığa çıkarma ve geliştirme gibi birçok açıdan da önemli ve somut kazanımları olmaktadır.
Bilinmelidir ki, fabrika çalışmalarının ilerlemesi veya gerilemesi fabrikadaki gazete okur sayısıyla doğrudan bağlantılıdır. Bunu, yine canlı bir örnekle açacak olursak; örgütümüz, Bağcılar’da kurulu demir çelik fabrikasını tartışırken, ilerleyememesinin nedenini, üyelerinin gazeteyi okumamasına bağlamaktadır. Bu tespit yerinde ve doğrudur. Çünkü günlük politika yapabilen bir örgüt ilerleyebilir, bunun koşulu da, gazetenin günlük takip edilmesidir.
Gazetede mektup, haber ve röportajın çıktığı, gazetenin okunup tartışıldığı fabrika ve işyerlerinde, yeni okurlar kazanmak ve gazeteyi kollektif bir ajitatör ve örgütleyici olarak işlevine uygun kullanmak mümkün olmaktadır. Örneğin, işçilerinin çeşitli konularda görüşleri, yaşadıkları ve çalışma ve mücadele koşulları gazeteye yansıyan fabrikalara veya sanayi havzalarına yönelik gazete satışları, işçiler tarafından küçümsenmeyecek bir ilgiyle karşılanmaktadır. Birkaç günlük dosya, ya da bir haber-röportajın yayınlandığı fabrika-işyerlerinde, gazetenin onlarca, yüzlerce satılabildiği görülmüştür. Bu satışlar, kalıcı bir işçi okur kitlesinin örgütlenmesinde, abone sayısının artırılmasında somut bir dayanak olmaktadır.
Gelinen noktada, düne oranla kampanya çalışmaları, gazetenin fabrikalarda nasıl kullanılması gerektiği konusunda olumlu adımların atılmasına neden olmuştur. Gazetenin sokulduğu fabrikalarda işçi örgütlerini çoğaltmak, sağlamlaştırmak ve yeni örgütler kurmak için atak, inatçı, militan, sebatkar bir tutumla çalışmalar sürdürülecektir. Bunun başarıldığı (gazete etrafında birleşmiş işçi örgütleri kurulduğu) yerlerden alınan güçle, çalışma yürütülen bütün fabrikalarda benzer adımları atmak, ileriye ve daha ileriye yürümek, artık “dönüşü olmayan bir yol”dur.
Her sorumlu parti yöneticisi, örgütçüsü ve partili işçinin, fabrika ve işyeri çalışmasının gidişatını ve genel olarak parti çalışmasının gidişatını değerlendirmedeki temel göstergesinin gazetenin okunma, mektup, haber ve röportajlarla beslenme oranı olması şarttır. Kampanya süresince, buna uygun bir çalışmanın yapıldığı yerlerde ilerleme kaydedilmiştir.

“GAZETE SATIYORUZ SATIYORUZ, BİR ŞEY OLMUYOR”
Örgüt çalışmamızda gazetenin ele alınmasında yaşanılan en dikkat çekici tartışmalardan birini, gazete satışlarından “bir sonuç alınamaması” oluşturmuştur.
Bugün açısından çok ciddi bir eğilimi oluşturmasa da, örgütümüzde, zaman zaman gazetenin tirajını yükseltmeye dönük çabalarımız sonucunda yapılan tartışmalarda, gazete satışlarının örgüt çalışmasını güçlendirmediğine dair değerlendirmeler sıkça yapılmıştır.
Bu tartışmalara yol açan gelişmeleri inceleyecek olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkar. İstanbul’da herhangi bir ilçe örgütümüzü düşünelim. Örneğin A ilçe örgütümüz hafta sonu 150-200 gazete satıyor ve günlük aboneleri yok ya da yok denecek kadar az. Dönem dönem gazetenin örgüt çalışmasının merkezinde olması gerektiği ve gazetenin buna bağlı olarak tirajının arttırılması tartışılıyor. Örgüt bir hamle yapıyor, gazetenin hafta sonu satışında bir artış sağlanıyor ve bir dönem sonra tiraj geriye düşüyor; ve 7 yıllık bir sürecin önemli oranda böyle işlemesi, örgütte gazete satışlarının bir sonuç vermediğine dair değerlendirmelere neden oluyor. Böyle bir tartışmanın örgüt hayatının gerçeğinden uzak yapıldığını görmek gerekiyor.
Evet, gazete bir örgütlenme aracıdır. Ancak, gazetenin tek başına işçi emekçi yığınlarını örgütleyemeyeceği açıktır. Bütün örgütlenme araçları gibi, gazete de, doğru kullanılabildiği oranda, sonuç alınabilir. Bugüne kadarki çalışmalarımıza ilişkin olarak, tartışılması gereken nokta ise, burasıdır.
İstanbul’da faaliyet yürüttüğümüz çeşitli alanları ele alalım; kadın, gençlik, işçi çalışması planlarımızda sürekli bir istikrarsızlık ile karşılaşırız, zaman zaman hamle yaptığımız dönemler olmuştur, zaman zaman da örgüt çalışmamız rutine düşmüş ve ilişkilerimizde bir darlık yaşanmıştır. Bu gelişmeleri incelediğimizde, karşımıza çıkacak sonuç, gazete ile doğrudan ilintilidir.
Bu bölüm okunduğunda, şöyle düşünenlerimiz de olacaktır: “A mahallesinde gazete satışını şu kadar yükseltmemize rağmen, örgüt çalışmamızda bir ilerleme sağlanamamıştır.” Böyle bir örneği tartıştığımız yerde, gazetenin önemli oranda “solcu” esnaflara ulaştırıldığı gerçeğiyle karşı karşıya kalırız ve gazetenin tek başına tirajının yükseltilmesi de, bu tip durumlarda aracı doğru kullandığımızı göstermez.
Kampanya bu bakımdan olumlu birçok eğilime işaret etmektedir.
Dayanışma kampanyası ile İstanbul’da birçok ilçe örgütü günlük gazete satışını artırdı. Ve yapılan abonelerin küçümsenemeyecek bir bölümünü işçi, emekçi aboneler oluşturdu. Çeşitli alanlardaki parti üyeleri, bugün partinin kitle ilişkilerini, gazete aboneleri üzerinden tartışmaktadır. Bir dönem önce 30-40 aboneyle sınırlı günlük gazete dağıtımının olduğu ilçelerde, bunun bile bir “yük olarak” görülüp değerlendirilmesine tanık olunurken; bu sayı 100-130’a çıkmasına rağmen bugün yük olarak değerlendirilmiyor. Bunun bir nedeni anlayışın değişmesi ise, diğer bir nedeni de, bu değişen anlayışa bağlı olarak, daha fazla parti üyesinin, bulunduğu birim ve çalışma alanında gazeteyi yeni insanlara ulaştırmaya seferber edilmesidir.
Bunda ısrar edildiğinde, partili, politik mücadeleye yeni güçlerin kazanılması, kitlelerle yeni bağların kurulması mümkün oluyor. Bu başarıldığı koşullarda ise, parti üye ve grupları, gazeteyi günlük çalışmada kullanmayı bir yük olarak değil, güç kazanılan bir iş olarak kavrıyor.

HAFTA SONU SATIŞLARININ ELE ALINMASI
Dayanışma kampanyası boyunca hafta sonu satışlarımızın artmasının yanı sıra, birçok ilçe örgütü, 750, 900, 1000 civarında gazete satışları gerçekleştirildi. Bu satışlar, gazetenin ilk çıkış dönemindeki çabalardan bu yana gerçekleştirilebilir rakamlar değildi. Kampanya çalışmalarıyla birlikte, zor gözüken 1000 gazete satma işini, bazı ilçe örgütleri gerçekleştirdi.
Yüksek tirajlı gazete satışı gerçekleştiren ilçe örgütleri, rutin hafta sonu satışlarının dışında, gazeteyi planladıklarında, zorlanmadan rakamlarını yükseltebildiklerini gördüler. Örneğin; hafta sonu 10-15 kişiyle 250 gazete satışı gerçekleştiren bir ilçe örgütü, 35-40 kişiyle, ev taramaları ile, yeni çevrelere de giderek, bir günde 1000 emekçiye gazete ulaştırmayı başarmıştır.
Gerçekleştirilen bu satışlar, tek başına, başarılmış iyi işler diye düşünülemez; bu satışlarının gösterdiği iki önemli nokta vardır ve bunların altı iyi çizilmelidir.
1- Bu gazete satışları bir kez daha göstermiştir ki, parti örgüt çalışmamızda güçlerimizin halen çok küçük bir bölümünü harekete geçirerek örgüt çalışması sürdürmekteyiz. Dolayısıyla yapabileceğimiz işlerin de, yalnızca küçük bir bölümü hayata geçirilebilmektedir. Örneğin, 70 üyemizin olduğu bir örgütümüz, 35 üyesini bir iş etrafında birleştirdiğinde, dün yapamadığını bugün gerçekleştirmekte ve 1000 civarında gazete satışı yapabilmektedir. Parti çalışmamızın ilerlemesi, bu tutumda ısrar etmekten geçmektedir. Üyelerimizin önemli bir bölümünü günlük bir iş etrafında birleştirmeyi başarabildiğimiz oranda, kitleselleşmemizin önündeki engelleri aşabiliriz.
2- Bu, aynı zamanda, kitle çalışmasının günlük bir gazete etrafında nasıl yürütüleceğinin de somut örneklerini oluşturmuştur. 1 Eylül öncesinde, bütün eksikliklerine rağmen, gazete dağıtımını böyle ele alan örgütler, mitinge de en yüksek katılımı gerçekleştiren örgütler olmuşlardır. 1 Eylül öncesi 900 gazete satan ilçe örgütü, miting öncesi binlerce emekçiye, gazete üzerinden miting çağrısını gerçekleştirmiştir. Bu gelişme, örgütlerimize şunu göstermektedir ki, gerçekleştirilen bir eylem, etkinlik ya da miting öncesinde, eylemin hangi amaç ve taleplerle gerçekleştirildiği, dönemin özellikleri, sermaye cephesinin amaçları ve emekçilerin alması gereken tutum gibi birçok konuda emekçileri aydınlatmaya çalışan örgütlerimiz, bunu, en kolay, gazeteyi hedef kitlesine ulaştırarak gerçekleştirebilir. Çünkü emekçilerle tartışmak, onların gündemine oturtmak istediğimiz birçok konunun emekçilere mal edilmesini, ancak gazete üzerinden gerçekleştirebiliriz.
Özetleyecek olursak, gazetenin günlük çalışmada kullanımında ısrar eden ve bu çalışma etrafında güçlerini en ileri düzeyde harekete geçiren örgütler, bugün işçi, emekçi yığınlarla daha yaygın ve kalıcı bağlara sahip konumdadır.

OKUR TOPLANTILARININ GÖSTERDİKLERİ
Kampanya boyunca birçok emekçi kesimiyle toplantılar gerçekleştirildi. Bu toplantıların bir bölümü gazete okurlarıyla, bir bölümü de gazeteyi ilk defa okuyan emekçilerle gerçekleştirildi. Bu toplantıların bazıları gazetenin “reklamının” yapıldığı toplantılar biçiminde gerçekleşirken, bazılarında da, ülkedeki politik gelişmeler, emekçilerin örgütlenme aracı olan gazeteyle birleştirilerek tartışıldı. Gazetenin emekçilerle tartışılmasında, iki tarz öne çıkmaktadır.
Birincisi, gazetenin kaba biçimde reklamını yapan tutum, ikincisi ise, gazetenin okunmasının önemini ülkedeki politik gelişmeler ve emekçilerin sermayeye karşı mücadele ve örgütlenme sorunlarıyla birleştirilerek ele alan tutum.
İlki, tercih edilmemesi gerektiği gibi, gazeteye ve emekçilerin örgütlenme sorunlarına dair ilerletici bir yöntem olmadığı, yapılan benzer toplantılarda ortaya çıkmıştır. İkinci yöntem ise, gazetenin tartışıldığı emekçi kesimlerin mücadele karşısındaki sorunlarının aşılmasında eğitici ve öğretici olmaktadır.
Kampanya çalışmaları boyunca yapılan toplantıların gündemlerini, Irak’a yapılan emperyalist müdahale, ülkemizde yaşanan demokrasi sorunu, gençlik yığınlarının uyuşturucu ve fuhuş batağına sürüklenmesi oluşturmuştur. Böyle yapılan toplantıların hepsi, gazetenin genel olarak emekçilere tanıtılmasının ötesinde, çeşitli emekçi kesimlerinin yaşanılan sorunlar karşısında nasıl bir tutum alması gerektiği konusunda da öğretici olmuştur. Bu türden toplantıların, kampanya çalışmalarıyla sınırlı kalmaması ve düzenli gerçekleştirilen bir iş haline gelmesinin, özellikle işyeri-fabrika çalışmalarının, işçilerin mücadele ve örgütlenme düzeyinin ilerletilmesi açısından önemi tartışma götürmez durumdadır.
Bu, aynı zamanda, gazetenin politik bir eğitim aracı olarak işlevini yerine getirmesi için de zorunludur. Bir devrimci işçi partisi, geniş emekçi yığınlarının aydınlanmasını, ancak günlük bir işçi gazetesini doğru kullanabildiği oranda gerçekleştirebilir. Aynı zamanda, aydınlanmış ileri işçilerin, örgüt üyelerimizin politik eğitim ihtiyacını günlük politik gelişmelerden hareketle giderebilecek bir yayın özelliği de taşıyan gazete, bu özelliğiyle de ele alınmalı ve kullanılmalıdır. Örneğin; ülkeyi yönetenlerin dış politikalarının ne olduğu, emperyalist güçlerle hangi çıkarlar üzerinden ilişkiler gerçekleştirdikleri ve sınıf partisinin emek hareketine uluslararası düzeyde nasıl müdahale ettiği, buralardaki eksiklikler ve gelişmelerin neler olduğu, gazetenin dış politika sayfası düzenli takip edildiğinde, edinilebilecek bilgilerdir. Bu bakımdan, günlük politik çalışmamızda gazete, bir örgütçünün günlük eğitim aracı olmaktadır ve böyle ele alınarak kullanılmalıdır. 

GAZETEDEKİ İLERLEME ÖRGÜTÜMÜZÜN GENÇLEŞMESİNE BAĞLIDIR
İstanbul’da örgütümüzün gazete tirajının düşmesini engellemesi ve artırması, yaz dönemi boyunca, gazeteyi örgüt çalışmasında kullanmada düne oranla ileri adımlar atması, parti örgütlerinin gençleşmesinin önemine de işaret etmektedir.
Yaz döneminde, gazete kampanyasında, istenilen düzeyde olmasa da, belirli bir ilerlemenin yaşanması, örgütümüzün gençleşmesi ve genç kadrolarının ısrarlı tutumunun yol açtığı bir gelişmedir. Tek başına fiziki bir gençleşme, örgüt çalışmasında başarının nedeni olamaz. Gazete kampanyasındaki gelişmeler de, tek başına buna bağlanamaz. Aynı zamanda, örgütümüzün, fikren de genç ve güçlerini en iyi biçimde kullanmayı başaran bir örgüt olması zorunludur. Bu noktada önemli adımların atıldığını söylemek mümkündür.
Burada bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. Örgütümüzün genç ve dinamik olması, gazetenin örgüt çalışmasında kullanılmasının önündeki engellerin aşılmasında önemli bir etken olduğu gibi, gazetenin de örgütümüzün gençleşmesi bakımından oynadığı rol hayati bir önem taşımaktadır. Parti çalışmasının ve örgütlenmesinin yenilenmesi, genç, dinamik bir parti çalışması, gazetenin günlük çalışmada kullanımına doğrudan bağlıdır.
Sonuç olarak; kampanya dönemi gazete okuru olmuş bir işçinin neden gazete okuduğuna ilişkin soruya verdiği yanıt, günlük işçi basının, işçi, emekçi yığınların mücadeleye seferber edilmesi ve örgütlenmesinin neden olmazsa olmazı olduğunu özetlemektedir: “Evrensel bana dünyayı değiştirme işini nasıl yapabileceğimi gösterdi”.
Evet, dünyayı değiştirme fikrini emekçilere kazandırmanın en önemli aracı gazetedir. İyi örgüt, iyi çalışan parti birimi, iyi partili olmak, ilerlemek ve büyümek isteyen bir parti, işçi basınını örgüt çalışmasında daha yaygın ve etkili kullanmayı yeniden ve yeniden öğrenmek zorundadır.

Nasıl çalışmak gerek?

Emek Gençliği, bundan altı ay önce gerçekleştirdiği konferanslarında çalışmasını derinlemesine irdelemiş ve yürütülen tartışmalar üzerinden başta kendi iç yaşamı olmak üzere yığınlarla kurduğu bağın niteliğini değiştirmeye dair çeşitli kararların da alındığı sonuç deklarasyonunu, yaptığı şölenle kamuoyuna duyurmuştu. Konferansların ardından geçen süreç, Emek Gençliği’nin çeşitli yönleriyle çalışmasını yeniden tartışarak, hâlâ aşılmayan hatalardan bir an önce arınması için çalışmanın bazı yönlerini ve çalışma tarzını ele almamızı gerektiriyor. Bu yazı, içerisinden geçilen dönemi de göz önünde bulundurduğumuzda, “tezkere ve YÖK-YEK Yasa Tasarısı gibi gençlik yığınlarını yakından ilgilendiren gündemlerin yaşandığı” bir dönemde daha da önemli hale geliyor.

KİTLELERİN İÇİNDE OLMAYI BAŞARABİLMEK
Çalışmamızı irdelediğimiz her dönem, en fazla ele aldığımız konulardan biridir, kitlelerin içinde olmayı başarıp başaramadığımız konusu. Ancak özellikle son dönemlerde bu tartışmanın daha da yaygınlaştığını gözlemleyebiliyoruz. Bu tartışmanın daha da yaygınlaşmasının temel nedeni, çalışma yürüttüğümüz alanlarda harekete geçirebildiğimiz, düzenlediğimiz eylem ve etkinliklere katılan kişilerin belirli bir kesimi aşamamasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun yaşanmasının temel nedeni ise, bizlerin çalışmayı birimlere, sınıflara vb. taşıma ve hayatın içerisinde gençlerin yaşamlarına müdahaledeki zayıflıklarımızdan ileri gelmektedir. Güncel politik gelişmelere karşı yürütülen çalışma; afiş asma, bildiri dağıtmanın ötesine geçememekte, en iyi durumda kantinlerde gazete satışlarıyla sınırlı bir çalışma olarak sürmektedir. Çalışmanın bu tarzda yürümesi, beraberinde ‘genelleşmeyi’ getirirken, çalışmanın en küçük birimlere kadar yayılmasına engel olmakta; çoğu arkadaşımızın, sınıfındaki arkadaşlarını dahi, yürüyen çalışmanın ‘genelleşmesinden’ kaynaklı tanımamasına kadar varmaktadır. Bu da, beraberinde arkadaşlarıyla tiyatroya giden gençlik örgütü üyelerimizin, bunu, organ toplantılarında ayrıcalıklı bir iş gibi anlatmalarına neden olmaktadır. Yığınlarla kurduğumuz ilişki biçimini değiştirmeden, günlük işçi basınımız üzerinden her gün yaşam alanlarında istikrarlı bir propaganda faaliyeti örgütlemeye dayalı çalışmadan uzak durarak, eylem ve etkinliklere katabileceğimiz insan sayısının bugünkü durumu aşmasını beklemenin gerçek dışı bir yaklaşım olacağını anlamak gerekiyor. Bununla birlikte, çevresiyle kurduğu ilişki, hemen hemen sadece insanların bir yerlere davet edilmesi veya “bir şeyler”in dağıtımıyla sınırlı olan örgütlerimizde zamanla çalışmaya yabancılaşmanın yaşandığı gerçektir; ve bunun, bir süre sonra, çalışmanın rutinliğinden –tekdüzeliği, darlığı, doğallıkla kazançsızlığı, kök salıp genişlemeyi başaramadan kendini tekrar edip durması ve hele sorunun çalışma tarzının gözden geçirilip düzeltilmesinde olduğu saptanıp bu doğrultuda adımlar atılmadığında, davamızın ve mücadelemizin doğruluğunun sorgulanmasına kayma eğilimini körükleyiciliğinden– kaynaklı bıkkınlık ve savrulmalara ve mücadeleye inançsızlığın yaşanmasına sebep olduğu gözlenmektedir. Bu durumun değiştirilmesinin temel koşulu ise, kitlelerle canlı bir ilişki kurarak karşılıklı öğrenmeyi esas almaktır. Kurulacak canlı ilişkinin diri tutulmasının yolu, bir kalıp biçiminde her ayrıntısının bizler tarafından belirlendiği bir çalışmanın örgütlenmesinden çok, ilişkide olduğumuz kesimlerin kendilerinden bir şeyler katabilmelerini sağlayacak bir çalışmanın örgütlenmesinden geçmektedir. Bu ortaya konulanlar, kitlelerin içinde olmayı başarabilmenin kıstaslarıdır ve başarılabildiği oranda harekete katılan genç sayısını çoğaltmaya olanak tanıyacaktır.

ORGANLARA DAYALI BİR ÇALIŞMA
Ortaya koyduğumuz fikirlerin maddi güce dönüşmesinin koşulunun yığınlar tarafından sahiplenilmesi olduğu gerçeği hepimiz tarafından bilinmektedir. Fikirlerin yığınlara ulaştırılma biçiminin ise, birey ya da dağınık çevre çalışmasının ötesine geçilecekse, birim organlarına dayalı olmakla belirleneceği gerçeğinin, birçok kez yazılmasına ve hemen her toplantıda tartışılmasına rağmen, hâlâ örgütlerimizce hakkı tam anlamıyla verilebilmiş değildir. Neredeyse tüm illerimizde, sadece bir iş çıktığında bir araya gelinen bir tarz egemen durumdadır. Periyodik şekilde güncel politik gelişmeleri değerlendirip çalışması için kendine görevler çıkartmayan örgütlerimizin üyeleri, sadece organ içerisinde kazanılabilecek organ yaşantısından da zamanla uzaklaşma ve birbirine karşı sorumluluk duymama eğilimi içerisine girmektedir. Organların şeklen de olsa olduğu yerlerde ise, atölye ve sınıf esasına dayalı bir bölünme, organlaşma ve çalışma örgütlenmesine gidilmemekte, toptancı bir yaklaşımla ya tüm okul bir birim olarak ele alınmakta ya da işçi birimi diye birbiriyle hiç ilgisiz işletmeler bir araya getirilmektedir. Böylesi bir birim biçimi, çoğu kişinin zamanını uyduramamaktan kaynaklı toplantılara katılmamasına yol açarken, tartışmaların da, derinlemesine, alanın tahlil edildiği, çalışmanın her yönüyle irdelendiği bir biçimde yürümesine engel olmaktadır. Örgüt çalışmamızın organ temelli bir faaliyet olarak yürümemesiyle, zamanla faaliyetin takvimsel bir biçime bürünerek, bu günlerde bildirilerin dağıtılıp günü kurtarmak üzere afişlerin asıldığı bir tarza dönüştüğü ortadadır. Böylesi bir tarza bir de neredeyse her gün gerçekleşen eylemden eyleme koşuşturma  eklendiğinde, çalışmanın sınıflardan, atölyelerden neredeyse tamamen kopması olağan hale gelmekte ve yığınların yaşamından kopma kaçınılmaz hal almaktadır. Tarz olarak bu anlayış çalışmamıza egemen olduğu sürece, yığınlarla birleşme ve onları mücadele içerisinde eğitme olanağına sahip olamayacağımız net olarak görülmelidir. Buradan hareketle, çalışmanın her yönüyle geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi için çözmemiz gereken temel sorun olan organlaşma meselesini çözmeden, ilerlememizin ve daha geniş kesimlere seslenmemizin olanaksız olduğunu anlamalı ve çalışmamızı sınıflara, atölyelere dayanarak örgütlemede ısrarlı olmalı, gazeteyi günlük olarak çalışmada kullanmalıyız. Tüm üyelerimizin bir organ içerisinde görev almasını, kendini buradan geliştirmesini, çalışmasını ve sonuçlarını ölçüp yargılamasını sağlamalıyız. Bunlar yapıldığı takdirde, hem örgütlenen eylemlere katılım, her genç militanın çalışma alanı üzerinden, tek başına kendisinin değil, ama sınıfının, işyerinin vb. katılımını tasarlaması ve sağlamaya çaba göstermesiyle olacak ve bu, kitlelerin katılımı ve eyleminin oluşmasına olanak tanıyacak, hem de eylemlere, çoğu açısından kuşkusuz gerekecek özel bir hazırlıklar da yapılarak ama esas olarak süregiden günlük çalışmamızın üzerinden bir çağrı yaparak hazırlanmış olacağız.

ANALİZCİLİK

Çalışmamıza ilişkin, çözülmeyi bekleyen, örgütümüzün genelinde egemen olan bir diğer sıkıntı ise, parti merkezimiz tarafından yapılan tespitlerin, tarif edilen işlerin, herkesin birbirine tarif ettiği bir biçime dönüşmesi ve yukardan gelen direktiflerin birbirine aktarıldığı, kimsenin üstüne alınmadığı bir biçime bürünmesidir. Örneğin uyuşturucu kampanyasının başladığı süreçte, bir genelgeyle yapılması gerekenleri örgüte aktaran gençlik merkezi yöneticileri, daha sonra illerde yaptıkları hemen tüm toplantılarda, kendilerinin genelgede yazdıklarının, örgütlerce “şu işler yapılabilir” biçiminde yeniden kendilerine aktarıldığına çokça tanık olmuşlardır. Başka bir biçimi ise, “birçok örgütümüzde şöyle bir sorunumuz var”, “şu işi aslında yapabiliriz” gibi yapılması gerekenlerin sadece tespit edilip pratikte bir türlü adımların atılmadığı çokça örneğe çalışmada rastlanması oluşturmaktadır. Böylesi yaklaşımlardan kurtulmanın da, ancak yukarıdan başlayarak sıkı bir denetimle gerçekleşeceği ortadadır. Kaldı ki, bu denetimin sağlanabildiği illerde küçümsenmeyecek bir gelişmenin olduğu da yine çalışmamızın sonuçlarında görülmektedir.

İDDİALI VE İKTİDAR PERSPEKTİFİNE DAYALI ÇALIŞMA
Bütün çabamızın, yığınları, burjuva bakış açısının karşısında sosyalizm fikri etrafında birleştirmek olduğunu bilmemiz gerekir. Bununla birlikte, yaptığımız işin, tek tek alanlarda cereyan etse de, aslında bir bütünün parçası olarak, iktidar perspektifine bağlanması gerektiği ortadadır. Söz konusu iktidar mücadelesi olunca da, işin ciddiyetine uygun bir çalışma plânına ve buna uygun bir iddiaya sahip olmak gerektiği gerçeği çokça toplantılarımızda konuşulmaktadır. Ancak, daha plân aşamasında -kağıt üzerinde- dahi bu iddiadan çok uzak bir şekilde davranıldığı olmaktadır. Ülkede iktidar olmak istiyorsak, öncelikle gücümüzün, kitleler içindeki etkimiz ve yerellerdeki örgütlülüğümüz sayesinde ete kemiğe bürünüp gerçekleşeceğini düşünürsek, çalışma tempomuzun da, iddialarımızın da buna uygun olması gerektiği ortadadır. Oysa ki, henüz aşılamayan anlayışla, dar bir çevre içerisinde hesap yürütülmekte, örneğin, çoğu zaman “güçlü olma”nın kıstası, belirli bir alanda diğer siyasi çevrelerden “fazla olmak” varsayılmaktadır. Kıstas bu olunca, iddianın düzeyini, bu bakış açısı belirlemektedir. Bu anlayış aşılmadan, egemenlik sisteminden kaynaklanan sorunlarla baş edebilecek ve bu sistemin değiştirilmesi mücadelesine katkıda bulunacak bir örgüt inşa edilemeyeceği ortadadır. Yine bununla bağlantılı ve çalışmamızda etkisini gösteren, aşmak durumunda olduğumuz sınırlılıklara götüren bir “anlayış”ın daha sözü edilmeli ve üzerine yürünmelidir: Örneğin 40 kişilik üniversite örgütlerimizin olduğu alanlarda, üniversite sınırlarını aşarak, o ildeki diğer gençlik kesimlerinin örgütlenmesi ihtiyacını görememe ve bu yönde davranamama, çalışmanın üniversiteyle sınırlı bir çalışma halini almasını ve öyle kalmasını kabullenme ufuk eksikliği ya da ufuksuzluğu. Hatta bazen bunun da aşılarak, üniversitenin örgütsüz olduğumuz fakültelerinin dahi gündemimize girerek örgütlenilmesi hedefinden uzaklaşılması. Bütünü görme ve bütünsel davranma eksikliği. Bu durumun yaşanıyor olmasının iktidar perspektifinden yoksunlukla bağlantısı vardır; ve hal böyle olunca, çalışmanın rutinleşen bir biçim alması kaçınılmazdır.

PARTİ GENÇLİK İLİŞKİSİ
Parti-gençlik ilişkisi, bütün parti örgütlerimizde yeniden ele alınması gereken bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Birçok gençlik örgütümüzün, partimizin tarihi, partimizi bugünlere getiren değerlerimiz konusundaki bilgisizliğinin, dünyaya ve görevlerine bakışındaki zayıflık ve eksikliklerinin; kuşkusuz parti yönetimlerimizin ilgi ve ideolojik ve politik bakımdan kazanıcı –eğitsel, yönlendirici– müdahale yetersizliğinden kaynaklandığı kolaylıkla söylenebilir; ve bir an önce, geçmişine ve Marksizmin temel öğreti ve değerlerine yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıya olan gençlerimize partimizin rehberliğinin taşınılması zorunluluğu ortadadır. Partimiz, gençliğin gelecek olduğu formülasyonunu kuşkusuz sadece söz olarak ileri sürmemektedir ve sözünü yere düşürmeyeceğinden, gereğini layıkıyla yerine getirmek üzere önlemler almaya yöneldiğinden şüphe edilemez. Diğer yandan, gençlik örgütümüz cephesinden değiştirilmesi gereken birçok yanlış yaklaşımın olduğu ortadadır. Özellikle parti yönetimlerinden –çoğunlukla afiş yapma, bildiri dağıtma türünden iş “yıkma”dan kaynaklı– yakınmacılık, had safhalara varmış durumdadır; ve iş yapmamanın bahanesi olarak, parti örgütlerinin yaklaşımları dayanak haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu tutumlar bizim yabancısı olduğumuz ve iş yapmamanın hiç bir şekilde dayanağı haline getirilmeyecek tutumlardır. Böylesi durumların parti görevlerini yerine getirmenin önünde engel olmaması gerektiği bütün örgütlerimizce kavranmalıdır. Gençlik örgütü olarak, genç olmaktan kaynaklı özelliklerimizi, enerjimizi, dinamizmimizi partimizin çalışmasının örgütlenmesinde olanak haline getirmeliyiz. Kaldı ki, bildiri dağıtma, afiş asma ve gazete satma işini teknik iş olarak algılamaktan vazgeçilmelidir. Hele gazete, örgütlenmemizin başlıca ve esas aracıdır. Partimizin ve gençlik örgütümüzün platformunun yığınlara ulaştırılmasının araçları olarak bildiri, afiş vb. araçların kullanılmasının parti örgütlerimizin planlarının parçaları olduklarını görmeliyiz. Buradan hareketle, partimizin bu doğrultuda önümüze koyduğu görevleri yerine getirmeye özen göstermeliyiz. Parti yönetimleriyle girdiğimiz ilişkilerde parti örgütlerimizin il düzeyindeki planlarını göz önünde bulundurmalı, kendi planlarımızı bu planla örtüşecek şekilde hazırlamaya dikkat etmeliyiz.

GENÇ KOMÜNİST OLMAK
“Partili olmak, burjuva yaşam tarzının ögelerinin, bencillik, çıkarcılık, yararcılık ve fırsatçılığın oluşturduğu burjuva birey kavramının karşısına örgütlü, bu yönüyle çoğalmış, güçlenmiş, yalnızlıktan kurtulmuş, kendisini mülkiyet ilişkilerinden arındırmış, mücadeleci, yaratıcı, dönüştürücü yeni birey kavramının yaratılışı ve koyuluşudur.”
Yukarıda ortaya konulan partili tarifi, sınıflar mücadelesi tarihinin her döneminde mücadele etmiş birçok devrimcinin ortak özellikleri üzerinden yapılmıştır ve partimiz tarihi de, bu özeliklere sahip birçok devrimcinin ortak mücadelesinin sonucu yaratılmıştır. Ekrem Ekşi’nin, Erdal’ın, İmran’ın ve ismini sayamayacağımız onlarca yoldaşımızın yaşamları, yukarıda tanıma uygundur ve yoldaşlarımızın kişiliklerinin temel özellikleridir. Yazımızda böyle bir bölüme yer vermemizin nedeni, bugün yürütülen faaliyetlerin istikrarlı ve kesintisiz şekilde sürdürülebilmesinin güvence altına alınışını sağlayacak temel koşulun, genç komünistlerce, uygun bir yaşam tarzı ve mücadeleci militan tutumun yaşama geçirilmesi olduğunu vurgulamaktır. Öyleyse, kendi iç yaşantımız başta olmak üzere, kitleler içinde kurduğumuz ilişkileri buna yakışır şekilde düzenlemek ve genç komünistlerin tarihine yakışır mücadeleyi hayata geçirmek için tüm genç komünistler görev başına.

Yeni dönem ve gençlik hareketinin yönelimleri

Irak işgali, ABD’nin gerçeği çarpıtarak işgali haklı kılmaya yönelik içi boş propagandasının üzerinden gerçekleşti. Üzerinden sekiz ay geçen işgal, daha ilk günlerinden itibaren gösterdi ki, ne ABD’nin iddia ettiği gibi nükleer silahlara sahip bir ülke var karşısında, ne de kendisine özgürlük getirdiği için çiçeklerle, sevinç naraları atan Irak halkı. Bu sekiz aylık süreç, ABD’nin iddialarının tersine, her geçen gün işgalcilere karşı saldırıların arttığı ve bağımsızlık sloganlarının daha gür haykırıldığı bir süreç olarak yaşandı. Öte yandan, ABD’nin dünyayı kendi lehine yeniden yapılandırma adımlarının önemli parçası olarak başlattığı Irak işgali, zaman ilerledikçe görüldüğü gibi, sadece Irak’la sınırlı bir süreç değil. ABD’nin daha Irak’ın işgali sırasında başlattığı İran ve Suriye’ye yönelik tehditler, zamanla, İsrail’in Filistin’e karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı ve “Filistinliler Suriye’den besleniyorlar” gerekçesiyle, Suriye’nin ABD desteğiyle İsrail tarafından bombalamasıyla devam etti, ediyor. Ortadoğu’da bu gelişmeler yaşanırken, Mart başlarında başlayan işgale ortak olma çabasıyla ilk tezkereyi meclise getiren AKP hükümeti, halkın mücadelesi sonucunda meclisten geçiremediği tezkerenin hemen ardından, “tezkere geçmediği için dolarlardan olduk, ekonomimiz bozulacak, ABD ile olan ilişkilerimiz bozulacak, bunun hesabını halk ödesin” içerikli bir propagandaya girişmişlerdi. Bu propagandalarını zamanla daha da genişleten egemen güçler, bir yandan kendi içlerindeki çatlakları onarırken, öte yandan “müslüman bir ülkenin askerleri olarak işgal güçlerinin yerine biz orada olursak, halka zulüm yapılmasının önüne geçeriz” propagandasını yaygınlaştırmaya başladılar. Bununla birlikte, “KADEK’in bölgeden tamamen temizlenmesinin fırsatını yakaladık, bu tarihi fırsatı kaçırırsak bölgede Kürt devleti kurulabilir” propagandasıyla da halkın ikna edilme çabası yoğunlaştırıldı. Egemen güçler, tüm çabalarına rağmen ikna edemedikleri halk yığınlarının, örgütsüzlüğünden ve 21 Mart sürecinde olduğu gibi kitlesel karşı duruşlar örgütleyemeyişinden yaralanarak, asker göndermeyle ilgili tezkereyi meclisten geçirdiler.  Böylece ülkenin ABD ile birlikte bataklığa saplanmasının ilk adımları atılmış oldu. Şimdilik egemen güçler bir dönem önce geçiremedikleri birçok emek düşmanı programı yaşama geçirme ve bunun karşısında oluşacak tepkiyi, baskılarını arttırarak engelleme olanağını yakalamış durumdalar.
Bütçenin silahlanmaya ayrılması ve bunun emekçi halkın üzerine yıkılması, gelecek dönemde halkın daha da yoksullaşmasını beraberinde getirecektir. Bu durumu kullanmaktan geri durmayacaklarını kamu emekçilerine açıkladıkları zam oranıyla şimdiden göstermiş durumdalar. Bir dönem önce her türlü propagandaya rağmen halkın kitlesel ve birleşik mücadelesi sonucunda püskürtülen tezkere geçtiği andan itibaren, emekçi ve gençlik kitleleri içerisinde “artık tezkere geçti ve yapacak bir şey kalmadı” eğiliminin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ortadadır. Oysa ki, 1 Mart sürecinde olduğu gibi, halk yığınları tezkereye karşı mücadeleye sevk edilebildiği oranda, tezkerenin hükümetçe kullanılamaz hale getirileceği ya da kullanılsa bile bunun hükümetin sonu olacağı ortadadır.

TEZKERE, GENÇLİK HAREKETİ VE EĞİLİMLER
İlk tezkerenin gündeme geldiği dönem, aynı zamanda, Emek Gençliği’nin kendi konferanslarını topladığı ve hareketin ortaya çıkardığı çeşitli sonuçların derinlemesine tartışıldığı bir dönem olarak yaşandı. Dönemin özelliği, ‘sol’ kesimleri aşan ve geniş gençlik kesimlerinin mücadeleye çekildiği tarzın eylem ve etkinliklere hakim olmasıydı. Protestocu tarzı aşıp tezkereyi püskürtebilecek tarzda eylemliliklerin örgütlenebilmesiyle de, kendinden önceki dönemlerden ayrılabilmeyi başarabildi. Özellikle de 21 Mart süreci, Emek Gençliği açısından gerekse de çeşitli örgütlü gruplar açısından, kendini yenileme ve harekete müdahale biçimlerini, çeşitli akademik demokratik örgütlerdeki durumunu gözden geçirme olanağı sağladı. Bu süreç, çeşitli örgütlü gençlik gruplarına da, kendisini, çalışması ve tarzını sorgulama imkanı sundu. Bir kısmının bu sorgulamaya yöneldiği, diğer bazılarının ise bu imkanı da elinin tersiyle iterek eski pozisyon ve yaklaşımlarını sürdürmeye çalıştığı görülüyor.
Bugün içerisinden geçilen sürecin, geçmiş mücadelenin deneyimlerini önümüzdeki mücadelenin örgütlenmesi için rehber edinmemizi gerektirdiği ortadadır. 21 Mart sürecinin örgütlenmesi ve yüzde 90’lara varan ders boykotlarının başarılabilmesinin nedenlerini doğru kavramak, Meclis’te onaylanan tezkerenin hükümet tarafından uygulanamaz hale getirilmesine de olanak sağlayacaktır. 21 Martlar’ın başarıyla örgütlenebilmesinin temel nedeni, sürecin örgütlenişinde, o güne kadar kendi ilgi alanlarının dışında ülkede yaşanan siyasal gelişmelere tamamen yabancı duran kol, kulüp, topluluklar da dahil olmak üzere, üniversitenin tüm bileşenlerinin tezkere karşıtı çalışmanın parçası haline getirilebilmesinde gösterilen başarıdır. Özellikle başta ODTÜ olmak üzere, çeşitli üniversitelerde, bölümlerde oluşturulan savaş karşıtı komiteler, hareketin sınıflara kadar genişlemesine olanak sağlamış ve eylemlere katılımı arttırmıştır. Yine özellikle de dönemin koşullarının olgunluğu, mücadele fikrinin geniş gençlik kesimleri içerisinde daha hızlı bir şekilde hayat bulmasına olanak tanımıştı. Bugün tezkere geçmiş olmasına, halk yığınları içerisinde “artık bir şey yapılamaz” fikrinin yaygınlaştırılmaya çalışılmasına rağmen, geniş halk ve gençlik kesimlerinin mücadeleye katılım isteğinde olduğu ortadadır. Sorun ise, temel olarak, sınıflarda komiteleşmeyi de kapsamak üzere yaygın ve güçlü bir çalışmanın henüz gerçekleştirilememiş olmasının yanında, bir dönem önce mücadeleye seferber edilmiş kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ların çeşitli platformlar aracılığıyla harekete geçirilememesi, bu tip örgütlenmelerin etkisiz olduğu alanlarda sadece siyasal çevrelerin dahi bir araya gelmekte başarı gösterememesidir. Bugün çok daha hızlı bir şekilde yığınların aydınlatılması, yalana dayalı propagandanın boşa çıkartılıp yaşanan sürece uygun geniş birlikteliklerin yaratılması çabasına girmeliyiz. Bugün çalışmada hakim olan anlayış ise, daha çok medyatik işlerin dar çevrelerce örgütlenmesi anlayışıdır. Başarının ölçütü ise, hangi grubun televizyonlarda ne kadar göründüğü, hangi gazetenin hangi çevreden ne kadar bahsettiğiyle ölçülmektedir. Mücadeleci kesimlerin çözmesi gereken diğer bir zaaf ise, tezkereye karşı olanların bölünüp mücadelenin zayıflatılması anlayışıdır. Bu tutum, özellikle ÖDP çevresince dayatılan 27 Eylül’de iki farklı eylem katılımın zayıflamasına sebep olmasında, üniversitelerde ise, TKP çevresinin “gericilerle yan yana gelmeyiz” bahanesini öne sürerek , hareketin kitleselleşip birleşmesinin önünde engel teşkil etmesinde yansımaktadır. Aynı çevrenin uzun bir dönemdir kendi grupsal çıkarlarını öne çıkararak eylemlere katılmama ya da ayrı eylemler örgütleme bahanesiyle dışta durma anlayışı ise, mücadeleye karşı sorumsuzca yaklaşımlarını her geçen gün daha fazla açığa çıkartmaktadır. Bu durumun en somut örneği 1 Eylül’e katılmazken 26 Ekim’de kimseye çağrı yapmayarak Ankara’da miting düzenlemesinde görülmüştür. TKP bu mitingi örgütlerken “herkes Ankara’da” ve “TKP olarak savaşı durdurmaya karar verdik” diye ortaya çıkıyor. TKP kendi kurduğu dünyada kendi kendine oynamaya devam ediyor, birkaç bini geçmeyen “kitlesi”yle savaşı durdurmak için harekete geçiyor. Başkalarına, bu ülkede savaşa karşı olan milyonlara da, herhalde, TKP’ye teşekkür etmekten başka bir şey kalmıyor. Komünistlerin en başta gelen görevinin tüm ezilenleri, bütün bir halkı ve mücadelesini kendi talepleri etrafında –kuşkusuz iktidar hedefine bağlayarak– birleştirmeye çalışmak olduğu ortadayken, tüm bunları komünizm adına yaptığını açıklayan bu çevrenin komünizmle alakası olmadığını, tersine yığınların devrimci eylemi ve kitlesel karşı koyuşlarının önünde bu tutumların engel teşkil ettiğini ortaya koymalı ve gençlik yığınları içerisinde bu bölücü yaklaşımları teşhir etmeliyiz.. Önümüzdeki dönem, “şunun şu eksiği ya da fazlası var”, “şu dinci bu laik” demeden, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı daha fazla bir araya gelme çabasında ısrar etmenin gerektiği ortadadır. Tersi biçimde hareket eden kesimlerin ülkede yaşanacak olumsuzluklara sorumsuzca tutumlarıyla ortak olacakları aşikardır.

KIZIL ELMACILARLA MÜCADELE
Bu dönemi değerlendirirken egemen güçlerin halkın tezkere konusunda ikna edilmesi noktasında kullandığı propaganda malzemelerinden birinin Kürt sorunu ve işgal sonrası ortaya çıkan durumu da kendine dayanarak yaparak KADEK’e karşı başlatılacak operasyonlar ve milliyetçilik propagandası üzerinden halkın yedeklenmesi olduğunu daha önce vurgulamıştık. Yazımızın bu kısmında ise, daha çok hükümetin bu yönüyle yapmak istediklerinin yanında, bir dönem önce bir araya gelen ve çıktığı günden itibaren ABD karşıtı görünmesine rağmen açıklamalarının hemen hemen hepsinde Kürt düşmanlığı açıkça görülen “kızıl elmacılar”ın oynamaya soyundukların rolün boşa çıkartılması için yürütülmesi gereken çalışmaya değinmek istiyoruz. Bilindiği gibi, “kızıl elmacılar” diye anılan ülkücülerle Aydınlık çevresinin en temel ortak özelliği, ikisinin de gerici devlet yanlısı ve Kürt düşmanı olmasıdır. Zaten onların bir araya gelmesinde en önemli ortaklık da buradan gelmektedir. “Gerekirse Kürtlere karşı silahlanırız” gibi açıklamalarla, Perinçek’in yaptığı gibi, üniversite açılışlarında parasız bilimsel demokratik üniversite isteklerini açıklayan Emek Gençliği ve Özgür Gençlik’in hedefe koyulduğu açıklamaları yoğunlaştıran kızıl elmacılar, önümüzdeki döneme ilişkin yönelimlerini ortaya koymaktadırlar. Muhtemeldir ki, eğer asker sevkiyatı gerçekleşir ve tabutlar geriye dönmeye başlarsa, bu çevreler açıklamalarının dozajını arttıracak, şovenizmi geliştirmeye yönelik eylemler örgütleyecek ve geçmişte olduğu gibi, cenazeleri Kürt-Arap düşmanlığının körüklendiği eylemler haline çevirmeye çalışacaklardır.  Bu çevrelerin işi daha da ileriye götürüp, kendileri gibi olan Türk-Solu gibi çevrelerle, üniversitelerdeki devrimci yurtsever gençlere saldırmaktan geri durmayacaklarını şimdiden görmemiz gerekir. Buradan hareketle, önümüzdeki dönemde, Irak’ın işgaline karşı bu çevrelerin propagandalarının boşa çıkartılmasının yolunun halkların kardeşliğinin daha geniş çevrelerce sahiplenilmesini sağlamaktan geçtiğini görmemiz gerekmektedir. Bu çevrelerin provokasyonlarının boşa çıkartılması için ideolojik bir mücadeleye ihtiyaç olduğu, şiddete yönelebilecek bu çevrenin geniş gençlik yığınlarınca yalnızlaştırılması ve sorunun yörüngesinden çıkartılmasına engel olmak için tüm ilerici çevrelerin uyanıklığının sağlanması ve buna uygun bir hat izlenmesi gerektiği iyi kavranmalıdır.

YÖK, YEK YASA TASARISI TARTIŞMALARI VE TEZKERE
Eğitim dönemi başlamadan AKP ile rektörler arasında kızışan tartışma, neredeyse Cumhurbaşkanı’ndan askerlere kadar herkesin bir yanından dahil olduğu şekilde genişleyerek devam ediyor. Bir yanda AKP tarafından eğitimin gericileştirilmesine yönelik girişimler, diğer yandan rektörler tarafından var olan YÖK düzeninin devam ettirilmesine yönelik çabalar, herkesin kendi cephesini güçlendirmek için yürüttüğü propagandayla, dar bir çerçeveyle sınırlandırılmış şekilde, bu çevreler arasında bir iktidar kavgası olarak sürüp giderken; üniversitelerin temel bileşenlerinden olan öğrenciler tartışmanın dışına itilerek, tartışmanın çerçevesinin genişlemesinin önüne geçilmiş oluyor. Hem AKP iktidarı hem de YÖK’çülerin çizdiği sınırlar içerisinde herkesin dahil olduğu tartışmalar, iki tarafın da üniversitelere ilişkin amaçları ve demokrasi anlayışlarını açıkça ortaya koyuyor. Tartışmanın esasa ve içeriğe yönelik yapılmamasının asıl nedeni ise, her iki kesim açısından da, üniversitelerin tamamen sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde yapılandırılması ve yönetim anlayışının da buna uygun düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bugün üniversitelerin asıl temsilcilerinin yapması gereken ise, ortadadır. Bu, iki farklı tarafmış gibi görünen, özünde ise aynı temelde birleşenlerin niyetlerini açıkça ortaya koymak ve nasıl bir üniversite istediğimizi yaygın olarak açıklamak, üniversitenin diğer bileşenleri olan akademisyen ve çalışanlarla birlikte bunun mücadelesini yürütmektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel noktalardan biri, tezkerenin geçmesiyle, eğitime ayrılan bütçenin önümüzdeki dönemde daha da düşmesi ve demokratik istemlerin daha fazla baskı altına alınması olasılığına karşı hazırlıklı olmak, en geniş kesimlerin saldırılara karşı seferber edilmesini sağlamaktır.

SONUÇ OLARAK

Tüm yazı boyunca görüldüğü gibi, farklı tutumlar ve saf tutmalara yol açıyor gibi sunulan ve birbirinden farklı sorunlarmış gibi gösterilen birçok sorunun, önümüzdeki dönem, birlikte ele alınması gerekecektir. Mücadelenin bir merkezde birleştirilmesi ihtiyacı, kendini daha yakıcı şekilde hissettirecektir. Tezkere sorunu ülkenin bütçesinde bir değişime, bütçedeki değişim de, eğitime ayrılan payda bir değişime vesile olacak. Yine tezkere koşulları olağanüstü bir dönemi beraberinde getirecek ve zaten hemen hiç olmayan demokratik hakların kullanımında daha sıkıntılı bir döneme girilecektir. Bu sorunlardan muzdarip olanlar geleceklerine sahip çıkıp, işyerleri ve okullarını sermayeye, geleceklerini ABD’ye teslim etmemek için dün olduğundan çok daha fazla çabayla mücadeleye girişmek durumundadır. Saldırıları püskürtecek tarzda, ufku geniş yaklaşım ve tutumlarla her türlü olanağı değerlendirmek, bunu yaparken de, her türlü geri eğilimle mücadele etmek gerekmektedir. Burada sorumluluk başta genç komünistlere düşmektedir.

Gençlik ve TKP

Bilindiği gibi gençlik sorunu, dünyayı değiştirme, yeni bir dünya kurma mücadelesine girişmiş her sınıf için, her zaman, son derece önemli bir sorun olmuştur. Çünkü yeni bir dünya kurmaya yönelmiş her sınıf, toplumun genç kuşağını kazanma, eğitme, örgütleme ve mücadeleye seferber etme görevini başarmadan, ileriye doğru hiçbir ciddi adım atamaz, kendi tarihsel görevini yerine getiremez. Bu nedenle, ileriyi ve yeniyi temsil eden sınıf, gençliği kazanma mücadelesi verirken, geriyi ve statükoyu temsil eden sınıflar, gençliği yozlaştırma, enerjisini boşaltma, onu, düzenin ve gericiliğin yedek gücü yapma işine sıkıca sarılmışlardır.
Devrimci emek hareketi, gençlik sorununa hep bu temel belirlemenin ışığında yaklaştı. Hareketin bütün tarihi boyunca, bu hayati önemdeki soruna yaklaşımında, hiçbir zaman herhangi bir bulanıklık söz konusu olmadı. Çünkü gençliğin kimin yedek gücü olacağı sorununun, bütün toplumsal dönüşüm ve alt üst oluşların temel önemdeki sorunlarından birisi olduğunu, tarihsel tecrübe ortaya koyuyordu. Bu nedenle, işçi sınıfının partisi, toplumun genç kuşağını kazanmaya özel bir önem verdi. Kabul edilecektir ki; gençliği, sermaye ve gericiliğin değil, işçi sınıfının yedek gücü yapmayı başarmak, her ciddi partinin öncelikle çözmesi gereken hayati sorunlardan birisidir. İşçi sınıfı, geleceği kuracak olan sınıftır, gelecek ise, toplumun genç kuşağı olarak gençliğindir. İşçi sınıfı, geleceği gençliğe verecek, gençliği bugün içinde bulunduğu aşırı sömürü, geleceksizlik, gerici emperyalist savaşların kurbanı olma vb. durumundan kurtaracaktır. Gençlik de, kurtuluşunu ve geleceğini, proletaryada, sosyalizmde bulmak zorunda olan bir toplumsal kesimdir. Yani işçi sınıfı ve gençlik arasındaki ilişki, bugünün ve geleceğin sorunu olarak, birbirine kenetlenmiş ve şekillenmiş, bugünü ve geleceği olan bir ilişkidir.
Durum böyle olunca, bu sorunda kafa karışıklığı ve ortalığı bilinçli olarak bulandırma faaliyetlerinin kaçınılmaz olduğu da kendiliğinden anlaşılabilir. Bu gerici çabalar, doğrudan burjuvazinin ideolojik saldırılarından gelebileceği gibi, sol, sosyalist, komünist gibi sıfatları kendine yakıştıranlardan da gelebilir. Bu tür çabalardan birisi, dikkat çekicidir. TKP, uzunca bir süredir, bugün parti tarafından gençlik örgütü kurulmasının yanlışlığını, ayrı gençlik örgütü kurmanın gereksizliğini teorize eden görüşleri ile etkili olmaya, gençliğin ileri kesimlerinin kafasını bulandırmaya çalışıyor. Parti ve gençlik örgütü ilişkisinin ideolojik, politik bağımlılık, örgütsel bağımsızlık temelinde kurulmasının genel bir uygulama olmadığını iddia ediyor; sorunun özünü tartışmak yerine, bunun ilkesel bir uygulama olup olmadığı üzerine laf cambazlığı yapıyor, tarihi tecrübeyi çarpıtmaya, bu ilkenin oluşum evresini unutturmaya, gençlikte doğru bir örgüt ve parti bilinci oluşmasını engellemeye çalışıyor. Gençlik sorununun önemi, TKP’nin bu teorisini irdelemeyi gerekli kılıyor.
O halde başlayabiliriz. TKP bu görüşünü, yani gençlik örgütü kurmanın gereksizliğini şöyle gerekçelendiriliyor: ”[Komsomol –komünist gençlik örgütü– kastedilerek –A.Y]
bu model, uzun bir dönem dünya solunun kabul ettiği gençlik örgütü biçimi oldu. Geleneğin kökeni ise, 19. Yüzyıl sonunun kurumsallaşmış işçi partilerinin ve iktidara gelmiş olmanın rahatlığından yararlanan bolşeviklerin öznel tercihlerine dayanmaktaydı. Toplumsal görevlerin yoğunluğu içindeki bu partiler, kendi tarzına ve gündemlerine sahip gençliği bir açıdan yük olarak hissetmekteydiler: ideolojik olarak bağımlı ancak örgütsel olarak bağımsız örgütlenme biçimi, bu yükten sıyrılmalarına izin veren bir ara formül oldu”.
TKP’nin bu ”orijinal teorisini” yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız. Ama önce, bu sorunda tarihsel tecrübeyi kısaca hatırlamamız gerekiyor. Çünkü gençlik örgütlenmesinin tarihsel gelişim çizgisini, kısaca ve ana hatları ile ortaya koymadan, bu sorunda adım atılamayacağı, sağlıklı bir tartışma yürütülemeyeceği ortadadır. Tarihsel tecrübenin gösterdikleri ise şunlardır:
Bu tecrübenin 2. Enternasyonal partileri ile başladığını, onların ya partinin gençlik örgütlenmesine karşı çıktıklarını, ya da kontrolü elde tutmak üzere kurduklarını biliyoruz. Belçika ve Alman partileri, bu konuda tipik birer örnek durumundadırlar. Belçika partisi, ilk gençlik örgütünü kuran ve komünist gençlik örgütlenmesinin doğmasına yol açan partidir. Ancak o, gençlik çalışmasını, genelde eğitsel, örgütsel, sportif bir çalışma olarak gördü ve gençlik örgütünü, gençliğin enerji ve dinamizmini kontrol etmek üzere kurduğunu fazla saklamadı. Bu gençlik örgütünün tek politik aktivitesi, savaşa ve militarizme karşı oldu. Alman partisi ise, ilk gençlik örgütlerini, 20. yüzyılın başlarında kurdu ve sağ kanadın hakimiyet derecesine bağlı olarak, ayrı gençlik örgütlenmesini yasaklayan kongre kararları bile aldı. Rusya’da ise, ağır illegalite ve baskı koşullarında, partinin güçlerini yoğunlaştırması ve merkezileştirmesi gerekiyordu. Buna karşın, özellikle öğrenci gençliğin bu yönde attığı her adım, Lenin ve Bolşeviklerce desteklendi.
1. Emperyalist paylaşım savaşı öncesinde utanç verici bir biçimde oportünizme ve sosyal şovenizme saplanan 2. Enternasyonal partilerinin, diğer temel şeylerin yanı sıra, çoğunluğunun, gençliğin ayrı örgütlenmesine karşı olan partiler olması, kuşkusuz tesadüf değildir. Örneğin, 1908 yılında, Alman Sosyal Demokrat Partisi Nurünberg’deki Kongresi’nde bağımsız gençlik örgütü kurulmasını yasaklayan bir karar almıştı.  Bağımsız gençlik örgütlenmesini tanıdığı 6. Kongresi’nde (1917 26 Temmuz – 3 Ağustos), 2. Enternasyonal partileri içinde Belçika Partisi gibi gençliğin örgütlenmesini destekleyen partiler de vardı! Ama yakından bakıldığında, yukarıda değinildiği gibi, amacın, gençliğin enerjisi kontrol altına alıp boğmak olduğu hemen görülmektedir.
Bolşevik Partisi’nin, bütün bu tecrübe üzerinden hareket etmesi ve bu gerçeği vurgulaması dikkat çekicidir. 6. Kongre, “Gençlik Birlikleri” başlıklı özel kararında şuna vurgu yapıyordu: ”Batı Avrupa deneyimine baktığımızda, resmi partilere bağlanmış olanların tersine, bağımsız sosyalist gençlik örgütleri, her yerde, işçi sınıfı hareketinin uluslararası sol-kanadının destekçisidirler: bu nedenle partimiz, Rusya’da da gençlerin, partiye örgütsel olarak bağlı olmayan, fakat ruhen bağlı olan bağımsız örgütler kurmaları gerekliliğini görmelidir.”  Vurgulamak gerekir ki, burada anılan gençlik örgütleri, komünizm için mücadele eden ülke partilerinin yolundan giden gençlik örgütleridir. Sorunun, ne denli önemli bir sorun olduğunu, Bolşeviklerin 6. Kongresi’nin toplanma tarihine ve Kongre’nin gerçekleştiği koşullara bakarak anlamak da olanaklıdır. Devrimin kaderi henüz belli değildir, parti yeniden illegaliteye geçmek zorunda kalmıştır. Bu koşullarda gençlik birlikleri üzerine karar alınmakta, onların örgütsel bağımsızlığı karara bağlanmaktadır.
Kuşkusuz, yukarıdaki alıntı, somut tarihsel durumu, onun sonuçlarını yansıtmakta, gençliğin neden ayrı örgütlenmesi gerektiği sorununu doğrudan ele almamaktadır. Lenin, bu sorunu, öncesinde şöyle koymuş ve gerekli açıklığı getirmiştir: “Yaşlı ve yetişkin kuşağın temsilcilerinin, sosyalizme babalarının geçtiği yoldan değil, biçimde değil, durumda değil, zorunlu olarak başka yollardan yaklaşan gençliğe doğru yaklaşmayı beceremediğine sık sık rastlanıyor. O nedenle biz, ayrıca, ‘gençlik birlikleri’nin kesin olarak örgütsel bağımsızlığından yana olmalı ve bunu sadece, oportünistler bu bağımsızlıktan korktukları için değil, aynı zamanda, meselenin özü itibariyle böyle yapmalıyız. Çünkü gençlik, tam bağımsız olmaksızın, kendini iyi sosyalistler yapacak ve sosyalizmi ileriye götürmek için hazırlanacak durumda olmayacaktır. Gençlik birliklerinin tam bağımsızlığı için, fakat aynı zamanda hatalarının dostça eleştirilmesi özgürlüğü için! Gençliği pohpohlamamalıyız.”  Lenin, daha 1906’da, öğrenci gençliğin hareketinin yükselmesi döneminde de, onların örgütlenmesini teşvik etmiş, partiyi gençliğin örgütlenmesine yardım etmeye çağırmıştı. Bu tutumun doğrudan sonucu olarak, devrim öncesinde gençlik örgütleri çoğalmaya başlamıştı.
Gerçek sınıf partilerinin, ayrı örgütlenmeyi kabul etmeleri ve onu evrensel bir uygulama haline getirmelerinin temelinde, tarihi tecrübeden süzülmüş Lenin’in ifade ettiği bu tutum yatmaktadır: Gençlik dünyayı değiştirme mücadelesinin büyük yedek gücüdür, parti, gençliğin büyük kitlesini kazanmayı, onu, devrim için seferber etmeyi, bu kitlenin içinden yetenekli ve sınanmış genç partilileri kazanmayı; ancak böyle başarabilir. Gençler, böyle bir örgütsel biçim içerisinde, kendi işlerini yapmayı, mücadelede deneyim kazanmayı, geleceğin inisiyatifli, deneyimli yöneticileri olarak yetişmeyi başarabilirler. Ancak bağımsız, kişilikli, sorumluluk duygusu gelişkin, kendi adına çalışma yürüten bir gençlik örgütü, partinin gençlik kitlelerini kazanmasına azami katkıyı yapabilir, partiye ve işçi sınıfının davasına ileri düzeyde katkıda bulunabilir. Böylesi bir örgütün içinde eğitim alan, mücadele eden gençler, geleceğin sınanmış, deneyim kazanmış sınıf militanları, parti yöneticileri olabilirler, geniş gençlik yığınlarının iktidar için mücadeleye kazanılmasına azami katkıda bulunabilirler. Lenin’in “meselenin özü” dediği şey, işte tam da budur. Buradan, partinin gençlik örgütlenmesine verdiği önem ve bu sorunun, devrimin temel sorunlarından birisi olduğu, kendiliğinden anlaşılabilir. Proletarya partileri, gençliğin diğer kitlesel örgütlenmelerinin akademik mesleki, akademik vb. gençlik hareketinin gelişimine bağlı olarak önünü açmaya, kurmaya, geliştirmeye vb. çalışırken, kendi gençlik örgütlenmelerini stratejik hedeflerinin ihtiyaçlarına bağlı olarak ele almışlar, onu gençlik hareketine yardım etmek üzere görevlendirmişlerdir.
Eğer işçi sınıfı partisinin gençlik sorununa yaklaşımı bu derece hayati önemdeki bir sorunsa, bu demektir ki, parti, gençliği kazanmanın biçim ve yöntemlerini her durumda bulmak, onu, ne pahasına olursa olsun, sermaye ve gericiliğin etkisinden kurtarmak, emekçi halkın mevzisine sokmayı başarmak zorundadır. Proletarya partisi, bu konuda hiçbir tereddüt gösteremez, bu görevin özerinden atlayamaz, onu hafife alamaz ve yok sayamaz. Gençliği sınıfın davasına kazanmanın büyük önemini anlamış bir parti için, artık sorun, parti gençliğinin bugünkü mücadele görevlerini en iyi nasıl omuzlayabileceği, işçi sınıfının ve tüm emekçi halkın davasına, hangi tür ilişki ve örgütsel biçimler içinde kazanılacağı, bu biçimlerin işçi sınıfı partisi ile ilişkilerinin nasıl kurulacağı, gençliğin gerçekten geleceğin temsilcisi olabilmesinin, geleceğin iyi bir temsilcisi olarak yetişmesinin nasıl güvenceye alınabileceği sorunudur.
Şu, mücadele içindeki her işçi ve genç için son derece anlaşılabilir bir şeydir: Yürütülen faaliyetin içeriğine bağlı kalmak koşulu ile, –sınıfsız toplumu hedef alan bir içeriktir bu– partinin kendisininki gibi, gençlik örgütlenmesinin biçimi de, işçi ve gençlik mücadelesinin ihtiyaçlarına, politik duruma, genel olarak mücadelenin ihtiyaçlarına göre değişebilir. Bu demektir ki; partinin gençlik örgütü, uluslararası ve ülke mücadelesinin tarihsel deneylerinin gösterdiği gibi, komsomol, illegal, açık, yarı açık, gençlik kolu vb. gibi biçimleri alabilir. Ama gençlik örgütü, hangi biçimi alırsa alsın, o, özünde, çalışmasının biçim ve içeriği ile sınıfsız toplumun kurulmasında işçi sınıfına ve onun partisine yardım eden, kelimenin geniş anlamı ile onun tarafından yönetilen bir örgüt olmak zorundadır. Açıkçası, partinin gençliği; partinin, gençliği, parti ideolojisi ve taktikleri temelinde kazanmasına, gençliğin, sınıfsız toplum için mücadele perspektifiyle eğitilmesine ve pratik mücadeleye çekilmesine yardım eden bir örgüttür.
Bazı politik dönemlerde, parti ayrı gençlik örgütü kuramayabilir. Politik koşullar veya partinin gücü bu durumu belirleyen etkenlerdir. Parti, belirli bir dönemde, varolan gücünü daha fazla merkezileştirme ihtiyacından dolayı da, gençlik örgütü kurmayabilir. Ama hiçbir ciddi parti, bu durumu teorize etmez, bunun ilkeselliği üzerine gevezelik yapmaz. Aksine kendi durumunun bu alandaki zayıflığının, zaafının farkında olur. Bu durumda bile, gençlik içinde çalışma yapmanın, gençliği kazanmanın bir yolunu bulmak, koşullar oluştuğunda gençlik örgütü kurmayı başarmak zorundadır. Ancak şurası kesindir: gençlik örgütü bir kez kurulduğunda ve yukarıda sayılan bir biçimi aldığında, parti ile gençlik örgütü arasındaki ilişki; ideolojik, politik olarak partiye bağlılık, örgütsel olarak bağımsızlık ilkesi üzerinde yükselmek durumundadır. Bunun anlamı nedir? Bu, şu anlama gelmektedir: organlarını oluşturma, faaliyetini planlayıp düzenleme, iç yaşamını ve günlük mücadelesini örgütleme ve araçlarını yaratmada bağımsızlık. Burada ayrıca şu vurgulanmalıdır ki: parti gençliğinin parti politikaları ve taktiklerine bağlılık temelinde örgütsel bağımsızlığı, işçi sınıfı hareketinin tarihsel birikiminden süzülmüş, evrensel bir uygulamadır. Bunun bir ilke sorunu olup olmadığı, ayrı bir gençlik örgütü kurmamanın gerekip gerekmediği gibi tartışmalar, ancak gençlik karşısındaki görevlerden yan çizmenin, gençliğin geniş kitlesine yönelik kazanma çalışması yapmamanın üzerini örtmek üzere gündeme getirilebilir. İşçi sınıfının tarihsel görevini yerine getirebilmesi için örgütlenen işçi sınıfı partileri ile gençlik örgütü arasındaki bu ilişki, birden bire ortaya çıkmamış, işçi sınıfının sermayeye ve gericiliğe karşı uzun mücadele yılları boyunca biriktirdiği tarihsel tecrübe üzerinden şekillenmiştir. Bir kez şekillendikten sonra da, evrensel ve genel bir uygulama olmuş, sınıf partileri, bunu tartışmasız olarak benimsemişlerdir. Şu veya bu partinin belli politik koşullarda gençlik örgütü kurup kuramamasından bağımsız bir olgudur bu.

TKP NEYİ TEORİZE EDİYOR?
Tarihsel ve politik gerçekler bu kadar açık ve netken, TKP, gençliğin doğrudan parti içinde örgütlenmesini, ayrı bir gençlik örgütü kurmanın gereksiz olduğunu ileri sürüyor. Bu görüşün nasıl gerekçelendirildiğini yukarıdaki alıntıda görmüş bulunuyoruz. Kuşkusuz, ”iktidara gelmiş Bolşeviklerin öznel tercihi”, “gençliğin yük olması” vb. gibi ”dahiyane” yaklaşımların üzerine de söylenmesi gereken pek çok şey bulunuyor. Ancak geçmeden önce şunları hatırlatmak gerekiyor: ilk bakışta ve rahatça görülebileceği gibi, burada, gençlik örgütüne yaklaşım sorunu tersyüz edilmiştir. Çok genel olarak ifade edecek olursak: bırakalım gençliği yük olarak görmeyi, sınıf partileri, özünde, gençlik örgütlerini, bu örgütler aracılığı ile gençlerin toplumsal sorumluluğa ortak olmaları, bu sorumlulukların daha iyi yerine getirilebilmesi için kurdular. Böylece gençlik de, o toplumsal sorumluluğa katılmakta ve o sorumluluk bilinci ile eğitilmektedir. Bu toplumsal sorumluluğa sahip olmayan gençlerin, bu sorumluluğa ”kırkından” sonra sahip olacakları düşünülüyorsa, büyük bir yanılgıya ve sorumsuzluğa düşülüyor demektir. Neyse ki, böyle sorumsuzluklar, ”iktidar rahatlığı” ile suçlanan Bolşeviklere gerçekte hep uzak –birleşmiş gençlik örgütü kurulduğunda bolşevikler iktidarda değillerdi!– kalmış, onlar gençliği, sosyalizmin inşası çalışmasına da kitlesel olarak çekmeyi başarabilmiş, yeni bir dünyanın kurulması mücadelesine ortak edebilmişlerdir.
Tekrar yukarıdaki alıntıda ifadesini bulan TKP görüşlerine dönelim. TKP, gençlik örgütlenmesi açısından sorunu, genel olarak, yukarıda alıntılandığı gibi koyuyor ve ”çözüyor”. Ancak hızını alamıyor ve yumurtlamaya devam ediyor. Gençliğin genel olarak işini bitirdikten sonra, tek tek gençlik alanlarına geçiyor, ve gençliğin neden ayrı örgütlenmemesi gerektiğine dayanak olmak üzere, bu alanların da ayrı örgütlenmemesi gerektiğini açıklıyor. İşçi gençlik için söylenenler şöyle: “Gençliğin hele hele işçi gençliğin ayrı mı birleşik mi örgütleneceği, bu tarihsel… siyasi dengelerden ve konjonktürden bağımsız nasıl düşünülebilir?”  TKP, genç işçilerin sorununu, onların yerinin sınıfdaşlarının yanı olduğunu söyleyerek, bir çırpıda ve daha baştan çözüyor! Öğrenci gençlik için bulunan formül ise şöyle: ”Konumuz işçi sınıfının toplumsal rolünden geçici bir süre ayrı kalan –her ne demek oluyorsa!– öğrenci gençlik olduğundan, öğrenci gençliğin sosyalist mücadeleye çekilmesi önemli bir mücadele başlığıdır. Bu, tam da öğrenci gençliğin partili mücadelesini gerektirir.”
Gelenekte yer alan yazılarda (örneğin, “Yeni bir kuşak…”ta), yukarıda alıntılandığı gibi, partilerin gençliği yük olarak gördükleri, onu ayrı örgütleyerek bu yükü başlarından attıkları gibi inciler bile döktürülüyor. Böylece ne yapılmış oluyor? Yapılan şu: “Gençliği yedek bir güç olmaktan çıkaracak tek şey, onu partinin asli bileşenlerinden biri haline getirmektir!”  İşçi sınıfını işçi sınıfı olmaktan ya da partiyi işçi sınıfının partisi olmaktan çıkarmak. “Öğrenci partisi”, en iyimser düşünüşle “işçilerin ve öğrencilerin partisi”! TKP’nin, gençlik hareketine ilişkin, biri diğerinden orijinal düşünceleri bulunuyor. Ama bu düşünceler, gençliğin her türlü sorununa ve talebine, “sosyalizm” ve “parti” yanıtında düğümleniyor. Sadece gençliğin değil, tüm emekçi kesimlerin kendi mücadelelerini verme, buradan, işçi sınıfı merkezli genel iktidar mücadelesine ve partiye bağlanma perspektifleri karartılıyor, –bu arada, ”öğrenci gençliğin her türlü örgütlenme biçiminin merkezine oturtulacak olan, bizler açısından sosyalizm programıdır” gibi garipliklere de rastlanıyor!–, kâh sosyalizm bu sorunları çözecektir deniyor, kâh mesleki, akademik kitlesel örgütlenmelerin karşısına parti çıkarılıyor! Bir tür günümüz emperyalist ekonomizm hortlaması! Parti karikatürleştiriliyor ve aspirin niyetine her derde deva olarak öneriliyor! Biz, burada bütün bunları ele almak yerine, asıl olarak, parti gençliğinin örgütlenmesi sorunu ele almaya devam edelim.
Şimdi, bütün bu söylenenlere, biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
Söz konusu yazılarda ileri sürülen teoriyi haklı çıkarmak için, önce yel değirmeninden bir canavar yaratılıyor. Bunun için, Hareketçiler ve Dev-Genç tam TKP’nin dişine göre. Başlıyor, uzun uzun Türkiye’de geçmişte yaşanmış –özellikle 68 Gençliği dönemi ve sonrasında Dev-Genç pratiği– gençlik örgütlenmeleri tecrübeleri, onların partisizliği, gençliğin partiden uzak tutulması, gençliği kazanma adına onun pohpohlanması eleştiriliyor. Buradan, TKP’nin kendi sakat anlayışı ve teorisi haklı çıkarılmaya çalışılıyor. Dev-Genç örneğine oldukça sık dönülüyor ve buradan, bu tür ayrı örgütlenme ve örgütlerin, genel olarak burjuvazinin –bağımsızlık!– dayatmasıyla ortaya çıkmış olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Oysa temelde, kategorik bir ayrım bulunuyor. Dev-Genç; partisi olmayan, partisizlik döneminin –bir yanı TİP’e tepkidir– anti-faşist, anti-emperyalist bir gençlik örgütüdür ve tartışılan konuyla doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Onda, burjuvazinin ”bağımsızlıkçı” dayatmalarından ziyade, TİP’in uzlaşmacılığına ve oportünizmine tepki ağır basmaktadır. Hareketçiler, bu gençlik mücadelesinden bir parti, cephe çıkarma sevdasındadırlar. Burada söz konusu olan ise, parti gençliğinin örgütlenmesi, hatta kitlesel örgütlenmesidir. Yani, koşullara göre, komsomol biçimini alabilecek bir örgütlenme ve onun parti ile ilişkisidir. Bu demektir ki, geçmişteki Dev-Genç gibi gençlik örgütlerinin –kendilerinin ve gençliğin suçu olmayan– partisizliğinden yola çıkılarak, onların bunu teorize etme çabalarına dayanılarak, proletarya partilerinin, gençliği örgütleme ve onun kitlesini kazanma görevlerine –eğer bu partiler adlarına layık partiler ise– yan çizilemez, “partililik” adına gençliğin örgütsüzleştirilmesi teorize edilemez. Aslında, kolayca fark edileceği gibi, burada, sorun tersyüz edilmiştir. Şimdi şu söylenmek isteniyor: Dev-Genç vb. partisizdi, biz şimdi, partiyi gençliğe veriyoruz! Neresinden bakılırsa bakılsın, gençliğin ayrı türden bir pohpohlanması, onun gururunun okşanması ve dalkavukluk. Ama öbür taraftan, özünde TKP gençliği denilen gençliğin, gençlik kitlesi içindeki gerçek gençlik çalışmasından soyutlanması, kendine komünist adını yakıştırmış bir partinin, kendi ihtiyaçlarını merkeze alarak gençlik kitlesini kazanma görevlerine sırt çevirmesi – tutulmuş olan yol ve gerçek durum budur.
Proletarya partileri, her zaman yenilenmeye, gençleşmeye, ”gençliğin partisi” olmaya büyük önem verdiler. Ama onlar, bunu, kendi asli görevlerini en iyi bir biçimde yapabilme amacına bağlı olarak ele aldılar. Yani sermayeyi yıkma, devrimi başarma, ve bunun için, genç ve enerjik güçleri kazanma ve seferber etme. İşçi sınıfı partisinin, her zaman, işçi sınıfının ana gövdesi ile birlikte, diğer emekçi sınıfları kazanma, onları kendi etrafında birleştirme, bu arada gençliğe de doğru bir önderlik götürme, özellikle işçi ve emekçi gençliğin kitlesini kazanma, onların en iyileri ile kendisini sürekli gençleştirme gibi temel bir görevi bulunmaktadır. Bu amaca bağlanmayan, bu amacı gerçekleştirmeye hizmet eden araçları başarıyla kullanmaya dayanmayan bir gençleştirme, partiyi sıradanlaştıran, sınıfın dışına atan bir “gençleştirme”dir. Gençlik pohpohlanarak, ‘işte size partiyi teslim ediyoruz’ dalkavukluğuna sarılarak, belki genç bir parti yaratılabilir; ama bu, sınıfa yardım ve önderlik yapacak bir partiden, küçük burjuva, sınıf-dışı bir gençlik partisine dönüşmeyi kabul etme ve aynı zamanda, geniş gençlik kitlelerinin de dışına düşme pahasına yapılabilir. TKP’nin durumu da budur.
Gelenek’teki gençlik üzerine yazılmış yazılara, bunların, özellikle gençliğin örgütlenmesine ilişkin yanlarına bakıldığında, gençlik örgütü ve parti arasındaki ilişkilere dogmatik, mekanik bir kavrayışla yaklaştıkları da görülüyor.
Örneğin, genç işçilerin partide örgütlenmesi sorununu daha yakından ele alalım.
Gerçi genç işçileri daha baştan partide örgütleyerek, TKP, genç işçiler sorununu ”daha baştan çözdüğünü” ilan ediyor. Ve tersine, gerçi, biz TKP’nin bırakalım genç işçileri, işçi sınıfı içerisinde az çok “dişe değecek” herhangi bir çalışmasına rastlamadık. Ama yine de, bakalım TKP, kendi sorununu mu çözmüş, yoksa genç işçilerin mi? Bir fabrikayı ele alalım. Orada yüzlerce işçi çalışmaktadır ve bunların içinde az sayıda da genç işçi bulunmaktadır. Buradaki genç işçilerin, diğer işçilerle birlikte, partide örgütlenmesi doğaldır. Çünkü, oradaki hareket, doğrudan sınıf hareketi olarak gelişecek, aynı zamanda bir gençlik hareketi özelliği taşımayacaktır. Parti gençliğinin orada çalışma yapması, örgütlenmesi hem gereksiz, hem enerji kaybı olacak, hem de biçimsel kalacaktır.
Bir başkasını, yoğun genç işçi emeğine dayanan bir fabrikayı, ya da ülkemizde artık çok yaygınlaşan organize sanayi sitelerini vb. ele alalım. Buralarda genç işçiler yoğun emek sömürüsüne tabi tutulmakta, sendikasız, sigortasız çalıştırılmakta, işgününün sınırları bile belirsizleşmektedir. Burada, kuşkusuz gençlik örgütü örgütlenecek, buradaki hareket, ileri sürdüğü taleplerle de –sendika, sigorta, 8 saatlik işgünü taleplerinin yanı sıra, genç emek sömürüsünün kısıtlanması, mesleki eğitim görme hakkı, sportif etkinliklerde bulunma talebi, ve aynı zamanda, tüm gençliği ilgilendiren talepler de öne sürecek vb..–, aynı zamanda, bir gençlik hareketi, ama genç işçilerin hareketi olma özelliği kazanacaktır. Eğer ciddi bir parti, bu genç işçileri kazanmak istiyorsa, o alanda çalışma yapmak, gençlik örgütünü orada kurmak, bu gençlik örgütüne azami yardımı yapmak, en iyi genç partilileri bu alanda görevlendirmek zorundadır. Partinin bunu başarıyla yaptığı koşullarda, orada, aynı zamanda genç işçilerin kitlesel, mesleki gençlik örgütü de kurulabilecek; parti, bu gençler arasından, kendisini sınıfın davasına adamış çok sayıda genç işçiyi kendi gençlik örgütüne ve bünyesine kazanmayı güvence altına alacaktır.
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, gençlik örgütünün nitelikleri arasında, son derece esnek olmak, hareket kabiliyeti yüksekliği, partinin girmediği, ulaşamadığı alanlara girme gibi becerilerinin de bulunması, işini büyük bir enerjiyle yapma gibi niteliklerinin varolması gerekiyor. Ve yine görülüyor ki, işçi sınıfı partileri, bugün bu sorunu, ”tarihsel ve konjonktürel” koşullara bağlamıyor, son derece pratik bir biçimde çözüyorlar. Demek ki, iş, “genç işçiler partiye gelin” demekle, tarihe ve konjonktüre havale etmekle ve ”daha baştan”, ezbere çözülmüyor! Sorun, partinin, buralarda kendisinin ya da gençliğinin çalışma yapıp yapmama, gençlik örgütünü kurma iradesini gösterip gösterememesinde düğümleniyor. Bunu hedefleyen bir parti, önüne çıkan tüm zorlukları aşacak yeteneği ve kararlılığı gösterebilir.
Genç işçilerin örgütlenmesi ve mücadeleye çekilmesi –aslında örgütlenmemesi ve burjuvaziye teslim edilmesi– alanında durum bu. Peki, öğrenci gençlik alanında durum ne?
“Öğrenci gençlik ise, eğitimin toplumsallaşmasıyla beraber, sınıflar mücadelesinde önemli bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor. Bu dinamiğin işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yerini ikirciksiz alması teorik bir zorunluluktur….konumuz işçi sınıfının toplumsal rolünden geçici bir süre ayrı kalan öğrenci gençlik olduğundan, öğrenci gençliğin sosyalist mücadeleye çekilmesi önemli bir mücadele başlığıdır. Bu, tam da öğrenci gençliğin partili mücadelesini gerektirir.”  Burada öğrenci gençliğin partili mücadelesinden kasıt, “partili öğrenciler”dir. Konudan biraz uzaklaşma pahasına, kulağa hoş gelen ama içi boş çarpık bir anlayışı düzeltmek gerekiyor. Öğrenci gençliğin, özellikle de yüksek öğrenim gençliğinin işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yer almasının anlamı, kendi talepleriyle birlikte sınıfın toplumsal olarak uyandırdığı harekete katılması, o mücadelenin bir parçası olması, taleplerinin gerçekleşmesinin güvencesini sınıfla birleşme ve işçi sınıfının mücadelesinin zafere ulaşmasında bulmasıdır. Yoksa öğrenci gençlik, sınıf mücadelesine, alanını boşaltarak gelmez, partili mücadeleye, sosyalist harekete –tek tek kişisel katılımlar (“partili öğrenciler”) bir yana– kendi alanını boşaltarak bağlanmaz, bu, sözde devrimci ve “komünist” amaçlarla teşvik de edilemez. İşçi sınıfının, diğer emekçi ve halk tabakalarını kendi mücadelesinin etrafında birleştirmeye, genç aydın kuşağı kazanmaya özel çaba göstermesinin anlamı da zaten budur.
Eğer partili olarak sınıfın mücadelesine katılan tek tek öğrenciler kastediliyorsa, ki TKP’nin kastı da budur zaten; bunun önünde bir engel yoktur, bir komünist partisi, genç aydın kuşağının en iyilerini kazanmak zorundadır. Ama bir öğrenci gençlik gerçeği varsa, parti, tek tek kazanımlarla ne yetinebilir ne de bu alandaki görevlerini buna indirgeyebilir. Bir öğrenci hareketinin gelişebilmesine azami yardımı yapmak, bu mücadelenin direngen, taleplerini sonuna kadar ve kararlılıkla savunan bir hatta ilerlemesine katkıda bulunmak zorundadır. Parti, gençliğin sınıfsız toplum mücadelesine kazanılması için, kendi gençlik örgütünün bu çalışmanın içine ”ikirciksiz dalmasını” sağlamak, öğrenci gençliğin akademik, mesleki kitlesel örgütler kurmasına yardım etmek, öğrenci gençliği ve mücadelesini devrimin yedek gücü yapmayı başarmak durumundadır. Bu durumda, parti, dar anlamda düşünülse bile, mesleki akademik örgütlerde birleşmiş, mücadeleye atılmış yüzlerce, binlerce öğrenciyi kendi gençlik örgütüne ve partiye kazanmayı başarabilir. Çünkü partinin gençlik örgütü olması, genç aydın kuşağının partiye kazanılmasının engeli değil, aksine onu kolaylaştıran bir araçtır. Böylece öğrenci gençlik, partili mücadeleye güçlü bağlarla bağlanır.
Belli ki, TKP’liler, gençlik örgütü içindeki partililere, partililerin bu gençlik örgütü içerisindeki çalışmasına ya yabancıdırlar ya da böyle bir şey duymamışlardır! Çünkü, sürekli olarak, bağımsız ayrı gençlik örgütünün gençliği partisizleştirdiğinden söz açmaktadırlar. Oysa, gençlik örgütü, gençlik kitlelerini partiye yakınlaştıran, partinin onlar içinde örgütlenmesini yaygınlaştıran, gençliğin kitlesel olarak devrime ve komünizme kazanılmasına yardım eden güçlü bir araçtır. TKP’liler, “gençliği yedek bir güç olmaktan çıkaracak tek şey onu partinin asli bileşenlerinden biri haline getirmektir!” derken, bu sorundan da bihaber olduklarını ortaya koymaktadırlar. Öncelikle şunlar sorulmalıdır: partili gençler yedek güç müdür, böyle bir teori, anlayış var mıdır? Şu bilinmesi gereken bir gerçektir: partili gençler, eğer gençlik örgütünde çalışıyorlarsa, artık onların partiye karşı sorumlulukları, parti sorumluluğudur. Peki, gençliğin devrimin yedek gücü olarak nitelenmesinden kasıt nedir? Açıktır ki, gençliğin devrimin yedek gücü olmasından kasıt, geniş gençlik yığınlarının sermaye ve gericiliğin etkilerinden kurtarılması, işçi sınıfı ve devrimin yedeği yapılması, partinin, bunun için, kendi gençlik örgütünü –partinin gençlik içerisindeki çalışmasının tek biçimi, bu değildir!–, bu genç yığınlar içinde çalışmaya sokmasıdır. Aksi bir tutum, gençliğin sermayenin yedek gücü olmasına götürecektir ki, ciddi bir parti, bunun, devrimin yenilgisi anlamına geleceğini çok iyi bilir. Parlak, cilalı laflar arasında TKP’nin düştüğü durum da işte budur.

BAKLA AĞIZDAN ÇIKIYOR!
TKP, bağımsız gençlik örgütü kurmanın yanlışlığını kanıtlamak için bin dereden su getiriyor. Gelenek’te gençlik üzerine yazılmış yazılarda, gerçekte bu gerici çabanın bugün nesnel bir zorunluluktan, konjonktürden, örneğin sınıflar arası güç ilişkileri, politik koşulların uygun olmaması vb.’den kaynaklandığına ilişkin tek satır bulunmuyor. “Hareketçiler” ya da bir başkasının yanlış anlayışı ve pratiği, ayrı gençlik örgütü kurmamanın temeli yapılıyor. Bunca yazılıp çizilenin arasında, TKP açısından sorunun özünün ne olduğuna açıklık getiren bazı ifadeler var ki, onları biraz irdelemek, gerçekte TKP’nin derdinin ne olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin “Yeni bir kuşak…” başlıklı yazıda şunlara rastlıyoruz:
”Solun öğrenci örgütlenmesinde belki en fazla muzdarip olduğu başlık olan süreklilik sorunu, TKP’li öğrenciler için kadrolaşma ile çözüldü. Ne yaptığını bilen partili kadrolar… bugün TKP’nin bu başlıkta elinin son derece rahat olması ciddi bir emeğin ürünüdür. Komünist kadrolar hele hele zor, görece durağan bir dönemde kolay yetişmiyor.” Nihayet bakla ağızdan çıkıyor. İşçi sınıfı ve onun mücadelesinin geliştirilmesi gibi sorunu olmayan bir parti, ağlarını öğrenci gençliğe atıyor ve oradan ihtiyacını devşiriyor! TKP’nin ayrı bir gençlik örgütlenmesine karşı olmasının bir nedeni tam da burada yatıyor. Gençlik, (TKP gençlik deyince, özellikle öğrenci gençliğin anlaşılması gerekiyor) bereketli bir alan ve komünist kadrolar da kolay yetişmiyor. Gençliğe cazip gelecek bir kaç sansasyonel eylem nasıl olsa bu sorunu çözüyor. Komünist bir gençlik örgütünün omurgasını oluşturması gereken işçi gençlerden, ve daha da ötesinde, işçi sınıfından kadro kazanmak ise, TKP için neredeyse olanaksız! Buna karşın, partinin de soyunu devam ettirmesi gerekiyor! Öğrenci gençlik, partinin kadro ihtiyacını karşılamak için, diğer alanlara göre daha verimli. O zaman, TKP’nin öğrenci gençlikten alabileceğini alması gerekiyor!
Gençliğin mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılayacak, onun kitlesini kazanmayı amaçlayacak örgüt anlayışı yerine, partinin kadro ihtiyacını karşılayacak bir anlayışla soruna yaklaşılıyor ve buradan gençlik örgütünün gereksizliğine ilişkin orijinal bir teori çıkarılıyor. Belki bu anlayışla partinin kadro ihtiyacı kısmen karşılanabilir. Ama bu, partinin sınıf dışına düşmüş bir parti olarak şekillenmesi anlamına gelecektir. TKP’nin bugünkü durumunu karakterize eden özelliklerden birisi de, zaten budur. Ama böyle bir parti, sadece sınıf-dışı bir parti olmakla kalmaz, gençliğe ve onun mücadelesine de yabancı bir parti haline gelir. Eğer öyle olmasaydı, sadece sosyalist öğrencilerin üye olabilecekleri anlamından başka bir anlama gelmeyen –ve henüz sosyalizmi benimsememiş gençliğin, küçük bir azınlığının ötesinde gençlik yığınlarının örgütsüzlüğünü ve örgütsüz kalmalarını onaylayan–: öğrenci gençliğin her türlü örgütlenme biçiminin merkezine, sosyalizm programı konmalıdır gibi bir anlayışa her halde rastlamazdık. TKP’nin derdi anlaşılıyor, ama bulunduğu durumun teorisini yapması hatasını ağırlaştırıyor.
Ancak TKP’nin gençlik örgütü kurmamasının tek nedeni, elbette bu değildir. Gençlik örgütü kurmaktan duyulan korkunun diğer temel bir nedeni ise, 2. Enternasyonal partilerinde görülene benzer bir oportünizmdir. Onlar gençliğin dinamizminden, sınıf uzlaşmasına, pasifizme duyduğu nefretten büyük bir korkuya kapılmışlardı. 2. Enternasyonal partileri, ayrı gençlik örgütü kurmayarak, gençlerin başlarına “bela” olmasından korunup kurtulabileceklerini, gençliği daha kolay kontrol altına alabileceklerini, onların dinamizmlerini boğabileceklerini düşünüyorlardı. Bu, aslında burjuva karakterli bütün partilerin hemen hemen ortak korkusudur. Bu yüzden, çok da görmemek gerekiyor!

BAZI HATIRLATMALAR
Aslında burada değinilecek sorunlara, yazının girişinde kısa da olsa değinildi. Ama burada, daha sonra ele alınan konuların daha iyi anlaşılması için, buraya kadar söylenenler üzerinden birkaç vurgu yapmak yararlı olacaktır. Parti, işçi sınıfının en üst örgüt biçimidir. Bunun anlamı şudur: parti, işçi sınıfının olduğu gibi, toplumun diğer emekçi sınıflarının, namuslu aydınların ve bu sınıfların gençliğinin en iyi unsurlarını, yani kendisini işçi sınıfının davasına adamış olanları bünyesinde birleştirir, merkezileştirir ve yönetir. Bu unsurlar, kendilerini geniş partili yığınlarla çevrelerler. Açık kitlesel bir parti biçimini aldığında da, parti, üyelik kriterleri değişmekle birlikte, bu en iyileri kazanma, bunları partinin profesyonel çalışmasında değerlendirme amacından vazgeçmez. Az çok iddiasına uygun hareket etmeyi amaçlayan bir parti, sendikaları, dernekleri, öğrenci örgütlerini, ülke çapında ve yerel platformlar vb. gibi kalıcı ve geçici tüm örgüt biçimlerini bin bir bağla kendisine bağlayacak, merkezileştirecek, hepsini iktidar mücadelesinde birleştirecek yolu ve yöntemi bulmakta zorlanmayacaktır. Bir işçi sınıfı partisi için, diğer örgüt ve kesimlerle ilişkisi açısından ise, gençlik ayrı ve özel bir yerde durmaktadır.
Gençlik ayrı bir sınıf değildir. Toplumu oluşturan sınıfların genç kuşağıdır. Partiyi öncelikle ilgilendiren, emekçi sınıfların gençliğini kazanmaktır. Parti, gençliğe, onu mücadeleye kazanma, devrimin yedek gücü yapma ve geleceği kazanma perspektifi ile yaklaşır; gençliği, onun hareketini bu sorumlulukla ele alır. İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların gençliği, işçi sınıfı partisinin mutlaka kazanmak zorunda olduğu bir toplumsal kesimdir. Bu kitlenin ana gövdesini kazanmadan, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin başarıya ulaşması hemen hemen olanaksızdır. Parti bu kitleyi nasıl kazanabilir, bunun için hangi gücü seferber edebilir?
Partinin gençliği kazanması ve ona önderliğini götürmesinin önemli aracı yine gençliğin kendisidir! Parti bunu, işçi, emekçi, öğrenci, köylü gençlerden kazandığı gençlerden oluşturduğu kitlesel gençlik örgütü aracılığı ile yapar. Bu gençlik örgütü, işçi, öğrenci, işsiz, köylü gençliği kazanmak, onların kitlesel mesleki örgütler kurmasına yardım etmek, gençlik mücadelesinin yaygınlaşıp kitleselleşmesine dayanak olmak durumundadır. Bu gençlik örgütünün her kademesindeki gençlerin partiye kazanılması, partinin tüm gençliğe önderliğini onlar aracılığı ile sağlamlaştırması, partinin başarmak zorunda olduğu görevlerden birisidir. Bu, parti ile gençlik örgütü arasındaki ilişkinin, örgütsel bağımsızlık ilişkisinin ötesinde, çok yönlü ve canlı –ideolojik, politik, eğitsel, kültürel vb.– bir ilişki olması anlamına gelmektedir. Bu ilişki, gençlik kitlelerinin sağlam bir temel üzerinde devrime ve sosyalizme kazanılmasının güvencesidir. Gençlik kitleleri arasında kendi adına bir çalışma yürütmeye yetenekli olan, kendi iç yaşantısını düzenleme yeteneği bulunan, enerjik, hareketli, partinin tüm tecrübesinden yararlanan bir gençlik örgütü, kuşkusuz partinin gençlik kitlelerini kazanmasının en önemli aracı olacaktır. Eğer partinin gençliği kazanmak diye bir sorunu varsa, gençliğe ilişkin büyük sorumluluklarını da yerine getirmek zorundadır.
TKP’nin aksine, gördüğümüz gibi, proletarya partileri, gençliğe, kadro kazanmak gibi dar, faydacı bir anlayışla yaklaşmazlar ve yaklaşmamışlardır. Onlar, gençlik örgütünü, gençlik yığınlarını mücadeleye çekmek, onun kitlesini kazanmak için bir yardımcı araç olarak gördüler. Bu örgütün toplumsal sorumluluk altına girmesini, gençlik kitlesini mücadeleye seferber etmeye yetenekli olmasını, buradan, geleceğin iyi komünistlerinin yetişmesini sağlamayı, gençlik örgütünün kendi işlerini yapabilme tecrübesi kazanmasını amaçladılar. Gençlik örgütünü, gençliğin devrim ve sosyalizm için örgütlendiği, mücadeleye atıldığı, deneyim kazandığı bir okul olarak gördüler. Böylece, partinin, on binlerce, yüz binlerce gence ulaşmasının sağlanması ile, doğal bir süreç içinde, bunların içinden iyi parti kadrolarının çıkması zaten güvenceye alınmış, partinin sürekli olarak gençleşmesinin önü de açılmış olacaktır. Ama bu, yürütülen çalışmanın, gençliğe gereken önemi vermenin bir sonucudur. Sorun tersyüz edilerek, bu alanda ilerleme sağlamak ya da sağladığını sanmak, böyle davrananların kendisini vuracak ciddi bir yanılgı olacaktır.
Bitirirken vurgulamak gerekir ki: her ciddi işçi sınıfı partisi için; gençlik örgütü kurmamak, daha baştan gençliği kazanma çalışmasından vazgeçmek, gençlik yığınlarını burjuvazinin etkisine ve insafına terk etmek anlamına gelmektedir. Sosyalizme özlem duyan belirli bir gençlik azınlığını “partinin asli bileşeni” ilan etmesi, TKP’yi, gençliğin yığınlarını burjuva etkisine terk ve teslim etmekten alıkoymamaktadır. Hiçbir mazeret bu duruma gerekçe yapılamaz. Bu, zorlu, ama mutlaka yapılması gereken çalışmadan yan çizilmesini haklı çıkaramaz. Gençliği kazanma çalışması içine girmeyenin, iktidar mücadelesinde başarılı olması, geleceği kazanması söz konusu bile edilemez. Son olarak, denebilir ki, zaten TKP’nin öyle bir derdi yok. Ancak işçi sınıfı partisinin var ve gençlik sorununda kafa bulandırmaya çalışanlarla sert bir ideolojik mücadele de zaten bunun için gerekiyor.

Tıp fakültesi öğrencilerinin örgütlenmesi üzerine

Bizler, tıp fakültelerinde kol, kulüp ve topluluklarda etkinlikler yapan öğrencileriz. Bu etkinliklerimizi gerçekleştirirken birçok sorunla karşılaşıyoruz. Öğrenci arkadaşlarımızın küçük bir kısmını çalışmalarımıza katabilmek, etkinlikler için gerekli mekanı ve maddi olanağı sağlayamamak ilk elden karşılaşılan sorunlardan. Okul yönetimleri ise, ülke genelinde, sözleşmişler gibi, hiçbir yardımda bulunmuyor, hatta engeller yaratıyor. Bunu, bu yıl özellikle barıştan yana etkinlikler yapmaya çalışırken yaşadık. Çoğu etkinliğimizi iptal eden, sansürleyen okul yönetimleriyle, dekanlarla karşılaştık. Bol bol öğüt alıp, net bir şekilde okulda yapılabilecek çalışmaların dekanların(veya yardımcılarının) iki dudağı arasında olduğunu gördük.
Tıp fakültelerinde yaşadığımız sorunlar sadece bunlar değil: işsizlik korkusu bizlerin son yıllarda çokça yaşadığı bir duygu; öğrenim süremizin uzun olması (minimum 6 yıl), maddi sorunları daha yakıcı yaşamamamıza neden oluyor. Öğretim elemanlarının sayıca ve nitelikçe eksikliği, laboratuar olanaklarının azlığı ise, özellikle taşra üniversitelerinde yaşansa da, tüm tıp fakültelerin sorunudur.

HEP BÖYLE Mİ GİDECEK?
Üniversitelerin sadece mesleki bilgilerin öğrenildiği yerler olmadığı, kişinin kendini pek çok alanda tamamladığı, geliştirdiği bir sosyal ortam olduğu gerçeğinden yola çıkarak; öğrencilere biçilen bu pasif ve ruhsuz rolü kabul etmemiz mümkün değildir. Sorgulayan, tartışan, değiştirmek için çalışan öğrenciler olmalıyız. İstediğimiz, hayalini kurduğumuz üniversiteyi bize hiçbir kimse vermez. Bunu biz kendi mücadelemizle kuracağız.

5-6 TEMMUZ ANKARA TOPLANTISI ÖNEMLİDİR
Tüm bu sorunlardan rahatsız olan tıp öğrencilerinin bir kısmı, Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) çağrısıyla, Ankara’da 5-6 Temmuz tarihlerinde bir toplantı gerçekleştirdi. TTB Merkez Konsey üyelerinin de  katılıp yönettiği toplantıya, 11 ilimizin 17 tıp fakültesinden 69 öğrenci arkadaşımız katıldı. Katılım okulların kapalı olmasına rağmen azdı. Çünkü benzer bir toplantıyı, sadece Ankaralı tıp fakültesi öğrencileri 200 öğrenciyle yapmışlardı. 2 günlük toplantının sonunda 2 karar çıktı:
1) TTB’ye bağlı tüm tıp fakültelerinden gönüllü öğrencilerin oluşturacağı Tıp Öğrencileri Kolu’nun (TÖK) kurulması yakıcı bir ihtiyaçtır. Buna yönelik çalışmalar artarak sürmelidir.
2) TTB-TÖK’ün daha geniş öğrenci yığınlarıyla tartışılması ve kurulabilmesi için, Kasım ayında TTB merkez yönetiminin yerini ve zamanını belirleyeceği bir Ankara toplantısı yapılacaktır. Bu toplantıda çalışma esasları ve yerel/genel kurulların örgütlenme esasları tartışılacaktır.

YOĞUN TARTIŞMALARIN YAŞANDIĞI BİR TOPLANTI
2 günlük toplantı Nural Kiper’in TTB’yi tanıtan sunumuyla açıldı. Daha sonra, Erhan Nalçacı, sağlığın toplumsallığı ana temasıyla sunum yaptı. Ardından söz ve kürsü tıp fakülteleri öğrencilerinindi. Genel sağlık politikaları, sağlık emekçilerinin ve örgütlenmelerinin durumuna ilişkin değerlendirmeleri takiben, ülkenin çok farklı okullarından gelen arkadaşlarımız, kendi yerellerinde yaptıkları çalışmaları anlatıp değerlendirdiler. Ortaya çıkan sonuç, hemen hemen hiçbir tıp fakültesinde güçlü bir öğrenci örgütü oluşturulamadığıydı. Diğerlerine göre daha ileri denilebilecek Kocaeli, Ankara, Antalya çalışmaları bile, ayakları yerellere basmayan, öğrencilerce mücadele aygıtı olarak algılanmayan kulüpvari yapılanmalardı. İşte, tam da yerellerin güçsüzlüğünün ortaya çıkmasından sonra, nelerin yapılması gerektiği, yani ilacın ne olduğu noktasında ayrışma yaşandı.
İki farklı yaklaşım vardı. İlki, kendilerine “Genç Hekim” adını veren grubun (TKP’li ve/veya sempati duyan öğrencilerin oluşumudur) yaklaşımıydı. Bu arkadaşlar, yerellerdeki çalışmalarda tek sorunun, “merkezi tıp öğrencileri örgütünün” olmaması olduğunu ve bir an önce merkezi örgütlenmenin kurulması gerektiğini, “solcu ve aydın sorumluluğuna ulaşmış” öğrenciler ve “solcu bakış açısına sahip” merkezi bir örgütle çalışmaları hızlandırmayı düşünüyorlardı.
Diğer grup ise, yerellerde etkin örgütlülüklerin kurulması için güçlü bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu vurgulayarak, okullarda “mücadele eden ve etmek isteyen” öğrencilerle beraber kitlesel öğrenci hareketini yaratmak isteyen öğrenci grubuydu. Bu grup, toplantı sonrasında, ismini, “Demokratik Katılım Grubu” olarak deklare etti. Demokratik Katılımcılar’a göre, merkezi TÖK sihirli değnek olarak görülmemeliydi. Örgütü; yerellerdeki sorunlar üzerinden yürütülecek mücadele, çalışmasına katabildiği kadar öğrenciyi katarak okullarda tek bir öğrenciyle dahi t.ö.k. fikrini tartışmamış olarak kalmamak şiarıyla yapılacak çalışmalar güçlendirebilir, merkezileşme de, bu sürecin ürünü olarak gerçekleşebilirdi.
Aslında, öğrenci mücadelesine bakışın iki farklı tezahürü çatışıyordu. Öyle ki, aynı okuldan gelmiş farklı gruplardan öğrenciler, okullarındaki çalışmayı farklı olarak, hatta birbirine zıt değerlendiriyordu. Bir tarafta, kendini, dar gruplarla yaptığı “aydınca” çalışmalarla ifade edip, buradan yola çıkarak, sayıca azlığına rağmen, çalışmasının “iyi” olduğunu iddia edebilen bir “Genç Hekim” bakışı. Diğer yanda; okullarına yüzünü dönmüş ve diğer arkadaşlarımı mücadeleye nasıl kazanabilirim sorusunu tartışan, asla yetinmeyen, ve çalışmasına katılan öğrencileri dar ve darcı bir perspektife dayandırılmış “sol”cu-sağcı ayrımıyla kendinden uzaklaştırmaya çalışmayan, okulun ve ülkenin sorunları karşısında duyarlı ve hakları için mücadele isteği gösteren, birleşme ve birlikte hareket etme eğilimindeki öğrencilerle, okulun ve ülkenin sorunları karşısında toplumcu, halkçı politikalar üretme ve bunların hayat bulması için birlikte çalışmayı önüne koyan demokratik katılım grubunun anlayışı vardı.
* Biz, demokratik katılım grubu (DKG) tıp öğrencileri olarak, çalışmalarımızı daha da etkin hale getirerek ilerlemeyi kendimize hedef olarak belirledik. Ve 27 Eylül’de Ankara’da yaptığımız DKG genel toplantımızda şu kararları aldık:
1) Fakültelerimizdeki savaş karşıtı çalışmayı güçlendirmeliyiz.
2) Nasıl bir üniversite istediğimizi daha güçlü etkinliklerle anlatmalıyız.
3) Grubumuzun eğitime, sağlığa ve mücadeleye nasıl baktığını anlatan broşürümüz ve tüzük önerimiz Kasım ayına kadar hazırlanacaktır.
4) Grubumuza ait e-mail adresi, dktok@yahoogroups.com, daha etkin kullanılmalıdır. Üye sayısı artırılmalıdır.
Grubumuzu anlattığımız arkadaşlarımızdan olumlu tepkiler alıyoruz. “Genç Hekim” grubuyla ayrıldığımız noktalar şunlardır:
* Yerel örgütlere önem veriyoruz. Ayakları yerellere sağlam basan, güçlü fakülte  örgütleri olmadan etkin bir merkezi örgüt kurulması, sadece hayaldir. Şu an tıp fakültelerinde çalışmalar güçsüzdür, bir merkezi örgütün üzerine oturacağı ve böyle bir örgütün daha da güçlendireceği öngörülebilecek bir dayanak ve zemin oluşturmamaktadır. Tersine, zamansız ve yeterli dayanakları üzerinde yükselmeyen bir merkezileşme, kısıtlı enerjinin de böyle bir örgütün kurulması ve işletilmesine ayrılma zorunluluğu nedeniyle, bu çalışma içine gireceklerin ayaklarını yerellerden, okullardan ve tıp öğrencilerinden iyice kesecek, öğrencilerle kopuşmayı ve bürokrasiyi teşvik edecektir. Öte yandan, büyük şehirlerdeki çalışmalar görece iyi olsa da, tüm fakültelerin planlı, ısrarlı çalışmalara ihtiyacı vardır. Tüm olumsuzluklara rağmen, etkin örgütlülükler yaratılacağına inanıyoruz. Merkezileşme, bir anlamı olması bakımından, görece güçlendirilmiş yerel dayanakları üzerinde yükselebilir.
* TÖK’lerde, okullardaki ve ülkemizdeki sorunlardan rahatsızlık duyan ve bir mücadele isteği gösteren herkes rahatlıkla yer alabilmelidir. Sorunlar karşısında bir şeyler yapmak isteyen tüm arkadaşlarımıza TÖK kapısı sonuna kadar açık olmalı, TÖK bir “seçkinler kulübü” olmamalıdır. Tıp öğrencilerine örgütümüzü tanıtmak ve onları çalışmalara katma düşüncesi ve eyleminden asla vazgeçmeyeceğiz. Örneğin, savaş karşıtı çalışmamıza, bir öğrenci arkadaşımız, ister “Müslümanların ölmesine karşıyım” ister “ABD emperyalizmine karşıyım” düşüncesiyle katılabilir. Biz, çalışmalara bu iki arkadaşımızı da katacağız; ama bu çalışma esnasında, sırf “Müslümanlar ölmesin” düşüncesiyle katılan arkadaşımıza başka perspektifler sunmayı, kazandırmayı ihmal etmeden.
* TÖK’ün ilgilendiği esas alan, tıp fakülteleri, hastaneler olmalıdır. Mücadelenin merkezine öğrenci sorunlarını almalıdır; ama, ülke gündemine, sağlık ve eğitim politikalarına da gereken önemi vermelidir. Diğer gruptan arkadaşların söylediği tezi olan “yemekhane sorunları, sınav ve staj sorunları…vb. TÖK’ün sorunu olamaz”, “TÖK’lerin primer sorunu yurtlar, yemekler olamaz” gibi yaklaşımlarla asla uzlaşmayacağız. TKP’li tıpçılar, her türlü yerel sorunun kaynağında kapitalist sistemin olduğu gerçeğinden yola çıkıp; yemekhane fiyatları ve kalitesi sorunları, sınav ve staj sorunları gibi “küçük” ve “asli olmayan” sorunlarla uğraşılmasını son derece gereksiz buluyorlar. Bir doğrudan yola çıkıp nerelere savrulduklarını, sadece kendileri görmüyor. Yerel sorunlar ve acil talepler gibi kendilerince “küçük işler”le vakit geçirmeyip, yerel sorunlar ve acil taleplerden hareket edilmeyerek nasıl yapılacak, soyutluktan nasıl kurtulacaksa, “sosyalizm”, “komünizm” propagandası yapmayı yeterli sayıyorlar. Bizler, öğrencilerin geniş kitlesini çalışmalara katmanın gerekliliğine inanıyoruz. Bunun yolunun da, ancak, onları talepleri, özlemleri doğrultusunda çalışmaya katmaktan geçtiğine inanıyoruz. Dar grup çalışmaları, sosyalizmi işlese dahi, yeterli görülemez. Üstelik sosyalizmin böyle işlenebilmesi olanaklı olmadığı gibi, her alanda, ezilen geniş kesimleri birleştirmeye ve mücadeleye çekmeye çalışmayan kendisinden menkul bir sosyalizm anlayışı, seçkinci burjuva sosyalizminin anlayışıdır.
Bu konularda fikir ayrılıkları yaşıyoruz.
DKG, kendi yaklaşım ve ilkeleri doğrultusunda çalışmalarına devam etmektedir. Uzun zamandır ses soluk çıkmayan tıp fakültelerinde yeni bir mücadele dalgası yaratmayı hedefliyoruz.

DKG DEKLARASYONU

Merhaba,
Üniversiteye gelirken geleceğe dair umutlarımızı da beraberimizde getirdik. İlgi alanı “insan” olan tıp fakültelerini seçmiştik. ”Herkes için sağlık”tı istediğimiz ve onurlu birer hekim olacaktık. Oysa karşılaştıklarımız, ideallerimizin çok uzağındaydı.
Biz, tıp öğrencileri, insanların en temel hakları olan sağlık ve eğitimin kesiştiği noktada duruyoruz. Bu alanlarda yaşanan sorunlar her geçen gün artarken, üzerimize düşen sorumluluk da beraberinde büyüyor.
Bugünkü tıp eğitimi, hemen her tıp fakültesi öğrencisinin yakındığı bir sorundur. Ülkemiz gerçeklerine yabancı, koruyucu hekimlik değil tedavi edici hekimliğe öncelik veren, bilimsellikten uzak, ezberci eğitim sistemi, aslında, toplumsal çıkarlar için değil tamamen sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmiştir. Bu haliyle zaten ağır bir yükün altında olan tıp fakültesi öğrencisi, aynı zamanda üniversiteli olmanın çeşitli zorluklarıyla da (barınma, beslenme, harç, sosyo kültürel alandaki yetersizlikler) mücadele etmek zorunda kalıyor. Tüm bu faktörlerin bir araya gelmesiyle, sonuçta sadece ders çalışan, yaşamdan ve çevresinden kopuk, toplumu ve toplumun sorunlarını yeterince tanımayan, kendine ve topluma yabancılaşmış, yaşama duyarsız, kurtuluşu TUS’a endekslemiş hekim adayları ortaya çıkıyor. Mezuniyet sonrası ise, ya işsiz hekimler ya da özlük hakları tamamen ellerinden alınmış olan hekimlerle karşılaşıyoruz. Sonuç olarak; uygulanan sağlık politikalarıyla ve sağlık hizmetinin piyasa egemenliğine tabi kılınmasıyla varolan eşitsizlikler derinleşiyor, paralı hale getirilen ve metalaştırılan sağlık hizmetinden parası olan belli bir azınlık yararlanabiliyor, bu tablo karşısında hekim, bir nesne konumuna getirilmek isteniyor.
Tüm bu sorunlardan rahatsız olan ve biraraya gelebilen bizler, hem içinde  bulunduğumuz eğitim sürecine hem de gelecekte parçası olacağımız sağlık-hizmet sektörüne ait sorunlar karşısında müdahale alanları açmak, daha iyi bir eğitim sistemi, daha iyi bir sağlık hizmeti ve mesleki yaşam için mücadele etmek amacıyla Tıp Öğrencileri Komisyonu’nda çalışmaya başladık. Ülke genelinden, bu sorunlara duyarlı biz tıp öğrencileri, TTB’nin çağrısıyla yapılan 5-6 Temmuz tarihli toplantıda biraraya geldik. Toplantıda alınan kararlar şöyleydi:
1. TTB’ye bağlı, tüm tıp fakültelerinden gönüllü öğrencilerin oluşturacağı Tıp Öğrencileri Kolu’nun (TÖK) kurulması yakıcı bir ihtiyaçtır. Buna yönelik çalışmalar artarak sürmelidir.
2. TTB-TÖK’ün daha geniş öğrenci katılımıyla tartışılması ve kurulabilmesi için Kasım ayında TTB Merkez Konseyi’nin yerini ve zamanını belirleyeceği bir Ankara toplantısı yapılacaktır. Bu toplantıda çalışma esasları ve yerel/genel kurulların örgütlenme esasları tartışılacaktır.
Toplantıda “nasıl bir TÖK?” konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Bizler, fakültelerimizde etkin örgütlülüklerin kurulması için (ki güçlü bir merkezi örgütlenme ancak böyle bir temel üzerinde yükselebilir) kapsamlı bir çalışmanın gerekliliğine inanıyoruz. Bu amaç doğrultusunda mücadele eden ve etmek isteyen öğrencilerle beraber kitlesel bir öğrenci hareketinin yaratılabilmesi için TÖK şu şekilde olmalıdır:
1. TÖK, tüm tıp öğrencilerini biraraya getirebilecek ve tüm sorunlara karşı ortak mücadele platformu oluşturabilecek bir örgütlenme olmalıdır. Bu da ancak, ayrım gözetmeksizin, toplumsal ve sağlık alanlarındaki sorunlara biraz olsun duyarlı olan tıp öğrencilerine açık, etkin, demokratik katılımcı bir yapılanma ilkesinin benimsenmesiyle gerçekleştirilebilir.
2. Sağlık ve eğitim gibi iki temel alanın kesiştiği yerde duran tıp öğrencilerinin örgütlenmesi olan TÖK:
a) Ülkemizin sağlık sorunlarını, uygulanan sağlık politikaları ve sonuçlarını araştırmayı, sağlık sisteminin önemli bir bileşeni olan hekimler ve diğer sağlık emekçilerinin örgütleriyle beraber bu sorunların çözümüne katılmayı, eşit, parasız, nitelikli, herkesin kolayca ulaşabileceği çağdaş bir sağlık hizmeti için mücadeleyi,
b) Ülkemizdeki tıp eğitiminin ve tıp öğrencilerinin sorunlarını araştırıp incelemeyi, diğer ülkelerde uygulanan modellerden de faydalanarak alternatif modeller geliştirmeyi, geliştirilen modellerin tıp eğitiminin diğer bileşenlerinin de katkılarıyla hayata geçirilmesine çalışmayı, bilimsel, eşit, parasız ve anadilde eğitim için mücadeleyi hedeflemelidir.
3. Tıp öğrencilerinin genelde üniversite, özelde tıp öğrencisi olarak karşılaştığı sorunlar, ülke ve dünya sorularından bağımsız ele alınamaz. Ülke ve dünya sorunlarına ilişkin demokratik ilkeler ışığında çözüm için müdahaleyi hedefleyen TÖK, okullarımızda karşılaştığımız tüm sorunların çözümü yönünde faaliyet yürütmek zorundadır.
4. TÖK, ülke genelindeki binlerce tıp öğrencisinin, etkinlikler aracılığıyla sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunmayı hedeflemelidir.
5. Halk sağlığı ve koruyucu hekimlik anlayışı çerçevesinde TÖK, tüm insanların hastalıklardan korunma hakkı ile sağlıklı bir çevre, sağlıklı bir konutta oturma, yeterli ve dengeli beslenme, çalışacak iş ve insanca yaşanacak yeterli bir ücret alma hakkını savunmalıdır.
6. TÖK, kâr amacıyla tıbbi ve insani etik değerlerin yıpratılmasına, piyasa mantığıyla insanın kendine ve doğaya yabancılaştırılmasına, doğanın, tarihin ve kültürel değerlerin yok edilmesine karşı mücadeleyi öncelikli hedefi saymalıdır.
7. TÖK, dil, din, ırk, mezhep, cinsiyet farkı gözetmeksizin her türlü  ayrımcılığa, savaşa, baskıya ve insan hakları ihlallerine karşı mücadele etmeli, her türlü insan hak ve özgürlüklerinin ve buna yönelik duyarlılığın geliştirilmesi için çalışmalıdır.
Geleceğimizi hep birlikte kuralım!..
Etkin bir TÖK için

DEMOKRATİK KATILIM GRUBU

Nasıl bir KESK istiyoruz*

Uzunca bir zamandan beri, dünyada ve Türkiye’de sendikal hareketin eskisi gibi gitmesinin mümkün olmadığı koşullar gelişmektedir.
Her şeyden önce, sermaye güçleri, 20. yüzyılın 2. yarısında işçi sınıfı ve emekçilerle girişmek zorunda kaldığı uzlaşmayı ve bu uzlaşmanın somut ifadesi olan “sosyal devlet” olarak ifade edilen yükümlülükleri ve emeğin haklarına ilişkin kabullerini tanımadığını ilan etmiştir.
“Mezarda emeklilik”ten 1475 sayılı İş Yasası’nın değiştirilmesine, özelleştirmeden esnek çalışmanın yasallaştırılmasına kadar bir dizi yasal değişiklik ile yasa ve hak-hukuk tanımayan fiili uygulamalar, sermayenin ve hükümetlerinin emekçiler ve emek örgütlerine savaş ilanının ifadesidir.
“Kamu Yönetimi Reformu” olarak kamuoyuna sunulan bir dizi yasa taslağı (Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kamu Personeli Rejimi ve Yerel Yönetimler Yasa taslakları gibi) da, bu gelişmelerin kamu alanına yansımasıdır.

Hükümet ve egemenler “Kamu Yönetimi Reformu” ile;
1-) Devletin halka yönelik hizmetler (sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, ulaşım, enerji, iletişim gibi) alanında üstlendiği, tüm emekçi halkın kazanılmış hakları diyebileceğimiz tüm yükümlülüklerinden vazgeçerek, bu kamu hizmetlerini piyasaya devredip, parası olanın yararlandığı mal haline getirmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla “Kamu Yönetimi Reformu” ile bütün halkın kazanılmış haklarının gasp edilmesi amaçlanmaktadır.
2-) “Kamu Yönetimi Reformu” ile bir kamu hizmetinde çalışan kamu personeli (kamu emekçisi) de; bütün kazanılmış haklarını kaybetmekte, “bireysel sözleşme” ile çalışan, iş güvencesini kaybetmiş, örgütlenme ve birleşmesinin koşulları tahrip edilmiş, mevcut sendikal örgütlülüğü bile dağıtılmış kişiler durumuna itilmek istenmektedir.
3-) Bugün, “norm kadro”, “performans değerlendirilmesi” gibi uygulamalarla yaygınlaştırılan esnek çalışma, tüm kamu emekçileri için “olağan çalışma düzeni” haline getirilecektir.

Öte yandan Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının en azından Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sürdürdükleri; batı kapitalizmine bağlanmış “mamur, müreffeh, demokratik Türkiye” balonu patlamış; bu düzenin ekonomisi ve siyasi sitemi çökmüş; bu çöküş, son 4-5 yıldır egemenlerin sözcüleri tarafından da açıkça kabul edilerek, ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na, siyaset ise AB’ye bağlanmaya havale edilerek sistem “yeniden yapılandırılmak” istenmektedir.
Bu “yeniden yapılanma” içinde; işçilerin, kamu emekçilerinin ve tüm öteki emekçilerin hakları, onların örgütlerinin meşruiyetine dair “maddeler” olmadığı gibi; demokratikleşme ile ilgili girişimlerde ise Kürt sorununun halkçı-demokratik çözümü yerine “ezerek”, “yok sayarak” bir sözde demokratikleşme programı (paketlerle) hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.   
Bütün bunların ötesinde, ABD-İngiltere ordularının Irak’ı işgal etmesi ve işgalin tüm bölgeyi Amerikan-İngiliz emperyalizminin çıkarlarına göre yeniden biçimlendireceğini ilan etmesi ve bununla birlikte TBMM’nin Irak’a asker gönderme teskeresini onaylayarak Türkiye’yi işgale ortak etmesi de; bölgede emperyalizme karşı mücadeleyi, Türkiye başta olmak üzere tüm bölge ülkelerindeki emek örgütleri için “birinci sorun” haline getirmiş bulunmaktadır. ABD’nin bölgeye yönelik müdahalesi, bölgedeki Amerikan-İngiliz işgalini, sadece ülke bağımsızlıklarının değil demokrasi mücadelesinin de, emeğin hakları mücadelesinin de “tehdit unsuru” haline getirmiştir.

KESK’İ VAR EDEN KOŞULLAR HIZLA DEĞİŞMEKTEDİR
KESK, 1990’ların başında kamu emekçilerinin en ileri, en siyasi kesimlerinin bir araya gelmesi ile, yaklaşık 10 yıllık ciddi ve kararlı bir mücadele içinde mücadeleci bir sendika merkezi olarak kurulmuştur.
“Grevli ve toplusözleşmeli sendika hakkı” talebiyle yola çıktığımız günlerden bugüne çok yoğun bir eylem döneminden geçtik. Bu mücadele içinde çok şey öğrendik. “Memur sendikası olmaz”, “Hadi sendikası oldu grev de ne, memur işçi mi ki grev hakkı olsun, devlet memuru grev mi yapar?” diyenler bile şimdi, “grev ve toplusözleşme hakkı” istiyorlar. Bu uzun mücadele süreci boyunca, KESK ve bağlı sendikalar, hem sendikal mücadele hem de demokrasi mücadelesinin en önemli merkezi haline gelmeyi hak eden bir mücadele hattı izlediler.
Sonunda hükümet, sendika hakkımızı kabul ederek yasalaştırdı. Ama, grev ve TİS hakkıyla desteklenmeyen bir sendikanın hem kamu emekçilerinin haklarının savunulması hem de sendikanın tüm kamu emekçilerinin örgütü haline gelmesinin önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini son iki yıl içinde gördük.
KESK’in bu 10 yılı aşkın mücadele döneminde; bizleri başarıya götüren şeyin, kendimizi, mücadelenin ihtiyaçlarından öte hiçbir kural ve yasayla sınırlamamamız olduğunu, mücadelemizin deneyimleri bize göstermiştir. Ne zaman böyle bir çizgi izledik; ne zaman mücadelenin sorunlarını ve kamu emekçilerinin taleplerini en geniş kesimler içinde tartışmaya açıp, kararların oluşmasına geniş emekçi kesimlerini kattık;
– O zaman mücadele ilerledi;
– O zaman sendikalarımızın, üye olmayan kamu emekçilerinin gözünde bile itibarı yükseldi; 
– O zaman yüz binlerce kamu emekçisi, bizim çağrılarımıza kulak verip üyemiz gibi davranmaya başladı; çağrılarımıza 2 milyon kamu emekçisi yanıt verdi;
– O zaman gece gündüz çalışma kadrolarımızı yormadı, şevkleri, mücadele azimleri azami düzeye yükseldi!

MÜCADELECİ BİR KESK İÇİN BÜROKRASİYİ AŞMAK İLK KOŞULDUR
Ama sendikalarımızın kuruluşundan beri mücadelenin önünde yer alan siyasi çevreler ve sendikalarımızın yöneticilerinin önemli bir bölümü, uzunca bir zamandan beri; bu mücadele geleneğini ve bu geleneğin gerektirdiği; sendikal demokrasi (yığınların kararların oluşum safhasında rol alması, sendika merkezlerinin karar alırken tabanın sesini dikkate alması) ve her kademede inisiyatifli bir mücadele tutumu alma geleneğinden giderek uzaklaşmaktadır.
– İşyeri Temsilciliklerimiz; kendi görev alanlarındaki geniş kamu emekçileriyle ilişkilerini layıkıyla sürdürmüyor, sorunları işyerlerinde, hizmet kurumlarının en ücra köşelerine kadar yayıp buradaki kamu emekçilerinin görüşlerini şube yönetimlerine taşımıyorlar. Bu, üyelerin kararların oluşmasına katılmaktan dışlanması, sendikal demokrasinin temelinin ortadan kaldırılması demektir. Oysa hareketin durumu; sadece üyelerimizi değil, diğer konfederasyon üyelerinin ve sendikasız kamu emekçilerinin de kararların oluşması sürecine katılmasını bir ihtiyaç olarak dayatmış bulunmaktadır. (En azından temsilciliklerimizin büyük çoğunluğu böyle)
– Şube yönetimlerimiz; üyeleriyle ilişki şekli bürokratik olmanın ötesine geçerek, kamu emekçisinin bölgesel düzeyde birleşip sorunlarını tartıştığı birer bölgesel mücadele merkezi olma özelliğini kaybediyor, kaybetmiş bulunuyor.
– Danışma Kurullarımız ve Danışma Meclislerimiz, Başkanlar Kurullarımız, Merkez Temsilciler Kurullarımız gibi; sendikal demokrasinin vazgeçilmez kurumları, kendi rollerini oynayacak biçimde işlemiyor. Bu kurullara katılan arkadaşlarımızın çoğu kendi şubelerinin, kendi merkezlerinin tabandan itibaren oluşturulmuş görüşlerini bu kurullara getirmek yerine, ya bağlı olduğu siyasi çevrenin görüşlerini getiriyor ya da tümüyle kişisel ve o anda gönlünden geçeni örgütünün kararı gibi sunuyor. Öyle ki, Danışma Meclisi’ne sendika merkezlerimizin birçoğu tarafından örgütün yönelim ve önerileri yazılı olarak sunulmuyor; tersten bir durum da, Danışma Kurulu’nda açığa çıkan yönelim ve sonuçları da örgüte gönderilmiyor.  Bu durum, sadece kurulların demokratik işleyişini ortadan kaldırmıyor, aynı zamanda bölgelerde, işyerlerinde sorunların tartışılmasını, sendika üyelerinin, hatta sendikasız kamu emekçilerin de kararların oluşturulmasına katılmasının önünü kesiyor. Bu bürokratik tarzın sonucu olarak da; bu kurulların kararlarının şubelere, temsilciliklere, nihayet üyelere gitmesinin önü de tıkanmakta; merkezden alınan kararlar da, ancak “şube yönetimlerine kadar inip” orada kalmaktadır. Kararların anlamının, içeriğinin yığınlara kavratılması, onların bilincinde bir değişim çabası, sendika kurumlarımızın gündeminden çıkmış bulunmaktadır. Taban karar mekanizmalarının işlevsizleştirilmesi, sendikalarımızda yabancılaşmaya ve dolayısıyla kitlelerin ve alt organların sürece müdahaleden uzaklaştırılmasına neden olmaktadır.
Bu durumun, sendikalarda ve KESK’te antidemokratikliğin yukardan desteklenmesi, karar almada kısırlık yarattığını, çoğu zaman sendikal kurullarımızın sadece eylem tartışması yapan  “teknik kurullara” dönüştüğünü hepimiz biliyoruz.
– Genel kurullarımız ise; ülke siyasetinin tartışılıp önümüzdeki yılların mücadele taktiğinin belirlenip üyelere ilan edildiği kurullar olarak değil, sendikal demokrasinin tıkanmasının bir başka örneği olarak cereyan etmektedir. Genel kurullarımız, sadece seçime endekslenmiş, dar-grupçu ve “son ana kadar gerilen” tutumların belirleyici olduğu kurullar olmaktan çıkarılıp, işyerlerinden başlayarak, emekçilerinin sorun ve taleplerinin tartışıldığı, mücadele programının oluşturulduğu, mücadeleci unsurların önünün açıldığı süreçler olarak değerlendirilmelidir. Bunun için gerekli önlemleri almak zorundayız. 4688 Sayılı Yasa’ya uyum ve onun sınırları içinde kalma eğilimi hızla saflarımızda egemen hale gelmektedir. Yasaya biçimsel uyum sürecinde, sendika genel kurul sürelerinin iki yıldan birçok sendikada  ve KESK’te üç yıla çıkarılması, bugün birçok şubemizde yönetimlerin iki yıl bile dayanamayıp değişmek zorunda kaldığı da dikkate alınırsa, Türkiye gibi gündemin çok hızlı değiştiği bir ülkede üç yılın uzun bir süre olduğu açığa çıkmaktadır. Ama; kongre anlayışını, sendikalarımıza egemen hale gelen bürokratizmi değiştirmeyeceksek, kongreleri pazarlık yapma ve yönetime şu kişinin yerine bunun gelmesiyle sınırlayacaksak, sürenin kaç yıl olduğu da önemini yitirir.
Geleneğimizle, mücadele geçmişimizle, mevcut tüzüğümüzle de çelişen bu bürokratik tarz, aşağıdan yukarı doğru oluşuyor görünse de; sorunun, tepeden, en yukarıdaki yönetimlerimizin ve yöneticilerimizin kendilerinin, KESK’in demokratik ve mücadeleci geçmişiyle olduğu kadar, tüzükle mevcut kurumlarımızın işleyişine gerekli özeni göstermemesiyle başladığını kabul etmeliyiz. “Balık baştan kokar” deyiminin en geçerli olduğu “başlar”, bizim gibi, sermayenin (ekonomik, siyasi, ideolojik, ahlaki) her saldırısının hedefi olan mücadele örgütleridir. Bu yüzden de, “tabanla iletişimsizlik”, “kurumların işlememesi”, “bürokrasi” gündeme geldiğinde, temsilciliklerin, şubelerin suçlanması; “Biz yapın diyoruz, yapılmıyor” mazereti doğru değildir. Çünkü; buralardaki bürokrasi, kopukluk, tüzüğü dikkate almama gibi tutumların, doğrudan yukarıdan gelen eğilimlere bağlandığını, gelişmelere yakından bakan herkes görür, görmektedir.
Apaçıktır ki; bu durum, KESK ve bağlı sendikaların geleneğinden, kendi mücadeleci geçmişlerinden, emek mücadelesinin yüzlerce yıllık deneyiminden, KESK’i var eden demokratik değerlerden koptuğumuzun işaretidir ve bugün içinde bulunduğumuz “darlaşma”, “bir avuç yönetici dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi, gündelik sendikal faaliyete katılmaması”, “gruplar arası sürtüşmelerin sendikal faaliyete zarar verir hale gelmesi”, kadrolarımızda “yorgunluk”, “bezginlik”, “adam sendecilik” gibi eğilimlerin gelişmesi ve çoğu yöneticimizde görülmeye başlayan “koltuk sevdası” diyebileceğimiz tutum ve eğilimler, bu sıkıntıların da başlıca nedenidir.  
Kaldı ki; bürokratlaşma eğilimi daha aşağıdan başlamış olsa; bile “yönetim merciinin şikâyet değil icraat mercii” olduğu ilkesi doğrultusunda; bu gelişmelere müdahale etmemesi dolayısıyla da üst yönetimlerin bürokratlaşmayı teşvik sorumluluğu vardır.
KESK’e bağlı sendikalar; mücadelenin en önünde yer alan çok aktif yöneticiler ve aktif bir taban ilişkisi üstünde yükselmiştir. Bugün ise: ne yazık ki; “aktif yöneticiler” (bu aktivite basın açıklaması, miting çağrıları, görüşmelere katılma olarak gözlenmektedir) “pasif kitle” (olup biteni izleyen, zaman zaman yapılan eylemlere çağrılan, ama bunlara pek katılmayan) ilişkisine dönüşmüş bulunmaktadır. Bu, daha kuruluşumuzdan beri eleştirdiğimiz, biz bunlara benzemeyeceğiz dediğimiz uzlaşmacı işçi sendikalarının taban-yönetici ilişkisidir. Bu ilişkiyi hızla dönüştürmeliyiz.

SENDİKAL MÜCADELE İÇİNDE KESK’İN SORUMLULUĞU
Son 10 yılda işçi sendikaları çok hızlı bir çöküş sürecine girmişlerdir. Onlar çökerken; MÜCADELECİ BİR SENDİKACILIK fikrine bağlanıp yığınları hareket geçiren, DEMOKRATİK İŞLEYİŞİ esas alan, her biriminde, her üyesinin şahsında İNİSİYATİF’i ilke yapan bir sendikacılık hattı izleyen KESK yükselmiştir.
Dahası KESK, bilinçli, siyasallaşmış önderliği ile ve grupçuluğu, bürokrasiyi aştığı, şekilci sendikacılık alışkanlıklarından kendisini koruduğu ölçüde ilerlemiştir.
Bugün de KESK’e bağlı sendikalar, bütün zaaflarına ve her gün problem olan yukarıda sözünü ettiğimiz tutumlara karşın, hâlâ, en örgütlü, en mücadeleci, yığınlar içinde en çok itibara sahip sendika merkezleridir. Bu yüzden de, KESK’e bağlı sendikalar; sadece kamu emekçileri bakımından değil; işçi sendikalarındaki örgütlü ileri işçi kesimleri ve halkın uyanış içindeki kesimleri için de tüm emek hareketinin yeniden ayakları üstüne doğrulmasının dayanağıdır.
Bu yüzden de, KESK’teki gerileme, sadece kamu emekçilerinin mücadelesinin püskürtülmesine değil, aynı zamanda, tüm emek hareketinin, tüm halk hareketinin geriye itilmesine yol açacaktır.
Ama; KESK’in zaaflarını aşması, bürokrasiyi yenerek mücadeleci, demokratik, inisiyatifli ve disiplinli emek örgütü olarak hareket etmesi, tüm emek örgütleri, sendikalar ve emek hareketi için de hayati önemdedir.
Demokrasi mücadelesi ve bölgede ABD-İngiliz emperyalizmine karşı oluşan tepkilerin birleştirilip ortak bir mücadele cephesinin oluşturulmasında da, KESK, çok önemli yükümlülüklerle karşı karşıyadır. Bu yükümlülüğün esası; bütün anti emperyalist güçleri, bütün barış yanlılarını, bütün demokrasi yanlılarını birleştirecek bir pozisyonu tutmak; grupçu eğilimlerden, fraksiyonculuktan uzak durarak; hem sendikal bütünlüğünü koruyup geliştirmek hem de tüm güçleri ortak amaç etrafında birleştirmektir.
Bu zor ama onurlu görevi de, ancak kendi içinde demokratik olan; kendi tabanıyla, kendi bileşenleriyle barışık, kendi güçlerini seferber etmede herkese örnek olan bir KESK yapabilir.
Gerek Danışma Kurulumuz gerekse önümüzdeki dönem yapılacak sendikalarımızın ve KESK’in genel kuralları, sorunlarını aşmış, iç demokrasisini hayata geçiren bir KESK’in yaratılması için, bu bildirgede ortaya koyduğumuz görüşleri tartışmalıdır.

Önümüzdeki süreç; emek hareketinin, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve anti emperyalist mücadelenin önünde, tüm emek örgütlerini etrafında seferber etme yeteneğine kavuşmuş bir KESK’i yaratma sürecimiz olmalıdır.

Bağımsız kadın örgütlenmesinde bir örnek

Emekçi kadınların kurdukları bağımsız örgütleri, buralarda kazandıkları mücadele deneyimleri az da olsa gelişmeye ve yayılmaya başladı. Her kesimden emekçi kadının kendini ifade edebileceği ve yaşama müdahalelerini artıracağı platformlar yaratan bağımsız kadın örgütleri, bugün var olan örnekleriyle, emekçi kadınlar içerisinde yürütülen çalışma bakımından deneyler sunmaktadır. Özgürlük Dünyası’nın 130. sayısında Aslı Aydın imzasını taşıyan “Emekçi kadınlar içinde çalışma üzerine bir örnek” başlığıyla yayınlanan yazıda, İstanbul’da yoksul emekçilerin yoğun olarak yaşadığı bir ilçedeki emekçi kadınlar içerisinde yürütülen çalışma aktarılmış, üzerine değerlendirmeler yapılmış ve bu alandaki çalışmanın sonuçları çıkarılmıştı. Bu yazımızda, aynı ilçedeki emekçi kadınlar içerisindeki çalışmanın geldiği aşamayı ve bunun emekçi kadınlar içerisinde yürüttüğümüz çalışma açısından ortaya koyduğu sonuçları ele almaya çalışacağız.

GAZETE ÜZERİNDEN İLERLEYEN BİR ÇALIŞMA
İlçe kadın komisyonumuz ve kadın çalışmasından sorumlu profesyonel düzeyde çalışmaya katılan partilimiz aracılığıyla emekçi kadınlar içerisinde, özel bir çalışma yürüttüğümüz, kadınlara özel olarak seslendiğimiz bu ilçede, özellikle bir mahallede oluşturulan kadın grupları üzerinden günlük bir çalışma yürütülmüştür. Kadın çalışmasından sorumlu partililerimizle, etrafımızdaki dağınık ve örgütsüz kadınlar, en kolay bir araya gelme yolları gözetilerek, oturdukları sokaklara, apartmana, komşuluk ve akrabalık ilişkililerine göre gruplara ayrılmıştır. Böylece her birinde 3-8 arasında kadının yer aldığı 26 kadın grubu oluşturulmuştur. Kadın gruplarında yer alanların birçoğu ev kadını olmakla beraber, az da olsa küçük atölyelerde çalışan işçi kadınlar, temizlik işlerinde çalışan kadınlar da grupların içinde yer almıştır. Gruplara haftanın belirli günlerinde, 25-30 gazete ulaştırılmış; gazete, gruplarda yer alan kadınlarla birlikte okunmuş, tartışılmış ve bir dönem sonra kadınların ikili-üçlü birbirlerine gazete vermeleri sağlanmıştır. Bugüne kadar düzenli hiçbir gazeteyi okumayan, gazetelerin büyük puntolu başlıklarına ve fotoğraflarına bakmakla yetinen, genellikle televizyonlardaki haber programlarıyla gündemi şöyle böyle takip eden kadınlara düzenli gazete götürüp birlikte okumanın bir sonucu olarak, bir süre sonra kadınlar arasında gazetede yayınlanan haberler tartışılır, bazı köşe yazıları özellikle takip edilir olmuştur. Örneğin; Aydın Çubukçu’nun köşe yazıları özellikle okunan ve birbirine tavsiye edilen yazılar arasında olmuştur. Gazetede sıcak gündeme dair köşe yazıları özel olarak ele alınmış, çoğaltılıp daha fazla kadına ulaşması sağlanmıştır. Bununla birlikte, gazeteyi haftada bir iki gün alan kadınların arasından günlük olarak takip eden kadınların sayısı 7’ye ulaşmıştır. Gruplarda yer alan kadınlarla, özellikle de gruplar içinde çalışmalara daha ileri düzeyde katılma isteği gösteren kadınlarla birlikte gündeme dair bildiriler dağıtılmış, ortak kitap okunmuş, eğitici yazılar birlikte tartışılmıştır. Bu tartışma toplantılarıyla, kadınların politik olarak gelişmeleri sağlanmaya çalışılmış, birlikte bir işi planlama ve hayata geçirme çabalarıyla, bu dönemde yürütülen savaş karşıtı etkinliklerde aktif hale gelmeleri, her bir kadının kendi emeğini ve olanaklarını grup çalışmalarına sunması sağlanmıştır.
Amerika’nın Irak’ı işgali, oluşturulan kadın grupları içerisinde temel tartışılan konu olmuş; kadınlar Amerika’nın Irak’ı işgalini protesto eden mektuplar yazarak gazeteye göndermişlerdir. Yine, savaş karşıtı bir basın açıklaması düzenleyerek, emekçi kadınların bu işgalde hükümetin ve ABD’nin yanında olmayacağını ilan etmişlerdir.
Gruplar üzerinden yürütülen savaş karşıtı çalışmada, öne çıkan unsurlarla 15 kişilik bir komite kurularak, bu kadınların daha fazla sorumluluk alması, yürütülecek çalışmanın doğrudan planlayıcısı ve örgütleyicisi olmaları sağlanmıştır. Bu komitede yer alan kadınlarla daha ileri düzeyde kurulacak ilişkiyle partiye kazanmaları hedeflenmiştir. Ancak bu kadınları partiye, partili bir mücadeleye çağırmada ertelemeci bir tutum kendini göstermiş, “zaten partili gibiler” eğilimi üstün gelmiştir. Bu eğilimi kırmaya yönelik yürütülen tartışmalar sonucunda, komitede yer alan kadınlarla partiyi anlatan bir toplantı organize edilmiş, fakat bunun sürekliliği sağlanmamıştır. Yine çalışmayı bizzat örgütleyen, planlayan bu kadınların aileleriyle, eşleriyle birlikte çalışmaya kazanma fikri üzerinden bazı somut adımlar atılsa da, devamı getirilmemiştir. Tüm bunlara rağmen, yürütülen çalışma üzerinden partiye üye olan kadınlar olmuştur.

BAĞIMSIZ KADIN ÖRGÜTÜ KURMA ÇALIŞMALARI
Yürütülen savaş karşıtı çalışma üzerinden, emekçi kadınlar içerisinde kendilerini geliştirebilecekleri, aralarındaki dayanışma ve paylaşımı artıracakları, hem yaşadıkları ilçedeki sorunlara hem de ülkedeki gelişmelere müdahale edebilecekleri bir dernek kurma fikri tartışılmaya başlanmış; kısa sürede, bu fikir, özel bir çaba harcanmaksızın kadın grupları aracılığıyla yüzlerce kadına ulaşmıştır. Derneğin kurulması çalışması, derneği tanıtmaya yönelik broşürlerin çıkarılması ve kadınlara ulaştırılması, ev toplantıları yapılarak derneğin kurulma amacının anlatılması şeklinde devam etmiştir. Dernek kurulması için yürütülen çalışmada, emekçi kadınlarla yüz yüze gelebilmek için her türlü olanaktan yararlanılmış, gruplarda yer alan kadınların kendi doğal çevreleriyle toplantılar örgütlenmiş, evlerde aşure günleri düzenlenmiş, her sabah bir kahvaltı sofrasına misafir olunarak onlarca kadınla bir araya gelme olanağı değerlendirilmiştir.
Bu toplantılarda, özellikle her bir kadının dernekte görmek istediği etkinlik ya da derneğin yürütmesi gereken çalışma üzerine bilgiler toplanmış, derneğin kurulmasıyla birlikte ilçedeki tüm emekçi kadınların taleplerinin sözcüsü olacak bir yapıya sahip olması sağlanmaya çalışılmıştır. Yüz yüze gelinen her kadın, günlük hayatında karşılaştığı en temel sorun ve talepleri üzerinden derneğin çalışma yürüteceği alanlar üzerine önerilerini sunmuştur. Kendini kurulacak dernekte göreceği, ait hissedeceği taleplerini belirtmiştir. Alt yapı sorununun çok yaşandığı bir mahalledeki kadınlar, derneğin buna yönelik çalışma yürütmesi gerektiğini gündeme getirirken, ilçede varolan orman etrafındaki evlerde yaşayan emekçi kadınlar, ormanların hükümet tarafından özelleştirilmesi politikasına karşı, dernek tarafından “ormanların sahiplenilmesine” yönelik çalışma yürütülmesi gerektiği üzerine talepte bulunmuşlardır. Yaşça daha genç olan bir kesim, kendilerini sosyal ve kültürel olarak geliştirebilecekleri kurslar talep ederken, çocuklarını bırakacakları yer olmadığı için çalışamayan kadınlar, derneğin ilçede kamuya ait kreş açılması için çalışma yürütmesini istemiştir. Bununla beraber, ağırlıklı olarak bir mahallede yoğunlaşan ve genel olarak da üç mahallede ilişkilerle sürdürülen çalışma dört mahalleye yayılmış, her mahallede grup kurulmasına dönük somut adımlar atılmış, derneğe üyeler kazanılmıştır. İlçede tüm emekçi kadınlara seslenen dernek kurma girişimi ve çalışmaları, bugüne kadar çevremizde atıl durumda olan birçok kadını da heyecanlandırmış ve harekete geçirmiştir.

GRUP ÇALIŞMASININ GENEL ÇALIŞMAYA DÖNÜŞMESİNİN GÖSTERDİKLERİ
Emekçi kadınlar içerisinde yürütülen dernek kurma tartışmalarıyla birlikte, her bir kadının kendi olanaklarını sunarak, küçük küçük maddi katkıların birleşerek evrakları tamamlanan dernek, yaz sürecinde başvurusu yapılıp binası tutularak faaliyete başlamıştır.
Derneğin açılışının okulların kapandığı döneme denk gelmesiyle çalışmanın da zayıfladığı bir sürece girilmiştir. Dernek çalışmasında aktif olarak yer alan birçok kadın, yaz döneminde şehir dışına çıkmış, bu da, dernek çalışmasının ağır bir seyir izlemesinin nedenlerinden biri olmuştur. Derneğin kurulmasıyla birlikte, gruplar temelinde ilerleyen çalışma, yerini, emekçi kadınlara genel bir seslenmeye bırakmıştır. Her gün değişik bir evde yapılan ev toplantıları, yerini, haftada bir yapılan ev toplantılarına, bazense, hiç toplantı yapılmadan, herhangi bir etkinlik için kadınların kapılarını çaldığımız bir çalışmaya bırakmıştır. Çalışmayı canlandırmaya yönelik yapılan girişimler genel seslenme olarak devam ettiği için, bir süre sonra çalışma tekrar tıkanmış, ve örneğin ev toplantıları, dernek çalışması yürüten ileri kadınların derneğin aidatını ve kirasını tartıştığı toplantılara yerini bırakmıştır. Örneğin; ilçedeki uyuşturucu ve fuhuşun giderek artmasına dönük olarak başlatılan imza kampanyası, grup toplantılarıyla beslenmediği, buna yönelik ev toplantıları organize edilerek, yeni kadınlarla yüz yüze gelinmediği için, bu çalışma, bir süre sonra kendiliğinden sönmüş ve bitmiştir.
Gruplarda yer alan kadınlarla sadece aidat istemeye yönelik yapılan görüşmeler sonucunda alınan “dernek bizim için bir şeyler yapsın ki, öyle katkı sunalım” gibi yanıtlar, dernek çalışmasında gelinen noktayı ve nereden ilerlememiz gerektiğini göstermek açısından önemlidir. Çalışmadaki ileri kadınlarda ise, emekçi kadınlara genel seslenme üzerinden yüzeysel bir çalışma yürütme ve ortaya çıkan tıkanma sonucu, yürüttükleri çalışmaya güvensizlik ortaya çıkmıştır. Derneğin kurulması süresince bir araya getirdikleri onlarca kadını, yüz yüze geldikleri kadınları, örgütledikleri ev toplantılarını, panelleri, eylemliliklerin nasıl gerçekleştirildiğini unutan, çalışma tarzını sorgulamak ve düzeltmek yerine, çalışmanın rutinleşmesini, kadınların ilgisizliğine ve sorumsuzluğuna mal eden tutum; beraberinde kendine ve emekçi kadınlara güvensizliği de getirmiştir.
Onca emek üzerine kurulan dernek çalışmasının genel bir seslenmeye dönüşmesi ve çeperinin daralmasının nedenlerini kavrayabilmek, çalışmanın ilerlemesi açısından da doğru yönelimi belirleyecektir: Herhangi bir meselede etrafındaki kadınları çok çabuk biraraya getiren, çalışmada temel dayanağımız olan kadınların il dışına çıkması, çalışmanın sorumluluğunu alan örgütümüz ve kadın görevlilerimiz açısından, ilçede daha önce yüz yüze gelmediği ya da gruplar içerisinde yer alan diğer kadınlara yönelmek, yeni gruplar kurmak için adım atmak anlamına gelmiştir. Fakat bunun yerine, genel seslenme üzerinden kadınları çağırmayı tercih edilen bir tutum belirleyici olmuştur. Bugüne kadar yürütülen çalışmanın kazanımlarını örgüt olarak biriktirememe, edinilen deneyimler üzerinden hafıza oluşturamama, çalışmanın kendisinden öğrenememe –kısaca, örgüt alanında, örgütlü ve sistemli çalışmada zaaf– beraberinde, dernek çalışmasındaki ileri kadınlar olmaksızın yeni kadınlara ulaşmada, “acaba kadınları etrafımızda toparlayabilir miyiz” kaygısını öne çıkarmıştır. Yeni kurulan bağımsız kadın örgütünün amaçları, emekçi kadınlar içerisinde yürüttüğümüz çalışmaya sunacağı olanakların tam olarak kavranamaması, henüz sınırlı sayıda kadına ulaşan derneğin gereksizliği ve partinin kadınlara daha rahat anlatıldığı üzerinde sınırlanan bakış açısıyla birlikte, henüz tamamıyla kırılamayan genel çalışma tarzına tekrar yönelmede önemli bir etken olmuştur. Çalışmanın sorumluluğunu almış olan bir üst yönetici organ tarafından da çalışmanın izlenmesi ve parti kadın komisyonumuza ve partili kadınlarımıza gerekli fikri yönlendirici yardımın sunulmasında gereken özenin gösterilmemesi de, çalışmanın günü kurtarmaya dönük bir tarza dönüşmesine neden olmuştur.
Balıkesir Ören’de düzenlen eğitim toplantısının ardından, kadınların kendi bağımsız örgütlerini kurarak buralarda örgütlenmesinin gerekliliği üzerine, ilçe kadın komisyonumuzla birlikte tartışmalar, toplantılar yapılmıştır. Kadın komisyonumuzu fikren kazanmaya dönük yapılan eğitim toplantılarına paralel olarak, bir üst organın çalışmaya doğrudan katılması, çalışmayı yerinden izlemesi, gerekli yardım ve denetim konusunda daha belirleyici adımların atılması, gruplar üzerinden çalışmanın tekrar toparlanmaya başlamasını, canlanmasını sağlamıştır.

YENİDEN GELİŞMEYE DOĞRU…
Dernek binasında okulların açılmasına yönelik eğitim sisteminin tartışıldığı bir panel organize edildi, okulların önünde kadınlar elden ele eğitimdeki özelleştirme politikasını teşhir eden dernek çağrılarını dağıttılar. Dernekte okuma yazma kursunun açılması, ilçedeki emekçi kadınlara ücretsiz hukuki danışmanlık hizmetlerinin sunulmaya başlaması, derneğe günlük gelen ve etrafındaki kadınları taşıyanların sayısını artırmıştır. Dernek, Irak’a asker gönderilmemesi, işgale ortak olunmaması için emekçi kadınlar içerisinde çalışma yürütme kararı almıştır. Bu çalışmanın temeline ise, grup toplantıları ve yeni kadınlarla buluşulacak toplantılar konulmuş, iki haftalık bir sürede birçok evde kadınlarla biraraya gelinerek, kadınların işgale karşı tutum alması gerektiği tartışılmış, derneğe yeni üyeler kazanılmış ve yapılan toplantılar basın açıklamasıyla sokağa taşınmıştır. Kadınların talepleri ve istekleri doğrultusunda kadın sağlığı ve çocuk eğitimi üzerine bilgilendirici toplantılar örgütlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde ülkemizdeki emekçilerin, halkın önündeki temel sorunun, ülkemizin demokratikleşmesi için somut adımların atılması olarak karşımıza çıkmasıyla birlikte; en geniş kadın çevrelerine ulaşıp ev toplantıları aracılığıyla, emekçi kadınlar içinde kendi yaşamlarından yola çıkarak demokrasi sorununu tartışmaya açılması kararı alınmıştır. Bir aylık bir sürede onlarca ev toplantısı örgütleyerek, bu toplantılarda biraraya gelinecek kadınlarla “nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?” sorusunu tartışmaya açmak, yapılan toplantılar üzerinden yeni gruplar oluşturarak, grup temsilcileri belirlemek hedeflenmiş, bu çalışmaların sonucunda ise, “kadınlar demokrasiyi tartışıyor” isimli bir etkinlik düzenlemek ve çalışmayı sürekli kılmak amaçlanmıştır.

Bu ilçede yürütülen çalışmanın olumlu yönleri, eksiklikleri, emekçi kadınlar içerisinde yürüttüğümüz çalışmanın doğru temeller üzerinde ilerlemesi ve bağımsız kadın örgütlerinin kurulmasında yol gösterici olacaktır. Bu bakımdan bu çalışmadan çıkaracağımız sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
1-    Emekçi kadınlar içerisindeki çalışmamızın kalıcı olması, bir dönem sonra dağılmaması ve tıkanıklıklardan kaçınmak için, kadın grupları kurarak, gruplar üzerinden bir çalışma örgütlemeliyiz. Oluşturduğumuz ve düzenli bir araya geldiğimiz her kadın grubu, bağımsız kadın örgütlerinin temel dayanağı olacaktır. Yürüttüğümüz çalışmada, gruplarda yer alan her kadını kendi yetenekleri ve ilgi alanına göre çalışmanın bir parçası haline getirmek; grupların kendi doğal çevreleri, akraba ilişkilerini değerlendirerek, çalışmanın daha geniş bir alana yayılmasının da önü açılacaktır. Emekçi kadınlar içerisinde yürüteceğimiz propaganda ve ajitasyonumuz, siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını kadınlar içerisinde aydınlatıcı hale getirmelidir. Bu sebeple, emekçi kadınların hafızalarında yer edinebilmek, yüzlerini emeğin politikalarına çevirmelerini sağlamak için istikrarlı bir çalışma gerekmektedir. Bu çalışma da, günlük, aydınlatıcı bir propagandayla gerçekleşir. Bunun en temel aracı ise, gazetedir. Kurduğumuz ya da kurma çabası içerisinde olduğumuz bağımsız kadın örgütleri ne kadar büyürse büyüsün, çalışmamızın temelini gazete merkezli kurduğumuz kadın grupları oluşturmalıdır, bu gruplar aynı zamanda bağımsız kadın hareketinin de teminatı olacaktır.
2-    Emekçi kadınların güvenini kazanmak, bağımsız kadın örgütlerine katılımını sağlamak, talepleri karşısında çekim merkezi olabilmekle mümkündür. Bağımsız kadın örgütleri içinde yapılacak düzenli kurslar, kültürel sanatsal etkinlikler, çocuk gelişimi, hukuk, eğitim ve sağlık alanına ilişkin bilgilendirme toplantıları, oturdukları alandaki yerel sorunların çözümüne dönük yürütülecek faaliyetler, politik eğitimler  ve bu faaliyetlerin grup toplantılarıyla ve gazeteyle sürekli olarak beslenmesi; kadınların kendilerine zaman ayırmasını sağlayacak, örgütlenme bilincini kazandıracaktır. Böylesi bir çalışma üzerinden kadınlar, kendi bağımsız örgütlerine sahip çıkacak, olanaklarını açacak ve aidatını, maddi katkılarını da böylesi bir bilincin üzerinden verecektir. Yoksa, dernek binasında “oturarak bekleyeceğimiz” kadınlar, dernekte yaptığımız panellerle, sosyal kültürel etkinliklerle tek başına amaçladığımız bir bilince sahip olamazlar. İhtiyacını duydukları kursu, ya da eğitici panelin eğitimini tamamladıktan sonra dernekle bağlarını sürdürmeleri için bir neden kalmaz. Bu sebeple, bağımsız kadın örgütlerini kurmamızın temel nedeninin, her kesimden ve eğilimden emekçi kadının kendi sorunlarına sahip çıkmasını sağlamak olduğunu unutmamak, çalışmayı gruplar üzerinden sürekli hale getirmek gerekir.
3-    Bağımsız kadın örgütleri, her kesimden kadını kucaklayabilmelidir. Bu çalışma içerisinde öne çıkan ileri unsurlarla daha yakın ilgilenerek, kadının cins olarak sömürülmesinin sınıfsal bir karakter taşıması üzerinden hareket ederek, kadın sorununu, işçilerin iktidarı kazanma perspektifiyle, sınıfın talepleriyle, özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleştiren bir bilinci verebilmeliyiz. Bu ileri unsurları örgütlü mücadelenin bir bileşeni haline getirmek, ertelenemez görevimiz olmalıdır.
4-    Kadının bağımsız mücadelesi; sınıf çıkarlarından, sınıf mücadelesinden ve kadının üretimdeki yerinden bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle, emekçi kadınların sınıfın davasına kazanılması çalışmasında, işçi kadınların kendi talepleri etrafında örgütlenerek, bağımsız kadın örgütlerine katılımı özel bir öneme sahiptir. İşçi kadınlar, üretimdeki yerleriyle bağımsız kadın örgütlerini diri tutacak dinamikleridir. Bağımsız kadın örgütlerinin, kazanma hedefiyle hareket etmesi gereken ilk kesim işçi kadınlar olmadır. Ve bağımsız kadın örgütlerinin bir araya getirdiği emekçi kadınlar içerisinde temel dayanağını da işçi kadınlar oluşturmalıdır.
5-    Kadın çalışmasının daha yaygın ve etkin hale gelmesinin, mücadelenin bu çalışmalar üzerinden yükselmesinin teminatı, emekçi kadınlar içerisinde çalışmayı kesintisiz olarak yürüten profesyonel kadrolarımızın sayısının artması, ileri partili kadınlarımızın çalışmaya seferber edilmesi ve fikren kazanılması ve yenilenmesidir. Bu ise, çalışmanın doğrudan sorumluluğunu almış olan bir üst organın bu çalışmayı yürüten kadınlarımızı bu açıdan beslemesi, gerekli yardımı sunması ile gerçekleşecektir.

Bağımsız kadın örgütlenmesi, yeni fakat gelişmeye ve yayılmaya açık olanaklara sahip olarak örneklerini çıkartıyor. Bugün bağımsız kadın örgütlenmesinde yaşanılan deneyimlerden çıkaracağımız sonuçlar, bu alandaki çalışmamızın temel sorunlarını aşmada yol gösterici olacak, bunun üzerinden atılacak cesaretli adımlar, kadın kitlelerinin sınıf mücadelesine kazanılması sürecini de hızlandıracaktır.

Küreselleşme’ kıskacında sendikacılık ve gelir dağılımı üzerine etkisi*

“Kimsesiz bir memlekete; yahut, yerlilerin yeni tavattun edenlere kolay yer verdiği seyrek nüfuslu bir memlekete elkoyan medeni bir milletin sömürgecileri, zenginliğe ve ikbale doğru, her hangi bir diğer insan topluluğundan daha tez yol alır.” (A. Smith)
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağ kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor.” (K. Marx-F. Engels)

KÜRESELLEŞME: YENİ BİR OLGU MU?
Her yeni süreç beraberinde yeni kavramları da gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran “küreselleşme” kavramı da bunlardan biridir. Üretim ve emek süreçlerinden çok sermaye ve finans hareketleri ile ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler dikkate alınarak yeni bir sürece girildiği dile getirilmektedir. Belirtilen faktörlerdeki gelişmelere bağlı olarak da kapitalizmin küreselleşmekte olduğu ifade edilmektedir. Oysa, burada yeni olan bir şey yoktur. Çünkü, kapitalizm doğası gereği dünya pazarlarına yayılmak, sürekli genişlemek, yeni kâr alanları bulmak zorundadır. Bu durum kapitalizm için olmazsa olmazdır, sine qua non’dur. Giriş babından A. Smith’in 1776 yılında, K. Marx-F. Engels’in 1848 yazmış oldukları eserlerden yapılan alıntılar, bugün olduğu kadar dün de “küreselleşme” olarak ifade edilen sürecin geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, kapitalizm “üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın var olamaz.” Bu durum kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden olup, üretimde sürekli dönüşümü, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılmasını, sonsuz güvensizliği oluşturmasını gerekli kılmaktadır. Öyle ki, bu süreçte “Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyor.” Kapitalizmin dünya pazarına yayılması bu nedenle kaçınılmazlaşıyor. Çünkü, artık sadece yerli hammaddenin değil, aynı zamanda en uzak bölgelerin hammaddelerinin de işlenip, ürününün de yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler ortaya çıkmaktadır. “Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlilik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte”dir. Bunun en önemli araçları olarak ise karşımıza tüm üretim araçlarının hızla geliştirilmesi, ulaşım ve iletişimin sonsuz kolaylaştırılması çıkmaktadır. Kapitalizm bu özelliği ile “tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye” zorluyor. Dün olduğu gibi bugün de. Dün, burjuvazi, kapitalizm, emperyalizm olarak nitelendirilen bu süreç, bugün küreselleşme olarak nitelendiriliyor. Sıfatlandırmalar değişse de, sürecin özünde bir değişiklik yok. Öz, üretimin ve tüketimin dünyaya yayılmasından, tüm dünyanın sınırsız bir üretim ve tüketim alanına dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz ulaşılan her aşamaya bağlı olarak daha yetkinleşmiş üretim güçleri ve üretim ilişkileri ile. Eğer, “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey” değilse, bundan daha doğal ne olabilir ki? Öyle olduğu için de, bireylerin “gittikçe kocamanlaşan ve son kertede kendini dünya pazarı olarak açığa vuran bir gücün kölesi haline gelmeleri de tamamen ampirik bir olgudur”.
Ulaşılan “yeni” aşamayı ifade etmek için, 1960’lara doğru Harvard, Stanford, Columbia gibi prestijli Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanan, yine bu çevrelerden çıkmış bazı iktisatçılar tarafından popülarize edilen ve son yılların “gözde” kavramlarından biri haline gelen “küreselleşme”, kendine bir yandan “tutkulu” yandaşlar öte yandan “alerjik” karşıtlar yarattı. Belirleyici yönü iktisadi olmakla birlikte, “küreselleşme” olgusu, siyasal, kültürel yönleriyle de gündeme getirildi. İktisadi gelişmeleri anlatırken başvurulan temel referans noktalarından biri haline gelen küreselleşme; yeni yatırım araçlarının yaratılması, bunların etkinliğini arttıran ve yaygınlaştıran bir haberleşme ve bilgi işlem teknolojisinin hızla gelişmesi, sermayenin dolaşımının serbestleşmesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu türden salt iktisadi bir açıdan bakıldığında, küreselleşme, gerçekte sermayenin uluslararasılaşmasındaki hızlanmanın ve genişlemenin artık uluslararasılaşma kavramına sığmayan bir düzeye ulaştığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Burada söz konusu olan, artık uluslararası, doğrusal bir boyut değil, global çok yönlü ve karmaşık bir boyuttur.
Küreselleşme kavramıyla ifade edilen bu sürecin iki bileşeni var. Bir tanesi sermaye birikimi süreci ile ilgili. Burada esas olarak, sermaye dolaşımının serbestleşmesi, hacminin artması, hızlanması, yaygınlaşması ve yeni yatırım araçlarının devreye girmesinden söz edilmektedir. İkincisi ise, teknolojik gelişmelerle ile ilgili. Burada da bilgisayarların yaygınlaşmasından, haberleşme ve bilgi işlemin hızlanmasından ve büyük bir hızla ucuzlamasından, ucuzlamasına yol açan gelişmelerden söz edilmektedir. Örneğin, sabit fiyatlar üzerinden hesaplandığında, 1920’den 1990’a kadar ortalama maliyetler, deniz taşımacılığında yaklaşık yüzde 70, hava taşımacılığında yaklaşık yüzde 80, uydu kullanımında yaklaşık yüzde 90, uluslararası telefon kullanımında ise yüzde 99 düşmüştür. Öte yandan, bilgisayarlı sistemlerin uygulamaya konulması, üretim sürecinin planlama ve tasarım aşamasından nihai montaj aşamasına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılarak, aynı ürünün üretiminin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir.

TARİHSEL BENZEŞMELER
Teknolojik devrimle el ele gelişen ve sermayenin yeni coğrafyaları hızla etki alanına almasıyla ilerleyen ve küreselleşme olarak ifade edilen bu sürecin, bu gelişmelerin, dünya ekonomisinin 1870-1911 arasında yaşadığı “belle époque”a, kapitalizmin hızlı bir yayılma ve gelişme dönemine, büyük ölçüde benzediği görülmektedir. Sermayenin serbest dolaşımı; doğrudan veya portföy yatırımlar ile sermaye ihracı ve böylece sermayenin uluslararasılaşması; demiryolu ve buharlı gemilerin yaygınlaşması; iç patlamalı motorun icadı, telgraf, deniz altı telgraf hatları, nihayet telefon gibi bir teknolojik devrim ile taşımacılığın ve haberleşmenin ucuzlaması; Kanada, Arjantin, Avustralya, Yeni Zelanda, Rusya, Çin gibi pazarların açılmaya başlamasıyla, dünya ekonomisinin zincirden boşanırcasına gelişmesi ve yaygınlaşması, uluslararası ticari rekabetin şiddetlenmesi, ülkelerin uluslararası iş bölümü içindeki yerlerinin altüst olması, devletlerarası düzlemde siyasi konumların değişmesi bu türden benzerlikler olarak sayılabilir. Örneğin 1870-1915 döneminde uluslararası yatırımlarda yapılan üretim, toplam global üretimin yaklaşık yüzde 9’una ulaşmışken; 1991’de bu oran, ancak yüzde 8.5 olarak gerçekleşmiştir. Uluslararası ticaretin toplam dünya üretimi içindeki payı 1913’te yüzde 33 iken, bu oran, 1970’li yıllarda yüzde 25’e, 1990’ların ortasında da yüzde 45’e ulaşmıştır. Yani 1913’lerin düzeyini yeni yeni aşmıştır. Bu açıdan da bakıldığında, dünya ekonomisinin yüzyılın başındaki bütünleşikliğe yeni yeni ulaştığı görülmektedir. Ancak, dünya ekonomisindeki bütünleşmenin son yıllarda artan bir hızla gerçekleştiği de unutulmaması gereken bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

KÜRESELLEŞME, ÖRGÜTSÜZLÜK VE SENDİKALAR
Çalışanlar açısından bakıldığında, özellikle örgütlülük düzeyi açısından durumun ne olduğu küreselleşme açısından önem taşımaktadır. Örneğin, sendikalaşmanın güç kaybettiği ülkelerden olan İngiltere’de 1913’te sendikalaşma oranının yüzde 23, 1989’da yüzde 41 olması; Fransa’da 1912 yılında yüzde 8 olan sendikalaşma oranının 1989’da yüzde 10.2 olması bu açıdan anlamlı veriler olarak değerlendirilebilir. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi açısından bakıldığında, günümüzdeki gelişmeler ile 1870-1911 dönemi arasında önemli benzerlikler görülürken; sendikalaşma açısından bakıldığında, İngiltere ve Fransa gibi sendikalaşma düzeyinde büyük düşüşlerin gerçekleştiği ülkelerde, bir önceki döneme göre daha olumlu bir durumun olduğu anlaşılmaktadır. Bir önceki dönem, sosyal patlamaların sık yaşandığı, işçilerin eylemlilik açısından oldukça hareketli olduğu, nihayet 1917 yılında Rusya’da bir işçi devriminin gerçekleştiği bir dönem özelliği taşımaktadır. Bir yandan dünya ekonomisi bütünleşirken, öte yandan ulus-devletlerde işsizliğin artması, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi, maliyeti düşürmek amacıyla ücretlerin bastırılıp, reel olarak düşürülmesi, işçileri örgütsüzleştirme çabaları, üretimden yeterince pay almayan bu büyük kitleyi uzun yıllar bu koşullar altında çalıştırmayı, yaratılacak olan bu yeni durumu kabullenmeyi olanaklı kılacak mıdır? Tarih bu açıdan oldukça öğretici örneklerle dolu, geriye dönüp bakmak yeniden düşünmeyi gerekli kılmaktadır.
Kendiliğinden bir gelişmeyi işaret ettiğinden küreselleşme kavramının öznesi yok. Öznesi olmadığı için de yönü yok; global. Bu nedenle de, küreselleşme karşımıza, kendiliğinden ve adeta doğal ve homojen bir süreç olarak çıkıyor ve hiç bir direniş olanağını içermiyor. Bu özelliği nedeniyle sihirli bir kavrama dönüştürülen küreselleşme, çalışanların lehine/yararına bir politika önerisi geldiğinde aşılmaz bir engel olarak çıkarılmakta; çalışanların yaşam koşullarını olumsuz etkileyecek politikalar söz konusu olduğunda ise, haklı bir mazeret olarak kullanılmaktadır.
Öznesine işaret edilmeyen “küreselleşme” söyleminde, temel hedef ve amaç olarak dünyaya açılma, rekabet gücü gibi kavramlar önemli yer tutarken, 1980 öncesinin kalkınma, sanayileşme, sosyal adalet, sosyal refah gibi kavramları ya tamamen unutulmuş ya da tozlanmak üzere rafa kaldırılmıştır. “Küresel ekonominin” gereklerine uyum sağlamak için ise, şirketlerin esnek olması gerektiği sık sık dile getirilmektedir. Buradaki esneklik, hem üretim süreçlerini hem de emek süreçlerini kapsamaktadır. Öznesine işaret edilmeyen küreselleşme sürecinin aktörleri olarak, karşımıza Dünya Bankası ve IMF’nin çıkması tesadüfi değildir. Çünkü, küreselleşme, ekonomik bir süreç olduğu kadar esas itibariyle bir siyasal süreçtir de. Bu sürecin iki tarafında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin devletleri olmakla birlikte, ülke içindeki sınıflar da bu gelişmelerden etkilenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin yeniden yapılandırılmasından en çok etkilenenler ise, ücretli çalışanlar olmaktadır. Rekabet ve uyum adına emek piyasalarının esnekleştirilmesi, kuralsızlaştırılması, örgütsüz kılınması, çalışanları hem güçsüz kılmakta hem de geleceğe yönelik güvenini kırmakta, kaygılı ve korkulu bir ortama sürüklemektedir. Bütün bunlar ise, çalışanlara, kır ve kent emekçilerine, işsizlere yoksulluk olarak yansımaktadır. Aslında son yirmi yılda küreselleşme olarak sıfatlandırılan süreç, işçi sınıfını örgütsüzleştirme, bu örgütsüzleştirmeğe bağlı olarak önce çalışanların sonra toplumun diğer kesimlerinin yoksullaştırılmasından başka bir şey değildir. Çünkü, küreselleşme olarak efsaneleştirilen bu süreç, aslında, J. E. Stiglitz’in ifadesi ile “büyük hayal kırıklığı”ndan başka bir şey değildir. Hayal kırıklığının ötesinde, F. Şenses’in ifadesiyle, “küreselleşmenin öteki yüzü yoksulluk”tur. Yoksullaştırmanın en önemli aracı ise, toplumun emek ile sermaye arasındaki bölüşüm sürecinden, toplumun sosyal refah harcamalarından aldığı payın artırılması mücadelesinde işlevi olan sendikaların etkisizleştirilmesidir. Küreselleşme adı altında, son çeyrek yüzyılda yapılan, bundan başka bir şey değildir. Örgütsüz kapitalizm olmasa bile, etkisiz örgütlü kapitalizm tercih edilmiştir.

KÜRESELLEŞTİR, KİMLİKSİZLEŞTİR, SENDİKASIZLAŞTIR, YOKSULLAŞTIR
İdeolojilerin, tarihin sonunun geldiğinin ilan edildiği bir dönemde çalışmanın da sonunun geldiğini ilan etmemek olmazdı. Çok gecikmeden, çalışmanın sonu da ilan edildi. Kuşkusuz, bunu, işçi sınıfının da önemini kaybettiğinin ilanı izlemeliydi. Öyle de oldu. Artık işçi sınıfı önemini yitirmiş, arkaik toplumun arkaik kesimini oluşturmaktaydı; tarihçilerin, antropologların üzerinde çalışması gereken bir konudan ibaretti. Ne var ki, ne ideolojilerin ve tarihin sonu gelmişti ne de çalışmanın ve işçi sınıfının.
İdeolojik mücadelenin sürdüğü alanlardan biri olarak karşımıza sınıf kavramı çıkmaktadır. “Sınıf” kavramı; ne kadar muğlaklaştırılıp, belirsizleştirilirse, sınıf mücadelesi sorunu da o kadar arka plana itilip, önemsizleştirileceğinden önemlidir. Son çeyrek yüzyılda sınıfa ilişkin tartışmaların daha çok liberaller tarafından yapılmaya çalışılmasının temel nedenlerinden biri de, budur. Çünkü, sınıf kavramının tanımı belirsizleştirildikçe, kapitalist toplumun dinamiklerinin anlaşılmasındaki önemi de o derecede azalacaktır. Kavram kadar, sınıfın kapsamının daraltılmaya çalışılması da, bu ideolojik yaklaşımın bir parçasıdır. İşçi sınıfının toplumda önemsiz bir nüfusa tekabül ettiğinin ortaya konması, hem mücadele dinamiklerini hem de sınıfın kendine olan güveni ve önemi azaltacaktır. Son yıllarda, işçi sınıfının eski önemini kaybettiğinin sıkça ileriye sürülmesinin arkasında yatan temel neden de, budur. Böylece, kendine güvenini kaybetmiş, mücadele azmini yitirmiş, kendisini önemsiz ve değersiz gören bir sınıf yaratılarak, sistem ve düzene yönelik potansiyel bir tehlike olması önlenmek istenmektedir. Sınıf kavramı muğlaklaştırıldıkça, sınıfın kapsamı daraltıldıkça, üretim, dağıtım ve bölüşüm süreçlerinin arkasındaki gerçek de gizlenmiş olacak; artı değer, sömürü, üretim araçlarının mülkiyeti, antagonistik üretim ilişkileri de tartışma dışı bırakılacaktır. Çünkü, sınıf ilişkileri, aynı zamanda, bize, bir üretim tarzında mülkiyet ve kontrol biçimlerini de göstermektedir. Sosyal diyalogun, toplumsal uzlaşmanın hayata geçirilmesi için, sınıflararası çelişkilerin, çatışmaların yumuşatılması, ve mücadelenin ortadan kaldırılması için bu türden bir ideolojik yaklaşım kaçınılmazdır. Bu yaklaşım, emekçilerin toplum içindeki konumlarını fark etmelerini önlemeye yöneliktir. Oysa sınıf bilinci ve bu bilincin gereğini yerine getirmek için, üretim sürecinde ve ilişkilerinde bulunulan konumun fark edilmesi gerekmektedir. Sadece kendinde sınıf için değil, kendisi için sınıf olabilmek için de, bu, zorunludur. Bunun önemini çok iyi bilen kapitalistler, üretim ve emek süreçlerinde geliştirdikleri yöntem ve tekniklerle, mümkün olduğunca, fark edilmeyi önlemeye çalışmışlardır. Örneğin, kapitalistler, kontrol fonksiyonlarını yönetici ve teknik uzmanlar aracılığıyla bürokratikleştirerek, aynı zamanda, sınıf antagonizmasının belirgin özelliklerinin saklanmasını sağlamışlardır. Son dönemlerde ise, emek süreçlerindeki değişim ile birlikte, işçi sınıfında ciddi bir karakter aşınmasını gerçekleştirmiştir. Gelecek kaygısı ve korkusu içinde güvenini kaybetmiş bir sınıf oluşturmak, kapitalistlerin en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Bunun en önemli aracı ise, çalışma sürelerinin belirsizleştirilmesi ve iş güvencesinin kaldırılması olmuştur. Her alanda egemenliğini kuran esneklik, aslında, bizatihi sınıfın kimliğine yönelik bir saldırıdır.
Kapitalistlerin tüm bu çabalarına rağmen, iş ilişkileri hiyerarşik bir biçimde düzenlenseler bile, altta yatan çatışkılı doğanın ayırdına varmak mümkündür. Çünkü bazı görevler sermayenin fonksiyonları ile ilişkiliyken, diğerleri emeğin faaliyetine ilişkindir. Bu nedenle, kâr temelli çalışan her firmada sınıf ilişkileri de hüküm sürer. Öte yandan, gelecek kaygısı ve korkusu ile meydana gelen karakter aşınması, emek süreçlerindeki yoğunluğun ve sömürünün boyutuna ve işyeri ile olan ilişkilere bağlı olarak aşılabilir. Çünkü, çalışanların çoğu sömürüldüklerini fark ederler. Sorun, bu sömürünün, yaşananların, çalışma ilişkilerinin kaçınılmaz bir gerçeği olup olmadığının görülmesindedir.
Günümüzde “küreselleşme” olarak adlandırılan yeni süreç, emeğin sömürüsünün yoğunlaştırıldığı ve işçi sınıfının etkisizleştirilmeğe ve kendisine olan güveninin kırılmaya çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini, girdiği her alanda duyurmuştur.
Küreselleşme sürecinin ideolojisini yapanların çok iyi bildikleri bir şey var. Dünden kalan bir deneyim olarak. Toplumda sınıflar varsa, işçiler hareketlenmişse, işçiler kendisi için sınıf olma kimliğine kavuşmuşsa, daha yüksek ücret ve daha iyi yaşam istemeyi öğrenmişlerse, artık siyasal iktisadı da biliyorlardır, taleplerini buna göre biçimlendiriyorlardır. O zaman bu bilinci ve bu bilincin kaynağı örgütleri yok etmek ya da en azından zayıflatarak dumura uğratmak gerekir. Bunun için bir terbiye edici büyük korku gerekir. Kapitalizmde, işsizlikten, bir gelirden yoksun kalmaktan daha büyük korku olmaz. Esneklik, rekabet, bu korkunun oluşturulduğu ve hayata geçirildiği önemli araçlar olmuştur. Esneklik, rekabet ve işsizlik baskısı, önce sendikaları zayıflatmış, ardından sendikaya üye olmanın “sakıncalarını” göstermiştir. Öyle olduğu için de 1980 sonrası dönem sendikasızlaştırma dönemi olmuştur. Çünkü, sendikanın güçlü olduğu yerde, kapitalistler, maliyeti azaltarak rekabette üstünlük sağlamak için ücretleri istedikleri düzeye indiremez. Dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, ihracatta rekabet üstünlüğü elde etmek için, işçileri uysallaştırmak gerekir. İşçileri uysallaştırmak için onların örgütlerini zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir. Çünkü, ücretleri kontrol etmek için, işçileri kontrol etmek gerekir, işçileri kontrol etmek için örgütleri olan sendikaları zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir, işçileri korkutmak gerekir. Uluslararası alanda rekabet ve dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, bu kaçınılmaz oluyor. Sonuçları? Sonuçları, gelir dağılımının bozulması; işçiler, kır ve kent yoksulları için daha da yoksullaşmak oluyor. Aşağıdaki tablo bu durumu oldukça net olarak ortaya koyuyor.

Tablo 1: Sendikasızlaştırma ve Bu Süreçte Yoksullaşma:1985-1995 (%)
Ülke    Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%)    Ücret ve maaşlılarda sendikalılaşmada değişim oranı1985-1995 (%)    Gini İndeksi(Gelir Dağılımı Bozukluğu)    Kentsel YoksullukNüfusun (%)1980 1990    Kırsal YoksullukNüfusun (%)1980 1990
Mısır    -23.9    -9.1    0.289    26    29    19    21
Kenya    -59.6    …    0.445    10    29    55    46
G. Afrika    40.7    130.7    0.593    …    …    …    …
Uganda    -49.9    …    0.392    …    16    …    24
Zambiya    -33.3    …    0.498    26    45    80    87
Arjantin    -47.9    -42.6    …    7    15    10    20
Kanada    -0.6    1.8    0.315    …    …    …    …
Şili    37.2    …    0.565    12    32    25    34
Kolombiya    -37.3    …    0.571    36    38    45    68
El Salvador    -8.0    …    0.523    …    43    76    56
Meksika    -42.7    -28.2    0.537    36    37    54    55
ABD    -15.2    -21.2    0.408    …    …    …    …
Uruguay    -41.4    …    0.423    9    10    21    23
Venezuella    -42.5    -42.6    0.488    15    31    26    53
Avustralya    -29.6    -29.6    0.352    …    …    …    …
Bangladeş    -71.9    …    0.336    66    34    74    53
Çin    -7.8    …    0.403    2    0    24    12
Hindistan    -18.2    …    0.378    40    4    51    48
Japonya    -17.7    -16.7    0.249    …    …    …    …
Malezya    -13.4    …    0.485    13    7    37    19
Yeni Zelanda    -50.7    -55.1    0.439    …    …    …    …
Pakistan    -13.4    …    0.312    23    …    30    …
Filipinler    24.1    84.9    0.462    45    37    59    52
Singapur    -20.4    -18.1    …    …    …    …    …
Tayland    -7.4    -2.5    0.414    22    15    33    34
Avusturya    -29.2    -19.2    0.231    …    …    …    …
Belçika    -9.2    -0.2    0.250    …    …    …    …
Çek Cumh.    -52.8    -44.3    0.254    …    …    …    …
Danimarka    1.2    2.3    0.247    …    …    …    …
Finlandiya    -2.8    16.1    0.256    …    …    …    …
Fransa    -47.4    -37.2    0.327    …    …    …    …
Almanya (Bir)    -3.5    -17.6    0.300    …    …    …    …
Yunanistan    -34.5    -33.8    0.327    15    …    34    …
Macaristan    -29.2    -25.2    0.308    …    …    …    …
İrlanda    -12.5    -12.6    0.359    …    …    …    …
İsrail    -76.9    -77.0    0.355    …    …    …    …
İtalya    -7.0    -7.4    0.273    …    …    …    …
Hollanda    -6.7    -11.0    0.326    …    …    …    …
Polonya    -42.6    -42.5    0.329    …    …    …    …
Portekiz    -53.7    -50.2    0.356    …    …    …    …
Romanya    -19.8    …    0.282    …    …    …    …
Slovakya    -31.9    -19.8    0.195    …    …    …    …
İspanya    56.2    62.1    0.325    …    …    …    …
İsveç    -2.7    8.7    0.250    …    …    …    …
İsviçre    -21.2    -21.7    0.331    …    …    …    …
İngiltere    -27.2    27.7    0.361    …    …    …    …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; World Bank, World Development Report 2000/2001’den yararlanılarak düzenlemiştir.

SENDİKALAR…
Tablodaki veriler, bazı istisnaları bulunmakla birlikte, küreselleşme süreci olarak ifade edilen dönemde, genellikle, sendikasızlaşma ile birlikte gini indeksi ile gösterilen gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşmanın da koşut gittiğini göstermektedir. Kuşkusuz bu durum, tüm sendikalı ya da sendikasız işçilerin mutlak anlamda yoksullaştığı anlamına gelmiyor. Ancak, bir ülkede, ücretler üzerinde önemli bir sürükleyicilik işlevi gören sendikaların güç kaybetmesi ile birlikte reel ücretlerdeki düşüşün, hem işçilere hem de toplumun geri kalan kesimine gelir dağılımında bozuluş şeklinde bir olumsuzluk, bir yoksullaşma süreci olarak da yansıdığı çok açıktır.
Son yirmi yıl, sendikaların, ücretler arasında farklılık yaratarak, gelir dağılımını bozduğu yönündeki görüşlerin egemen olduğu bir dönem özelliği taşımaktadır. Ancak, bu yaklaşım yeni değildir, neo-liberal iktisat politikalarının egemenliğini kurmasından önce de, çalışma hayatına yönelik olarak ücret teorileri ile uğraşanlar, sendikalarının gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmekteydiler. Bunlar, sendikalı işçilerin örgütlülükten gelen gücünü kullanarak, diğer sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret alarak, gelir dağılımını, sendikalı işçiler lehine bozduğunu ileri sürmektedir. Kuşkusuz sendikalı işçilerin sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret aldığı doğrudur. Ancak, burada gözden kaçırılan, ideolojik olarak üstü örtülmek istenen, gelirin, hangi kesimler arasında nasıl dağıldığı sorunudur. Gelir dağılımı sorunu; ücret, kâr ve rant arasında oransal olarak değerlendirilmeyip, sadece ücretler arasındaki farklılıklar temelinde değerlendirildiğinde; sendikaların gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmek, hiçbir şey söylememektir. Aslolan, elde edilen artığın, ücret, kâr ve rant arasında hangi oranda dağıldığıdır. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların ücretleri yükselterek, diğer ücretlerin yükselmesini sağladığı, böylece artıktan ücrete düşen payı yükselttikleri görülmektedir. Bu, ücretler arasında bir eşitsizliğe yol açsa da, gelir dağılımında ücretlilerin aldığı payı yükselttiğinden, neo-liberal iktisatçıların ileri sürdükleri gibi gelir dağılımını bozmamakta, tersine, gelir dağılımını emekçiler lehine düzeltmektedir. Neo-liberal iktisatçılar düşük ücrette eşitliği ücretler arasında eşitlik olarak kabul ettikleri için, sendikaların emek piyasasında tekel oluşturduğunu ileri sürüp, sendikaların piyasa mekanizmasını bozduğunu savunurlar. Amaç, sendikasız bir evren oluşturup, çalışanlara daha düşük ücret vermektir. Kuşkusuz bu, ücret, kâr ve rant arasındaki bölüşüm ilişkisinin ücret aleyhine bozulmasından başka bir anlama gelmemektedir. Böyle olduğu için de, son yirmi yıl, sendikaların zayıflatılmaya, bu anlamda reel ücretlerin düşürülmeğe çalışıldığı bir dönemdir.
1980’li yıllarda bazı sanayileşmiş ülkelerde sendikaların üye sayısının azalışı, sendikalaşma oranların düşüşü, güç ve temsil yeteneklerinin zayıflayışı, kimilerince sendikaların sonu, sendikasız çalışma ilişkilerinin doğuşu olarak değerlendirildi. Evet, bazı ülkelerde bireyin ön plana çıkarıldığı, örgütlülüğün dışlandığı bir dönemde, sendikal hareket, ciddi boyutta bir kriz ile karşı karşıyaydı ve sendikalar önemli miktarda üye kayıpları ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu doğru, ama sadece bir sonuç. Bu sonuca ulaşmada sermayenin saldırısı, sendikasızlaştırma çabaları kadar, mevcut sendikal yapı, politika ve sendika liderlerinin de payı vardır. İşbirlikçi, işyeri ve ücretle sınırlı, bencil bir sendikacılık ve bürokratik yönetimle, bir de sosyal kontrol işlevi yerine getirilmişse, ilk ekonomik krizde başka bir şey de beklememek gerekmektedir. Sermaye birikimi ve kârları rahatsız etmedikçe, bu türden bir sendikacılığın, sermayeye zarardan çok yararı olmaktadır. Ancak, sermaye birikiminde sorunlar, kârlarda düşüş meydana geldiğinde, yani kriz ile karşı karşıya kalındığında, sendikalar, sermaye için artık bir tehlikeden başka bir şey değildir. Bu dönemde sendikasızlaştırma çabaları yoğunlaşır, işçilerin kendileri ile işsizler arasındaki rekabeti ücret artışlarını düşürür, düşük ücretlerle çalışmaya razı olunur. Bu durum, bugüne özgü değildir, sanayileşmenin tarihi kadar eskidir. Çünkü, Engels’in daha 1845’te belirttiği gibi, “rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir, ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler”. İşçilerin işçilerle, işçilerin işsizlerle de rekabet halinde olduğu bu durumda, “her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler [sendikalar] yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere [sendikalara] karşı duyduğu nefret, ve bu birliklerin [sendikaların] başına çöken her yenilginin burjuvazinin utkusu olması bu nedenledir”.
Tarihe dönüp ekonomik krizler ile sendikal politikalar ve yapılar arasında bir ilişki aradığımızda, karşımıza birbirinin benzeri sonuçlar çıkmaktadır: sendikalar üye kaybetmekte, yeni sendikal yapı ve politikalara yönelerek bu krizden çıkmaya çalışılmaktadır.
1873-1874 krizi, İngiltere’de, Almanya’da, Avusturya’da, ABD’de, Kanada’da sendikalarda önemli üye kayıplarına neden olmuştur. Örneğin, İngiltere’de 1869 yılında 250 bin olan sendikalı işçi sayısı, 1873’te 1 milyona ulaştıktan sonra, krizle birlikte 1875’te 500 bine düşmüştür. Benzeri bir süreç 1929 Bunalımı’nda da yaşanmıştır. Bunalım öncesinde, İngiltere’de 6 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 1933’te 4 milyon 400 bine, Almanya’da 8 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 5 milyona düşmüştür. Belçika, ABD gibi ülkeler de benzeri bir süreç yaşamışlardır. 1974 krizi ve sonrasında yaşananlar da aynıdır. Pek çok ülkede sendikalar, 1980’li yıllar boyunca önemli sayı ve oranda üye kaybetmişlerdir.
Her üç krizden de sendikalar üye kaybederek çıkmışlardır. Ama daha sonra yeni sendikal politikalar izleyerek, yeniden yapılanarak güç kazanmaya başlamışlardır, üye sayısı ve üyelik oranları yeniden artmıştır.
1873-1874 krizinden çıktıktan sonra, meslek sendikacılığından işkolu sendikacılığına yönelerek, toplumsal ve ekonomik hayat ile ilgili sorunları dile getirip, bunları sendikal politikalara katarak, reform taleplerinde, sosyal haklar talebinde bulunarak önemli sayıda üye ve güç kazanmışlardır. Sanayileşmeye, sanayi işçilerinin artışına bağlı olarak da üye potansiyelleri artmıştır.
1929 Bunalımından sonra ise, sendikalar özellikle II. Dünya Savaşı-1980 döneminde devlet ve işverenlerle işbirliği içine girerek, korporatist ilişkiler kurmuşlar, böylece verilen ödünler karşılığında üye sayılarını arttıracak hak ve düzenlemelere kavuşmuşlardır. Bu dönemde, sendikalar genellikle merkezi, otoriter, bürokratik, tekelci bir yapıya kavuşmaya başlamışlardır. Bu nedenle, 1960-1974 dönemi, korporatist ilişkilerin geliştiği ülkelerde, 1960 sonrasının en az greve gidilen dönemi olmuştur.
1974 sonrası dönemde ise, sendikalar önce bocalamış, sonra yeni politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Ücretli emek içinde sendikaların dayandığı sanayi işçilerinin payının azalıp, hizmet sektörünün payının artması, gençlerin ve kadınların işçiler içindeki oranının artması, sendikaları hizmet sektöründe çalışanlar ile kadınları üye yapmaya itmiştir. Hizmet sektöründe son yıllarda, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında gerçekleştirilen kimi başarılı grev ve mücadeleler, bu sektörde sendikalaşma açısından önemli adımlar atılmasına yol açmıştır. 1980’li yılların başarısız grevlerinden sonra bu başarılı grevler, sendikalara olan güveni ve ihtiyacı arttırmıştır. 1980’li yıllar boyunca sermaye grevlere direnmiş, devlet kurumlarını ve medyayı da arkasına alarak bu grevleri etkisiz kılmıştır. 1995 sonrasının başarılı grevleri ise, hem grev eğilimini hem de sendikalara olan güveni artırmaya başlamıştır.
1990’lı yılların bazı grevleri ve sendikaların grev politikaları farklı özellikler taşımaktadır. Bu grevlerde, grevler bir işyerinin sorunu olmaktan çıkarılıp, bir toplumsal soruna dönüştürülmektedir. Cinsiyet ayrımından, etnik ve ırk ayrımcılığına; göçmen işçi sorunundan çalışan çocuk sorununa kadar pek çok konu bu türden grevler süresince tartışılmış, medyanın sansürü internet aracılığı ve web siteleri ile kırılarak aşılmaya çalışılmıştır. Toplumda yaratılan duyarlılık ile işverenler üzerinde bir baskı kurularak, taleplerin kabulüne zorlanmışlardır. Örneğin, ABD’de “Hizmet Sektörü Çalışanları Uluslararası Sendikası” tarafından başlatılan “justice for janitors” kampanyası, Silikon Vadisi’nde, binaların bakım ve güvenliğinde çalışanları örgütlemede büyük bir başarı kazanmıştır. Bu kampanyada Oracle, Apple, Hewlett Packard gibi büyük kuruluşların çalışanlarının elektronik postalarına ulaşılarak, her gece binaların, büroların temizliğini yapıp, güvenliğini sağlamaya çalışanların içinde bulundukları olumsuz çalışma koşulları anlatılmış, burada çalışan mühendis ve teknik elemanlardan kendi şirketlerinde içsel baskı grupları oluşturmaları istenmiş ve bu sağlanmıştır. Böylece, yerel bir eylem internet aracılığı uluslararasılaşmakta, şirketlerin teknik elemanları ile sendikasız çalışanlarının içsel baskı grupları oluşturmalarının yanı sıra, eylem toplumsallaştırılmaktadır. Öte yandan, bazı eylemlerde kimi sosyal araçlar da, politik ve toplu pazarlık taleplerine dönüştürülebilmektedir.
Son çeyrek yüzyılda sendikaların kürselleşme sürecine uygun örgütlere dönüştürüldüğünü, yeterince ıslah edildiği gösteren önemli dokümanlardan biri de Dünya Bankası’nın hazırlamış olduğu bir rapordur. Bu rapora göre, son yıllardaki sendikacılık mevcut durum ve süreç ile uyum sağlamıştır. Sendikalar artık işçilerin değil, sermayenin istediği örgütlere dönüşmüştür. Çünkü, sendikaların örgütlü olduğu alanlarda artık daha az greve gidilmekte ve grevler daha kısa sürmektedir. Üstelik sendikalı işçi ile sendikasız işçi arasında çok büyük bir ücret farkı bulunmamaktadır. ABD’de bu fark yüzde 15’e kadar sendikalı işçi lehine çıkarken, Avrupa’da bu fark yüzde 5-10 arasında değişmektedir. Gelişmiş sanayileşmiş ülkeler açısından bakıldığında, sendikacılığın, yapılandırıldığı yeni haliyle, kapitalizm tarafından kabul göreceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, 2000’li yılların başında Avrupa’da pek çok sendika yeniden üye kazanmaya başlamıştır. Ancak, bu sendikaların ücretler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Sendika üyeliğine göre, toplu pazarlık kapsamının geniş olduğu ülkelerde, sendikaların, ücretleri arttırarak çalışanlar lehine gelir dağılımını yeniden düzenleme olanağı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, yoksulluk da, ortalama gelir düzeyi, ekonomik büyüme ve gelir dağılımının eşitsizlik derecesiyle yakından ilişkilidir.
Asgari geçim düzeyini temel alan mutlak yoksulluk yaklaşımına göre, 1990’lı yılların başında, ABD’de yoksulluk oranı yüzde 20’dir. Daha yüksek gelire sahip olanlar ile yapılan karşılaştırmayı içeren göreli yoksulluğa göre, AB’de yoksulların oranı yüzde 17’dir. Sendikacılığın ABD’ye göre daha etkili olduğu ve toplu pazarlık kapsamının oldukça geniş olduğu AB’de, yoksulluk oranının, dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD’ye göre düşük olması hiç de sürpriz olarak değerlendirilmemelidir. Üyelik açısından zayıflasalar da, sendikaların potansiyel etkisi, yoksullaştırmaya yönelik politikaların hayata geçirilmesini daha da zorlaştırmaktadır. Reel ücretlerin düşürülmesinde etkisiz kalan sendikalar, özellikle sosyal harcamaların artırılması yönünde önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Az gelişmiş ülkelerde ise daha vahimdir. Sendikasızlaştırma ile birlikte reel ücretler hızla düşmüştür. Örneğin, 1980-1991 döneminde asgari ücret, Venezüela’da yüzde 53, Peru’da yüzde 83 oranında, Fiji’de 1990 yılında 1975’e göre yüzde 38 oranında düşmüştür. Üstelik bu ülkelerde sendikasızlaştırmalara bağlı olarak, düşük ücretle çalışanların da oranı artmış, enformel istihdam yaygınlaşmıştır.
Küreselleşme olarak sıfatlandırılan bu yeni dönemin en temel yaklaşımı, hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur.
Tablo 2: Sendikasızlaştırma ve Yoksulluk Oranları
Ülke    Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%)    İnsani Yoksulluk (%)    Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)1 dolar 2 dolar     Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)Ulusal Yoksulluk Sınırı
Mısır    -23.9    31.2    3.1    52.7    22.9
Kenya    -59.6    31.9    26.5    62.5    42.0
G. Afrika    40.7    …    11.5    35.8    …
Uganda    -49.9    40.8    …    …    55.0
Zambiya    -33.3    40.0    63.6    87.4    86.0
Arjantin    -47.9    …    …    …    17.6
Kanada    -0.6    12.3    7.4a    12.8b   
Şili    37.2    4.1    2    8.7    21.2
Kolombiya    -37.3    8.9    19.7    .36.0    17.7
El Salvador    -8.0    18.1    21.0    44.5    48.3
Meksika    -42.7    9.4    15.9    37.7    10.1
ABD    -15.2    15.8    13.6a    16.9b    …
Uruguay    -41.4    3.9    2    6.6    …
Venezuella    -42.5    8.5    23.0    47.0    31.3
Avustralya    -29.6    12.9    17.6a    14.3b    …
Bangladeş    -71.9    42.4    29.1    77.8    35.6
Çin    -7.8    14.9    18.8    52.6    4.6
Hindistan    -18.2    33.1    44.2    86.2    35.0
Japonya    -17.7    11.2    …    11.8b    …
Malezya    -13.4    …    …    …    15.5
Yeni Zelanda    -50.7    …    …    …    …
Pakistan    -13.4    41.0    31.0    84.6    34.0
Filipinler    24.1    14.6    …    …    36.8
Singapur    -20.4    6.5    …    …    …
Tayland    -7.4    14.0    2    28.2    13.1
Avusturya    -29.2    …    …    10.6b    …
Belçika    -9.2    12.6    …    8.2b    …
Çek Cumh.    -52.8    …    …    4.9b    …
Danimarka    1.2    9.5    …    9.2b    …
Finlandiya    -2.8    8.8    4.8a    5.1a    …
Fransa    -47.4    11.1    9.9a    8.0b    …
Almanya (Bir)    -3.5    10.5    7.3a    7.5b    …
Yunanistan    -34.5    …    …    …    …
Macaristan    -29.2    …    …    10.1b    …
İrlanda    -12.5    15.3    …    11.1b    …
İsrail    -76.9    …    …    13.5b    …
İtalya    -7.0    12.2    …    14.2b    …
Hollanda    -6.7    8.5    7.1a    8.1a    …
Polonya    -42.6    …    10.0c    11.6b    …
Portekiz    -53.7    …    …    …    …
Romanya    -19.8    …    23c    …    …
Slovakya    -31.9    …    8.0c    2.1b    …
İspanya    56.2    11.3    …    10.1    …
İsveç    -2.7    6.7    6.3a    6.6b    …
İsviçre    -21.2    …    …    9.3b    …
İngiltere    -27.2    15.1    15.7a    13.4b    …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; UN, Human Development Report 2002’den yararlanılarak düzenlemiştir.
a) günde 11 dolar (1994-1995); b) medyan gelirin yüzde 50’si (1987-1998); c) günde 4 dolar (1996-1999)

SENDİKALAR, EŞİTSİZLİK VE YOKSULLAŞMA
Farklı nedenleri olmakla birlikte, tarihsel süreç içinde hem reel ücretlerin artmasında hem de sosyal hakların geliştirilmesinde önemli rol oynayan sendikaların etkisizleştirilmesinin, hem gelir dağılımının bozulmasında, hem de yoksullaştırmada önemli bir rolünün olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Sendikaların etkisizleştirilmesi ile birlikte reel ücretler düşürülmüş, emek piyasaları kuralsızlaştırılıp, esnekleştirilmiş, enformel istihdam yaygınlaşmış, kadın ve çocuk emeği ucuz emek gücü olarak yaygın olarak istihdam edilmeğe başlanmıştır. İşsizliğin de yaygınlaşıp, yapısal bir özellik kazandığı örgütsüz kapitalizmde, yoksullaştırmanın temel etkenleri olan bu süreçlere karşı çıkacak bir direnç, bir mücadele aracı olmadığı için de, uygulamalar hızla toplumun geniş kesimi üzerinde etkili olmuştur. Gerek gelişmiş ülkelerde gerekse az gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalar, emek piyasalarındaki bu gelişmelerin, yoksulluğun nedenleri arasında ön planda olduğunu gösteren önemli bulgular ortaya koymuştur. İşsizliğin arttığı, enformel istihdamın yaygınlaştığı, değişik ücret düzeylerinin ve verimliliğin olduğu, emek piyasalarının yeniden yapılandırıldığı, sosyal güvenliğe, sosyal harcamalara ayrılan payların azaltıldığı, sendikaların ılımlı ve uyumlu sosyal kontrol araçlarına dönüştürüldüğü, sendikasızlaştırmanın gerçekleştirildiği yerlerde, yoksulluk da, bu gelişmelerin düzeyine bağlı olarak, hızlı ya da yavaş olarak artmaktadır. 1980 öncesinin örgütlü kapitalizminde sendikaların güçlü olduğu bir dönemde gelir dağılımının görece daha düzgün olması, yoksulluk oranlarının daha düşük olması, 1980 sonrasındaki sendikasızlaştırma ile yoksullaştırma arasında bağ olduğunu destekleyen Tablo 1 ve 2’deki verilerle açıkça görülmektedir. Bu veriler, sendikaların yoksullukla mücadelede önemli işlevlerinin olacağının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.
Kâr oranları açısından bakıldığında, küreselleşme sürecinde sendikaların neden etkisiz hale getirilmeğe çalışıldığı, daha net bir şekilde anlaşılmış olacaktır. 1948-1980 gibi sendikaların güçlendiği, etkili olduğu bir dönemde ABD’de kâr oranı % 30.8 düşmüştür. Kuşkusuz bu durum Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi yasasının somut ve yadsınamaz kanıtından başka bir şey değildir. Sendikaların güç kaybettiği, etkisiz olduğu 1980-1989 döneminde ise, artık değer oranı hızla artarken, kâr oranı pozitif bir değer alarak, % 8.3 artmıştır. Dönemin temel özelliği, Reagan-Bush yönetimlerinin, çalışanların kazanımlarına ve hayat standartlarına çeşitli biçimlerde saldırılarının yaşanmış olmasıdır. Kuşkusuz sendikasızlaştırma yönünde önemli çabalar sarf edilmiştir. Bu durum, sadece ABD’ye özgü değildir, hemen tüm ülkeler, özellikle sendikacılığın güç kaybetmesi ile birlikte, benzeri bir süreci yaşamıştır. Gelir dağılımının bozuluşunun, yoksullaştırmanın açık bir göstergesi olan bu durum, somut olarak karşılığını hayatta da bulmuştur.
Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz, küreselleşmeden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise, yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe, zarara uğrama oranı da artar. K. Phillips , Reagan’ın neoliberal doktrininin ve politikalarının 1977 ile 1988 arasında Amerikan gelir dağılımını nasıl değiştirdiğini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. 1980’ler boyunca, toplumun en varsıl yüzde onu içinde yer alan Amerikan aileleri, ortalama aile gelirlerini yüzde 16, yüzde beşinde yer alanlar, yüzde 23 oranında artırmışlardır. Ancak, Reagan’a en çok dua edenler, hiç kuşkusuz, gelirlerini yüzde 50 oranında artıran, en tepedeki yüzde birlik kesimdir. Tabandaki yüzde sekseni oluşturan yoksul Amerikalıların hepsi istisnasız bazı kayıplara uğramıştır. En aşağıda yer alan yüzde onluk kesim, gelirinin yüzde 15’ini yitirmiştir. Yıllık gelirleri, yoksulluk sınırı olan 4.113 dolardan, insanlık dışı denilebilecek 3.504 dolara kadar düşmüştür. 1977’de en tepedeki yüzde birlik kesimin ortalama geliri, en alttaki yüzde ondan 65 kat fazla iken, on yıl sonra, bu oran, yüzde yüz on beşe fırlamıştır. Bu öylesine bir dönüşümdür ki, neoliberalizmin ateşli savunucularından Gray bile itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Amerika’daki azalan gelirler, çalışan çoğunluğu, özellikle de şu anda çalışmakta olan yoksul insanların çoğunu etkiliyor. ABD, son yirmi yılda verimliliği istikrarlı biçimde artarken, çoğunluğun gelirlerinin -onda sekizin- aynı kaldığı ya da düştüğü tek gelişmiş toplumdur. Ekonomik eşitsizlikte böylesi bir büyüme, tarihsel olarak benzersizdir. Bu durum, hiçbir gelişmiş demokraside, hatta serbest piyasa politikalarının 1980’lerde en sistemli biçimde yerleştirildiği İngilizce konuşulan iki ülkede, İngiltere ve Yeni Zelanda’da bile kendini göstermedi. İngiltere ya da ABD’de on dokuzuncu yüzyıl serbest piyasalar çağında da ortaya çıkmadı”. Öyle olduğu için de bugün, ABD’de, yoksul kesim arasında ortalama yaşam umudu süresi düşmektedir.
Kuşkusuz sorun sadece gelir kaybı ile sınırlı kalmamıştır. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bu “gelişmiş” ülkelerde “suç” oranlarında patlamalar meydana gelmiştir. Öyle ki, artık kitlesel hapsetme politikası çare olarak benimsenmeye başlanmıştır. 1990’lı yılların ortasında her 193 Amerikalıdan biri hapishane ile tanışmıştır. Bu rakam, Kanada’nın 4, İngiltere’nin 5, Japonya’nın 14 katıdır. 1997 yılına gelindiğinde ise, 50 Amerikan erkeğinden yaklaşık biri demir parmaklıkların arkasına geçmiş, yaklaşık yirmide biri erteleme ya da şartlı tahliyeden yararlanmıştır. ABD’de hapishanelerdeki düşük ücret karşılığında fason üretim, “çağdaş” köleliğin hayata geçirilmiş bir başka boyutu olmaktadır. Böyle bir ortamda, beş yıldızlı otel sayısı ile özel hapishane sayısının yarışmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek! Sanayileşmiş ülkelerdeki çocuk cinayetlerinin yaklaşık dörtte üçünün ABD’de yaşanmış olması ise, bir başka önemli sorunu oluşturmaktadır.
Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma özelliğini korumakla beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu, eşitsizlik, tüm ülkelerde ciddi biçimde artmıştır. Dünya Bankası raporuna göre, günde 750 milyon kişi yoksulluktan aç kalıyor, yaklaşık 1.3 milyar insan bir dolardan daha düşük gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Günde iki dolardan daha düşük bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışanların sayısı ise, 2.7 milyara ulaşmıştır. Gerek 1 dolar gerekse 2 dolar yaklaşımı, dünyadaki yoksulluğun boyutunu tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü bu ölçüt, sadece en yoksul ülkeler için anlamlı olur. Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri için bu ölçüt 4 dolar, gelişmiş ülkeler için de 14 dolar olarak alındığında, gerçek, biraz daha açıkça ortaya konmuş olur.
UNCTAD’ın gelir eşitsizliği, yoksullaşma ve orta sınıfların eriyip gitmesi üzerine yapılan 2600 çalışmanın değerlendirilmesinden elde ettiği sonuçları yayımladığı 1997 Ticaret ve Kalkınma Raporu, bu korkunç gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir. Rapor’a göre, 1965 yılında G7 ülkelerinin kişi başına gelir düzeyi, en yoksul 7 ülkenin gelir düzeyinin 20 katı iken, 1995’te 39 katına çıkmıştır. Bir başka karşılaştırmaya göre ise, 1820 yılında en zengin 20 ülkedeki kişi başına gelir, en yoksul 20 ülkedeki kişi başına gelirin 3 katı iken; bu oran, 1870 yılında 7 kata, 1913’te 11 kata, 1950’de 35 kata, 1973’te 44 kata, 1992’de de 72 kata çıkmıştır. 150 yılda kat edilen mesafenin, küreselleşme adı verilen yirmi yıllık süreçte bir çırpıda yaşanmış olması, yoksullaştırmanın boyutlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum yoksulluğun küreselleştirilmesinden başka bir şey değildir. Öyle olduğu için de, bugün zenginliğin yüzde 85’i nüfusun yüzde 20’lik bir diliminin elinde toplanmışken, en yoksul yüzde 20’lik dilime zenginliğin ancak yüzde 1.3’ü ile yetinmek düşmüştür! 250 çok ülkeli şirketin gelirinin 2.5 milyar insanın toplam gelirine denk düşmesi ise, yoksulluğun ve zenginliğin nasıl bir seyir izlediğini gösteren bir başka önemli gösterge olmaktadır. Ülke içi gelir dağılımı açısından bakıldığında ise, nüfusun en zengin yüzde 20’sinin gelir dağılımından aldığı pay, 1980’den beri hemen hemen her ülkede artmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlasında, nüfusun bu kesiminin aldığı pay, yüzde 50’nin üstündedir. UNCTAD’ın raporunun, bu eğilimlerin Çin, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri gibi geniş bir yelpazede yer alan değişik ülkelerde geçerli olduğunu işaret etmesi ilginçtir. 1990’lı yılların ortasında, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u şiddetli beslenme sorunu ile, çocukların ise yüzde 10’undan fazlası beslenme yetersizliğinden kaynaklanan hastalıklar, sakatlıklar ve ölümler ile karşı karşıya idi.
Asgari Geçim Devleti’nde eşitsizliğin artışı doğrultusundaki bu eğilimde hiç de şaşırtıcı bir yön yoktur aslında. Vergi kesintileri ve ücretlerin düşürülmesi gibi politikalar, zengini daha zengin yapmak için tasarlanmıştır. Bu tür ölçütlerin kuramsal gerekçelendirilmesi ve teorisi de şöyle kurgulanmıştır: zenginin yüksek gelir ve yüksek kâr ile daha zengin edilmesi, yatırımı ve kaynakların daha iyi dağılımını özendirici olduğundan, istihdam yaratıcı ve toplumun refahını artırıcı etkiye sahiptir. Gerçekte ise, parayı ekonomik merdivenin üst basamaklarına doğru itelemenin, bir avuç azınlığın beyan edilmeyen kağıt üstü gelirlerini artırmaya, borsa oyunlarına ve bu konferans boyunca hakkında epey şey dinleyeceğimiz mali krizlere yol açmaktan başka işe yaramadığı gün gibi açıktır. Gelirin, toplumun en alt basamaklarında yer alan yüzde seksene doğru kaydırılarak, yeniden paylaşımı sağlanabilse, bu gelir, tüketim için kullanılarak istihdamı özendirecektir. Oysa gelir, zaten gereksinme duyduğu şeylerin çoğuna sahip olan üst kesime doğru kaydırılacak olursa –ki, bugün yapılan budur–, bu gelir, yerel ya da ulusal ekonomiye döneceğine, uluslararası borsaya akacaktır.
Dünyanın yoksul ve borçlandırılmış ülkelerinde, kapitalizmin silahşörleri IMF ve DB aracılığı ile yapısal uyum adı altında uygulanan politikalar, aslında neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Uluslararası düzeyde neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar ise şunlardan oluşmaktadır: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı; sermayenin serbest dolaşımı; yatırım serbestisi.
Geçtiğimiz yirmi yılda, kapitalizmin üç silahşöründen ikisi olan IMF ve DB, inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde “anlamlı” ekonomi politikaların, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. IMF destekli “reformlar”, çok sayıda ülkede emek maliyetlerinin düzenlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, en aza indirilmesi konusundaki belirleyiciliği ile, Asgari Geçim Devleti’nin temel politikalarından biri olan emeğin yağmasını hem kolaylaştırmış hem de hızlandırmıştır.
Uzun ve yorucu tartışmalar sonucu, neyi oyladıklarını tam olarak bilmeyen parlamentoların onayıyla, 1995 Ocak ayında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu. Neoliberal kuralların uluslararası alanda kesin hükümranlığı anlamına gelen ve bir yağma hukukundan başka hiç bir anlama gelmeyen Çok Taraflı Yatırım Antlaşması’nın (MAI) onaylanması için büyük çabalar harcanmasına rağmen, şimdilik, bu antlaşma, geçici de olsa ertelenebilmiştir. Eğer, MAI onaylanmış olsaydı, tüm hakların şirketlere, tüm sorumlulukların hükümetlere verildiği, yurttaşlara kesinlikle hiçbir hakkın tanınmadığı yeni bir tarih sayfası açılmış olacaktı. Kuşkusuz, bu tehlike hala sürmektedir, ve Asgari Geçim Devleti’nin önemli amaçlarından biri olarak, hayata geçirilmek üzere önünde durmaktadır. Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik oluşlarıdır. Bu ise, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi, kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi, düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak algılayan neoliberalizm, hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir.
Fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal tanımlamayı ve onun yapılandığı Asgari Geçim Devleti’ni çok ciddiye almak gerekmektedir. Servetin toplumun alt kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği, herkes; yaşlanma, hastalık, hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir anda sistem dışına itilebilmektedir. Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti, siyasetin temel doğasını değiştirmiştir. Siyasetin esas ilgi alanı, kimin kime hükmettiği ve kimin pastadan ne kadar pay aldığı iken; günümüzde, bu temel sorular hâlâ geçerliliğini korumakla beraber, siyasetin odağındaki soru, artık “kimin yaşamaya hakkı vardır, kimin yoktur?” olmuştur. Sistemden köktenci dışlamalar günümüzün tek geçerli kuralıdır.
Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti’nin insanlığın var oluş koşullarından biri niteliğini taşımadığı, eksiklikleri ve aksaklıkları nedeniyle bu sisteme karşı mücadele etmenin bir zorunluluk haline geldiği ve neoliberalizme doğaüstü nitelikler yüklenmemesi gerektiği hususlarının altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. Bir yandan toplumu ve demokratik devletleri yeniden güçlendirmeye, bir yandan da, uluslararası düzeyde demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğü ve gelirin hakça dağılımı ilkeleri doğrultusunda sistemi yenilemeye hazırlıklı olmak gerekiyor. Uluslararası dolaşımdaki inanılmaz meblağlara ulaşan paranın 40 milyar ABD doları gibi gülünç denecek kadar küçük bir miktarı ile dünya nüfusunun tümü için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak, evrensel sağlık ve eğitim standartlarını yakalamak, mümkün görünmektedir.
Vahşete çağrının kusursuz uygulayıcısı Asgari Geçim Devleti’nde yaşanan neoliberal politikaların sonuçları öylesine korkunç olmuştur ki, yeni sağın ateşli savunucusu J. Gray bile kapitalizmin toplumun birliğini korumaya yaramadığını; kendi haline bırakıldığında, liberal uygarlığı pekala tahrip edebildiğini; kapitalizmin ehlileştirilmesinin zorunlu olduğunu; kapitalizmin dinamizmi ile toplumsal istikrarı uzlaştırmak için devlet müdahalesinin gerekli olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Çünkü, 1980’ler ve 1990’lar boyunca, kitlesel işsizlik, reel ücretlerdeki düşüş, sendikalılaşmaya sıcak bakmayan az sayıda çekirdek işgücü ile sendikalı olmayı bile düşünemeyen çok sayıdaki vasıfsız işçi arasındaki ücret uçurumu da iyice büyümüştür. Özellikle son yıllarda, gelişmiş ülkelerde sendikalar, ücretler üzerinde olumlu işlevini büyük ölçüde kaybetmiştir; sendikalı işçi ile sendikasız işçi ücreti arasındaki fark, yüzde 5 ile 10 arası gibi oldukça düşük bir oranda kalmıştır. Bu durum, DB’nı sendikalara sahip çıkmaya itmiştir. Çünkü artık sendikalara bir sosyal kontrol aracı olarak ihtiyaç vardır. Sermayenin iktidarı gücünü ortaya koymuş, istediği zaman sendikaları etkisizleştireceğini, istediği zaman sahip çıkabileceğini göstermiştir. Tek koşul, sendikaların, kâr oranlarını düşürme eğilimi içine sokmaması, sermaye birikiminin önünde ciddi bir engel oluşturmamasıdır. 1980’lerin hikayesi de bir parça budur.
Gelir dağılımının sermaye lehine bozulabilmesi için emekçiler üzerinde bir tahakküm gerekmektedir. Bu tahakküm olmadan kârların artırılması, ücretlerin düşürülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, önce, bu sürecin önünü tıkayan engellerin kaldırılması gerekir. Bu engellerden en önemlisi, sermaye aleyhine, emek lehine sendikalardır. Sendikalar, sermayenin emekçiler üzerindeki iktidarını pekiştirmede, tahakkümünü kurmada önemli sorunlar yaratır. Örgütlü bir güç olarak ücretlerin doğrudan ya da dolaylı azaltılmasına karşı çıkar. Sendikaların gücüne, izlediği politikaya bağlı olarak, sermayenin emek üzerinde kurmak istediği iktidar ve tahakkümün derecesi değişir. Eğer sendikal politikalar ve faaliyetler çok etkili ise, bu durumda, sermayenin tahakkümü ve iktidarını hissettirme gücü çok yüksek olamaz. Ancak, sendikalar etkisiz, hatta işbirlikçi bir konumda ise, bu durumda, çok sayıda yönetilecek emekçi olmasına rağmen, iktidar ve tahakküm, sanki tek bir işçi üzerinde uygulanıyormuş gibi etkili olur.
Sermaye kârını artırmak, ücretleri düşük tutmak istemi, iktidar etkilerini giderek daha incelikli kanallarla emekçilere, onların bedenlerine, tavırlarına, tüm gündelik edimlerine varıncaya kadar dolaşıma sokmayı gerekli kılar. Bugün işsiz kalma kaygısı ile işini koruma isteği taşıyan emekçilerin işverenlerin her isteğine boyun eğmesi, iktidarın emekçilerin dünyasına incelikle egemen kılınmasından başka bir şey değildir. Gelirden yoksun kalma kaygısı, emekçileri sermayenin egemenliği altında etkisiz hale getirmekle kalmıyor; emekçileri, üretim sürecinde bir nesne olmanın ötesine taşıyor, şeyleştiriyor. Zamandan tasarruf adına Arjantin’de kasiyer kızların altına bez bağlanması, bundan başka bir şey değildir.
Sermayenin iktidarını pekiştirdiği, tahakkümünü kurduğu dönemler, aslında, sermaye için şeffaf dönemlerdir. Emekçiler hem çalışma alanlarında hem de gündelik hayatlarında tamamen işverenlerin denetimi altındadır. Bu denetim, dışsal bir kontrolla sağlanmamakta, tamamen emekçilere içselleştirilerek sağlanmaktadır. İşsiz kalma kaygısı, gelirden yoksun olma korkusu, bu sürecin en önemli kontrol aracı olmaktadır. Emekçiler, iktidarın gözünün her yerde her zaman üzerlerinde olduğu düşüncesi içindedirler. Sermaye, sadece yasalarla kendi hegemonyasını garanti altına alamayacağını bilir. Bunu bildiği için, iktidar etkilerinin tüm toplumsal gövdeye, gözeneklerine kadar sızmasını sağlayacak yeni bir araç olarak büyük bir korkuya ihtiyaç duyar: işsizlik, açlık. Bunu sağladığı zaman, emekçiler, bu sürece karşı çıkacak gücü de kendilerinde bulmazlar. Yalnızlaşırlar, yabancılaşırlar, dayanışmadan uzaklaşırlar. Örgütlü mücadeleye yanaşmazlar. Artık sermayenin doğrudan sendikasızlaştırma çabasına gerek yoktur, çünkü işçiler bu korku ve kaygı içinde sendikalara yanaşılmaması gerektiğini bilirler. Emekçiler bunu içselleştirdikleri için, dışardan bir denetçiye de gerek yoktur. Oysa, sermaye, 19. yüzyılda, çalışan kadınlara fabrika disiplinini uygulatmak amacıyla özel olarak eğitilmiş rahibelerin denetimine ihtiyaç duymuştu. Bugün buna gerek yok, çünkü az sayıdaki denetçi rahibe yerine çok sayıda denetçi var; önce her işçi kendi kendisinin denetçisi konumuna getirildi, ardından her işçinin bir gözetmen olduğu duygusu yaratıldı. Artık ne teknolojinin, ne bir yöneticinin, ustanın, şefin, ne de tanrının gözü gerekmektedir gözetim için. Sermaye artık bunlara da ihtiyaç duymamaktadır iktidarını egemen kılmak için. Çünkü iktidarını paylaşmayı gerektirecek bir ortam yoktur.
Bu süreç sermayenin kârlarının önündeki engelleri kaldırır, emekçiyi yoksullaştırır, gelir dağılımını, sermaye lehine her seferinde yeniden yeniden bozar. Bu sürecin kırılması, iktidarın gözünün her yerde olmadığını göstermeye bağlıdır. Bunu başarabilen sendikalar süreci de tersine çevirmiş olacaktır. Bunun için de, büyük korkuyu yenmek gerekmektedir. Sermaye, bir sınıf olarak, çıkarları doğrultusunda büyük gözaltı duygusunu yaratmışsa, bunu yıkmak için de, yine, bir sınıf olarak karşı çıkmak gerekiyor. Tarih bu türden çıkışların her zaman mümkün olacağını gösteriyor. Tıpkı emekçilerin 19. yüzyılda uzun çalışma sürelerine karşı geliştirdikleri pasif direnişlerden biri olan “Kutsal Pazartesi” örneğinde olduğu gibi.

EKLER
EK 1: Seçilmiş Ülkelere Göre Sendikalı Sayısında Artış ve Azalış Oranları
(1985-1995)
AB Dışı ve AB’ye Aday Üye Ülkeler    Artış/Azalış Oranı (%)    AB Üyesi Ülkeler    Artış/Azalış Oranı (%)
G. Afrika    +126.7    Hollanda    +19.3
Çin    +22.0    Portekiz    -44.2
Şili    +89.6    Fransa    -31.2
Tayland    +77.3    İngiltere    -25.2
Filipinler    +69.4    Almanya    -20.3
G.Kore    +60.8    İsveç    -4.8
Zimbabya    +54.4    Avusturya    -8.3
Bangladeş    +57.8    Danimarka    +4.5
Guatemala    +35.9    Finlandiya    -2.4
Estonya*    -71.2    Lüksemburg    +13.3
Çek Cumhuriyeti*    -50.6    İspanya    +92.3
Macaristan*    -38.0    Yunanistan    -23.1
Polanya*    -45.7    İrlanda    -2.6
Romanya*    -7.5    İtalya    -6.8
Slovakya*    -40.1    Belçika    +5.8
KAYNAK: ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997’den yararlanılarak düzenlenmiştir. (*) Avrupa Birliğine aday üye ülkeler.
Ek 2: AB’de Sendikalaşma Oranı (%)
Ülke    Toplam1980 1990 2000    Kadın (2000)    Erkek (2000)
Danimarka    76.0    71.0    87.5    88.6    86.5
Finlandiya    70.0    72.0    79.0    83,0    75,0
İsveç    80.0    83.0    81.0    83,0    78,0
Belçika    56.0    51.0    69.2    –    –
Lüksemburg** (a)    –    43.4    50.0    –    –
İrlanda (b)    –    48.9    44.5    –    –
Avusturya    56.0    46.0    39.8    29.1    48.2
İtalya**    49.0    39.0    35.4    –    –
Yunanistan (a)    –    24.3    32.5    –    –
Portekiz*    61.0    32.0    30.0    –    –
Almanya**    36.0    33.0    29.7    20.5    37,1
İngiltere    50.0    39.0    29.5    28.0    31.0
Hollanda    35.0    26.0    27.0    20.0    32.0
İspanya    9.0    13.0    15.0    –    –
Fransa    18.0    10.0    9.1    –    –
Kaynak:www.eiro.eurofound.ie/2001/11/feature/tn0111148f.html www.eiro.eurofound.ie/2000/12/feature/TN0012299F.html; ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997; Y. Akkaya-M. Çetik, Türkiye’de Endüstri İlişkileri, FEV/Tarih Vakfı, İstanbul, 1999.
2000 yılı sütunu için: * 1999, ** 1998, a 1990 yılı sütunundaki veriler 1995’e aittir; b 1990 yılı sütunundaki veriler 1993’e aittir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑