uluslararası dayanışmaya evet!

Çeşitli AB ülkeleri yıllardır işçilere ve halk kitlelerine kemer sıkma politikalarını dayatıyor. Kapitalist sistemin krizinin ve bu politikaların sonucu AB’de işsiz sayısı 25 milyonu aşmış, gençler arasında işsizlik yaygınlaştığı gibi, daha yaşlı işçiler de sefalete sürüklenmiştir. Bu sefalet kentlerde de kırsal bölgelerde de yaygın hale geliyor. Bu kemer sıkma politikalarıyla sözde büyüme daha fazla işsizliğe yol açarken, zenginleri ve hisse senedi sahiplerini daha da zenginleştiriyor. Bütün bunlar, daha fazla esnek çalışma, ücretlerde azalma, sosyal bütçede, eğitim, sağlık ve kamu ulaşım harcamalarında büyük kesinti anlamına geliyor…

Bu neoliberal politikalar işçi sınıfının, işçilerin ve halkların uzun mücadeleler sonucu elde ettiği ve bugün korumak için direndiği ve mücadele ettiği sosyal ve siyasal kazanımları ortadan kaldırmak isteyen büyük patronların, mali sermayenin “direktiflerini” uygulayan hükümetler tarafından hayata geçiriliyor. Başta Maastricht anlaşması (ve Euro’yu uygulamaya koyan yakınlaşma kriteri) olmak üzere Avrupa’daki fark sözleşmeler bu politikayı işçilere ve halklara

karşı geliştirip derinleştirdi. Bunlar, eşzamanlılık sınırlaması olmaksızın serbestlik dogması adı altında yapılıyor, yani herkese karşı her şeyin organizeli bir şekilde eşzamanlı yapılması, sosyal damping, emek piyasasının serbestleştirilmesi”, yani patronlara işçileri çıkarma, aşırı sömürme ve serbest çalıştırma özgürlüğü tanınması anlamına geliyor. İspanya’da Rajoy yönetiminde hareketlilik yasası”, İtalya’da Ren- zi hükümetinde yasası”, Almanya’da Hartz yasası”, Fransa’da Macron yasası adını alsa da, bütün bunlar, işgücünün fiyatını düşürmeyi, işten çıkarmayı kolaylaştırmayı, esnekliği artırmayı, işçilerin kolektif haklarını sorgulamayı he- defleyen karşı reformlardır.

Son yıllarda borç krizi olgusu özelleştirme politikalarını meşrulaştırmanın, sosyal bütçeyi önemli ölçüde kısmanın, sosyal güvenlik mekanizmasını tasfiye etmenin gerekçesi olarak kullanılıyor. Kamu hizmetlerinin tasfiyesinin en büyük kurbanları ise kadınlar oluyor.

Bu borçların sorumlusu kitleler değildir. Bu borçlar, milyarlarca birimlik kamu parasının bankaları kurtarmak için, büyük tekellerin daha da büyümesi için, silahlanma yarışının ve halkın yararına olmayan, ancak onları üreten ve yön ten tekeller için kârlı olan “büyük projelerin” finanse edilmesi için kullanılması sonucu ortaya çıkmıştır.

Bu ulusal ve Avrupa çapındaki kemer sıkma politikaları yaygın bir şekilde reddediliyor. Bu itirazlar, bu politikaların sonuçlarına karşı cadele eden işçilerin ve halkların direnişlerinde, eylemlerinde, grevlerde kendisini gösteriyor. Sağcı, muhafazakâr hükümetlerdeki partilerin seçimlerde reddedilmesi şeklinde yansıyor.

Popülist sağcı, aşırı sağ partiler kapitalist sisteme saldırıdan kaçınan ve milliyetçiliği, lünmeyi ve yabancı düşmanlığını körükleyen “çözümler”le durumu saptırmaya, seçimlerde kendi yararlarına sonuç elde etmeye çalışıyor. Bazıları bunu açıktan faşist referanslarla yaparken, bazıları da sözde “sosyal” söylemlerin ardına sığınarak yapıyor.

Fakat bu itirazlar ilerici biçimlerde, bu kemer sıkma politikalarına, ömür boyu borç ödemeye, IMF’nin, Avrupa Merkez Bankası’nın, AB’nin ve Avrupa’daki emperyalist güçlerin dayatmalarına karşı duran güçlerin desteklenmesi şeklinde de ortaya çıkıyor.

YUNAN HALKININ MÜCADELESİNİ DESTEKLİYOR, AB LİDERLERİNİN ŞANTAJLARINI REDDEDİYORUZ

Yunanistan’da Ocak ayındaki seçimlerde Syriza’nın kazanması ile yaşanan budur. Borçların “yeniden düzenlenmesi” iradesinin ifade edilmesi, Troyka’nın dayattığı aşırı kemer sıkma programına son verildiğinin açıklanması nedeniyle AB ülkeleri liderleri, IMF ve Avrupa kurumları temsilcileri kemer sıkma politikasının devamını sağlamak için yoğun bir baskı ve şantaj kampanyası başlattı.

Bu liderlerin nefreti, “kendi” halklarına dayattıkları kemer sıkma politikasına bir başka hal- kın itiraz etmesini hiçbir şekilde istemediklerini gösteriyor. Yunan halkının, işçilerinin ve gençliğinin mücadelesinin diğer halklara örnek olmasını

istemiyorlar. Bu direnişin başka yerlere “bulaşmasını” önlemek istiyorlar. Yunan hükümetine diz çöktürmek istemelerinin nedeni budur.

Yunanistan işçileri ve halkı harekete geçmeden bu baskılara karşı direnmek mümkün değildir.

Fakat aynı zamanda, başta Avrupa’da olmak üzere, diğer işçilerin ve halkların dayanışmasını almak da gerekir. Bunu başarmak için elimizden geleni yapıyoruz.

Yunanistan’a yönelik şantajlara son verilmesi için, başta Almanya ve Fransa gibi emperyalist güçler olmak üzere, AB ülkeleri hükümetlerini teşhir etmeli, baskı yapmalıyız.

Yunanistan’ın borçlarının iptali için mücadele etmeliyiz.

Diğer bütün ülkelerde de aynı kemer sıkma politikalarına karşı mücadeleyi geliştirmeliyiz.

KAHROLSUN “AVRUPA KALESİ”!

Her gün Afrika ve Ortadoğu’dan gelen mültecileri taşıyan tekneler batıyor, onlarca kişi ölüyor. Sürekli duvarlarını yükselten, polis ve asker bariyerini artıran AB’ye ulaşmayı başaran göçmenler de tüm AB ülkelerinde polisin kötü muamelesine maruz kalıyor. Gizlenmek ve insana yakışmayan koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Aşırı sağcı ve faşist parti ve örgütlerin ırkçı ve yabancı düşmanı kampanyalarına, mülteci istilasına uğrama “tehlikesi” söylemlerine malzeme yapılıyorlar.

Kadın, erkek, çocuk bu mülteciler savaşlardan ve sefaletten kaçıyorlar. Bu insanlar, Suriye’den, Doğu Afrika’dan, Sahil kuşağından, yani emperyalist güçlerin savaşlar yürüttüğü bölgelerden geliyorlar. Teröre karşı savaş” adı altında yürütülen bu savaşlar, doğal kaynakların, petrolün, stratejik bölgelerin ve emperyalist güçlerle yerli müttefikleri arasındaki çekişmelerin denetim altında tutulmasını amaçlıyor.

Yani bu göçün asıl sorumlusu savaş kışkırtıcılarıdır.

Bir yanda İtalya’da olduğu gibi mültecileri iyi karşılayıp dayanışma gösteren halk kesimleri, öte yanda ise “göçü engellemek” ve mültecilerle dayanışmada bulunanları suçlu konumuna şürmek için daha gerici politikalar uygulayan hükümetler söz konusu.

SAVAŞ VE GERİLİM POLİTİKASINA HAYIR!

Birçok AB devleti Afrika ve Ortadoğu’daki emperyalist savaşlarda yer alıyor.

Avrupa’daki emperyalist ülkelerin liderlerinin Ukrayna’yı AB’nin ekonomik ve siyasi etki alanına entegre etme kararı, ABD emperyalizminin Rusya sınırlarında NATO varlığını artırma girişimleri, Kiev’deki gerici hükümete ve Ukrayna’daki gerici ve faşist güçlere verilen destekle AB sınırlarında oldukça gergin bir ortam yaratıldı.

Başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak üzere birçok doğu Avrupa ülkesi liderinin desteğiyle NATO’nun Avrupa’daki varlığını artırdığını görüyoruz. Bu ülkelerin askeri bütçeleri de buna paralel bir şekilde artıyor.

ABD emperyalizmi, “savunma yükünü paylaşmak” için yıllardır müttefiklerine baskı yapıyor.

Avrupa’da savaş tehlikesi gerçek bir tehlikedir.

AB ve Ukrayna arasındaki, Ukrayna işçilerini ve halkını AB’nin ekonomik ve siyasi diktası altına alan anlaşmalar iptal edilmelidir.

Rusya ile karşı karşıya gelme politikasını kınıyor, NATO’yu bu bölgedeki askerlerini geri çekmeye çağırıyoruz.

NATO, ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin silahlı kanadıdır ve bu askeri birlikten ayrılma sloganı etrafında halk hareketinin gelişmesi, bu birliğin dağılması açısından önemli bir adım olacaktır.

Savaş bütçesinin artırılmasına karşı eylemlerin her yerde geliştirilmesi için çağrı yapıyoruz.

POLİS DEVLETİNE HAYIR!

Emperyalist güçlerin Ortadoğu’da, Sahil şeridinde teröre karşı savaş”a katılması, ABD ile yakın bağlantı halinde ve özellikle NATO aracılığıyla polis, sivil ve askeri istihbarat örgütleriyle işbirliği halinde kitlesel denetim mekanizmalarının geliştirilmesi el ele yürümektedir.

Bütün ülkelerde sosyal hareketlerin suç un- suru olarak görülmesi, başta grev, örgütlenme ve gösteri olmak üzere demokratik hakların sınırlanması söz konusudur. Saldırılar, kemer sıkma politikalarının uygulanması konusunda patronlarla ve hükümetle “pazarlık” halinde olan liderler arasında sınıf işbirliğini teşhir eden sendikacılar ve mücadeleci örgütler üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Devletlerde gelişmekte olan faşistleşmeye karşı mücadele ve teşhir çağrısı yapıyoruz.

BARIŞIN VE ORTAK REFAHIN HÂKİM OLDUĞU AVRUPA EFSANESİ YIKILIYOR

Avrupa’daki kriz Avrupa’daki devletlerarası, her bir ülkedeki ve genel olarak da sosyal sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştiriyor. Eşitsizlik derinleştikçe gerilimler de artıyor.

AB tarafından Euro Bölgesi içinde geliştirilen ekonomik mekanizmalar eşitsiz gelişmeyi daha da büyütüyor, bugünkü şekliyle Euro Bölgesi’ni muhafaza etme sorununu daha fazla gündeme getiriyor.

Halkın Euro Bölgesi’ne dahil olmaya ya da genel olarak AB’ye girmeye karşı itirazını ifade ettiği ülkelerde bu muhalefet gelişiyor.

İzlanda’da olduğu gibi, daha önce AB’ye entegre olmayı düşünen ülkeler, sonra bundan vazgeçti.

Her yerde AB’ye, onun politikalarına, anti-demokratik işleyişine karşı muhalefet daha geniş kesimlere yayılıyor ve onun diğer emperyalist güçlerle rekabet halinde olacak, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki bağımlı ülkelere karşı ekonomik ve siyasi olarak daha saldırgan bir tutum izleyecek bir emperyalist blok oluşturma düşüncesine karşı yöneliyor.

AB’yi içeriden değiştirmenin, onu halkların hizmetinde ilerici bir kuruma dönüştürmenin mümkün olmadığı bilinci her yerde yayılıyor.

Halkların koşulsuz olarak AB, Euro ve onlarla ilgili tüm siyasi ve ekonomik mekanizmalarla bağlarını koparması hakkını işte bu yüzden savunuyoruz.

Paris, Haziran 2015

Almanya Komünist İşçi Partisi İnşa Örgütü Danimarka İşçileri Komünist Partisi APK

İspanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist) PCE(ml) Fransa İşçileri Komünist Partisi PCOF

Yunanistan Komünist Partisini Yeniden İnşa Hareketi (1918-55)

İtalya Proletaryasının Komünist Partisi için Komünist Platform

Uluslararası mevcut durum ve devrimcilerin görevleri*

Uluslararası burjuvazinin belirgin bir sükûnet ve iyimserlik atmosferiyle yaptığı ekonomik analizler, 2008’de patlayan ekonomik krizin sonuna gelindiğini ve kapitalizmin iyileşme sürecine girildiğini dünyaya ilan etti.
Gerçekten de, ABD ve Almanya gibi bazı ülkelerde küçük ekonomik iyileşmelere yönelik belirtiler görülüyor, fakat aynı zamanda, diğer ülke ekonomileri yeniden düşüşteler. Tüm bu yıllarda, krizin merkezi bir ülkeden diğer bir ülkeye doğru yer değiştirip durdu, ekonomik etkileri ise siyasi ve toplumsal çatışmaların keskinleşmesi ile birlikte tüm dünyada varlığını sürdürüyor.
Dünya; halklar ve egemen sınıflar; bağımlı ülkeler ve emperyalist devletlerle bağımlı ülkelerin doğal kaynakları, pazarları ve etki alanlarının ele geçirilmesi  vb. konusunda kendi aralarında çatışan emperyalist güçler arasında politik-sosyal keskin çatışmalara sahne oluyor.
Ukrayna, Suriye ya da Ortadoğu gibi dünyanın çeşitli noktalarında üretilen siyasi-askeri çatışmalar böyle açıklanıyorlar. Bu alt üst edilmiş dünyada işçiler, gençlik, genel olarak halklar, üzerlerine düşen tarihi rolü yerine getirmek için mücadeleleriyle yol açıyorlar.
Sermayenin krizini emekçilerin sırtına yükleme saldırısı, Avrupa’da halkların mücadeleci yanıtıyla karşılaştı. Okyanusun diğer yanında, Latin Amerika halkları olarak bizler de, İspanya, Yunanistan, Portekiz, İtalya, Almanya… ve sonunda eski kıtanın her yerine yayılan bu mücadele günlerini, sokak hareketlerini, genel grevleri memnuniyet ve iyimserlikle izledik.
Bu mücadele pratiklerinde devrimci örgütler, burjuvazinin kurumsallığına dokunmayacak bir noktadan krize siyasi çözümler bulmak için bu koşulları bir fırsat olarak gören sağ ve oportünist güçlere karşı koyarak, kavgayı doğru yöne çevirmek için güçlerini ikiye katladılar.
Asya ve Afrika’daki vahşi aygıtlar ve çeşitli düzeydeki kapitalist sömürünün karşısında ise emekçilerin yanıtı grev oldu. Binlerce, on binlerce kadın ve erkek işçi, madenci, tarım işçisi, çoğu uluslararası emperyalist şirketlerin yan kuruluşları olan şirketlerinde işleri durdurdular.
Tarihin bir dönemin sömürgeci egemenlikten kurtulmak için silahlanarak ayaklandırdığı Amerika kıtası da, halk protestolarına, şiddetli siyasi karışıklıklara ve emperyalistler arası anlaşmazlıklara sahne olmaktadır. İlerici hükümetlerin iktidarları döngüsünde ciddi sorunlar baş göstermektedir. Uluslararası pazarda hammadde satışlarından gelen alışık olunmayan düzeydeki ekonomik girdiler sayesinde önceki yıllarda sosyal ve kamusal alanda yaşanan gelişmelerin bugün devamında zorluklar yaşanıyor; ekonomik sorunlar yıkımlara neden oluyor. Kaynak bulma arayışında bu hükümetler, burjuvazinin iktidar geleneğini uygulamayı seçtiler: Uluslararası finans kapital karşısında yenildiler ve emekçilerin ceplerine el uzattılar.
Çin, Rus, Kanada, Kuzey Amerika sermayeleri, maden, petrol ve enerji projeleri için bölgeye akıyor… ve şu ya da bu vesileyle gerçekleşen borçlanmalarla zaten varolan ekonomik bağımlılık sürdürülüyor.
Bu ‘ilerici’ hükümetlerden sözümona anti-ABD’ci olan bazıları, gerçekte, özel olarak da Çin ile bir kez daha bağımlılık anlaşmaları hayata geçiriyorlar. Ekonomik ve siyasi uygulamaları açısından, ‘ilerici’ hükümetler ile açıkça sağcı olan hükümetler arasında büyük bir farklılık bulunmamaktadır.
Hem biri ve hem de öteki, işçilerin ve halkların haklarını sınırlamak, hatta ortadan kaldırmak için yasalar ve politikalar uyguluyor; farklı başlıklar altında -fakat aynı amaçlar doğrultusunda- toplumsal muhalefeti cezalandırarak bastırmak için ‘anti-terör’ yasalarını onaylıyor, doğal zenginlikleri yağmalayan maden ve enerji projelerinin hayata geçirilmesinde uzlaşıyor ve doğada geri dönülemez ve ölümcül tahribata neden oluyorlar.
Halk karşıtı ve ulusal olmayan politikalar açısından fazlasıyla örnek mevcuttur, bu nedenle işçilerin, gençliğin ve halkların memnuniyetsizliği ve mücadelesi… ve .unlara eşlik eden baskı da büyümektedir.
Amerika’da, hiç şüphesiz ki, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, devletin yeniden gericileşmesinin çeşitli biçimlerde halkların mücadelesine çarptığı bir gerçektir.
Bu gerçeklikle yüzleşerek ve devrimci güçler arasında bulunmanın kitleleri devrim için rol alma yönünde örgütlemek olduğunu da dikkate alarak, bu Uluslararası Seminer’in katılımcıları bizler, işçilerin ve halkların acil ve stratejik çıkarlarının savunulması ve sınıfın bağımsızlığı bağlamında ulusal egemenliğin savunulması için mücadele sözü veriyoruz.
İşçilerin ve halkların birliği ilkesini ortak düşmanların alt edilmesinin; anti emperyalist birliği de mücadelemizin başarıya ulaşmasının temeli olarak kabul ediyoruz.
Halkların bilincinde devrimci fikirlerin gelişmesi ve yerleşmesi için çalışıyoruz, bu nedenle, hakim sınıflar ve emperyalizm ile ideolojik düzlemde karşı karşıya gelinmesi ve onların yenilgiye uğratılması temel görevdir.
Açıktan sağ ve gerici pozisyon alanlarla savaşmak yeterli değildir; sözümona 21. yüzyıl devrimleri adına pro-kapitalist projeleri işletmek için halk hareketi içinde davranan sözde solcular ve oportünistlerin pozisyon ve tezlerinin maskelerinin düşürülmesi zorunlu ve esastır.
Dünyanın herhangi bir yerinde ilerleyen işçi ve halk mücadelelerini kendi mücadelelerimiz olarak kabul ediyor, tümüyle dayanışıyoruz.
Özel olarak ise, sesimizi ve öfkeli yumruğumuzu Yanki desteğiyle Siyonist İsrail devleti tarafından Filistin halkına uygulanan soykırıma karşı yükseltiyoruz: Filistin halkının kendi kaderini tayin ve toprak hakkı için verdiği kahramanca mücadeleyle dayanışıyoruz.
Son yıllarda elde ettiği demokratik kazanımlar için mücadele veren Venezuela halkına destek veriyor, burjuvazinin, Kuzey Amerika emperyalizminin ülkeye yönelik istikrar bozma amaçlı müdahaleci eylemini lanetliyoruz.
Yabancı güçler arası anlaşmazlıkların ve içerideki gerici ve çürümüş grupların hırslarının kurbanı Ukrayna halkı ile dayanışıyoruz.
Dünyanın farklı bölgelerinde düşünceleri nedeniyle yargılanan savaş tutsakları ve politik tutsaklar ile mücadele önderlerinin özgürlüklerini talep ediyoruz.
Quito’da gerçekleştirilen 18. Latin Amerika Devriminin Sorunları Uluslararası Semineri kapsamında hayata geçirilen samimi ve saygılı bir tartışmanın ürünü olan bu düşüncelerimizi Latin Amerika ve dünya halklarına sunarız.
Hedefimiz toplumsal ve ulusal devrim; sermayenin boyunduruğu altındaki tüm insanlığın özgürleşmesidir; bu amaç için elimizden geleni yapacağız.

*Quito, 1 Ağustos 2014

Antisosyal, antidemokratik ve militarist AB’ye hayır

Dünya kapitalist ekonomisinde canlanma gündemde değil. Canlanma sürekli yarın için ilan ediliyor, ama ülkelerin çoğunluğu için durgunluk ve hatta çöküş geçerli. Kriz, sözde yükselen ülkeleri de sarmış bulunuyor.

AB’nin sağcı, sosyal demokrat ya da koalisyon hükümetleri şiddetli kemer sıkma politikalarını uygulamaya koyuyor ve Avrupa Komisyonu onların katı uygulamalarını denetlemekle görevli. Hatta Avro Bölgesi’nde, neoliberal kriterler olan bütçe indirimleri ve devlet borçlarının düşürülmesinin sağlama bağlanması için değişik hükümetlerin bütçelerini açıklanmadan önce denetliyor.

Devlet borçlarının milli gelirin yüzde 3’ü oranında tutulmasını dayatan neoliberal dogma, Merkel – Sarkozy anlaşmasında (“vergi paktı”) kayda geçirilerek, gerçek bir “çelik kural” haline dönüştü ve sosyal kazanımlara, sosyal korunmaya ve kamu hizmetine karşı savaş anlamına geliyor.

Patronların, hükümetlerin ve Avrupa Komisyonu’nun saldırısı, ücretlerin şiddetli düşüşü ve rekabetin arttırılması üzerinde yoğunlaşıyor. Bu ikisinin birleşmesi, tekellerin büyük oranda kârlarının artmasına yol açıyor. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin hak ve kazanımlarının yok edilmesi ve esnek çalışmanın genelleştirilmesi için kriz müthiş bir bahane oldu. “Troyka”nın (Avrupa Merkez Bankası, AB ve IMF) Yunanistan’a dayattığı, sağ ve sosyal demokrat koalisyonu hükümetinin uyguladığı dev kemer sıkma politikası, büyük sosyal tahribata, yaşam standardının görülmedik bir oranda düşmesine, ortalama hayat süresi ve toplumun sağlıklı yaşayabilmesinde gerilemelere neden oldu. Bunlara iş bulabilme umuduyla ülkelerini terk eden gençliği, kalifiye emekçiler içinde yaşanan iç kanamayı da eklemek gerekir. Aynı şey, özellikle de genç işçiler içinde yüksek seviyelere fırlayan işsizlik oranının yaşandığı, “resmi” yoksulluk seviyesinin altında yaşayan milyonlarca ailenin bulunduğu İspanya, İtalya, Portekiz için de söylenebilir.

İşçiler ve halklar için, gençler için, emekçi kadınlar için, AB kemer sıkma politikaları, sosyal gerileme, herkesin herkesle rekabeti, sosyal damping, kitlesel işsizlik ve yoksulluk anlamına geliyor. Bütün AB ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler, grevler, gösteriler, milyonları kapsayan dev yürüyüşler, şehir ve kır emekçilerinin, emeklilerin mücadeleleri ile bu politikalara karşı mücadelenin merkezinde yer alıyorlar. Yani bu politikanın tüm mağdurlarını sokağa döken kitlesel karşı koyuşlar yaşanıyor. Tekeller tarafından denetlenen basın bunları görmezden geliyor. Zira mali oligarşi, onun hizmetindeki hükümetler, elindeki aleti olan Avrupa Komisyonu, aynı politikalara karşı yürütülen bu mücadelelerin birbirlerini güçlendirmesinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin güç ve ortak çıkarlarının bilincine varmalarından ve söz konusu kemer sıkma politikalarının tüm mağdurlarını birlikte harekete çekebilmelerinden korkuyorlar.

Mali oligarşi, tekeller ve bankalar… kemer sıkma ve rekabet politikalarını dayatabilmek için, seçilmemiş hükümetleri iktidara getirmek, aşırı sağın da katıldığı hükümet ittifakları kurmak ve hükümetlere, meclislere ve ulusal kurumlara dayatılan yasa gücündeki normlar ve Avrupa direktiflerininin uygulanmasını zorunlu kılmaktan çekinmiyorlar. Böylelikle İtalya’da Troyka, seçilmemiş ilk hükümeti dayattıktan sonra, yine seçilmemiş ve işçi düşmanı önlemlerle otoriter bir başkanlık sistemini hayata geçirmek için hızla yol almak isteyen reformist bir liberal tarafindan yönetilen üçüncü hükümete de destek verdi. Kemer sıkma; daha fazla gericilik, karşı çıkan herkese karşı daha fazla baskı, sosyal mücadelelerin daha fazla kriminalize olması anlamına geliyor.

Bu, AB’nin antisosyal ve antidemokratik niteliğini daha fazla su yüzüne çıkarıyor. Gerçek iktidar, devlet ve hükümet başkanlarının, tekel lobilerinin temsilcilerinin baskısı ile devletlere dayatılan direktifleri kararlaştıran seçilmemiş bir Avrupa Komisyonu’nun elindedir. Kalabalık Avrupa Parlamentosu tartışıyor, ama kararlarının çok az bir etkisi oluyor. Demokratik olmayan bir AB için “demokratik” bir koz olarak kullanılıyor.

Üst üste binmiş ve binlercisi Akdeniz’de alabora olan göç adaylarını avlamak için tehdit yasalarının gerisine, askeri gemilerin, duvarların ardına gizlenen bir AB. “Frontex”le Lampedusa’da olduğu gibi tutuklama kamplarıyla, dikenli telli duvarlarıyla, bu “kale Avrupası”, kendisinin sorumlu olduğu yoksulluktan, savaşlardan korunmak için kaçan insanlardan “korunmak” istiyor.

Zira, bugün askeri olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’ne müdahale eden AB’dir. İlk askeri müdahale Fransız emperyalizmi tarafindan kararlaştırılmış ve yapılmıştır, ama AB’deki ittifaklarını yardıma çağırmıştır. Kimi hükümetler asker göndermiş, kimileri de lojistik destek sağlamıştır. Ama hiçbiri bataklığa dönüşen bu askeri müdahaleyi, tüm Afrika’daki emperyalist askeri müdahalelerde olduğu gibi, mahkum etmemiştir. Temel amaçları neosömürgeci egemenliklerini devam ettirmek, hammadde kaynaklarını, özellikle de uranyum maden yataklarını denetim altında tutmaktır. AB’nin en saldırgan ve savaşçı emperyalist güçleri, Fransız emperyalizmi, İngiliz emperyalizmi ve giderek Alman emperyalizmi, özellikle de kendi “arka bahçesi” olarak gördükleri Afrika’da çıkarlarını savunma amacıyla, AB’nin askeri olanaklarını arttırmaya yönelik çok tehlikeli ve gerici bir rol üstleniyorlar. ABD emperyalizmi ile yakın ilişki içinde yürüttükleri bu politika milyarları yutuyor ve tüm AB ülkelerinin daha fazla askerileşmesine yol açıyor. Bu politika, doğrudan, emperyalist egemenlik ve onların işbirlikçi kukla gerici kliklerine karşı mücadele eden Afrika halklarına karşı yönlendirilmiştir.

Avrupa Komisyonu, aylardır ABD’li Hükümet, Ticaret Bakanlığı ve büyük şirket temsilcileri ile gizlice Transatlantik Anlaşması’nı görüşüyor. Bu anlaşma, tekellerin iştahları için gıdaların kalite korunma normlarını parçalamak isteyen ve tüm pazarların, özellikle de kamu pazarlarının açılışını daha da genişletecek olan “serbest dolaşımcı” ve neoliberal bir anlaşmadır. Bu anlaşmalar, tekellere özel mahkemeler önünde devletleri suçlama ve “serbest” rekabete engel olmaktan cezalandırma yetkisi tanıyabilecek. Bu anlaşma, bizzat Obama tarafından, ABD-AB ittifakının ticari anlamda Çin ve diğer rakiplerine karşı yönelttiği bir “NATO” olarak tanıtıldı. Formülü şu: Dünyanın geri kalanına karşı birleşelim ve pazar, hammadde ve doğal kaynakları denetleme kavgasında birlikte ekonomik savaş yürütelim. Bu sözleşme, herkesin birbirine karşı rekabeti yoluyla, tüm dünyanın işçi ve halklarına karşı bir savaş makinesidir. “Serbest ve engelsiz rekabet”ten kazançlı çıkanlar, sadece en güçlü tekellerdir. Bu görüşmelerin durdurulması için tüm AB ülkelerinde geniş bir halk hareketini geliştirmek acildir.

Ukrayna ve tüm bölgede yaşanan ve askeri olarak büyük çaplı karşı karşıya gelişe dönüşebilecek tehlikeli duruma bu politika yol açtı. Kökeninde, emperyalistler arası çelişki, AB içerisinde kendi egemenliğini pekiştirme ve emperyalistlerin dünya çapında yürüttükleri rekabette daha güçlü olma amacıyla Alman emperyalizminin itkisi ile AB’nin doğuya yayılma politikası vardır. Ukrayna büyük, önemli kaynaklara ve Rusya açısından önemli jeostratejik  yere sahip bir ülkedir. Ukrayna’nın AB’nin etkilediği alana çekilmesi, Rusya’ya ve yöneticilerinin büyük emperyalist ülke olma emellerine vurulan büyük bir darbe olur. Bunu kimse görmezden gelemezdi. Ama AB’nin yöneticileri tam da bunu yaptılar, bir darbe ile iktidarı ele geçiren gerici, hatta açıktan faşist güçlere destek vermekden geri durmadılar.

Putin hemen tepki gösterdi. ABD emperyalizmi, krizin idaresini ele geçirmek için açıktan eyleme geçti ve uzun zamandır Rusya ile ekonomik bağlar kurmuş Avrupalı müttefiklerinin başına geçti. Fransız emperyalizmi Rusya’ya silah satıyor, Alman emperyalizmi kısmen onun ihraç ettiği gaza bağımlı, İngiliz emperyalizminin Rus mali oligarşisinin milyarlarına ihtiyacı var… ve AB’nin birçok devletinin kullandığı gazın önemli bir kısmı Ukrayna borularından geçiyor. Bu krizi firsat bilerek, NATO, daha fazla doğuya yayıldı, Rusya’nın sınırlarına daha da yaklaştı; bu ise, gerilimin daha fazla artmasına neden oldu.

Büyük emperyalist güçler, doğrudan işin içindeler ve karşı karşıya gelmiş durumdalar. Bugün askeri olarak hiçbiri doğrudan karşı karşıya gelmek istemiyor, ama bölgede, askerileşmenin daha da arttığı koşullarda bir iksikrarsızlık yerleşti. AB daha fazla emperyalist bir blok olarak görünüyor ve emelleri barışı tehdit ediyor. Evet, hâlâ içinde tam bir birlik yok, ama egemen emperyalist güçler ona yön veriyor ve onun adına politika yürütüyorlar.

Burada sosyal demokrat ve muhafazakar partilerin tam bir birlik içinde olduklarına vurgu yapmak lazım. Hepsi Ukrayna’da aşırı sağ ile ittifak yapan gericiliği destekledi ve NATO’nun yeniden sahnenin önüne çıkmasını selamladı. Tıpkı, NATO’nun genel sekreterliğine Norveçli bir sosyal demokrat yönetici olan Stoltenberg’in seçilmesini selamladıkları gibi.

Bu politikanın bütünü, bugün işçi ve halklar tarafindan reddediliyor. Bu karşı çıkış her yerde buyüyor. Başta işçi sınıfı olmak üzere halkın tüm katmanlarının içerisinde yaygınlaşan bu geniş karşı çıkışın başına geçmek, ilerici, devrimci, antiemperyalist güçler ve Marksist-Leninist parti ve örgütlerin acil görevidir. Bu görev, kemer sıkma politikaları ve onu dayatan hükümetlere ve AB’ye karşı kesintisiz mücadele etmek anlamına geliyor. Bu, işçi ve halkların AB’nin antidemokratik niteliğiyle politikalarının emperyalist karakterine ve halkların kendi geleceklerine karar verme hakkının reddine karşı özlem ve mücadelelerine destek vermek anlamına geliyor.

Gerici güçler, aşırı sağ, açıktan faşist olan grup ve partiler, kitleleri milliyetçilik, bölücülük ve yabancı düşmanlığının tehlikeli yoluna sokabilmek için bu hoşnutsuzluğu kullanmak istiyorlar. Onlara göre, düşman kapitalist sitem değil, halklar ya da “yabancılardır”. Bu gerici güçler, Avrupa seçimlerini kullanarak güçlenmek, milletvekili seçtirmek ve faaliyetlerini genişletmek için AB’nin mali olanaklarından faydalanmak istiyorlar.

Bu deklarasyonu imzalayan Marksist-Leninist parti ve örgütler olarak, AB’nin niteliğine ve politikalarına dair tahlillerimizi geliştirmeye devam edeceğiz ve bu seçimlerde kendi görüş ve tutumlarımızı tanıtacağız. Bu seçimler aynen Avrupa inşaasının görüntüsünü yansıtıyor, yani demokrasinin karikatürünü.

Kemer sıkma politikalarına, gerici ve savaşçı AB’ye karşı mücadele üzerinden seçimlere katılan güçlerin bulunduğu ülkelerde, bu güçlere oy verilmesi çağrısı yapıyoruz.

Bu olanağın olmadığı ülkelerde, seçim, sadece AB’yi destekleyen güçlerle AB’nin ne temellerini ne amaçlarını reddetmeyen, ama sadece kimi yönlerini eleştiren ve onun reforme edilebileceği fikrini yayan güçler arasında ise, biz, bu listelerin hiçbirini desteklemeyecek ve oy kullanmama yönünde aktif bir politika yürüteceğiz.

AB’den çıkmak için mücadele eden, halk desteğini alan ve geniş bir cephe temelinde listeler sunan ilerici güçlerin olduğu ülkelerde ise, bunları destekleme çağrısında bulunuyoruz. Halkların kendi kaderlerine karar verme hakkı adına, biz bu listeleri uluslararası boyutta daha da yaygınlaştıracağız. Her türlü şantajı, kitlelerin mücadelelerini görmezden gelmeyi ya da amaç ve hedeflerini çarpıtmanın her türlü girişimini teşhir ediyoruz.

Her koşulda, aşağıdaki mücadele hatlarını öne çıkartıyoruz:

Kahrolsun AB emperyalizmi!

AB’nin kemer sıkma politikası dursun!

Kemer sıkma ve gericiliğin AB’sine hayır!

Sosyal mücadelenin kriminalize edildiği Avrupa’ya hayır!

AB’nin savaş politikalarına hayır!

Transatlantik sözleşmeye hayır!

Avrupa Birleşik Devletleri projesine hayır!

Emperyalist Avrupa’ya hayır!

Halkların AB’den çıkma hakkı için

İşçilerin ve halkların dayanışmasına evet!

 

Marksist – Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı (CIPOML) Üyeleri Bölge Konferansı

Almanya, Nisan 2014

 

Konferansa katılan parti ve örgütler:

Almanya

İşçi Komünist Partisi – İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)

Danimarka

Danimarka İşçileri Komünist Partisi – APK

İspanya

İspanya Komünist Partisi – Marksist – Leninist (PCE-ML)

Fransa

Fransa İşçileri Komünist Partisi – PCOF

İtalya

Komünist Platform

Norveç

Revolution Marksist Leninist Grup

Türkiye

Emek Partisi (EMEP)

CIPOML 19. Genel Toplantı Sonuç Bildirgesi

Marksist-Leninist parti ve örgütlerin Uluslararası Konferans üyeleri, yoldaşca ve uluslararası dayanışma ortamında tahlil ve tecrübelerini paylaşma ve fikir alış-verişinde bulunmak üzere dünyanın merkezinde biraraya geldiler. Toplantıda, Marksist-Leninistlerin, devrimcilerin, antiemperyalist-antifaşist  mücadelecilerin, ezilen hakların ve gençlerin tarihsel rollerini yerine getirebilmelerine katkıda bulunacak kararlar alındı.

ULUSLARARASI DURUM:
DÖNEMİN TEMEL ÇELİŞKİLERİ KESKİNLEŞİYOR

Başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere kimi ülkeleri etki altına alan uluslararası ekonomik kriz ve diğer birçok ülkedeki ekonomik durgunluk, temel çelişkilerin (sermaye ile emek arasında, emperyalizm ile ezilen halk ve uluslar arasında, emperyalist güç ve tekeller arasında) keskinleştiğini gösteren en açık göstergedir. Söz konusu olan, geçen yüzyılda başlayan kapitalizmin genel krizinin derinleşmesi koşullarında gerçekleşen devresel krizdir.
Yanı sıra, bir yanda sosyalizm için mücadele eden devrimci proleterler ile diğer tarafta kapitalizm ve emperyalizmi savunan gericilik, liberalizm ve oportünizm arasında ideolojik ve politik kriz de derinleşiyor.
Başta sanayi üretiminde sıfır büyüme yaşayan ABD olmak üzere, emperyalist ülkeler ekonomik durgunluk içindeki ülkelerin başında geliyorlar. Japonya’da yeni ekonomik düşüşlere tanık oluyoruz. Başta Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda olmak üzere birçok Avrupa Birliği ülkesi, resesyon ile yüz yüze. Fransa, Belçika gibi diğer ülkeler ise bu tehdidin altındalar. Bujuva ekonomistleri bile bu ülkelerin ancak uzun yıllar sonra 2008 öncesi seviyesine gelebileceğini ve düzelme sürecini başlatabileceklerini belirtiyorlar.
Kapitalizmin lokomotifi olarak belirtilen ekonomiler, Çin, Hindistan, Rusya ekonomik yavaşlama süreci içerisindeler. Bu durum, hızlı gerileme yaşayan Brezilya’da daha belirgindir.
Latin Amerika’nın, Afrika’nın ve Asya’nın bağımlı ülkeleri, ham maddelerinin, doğal zenginliklerinin ve tarım ürünlerinin fiyatlarının yüksek olmasından dolayı krizin sonuçlarını daha düşük düzeyde yaşıyor. Bu ülkeler, henüz eşitsiz düzeylerde ekonomik gelişmelerini sürdürüyorlar.
Tekelci gruplar, emperyalist ülkeler ve bölgesel burjuvaziler, onların hükümetleri krizin yükünü emekçi kitlelerin, halkların ve gençliğin üzerine yıkıyor. Dünyanın tüm ülkelerinde üretkenliği arttırma adı altında işçi sınıfının sömürüsünün daha da yoğunlaştığını görüyoruz. Avrupa’da işçilerin toplu halde işten atılmaları, şantajlar kullanılarak ücretlerin düşürülmesi vb., isimleri farklı da olsa, tekellerin azami kârları için iş güvensizliğinin ve esnek çalışmanın artması olarak yaşanıyor.
Dünyanın göçmenleri bu politikanın mağdurlarıdır; yerli işçilerin düşmanları olarak sunuluyor ve işsizliğin artmasının sorumlusu olarak tanıtılıyorlar ve diğer taraftan, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla yüz yüze kalıyorlar. Oysa ki onlar kapitalistlerin azami kârlarını gerçekleştirebilmelerinin hizmetinde kullanılan ucuz emek gücüdürler.
Kırsal bölgede, tarım sektöründeki (agroalimonter) sanayi tekellerinin hizmetinde olan fiyat politikası ve serbest ticaret anlaşmalarından dolayı yaşam ve çalışma koşulları kötüleşiyor. Tarımsal sanayi pazarı, toprakta büyüyen tekelleşme ve tarımsal üretimin ticarileşmesinden dolayı hızlı bir şekilde gelişiyor. Bu, tarım işçilerinin aşırı sömürüsü ve ülkelerin ezici çoğunluğuna dayatılan emperyalist bağımlılığın temelini oluşturuyor.
Bundan gençlik de etkileniyor; çünkü kamu eğitimi, sermayenin hizmetinde ucuz emek gücü yaratan okullara dönüştürülüyor. Geniş gençlik kitleleri, üniversite diplomasına sahip olanlar da dahil olmak üzere, milyonlarcasıyla işsizlere katılıyorlar.
Diğer taraftan, dev mali ve sınaî tekeller kamu alanının yardımları ile desteklenmeye devam ediliyor; ama sosyal alan bütçeleri, kamu sağlığına, eğitime, konuta, sosyal güvenliğe ayrılmış ödenekler şiddetli bir şekilde azalıyor, kesiliyor. Emekli olabilmek için çalışma yılları sayısı artırılıyor; kimi ülkelerde ücretleri düşürme ve iş gününü arttırmaya kadar gidilebildi. Kriz o kadar derin ki, emperyalizm ve hükümetler emekçi kitlelere ve halklara karşı daha da kaba, şiddetli, soyguncu ve baskıcı politikalar uyguluyor.

SERMAYENİN POLİTİKALARI OTORİTERLEŞİP BASKICILAŞIYOR

Ekonomik krizle aynı zamanda burjuvazinin politik krizi, kurumlarının ve genel politikalarının, burjuva demokrasisi ve özel olarak da siyasi partilerinin gayrimeşrulaşması olarak yaşanıyor. Birçok ülkede seçimler esnasında oy kullanmama oranlarının yükselmesi, –reformist ve sosyal demokrat partiler de dahil olmak üzere– bujuvazinin geleneksel siyasi partilerine güvenin yitirilmesi bu gerçeğin bir yansımasıdır. Bu durum, birçok ülkede hayal kırıklığına, kitlelerin rahatsızlık duyması ve değişik alternatifler aramasına yol açıyor. Bu arayışa, “sol”, “demokratik sosyalizm”, “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altındaki burjuvazinin seçenekleriyle yanıt olunmaya çalışılıyor.
Bu durum, yeni gerici güçlere, kimi durumlarda faşist, köktenci ve popülist güçlere, demagoji aracılığıyla kendilerini halklar için alternatif değişimci/dönüştürücü güç olarak sunabilmelerine de alan yaratıyor.
Ulusal burjuva kurumlarının meşruluk yitirmelerine, IMF, DTÖ, NATO, AB, BM vb.. gibi kapitalizmin ve küreselleşmenin uluslararası kurumlarının prestij kaybetmelerini de eklemek gerekiyor.
Kitleler kendi çıkarlarını temsil eden partileri hala açıkça ayırt edemiyorlar. Bunun temel nedenlerinden birisi, emperyalizm ve burjuvazinin yürüttüğü ideolojik saldırıdır ki, bunlar, kitlelerin iktidar mücadelesinin gerekliliğine olan inançlarının azalması ve parti düşmanlığının benimsenmesini hedeflemekte ve böylelikle egemen grupların kitleleri manüpüle etmelerine olanak sağlamaktadır. Bunun başka bir nedeni ise, kitleler içerisinde oportünizmin ve revizyonizmin değişik biçimlerinin faliyette bulunması ve elbette ki devrimci solun zayıflıkları ve sınırlılıklarıdır.
Bu eğilimin başka bir yansıması, “ilerici” diye adlandırılan hükümetlerin özellikle de Latin Amerika’da gerilemesidir. Bunlar ideolojik ve politik sınırlılıklarını gösterdiler ve krizi yönetmedeki sorumlulukları, halkları olumsuz etkileyen önlemler almalarına ve sosyal mücadeleyi kriminalize etmelerine neden oldu.
Genel olarak otoritarizmde artış, burjuva iktidarı olarak devlet terörizminin gelişmesi, ulusal egemenlik ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkının reddi, kamusal ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal hak mücadelesinin kriminalizasyonu, halkların yıllar süren mücadeleler sonucu kazandıkları hak ve özgürlüklerinin aşamalı yok edilmesi sürecini yaşıyoruz.

DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMI İÇİN REKABET KESKİNLEŞİYOR
Emperyalizmin krizini çözmedeki acizliği ve halklar, emekçi kitleler tarafından üstlenilen dev fedakarlıklar başka çözümler aramayı zorunlu kılıyor. Bunlardan birisi, yeni emperyalist savaşlar hazırlamak ve askeri bütçeleri kayda değer oranda arttırmadır. Doğal kaynaklar açısından zengin ve jeostratejik bölgelerde bulunan Afganistan, Irak, Libya, Kongo, Mali vb. gibi ülkeler yeni emperyalist saldırıların hedefi oldular. Bu durum, emperyalistlerin teknoloji geliştirme ve krizden çıkabilmek için hız verdikleri doğal ve tarımsal ürünlerin üretimi açısından zengin olan Afrika’da özellikle de kendisini gösteriyor. Aynı durum, enerji kaynaklarının denetimi ve kullanımı açısından Ortadoğu için de geçerlidir.
Dünyanın bu bölgelerinde emperyalist devletler ve tekeller arasındaki çelişki ve rekabet herkesin gözleri önünde keskinleşiyor. Buralarda bir yanda ABD ve AB, diğer yanda Çin arasında büyük bir kutuplaşma eğilimi görünüyor. Rusya kendi çıkarları için kavgaya katılıyor ve yanı sıra BRİC ülkeleri de dünyanın paylaşımı bakımından yeni bir blok olarak gelişmekte olan ülkeler olarak tasarlanıyor.
Suriye’de tüm halkı içine çeken siyasi-askeri bir çatışma gelişiyor. Bu, gerici bir iç savaşa neden oldu ve emperyalist ve Siyonist bir müdahale yapabilmek için bahane oldu. Uluslarası kamuoyu, demokratik güçlerin teşhiri ve kimi hükümet ve sahsiyetlerin karşı çıkması geçici olarak bu müdahaleyi durdurabilmiştir. Bu saldırı savaşı için ABD, sadece Fransa, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye’yi etrafında toplayabildi. Belirtmek gerekir ki, bu savaşta, uzun yıllar boyunca onun koşulsuz müttefiki olmuş olan İngiliz emperyalizmi ABD’yi desteklemedi. Yanı sıra, Rusya’nın diplomatik ve askeri rolünün daha da aktifleştiği görüldü ve Suriye savaşı konusunda fiiliyatta ABD’nin yanı sıra, yabancı güçlere boyun eğmek zorunda bırakılan halk ve işçileri dışlayarak, hakem olmayı başardı. Halkların kendi kaderini tayin hakkı bir defa daha ayaklar altına alınmaktadır.
Ekonomik kriz ve emekçi kitlelerin yoğun sömürüsünün yanı sıra savaş ve emperyalist talan, milyonlarca insanın savaştan, şiddetten, yoksulluktan kaçarak daha iyi bir gelecek için zorunlu kitlesel göç etmelerine neden oluyor. Yalnız bu çabalar kapalı sınırlara çarpıyor ve göçmenlerin yüzlercesi geçerken can veriyor; eğer ulaşmak istedikleri yere ulaşabilirlirse, burada da acımasız bir baskı ve sömürüye maruz kalıyorlar. Bu göçmenler, kendi ülkelerinin talanının sorumlusu olan emperyalist güçler tarafindan aşağılanıyor ve kötü uygulamalara maruz kalıyorlar.
Suriye’deki olaylar, Afrika, Asya ve Ortadoğu’daki diğer olaylar ve Çin ekonomisinin büyümesi emperyalistler arası çelişkileri daha da keskinleştiriyor. Çin, agresif bir ihracat politikasıyla, bağımsız ülkelere yaptığı yatırımlarla, –ABD’nin en fazla alacaklısı olarak– Kuzey Amerika hazine bonosunu elinde bulundurmasıyla alan kazanmaktadır ve askeri aygıtını da geliştirmeye çalışmamktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinin stratejik bir bölge olarak önemli olduğunu ilan etmesi ve egemenliğini koruyabilmek için askeri gücünü buraya toplaması küçümsenmemesi gereken bir olaydır.

İŞÇİ, HALK VE GENÇLERİN YANITLARI ÖNEMLİ ORANDA GELİŞİYOR
Emperyalizm ve burjuvazi, krizin yükünü bütün ülkelerin (emperyalist ve bağımlı) emekçi halk ve gençlerin sırtına yüklüyor. Ancak halklar da sessiz kalmıyorlar. Mücadelelerini ve örgütlenmelerini geliştiriyorlar. Bu anlamı ile diğerlerinin yanı sıra Türkiye’nin, Brezilya’nın, Mısır’ın, Tunus’un, Portekiz’in, Kolombiya’nın, Yunanistan’ın, İtalya’nın ve İspanya’nın işçi sınıfı ve gençleri önemli mücadeleler sergiledi. Dünyanın birçok bölgesinde gençler ve halkın değişik kesimlerinin sistem karşıtı mücadeleleri, işçilerin ekonomik taleplerin ötesine geçen mücadelesine eklendi. Henüz devrimci bir eğilim içerisinde olmamalarına karşın, son aylarda hızlanan dev kitlesel gösteriler yeni bir durumu ortaya koyarak devlet kurumlarına karşı yöneldiler ve ilerici ve devrimci odakları güçlendirdiler. Nihayetinde, tüm ülkelerde halklar hoşnutsuzluklarını ifade ediyorlar ve ciddi sorunlarının çözülmesi için mücadele ve arayış içerisindeler.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da işçiler, halklar ve gençler diktatörlük ve zorbalığa karşı önemli mücadeleler yürütüyorlar. Tunus’ta, Mısır’da gericiliğin mücadeleyi yatıştırma ve devrimci yolundan çıkartmak için her türlü yola başvurmalarına karşın, emperyalizm ve gericiliğe karşı kitlelerin mücadelesi devam ediyor. Bunlar, fundamantalist İslamcı, darbeci eğilimlerin yanı sıra doğrudan askeri müdahaleler olarak kendisini gösterebiliyor.
CIPOML, hakları, sosyal ve ulusal kurtuluşları için mücadele eden işçilerin yanındadır. Mücadelelerinin olduğu yerlerde bulunma zorunluluğunu yerine getiriyor ve nihai hedeflerine ulaşabilmeleri için onlara destek oluyoruz. Özel olarak da Tunus halkının, kardeş partimizin ve Halk Cephesi’nin devrim ve halk iktidarı hedeflerine ulaşabilmek için yürüttüğü mücadeleye destek çıkıyoruz.

BUGÜNKÜ KOŞULLARDA KOMÜNİSTLERİN GÖREVLERİ
Sınıflar mücadelesinin karışık sularında şu sorulara cevap veren politika ve sorumlulukları belirleme görevimizdir: Emperyalizmi, burjuvazi ve gericiliği yenebilecek sosyal sınıf hangisidir ? Büyük ve küçük mücadele dalgalarını kim yönetecek ? Emekçiler can çekişen bu sistemin yerine hangi toplumu istiyorlar?
Bu sorulara cevap verebilmek için, işçi sınıfın öncü gücü olarak Komünist Partisini güçlendirme, geliştirme ve inşa etmek zorundayız, onun kitlelerin örgütlü ya da kendiliğinden mücadelesine derin ve kalıcı olarak nüfus etmesini sağlamalıyız. Bu mücadeleleri, sosyal devrimin gerçekleşmesi için birleştirmeye ve yönlendirmeye çalışmalıyız.
Her somut duruma tekabül eden mücadele ve örgütlenmeleri değerlendirerek sömürülen ve ezilen kitlelerin her alandaki mücadele ve örgütlenmelerini güçlendirmeyi kendimize hedef olarak koyuyoruz. İşçi sınıfı ve köylülerin, kapitalist ya da kapitalizm öncesi çesitli biçimler altında sömürülenlerin, işçi sınıfı ve partisinin öncülüğünde birleşmesini teşvik etmek temel bir öneme sahiptir. Bizler, en önemli çabalarımızı halk cephesi sorununun aydınlatılmasına yöneltiyor ve her somut durumda uygun koşullarda bu cephenin oluşturulması için mücadele edilmesinin zorunluluğuna vurgu yapıyoruz. Sosyal ve politik mücadeleye aktif katılan gençlik içinde çalışmaya özel bir önem atfetmeli ve ona devrimci bir eğilim verebilmek için yoğun bir çaba içerisinde bulunmalıyız. Aynı şeyi, işlerinden atılan ve güvensiz koşullarda çalışmak zorunda bırakıldığından dolayı büyük acılar yaşayan ve büyük devrimci potansiyel taşıyan, insanlığın yarısını oluşturan emekçi kadınlar ve halk kitleleri için de söyleyebiliriz.
Emekçi kadınlar ve halk kitleleri içerisinde çalışma ve kendi talepleri etrafında örgütlenen demokratik, antiemperyalist, devrimci kitlesel bir hareket oluşturma zorunluluğu tartışmasızdır.
Şu an çabalarımız, emperyalizm ve gericiliğe karşı geniş kesimleri birleştirme ve mücadeleye seferber etmenin zorunlu bir aracı olarak halk cepheleri kurma ve güçlendirmeye yöneliktir. Bu cephe veya ittifaklar sorunu, işçi sınıfı ve emekçi halkların çıkarlarını savunacak bir program birliği temelinde somutlaşacaktır.
Marksizm-Leninizmin öğretileri ve partilerimizin pratiği, ilkelerden taviz vermeden, taktiklerde esnek olarak, her türlü sektarizme, sağ ve sol sapmalara karşı mücadele edilmesi gerektiğini öğretiyor.
Görevleri yerine getirirken, emperyalizme, burjuvazi ve işbirlikçilerin tavır ve pratiklerine, revizyonizme, reformizme ve sosyal devrim ile demokratik-halkçı devrimin amaçlarını karıştıran, kitlelerin devrim yolundan uzaklaşmasına neden olan her türlü akıma karşı ideolojik ve politik mücadele de yürütmek zorundayız.
Sol, sosyal devrim, sosyalizm ve komünizmin ne anlama geldiğini açıklayan büyük bir mücadele tertiplemeliyiz. Biz, komünistlerin, değişik gerçeklikler içerisinde önerdiklerimizi yaygınlaştırmak ve kapitalizmin ve temsilcilerinin işçilere neler vaad ettikleri ile karşılaştırmak ve özel olarak da bir yüz yıllık sosyal ve demokratik kazanımları nasıl yok etmeye çalıştıklarını göstermek zorundayız.
2014’de CIPOML 20. yılını kutlayacak. 1994 yılında, uluslararası komünist hareket, birliğinin güçlenmesine yönelik olarak, Marksizm-Leninizmi savunarak, işçi ve emekçilerin emperyalizmi, kapitalizmi yıkmak, sosyalizm ve tam özgürlükler ve halkların kurtuluşu toplumu olan komünizmi kurabilmek için maddi bir güç oluşturmaları için sorumluluk üstlendiğini tüm dünyaya ilan etti.
CIPOML rolünü kararlılıkla yerine getiriyor ve hala yetersiz de olsa önemli başarılar elde ediyor. Bugün, işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve tüm dünyanın ezilen halklarının mücadelesinin enternasyonalist devrimci yönetimini güçlendirme ve genişletme kararlılığımızı tekrar ilan ediyoruz.
Ekvator, Ekim 2013

Güncel uluslararası durum üzerine*

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML)’nın son oturumu, kısa bir süre önce İspanya’da toplandı. Konferans’a, aralarında Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin de bulunduğu, değişik kıtalardan 17 parti ve örgüt katıldı.
Konferans’ın bu seferki oturumunda, son bir yılda uluslararası planda meydana gelen olaylar, gelişmeler ele alındı. Doğal olarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde yaşanan politik devrimler ve halk ile gençlik ayaklanmalarının dersleri üzerinde yoğun olarak duruldu. Emperyalizmin on yıllardır yağmalayıp yoksulluğa mahkum ettiği ve diktatörlük rejimlerini zorbalıkla ayakta tuttuğu bu ülkelerdeki gelişmelerin, dünya çapında işçi ve emekçi hareketindeki yeni bir canlanmanın belirtisi olduğuna vurgu yapıldı. Kaldı ki, bu canlanma eğiliminin tek belirtisi, Arap ülkelerinde yaşananlar da değildi. Başta Avrupa’nın merkezindeki ileri kapitalist ülkeler olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde önemli işçi hareketleri, emekçi halk hareketleri yaşandı. Yunanistan gibi, son bir sene içerisinde onlarca genel greve tanık olan ülkelerin yanı sıra, yakın tarihindeki en kitlesel gösterileri gerçekleştiren birçok ülke var. Portekiz, İrlanda, İspanya, İtalya gibi mali oligarşinin yakın dönemdeki hedef tahtasında bulunan ülkelerin emekçileri, kolayca teslim olmayacaklarını eylemleriyle kanıtlıyorlar.
Partiler Konferansı, tüm bu gelişmeleri, anlamlarını, muhtemel gelişme yönünü ve bunun partilere yüklediği görevleri tartıştı.
Konferans’ın dikkatle tahlil ettiği bir başka konu ise, kapitalist dünya ekonomisinin durumu, gelişimi ve muhtemel eğilimler oldu. Derin bir yarılma anlamına gelen 2008 Krizi’nden sonra, kapitalist dünya ekonomisinin 2009 yılının ortalarından itibaren nispi bir canlanma ve yeniden toparlanma sürecine girdiği, iki yıl kadar devam eden bu süreç sayesinde temel verilerin kriz öncesi döneme yakınlaştığı tespit edildi. Ancak bu yılın ortalarından itibaren başlayan yeni durgunluk sürecinin nereye doğru evrileceğinin önem taşıdığı ve dikkatle izlenmesi gerektiği vurgulandı.
İspanya’daki Marksist Leninist Partiler Konferansı’nın ele aldığı başka önemli bir gündem maddesi ise, “Sendikaların durumu, partilerimizin işçi sınıfı ve sendikalar içerisindeki çalışması” konusu idi. Çeşitli ülkelerdeki somut durumla ilgili yararlı verilerin sunulduğu, tartışmaların yapıldığı bu bölümde, sendikaların uluslararası plandaki durumu ve sorunları ele alındı. İşçilerin patrona ve kapitalizme karşı mücadele merkezi olarak kurulan sendikaların, işçi aristokrasisi elinde nasıl etkisiz araçlara dönüştürüldüğü, örnekleriyle ortaya kondu. İşçi sınıfının mücadeleci kesimleri içerisinde “nasıl bir sendikaya ihtiyaç duyulduğu” konusunda tartışmaların örgütlenmesi, işçilerin kendi örgütlerine sahip çıkmalarının teşvik edilmesine vurgu yapıldı.
Konferans’ta bir dizi başka pratik konu da ele alınıp tartışıldı ve kararlar alındı.
Konferans sonunda yayınlanan ortak açıklamada ise, işçi ve emekçilere mücadele ve dayanışma çağrısı yapıldı. Marksist Leninist partilerin, hareketin her zaman içerisinde ve başında olma kararlığıyla hareket edecekleri bir kez daha ilan edildi.

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’na katılan örgütler:
Almanya ML Parti İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)
Arnavutluk Komünist Partisi
Brezilya Devrimci Komünist Partisi
Danimarka Komünist İşçi Partisi
Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi
Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi
Fas Demokratik Yol Örgütü
Fransa Komünist İşçi Partisi
İtalya Komünist Platform
İran Emek Partisi (Tufan)
İspanya Komünist Partisi ML
Meksika Komünist Partisi ML
Tunus Komünist İşçi Partisi
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Venezuela Komünist Partisi ML
Volta Devrimci Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Parti Yeniden İnşa Örgütü (1918-1955)

Açıktır ki, son bir yıl içerisindeki olayları değerlendirirken altı çizilmesi gereken en önemli gelişme, başta Tunus ve Mısır olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve halk hareketleridir. İşsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk, on yıllardır emperyalizme sırtını yaslamış otokratik yönetimlerin cenderesi altında öfkesi ve tepkisi birikmiş Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri, sözkonusu halk hareketlerinin ortak temeli idi. Özellikle Tunus ve Mısır’da, kitleler haftalarca sokakları işgal etti, yüz binler ve milyonlar halinde alanlara aktı. Hareket, çok geniş emekçi ve halk katmanlarını, gençlik kesimlerini içine alan bir karakter taşıdı. İşşizler, değişik emekçi katmanları, diktatörlüklere karşı demokrasi ve özgürlük talep edenler, bu hareketlerin bileşenleri oldular. İrili-ufaklı gösteri ve protestoların, halk isyanlarının patlak verdiği ve gerçekleştiği Arap ülkelerinin bütününde, gençlik özel bir yer tuttu ve önemli bir rol oynadı. Özellikle işsiz gençlik yığınları, gösterilerin ateşleyicisi oldu.
Değişik çevrelerce de ifade edildiği üzere, Arap halk hareketleri ve isyanlarında “birinci raund” bitti. Ayağa kalkan halkların köklü değişim istemi ve ekonomik, sosyal ve siyasal özgürlük talepleri ile ortaya çıkan sonucun örtüşmediği biliniyor. Buna karşın, Tunus ve Mısır’da ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümündeki rejimler, tasfiye olmasalar da, halk isyanları sonucunda büyük darbeler aldılar. Ve şimdi, halk isyanlarına hazırlıksız yakalanan ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin yol göstericiliği ve desteğinde, gedikler kapatılmaya, diktatörlükler Bin Ali’siz ve Mübareksiz yeniden reorganize edilerek sürdürülmeye çalışılıyor. Sözde yeni “İslami terör tehlikesine karşı” Tunus ve Mısır’a “yardımcı olma vb.” görüntüsü altında, emperyalistlerin, bölgedeki halk hareketlerini kontrol altına almak ve çıkarlarını, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek ve güvenceye almak için girişimleri yoğunlaşmaktadır. Ancak, onların bu girişimleri; yeniden paylaşım mücadelelerini gündeme getirip, aralarındaki çelişkileri derinleştirerek ilerlemektedir.
Şurası açıktır; kısmi bazı tavizlerle diktatörlüklerin Bin Ali’siz ve Mübareksiz yürütülmeye çalışılması o kadar kolay değildir ve olmayacaktır. Her şeyden önce, halkların ayağa kalkmasına yol açan talepler büyük ölçüde karşılanmış değil. Yanı sıra, hareket geriye çekilmiş olsa da, sönmüş (kitleler sokaklardan tümüyle çekilmiş) değil. Tunus’daki halk isyanında örgütlü güç olarak çok önemli bir rol oynayan kardeş partimiz, halkın taleplerini canlı tutma, hareketi tabandan yeniden örgütleme ve en geniş kesimleri emekçi halkın ortak talepleri etrafında birleştirme yönündeki çabalarını sürdürüyor. Bölgenin değişik ülkelerinde, belli bir beklenti içerisine sokulan emekçi kitlelerin hareketindeki durgunluğun yerini yeniden bir canlanmaya bırakmaya başladığına dair işaretler mevcut. Yemen, Bahreyn, Ürdün, Cezayir, Fas vb. gibi değişik ülkelerdeki irili-ufaklı gösterilerin yanı sıra, özellikle ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli dayanaklarından biri konumunda olan Mısır’da, önceki gösteriler sırasında halka sempatik gözükmeye çalışan ve ardından “istikrar ve düzeni” sağlamak üzere devreye giren ordunun güdümündeki yönetime karşı “defol” sloganları ile yüz binlerin ve milyonluk kitlelerin yeniden sokağa döküldüğüne şahit olunuyor.
Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini önümüzdeki dönemde daha net bir şekilde göreceğiz. Ancak daha bugünden birçok şeyin artık eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı açıktır. Herşeyden önce halk kendi gücünü görmüştür. Bilinen sübjektif faktördeki zayıflıklar nedeni ile bugün açısından sonucuna götürülmüş olunmasa da, Bin Ali ve Mübarek örnekleri, birleşmiş ve ayağa kalkmış kitleler karşısında, sırtlarını emperyalizme yaslamış ve çok güçlü gibi gözüken diktatörlüklerin ne kadar kof olduğu bir kez daha görülmüş/gösterilmiştir. Yıllardır, hep “İslam-terör” bağlantısı içerisinde dünyaya resmedilen bu bölge, bu kez iş ve diğer ekonomik sosyal ve demokrasi ve özgürlük gibi siyasal talepleri ile ayağa kalkan halklar olarak, dünya halklarının gündemine oturmuştur. Daha öncesinde değişik ülkelerde ortaya çıkmış işçi ve kitle hareketlerinin yanı sıra, Arap halklarının başkaldırıları ile, dünya ölçeğinde işçi ve halk hareketlerinin, öfke patlamaları ve halk isyanlarını da içinde taşımak üzere, yeni bir dönemece girmekte olduğunun altı bir kez daha çizilmiştir. Ve ama aynı şekilde bu durum, başta işçi sınıfının güçlü devrimci partileri olmak üzere, sübjektif faktördeki zayıflığı/zayıflıkları da daha çarpıcı hale getirmiştir, getirmektedir.
ABD ve Batılı emperyalistler, bir yandan yaslandıkları diktatörlükleri yeniden reorganize etmeye çalışırken, yanı sıra da, bölgede oluşmuş genel atmosferi ve dünya halklarının diktatörlüklere karşı ayağa kalkmış halklara gösterdiği sempatiyi, “insan hakları, özgürlük ve demokrasi” adına, Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi, bölgede kendisi açısından sorun olarak gördüğü ülkeleri karıştırmak, askeri müdahalede bulunmak ya da bunun koşullarını hazırlamak üzere değerlendirdi. “Demokrasi ve özgürlük” adına, (içeriği güç ilişkileri tarafından doldurulan ve gerçekte bir anlam ifade etmeyen) “uluslararası hukuk kuralları” da hiçe sayılarak, aylardır Kaddafi’nin kontrolünde olan bölgeleri asker-sivil ayrımı yapmaksızın bombalayan Batılı emperyalist güçler, büyük ölçüde emellerine nail olmuş gözüküyorlar. Ve bilinen tekrarlanıyor: “Özgürlük ve demokrasi sevdasına” yağdırılan bombaların eşliğinde, petrol ve doğalgaz rezervleri üzerinde hangi emperyalist gücün payının ne kadar olacağının kapışması yaşanıyor.
Kaddafi yönetiminin, savunulacak/desteklenecek bir yanı olmayan gerici bir diktatörlük olduğunu biliyoruz. Bazı “sol” çevreler, buradan hareketle, açıktan emperyalistlerin müdahalesini desteklemeseler dahi, “Kaddafi karşıtı” hareketle, Arap halklarının öfke patlamaları ve ayaklanmaları arasında paralellikler kurmaya çalışıyorlar. Aslında çeşitli liberal çevrelerin “demokrasi ve özgürlük” adına emperyalistlerin askeri müdahalelerini açıktan alkışlamalarını, bunlar, “utangaç” ve biraz daha üstü örtülü bir tarzda yapıyorlar.
Yaşanan gelişmeler, halkın hoşnutsuzluğunun ve demokrasi, özgürlük isteminin, emperyalistler tarafından bu ülkenin kaynaklarını yağmalamak için nasıl istismar edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Libya halkının Kaddafi yönetimine olan tepkisini anlamakla, olanı desteklemenin birbiriyle hiçbir bağlantısının olmadığını vurgulamalıyız. Özgürlük ve demokrasi bir yana, önümüzdeki dönemin Libya halkı açısından daha fazla acı, yoksulluk anlamına geleceğinin; ülkenin tam bir kaos ve gerici iç savaşların girdabına sürükleneceğinin örnekleri mevcuttur.
Libya’da uygulanan senaryo, farklı bir biçimde Suriye’de de deneniyor. Suriye, tüm bölge, özellikle İran ve Lübnan’daki gelişmeler açısından da önem taşıyor. Suriye’de emperyalistlerin öngördüğü bir değişimin gerçekleşmesi halinde, İran ve yanı sıra Lübnan Hizbullah’ı, Suriye gibi bir müttefikini kaybedecek ve İran’ın Lübnan Hizbullah’ına lojistik destek sağlama olanakları önemli ölçüde sınırlanacaktır. ABD ve diğer Batılı emperyalistler, bir yandan İran’ı sürekli tehdit altında tutarken, yanı sıra da onu yalnızlaştırma taktiği izliyor. Hamas’ı, İran ve müttefiklerinden koparma amaçlı plan adım adım uygulanmakta, başta ABD olmak üzere emperyalistler, Müslüman halklar arasındaki mezhep farklılıklarını da kullanarak, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Suriye ve Lübnan, başka şeylerin yanı sıra, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz yataklarının paylaşımı, Filistin sorununun emperyalistlerin tercihleri doğrultusunda çözümü ve İsrail açısından da önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz; yeniden paylaşım mücadelelerinin bölgenin belli başlı ülkeleri arasında yer alan Mısır, İsrail ve Türkiye’yi de girdabına çekerek şiddetlendiği ve Ege’ye doğru genişleyebilecek kriz merkezlerinden biri haline geliyor.

İŞÇİ, EMEKÇİ VE GENÇLİK HAREKETİNDE YENİ BİR CANLANMA VE YAYGINLAŞMA BELİRTİLERİ
Son bir yıl içerisinde dünya ölçeğinde kitle hareketleri değerlendirildiğinde, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin özel olarak altı çizilmesi gerekirken, vurgulanması gerekenin bundan ibaret olmadığı da açıktır. İşçi ve yığın hareketinde bir yaygınlaşma ve kitleselleşmenin, kendine özgü ayırdedici özellikleri olmakla birlikte, sadece Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’ya ait bir gelişme olmadığı biliniyor. Özellikle 2010’un sonundan başlayarak, dünyanın birçok bölgesinde, işçi ve emekçi hareketinde, gençlik hareketinde bir canlanma ve yaygınlaşma görülüyor. Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın yanı sıra, İsrail’den son bir yıl içerisinde sayısız genel grevin ve kitlesel gösterinin gerçekleştiği Yunanistan’a, İngiltere, İspanya ve İtalya’ya, buradan Kolombiya ve Şili’ye kadar yüz binlerin, milyonların katıldığı kitlesel gösteriler, genel grevler, değişik biçimlerde kitlesel protesto eylemleri gerçekleşti. Bunların birçoğu, gerçekleştiği ülkelerde uzun yılların en kitlesel grevleri/gösterileri olma özelliği taşıyorlar.
Yaklaşık son bir yıl içerisinde, Arap ülkelerinden İsrail’e, Afrika, Avrupa ve Amerika’ya kadar birçok bölge ve kıtadaki gelişmelere bir göz atıldığında, gençlik hareketinde bir canlanmanın, gençliğin ayağa kalkışının uluslararası bir eğilim kazanmakta olduğuna özel olarak işaret etmekte yarar var. Bazı ülkelerdeki gençlik gösterileri, haftalarca/aylarca kesintisiz bir biçimde sürdü. Ki, (yazı kaleme alındığı dönemde) Şili’deki gösteriler sürmeye devam ediyordu. Ülkelere göre, öğrenci ya da işsiz, yoksul ve öğrenci gençliğin ortak eylemleri olarak gerçekleşen gençlik hareketleri; Arap ülkelerinde olduğu gibi, halk hareketlerinin doğrudan bir parçası ve ateşleyicisi oldu; Şili örneğinde ise, işçi grevleriyle birleşti. Değişik ülkelerdeki gençlik eylemleri birbirinden etkileniyor, birbirini izliyor ve birbiriyle dayanışıyor..
Bazı ülkelerde demokratik ve siyasal özellikteki taleplerin yanı sıra, hemen tüm ülkelerde, işsizlik, yoksulluk, ekonomik, sosyal ya da eğitim alanındaki saldırılar kitle hareketlerinin ve gençlik eylemlerinin esas ateşleyicisi oldular. Krizin derinleştiği, kitle hareketinin geliştiği borç kıskacındaki Yunanistan gibi ülkelerde; tüm iç ve dış borç ödemelerinin derhal durdurulması, tüm sermaye hareketlerinin devlet denetimine alınması, bankalara el koyulması, yurt-dışına para kaçıran tüm kapitalistlerin ve işletmelerin mal varlıklarına el koyulması gibi günlük-kısmi talepleri aşan yeni talepler gündeme gelmiş; IMF, Dünya Bankası, AB, Euro para birliği gibi emperyalist kuruluşlardan çıkılması gibi taleplerin ajitasyonu özel bir önem kazanmıştır. Kitle ve gençlik hareketlerinin canlanması ve yaygınlaşmasında, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda birikmiş sorunların yanı sıra, 2008-2009 Krizi’nin yüklerinin işçi ve emekçilerin ve halkların sırtına vurulmasının sonuçlarının hissedilir hale gelmesinin özel bir rol oynadığını özel olarak belirtmeliyiz.
Önümüzdeki dönemde uluslararası ölçekte hareketin nasıl ve ne yönde bir seyir izleyeceğine ilişkin bugünden kesin şeyler söylemek tabii ki mümkün değil. Ancak, genelde kitle ve özelde de gençlik hareketinde gözlemlenen canlanma ve yaygınlaşma eğiliminin gelip-geçici olmadığını, önümüzdeki dönemde de devam edeceğini söyleyebiliriz ve söylemeliyiz de! Önümüzdeki dönemde, geride bıraktığımız süreçte Arap ülkelerinde yaşananlara benzer öfke patlamaları, halk isyanları da sürpriz olmayacaktır.
Bunları söylerken, başlıca şu iki faktörden hareket ediyoruz: Birincisi; farklı ülkelerde farklı düzeylerde olmakla birlikte, özellikle son yılların çalışma ve yaşam koşulları gittikçe kötüleşen emekçi kitleler içerisinde biriktirdiği sorunlar ve tepkidir. İkincisi; 2008’de patlak veren krizin ardından kapitalist dünya ekonomisi, 2009’un ikinci yarısından 2011’in ortalarına kadar olan dönemde bir toparlanma ve nisbi bir canlanma içerisine girmesine karşın, işçi ve emekçi yığınların çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmeye devam etmiştir. Ekonomik, sosyal ve hayatın hemen bütün alanlarında saldırılar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmüştür ve sürmektedir.
Yanı sıra, yaklaşık iki yıl kadar süren, ancak gelişmiş kapitalist ülkeler açısından sanayi üretiminin kriz öncesi düzeye bile çıkamadığı bir canlanma sürecinin ardından, kapitalist dünya ekonomisinin, bu canlanma ve büyüme sürecini de sürdüremiyeceğini gösteren ciddi emareler ortaya çıkmaya başlamıştır.

KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİNİN DURUMU VE GELİŞME SEYRİ
Bu yılın ilk 7 ayındaki büyüme hızı önceki yıla göre düşmesine karşın, toplam dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi, kriz öncesi düzeyi aştı. 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, kriz öncesi en yüksek düzeyi 134,7 olan toplam dünya sanayi üretimi, bu yılın Nisan ayındaki hafif bir düşüşün ardından, Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında da artarak, 143,1 düzeyine çıktı. Aynı şekilde, 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, 2008 yılı başlarında en yüksek düzeyi 161 olan dünya ticaret hacmi, bu yılın 5. ayında 166 düzeyine ulaştı. Haziran ayında ise yaklaşık 3 puanlık bir düşüşle 162,8‘e gerileyen dünya ticaret hacmi, Temmuz ayında tekrar yükselerek 164,2 düzeyine çıktı. Ancak Mayıs ayındaki en yüksek düzeyin altında kaldı.
Dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi 2009 yılının ortalarından itibaren artarak kriz öncesinin en yüksek düzeyini geçmesine karşın, bu yılın Temmuz ayına ilişkin veriler; ABD, Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin de aralarında yer aldığı birçok ülkede, sanayi üretiminin, kriz öncesi döneme yaklaşmakla birlikte altında kaldığını göstermektedir. Sanayi üretim düzeyi, 2000 yılı için 100 olarak baz alındığında; krizin patladığı 2008 yılının başlarında üretimdeki zirve, ABD’de 109, Japonya’da 110, Euro bölgesinde 114,7, Asya’da 237, Afrika ve Ortadoğu’da 119,4 ve Latin Amerika’da 130,5 civarında olmuştur. Yine 2000 yılı 100 olarak alındığında, sanayi üretimi; bu yılın Temmuz ayında ABD’de 102, Japonya’da 94,7 (2. ayında ise 99,7), Euro bölgesinde 108,4, Asya’da 317,4, Afrika ve Ortadoğu’da 114,3 (2. ayında 114,8) ve Latin Amerika’da 132,8 (3. ayında 133,9) civarında gerçekleşmiştir.
Veriler; 2009 yılı ortalarından bu yılın ortalarına kadar olan iki yıllık sürede dünya sanayi üretiminin, dünya ticaret hacminden daha hızlı büyüdüğünü ve bu büyümenin ülkeler ve bölgelere göre eşit olmayan bir biçimde gerçekleştiğini, belli başlı emperyalist güçler arasındaki güçler ilişkisindeki değişimin son iki yılda da devam ettiğini göstermektedir. Verilerin ortaya serdiği bir başka gerçek de, dünya ölçeğinde sanayi üretimi artış hızının düşmesi ve istikrarsız gelişiminin belirginleşmesidir.
Hem üretim araçları üreten sektörde ve hem de genelde sanayi üretiminin büyüme hızında bir düşüş görülüyor. “UNIDO” verilerine göre, sanayileşmiş ülkelerde (bununla gelişmiş Batılı kapitalist ülkeler kastediliyor), bu yılın ilk çeyreğinde imalat sanayi, bir önceki çeyreğe göre, büyümek bir yana, %-0,15 oranında küçüldü. Bu, AB ve Euro bölgesinde daha belirgin. Bu yılın ikinci çeyreğinde ekonomik büyüme (GSYİH) Almanya’da ancak 0,1, AB ortalamasında ise 0,2 oranında gerçekleşti. Siparişler, AB’nin yanı sıra, ABD, Japonya ve Çin’de de geriliyor.
Mali piyasalardaki dalgalanma ve sarsıntı, Brezilya Maliye Bakanı’nın deyimi ile “kur savaşları” ve aynı şekilde yaygınlaşarak derinleşeceği görülen borç krizleri biliniyor. Birbirini izleyen zirvelerin, görüşmelerin değişmez ana konularından birini bu oluşturuyor.
2008 Krizi ile birlikte, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, dünya ölçeğinde, iflasın eşiğindeki bankaları ve şirketleri kurtarmanın yanı sıra, siparişleri ve ekonomik canlanmayı sağlamaya dönük, değeri trilyonlarla hesaplanan büyük kalkınma (konjonktür) programları hazırlandığı biliniyor. Hemen bütün olanaklar harekete geçirilip, tüm kaynaklar kullanılarak oluşturulan sözkonusu fonların-paketlerin, siparişlerdeki artışa ve son iki yıldaki canlanmaya yol açan faktörlerden biri olduğu, krizin kontrol altına alınmasında çok büyük bir rol oynadığı ortadadır.
Ama bu, aynı zamanda, devlet borçlarının da devasa büyümesini ve bilinen bugünkü borç krizlerini beraberinde getirdi. Ve şimdi daha da büyümüş devlet borçları ve borç krizleri, mali piyasaları ve genel olarak ekonomileri olumsuz yönde etkileyen bir faktör olarak, tersinden bir rol oynuyor.
14 trilyonla dünyanın en borçlu devleti konumundaki ABD, borçlanma limitini yükselterek, “iflasını” şimdilik ertelemiş görünüyor. AB’de ise, uzun bir süredir borç krizi gündemden düşmüyor. Borç krizi, aynı zamanda Euro krizi olarak tartışılıyor ve Euro Birliği ve dolayısıyla da AB’nin geleceğini tehdit eden bir özellik taşıyor.
Portekiz’den İrlanda ve Yunanistan’a, İspanya’dan İtalya’ya kadar birbiri ardından borç krizine sürüklenen ülkeleri “kurtarmak” üzere, “kurtarma fonları” oluşturuluyor, “Avrupa Ekonomi Hükümeti” kurulması, bütün AB ülkeleri anayasalarına “borç sınırlaması-limiti” konması, “Eurobonds” (Euro ülkelerinin ortak devlet tahvilleri) uygulamasına geçilmesi türünden öneriler-tartışmalar birbirini izliyor.
Hem bir “iç pazar” ve hem de “Birlik” olarak AB’nin, Alman emperyalizmi açısından, dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesinde etkili olabilmek için stratejik bir “üs” anlamını taşıdığı biliniyor. Özellikle bu nedenle, başta Almanya ve yanı sıra da Fransa, Euro Birliği’nin ve AB’nin dağılmasının önüne geçmek üzere, hararetli bir biçimde Euro krizinden çıkış yolları arıyorlar. Anayasalara “borç sınırlaması” konması talebi ile, devlet borçlanmalarını frenlemenin yanı sıra, “kriz programları”nın, bir başka deyişle işçi ve emekçilere yönelik saldırı programlarının hayata geçirilmesinin AB üzerinden kontrol ve güvence altına alınması hedefleniyor. “AB Ekonomik Hükümeti” önerisi ise, zayıf ülkelerin egemenlik haklarının Almanya, Fransa gibi güçlü emperyalist ülkeler ve mali sermaye çevreleri lehine ortadan kaldırılmasından öte bir anlama gelmiyor.
AB’de borç krizi içindeki ülke ekonomilerinin aynı zamanda ya bir durgunluk veya daralma içinde bulundukları ise, vurgulanması gereken bir başka noktadır. Yunanistan’ın GSYİH’ı yaklaşık üç yıldır geriliyor. 2011’in ilk çeyreğinde %8,1 oranında olan gerileme, ikinci çeyrekte %6,9 olarak gerçekleşti. İtalya ekonomisindeki büyüme 2010’un son çeyreği ile 2011’in ilk çeyreğinde sadece %0,1 oranında gerçekleşebildi. İtalyan sanayi üretimi halen, kriz öncesinin en yüksek düzeyinin %15 altında bulunuyor. Bir başka ifade ile, borç krizleri ekonomideki durgunluğu tetikleyen faktörlerden biri olurken, ekonomideki durgunluk da borç krizlerinin aşılmasını daha zorlaştıran bir rol oynuyor. İleri kapitalist ülkeler başta olmak üzere kapitalist dünyanın, dünya kapitalist ekonomisinin gelişme sürecine müdahale olanakları düne göre çok daha sınırlanmış durumda.
Herşeyden önce, sırtlarına bindirilen yeni yüklerle birlikte işçi ve emekçi yığınların alım güçleri sürekli bir düşüş içerisinde, işsizlik-yoksulluk giderek yaygınlaşıyor. Borç krizinin gündemde olduğu ülkelerde daha büyük çaplı olmak üzere, dünya ölçeğinde hemen tüm ülkelerde kapsamlı yeni “tasarruf” paketleri açılıyor ya da açıklanıyor. Dünya ölçeğinde, sadece 13 tekelin 300 bin civarında işçiyi ve çalışanını sokağa atmayı planladığı açıklanıyor. Yığınların alım gücünün düşüyor olmasının, iç pazarı daraltan ve dünya ekonomisinin durgunluğa doğru evrilmesini tetikleyen faktörlerden biri olduğu ve olacağı açıktır.
Diğer yandan, 2008 Krizi sonrasında olduğu gibi, kapitalist dünyanın, bir süre için de olsa, siparişlerin ve ekonomik büyümenin sürükleyicisi olabilecek büyük çaplı fonlar ya da çeşitli “konjonktür paketleri” ile piyasaya müdahale olanakları da önemli ölçüde tükenmiş durumda. Ki, 2008 Krizi ile birlikte kapitalizmin tarihinde görülmemiş büyüklükteki mali müdahalelerin bugün başlarına bela olduğu ve ekonomik büyümedeki düşüşe paralel olarak bunun sonuçlarının önümüzdeki dönemde daha da ağırlaşmış bir sorun olarak kapitalist ülkelerin ve hükümetlerinin karşılarına dikileceği beklenmedik bir gelişme değildir.
Önümüzdeki dönemde; dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in de artık 2008-2009 Krizi’nde ve sonrasında olduğu gibi, sürükleyici bir rol oynayabilme olasılığı oldukça zayıf görünüyor. Çin, 2008 kriz koşullarında, aynı zamanda piyasaya sunduğu ucuz krediler, çeşitli konjonktür programları ile hızından fazla bir şey kaybetmeden ekonomik büyümesini sürdürebilmiş ve hem de, kriz içerisindeki diğer büyük emperyalist ülke ekonomilerinin ve genelde de kapitalist dünya ekonomisinin yeniden toparlanması ve nispi bir canlanma içerisine girmesinde önemli bir rol oynamıştı. Ancak bunun faturası, bugün yüksek enflasyon, emlak sektöründe büyük bir şişkinlik ve “görünmeyen”(yerel düzeylerdeki) yüksek borçlar olarak Çin’in önüne çıkmış durumda. Bu faktörler, Çin’in, önceden olduğu çapta piyasalara müdahale etmesini olanaklı kılmayacaktır.
Kapitalist-emperyalist dünya tablosundaki tüm veriler; önümüzdeki süreçte kapitalist dünya ekonomisinin, son iki yıldaki canlanmayı da sürdüremeyeceğine, tüm çelişki ve çatışmaların derinleşeceğine; daha kapsamlı ve çok yönlü saldırılarla yüz yüze olan işçi, halk ve gençlik yığınlarının, sorunları, gelecek güvensizliği, umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu gibi, öfkesi ve tepkisi de derinleşmiş olarak mücadelesinin yaygınlaşıp yükseleceğine işaret ediyor.
Söz konusu gelişmeler ve özellikle de işçi, halk ve gençlik hareketindeki yükselişin, haliyle farklı ülkelerde kendine has farklı özellikler taşısa ve farklı boyutlarda cereyan etse de, giderek dünya ölçeğinde genelleşme eğilimi içine girmesi, aynı zamanda hareketteki dağınıklık, örgütsüzlük ve politik perspektif zayıflığını da daha belirgin, çarpıcı ve hissedilir hale getiriyor. Bu zayıflık, geride bıraktığımız dönemde gelişen işçi, halk ve gençlik hareketlerinde de kendini yakıcı biçimde ortaya koydu. Açıktır ki, sübjektif faktördeki zayıflık ya da zayıflıklar, güç ve tecrübe biriktirmek de içinde olmak üzere, hareketin ufkunu, taleplerini/kazanımlarını sınırlıyor. Subjektif faktördeki zayıflık denince söz konusu edilen, en başta işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin ya çoğu ülkede var olmaması veya bulunduğu ülkelerde işçi sınfı, gençlik ve emekçi kitlerle bağlarının henüz çok zayıf olduğu gerçeğidir. Tüm bunlar bilinmez yeni bir durum olmadığı gibi, kendi başına bunları fazlaca yinelemenin de çok anlamlı olmadığı ortadadır. Sorun, partilerimizin çalışma ve mücadelelerini bütün yönleriyle bu zayıflıkları hızla aşacak bir düzeye yükseltmesidir. İşçi sınıfının, geniş gençlik kitlelerinin ve ezilen halkların hareketindeki yaygınlaşma ve yükseliş; aynı zamanda işçi sınıfının yeni devrimci partilerinin kurulması, bu partilerin güç toplamaları, kitlelerle daha geniş ve sağlam bağlar kurmaları ve hareketteki zayıflıkları aşmalarının olanaklarını genişletmektedir.

Türkiye halklarının protestosuyla dayanışma

Türk hükümetinin Türkiye halklarının protesto eylemlerini nasıl azgın bir şiddetle bastırmaya çalıştığını öfkeyle izlemekteyiz.
Ancak, büyük bir hayranlıkla izlediğimiz gibi, Türkiye halkları bu saldırganlığa boyun eğmemekte; hükümetin baskıları, keyfiyeti, günlük sosyal yaşamı gerici ideolojisi doğrultusunda şekillendirme girişimleri ve polis terörü karşısında demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmektedirler. Bu direnişi selamlıyor ve direnişin talepleriyle dayanışma içerisinde olduğumuzu açıklıyoruz.
Türk hükümeti, devasa bir imar projesine alan açabilmek için İstanbul’daki Gezi Parkı’nı sermayenin çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırmak istiyor. Bu girişimi, Türkiye’de, başını gençliğin çektiği geniş bir direniş cephesinin gelişmesine vesile oldu. Direniş bu vesilesinin ötesine geçti ve Erdoğan’ın liderliğindeki gerici AKP hükümetine yöneldi! Gelinen yerde direniş, geniş yığınların bu rejime karşı öfkesini ifade etmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın liderliğindeki rejim, uyguladığı kaba polis şiddetiyle, halka karşı bir diktatörlük olarak kendini açığa vurmuştur. Bu nedenle, göstericilerin onun istifasını istemeleri ve özgürlük ve demokrasi taleplerini haykırmaları meşrudur.
Türk hükümeti, yıllardan beri Avrupa Birliği ve Avrupa’daki emperyalist devletler tarafından desteklenmekte. AKP’nin şimdiye kadar izlediği gerici politika, bu güçler tarafından bölgenin İslam ülkeleri için liberal-demokratik model olarak övülmekteydi. Bugünlerde ise, halkın geniş öfkesi karşısında, Avrupa’nın emperyalist devletleri polis şiddetine ilişkin ikiyüzlü açıklamalarıyla mesafeli bir tutum alıyorlar. Erdoğan ise, hükümetine yönelik bu ikiyüzlü eleştirileri, halk öfkesinin yabancı devletlerce kışkırtıldığı iddiasının kanıtı olarak Türkiye kamuoyuna lanse ediyor. Açıklamak isteriz ki, Erdoğan hükümetinin bu iddiası bayağı bir demagoji olduğu gibi, kendi halkının demokratik hak ve özgürlükler için mücadele edebileceğine olan inançsızlığının da bir göstergesidir.
Aynı şekilde, hükümetin, Batılı ülkelerde de benzer polis şiddetine rastlandığına dair argümanı da kabul edilemez. Nitekim bu gerçek, baskı ve gözdağına bir meşruiyet kazandırmaz. Olsa olsa şunları gösterir: Birincisi, Erdoğan hükümeti, Batılı devletlerin tam da demokratik olmayan pratiklerini kendine örnek almaktadır. İkincisi, demokratik hak ve özgürlükler Avrupa Birliği’ne üyelikle değil, ancak ve ancak Türkiye halklarının mücadelesiyle elde edilebilir.
Gezi Parkı projesine benzer projeler hemen hemen tüm Avrupa’da söz konusudur: İtalya’da Val di Susa’da hızlı tren yoluna karşı gelişen direniş ya da Almanya’da Stuttgart’ta 6,8 milyar Euro’ya mal olacak ve mevcut olanın yarısı kadar kapasiteli bir yer altı tren istasyonun inşaatına karşı halkın üç yıldan bu yana süren mücadelesi  veya Berlin’de olduğu gibi, işlevsiz olan bir büyük havaalanına milyarlarca Euro’nun yatırılması ya da Fransa’da Notre Dame havaalanı projesine karşı gelişen direnişler vb. bunun örnekleridir.
Bu projelerin hepsi; sosyal kısıtlamalar ve tasarruf politikalar zamanında gündeme gelen son derece pahalı, çevre açısından ciddi negatif sonuçları olan, halk ve işçi sınıfı için bir yararı bulunmayan, ama onlara ödetilmek istenen projelerdir. Sadece bankalara, inşaat tekellerine ve gayri menkul spekülatörlerine yarar sağlamaktadırlar. Ve bütün bu projeler, halkın direnişine rağmen, zor ve demagoji ile yaşama geçirilmektedirler.
Bizler Avrupa çapındaki bütün bu mücadeleleri destekliyoruz ve onlarla dayanışma içindeyiz. Bu hareketler içerisinde, ülke sınırları dışında da ilişkiler geliştirme ve özgürlük ve demokrasi için, sermayeye karşı ve başka bir toplum uğruna, mevcut hareketlere politik perspektif vermeye çalışan tüm eğilimleri destekliyoruz.
Somut ve güncel durumda ise, Türkiye halklarının mücadelesiyle dayanışmaya; onlara özgürlük ve demokratik haklar için verdikleri mücadelelerinde gücümüz oranında destek vermeye çağırıyoruz.

Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Avrupa Bölge Konferansı
Almanya İşçileri Komünist Partisini İnşa Örgütü
Danimarka Komünist İşçi Partisi
Fransa İşçileri Komünist Partisi
İspanya Komünist Partisi (ML)
İtalya Komünist Platform
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Partisini İnşa Örgütü (1918-1955)

Uluslararası durum üzerine

Son konferansımızdan bu yana, kapitalist dünya ekonomisinin gelişme süreci açısından yaşanan en önemli gelişme; 2009 yılının ikinci çeyreğinde başlayan büyümenin yerini giderek durgunluğa bırakması ve kapitalist dünya ekonomisinin hemen tüm sektörlerde yeni bir daralma sürecine doğru sürüklendiğini gösteren belirtilerin yoğunlaşmasıdır. İkinci çeyreğinden itibaren başlayan büyümeye karşın, 2009’da %6.6 oranında daralan dünya sanayi üretimi; 2010’da %10 büyüdü. Dünya sanayi üretimi, 2010 yılının Haziran ayında, 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyini aştı. Ancak büyüme hızı, 2011 yılının birinci çeyreğinden sonra düşmeye başladı ve son çeyrekte %0.4’e kadar geriledi. 2011’de dünya sanayi üretimi artış hızı, bir önceki yıla göre yarıya yakın düşerek, %5,4 oldu. 2012 yılın ilk çeyreğinde ise, büyüme hızı hafif bir yükselişin ardından tekrar düştü. Bir önceki çeyreğe göre geçen yılın son çeyreğinde %0,4 oranında büyüyen dünya sanayi üretimi, 2012’nin birinci ve ikinci çeyreklerinde sırasıyla %1,8 ve %0,0 oranında büyüdü. Tüm veriler; kapitalist dünya ekonomisinin, büyüme hızında; 2011 yılının ilk çeyreğinden sonra başlayan gerilemenin, dalgalanmalar olmakla birlikte sürdüğünü, bu yılın ortalarında sıfıra doğru yaklaştığını ve yeni bir daralma sürecine doğru ilerlediğini göstermektedir.
Toplam ekonomik büyüklüğü ABD’den daha fazla olan Avrupa Birliği, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi Japonya ve Asya’nın en büyük ekonomilerinden biri olan Hindistan sanayi üretimi; 2011 yılının son ve 2012’nin birinci ve ikinci çeyreklerinde, önceki yılların aynı dönemlerine göre ard arda daraldı. Latin Amerika’nın en büyük ekonomisi Brezilya sanayi üretimi, son iki çeyrekte aynı şekilde negatif büyüme sürecine girdi. Mısır ve Tunus gibi kuzey Afrika ülkelerinin yanısıra, Arjantin, Kolombiya ve Peru’nun içinde yer aldığı birçok ülkede negatif büyüme yaşandı.
2010’da %14.4, 2011’de %13.8 oranında artan Çin sanayi üretimi büyüme oranı, bu yılın ilk çeyreklerinde önceki yılın aynı dönemlerine göre sırasıyla %11.6 ve %9,5’a geriledi. Bu oranlar, Temmuz’da %9.2’ye, Ağustos’ta %8,9’a düştü. Oysa Hindistan’nın yanı sıra esas olarak da dünyanın krizle sarsıldığı 2008 ve 2009 yıllarında %12.9 ve 12.3 büyümüş olan Çin, krizin daha da derinleşmesini engelleyen ve dünya ekonomisinin tekrar büyüme sürecine girmesinin unsurlarından biri olmuştu. Fakat içinde bulunduğumuz dönemde Çin’in durumu o yıllardan farklı. O, şimdi, finans kesiminde balonların ve köpüklerin oluştuğu, inşaat ve emlak söktörlerinde tıkanmaların ve başta demir-çelik olmak üzere çeşitli sektörlerde stokların birikmeye başladığı bir ülke. İç pazarı canlandırmak için yüz milyarlık paketler uygulanmasına karşın büyüme hızı düşen ve daha da düşecek olan Çin ve Hindistan, içinde bulunduğumuz dönemde aynı rolü oyayamaz. Çin’in yanısıra, Meksika ve Rusya’nın da içinde yeraldığı BDT’nin sanayi üretimi son üç çeyrekte de büyümeye devam etti. Ancak, belli başlı kapitalist ülkeler sanayi üretiminin ve dünya ticaret hacminin daralmaya devam etmesi durumunda, onların büyüme hızlarının daha da düşmesi kaçınılmazdır.
Basit meta üretiminden farklı olarak, üretim araçları üreten sektörlerin tüketim araçları üreten sektörlerden daha hızlı büyümesi, genişletilmiş yeniden üretimin koşuludur. Ancak üretimin kâr amacıyla ve bilinmeyen bir pazar için ve kâr amacıyla yapıldığı kapitalizm koşullarında; iki sektörün uyumlu bir orantı içinde büyümesi mümkün değildir ve bu krizlerin kaçınılmaz kılan etkenlerden biridir. Öncesinde olduğu gibi, son üç yılda da bu iki sektör orantılı büyümedi. Üretim araçları üreten sektörlerde de siparişlerin gerilemesi, atıl kapasite oranının artması, stoklar ve büyüme hızının düşmesi gündeme geldi.Üretim araçları üreten kesimin önemli bir bileşeni olan demir-çelik sektörü, 2010 ve 2011 yıllarında, tüketim araçları üreten sektörlerden daha hızlı büyüdü. Dünya Demir Çelik Birliği’nin verilerine göre, 2010’da bir önceki yıla göre %15 büyüyen dünya ham demir-çelik üretiminin büyüme hızı; 2011’de %6.2’ye geriledi. Bu yılın Ocak ayında % 8 civarında keskin bir düşüş gösteren dünya ham çelik üretiminin, Ocak-Mayıs dönemindeki büyüme oranı ise %0.8. Dünya ham çelik üretimi Ağustos ayında bir önceki yılın aynı ayına göre %1 düştü. Aynı ayda Japonya’da %3.3 (tusinami nedeniyle geçen yıl demir-çelik üretimi düştüğü için anlaşılabilir bir büyüme) ve Hindistan’da %2.6 artan çelik üretimi; Çin’de %1.7, ABD’de %3.8, Avrupa Birliği’nde %4.4, Almanya’da %7.1, İtalya’da %15,5 ve BDT’de %3.8 oranında düştü. Çin limanlarında, Nisan ayından itibaren %2.9 artışla 98,15 milyon tona ulaşan demir cevheri stoklarının %70’i çelik tesisilerine ait. Çin kömür stokları son üç yılın en yüksek düzeyinde bulunuyor.
Üretim araçları üreten sektörün bir başka önemli unsuru olan makina yapım sanayiinde siparişler ve üretim, başta Almanya olmak üzere birçok ülkede gerilemeye başladı. Bu, Almanya’da sanayi üretimindeki düşüşün en önemli nedenlerinden biri oldu.
Kapitalist üretim biçiminde; tarım, teknik temeli ve gelişme düzeyi bakımından sanayii geriden izler. Tarımsal üretim, hala iklim değişiklikleri ve bunun yolaçtığı kuraklık, sel ve diğer doğal afetler gibi doğa koşullarındaki gelişmelerden önemli ölçüde etkileniyor. Tarımsal üretim giderek daha çok tekellerin denetimine giriyor ve mali sermayenin spekülatif girişimlerinin konusu oluyor. Başta tahıl olmak üzere dünya tarımsal üretimi, olumsuz doğa koşulları, biyoyakıt üretimi için ayrılan tarımsal ekim alanlarının büyümesi vb. birçok etkene bağlı olarak 2010 yılında geriledi. Bir önceki yıla göre daha olumlu doğa koşulları, artan talep ve yapılan spekülasyonla tarım ürünleri fiyatlarının aşırı yükselmesi vb. etkenler sonucu, tarımsal üretim 2011 yılında arttı. Örneğin buğday üretimindeki artış, bir önceki yıla göre yaklaşık % 6 oldu.
2009 yılında %12.7 oranında daralan dünya ticaret hacmi, Dünya Ticaret Örgütü’nün verilerine göre; 2010 yılında gerçekleşen %13.8 büyümenin ardından, sert bir düşüşle %5 (CPL’nin verilerine göre %15,2 ve %5.8) seviyesine geriledi. Geçen yılın son çeyreğinde %0.5 büyüyen dünya ticaret hacmi, bu yılın birinci ve ikinci çeyreklerinde, önceki çeyreklere göre sırasıyla %0.9 ve %0.5 büyüdü. Haziran ve Temmuz aylarında da dünya ticaret hacmi, 2011 yılının 10. ve 11. aylarının ardından, önceki aylara göre, 2 ay üst üste %1,5 ve %0,2  oranlarında daraldı (negatif büyüme).
Dünya sanayi üretimi 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyine 2010 yılı Haziran ayında erişir ve bir sonraki ayda aşarken; dünya ticaret hacmi 2008 yılının en yüksek düzeyini, ancak, 2011 yılı 11. ayında aşabildi. 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyine (Nisan ayı) göre, bu yılın Temmuz ayında; dünya sanayi üretimi yaklaşık %9.5, toplam dünya ticaret hacmi ise ancak %5 civarında büyüyebildi.
Dünya ticaret hacminin gelişmesine  ilişkin veriler, kapitalist dünya pazarının büyüme hızını bire bir yansıtan bir özellik taşımasa da, onun gelişme seyrini gösteren en önemli verilerden biridir. Bu veriler; son üç yılda dünya toplam sanayi üretiminin pazarlardan daha hızlı büyüdüğünü, kapitalist dünyanın, krizlerin temelini oluşturan aşırı üretim sorunuyla karşa karşıya olduğunu göstermektedir. Aşırı üretimin kaçınılmaz sonuçları ise; üretimin kısılması, fabrikaların kapanması ya da düşük kapisetede çalışması, işsizliğin ve yoksulluğun artması, bolluk içinde yoksulluk ve bunu izleyen pazarlardaki daralmadır. Dünya sanayi üretim hızında 2011 ikinci çeyreğinde başlayan sert düşüş ve dünya ticaretinin büyüme hızındaki gerileme bu temelde gündeme geldi. Kuzey Afrikadaki gelişmeler ve Yunanistan, İspanya, İtalya, İngiltere, Portekiz vb. ülkelerde uygulanan saldırı paketleri bu süreci hızlandıran ve sonuçlarını ağırlaştıran bir başka etken oldu.

YENİ BİR MALİ KRİZE DOĞRU
2008 krizi finansal bir kriz olarak uç vermiş, başta sanayi ve ticaret olmak üzere diğer sektörlerlerdeki krizi derinleştirerek ve finans sektöründe, sonuçları sonraki gelişme sürecini etkilleyen sarsıntılara yolaçarak gelişmişti. Krizin tahrip edici sonuçlarının tekeller açısından daha da ağırlaşması, finans sektörünün çökmesi ancak triliyonlarca doların kapitalist devletler tarafından tekellerin kasalarına aktarılmasıyla engellenebilmişti. Tekellerin kasalarına aktarılan triliyonlarca dolar ise, para basarak, daha çok da yüksek faizlerle iç ve dış piyasasalardan borçlanarak sağlanabildi. Bunun sonuçları ise; başka şeylerin yanı sıra, en başta da devletlerin aşırı borçlanması, borç ve faiz yükünün artışı ve altının yükselişi, hemen bütün paraların temsil ettiklerii değerin düşmesi oldu.
Aralarında farklılıklar olmakla birlikte ülkeler; artan harcamalarını, büyüyen bütçe açıklarını, borç taksitlerini ve faizlerini tekrar ve yükselen bir trendde borçlanarak finanse edebildikleri ve yeni finans ve para krizlerinin unsurlarını bağrından taşıyan ve geliştiren kısır bir döngünün içine girdi. Kapitalist dünya 2009 yılı ikinci yarısında başlayan büyüme sürecine, 2008 krizinden devraldığı bu kamburla girdi. Kapitalist dünya ekonomisinin 2009’un ilk çeyreğinden sonra büyüme sürecine girmesi, bu büyümeden yararlanan ve büyüme sürecine giren ülkelere geçici de olsa nefes alma ve tıkanmanın eşiğine gelmiş olan mali çarkı döndürme olanağı sağladı. Kapitalist dünya ekonomisinin tekrar büyüme sürecine girmesinin ardından altının yükselişi durdu, hatta kısa bir süre düştü. Çin gibi yüksek büyüme hızını gerçekleştiren ülkelerin devlet borçlarının GSYİH’ya oranı geriledi. Ancak başta ABD ve Japonya olmak üzere belli başlı kapitalist ülkelerin devlet borçları, kapitalist dünya ekonomisinin büyüme sürecine girmesinden sonra da devam etti. ABD’nin devlet borçları 16, bu yılın ortalarına kadar büyüyen Almanya’nın borçları da 6 trilyon dolara yükseldi. Diğer kapitalist ülkeler açısından da durum farklı değil. Neredeyse yükselen bir trendde borçlanma, mali çarkın dönmesinin ve ekonomomik büyümenin koşulu haline geldi. Fakat, bu aynı zamanda ekonominin tüm sektörlerini derinden etkileyecek bir mali krizin taşlarının döşendiği yoldur.
2008 ve 2009 yıllarının ikinci çeyrekleri arasında dünya sanayi üretiminde gerçekleşen sert düşüşün ve patlayan mali krizin ardından büyüme sürecine giremeyen ve aşırı borçlanan ülkeler açısından ise süreç; ekonominin diğer sektörlerini de derinden etkileyecek ve bu ülkeleri iflasın eşiğine getirecek olan mali bir krize doğru sürüklenme oldu. Bunun ilk örneği, cılız sanayisi AB’ne girmesiyle birlikte büyük ölçüde tasfiye edilen ve 2008 krizinin ardından ekonomisi 2009 yılında da büyüme sürecine giremeyen ve yılın sonlarına doğru iflasın eşiğine gelen Yunanistan oldu. Onu, aralarında sanayinin gelişme düzeyi, borçlarının GSYİH’ya oranı vb. bir çok bakımdan önemli farklılıklar olan, ancak kriz ve durgunluk girdabından çıkamayan Portekiz, İspanya, Macaristan ve diğerleri izledi.
Borç kıskacındaki ülkelere, 1929 bunalımı gibi derin bunalımlar ya da savaşlar dışında tanık olunmayan bir hızla halkları yoksullaştıran, ekonomileri tahrip eden, bir sonucu da iç pazarların ve dış ticaretin daralması olan paketler dayatıldı. Bu paketler, işçi sınıfının ve halkların mücadelelerine karşın, doğrudan alacaklı büyük emperyalistlerin, IMF, Dünya Bankası ve AB gibi uluslararası kuruların denetiminde, ulusal çıkarlara tam bir ihanet içinde olan, milyarlarca doları yabancı bankalara kaydıran halk düşmanı işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve temsilcilerine dayanarak uygulandı. Halkların ulusal gururu, bağımsızlık ve egemenlik hakkı, hoyratça ayaklar altına alındı. Mali sektörü daha güçlü olan ve 2011 başlarından bu yana sanayi üretimi ve ekonomisi daralan Büyük Britanya da tasarruf paketleri uygulayan ülkeler kervanına takılmak zorunda kaldı.
2011 yılının ikinci çeyreğinde başlayan dünya sanayi üretimi büyüme hızındaki sert düşüş ve bu yılın ilk yarısındaki gelişmeler; uluslararası ölçekte finansal bir krizin unsurlarını geliştirirken, 2008-2009 krizi sonrası dünya kapitalist ekonomisinin büyüme süreciyle paralel bir gelişme sürecine giremeyen, aşırı borç yükü altındaki ülkelerde durumun daha da ağırlaşmasına yolaçtı. Euronun ne olacağı, AB’nin varlığını nasıl südüreceği tartışmaları yaygınlaşırken, borç krizi içindeki ülkelere, belli başlı kapitalist ülkelerin ve dünya ekonomisinin gelişme seyrine ilişkin açıklamaların ardından kapitalist ekononominin nabzının attığı borsalar dalgalandı. Dünya sınai ve tarımsal üretiminin yanı sıra ticaret hacmi 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyini farklı oranlarda da olsa aşmasına karşın, belli başlı borsa endeksleri 2008 krizi öncesinin altında seyrediyor.
Henüz uluslararası ölçekte büyük sarsıntılara yolaçacak bir mali kriz patlamamış olsa da, veriler; sürecin bu yönde ilerlediğini, bu sektörde de alarm zillerinin çalmaya başladığını  göstermektedir. FED’in faiz oranlarını yükseltmeyeceği ve ayda 40 milyar dolar, toplamı 2 trilyon doları bulan tahvil alımı başlatacağı açıklandı. ABD’nin ardından Japonya’da, benzer bir uygulamayı, 695 milyarlık tahvil alım programını başlattı. Almanya, borç krizindeki ülkelere karşı uyguladığı katı politikayı esnetirken, AB’nin zor durumda olan ülkelere müdahale için oluşturduğu fon arttırıldı. Çin daha önce ekonomiyi canlandırmak için uyguladığı paketlere ek olarak, alt yapının yenilenmesine yönelik yeni bir paketi uygulamaya başlayacağını açıkladı. Altın tekrar yükselmeye başladı. 2008 krizinde, kapitalist devletlerin tüm araçlarını ve olanaklarını kullanarak ekonomiye yoğunlaşmış müdahalesi, krizin patlamasıyla başlamıştı. İçinde bulunduğumuz dönemde ise, kapitalist devletler, belli başlı kapitalist ülkelerde ve dünya ölçeğinde, 2008 krizi düzeyinde iflaslar ve sarsıntılar başlamadan harekete geçti. Ancak bu müdahaleler, gelişme süreci üzerinde etkide bulunmakla birlikte, yönünü, kaçınılmaz sonuçlarını değişteremez.

EMPERYALİST GÜÇLER ARASINDA KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER VE ARTAN ÇATIŞMA RİSKİ
Eşit olmayan dengesiz gelişme kapitalist gelişme sürecinin mutlak yasasıdır. Kapitalist dünya ekonomisinin 2008 krizi sonrası büyüme süreci de; sektörler, ülkeler, bölgeler, üretim, pazarlar vb. arasındaki ilişki ve gelişme seyri bakımından da dengesiz ve onun uzlaşmaz karşıtlıklarını derinleştiren bir gelişme süreci oldu. Almanya dışında, ABD ve Japonya da dahil belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerin sanayi üretimi 2008 krizi öncesi düzeyin altında seyretti. Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere birçok gelişmiş kapitalist ülkenin sanayi üretimi; 2008’in en yüksek düzeyi bir yana 2005 düzeyine bile ulaşamadı. Sanayi üretimi krizi öncesi düzeyi aşan, 2010 ve 2011 yıllarında sırasıyla %11.5 ve %9 büyüyen Almanya, AB ve Euro bölgesi içindeki konumunu güçlendirdi. O, ABD’nin başında bulunduğu bloktan kopmaksızın, mali ve ekonomik gücüne, özellikle makina yapım sanayindeki teknik üstünlüğüne dayanarak, yeni pazarlara, yatırım alanlarına ve hammade kaynaklarına doğru yayıldı.
Önceki yıllarda olduğu gibi, son bir yılda da Çin, dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkeleri arasında genel olarak ekonomisi özel olarak da sanayi üretimi en hızlı büyüyen ülke oldu.Yanı sıra sanayinin teknik temelini yenileyerek ilerleten Çin, gelişme düzeyi bakımından da diğer emperyalist ülkelerle arasındaki farkı kapatamasa da, azalttı. Benzer bir süreç, Rusya’da da yaşandı. ABD ve müttefikleri tarafından, yüksek kârların elde edildiği büyük bir  pazar, ucuz ve eğitilmiş işgücüne sahip bir üretim üssü olarak görülen Çin, SB’nin dağılmasından sonra yağmalanacak sıradan bir ülke haline getirilmesi gereken bir ülke olarak ele alınan Rusya; ABD ve müttefiklerinin, gelişmesi ve yayılması engellenmesi gereken başlıca rakipleri haline geldi.
Güçler ilişkisinin değişmesinin kaçınılmaz sonucu ise; yeni ve gelişmekte olanın, pastadan daha çok pay istemesi, istemekten öte elde etmek için her aracı kullanması, güçler ilişkisine uygun olarak dünyanın yeniden paylaşılmasıdır. Dünya ekonomisindeki son gelişmeler, belli başlı emperyalist güçler arasındaki rekabet ve mücadeleyi şiddetlendiren bir başka etken oldu. Son bir yılda başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere dünyanın hemen tüm bölgelerinde, rekabet, etki ve nüfuz alanlarını genişletme mücadelesi şiddetlendi. Çin ve Rusya savaş sanayinin teknik temelini yenilerken, silah üretimi ve silahlanma yarışı hızlandı. ABD Kongresi tarafından hazırlanan bir rapora göre, ABD’nin silah satışları 2011 yılında, bir önceki yıla göre üç misli arttı.
Önceki yıllarda olduğu gibi, son bir yılda da, ekonomisi geliştikçe enerjiye, hammaddelere, yeni pazaralar ve yatırım alanlarına ihtiyacı artan Çin ve toparlanan Rusya’nın pastadan daha fazla pay alma ve yayılma girişimleri yoğunlaştı. Öte yandan, genç ve gelişen bir emperyalist güç olan Çin’in yanı sıra Rusya’nın, yeni pazarlara, hammade ve enerji kaynaklarına doğru yayılmasını ve gelişmesini engelleme, ABD ve müttefiklerinin başlıca önceliği haline geldi. Obama yönetimi, önümüzdeki yıldan  itibaren, ABD öncelikli stratejik hedefinin Asya olacağını ve ABD stratejik planları ve askeri güçlerinin dünya ölçeğinde mevzilenmesinin buna uygun olarak yenileneceğini açıklarken bu gerçeği dile getiriyordu. Son adalar kirizinde de görüldüğü gibi, Japonya ve Çin ilişkileri gerginleşirken, Japonya savaş kapasitesini geliştireceğini açıkladı. Bölgede askeri tatbikatlar yoğunlaştı.
Son bir yılda da, dünya ölçeğinde güçler ilişkisindeki değişimin yansımaları ve sonuçları daha net bir biçimde görülür hale geldi. Batılı emperyalist güçlerin, Libya’ya müdahalesine çıkarları gereği karşı olmalarına rağmen, Rusya ve Çin boyun eğmek, gönülsüzce de olsa kabullenmek zorunda kalmışlardı. Kaddafi yönetiminin yıkılması; bu ülkenin parçalanmanın eşiğine gelmesi, ekonomisinin büyük ölçüde tahrip olması, halkın yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi, tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin batılı emperyalist devletlerin denetimi altına girmesi vb. ile sonuçlandı. Rusya ve Çin, başta petrol anlaşmaları olmak üzere mevzilerini büyük ölçüde kaybettiler. Kaddafi yönetiminin yıkılmasından sonra Mali karışır, iç savaşın girdabına çekilerek parçalanırken, öncelikli hedef Suriye oldu. Batılı emperyalist güçlerin, Suriye’deki yönetimi devirme ve kukla bir yönetimle bu ülkeyi tam denetimi alma girişimleri yoğunlaştı. ABD ve müttefikleri, Suriye’deki uzantılarının yanı sıra, başta Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar olmak üzere tüm güçlerini hareket geçirdi. Mezhep çelişkileri körüklenirken, kitleler arasındaki hoşnutsuzluk ve yönetime karşı oluşan tepki yedeklenmeye ve Libya örneğinde olduğu gibi benzeri bir askeri müdahalenin koşulları yaratılmaya çalışıldı. Rusya, Suriye’yi silahlandırır, bu ülkedeki askeri üssünü güçlendirirken, yeni savaş gemilerini Akdeniz’e yolladı.
Suriyedeki yönetimin devrilmesi ve kukla bir yönetimin kurulması; zengin pertol yataklarına sahip Ortadoğu’ya hakim olmak, enerji yollarını ve Doğu Akdenizi konrol altına almak, Çin ve Rusya’nın bu bölgede yayılmasına set çekmek, Libya’da olduğu gibi bölgeden kovmak, İran’ı kuşatmak ve bölgedeki etkisini kırmak, en yakın müttefiklerini tasfiye etmek vb. birçok bakımdan önem taşıyordu. Ayrıca Suriye Ortadoğu ve Akdeniz’de Rusya’nın askeri üssünün bulunduğu ve dayandığı tek ülkeydi. Bu küçük ülke, Rusya ve yanı sıra Çin ile ABD ve müttefikleri arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı ve güçlerin sınandığı bir odak, Ortadoğu ise mezhep çatışmalarının eşiğinde, patlamaya hazır bir barut fıçısı haline geldi.
Libya’dan farklı olarak, Rusya ve Çin, Suriye’nin ABD ve müttefiklerinin denetimine girmesine ve Ortadoğu’da dengelerin değişmesine yol açacak özellikle askeri bir müdahaleye karşı çıktılar. Ancak çıkarlarını ve mevizilerini güvenceye alacak bir uzlaşma ve mevcut haliyle varlığını sürdürmesi giderek zorlaşan Suriye’deki yönetimin bu temelde yenilenmesi seçeneğine de kapıyı açık bıraktılar.
Afganistan, Yugoslavya, Irak, Fildişi, Libya vb. örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, özgürlük ve demokrasi savunucusu geçinen liberallerden eski revizyonist partilerin kalıntısı sözde özgürlükçü sosyalistlere kadar uzanan geniş bir yelpazenin desteğini alan emperyalist müdahaleler; yükleri işçilerin ve halkın sırtına bindirilen askeri harcamaların artmasına, müdahale edilen ülkelerin, üretici güçlerinin tahribine, halkların korkunç acılar çekmesine, yoksullaşmasına, her alanda gerilemesine vb. yol açmaktadır. Halkların talepleri, ulusal bağımsızlık ve egemenlik hakkı, özgürlük ve demokrasi onların hiç bir zaman umurunda olmadı ve olmayacak… Gözettikleri tek şey; işçi sınıfının geçen yüzyılın ikinci yarısında aldığı yenilgi sonucu ömrü gerektiğinden fazla uzamış olan köhne düzenlerini sürdürmek, aşırı kârlarını güvence altına almak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek, rakiplerini zayıflatmak oldu. Bunun için her aracı ve yöntemi kullanan emperyalistler; tarihte az tanık olunmuş demogoji, iki yüzlülük ve alçakça manevralarla halkların öfkesini ve tepkisini kullanmaya ve yedeklemeye çalışmaktan da geri kalmıyorlar.
Önümüzdeki dönem, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği, ekonomik-mali, politik-askeri müdahalelerin artttığı bir süreç olacaktır. Bu müdahallere karşı mücadele etmek, ileri ve geri tüm ülkelerin işçileri ve halklarının birleşik mücadelesini geliştirmek artan bir önem kazanacaktır.

ZOR BİR DÖNEME GİRERKEN İŞÇİ VE HALKLARIN DİRENİŞİNİ ÖRGÜTLEMEK
Başta “borç kiriz”i içindeki ülkeler olmak üzere, büyüme hızları hızla düşen ve ekonomileri durgunluk ya da kriz içinde olan ülkelerde ve dünya ölçeğinde işsizler ordusu büyüdü. Yunanistan ve İspanya’da resmi işsizlik oranları %25’i buldu. Bu ülkelerde gençler arasında işsizlik oranı, yüksek öğrenim görmüş gençler arasında da yaygınlaşarak, %50’ye doğru tırmandı. Euro bölgesinde işsizlik oranı 2012’nin ikinci çeyreğinde resmi verilere göre %11.2’ye yükseldi. İmalat sanayii üretemi bu yılın ilk çeyreğinde sırasıyla %9.6 ve %7.5 düşen Mısır ve Tunus’ta işsizler ordusu büyümeye devam etti. Afrika’nın en gelişmiş ülkesi olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde işsizlik oranı %25’i geçti.
Birbirini izleyen saldırı paketleriyle emeklilik yaşı yükseltilir, emekli maaşları düşürülürken, eğitimden sağlığa kadar hemen tüm alanlarda kısıntılar artarak yaygınlaştı. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin mücadelesi sonucu kazanılan haklar daha da kısıtlandı. Ülkeyi borç krizlerine sürükleyen yabancı ve yerli tekellere yönelen ve üstelik mevcut düzenin sınırları içinde alınabilecek hiçbir önlem gündeme bile alınmazken (örneğin bankalardan yerli ve yabancı tekellerden alınan vergilerin arttırılması vb. gibi) doğrudan emekçilerden alınan vergiler arttırıldı. Gerçek ücretler düşmeye devam etti. Birçok ülkede mutlak bir yoksullaşma süreci yaşandı.
Son yıllarda, esnek çalışma, geçici işçilik, yarım gün çalışma, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi uygulamalar dünya ölçeğinde yaygınlaştı. Açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısı arttı. Örneğin, dünyanın en gelişmiş ve ileri ülkeleri arasında yer alan ve son iki yılda sanayi üretimi yüksek oranlarda artan Almanya’da; Federal İstatistik Dairesi’nin açıklamalarına göre, nüfusun yüzde 15,6’sı, göçmenlerin %26’sı yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Son bir yılda; işçi ve halk hareketleri, değişik talepler etrafında, farklı biçimler ve düzeylerde de de olsa dünya ölçeğinde ve hemen bütün ülkelerde gelişti. Ancak, toplumsal temelinin genişliği, yolaçtığı sonuçlar ve deneyimler vb. birçok bakımdan “borç krizi”ndeki ülkelerde gelişen mücadeleler öne çıktı. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki madenci grevi, Şili’de gençlik hareketi ve grevler, yatışmış olsa da başta Mısır olmak üzere Kuzey Afrika’da parlayan halk hareketleri dikkat çeken diğer mücadeleler oldu.
Başta İspanya, Yunanistan ve İtalya olmak üzere “borç krizi”ndeki birçok ülkede grevler, genel grevler ve büyük kitlesel gösteriler yaygınlaştı. Yunanistan ve İspanya’da saldırı paketlerinin oylandığı günlerde, parlamentoların önünde yüz binlerin katıldığı, büyük kitlesel gösteriler gerçekleşti. Ancak, işçi ve emekçi hareketi; yer yer mevzi çatışmalar olsa da barışçıl gösteriler ve bir ya da iki günlük genel grev ve direnişlerin sınırlarını aşmadı. Uzun süreli grev ve direnişler, fabrika işgalleri gündeme gelse de, bunlar, işyerleri ve işkollarıyla sınırlı mücadeleler olarak kaldı.
Bu ülkelerdeki ekonomik durum ve tasarruf, istikrar gibi çeşitli biçimlerde nitelenen saldırı paketleri; şçi sınıfı ve şehir ve kırın yarı-proleter kitlelerinin yanı sıra küçük burjuvaziyi ve tekel-dışı burjuva tabakaları özellikle alt kesimlerini de etkiledi. Toplumun en hareketsiz ve geleneksel burjuva partilerinin toplumsal dayanağını oluşturan kesimler de hareketlendi. Emperyalizme ve iktidardaki burjuvaziye karşı mücadelenin toplumsal temeli genişledi ve özellikle bağımlı ülkelerde bir avuç tekelci grup dışında tüm ulusun hareketi hareketi olma niteliği kazandı. İşçi sınıfının ve devrimci partilerinin tüm ulusun temsilcisi ve öncüsü olarak hareket etmesinin ve halkın birleşik hareketini ve cephesini örgütlemenin ve ilerletmenin koşulları gelişti.
Hareketin toplumsal temelinin genişliğine karşın, uluslararası mali sermaye grupları  ve yerli tekelci burjuvaziler geri adım atmadı. (Sadece Portekiz’de son saldırı paketinin uygulanması ertelendi.) Parlamento ve partilerinin yıpranması ve toplumsal dayanaklarının zayıflaması pahasına, pervasız ve kararlı bir tutumla paketleri uyguladılar. Ancak bunun sonuçlarından biri; kitlelerin kendi öz deneyimleriyle bir ya da iki günlük grevler ve barışçıl gösterilerle saldırıların püskürtülemeyeceğini görmeleri ve özellikle ileri kesimleri arasında daha ileri mücadele biçimleri ve süresiz genel grev tartışmalarının gündeme gelmesi oldu.
İktidardaki burjuvazinin halk düşmanı karakterinin yanı sıra, ulusal bir ihanet içinde olduğu bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Burjuvazinin geleneksel partileri ve parlementoları itibar kaybederken, bu partilerin (özellikle paketleri uygulayan hümetleri kuranların) kitle desteği, tekelci sermayenin toplumsal dayanakları zayıfladı. Emperyalistler tarafından ulusal onurları da ayaklar altına alınan kitleler arasında; başta ABD ve Almanya olmak üzere büyük emperyalist devletlere, AB ve IMF gibi emperyalist kuruluşlara, onlarla işbirliği yapan yerli tekelci burjuvaziye karşı hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimleri gelişti.
İşçi hareketine ve sendikalarına egemen olan sendika bürokrasisi ve sosyal reformist partiler ve akımlar; gelişen hareketi, sadece örgüt ve mücadele biçimleri bakımından değil, platformu ve talepleriyle de en geri, “en az direnme” düzeyinde tutma çizgisi izledi. Ancak bu, onların işçiler ve emekçiler üzerindeki etkilerinin zayıflamasına yolaçtı. Saldırılar ve ağırlaşan toplumsal koşullar; işçi aristokrasisi ve bürokrasisinin özellikle alt kesimlerini etkilerken, bu tabakının saflarında da çelişkileri derinleştirdi.
“Borç krizi”deki ülkelerde mücadeleler; saldırı paketlerini gündeme getiren IMF, AB gibi kuruluşların, burjuva partileri ve hükümetlerinin protesto edilmesini, paketlerin geri çekilmesini merkezine alan bir platformda gelişti. Bu, ilk başlarda ve kendiliğinden hareketin dar sınırları içinde doğal ve anlaşılabilir bir durumdu. Ancak, gelişen kitle hareketinin bu dar sınırları aşamaması, onun en önemli zaaflarından biri oldu. Bu zaaf, ancak, başka şeylerin yanı sıra, kitlelerin ülkenin ve halkın karşı karşıya kaldığı zor durumdan çıkışın yolunu ve bunun önündeki engel toplumsal güçleri kendi özdeneyimiyle görmesini sağlayacak ve hareketin gelişme seyrine bağlı olarak ilerleletilmesi gereken geçiş dönemi şiarlarının ve taleplerinin, mücadele ve örgüt biçimlerinin gündeme getirilmesi ve kitleler arasında yaygınlaşmasını sağlayacak bir ajitasyon çalışmasının örgütlenmesiyle aşılabilirdi. Özellikle Yunanistan’da; bazı küçük gruplar bölük pörçük ve başka zaaflar da taşıyan daha ileri talepler ve platformlar gündeme getirmelerine karşın, hareketin gelişme seyrini etkileme gücüne sahip güçleri, mücadelenin her alanda ilerlemesinin koşullarından biri olan bu çalışmayı örgütlemeye dahi yönelmedi. Sınıfın devrimci partisinden yoksunluğu ya da hareketin gelişme seyrini etkileyemeyecek düzeydeki zayıflığı ve bunun sonuçları tüm yakıcılığıyla ortaya çıktı.
Önümüzdeki dönem; dünya ekonomisinin gelişme seyrine de bağlı olarak, işçilerin ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının daha da ağırlaşacağı, ekonomik, politik her alanda saldırıların yoğunlaşarak yaygınlaşacağı, işçiler ve emekçiler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişeceği, emperyalistler arası çelişkilerin ve dalaşmaların şiddetleneceği bir süreç olacaktır. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin tarihsel deneyiminden ve son dönem gelişmelerinden sonuçlar ve dersler çıkararak, partilerimizi ve çalışmamızı yenileyerek, ilerletmeliyiz.
Kasım 2012

Yaşasın uluslararası dayanışma!

Ne krizin yükünü, ne de borçları ödeyeceğiz!

Merkel- Sarkozy bütçe anlaşmasına hayır!

Yaşasın uluslararası dayanışma!

Kapitalist sistemin krizi AB ülkelerini şiddetle etkiliyor. Resesyona girmiş olsun veya henüz bir miktar büyüme gerçekleştiriyor olsun, hükümetler tarafından dayatılan politikalar hep aynı: Yükü işçilerin, emekçi kitlelerin ve halkın sırtına bindiren kemer sıkma politikalarıdır bunlar.

Bu politikanın etkileri, AB’nin sınırlarının ötesinde hissediliyor. Afrika’nın bağımlı ülkeleri ve halklar, maddi ve insan kaynaklarının emperyalist yağması yoluyla bu politikaya muhatap oluyorlar. Tekeller ve onların hizmetindeki devletler, uluslararası planda keskinleşen rekabet ortamında emekçileri birbirine düşürme ve kapitalist sömürüyü sağlamlaştırma peşindedirler.

Devletlerin ağır borç yükü bahanesiyle sağcı, sosyal liberal veya ikisinin koalisyonu olan hükümetler, krizi, işçi sınıfına, emekçi köylülüğe, küçük esnafa, gençliğe, emekçi kadınlara, şehrin ve kırın geniş emekçi kitlelerine ödettirmek istiyorlar.

Kemer sıkma planları, her yerde, ücretlerin düşürülmesini, başta emekçi kitleleri ezen dolaysız vergiler olmak üzere, vergilerin arttırılmasını dayatmaktadır. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik başta olmak üzere, kamu hizmetleri tasfiye edilmekte, özelleştirmeler artarak devam etmektedir.

Her yerde emeklilik yaşının daha geriye itilmesi, emekli ödentilerinin kısıtlanması ve çalışma sürelerinin uzatılması doğrultusunda değişiklikler yapıldı, yapılıyor. Gençler işsiz ve en iyi durumda güvencesiz düşük ücretli işlere mahkumken, daha yaşlı olanlar ise düşük ücretle, zor işlerde, daha uzun süre çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Bu karşı reformlardan en çok etkilenenlerin başında, düşük ücretli mesleklere ve güvencesiz sözleşmelere zorlanan emekçi kadınlar geliyor.

Öte yandan bu toplumsal gerileme, resmi yoksulluk sınırı altında yaşayan emeklilerin ve çocuklu ailelerin sağlık koşullarındaki ağır tahribatla da paralel gidiyor.

Tekeller daha çok üretkenlik ve daha çok kâr için, kitlesel işten atma ve yeniden düzenleme planlarına hiç ara vermiyorlar. Özellikle gençleri vuran işsizlik, her ay yeni rekorlar kırıyor. Kemer sıkma önlemlerinin yanı sıra işçi sınıfının grev, sendikalar kurma, örgütlenme gibi temel hakları da tehdit ve saldırı altındadır. İşten atmaları kolaylaştırmak için, iş yasaları toptan değiştiriliyor.

Bu anti-sosyal politikalar, Avrupa çapında koordine ediliyor ve değişik hükümetler tarafından uygulamaya sokuluyor. “Euro-plus” paktı, “istikrar ve kalkınma paktı” ve Merkel ile Sarkozy tarafından hazırlanan son Avrupa paktı, işçi sınıfı hareketine, sendikal harekete ve emekçi halka karşı savaş ilanlarıdır. Öteki AB anlaşmalarında olduğu gibi, mali oligarşi tarafından dikte edilen politikaları “anayasal” bir seviyeye çıkartarak, tüm AB ülkelerinde uygulanmasını zorunlu kılmak istiyorlar.

Devletler her yerde baskı ve polisiye takip mekanizmalarını tahkim ettiler. Toplumsal muhalefeti kriminalize etme girişimleri devam ediyor. Buna karşın büyük gösteriler, meydan işgalleri, oligarşinin sembollerini hedef alan hareketler de gelişiyor. Büyük patronlar, burjuvazi ve gericiliğin buna yanıtı ise, toplumsal muhalefeti kriminalize etmek oluyor.

Oligarşinin ilk saldırı hedefleri arasında Yunanistan, İtalya, İspanya gibi ülkeler var. Buralara dayatılan planlar, bu ülkeleri onlarca sene geriye götürdü. Avrupa inşa tarihinde ilk kez IMF, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Birliği gibi uluslarüstü kurumlar; seçilmiş hükümetleri görevden alarak, yerlerine, sözde teknisyenlerden kurulu, gerçekte ise ulusal ve uluslararası oligarşinin adamlarından, bankerlerden oluşan ve reformist, oportünist güçler tarafından da desteklenen hükümetler kurdular. Troyka, Yunanistan’da aşırı sağcı bir partiden bakanların tayin edilmesini bile dayattı.

Bu durum Avrupa inşasının, oligarşinin ve Almanya, Fransa gibi büyük emperyalist güçlerin hizmetinde, anti-demokratik karakterini ortaya koymaktadır.

Bankalar, mali kriz sırasında devletlerin desteğini talep ederek bizzat artmasına sebep oldukları kamu borçlarının faturasını halka çıkarmak istiyorlar. Devletlere “temin ettikleri” kredilere tefeciler seviyesinde faiz oranı talep ederek, bu borçları şişirmeye devam ediyorlar.

Yunanistan işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, sırtlarındaki ağır borç yükünün sorumlusu değiller. Üstelik bu borcu, aşırı sömürü, ülkenin doğal kaynaklarının yağmalanması, zenginliklerinin bankalara, spekülatörlere, Yunan büyük burjuvazisine ve uluslararası mali oligarşiye peşkeş çekilmesi yoluyla, misliyle ödemiş bulunuyorlar.

Kemer sıkma önlemlerini ve borç yükünü ödemeyi reddetme, kendisine dayatılan “memoranduma” boyun eğmeme mücadelesinde Yunan halkı ile dayanışma içerisinde olduğumuzu ilan ediyoruz. Yunan halkı seçimlerdeki tutumuyla, troyka (AB, IMF, AMB) diktalarına boyun eğme yanlısı partileri reddettiğini, açıkça gösterdi.

Alman emperyalizmi, AB’de rakibi olan müttefiklerinden daha avantajlı konumda bulunuyor. Ama “Alman mucizesi”, saldırgan bir ücret politikasına, büyük çaplı esnekliğe ve bizzat Almanya’da çok yoğun güvencesiz iş politikasına yaslanmaktadır. Kamuda ve özel sektörde ortaya çıkan büyük hoşnutsuzluk ve grev hazırlığı karşısında patronlar ve hükümet, sendika yöneticileriyle masaya oturmayı ve ücret artışını kabul etmeyi tercih ettiler. İşçi sınıfının önemli bir kesimi, daha ileri gitmek ve patronlarla mücadeleye girişmekten yanaydı. Her halükarda bu hareket, Alman işçi sınıfının Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz, Fransa… işçi sınıfı tarafından başlatılmış olan, krizin yükünü ve kapitalist sistemin borçlarını ödemeyi reddetme mücadelesine katılımı anlamına gelir.

Halklar, Alman emperyalizminin temsilcisi Merkel’in küstahlığına ve krizin yükünü emekçilerin sırtına bindirme ısrarına, başka ülkelerin içişlerine kabaca müdahale etmesine tepki duyuyorlar. Müttefiki Sarkozy’nin, başta işçi ve sendikal hareketin çabalarıyla iktidardan kovulmuş olması, kendisini de daha fazla tecrit etmiştir.

“Merkel-Sarkozy” paktı denen Avrupa anlaşmasına, şimdi her zamankinden daha çok karşı çıkmak, halkları birbirine düşürmeye çalışan ırkçı, milliyetçi kampanyalara karşı halkların dostluğunu öne çıkarmak gerekiyor.

Aşırı sağ partiler, bu gerici fikirlerin yayılmasında aktif bir rol oynuyorlar. Göçmenlere ve “yabancılara” karşı kin kusarken, sağcı ve sosyal demokrat geleneksel partilere karşı artan güvensizlikten faydalanarak, popülist, milliyetçi ve sahte sosyal bir söylem tutturuyorlar. Aşırı sağ, oligarşinin elinde işçi ve emekçileri bölmek ve kendi politikasını hakim kılmak için kullandığı bir kozdur. Ona karşı mücadele, geniş işçi ve halk kitlelerinin kapitalist sistemin krizinin faturasını reddetme yönündeki mücadeleleriyle yerine gelir.

ARTAN TOPLUMSAL VE POLİTİK MUHALEFET

Hemen bütün ülkelerde kemer sıkma önlemlerine karşı direniş yaşandı. Aniden gelişen grev hareketlerinin yanı sıra, milyonlarca kadın ve erkek emekçinin, gençlerin katıldığı çok geniş çaplı genel grevlere tanık olundu.

Gençlik işçilerin, emekçilerin, politik örgütlerin yanında mücadeleye giriyor. Genç işçiler dinamizmleri ve mücadeleci ruh haliyle, sınıf işbirlikçi ve uzlaşmacı reformist politika ve pratikleri zorluyorlar.

Somut mücadeleler içerisinde, birlik istemi oldukça gelişkindir. Bu istem, partileri, sendika üyelerini, çeşitli derneklerin militanlarını bir araya getiren platformların inşasında ifadesini buluyor.

Marksist Leninist parti ve örgütlerimiz, var olan tüm güçleriyle bu direniş barikatının örülmesine katkıda bulunuyorlar. Kitlelerin acil taleplerini ifade eden talepler platformuyla ve politik önerilerle gerçekleştiriyorlar bunu.

Bugün cephe politikası acil ve ertelenemez bir görevdir. Zira oligarşinin politikalarından zarar gören herkesin ve emekçilerin birliğini sağlamak, kapitalist sistemin krizinin yükünü sırtımıza bindirmek isteyen politikalara karşı çıkabilmek bakımından bir zorunluluktur.

Mücadeleci kesimler içerisinde, oligarşinin bugünkü neoliberal ve sosyal liberal politikalarına karşı, global bir alternatif politika ihtiyacı daha çok hissediliyor.

Bu politikalara ve kapitalist sisteme karşı, toplumda devrimci bir değişim için mücadele edenlerin birliğine özlem artıyor. Kapitalist sistemden kopuşu hedefleyen bir alternatifin inşasında biz, bu istek ve özleme yaslanıyoruz.

Birçok ülkede, sağcılarla nöbetleşerek hükümet olan sosyal demokrat, sosyalist partilerle arasına çizgi çeken politik cepheler oluştu son dönemlerde. Bazı durumlarda sadece bir seçim ittifakı olan bu politik cephelerin, gerçekten kitleler içerisinde kök salması ve halk cephesinin nüvesini oluşturabilmesi için çaba sarf ediyoruz.

Marksist Leninist partiler bu mücadele içerisinde kendi bayraklarını gizlemiyorlar. Emperyalizme, onun hakimiyet politikasına, emekçilerin sömürülmesine, hammadde kaynaklarının denetimi için yürütülen savaşlara karşı mücadeleye devam ediyorlar. Toplumun devrimci bir dönüşümü için mücadele ediyor ve tabanda birliğin sağlanması için, her alanda sınıf işbirlikçi ve oportünist politikalara karşı çıkıyorlar.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM İÇİN ORTAK MÜCADELE ALANLARI VE HEDEFLERİ:

– Kemer sıkma politikalarının genelleştirilmesinde bir bahane olan “kamu borçlarının azaltılması” gibi neoliberal bir dogmayı her ülkeye bir anayasa hükmü olarak dayatan Merkel-Sarkozy paktına, Avrupa anlaşmasına karşı çıkmak ve teşhir etmek.

– Yunanistan başta olmak üzere, her yerde borçların ödenmesine karşı çıkışı desteklemek ve yaygınlaştırmak. Troyka’nın, emperyalist güçlerin müdahalelerine karşı çıkmak. Yunan halkı politik tercihlerinde serbest olmalıdır.

– Başka ülkelerin, emperyalist güçlerin ve onların denetimindeki uluslarüstü kurumların baskıları, şantajları ve müdahaleleri olmaksızın her halkın, Euro bölgesinde kalıp kalmama hakkını desteklemek.

– Aynı politik saldırılarla karşı karşıya bulunan Avrupa halklarıyla ve dünyanın diğer kıtalarındaki halklarla, emekçilerle, sendikal ve politik örgütleriyle dayanışmayı geliştirmek.

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) üyesi

Avrupa Parti ve Örgütleri Konferansı

Mayıs 2012- Paris

Almanya İşçileri Komünist Partisi’ni İnşa Örgütü

Arnavutluk Komünist Partisi (PCA)

Danimarka İşçileri Komünist Partisi (APK)

Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)

İspanya Komünist Partisi – Marksist Leninist (PCE-ML)

İtalya – Komünist Platform

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)

Yunanistan Komünist Partisi (1918-1955) Yeniden İnşa örgütü

İşçi hareketi, görev ve sorumluluklarımız*

1. KRİZİN ETKİLERİ VE İŞÇİLERİN, GENÇLERİN VE HALKIN TEPKİLERİ

Kapitalizmin genel krizi, kapitalist emperyalist sistemin üst ve altyapısını sarsmaya devam etmektedir.

Kapitalizmin ürettiği en ciddi krizlerden birisi olarak tanımlanan 2008 Krizi, belli başlı büyük emperyalist güçlerin mali ve ekonomik yapılarını, siyasal ve sosyal burjuva-kapitalist mekanizmalarını yerinden oynatmış, ve domino etkisi göstererek, tüm kapitalist dünyayı sarmıştır.

Bu süreç, toplumsal sınıfların tavırlarında, burjuva kurumların rollerinde ve güçler arası ilişkilerde durum değişikliklerine yol açan etkilerde bulundu.

Özellikle ABD ve Avrupa Birliği’nde emperyalist burjuvazi, krizin etkilerini, iflasın eşiğindeki bankalara, bazı büyük sanayi korporasyonlarına, yani en başta spekülatif alana milyarlarca fon aktararak, bunların çökmesine engel olmaya, uluslararası bankaların ve tekellerın kârlarını artırarak aşmaya çalıştı.

Ancak krize sözde “alternatif” olarak öne sürülen bu tedbirler hiç bir işe yaramadığı gibi, başka ters etkilere yol açtı. Bir fasit daire yaratarak, krizden en çok etkilenenleri iflasın ve çöküşün eşiğine getirdi.

Portekiz, İrlanda, İspanya ve Yunanistan’da yaşananlar, belki de krizin şiddetinin ve derinliğinin, kapitalist ekonomiyi tehdit eden ekonomik çöküntünün en belirgin örneğidir.

1. A. Krizin esas yükü emekçilerin sırtına yıkılıyor

Son krizde emperyalist burjuvazinin saldırdığı üretici güçlerin ana bileşeni emek gücüdür.

Üretici güçlerin aşırı tahtibatı büyük oranlara ulaştı ve beklenmeyen etkilere yol açtı. Başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist güçlerin çoğunda sanayinin önemli kesimleri tahribata uğramıştır.

Resmi raporlara göre, 2007 – 2010 yılları arasında sadece sanayi sektöründe 9,5 milyon işyeri kaybı yaşanmıştır. Sadece 2009 yılında genel olarak 22 milyon kişi işini kaybetmiş, 2010’da 27,6 milyon işsiz daha, 2007’deki işsiz sayısına eklenmiştir. Böylece dünyada toplam 205 milyon kişi işsizdir.[1] (Tablo 1’e bakınız)

Tablo 1 : Sektörel istihdam (toplamın yüzdesi olarak), 1999-2009

 

Belli başlı emperyalist ülkelerde krizin derinliğinin bir göstergesi de, toplam global işsizlik artışının yüzde 55’inin bu dönemde gelişmiş ekonomilerde (emperyalist ülkeler) gerçekleşmiş olmasıdır. Bununla birlikte bu ülkeler dünyadaki iş gücünün yüzde 15’ini temsil ediyorlar.

Veriler, en çok etkilenen kesimin gençlik olduğunu gösteriyor. 2010’da dünyadaki genç işsizler oranı yüzde 12,6 iken, gelişmiş ekonomilerde bu oran, 2007’deki yüzde 12,4 rakamını aşarak, yüzde 18,2’ye yükselmiştir.

Raporlarda ayrıca şuna işaret edilmektedir: “Genel olarak işten atılan işçilerin yeni bir iş bulma şansları giderek azalıyor…” Aynı şekilde istihdam durumu kritik olan (işini kaybetme tehlikesi bulunan) kişi sayısının da, 1999’daki seviyesinden 146 milyon artış göstererek, 2009’da 1,530 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu da, toplam işgücünün yüzde 50,1’ini oluşturmaktadır.

İşsizlik sorunu öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, kapitalist sistemin kendisine dönmüş ve ters etkide bulunmaktadır. Sundukları alternatifler ve ekonomik iyileşme tedbirleri, bu ciddi soruna alternatif çözümler üretmekten oldukça uzaktır. 2010’da kaydedilen bazı makroekonomik “iyileşme” belirtileri (Tablo 2’ye bakınız) kesinlikle istihdamı artırma olanaklarını ifade etmemektedir.

 

Tablo 2 : Dünyadaki resesyon ve iyileşme, 1995-2010

 

Ücret sorunu da krizin işçilerin sırtına yıkıldığının bir başka kanıtıdır. IMF paketlerinin doğrudan ücretlerde kesintileri empoze ettiği durumlar yanında genel olarak ücretler üzerinde negatif etkiler gözlenmiştir. İleri ekonomiler olarak adlandırılan ülkelerde ortalama ücretler 2008’de yüzde 0,5 düşmüş, 2009’da yüzde 0,6 iyileşme göstermiştir. Latin Amerika’da 2008’de yüzde 1,9, 2009’da yüzde 2,2; Orta ve Doğu Avrupa’da (AB dışı) 2008’de yüzde 4,6, 2009’da yüzde -0,1; Doğu Avrupa ve Orta Asya’da 2008’de yüzde 10,6, 2009’da yüzde 2,2; Asya’da yüzde 7,1 ve yüzde 8; Afrika’da yüzde 0,5 ve yüzde 2,4 seviyelerinde seyretmiştir.

Bu ortalamaları ele alırken (ki bunlar bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye büyük farklılık göstermektedir), başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist ülkelerde işçilerin reel ücretlerinde düşüş ya da en iyi ihtimalle donma durumu gözlenmektedir.

Kriz döneminde hedeflenen alanlardan biri de sosyal haklar ve sosyal güvenliktir.

Dünya işçilerinin sadece yüzde 20’sinin tam sosyal güvenlik kapsamında olduğu tahmin edilmekte ve bunların var olduğu yerlerde gündeme getirilen yıkım amaçlı karşı reformlar sosyal güvenliğin önemli kazanımlarını etkilemektedir.

Piyasaya dayalı sosyal güvenlik mantığını onaylamak için emperyalist burjuvazi, iflasın eşiğindeki bankalara ve tekellere verilen milyarlarca sübvansiyonun yol açtığı mali dengesizlikleri birçok sosyal hakkı keserek gidermeye çalıştı. Emeklilik hakkını edinmek için ödenmesi gereken katkı payı ve bunu ödeme süresi arttırılmış, emeklilik yaşı 67’ye çıkarılarak standardize edilmeye çalışılmış, sağlık sigortasının kapsamı daraltılmıştır.

Avrupa’da uygulamada olan tipik neoliberal tedbirler de öncelikle sağlık ve eğitim gibi sosyal alanlara saldırıyı içermekte, kamu emekçilerinin sayısını azaltmayı hedeflemektedir. İşlerini koruyan işçiler ise, birçok hakkından vazgeçmeye ve ücretlerinde kesintiyi kabullenmeye zorlanmıştır.

Elbette bu durumdan etkilenen sadece işçiler değil, bu hizmetlerden yararlanan büyük bir kesim olmuştur. Özellikle öğrencilerin eğitime erişme hakkı kısıtlanmış, kamu eğitiminin büyük bir bölümünün özelleştirilmesi sonucu eğitimin maliyeti artmıştır.

Son olarak da, aşırı yoksulluk içinde yaşayan işçi sayısının dünya çapında yüksek oranlara ulaşması, krizin yükünü kimlerin çektiğinin bir kanıtı durumundadır. ILO’nun verilerine göre, dünyada her 5 işçiden biri ailesiyle birlikte günde 1,25 doların altında, aşırı yoksulluk koşullarında yaşamakta, 1,2 milyar kişi de 2 dolara geçinmeye çalışmakta ve bunlar yoksul statüsünde yer almaktadır.

Büyük kamu işletmelerinin ve hizmetlerin özelleştirilmesi süreci de, beraberinde, özel sektörü teşvik etmek ve çalışanları mağdur etmek gibi sonuçlar yaratarak devam ediyor.

1.B. İşçilerin tepkisi krizin yükünü omuzlamayı reddettiklerinin göstergesidir

Son aylarda Yunanistan’da birçok genel grev, İngiltere’de büyük bir kamu emekçileri

grevi, Polonya’da büyük bir grev hareketi, Şili’de büyük öğrenci, gençlik ve öğretmenler hareketi ve Venezulea’da doktorlar ve sağlık çalışanlarının eylemleri gerçekleşti. 11 Temmuz’da Dominik Cumhuriyeti’nde sendikalar ve kitle örgütleri vergi paketlerine karşı genel grev ilan ettiler. Eylem neoliberalizme karşı güçlü bir mücadele gününe dönüştü. İtalya’da genel grev yapıldı. Çin’de, Hindistan’da sayısız grevler yaşandı. 15 Ekim’de 86 ülkede düzenlenen koordineli eylemlere iki milyondan fazla insan katıldı.

Bu, sınıf mücadelesinin uluslararası alanda ulaştığı ve milyonları harekete geçiren dinamiğin bir göstergesidir. ML partilerin bu sürece katılması ve etkilemesi gerekir.

Tabanda haklar için mücadele eğiliminin gelişmesi, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin işbirlikçi çizgisine de darbe vurmakta ve geriletmektedir. Gençlik, bu mücadelelere daha aktif olarak katılmaktadır.

2010 sonlarında ve 2011’de halen devam ettiği şekliyle Kuzey Afrika’nın Arap halkları, özgürlük ve demokrasi talepleriyle ve olağanüstü bir canlılıkla mücadele sahnesine çıkmışlar, Tunus ve Mısır’da, kendi halkını on yıllarca baskı ve sömürü altında tutan ve emperyalizmin işbirlikçileri olan diktatörleri yenilgiye uğratmışlardır. Bu olaylar, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yeni bir sayfa açmış, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Fas, Cezayir ve diğer ülkelere de sıçramış ve tüm kıtalarda yankı yaratmıştır.

Libya’da ise halkın özgürlük ve demokrasi özlemi Fransa, İngiltere, ABD ve Nato tarafından manipüle edilerek, bu ülkenin işgal edilmesi, bombalanması ve sivil halktan 5 bini aşkın kişinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Büyük güçler gerçekte bu ülkenin petrol ve gaz kaynaklarına göz koymuş ve halkı bölmüşlerdir. Sonuçta, eski mütteffikleri Kaddafi’yi iktidardan düşürüp, yerine bir başka gerici ve işbirlikçi yönetimi yerleştirmişlerdir. Emperyalistler bir muharebeyi kazandılar, ama Libya’da mücadele devam ediyor.

Emperyalist güçler Suriye’de de benzer bir senaryoyu hayata geçirmek arzusundalar. Esad yönetimini düşürmek, yerine ise kendilerinin isteklerini yerine getirecek, halkı ezip, petrol ve gaz yollarını açacak, İran etrafındaki askeri kuşatmaya dahil olacak bir yönetim tesis etmek istiyorlar. Bu amaçlarına ulaşmak için de, Suriye halkının ve gençliğinin meşru demokrasi ve özgürlük istemlerini kullanmaktan geri durmuyorlar. Biz, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunan Marksist Leninistler olarak, emperyalist müdahaleleri mahkum ediyor ve ülkenin kaderini belirleyecek olanın, Suriye’nin işçileri ve halkı olduğunu ifade ediyoruz.

AB ülkelerinde ise son on yıllarda görülmemiş büyüklükte işçi ve gençlik mücadeleleri yaşandı.

Geçen yıl Avrupa’da biraraya gelen Avrupa ülkeleri ML partilerinin işaret ettiği gibi: “Sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının ve halkların direnişi her yerde büyümektedir. Değişik ülkelerde birçok genel grev ve eylem günleri gerçekleşmiştir. Ne sistemin krizinin ne de oligarşinin borçlarının ve kemer sıkma politikalarının yükünü üstlenmemek için mücadele azmi ve öfke artmaktadır.

Bu öfke, burjuvazi ve kemer sıkma politikalarının uygulanmasını kabul eden reformist partiler için ciddi bir kaygı nedenidir. Bunlar ‘ortak fedakarlık’tan söz etmekte ama bu politikaları sadece işçilere ve halka uygulamaktadırlar.[2]

Yunanistan işçi sınıfının, gençliğinin, halkının ülkenin sözde iflasını engelleme amaçlı empoze edilen aşırı kemer sıkma politikalarına karşı olağanüstü cesaretle direnmeleri de, burada, özellikle söz etmeye değer hareketlerden biridir.

Mücadeleye katılan geniş işçi kitleleri açısından kapitalizmin krizine tek gerçek alternatifin devrim ve sosyalizm olduğu gerçeği netlik kazanmış olmasa da, bu kitlelerin giderek artan bir kesimi tutumlarını radikalleştirecek ve alternatif bulmak için tartışmalar yürütecek, kötülüklerin nedeni olarak kapitalizmi görmeye başlayacaktır.

ABD’de ise, işçi sınıfı ve gençlik hareketinin büyük bir kesimi krize karşı, saldırgan emperyalist politikaları teşhir eden ve karşı duran bir eyleme başvurmuştur. Wisconsin eyaletindeki binlerce kamu emekçisi ve öğrencinin mücadelesi, belki de ABD’de sosyal mücadelenin son yıllardaki en önemli göstergesi olmuş, bunun yanında yabancı düşmanı göçmenlik yasalarına karşı göçmen işçilerin sayısız eylemi de gerçekleşmiştir.

İspanya’da, yüz binlerce genç kapitalizme ve saldırılarına karşı meydanlara çıktılar. Bunların oluşturduğu hareket kendine “indignados” adını verdi ve kısa sürede başka Avrupa ülkelerine de yayıldı. Ve 15 Ekim günü dünya çapında milyonlarca kişi aynı adla ve sloganlarla sokağa çıktı.  Bunlardan bir bölümü açıktan tekelleri hedefliyorlar ve bir süredir tekellerin merkezi olan Wall Street’i işgal ediyorlar. Özellikle gençlerin ve kadınların kitlesel olarak katıldıkları bu hareket, kriz karşısında kapitalist önlemlere, işsizliğe, sosyal sigorta, eğitim ve sağlık alanındaki kısıtlamalara karşı çıkıyor, burjuva demokrasisini ve yolsuzlukları mahkum ediyor. Açık ve belirgin bir ufka sahip olmamakla birlikte, sorgulayıcı bir karaktere sahip ve değişim talep eden bu hareket, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele potansiyeli taşımaktadır.

Latin Amerika örneğinde ise özgül bir senaryo sözkonusudur. Oligarşik sağcı partilerin yoz hükümetlerinin neoliberalizmine, baskı ve emperyalist yağmaya karşı büyük işçi, gençlik ve halk mücadelelerinden ortaya çıkan ilerici, demokratik, yurtsever değişim eğilimi güç kazanarak, Orta ve Güney Amerika’da yayıldı. Bu değişim alternatiflerinin seçimlerdeki başarısı, bölgedeki siyasi haritayı değiştirdi. Şu anda, Şili ve Kolombiya dışında, Güney Amerika’daki bütün ülkelerde farklı derecelerde olmak üzere neoliberalizm karşıtı, hatta kendilerini devrimci olarak adlandıran hükümetler vardır.

Özgürlük mücadelesinin gelişimindeki bu olumlu adım, sınıf mücadelesinin yeni bir aşaması olmuştur. Kapitalizmin dinamikleri, krizin içeriğinin tanımlanmasına dair kaçınılmaz süreç, bu ülkelerde, bu akım içerisindeki çelişkileri keskinleştirmektedir. Sosyal demokrat güçler kaçınılmaz bir biçimde sağa doğru kayıyor, iktidarlarını uzatma arayışıyla emperyalizme bağımlılıklarını yeniliyor; işçi, sosyal ve halk hareketini kontrol altında tutmaya ve evcilleştirmeye, devrimci sol güçleri karalamaya çalışıyor ve onlara karşı mücadele ediyorlar. Bunu yaparken, çoğu zaman da revizyonizmin ve oportünizmin desteğine dayanıyorlar.

Bu durum, Ekvador’da işçiler, yerliler, öğrenciler, öğretmenler ve diğer kesimlerin Correa hükümetinin sosyal mücadeleleri kriminalize eden gerici içerikli tedbirlerine ve yasalarına karşı giriştikleri mücadeleleri açıklamaktadır. Rafael Correa yönetiminin değişim projesini terkederek otoriter ve baskıcı bir hükümeti dayatması, onu kesin olarak değişim akımından ayırmış ve uzaklaştırmıştır. Bolivya’da da benzer bir durum yaşanmış, güçlü bir genel grev “gasolinazo”da Evo Morales hükümetine geri adım attırmıştır. Benzer olaylar Arjantin, Uruguay, Paraguay ve hatta Venezuela’da görülmektedir. Bugün bölgedeki sosyal huzursuzluk diğer zamanlardaki boyutlarına ulaşmış olmasa da, sınıf mücadelesinin yüksek bir ifadesi olarak ideolojik ve politik tartışmayı şekillendirmiştir. Bu ortamda geleneksel sağcı politik güçler, en gerici görüşlere dayalı bir muhalefet yürüterek kendi pozisyonlarını korumaya çalışmaktadır.

Brezilya, Meksika, Kolombiya ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde, işçi sınıfının patronlara, işçi karşıtı politikalara, baskıcı burjuva hükümetlerine karşı mücadelesi; resmi çevrelerden beslenen sendikacıları, devrimci örgütleri ve siyasi liderleri işbirliğine itmek isteyen oportünizm ve reformizm ile arasına ayrım çizgisi koymak için yürütülen ideolojik ve politik mücadele ile iç içe geçmiştir. Bölgenin tüm ülkelerinde, ama özellikle de “ilerici hükümetler”in işbaşında olduğu ülkelerde, reformizm ile devrim arasındaki çelişki derinleşiyor ve kendini her alanda hisettiriyor.

Genel olarak şunu diyebiliriz ki, dünyada son yıllarda işçilerin ve gençliğin genel ve kısmi eylemlerine sahne olmamış hiçbir ülke yoktur.

Sonuç olarak, günümüzün sıkıntılı emperyalist kapitalist dünyasında sınıf mücadelesinin geliştiği özgül bir anda yaşamaktayız. Burada işçi sınıfı, kapitalizmin krizine karşı direnişin ana aktörü konumundadır ve bu durum, Marksist-Leninistlerin işçiler arasındaki çalışmasına oldukça uygun koşullar sunmaktadır.

2. İŞÇİ SINIFI VE GÜNCEL GÖREVLERİMİZ

2. A. Emekçilerin hakları için mücadelelerini ilerletmek, devrim ve sosyalizm fikrini geliştirmek için koşulları değerlendirmek

Kapitalist dünyanın krizinin sonucu olarak gelişen olaylar, emperyalist burjuvazinin aldığı tedbirler, işçilerin, gençliğin ve halkın tepkisi, aynı zamanda ona karşı alınan “tedbirler”in sonucu olarak ortaya çıkan krizin yeni görünümleri, farklı ve yeni koşullar yaratmaktadır.

Bunun en önemli unsurlarından biri, uluslararası ve yerel çapta burjuva-emperyalist kurumların yaşadığı büyük erozyondur. Uluslararası siyasal ve finansal kurumların prestij kaybı artmış ve büyük sermayenin araçları olduğu gerçeği gün yüzüne çıkmıştır.

BM, NATO, IMF, DB, Avrupa Merkez Bankası vb., halkları kendi plan ve politikalarına hazırlayan ve tabi kılan saldırgan ve doğrudan müdahaleci bir rol üstlenmişlerdir. Bu kurumlar, gerici emperyalist burjuvazinin krizin yükünü işçilerin ve halkların sırtına yıkma planlarını uygulamışlardır.

Buna yakından bağlı olarak, burjuva demokrasisinin kurumları, hükümetler ve parlamentolar, bakanlıklar ve mahkemeler vb. belirgin ve derin bir yozlaşma ve itibar kaybına uğramıştır.

Başta hükümettekiler olmak üzere geleneksel burjuva siyasi partiler, seçmenlerle aralarındaki mesafeyi giderek açmış ve seçimlerde de cezalandırılmışlardır.

İşçilerin anti-kriz paketlere karşı direnişleri ve burjuva kurumlarının yaşadığı çözülmenin sonucu olarak, kapitalist devletler tarafından korporatizme itilen eski sendikal yapılar da, krizin etkilerine maruz kalarak, içten büyük çatlaklar yaşamışlardır. Bununla bağlantılı biçimde ve “sosyal devlet”in dağılmasının sonucu olarak, sendika bürokrasisinin ve işçi aristokrasisinin işbirliğiyle, burjuvazinin işçileri demobilize etmek için onyıllarca kullandığı bildik “sosyal pakt” kaynağı yıpranmış ve itibardan düşmüştür.

İşçi ve sendikal hareket, hesaba katılması zorunlu olan bir dizi önemli sorunla karşı karşıyadır:

I- Sendikalaşma oranı oldukça düşüktür. Yaklaşık yüzde 5-6 civarında işçi sendikalıdır ve bu, işçilerin ezici çoğunluğunun örgütlü olmadıkları ve kendi sınıf çıkarlarını savunabilecek bir yapılanmadan yoksun oldukları anlamına gelir.

II- İşçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin etkisi dolayısıyla sendikaların çoğunluğu salt dayanışma kurumlarına dönüşmüş, sermaye ile uzlaşma politikasının ve hatta bazı durumlarda direkt patron politikalarının sözcüsü konumuna düşerek, işçilerden uzaklaşmışlardır.

III- Sendika bürokratları aldıkları yüksek maaşlar ve sahip oldukları ayrıcalıklarla da sınıfın ana kitlesinden kopmuşlardır.

IV- Revizyonizm ve değişik oportünist akımlar, sendikaların bu halde kalmalarına destek olmuşlardır.

V- Sendikalar, mevcut yapılarıyla, kapitalist cins ayırımcılığının devam ettiği, kadın emekçilerin ikinci plana itildikleri örgütler durumundalar.

VI- Sendikal örgütlerin bir başka sorunu ise, göçmen işçilere karşı ayırımcılıktır.

VII- Düşey örgütlenme, yönetici kliğin ayrıcalıkları, sendika bürokrasisinin manevra ve dayatmaları, iç demokrasi yoksunluğu, işçilerin kararlara katılma imkanlarının sınırlılığı vb. durumlar, sendikaları işçilere yabancı kılmakta ve onların mücadele ve özlemlerinden uzaklaştırmaktadır.

Yani sendikalar mevcut konumlarıyla, işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan uzaklaşmış, işçi aristokrasisi ile sendika bürokrasisinin ve dolayısıyla da patronların çıkarlarına hizmet eden yapılara dönüştürülmüşlerdir.

Uluslararası federasyonlar bakımından ise, “hür” Amerikan sendikalarıyla bağlantılı olan ve Kasım 2006’da Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) ile Hıristiyan Demokrat kökenli Dünya İşçi Konfederasyonu’nun (WLC)  birleşmesi sonucu kurulan Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çökmesi sonucu sarsılan Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’nun karşı karşıya olduğu krizden faydalanmıştır. ITUC 151 ülkede 175 milyon üyesi olduğunu iddia etmektedir.

Dünya Sendikalar Federasyonu ise, son yıllarda, Güney Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden gelen destekle belli bir canlanma yaşadı. 120 ülkede 80 milyon üyesi olduğunu iddia ederek, ILO yönetiminde sandalye talebinde bulunuyor ve ITUC’u bu tür kurumları tekeli altında almakla suçluyor. Sendika, federasyon ve konfederasyonları çekmek için yoğun bir kampanya yürütüyor. Burası da uluslararası bir merkez olup, kendilerine sınıfsal, solcu, hatta komünist diyen sendika ve işçi örgütlerinin entegre olduğu, fakat revizyonizmin ve oportunizmin denetiminde olan ve kullanılan bir alandır.

Sendikal hareketin bir kesiminin ise her iki sendika örgütüyle de bağlantısı bulunmamaktadır.

Avrupa ve Latin Amerika’da yapılan Sendikacılar Toplantısı’nı yeniden canlandırmak, istikrarlı kılmak ve genişletmek acil bir görevdir ve diğer sendikal güçleri ve devrimci sınıf sendikacılarını katmak, işçi sınıfı mücadelesini ve örgütlemesini ilerleten somut kararlar almak ve görevler belirlemek gerekir. Bu faaliyetleri işçi sınıfının ve sendikacıların diğer kesimleri için de bir referans haline dönüştürmek gerekir.

İşçi, gençlik ve halk kesimlerinin krize ve onun sonuçlarına karşı gösterdiği tepkiler, büyük gösteriler, genel ve tek tek grevler ve son dönemlerde yapılan her türlü eylem bir tarafa, yeni bir mücadele eğilimi ve mevcut rejim karşısında alternatif arayışlarının birçok ifadesini görmekteyiz.

Bütün bunlar devrimci hedefler lehine işleyen ve daha hızlı ilerlememizi sağlayacak olan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Bu durum, ayrıca krize ve kapitalizmin iflasına karşı alternatif olarak devrim ve sosyalizm fikrini yaymak için de uygun koşullar yaratmaktadır.

“Kriz karşıtı tedbirler”in, uygulanan neoliberal politikaların, özelleştirmelerin, işçi haklarında ve sosyal güvenlikteki kesintilerin deşifre olması; krizin sorumlularını ve nedenlerini teşhir için, halkın talepleri ve ihtiyaçları kaşısında kapitalizmin tarihsel iflasını ilan etmek için, tarihte yeri doldurulamaz aktörler olarak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin rolünü doğrulamak için büyük fırsat yaratmıştır.

2.B. Devrimci bir sendikal alternatif ileri sürerek işçi sınıfı içerisinde çalışma zorunluluğu

Burjuvazi sadece krizin yükünü işçilerin sırtına yıkmakla kalmıyor, aynı zamanda sömürüyü yoğunlaştırıp artı değer çıkarımını yükselterek düze çıkmaya çalışıyor. Kriz ve sonrasındaki gelişmeler derin izler bıraktı ve işgücünün istihdam koşullarını değiştirdi. Fakat bir şey kesindir: burjuvazi, işçi sınıfı olmadan yapamaz, değer yaratamaz. Bu sınıfa mensup milyonlar üretimde bulunmakta, üretim araçlarının sahipleri için çalışmakta ve her biri kapitalist birikim mekanizmasında bir rol oynamaktadır.

Şu ya da bu faaliyet ile bağlantılı işçi oranları bakımından farklılıklar olsa da, sanayi ve tarım proletaryası üretimin temelinde yer almaya devam etmektedir. Devrimciler açısından bunlar öncelikli kesimleri oluşturur. Bununla birlikte, artan sayısı ve burjuva kapitalist mekanizmada teşkil ettiği önem bakımından hizmet sektöründe çalışanlara da büyük önem vermekteyiz.

Son zamanlarda, özellikle son krizin patlak vermesiyle birlikte, işçi sınıfı, gençlik ve halkların bütün mücadelelerinde Marksist-Leninist parti ve örgütler, şu veya bu şekilde yer almışlardır.

Bu eylemlere katılım derecesi ve etkileriyse, ilişki düzeyine, sendikal örgütlenmeye, işçi sınıf ve emek hareketi içerisindeki siyasal-sendikal ve partinin gösterdiği varlık derecesine bağlı olmuştur.

Ancak şu açıktır ki, hareketlerin karakteri, doğası ve yönünü tayin etme yeteneği bakımından gücümüz hala sınırlıdır.

Tarihsel deneyim, esas olarak da yakın zamandaki deneyimler Lenin’in tezini doğrulamaktadır: “Ama biz mücadeleyi, “işçi aristokrasisi”ne karşı mücadeleyi, işçi yığınları adına, bu yığınları kendi tarafımıza kazanmak için yaparız: İşçi sınıfını kendi yanımıza çekmek için oportünist ve sosyal şoven liderlerle savaşırız. Bu kadar açık ve belli bir ilkel gerçeği görmemek saçmalık olur.” (Lenin)

Aynı eserde Lenin şunları da belirtir:

“Politika sanatı (ve bir komünistin görevlerini doğru olarak anlaması) proletaryanın öncüsünün iktidarı ele geçirebileceği koşulların ve anın, iktidarı alırken ve aldıktan sonra işçi sınıfının ve proleter olmayan emekçi yığınların yeteri kadar geniş tabakalarının yeterli desteğinden yararlanabileceği ve iktidara geçince gittikçe daha geniş emekçi yığınlarını eğiterek ve kendine çekerek egemenliğini genişletebileceği koşulların ve anın tam ve doğru olarak değerlendirilmesini gerektirir.” (ibid.)

 

2.B.1. Nasıl sendikalar istiyoruz?

İşçi sınıfının ve onunla birlikte tüm emekçi sınıfların çıkarları, üretim sürecinde işgal ettiği yer ve toplumsal politik bakımdan oynadığı merkezi role uygun bir sendikal örgütlenme tipi talep etmektedir. Bu, sınıfın kısa ve orta vadeli hedeflerine ulaşmasını amaçlayan, onun özlem ve taleplerini temsil eden bir sendikadır:

1- Programı ve örgütüyle sınıfın çıkarlarını ifade etmeli, işçi sınıfının bir parçası olmalı, haklarını savunmalıdır. Sınıf sendikası olmalıdır.

2- Kararların alınmasına işçilerin katılımını mümkün kılan demokratik işleyişe sahip bir örgüt olmalıdır. Kurul ve komisyonlarda üyelerinin oyu ve sesine kulak veren, buradan güç alan bir yapı olmalıdır. Demokratik bir sendika olmalıdır.

3- Üyelerinin hakları için mücadele eden bir örgüt olmalıdır. Sınıfın tümünün taleplerine sahip çıkmalı, patronların işçi düşmanı politikalarına karşı mücadele etmeli, tüm emekçi sınıfların, halkın ve gençliğin demokratik hakları ve politik özgürlükleri için bir cephe örmelidir. Bir mücadele örgütü olmalıdır.

4- Sendikalar işçilerin politik ve sendikal eğitimlerine katkıda bulunmalı, topluma dair fikirlerin, ülke sorunlarının, işçi hareketinin uluslararası durumunun, halkların özgürlük mücadelelerinin tartışıldığı birer alan olmalıdır. İşçi sınıfının politik eğitiminin gerçekleştiği bir okul olmalıdır.

5- Sendikalar işçi sınıfının, işçilerle ve öteki emekçilerle dayanışmasının gerçekleştiği bir yer olmalıdır. İşçilerin davası ve bizzat kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluşları, işçi sınıfı ve halkın tüm kesimlerinin, kendileri de mağdur durumdaki kesimlerin her alandaki desteğine ihtiyaç duyar. Sendika, dayanışmacı bir örgüt olmalıdır.

6- İşçi sınıfı, her memlekette zenginlikleri yaratan, ama patronların sömürüsüne ve kapitalist devletlerin baskısına maruz kalan, uluslararası karaktere sahip bir sınıftır. Her sendika, dünyanın tüm emekçilerinin ve halklarının davasını kendi davası olarak gören bir tutum içinde olmalı ve bunun eğitimini yapmalıdır. Enternasyonalist bir örgüt olmalıdır.

7- Sendikalar, bürokrasinin ayrıcalıklarına son veren, yöneticilerle taban arasındaki ücret farklılıklarını ortadan kaldıran örgütlere dönüşmelidir. Saflarından, görevlerini yerine getiren ve hesap veren bilinçli yöneticiler çıkaran bir örgüt olmalıdır.

8- Sendikaların gelirleri ve üye aidatlarının kullanımı, tabanın denetimine açık olmalıdır. Sendika aidatı mücadele için, sendikal eğitim ve örgütün sağlamlaştırılması için bir silah olarak değerlendirilmelidir.

9- Sendikal yaşam, işçinin karşılaştığı sorunları ele alan, çözmek için mücadele eden, işçi sınıfının kültürel düzeyinin yükseltilmesine hizmet eden, sanat ve eğlenceye olanak yaratan bir yaşamdır. Sendika işçiler için bir kültür evi olmalıdır.

İşçi sınıfının kendisini gösterdiği her yer ve durumda, sınıf sendikalarında olduğu kadar sarı sendikalarda da, her türlü araçla işçiler üzerindeki etkilere karşı mücadele ve onların  mücadelesine önderlik devrimciler için bir zorunluluktur ve M-L parti ve örgütler buna uygun davranmış ve davranmaktadır ve bunlar farklı biçim ve alternatifler halinde gelişir.

Bununla birlikte, devrimci güçlerin ve M-L partilerin, işçilerin belli bir kesiminde, sendikada yönetimi ele geçirdiği durumlar olmuş, önemli mücadeleler örgütlemiş, prestij kazanmış, sendikal ve halk hareketinde referenas kazanmış ve böylece bütün harekete kolaylık sağlayan, emekçi kitlelerin daha geniş kesimlerinde etki yaratan bir durum oluşmuştur. Bu mevziler korunmalı, savunulmalı ve genişletilmeli, işçi sınıfını devrim ve sosyalizme kazanma sürecinin bir parçası olarak düşünülmelidir.

ML partilerin işçi sınıfının bütününe yönelik ajitasyon-propaganda çalışmasının yanı sıra, sendikal hareket içerisinde sınıfsal alternatifler inşa etmesinin büyük yararı vardır. Bu durum, sınıfsal ve devrimci ilkelerin, yönlendirmenin, önermelerin uygulanması ve geliştirilmesini kolaylaştırıp yaygınlaştıracaktır.

Sözkonusu olan işçi hareketinin bir kesiminin, ana gövdeden ayırmaksızın, ML rehberliğinde eğitilmesidir. Devrimci önderlikle hareket etmek, işçi sınıfının diğer kesimlerinin de kararlı, sınıf tutumuyla devrimci bayrağı dalgalandırmasını etkileyecektir.

Koşullara bağlı olarak bu kesim farklı örgütsel biçimler ve özellikler kazanabilir: akım, cephe, sendika ya da sendika merkezi, hatta sendikal hareket içerisindeki diğer sınıfsal ve devrimci güçlerle ortak bir tutum olabilir. (Burada en önemli mesele, işçi sınıfının en geniş birliğini sağlama perspektifinden asla taviz vermemektir.)

Son zamanlarda birçok ülkede sendikal bürokrasiye, oportunizme ve ihanete karşı mücadele eden sendikal ve siyasal güçler bulunmakta ve işçi örgütlerinin yönünü tartışmak üzere bunların sendikal temelde biraraya gelmesi gerekmektedir. İşçilerin mücadelesi, politik eğitimi ve sendikal birliği amacıyla devrimci proletaryanın bu süreçte aktif yer alması gerekir.

Bahsedilen ihtimallerin hiçbirisi, sekter ve kendini izole edici, hareketin dışında ve reformist revizyonist sapmalardan uzakta, pürüpak durma şeklinde anlaşılmamalıdır. Hayır, böylesi bir tutum, işçi hareketinin en bilinçli ve ileri kesimi olma iddiasına uygun düşmez. Oysa hedef, kendi eylemini yapma becerisi gösterecek, fakat aynı zamanda işçi sınıfının bütününe ve kapitalizme karşı olan diğer sosyal güçlere karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek bir gücü harekete geçirmek, örgütlemek ve yönlendirmektir.

Genel işçi kitlesindeki bu devrimci karakterdeki güçlerin oynayacağı rol, sınıfın bütününün çıkarlarını gözeten bir tarzda istikrarlı bir çalışma eşliğinde partiyi güçlendiren iyi bir politikanın uygulanmasına bağlıdır.

İşçileri ilgilendiren ve etkileyen özgül sorunlardan bağımsız hiçbir devrimci bilinç sağlanamaz. Emekçi kitlelerin haklı talepleri için mücadeleye önderlik etmek sınıf sendikacıları ve devrimci sendikacıların kaçınılmaz görevidir. Bu tecrübeye dayanmak, sınıfı bilinçlendirmek, politize etmek ve devrimin gerekliliği, onların rolü ve bu hedefe varma olanakları konusunda onları tartışmaya katmak Marksist-Leninistler açısından zorunlu bir görevdir.

2.C. Sendikalı olmayanlar ve güvencesiz emekçiler içerisinde çalışma

Kapitalizm kendi dinamiğiyle, özellikle kriz dönemlerinde geniş oranda işsizlik yaratır. Dahası, uluslararası finans kurumlarının krizden en çok etkilenen ülkelere kestiği reçete, işsizlik oranlarında kaçınılmaz yükselmeye, iş koşullarında kötüleşmeye ve dolayısıyla da esnek çalışma koşullarına yol açar.

ILO tahminlerine göre, dünya çapında 1 milyar 530 milyon emekçi, 2009’da korunmasız işçi konumunda çalışmaktaydı. Bu bütün dünya işçilerinin % 50,1’ine tekabül etmektedir ve 1999’a göre 146 milyon daha fazladır.

Sürekli işi ya da iş güvenliği olmayan, geçici kontratla, yarı zamanlı veya taşeron olarak çalışan bütün işçi kesimleri belirsiz ve korunmasız iş koşullarında çalışmaktadır. Genellikle temel işçi hakları tanınmamakta, sendikal örgütlenmelerine engel olunmakta ve emeklerinin aşırı sömürüsü yükselmektedir. Bu sektörlerin önemli bir parçası, genellikle oturumsuz, en zor sosyal ve ekonomik koşullarda çalışmaya zorlanan göçmen işçilerdir. Bu sektörlerin örgütlenmeleri, yapıları dolayısıyla çok zor olsa da, imkansız değildir. Çünkü içerisinde bulundukları çalışma koşulları nedeniyle, bunlar, hakları için mücadele ve bazı koşullarda da sosyal patlamalara yatkındır. Marksist-Leninistler, bu kesimlerin haklı talep ve mücadelelerini mümkün kılacak değişik yöntem ve örgütlenme çeşitleri üretmelidirler.

Aynı şekilde işsiz emekçilere yönelik politik ve örgütsel bir çalışmanın organize edilmesi zorunludur. Bu sektörün ulaştığı sayı, bulundukları kötü durum ve çoğunlukla gençlerden oluşması, mücadele için büyük bir potansiyeli olduğu anlamına gelir. Son dönemlerde İspanya, diğer Avrupa ülkeleri ve ABD tecrübeleri bunu göstermiştir.

Bir başka ilginç deneyim, Arjantin’de konvertibilite krizi döneminde kapanan bazı fabrikaların işçilerinin fabrikaları tekrar çalıştırmaya başlayarak, devletten kredi ve garantörlük talep etmiş olmaları örneğidir.

Krizin bu aşamasında büyük genişleme gösteren bir alan da bağımsız çalışmadır. (Çoğunluğunu seyyar satıcıların oluşturduğu güvencesiz emekçiler.- Ç.N) Çoğu zaman bu girişimler, vazgeçilmez ihtiyaçlara çözüm sağlamaktan ziyade, yetersiz istihdam nedeniyle bir nevi kaçış yolu olmuş oluyor. Genellikle sokak satıcıları ve evde değişik hizmet verenlerden oluşmaktadırlar. Çalışmalarını geliştirme koşullarının zorluğu ve çoğu zaman gelirlerinin neredeyse asgari ücrete bile ulaşamaması bir yana, maruz kaldıkları regülasyon ve uygulamalar onları her gün şehirlerde baskı güçleriyle karşı karşıya getirmektedir.

Kendilerine dayatılan çalışma koşulları, engeller ve baskıcı uygulamalar, örgütlenme ve mücadele için uygun koşullar yaratmaktadır. Marksist-Leninist parti veya devrimci güçlerin örgütlenmelerine katkıda bulunduğu ve sürekli eğitim çalışması yaptıkları ortamlarda, bu sektörler ekonomik mücadele sınırlarını aşarak örgütlü politik bir güç haline gelebilirler.

Bizzat kapitalistlerin kendileri ve hükümetleri, kredi ve borçlandırmalar yoluyla geniş bir ‘otonom çalışanlar’ kesiminin ortaya çıkmasını besliyorlar. Ücretli emek sömürüsü sayesinde orta sınıf ve tabaka haline gelen bunlardan bazıları ile, büyük sermayeye, emperyalizme ve bağlı hükümetlerin politikalarına karşı birlikte hareket edilebilir.

2.D. Sendikal ve halk hareketinin birliği için çalışma

Marksist-Leninist partilerin sorumluluğu işçi hareketi içerisinde bir fraksiyona karşı değil, tüm işçi ve sendikal harekete karşıdır. Kendi güçlerimizi sağlamlaştırmanın, hareketin tümünün birliği doğrultusunda sistematik bir çalışma için kalkış noktası teşkil ettiğinin ise, altını tekrar çiziyoruz.

Birincisi, sendikal hareketin birliğinin, emekçi haklarını savunmanın temel koşulu olduğunun farkındayız. Devrimci sendikal güçlerin -tüm emekçi hareketle işbirliği içerisinde-, işçilerin mücadele ve protestolarını yükseltmek, birleştirmek ve koordinasyonunu sağlamak ve güçlü temel birlik hissini artırmak için, etkinliklerin en geniş çapta gerçekleştirmesi gereklidir. Genelde birliğin, öncelikli olarak durumun gerektirdiği şekilde, kapitalizme karşı işçi sınıfı taktiklerini kullanmasını içerir. Bu aşamada birlik, diğer güçlerle farklarını, çekingen liderlik, fırsatçı hainler ve gericilerin davranışlarını göz ardı etmemeli, tam aksine birleşik emekçi yığınları eylemlerini delil olarak kullanıp, bu davranışları ve diğer ögelerini yargılayan ve ortadan kaldıran bir rol oynamalıdır.

İkinci olarak, sınıf sendikacı ve devrimci güçlerin birlik sürecini, diğer bütün kapitalizm karşıtı toplumsal ve halkçı kesimlerle birlikte yükseltmesi şarttır. Kayda değer bütün işçi mücadeleleri, genç ve öğrenci sektörleri katabildiği oranda ve baskı altındaki halkların, yerlilerin, emeklilerin, şehirli halkın, sanatçı ve entelektüellerin sosyal davaya bağlı kaldığı ülkelerde yüksek seviyelere ulaşmışlardır. Bazen, belirli sosyal, demokratik ve anti-emperyalist bayrağın dalgalandığı, kentsel sol ve demokratik güçlerce yönetilen birliklerde kayda değer tecrübeler edinilmiştir.

En geniş birliğin sağlanması, işçi kitlelerinin sınıf bilinci ve devrimci ruhunu yükseltmek için zorunludur. Özellikle ulaşılamaz kurum veya sendika görüşünün ortadan kaldırılması, “bazı gerici ögeler, daralmış bir birlik, apolitik eğilimler ve ruhani yaklaşımların” (Lenin, age.) üstesinden gelme olanağını artıracaktır. Lenin’in belirttiği gibi, sendikaların gelişmesi ve gerçek sınıf bilincini teyit edecek daha geniş bir ufuk, sadece işçi sınıfının kendisine bakmayı bırakıp, toplumun bütün diğer sınıflarının yaptığı ya da yapmadıklarını görüp, tavır alıp, harekete geçmesiyle mümkün olacaktır.

Üçüncü olarak, devrimci sendikacılar ve örgütleri, emekçi yığınları politik mücadele için birlik pratiğine katmalı ve eğitmelidirler. Demokratik ve devrimci politik bayrak altında –Marksist-Leninist partinin kılavuzluğu ve denetiminde– politik faaliyete katılmadığı sürece, emekçi sınıfının bir devrimci bilinç geliştirmesi mümkün değildir.

Bayraklar, önermeler ve alternatif siyasetler konularında birlik, emekçi sınıfı içerisinde devrimci çalışma kanallarının en önemlilerinden birisidir. Bu emekçilerin iktidar mücadelesinde politik aktivitelere katılması ve katkısı anlamına gelir. Bu seviyede bir birlik, işçilerin, yasal ya da değil, barışçıl ya da şiddetli, seçimle ya da gizliden, bütün mücadele şekillerini kullanması ve birleştirmesini gerektirir. Bu, işçiler arasında siyasi, taktiksel ve stratejik tartışmaların artırılması anlamına gelir ve bu birlik programını yükseltecek sosyal ve politik güçler yaratarak, detaylarını ve fedakarlık gerektirecek eylemlerini belirlemeyi sağlar.

Dördüncü olarak, emekçi sınıfının gerçek bir uluslararası birliği, proleter enternasyonalizminin pratiğe geçmesi için çalışıyoruz.

Emperyalist globalleşme ve onun krizi, her seferinde daha genel bir çözüme elverişli, önemli ögeler yaratmaktadır. Her ülkenin emekçi sınıfı ve halklarının yerel mücadeleleriyle uluslararası bir dayanışma seviyesine duyulan ihtiyaç giderek acilleşmektedir. Krizlere yazılan emperyalist reçetelerin farksızlığı, ifade edilen sorunların ortaklaşmasına sebep olmuştur. Bu, dinamik ve çok yanlı proleter enternasyonalizm ögelerinin geliştirilmesini vazgeçilmez kılmaktadır.

Her ülkede sendikalılığın örgütlü gelişmesi açısından, enternasyonal destek mutlaka gereklidir.

Kapitalizm ve emperyalizmle mücadeleyle birleşmeleri açısından, sendikal hareketi güçlendirmek amacıyla, enternasyonal birliği sağlayacak kanalları belirlemek şarttır.

2.E. Sendika tabanının sistematik eğitimi ve devrimci sendikal kadroların yetiştirilmesi

Devrimci sendikal pratik, sistematik politik-sendikal eğitimi gerektirir. Marksizm-Leninizmin teorik temellerini, devrimci ve sınıf sendikacılığının ilkelerini, iş yasası ve işçi haklarını, mücadele biçim ve taktiklerini, işçi sınıfının tarihsel misyonunu, ülkenin ve dünyanın ekonomik, sosyal ve politik gerçekliğini vb. işçilere açıklamak, bilinçlerini yükseltmeleri açısından vazgeçilmezdir.

Bu gereksinimi varsayarsak, sendikal örgütlerin tecrübelerini aktarmada kullanılacak birçok yöntem mevcuttur.

Kısa kurslar, seminerler, atölyeler, tartışma forumları vb.’nin yanı sıra kalıcı sendikal eğitim merkezlerinin, işçileri sendikal eğitime çekmek yönünde, sendika eğitiminin sendika örgütünün devrimci etkinliğinin bir parçası olduğu göz önüne alınarak, örgütlenmesi önemlidir.

Gazeteler ve sendikal veya politik-sendikal örgüt yayınlarının, politik materyallerin, klasik Marksist-Leninist materyallerin, diğer komünist literatür ve devrimci Enternasyonal Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı materyallerinin, Birlik ve Mücadele vb. basımı ve dağıtımı çalışmanın önemli bir parçasıdır.

İşçi sınıfının politik ve sendikal eğitiminin en önemli yanlarından birisi kadroların yetişmesidir. Sendikal ve politik kadrolar, bir teorik laboratuardan değil, sınıf mücadelesinin yaşam tecrübeleri içerisinden çıkarlar. Önderlik eğiliminin, mücadelenin her safha ve seviyesinde emekçi yığınların tavrının tam devrimci perspektife ulaşması, sadece kadrolar pratiklerini devrimci temel ve teoriye dayandırdığı zaman mümkün olacaktır.

Bu nedenle, geniş politik ve sendikal kadroların yetiştirilmesi için planlı ve sistematik bir çalışmanın yapılması önemlidir. Bu kadrolar bütün sınıfa ya da kendi dar çevresinden daha geniş kesimlere önder, yönelten ve örnek olma görevini üstlenecektir.

2. F. İlerlemenin garantisi, partinin işçi sınıfı içerisinde kurulmasıdır

Tarihsel tecrübe ve somut gerçekler, bize, işçi hareketi içerisinde devrimci bir etki ve egemenliğin ancak, işçi sınıfı ile kurulacak sıkı ve yakın ideolojik, politik –ve her şeyden de önemlisi– organik bağlar sayesinde mümkün olabildiğini göstermiştir.

İşçi ve sendikal hareket, eğer sınıfın bağımsız politik partisi yani Marksist Leninist partiyle derin bağlar içindeyse, devrimci mücadelenin bir tarafı, yöneticisi ve örgütleyicisi olabilir. İşçi ve sendikal hareket toplumsal devrimin öznesi haline geldikçe, proletaryanın devrimci partisi de büyüyüp gelişebilir. İşçi sınıfı ve halk, kurtuluşu için devrimci teorinin rolüne ihtiyaç duyar. Bu, Marksist Leninist partinin, saflarını ileri işçilerle besledikçe görevini yerine getirebileceği manasına gelir.

Partiyi işçi sınıfının bağrında inşa etme çalışması, devrim için güç biriktirme görevinde ilerlemek için vazgeçilmezdir.

İlişkileri geliştirmek, Marksist Leninist partiyi emekçilerin sosyal ve politik hayatına katmak, örgütlü politik partiye ilgilerini canlandırmak ve destekçileriyle örgütsel bağlarını sağlamak bu çok yanlı çalışmanın parçasıdır.

Militan işçileri, fabrika, şirket ve hizmet alanlarındaki hücre ve komiteleri saflarına katarak, parti yapısının köklerini ve inşasını işçi sınıfına dayandırmak için emekçilerin sistematik ve çok yanlı komünist eğitimi gereklidir. Bu parti kurma girişimini, emekçi sınıfı saflarından gelen geniş komünist parti kadroları teşvik etmeli ve her düzeyde parti yönetimine gelmelerini sağlayabilmelidir.

Bu çalışma partilerin organik yapısını geliştirmeyi, saflarındaki işçi militanların oranlarını artırmayı amaçlamalıdır.

Sonuç olarak, Marx’ı bir kez daha hatırlatarak, devrimci kararlılığımızı bir kez daha teyit ediyoruz: “İşçi sınıfı zaferin ögesine sahiptir: sayı üstünlüğü. Fakat sayı, eğer bilginin kılavuzluğunda birlik ruhu ile birleşmemişse, herhangi bir ağırlığı söz konusu olamaz.” (Karl Marx, Uluslararası İşçi Derneği açılışındaki konuşma).

 

 


[1] İstihdam verileri ILO’nun “Dünya İstihdam Eğilimleri” raporundan alınmıştır.

[2] Avrupa ML Parti ve Örgütler toplantısı raporu, Haziran 2010.

Libya’da Emperyalist Müdahaleye Hayır!

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı Koordinasyon Komitesi

Emperyalist güçlerin gerici koalisyonunun, sivil halkı korumak gerekçesiyle ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının arkasına sığınarak Libya’ya karşı başlattıkları askeri saldırı, halklara karşı saldırganlığa bir yenisini ekledi. Dün Balkanlarda, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi, bugün Libya’da aynı aldatıcı gerekçe ileri sürülmektedir. Fransa, Ingiltere ve ABD’nin oluşturduğu ve İtalya, İspanya, Danimarka … hükümetleri tarafından aktif olarak, veto haklarını kullanmayan ve saldırganlığa ikiyüzlüce onay veren Rusya ve Çin tarafından pasif olarak desteklenen koalisyon, eylemiyle gerçek yüzünü ve niyetini hemen ortaya koydu. Emperyalist koalisyonun gerçek hedefi, iddia edildiği gibi sivil halkın güvenligini sağlamak değil, petrol kaynaklarına el koymak, Libya’nın stratejik konumundan yararlanmak ve Arap halklarının devam etmekte olan devrimci isyan ve mücadelelerine gözdagı vermektir.

BM kararına dayanarak Libya’ya saldırıya girişen emperyalizm, bir kez daha kendisi için önemli olanın BM kararlarının haklılığı veya haksızlığı değil, kendi çıkarları olduğunu ortaya koymuştur. Geçmişte Filistin ve Sahra halklarıyla ilgili kararların hepsini veto etmiş olmaları, bunun açık göstergesidir.

Muammer Kaddafi gerici yönetimine karşı mücadele etmekte olan isyancılar, kısa bir zaman içinde “kurtarıcılarının” hiç de bu sıfata layık olmadığını keşfedeceklerdir. “Kurtarıcılar”ın, aslında, Kaddafi’nin yerine emperyalizm uşağı yeni piyonlar yerleştirmek isteyen acımasız yağmacı ve sömürücüler olduğunu göreceklerdir. Bu koalisyonun bileşenlerinin ve öteki emperyalist kapitalist ülkelerin, geçmişte, tıpkı Tunus’ta ve Mısır’da halk isyanlarıyla devrilen Sosyalist Enternasyonal üyesi (!) Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’e yaptıkları gibi, Kaddafi’ye de destek verdiklerini hatırlatmak gerekir.

Magrip’i ve Ortadoğu’yu (Fas, Yemen, Bahreyn, Suriye ve muhtemelen Cezayir’i) saran ve sarmakta olan isyanlar, emperyalist güçlerin stratejik çıkarlarını tehlikeye sokmakta ve aralarındaki çelişkileri keskinleştirmektedir. Aşırı gerici Sarkozy’nin başını çektiği Fransız emperyalizmi ile yine en az onun kadar gerici olan Merkel’in liderliğindeki Alman emperyalizmi arasında, Libya konusunda başgösteren sürtüşme, bunu bir kez daha orta yere sermiştir. Dünyanın bu parçasında halklar tarafından diktatoryal ve otoriter rejimlere ve sosyal adaletsizliklere karşı  yürütülen mücadele, emperyalist güçlerin ve müttefiklerinin tutumunu sarsmakta ve değişikliğe uğratmaktadır.

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı, Libya’ya yöneltilen bu ağır saldırıyı şiddetle mahkum eder. Kaddafi gerici yönetimine karşı demokrasi, özgürlük ve onur mücadelesi veren halkla dayanışmasını ifade eder.

Birleşmiş Milletler’in ve  demokratiklik iddiasındaki ülkelerin ve hükümetlerin, saldırganlık karşısındaki ikiyüzlü ve bazı durumlarda destekleyen başka bazı durumlarda ise yeren tutumunu mahkum eder. Tüm işçi ve emekçileri, Libya halkıyla ve mücadele halindeki diğer halklarla dayanışmaya çağırır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑