Asfaltı Üreten Bölgenin Yollan Patika… Bölgesel Analiz -Bir Deneme (1979-1986)

Her şeyin bir vakti var,
Döllenmenin ve ölmenin,
Dikmenin vakti var,
Ve sökmenin,
Öldürmenin ve şifanın,
Yıkmanın vakti var,
Ağlamanın vakti var,
Ve gülmenin.
Enver GÖKÇE

3- SONUÇ
Çalışma, coğrafi konumu gereği adlandırılan Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesindeki 18 ili kapsıyor. Bu bölgenin ülke alanında payı, yüzde 28,5 olup, 222,3 bin km.dir.
Global olarak toplam GSYÎH’-da (79 fiyatıyla) 1979’da yüzde 9,4 olan Bölge’nin payı, 1986’da yüzde 8,9’a kadar geriler. İmalat sanayinde yaratılan katma değerin dağılımı (cari fiyatla) bakımından Bölge’nin payı ’80’egöre (ki yüzde 3,4) artar ve 1986’da yüzde 4,2’ye kadar yükselir. Fakat aynı yıllarda yalnız Bursa’nın payı, yüzde 3,6’dan 5,6’ya çıkar.
Bölge’de ekonomik faaliyetin hâkim öğesi tarım ve bunun da hayvancılık alt sektör dalıdır.
Bölge’nin faal nüfusunun tarımdaki payı (1985’de) yüzde 69,6 olup, aynı yılda GSYİH içinde ise yüzde 37,1 paya sahiptir.
Sermayenin kıt olduğu Bölge’de sanayi sınırlı gelişme gösterip; sağladığı geliri ve hammaddeleri esas olarak bölge dışına transfer edilen petrol, bakır ve krom madencilik alt sektör dalı etkindir.
’80’li yıllarda ağırlık verilen altyapı yatırımlarının, ülkede pazar bütünlüğüne etkisi; tarımda makinalaşma, karayollarında ulaşım ve haberleşme imkânlarının gelişmesine paralel olarak, önceden var olan Türkiye pazarının bütünleşmesini daha da hızlandırmıştır. Böylece, her yerleşim biriminin ülke pazarına ulaşma imkânını sağlayan dağıtım ve haberleşme kanalları artmıştır. Pazarın büyümesiyle birlikte, pazar için üretim belirli ürünlerin üretiminde ihtisaslaşma olabilir. Yani, küçük yerel pazardan büyük dış pazara açılma yerel tüketime dönük çeşitli ve standartlaşmamış üretimden, ihtisaslaşmış üretime geçişi gerektirebilir. GAP’ın gerçekleşmesi halinde, bu gelişmeyi daha da hızlandırması beklenebilir. İşte bununla, büyük tarımsal işletmeler yani büyük toprak mülkiyeti sahibi toprak ağalan, artı-ürünü kolayca değerlendirme fırsatı bulacaklar.
Pazarla bütünleşmeye ve ürünün o derecede kolayca değerlendirilmesine bağlı olarak, kırsal kesim pazar ekonomisi içine dâhil olacak. Bu gelişme kırsal kesimde, büyük toprak sahibi olanlar dışındakiler için borçlanma yoluyla yüksek riskler taşıyarak da olsa işletmeleri büyütme olanağı verecek.
Yani var olan toplumsal çelişkilerin artması ve keskinleşmesi süreci yaşanıyor.
Bu, iki gelişmeye neden olabilir: Birincisi, mülksüzleşme ve kırdan kopuş (şehre göç); ikincisi, kırda kalmaya olanak sağlaması (yani tarım işçileri, mevsimlik tarım işçileri, küçük miktarda toprağın ekilmesi ya da kiralanması) etkisinden bahsedilebilir.
Ayrıca iç pazarın genişlemesi sermaye birimini arttırır.
Toprak Sorunu;
Ülkenin ve özellikle Bölge’nin çözülmesi gereken bir toprak sorunu, topraksız köylülerin toprak mülkiyetine sahip olmaları gereği olarak vardır.
1950 yılında 3 milyon 75 bin toplam aileden, yüzde 17,8 yani 547 bin aile topraksızdır Bu topraksız yoksul köylü ailelerin yüzde 74,9’u tarım işçiliğiyle, yüzde 8,7’si yalnız hayvan yetiştirmekle geçimini sağlamaktadır. Aynı yılda toplam ailenin yüzde 1,5’i (ve yüzde 5,7’si) işlenen toprağın (19 milyon 452 bin hektar) yüzde 24,8’e (ve yüzde 41,4’ü) sahiptir. Yani 500 (ve 200) dönümden daha fazla toprağa sahiptir. 20 dönümden az toprağı olan aile oranı yüzde 30,6 ve işlenen toprağın oranı yüzde 4,3’tür (1).
Hem toprak mülkiyetinin dağılımı, dengesiz ve hem de topraksız yoksul köylülerin aile sayısı oranı az değildir. Topraksız aileler ortalama dört nüfus olarak dikkate alındığında, 2 milyon 200 bin toplam nüfus olur ki, bu da ülke toplam nüfusunun yüzde 10,5’i demektir.
1962-1969 döneminde Türkiye’nin bütün illerinde uygulanan (ki bu birincisi) Köy Envanter Etütleri sonuçlarına göre, toplam çiftçi ailesi 4 milyon 131 bindir. Bunun 1 milyon 268 bin’i yani yüzde 30,7’i topraksız çiftçi ailesidir (2). Topraksız bu ailelerin yüzde 92,7’i tarım işçisi iken diğerleri ortakçı ya da kiracıdır (3). Ailelerin yüzde 60,7’nin toprağı 50 dönümden az iken, yüzde 0,45’in ailelerin toprağı 1500 dönümden daha fazladır. Yapılan çalışma açısından Bölge’ye ait bazı illerde topraksız ailelerin oram Mardin’de yüzde 40,8; Diyarbakır’da yüzde 46,8; Siirt’te yüzde 42; Urfa’da yüzde 53 ve Erzincan’da yüzde 38,2’dir. (4)
1950 ve 1960’lı yıllar sayımında yöntem farklılıkları ve eksikliklerine rağmen yine de mukayese yapılırsa; 1950’ye göre toplam aile sayısı yüzde 34,3 artarak 4 milyon 131 bin olur.
1950’ye göre topraksız aile sayısı mutlak olarak yüzde 131,8 artarak 1 milyon 268 bin’e yükselir. Toplam çiftçi ailesi içinde nispi oranları da artar yüzde 17,8’den 30,7’ye çıkar. 20 dönümden az toprağa sahip ailenin payı 1950’de yüzde 30,6 iken bu oran 1963’de yüzde 36,1’e yükselir. Fakat aynı yıllarda 500 dönümden fazla toprağa sahip ailelerin toplam ailede oram yüzde 1,5’ten 0,45’e geriler.
DPT’nin 1963 yılında yaptığı bir çalışmaya göre toplam aile sayısı yüzde 20’lik gruplara bölündüğünde, bu gruplara işlenen topraktan düşen payın gelişimi (azdan çoğa doğru) yüzde 1,5; yüzde 5,0; yüzde 11,5; yüzde 20,5 ve yüzde 61,5 olur. (5)
DPT’nin araştırmada dikkate aldığı toplam aile sayısı 3 milyon 514 bin’dir. Bazı aksaklıklarına karşın, toprakta yoğunlaşma gözleniyor.
Yine Köyişleri ve Kooperatifler
Bakanlığı tarafından ülke düzeyinde 1981 yılında, 34805 köyde yapılmış bulunan Köy Envanter Etütlerine göre ülkede var olan 5 milyon 283 bin çiftçi ailesinden 1 milyon 434 bin’i topraksız olup, toplam çiftçi ailesi içinde oram yüzde 27,1’dir. Yani her dört çiftçi ailesinden birisi topraksızdır. Bu etüde göre ülkenin en geri kalmış Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da topraksız çiftçi ailesi oram yüzde 42’dir. Bu bölgede bazı illerde topraksız çiftçi ailesi oranı yüzde 27,1 olan Türkiye ortalamasının da çok üzerindedir. Örneğin: Topraksız çiftçi ailesi oranı Bitlis’te yüzde 58; Muş’ta yüzde 54; Kars’ta yüzde 52; Hakkâri’de yüzde 46; Diyarbakır’da yüzde 45; Siirt’te yüzde 45; Ağrı’da yüzde 44 ve Urfa’da yüzde 42’dir (6).
İşletilen toprağın aileler arasında dağılımı konusunda bilgi, makalede yer almamakta; çünkü, 1981’de yapılan çalışmanın yayımının halen bitmediği belirtiliyor.
1962-1969’a göre 1981’de çiftçi ailesi yüzde 27,9 artarak 5 milyon 283 bin’e yükselir. Aynı yıllarda topraksız çiftçi ailesi nispi olarak (yüzde 30,7’den 27,1’e) azaldığı halde, mutlak olarak yüzde 13,1 artarak 1 milyon 434 bin olur.
Bu dökümün anlamı şu; 1980’li yıllarda Türkiye genelinde ve özelinde incelemenin yapıldığı Bölge’de toprak sorunu; çözüm bekleyen sosyo-ekonomik bir sorundur.
Yani kısaca;
1- Toprağın mülkiyetinin dağılımı dengesiz,
2- Toprak işleyenin mülkiyetinde (kiracı, yarıcı toprağı işliyor ama toprağa sahip) değil,
3- Bütün bunların sonucu olarak toprak mülkiyetinin dağılımının yer aldığı bu yapıda olan tarım sektörü de yeterince verimli olamamaktadır.
Bu anlamda toprak sorunun çözümü sektör bazında gelişmelere sebep olacaktır.
Yani ne olacaktır?
Tarım sektöründe verimliliğin artmasına bağlı olarak hem pasta ve hem de düşen paylar büyüyecek ve ayrıca da ülke daha hızlı kalkınacaktır. Onun için bu sektörde;
1- Toprak mülkiyetinin daha adil dağılımının sağlanması, yani toprağın işleyenin olması,
2- S aktörde kredi piyasasına tefecilerin hâkimiyetine son verilmesi,
3- Oluşturulacak örgütlenmelerle (Köylü Birlikleri, Kooperatifler) teknolojik gelişmeden sektörün yararlandırılması türünden çözümlerin bugünkü sosyo-ekonomik yapı içinde sağlanması imkânsızdır.
Çünkü toprak sorunun varlığı sistemin kendisiyle özdeştir.
Bu sebeple, toplumsal dinamiğin lokomotifi işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesinde müttefiki yoksul köylülüktür. Bu güç birliği, ÖZGÜRLÜĞE ve EKMEĞE güvenli yürümenin önemli bir adımıdır.
Kentli nüfusun artıyor olmasının sonuçları:
1- Kırsal kesimin daha da parçalanması ve kente kitlesel göç olması,
2- Kente gelenlerin ya işçileşmesi ya da işsizler ordusuna katılması,
3- Düzensiz bir kentleşme nüfusunun ve işsizliğin yoğunlaşması,
4- Kentleşen nüfus artışının iç pazarı genişletmesi şeklinde sıralanabilir.
1980 somasında beş yıl içinde kentli nüfusta, yüzde 10’a varan artışı sağlayacak değişimin ve böylece Cumhuriyet tarihinde ilk defa toplam nüfusunun yandan fazlasının kente olmasının sebebi ayrıca bir araştırma konusu.
Fakat bilinen şu ki, kenti bu derece çekici kılacak bir ekonomik gelişmeden bahsetmek mümkün değil.
Toplumsal bir gerçek: Kente kitlesel göç olduğu…
Bu halde, göçün nerelerden daha fazla olduğu ve nerelerde yoğunlaştığı önem kazanıyor. Bunu açmak açısından nüfusun doğum yerine göre dağılımı bir ipucu verebilir. Fakat bu çalışma ’85 nüfus sayımının tüm sonuçları yayınlanmadığı için şimdilik yapılamıyor.
18 ilin toplam nüfusu 1965’e göre 1970’te yüzde 15,2 (ki 49 il toplamı yüzde 13,0) artarken, bu oran ’80’de yine 1965’e göre yüzde 41,5 (49 ilinki, yüzde 42 )’dir. Nüfusun doğum yerlerine göre dağılımı dikkate alındığında, 18 ve 49 ilin nüfusu 1965’e göre 1970’de yüzde 18,3 ve 12,2 artarken, 1980’de yüzde 57.6 ve 38,8 oranında artar (7).
Doğum yerlerine göre sayım varsayımına göre 18 ilden diğer yerleşim birimlerine göç olduğu açıkça anlaşılıyor. Doğu’dan diğer bölgelere göç: Bölgesel göç…
İstanbul için yaptığım çalışmada bu ilin toplam nüfusu 1980 yılına göre 1985’de yüzde 23,2 artar. Bu oran, doğum yeri 18 ile ait olanında ise yüzde 28,6’dır (8)
1980’ler öncesi için yapılan gözlemin, İstanbul örneğinde görüldüğü gibi 1985 yılı içinde geçerli olduğu anlaşılıyor.
Kitlesel göçün etkin kaynağı: 18 ilin oluşturduğu Bölge…
Bölgesel göç…
Kente (ya da diğer bölgelere) göçü cazibeli kılacak ne bir ekonomik kalkınma yaşanıyor ne de yatırımların yapılıyor olmasıdır. Çünkü milyonlarca işsiz kentlerde yaşıyor.
O halde, neden kent tercih ediliyor? Kırı ya da Bölge’yi yaşanmaz kılan ne?
Toplumsal refahı paylaşım hiç değil…
Toplumsal ve sosyolojik bir gerçek: Kürtlerin var olduğu…
Ortadoğu’da Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu toprak parçası üzerinde birden çok ülke bulunduğu için, bu bölgeler; o ülke ismiyle birlikte Kürdistan olarak adlandırılır.
Sosyolojik bir gerçek: Kürtçenin var olduğu…
Bütün nüfus sayım (1980 ve 1985 dâhil) forumlarında ana diliniz nedir? diye soru var olduğu halde, nüfusun ana diller itibariyle dağılımı yalnızca 1965 yılma ait yayınlarda yer alır. Diller; Türkçe, İslâm azınlık dilleri (Abazaca, Acemce, Kürtçe, Kirmanca, Lazca, Zazaca, Çerkezce) diğer azınlıklar, Latin ve Slav dilleri, diğerleri başlığıyla yayınlanır. Diğer sayım sonuçlarında yayınlanmamıştır.
Neden yayınlanmaz?
1965 sayımına göre toplam nüfus 31 milyon 391 bin ve bunun yüzde 90,1’i Türkçe; yüzde 7,6’ı Kürtçe ve yüzde 1,2’i Arapçadır. Kürtçenin nüfusu 10 bin’den daha az yerde çoğunlukta konuşulduğu da verilen bilgilerde yer alıyor. (9)
Kaynak transferi; derinleşen ekonomik krizin olduğu koşullarda iç ticaret hadlerinin düşüyor olmasına bağlı olarak, tarımda işsizliğin arttığı ve kaynakların yoğunlaşmasına bağlı olarak ekonomide tekelleşmenin güçlendiği gözleniyor.
Her ne kadar burjuvazi tarafından sanayileştik safsatası işleniyorsa da, toplumsal gelişmenin önünde sanayileşme diye bir ekonomik sorun vardır.
Şöyle ki;
İmalat sanayisi katma değerini sektörler itibariyle dağılımı (1980-1985) incelendiğine görülen, o ki, imalat sanayinde büyük ölçüde yapısal değişme olmamıştır. Gıda, içki ve tütün gibi tüketime dönük sanayi dalının hâlâ en yüksek payı aldığı görülüyor (yüzde 42,8’den 34,4’e gerileme). Kimya ve petrol ürünleri (yüzde 4,1 ‘den 10,9’a) ve makina ve teçhizat (binek otomobili nedeniyle) üretimi (yüzde 8,1’den 18,8’e) büyümüş olduğu hesaplanıyor (10).
1980 sonrası önemli yapısal değişim olmadığı gibi ’80 ile ’85 yılı karşılaştırıldığında görülen o ki, statik yapı korunmuş görülmektedir.
Ayrıca imalat sanayisi ürünlerinin mal gruplarına (tüketim, ara ve yatırım malları) göre dağılımı 1972 ve 1985 yılı rakamları incelendiğinde görülen o ki, tüketim malları yüzde 46,6’dan 41,4’e; ara malları yüzde 39,4’ten 43,4’e ve yatırım malları yüzde 14,0’dan 15,2’ye büyümüş (11). Yani ciddi bir yapısal değişimin olmadığı gibi, yatırım mallan üretiminin ağırlığı da artmamıştır.
Sabit sermaye yatırımlarında imalat sanayinin payı; 1963-1977 yılları arasında uygulanan beşer yıllık üç planda ortalama yüzde 20,04’den yüzde 28,2’ye kadar yükselir ve sonraki plan döneminde yüzde 25,6’ya iner. Eylül çocuğu Özal’ın yönetiminde uygulanan 5. BYKP’nin de yıllar itibariyle imalat sanayinin payı yüzde 22,3’ten 14,8’e geriler ve ortalaması yüzde 18,2’ye kadar düşer.
Bu halde bugünkü var olan imalat sanayi yapısı, ’80’li yıllar öncesinde yapılan imalat sanayisi yatırımlarının ürünüdür.
Demek ki, “sanayileştik” edebiyatı yapılıyor.
Bu incelemeler ışığında Bölge’nin sorununa; ekonomik, toplumsal ve sosyolojik yönünün yani ulusal ve sosyal bütünlüğü içinde bakılması halinde kalıcı çözümlerin sağlanması mümkün olacaktır.
Aksine, hayır! Olmayacaktır!
İnceleme sırasında toplumsal bütünlük dikkate alındı. Ama biliniyor ki toplumsal bütünlüğün parçaları sınıflardır.
Hâkim üretim ilişkisine bağlı olarak Bölge’nin var olan konumu, burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının egemenliklerinin ürünüdür. O halde, bu sınıflar varlıkları gereği olarak dünü ve bugünü savunuyorlar.
Sınıfsal anlamda da ülke yapısıyla benzerlik olduğu görülüyor.
Bir başka yönden; çalışan/çalıştıran, işçi/işveren-burjuvazi ya da emek/sermaye çelişkilerinin yaşandığı bugünkü koşullarda çalışma hürriyeti: Emeğin çalışma “özgürlüğü” anlamına geldiği gibi, aynı zamanda çelişkinin diğer tarafı açısından da sermaye birikiminin, o anlamda sömürüyü artırmasıdır. Yani emeğin sırtından “har vurup harman savurmadır.”
Yine yukarıdaki temel çelişkinin hâkim olduğu çok uluslu bir ülke yaşantısında devletin “bağımsızlığı” ve “hürriyeti”: Öz olarak ulusal baskıyı, asimilasyonu ve Siyonizm’i resmi tez olarak kabullenmedir.
Yaşananlar farklı mı?
Hiç de değil!
Sorunların varlık boyutu birliktelik gösteriyor…
O sebeple; Bağımsızlık, Özgürlük ve Emek yani sosyal ve ulusal mücadelenin birlikteliği…

KAYNAKÇA:
1- İstatistik Umum Müdürlüğü, 1950 Ziraat Sayımı Neticeleri, Ankara, 1956, sf.124 ve Yahya Kanbolat, SBF Maliye Enstitüsü, Ankara, 1963, sf.33-35, Aktaran, Doç. Dr. Suat Aksoy, 100 Soruda Türkiye’de Toprak Meselesi, Gerçek Yayınevi. 1969, sf.103.
2- Prof. Dr. Ziya Gökalp, Mülayim, Cumhuriyet, 3 Nisan 1985.
3- Yıldırım Koç, 11. Tez, Kitap, Şubat 1986, sf. 173.
4- DİE, yayım no: 477,1965, sf.6 ve Köy Envanter Etütleri, Köy işleri Bakanlığı yay., Ankara, 1963-1967, Tablo 29, Aktaran, Doç. Dr. Suat Aksoy, age, sf.110.
5- DPT, Gelir Dağılımı Araştırması, 1963. Aktaran, Doç. Dr. Suat Aksoy, age, sf.113.
6- Prof. Dr. Ziya Gökalp, Mülayim, Cumhuriyet, 3 Nisan 1985.
7- DİE, 756 ve 1072 no’lu yayınları, Ankara.
8- DİE, 990 ve 1237 no’lu yayınları, Ankara.
9- DİE, yay. no: 568. Ankara, 1969. Tablo 18.
10- İSO, 1989/1.
11- İSO, 1987/13.

Haziran 1989

Yarının Sahibi İşçi Sınıfı Konuşuyor… 15-16 HAZİRAN VE NİSAN EYLEMLERİ

2- NİSAN EYLEMLERİ 2.1- Ücretliler ve Ücretler

İktisaden faal nüfus 1975’e göre yüzde 6,5 oranında artarak 1980’de 18 milyon 522 bin’e yükselir. 1985 yılı nüfus sayımının sonuçları ekonomik ve sosyal nitelikleri bakımından halen tam olarak yayınlanmadı. Faal nüfusta tarımın payı 1970’e göre 1980’de yüzde 11,3 azalarak yüzde 59,9 olurken, ücretlilerin ve rant gelirlerinin payı ise yüzde 17,8 ve 67,6 artarak sırasıyla yüzde 33,4 ve 6,8’e çıkar. ’80’li yıllarda yine tarımın payı azalmaya devam eder ve 1986’da yüzde 52,2’ye kadar gerilerken; diğer iki kesimin payı artar: Ücretlilerinki yüzde 36,2’ye, rant gelir sahiplerinin payı yüzde 11,6’ya kadar yükselir, özellikle 80’li yıllarda, ülke genelinde toplam nüfusta kentli nüfusun artışına paralel olarak hem ücretlilerin ve özellikle rant gelir sahiplerinin nüfus payı artar.
İktisaden faal nüfusun geliri elde etme konumuna yani meslekteki mevkiiye göre dağılımı: 1975 ve 1980 yıllarında ücretlilerin payı yüzde 31’den 33,3’e yükselir. Yine aynı yıllarda işverenin payı yüzde 0,8’den 0,9’a çıkar; kendi hesabına çalışanların payı yüzde 24,1’den 23,1’e ve ücretsiz aile işçisi yüzde 44,1’den 41,8’e geriler.
1965-1980 dönemi açısından bakıldığında, ücretliler mutlak ve nispi olarak arttığı halde, diğerleri (işverenler 1970 yılı hariç) mutlak olarak artarken nispi paylan azalır. Belirtilen dönem acısından ücretliler 3 milyon 38 binden 6 milyon 162 bin’e yükselir. Diğerlerinde mutlak artış yüzde 10 ile 33 arasında değişirken, bu oran ücretlilerde yüzde 102.8’dir.
Ücretlilerin belli sektörler ve alt iktisadi faaliyet dallan arasında da dağılımı (Özgürlük Dünyası, Sayı: 7/Tablo -1) incelendiğinde:
1975 yılına göre 1980’de paylan; tarım sektöründe ücretliler yüzde 42,4 azalarak 589 bin; madencilik yüzde 15 artarak 129 bin; yüzde 40,7 artan imalat sanayisi 1 milyon 500 bin; inşaat sektörü yüzde 53,1 artışla 708 bin, yüzde 3,0 artan ticaret sektörü 344 bin ve hizmetliler yüzde 52,2 artışla 2 milyon 593 bin olur. En fazla artış hizmetler sektöründe olur ve bunu inşaat ve imalat sanayisi izler. İmalat sanayisinde gıda ve dokuma iktisadi faaliyet dallan payı yüzde 85,1 ve 48,0 oranında artar.
Genel olarak çalışanların sigortalı olması toplam ücretlilerdeki artışa paralel bir gelişme gösterir. Sigortalılar toplamı artarsa da, yaklaşık yarıya yakın, sigortasız yani bir sosyal güvencesi olmadan çalışmaktadır.
Ücretler:
Ücretlerin satın alma gücü yani reel ücretler 1963 yılından itibaren genel (bazı yıllar istisna) olarak 1977’ye kadar olan dönemde, artan bir trend izler. Fakat sonrasında sürekli düşer. Ve bu düşüş, Eylül Karaca İma kampanyası ile birlikte daha da hızlanır.
İmalat sanayisinde günlük ortalama net reel/gerçek 1971 yılında ülke genelinde 21,8 TL. iken, 1977’de22,2 TL’ye kadar yükselir ve 1980’de 13,9 TL’ye geriler. Aynı yıllarda imalat sanayisinde kamu sektörü net reel ücret ortalaması 24 TL’den 26,5 TL’ye çıkar ve 17,3 TL’ye düşer. Ortalamaya benzer bir gelişme gösterir. Bu sanayi dalında özel sektör çalışanları net reel ücretleri 1971 ‘de 20,6 TL iken 1977 yılında 20,2’ye ve 1980’de 12,0 TL’ye kadar iner. Anlaşıldığı üzere bu iktisadi faaliyet dalında özel sektörde ücretlerin kamuya göre daha fazla düştüğü görülür. Nitekim reel ücretler, 1971 yılına göre 1980’de kamu ve özel sektörde, yüzde 27,9 ve 42 düzeyinde geriler. Yani ücretler kamuda, özel sektöre göre daha yavaş azalır. (1)
Bu azalma, 80’li yıllarda daha da hızlanır.
Reel ücretlerin ’60’lar düzeyinde olmadığı artık, genelinde kabul edilir bir gözlem. Anlamı: Artan ya da büyüyen ulusal pastadan işçilerin payının sürekli olarak azaldığı, bir başka anlatımla göreceli yoksulluğun artmasıdır. Madalyonun öteki yüzü de sermaye birikiminin de artıyor olmasıdır.
Sermaye ve yoksulluk kutuplaşmasında netlik…
Genelinde burjuvazinin bir özelliği, bizim ülke burjuvazisinde de etkin: İşine gelmediği konularda gerekçe bulmada çok “mahir”. İşçiler ve halktan yana (tabiî ki burjuvaziye karşı) bir gelişmenin olması halinde, demeç üstüne demeç verilir, açıklamalar yapılır ve “dış tahrikçiler” aranır. Bu safsata sürekli işlenir. Ne olduğu? Hiç mi hiç de açıklanmaz.
Aslında burjuvazi aleni olarak ekonomik ve siyasi politikayı belirleme açısından uluslararası finans kuruluşlarına (başta IMF…) ve emperyalist ülkelere (başta Amerikan emperyalizmi…) gidip sürekli danışırlar ya da temsilcileriyle Ankara’da görüşürler? Sonrasında aynı bildiri ve aynı demeçler “temcit pilavı” misali tekrarlanır: “Fevkalade yararlı geçti…”
Bu tekrar, ilk değil; Osmanlı İmparatorluğu benzer tür açıklamaların sonucunda, tarihten silindi.
Sonucu yararlı kılan görüşme ne?
Pazarlanan ne?
Ülke kaynakları ve takılan siyasi “boyunduruk”…
İşte “mahir” burjuvazinin, son “harikası” “mahir” adam eylül çocuğu Özal, 1989 baharında isçi eylemi çiçeklerinin açması ve çevreye saldığı kokuya hemen gerekçe buldu: “Maalesef, bunları birileri dürtüyor” (11 Nisan 1989). Bununla hem ekonomik ve siyasi gerçekleri kendilerince yorumlayarak keyfi ve zulüm düzenlerini “aklama ve yaşatma” ve hem de insanların “aldatıldığı” düşüncesi hâkim kılınmak istenir.
Demek ki, bir dürtülen ve bir de dürten var: Aslında işçi eylemleri, burjuvaziyi dürtüyor.
Kısaca:
1- 80’li yıllarda reel ücretler sürekli azalmıştır.
Fiyatların ücretlerden daha hızlı artması sebebiyle, reel ücretler sürekli azalır.
Fiyatların artması kader mi?
Fiyatların artmasından yararlanan ve zarar gören kimlerdir?
Fiyatlar; bir savaşın, bir doğal afetin ya da kıtlığın sonucu artmıyor.
Fiyatlar işçi ücretlerinin artışı sebebiyle hiç artmıyor. Çünkü reel ücretler azaldığı halde fiyatlar durmadı, yine de arttı!
Demek ki, bu keyfi ve zulüm düzeninde fiyat mekanizması, halkı ve işçileri “aç ve açık bırakmanın” ve sermayedarı “beslemenin” bir aracı işlevi görüyor.
Sürekli konu edilen ve Özal’ın dilinden düşmeyen Güney Kore’de, imalat sanayinde saat başı ücretler, Türkiye’den hayli fazladır. Güney Kore’de ücretler 1970’de 0,21’den, 1978’de 0,89’a, 1982 ve 1986 yıllarında 1,25 ve 1,59 dolara yükselir. Aynı yıllarda Türkiye’de ise 0,29’dan 1,0’e yükselir ve 0,5 ve de 0,38 dolara kadar geriler. Yani Güney Kore’de ücretler artarken, Türkiye’de azalır. (2)
Bu azalmada, burjuvazinin izlediği ekonomi politikanın esas olmak üzere bürokratik sendikal yapının da destekler tavrının rolü vardır.
Destek görevi; sınıf içinde burjuvazinin stepnesi olarak gelişen mücadeleyi bastırmak yahut burjuvazinin sınıfa yaptıklarını açıktan ya da gizli “onamak” biçiminde yerine getirdiği hatırlanmalıdır. 80’li yıllar canlı örneği.
2- Burjuva ekonomi politiğine göre bütçenin finansman kaynağı olan toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payının 1981’de yüzde 35 iken bu 1988’de yüzde 54’e yükselir. Toplam gelirin tüketime ayrılan kısmın vergilenmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkileyen bir vergi türüdür. O sebeple, bu vergi payının artıyor olmasının anlamı, geliri de o oranda artmayan ve aksine azalan kesimin dar sabit gelirliler (isçiler başta olmak üzere halk) tarafından ödenmesidir.
3- Bütçe harcamalarında 1980 ve 1988 yıllarında yatırımın payı yüzde 21’den 16’ya ve personelin payı yüzde 33’den 21 ‘e inerken transfer harcamalarının payı yüzde 36’dan 50’ye ve cari harcamalarda yüzde 10’dan 13’e yükselir. Yani bütçe iç ve dış borç ödemeleri ile günlük işleri yapan bir özellik kazanmış; personele verilen ve yatırıma ayrılan pay azalmış.
Yatırımın azalması, işsizliğin artması demektir. İşte onun içindir ki, işsizlik oranı yüzde 20’ler üzerindedir. Yani toplam işgücü arzının her beş kişisinden bir tanesi işsizdir. Bu işsizler ordusunun varlığı da, çalışanlar üzerinde bir baskı aracıdır.
4- Ulusal gelirin dağılımında tarımın payı 1971’e göre 1980’de yüzde 23,8 gerileyerek yüzde 23,9 olur. Ücretlilerin ulusal gelirde payı 1971’e göre 1977’de yüzde 17,5 artarak yüzde 36,8 düzeyine yükselir ve sonra ki yıllarda azalır, 1980’de yüzde 26,6’ya kadar düşer. Faiz kira ve kâr gelirleri toplamı olan rant gelirleri payı 1971 yılı sonrasında bazı yıllar azalır ve 1977’de yüzde 34,1 ‘e kadar gerilerken, sonraki yıllarda artar ve yüzde 49,4’ler düzeyine kadar çıkar.
80’li yıllarda ulusal gelirin dağılımı rant gelir sahipleri lehinde gelişme gösterir.
1980’de yüzde 23,9 olan tarımın payı, 1988’de yüzde 16,3’e geriler ve aynı yıllarda da ücretlilerin payı benzer gelişme gösterir. Yüzde 26,6’dan 15,6’ya iner. Bunlara karşın rant gelirleri payı yüzde 49,4’den 68,1’e yükselir. Büyüyen ulusal pastada ücretlilerin/işçilerin payı azalırken, rant gelirlerinin ki artar.
5- Kişi başına ulusa! gelir endeksi artarken, sigortalı gerçek ücret endeksi azalır. Demek ki, refah artışından Ücretliler yararlanamıyor.
İşte ücretliler bu koşullarda elde edebildiği gelirleriyle, yaşam kavgası verirler. Nisan’a bu ekonomik koşullarda geldiler.

2. 2- Grevler (1971-1988)
Bu süre kendi içinde 1971-1980 ve 1984-1988 alt dönemlere ayrılarak incelenecek çünkü halkın ve sınıfın üzerine çöken Eylül karabulutu sebebiyle grevler yasaklanır, 1980 Eylül-1984 arasında. 1971-1980 döneminde 1132 tane grev ve bu grevlere 292 bin işçi katılır ve grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı toplam 19 milyon 267 bindir. Bu toplamda kısa süreli işi durdurmaya yönelik yoğun katılımlı eylemlerin dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş, 16 Haziran 1975 tarihinde İzmir’de 06.00 ile 14.00 saatleri arasında 8 saat süre “İşverenlere karşı bugünlük uyan” adıyla nitelendirdiği bir genel grev örgütler. Eyleme, Türk-İş’e bağlı 24 sendika ve 70 bin işçi katılır. Eylem sebebiyle pek çok işçi ve sendikacı tutuklanır. (3)
DİSK, 20 Mart 1978 tarihinde “Faşizme ihtar eylemi” yapar; 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilere yapılan bombalı saldırıda 7 öğrencinin öldürülmesini ve pek çok sayıda öğrencinin yaralanmasını protesto için 20 Mart’ta saat 08.00 ile 10.00 arasında 12 saat süreyle ülke çapında işi bırakır. Başta TÖB-DER olmak üzere, 26 demokratik kitle örgütü de eylemi destekler ve katılın Eyleme 264 bini İstanbul’da olmak üzere, ülke çapında 598 bin işçi katılır. (4).
Ayrıca Şubat-1980 Tariş direnişi ve 1 Mayıs’lar yaşanır…
Sınıfın bu tür eylemlerinin genel toplama katılmadığı anlaşılıyor.
Greve ortalama katılım 258 olup, grevci başına ortalama işgünü 66’dır. Grev başına yitirilen işgünü ise 17 bin olup, hayli yüksektir.
Grev sayısının azlığına karşın, grenlerin uzun sürdüğü ve işçi sayısındaki çok kanlımdan anlaşıldığı üzere, grevlerin büyük işyerlerinde yoğunlaştığı görülüyor.
Toplam grevlerin yüzde 20,3’nün kamuda olduğu ve buna toplam grevci işçilerden yüzde 32’sinin katıldığı ve bu sebeple, 4 milyon 760 bin işgünü kaybolduğu hesaplanır.
Greve ortalama katılım kamuda 40,7 iken özel sektörde 220,1’dir.
Grevci başına ortalama işgünü kamuda 50,9 iken özel sektörde 73,6’dır.
Ayrıca kamuda grev başına yitirilen işgünü 20 bin 694 iken özel sektörde 16 bin 195’dir.
Yani kamu sektörü ortalamaları yalnız ortalama kaybolan işgünü (3/1) süresinde, Türkiye ortalamasından büyük olup, diğerlerinde küçüktür. Özel sektör ortalamaları ise ortalama kaybolan işgünü (3/1) dışında, diğerlerinde Türkiye ortalamasından büyüktür.
Özel sektörde çok sayıda işyerinde ve büyük işyerlerinde greve gidilirken, aksine kamu da küçük ama az sayıda işyerinde uzun süre greve gidildiği sonucu çıkar.
Bu dönemde toplam grevlerin yüzde 57,8’si imalat sanayinde olur ve buna toplam grevci işçilerin yüzde 61,9’u katılırken, grev sebebiyle kaybolan işgünü toplamının yüzde 78,8’İ de bu sanayi dalında gerçekleşir. İmalat sanayinde ortalama katılım 277, grev başına ortalama kaybolan süre 23 bin 230 ve grevci başına kaybolan işgünü 83,9’dur. Grevlerin bu alt sanayi dalında yoğunlaştığı gözlenir.
Yine bu dönemde (1971-1980) hükümet tarafından toplam 205 grev, 8400 gün süreyle ertelenir. Toplam ertelemenin yüzde 34,6’sı ve erteleme süresinin yüzde 35’i yalnız 1980 yılında yapıldığı hatırlanırsa, Eylül öncesi Demirel hükümetinin ve Eylül Karaçalma Kampanyası’nın varlık amacını bir yönüyle gösteren önemli bir örnektir.
Grevin ulusal ekonomiye zarar verdiği propagandasının yoğun olarak yapıldığı bu (1971-1980) dönemde, grevin sebep olduğu toplam işgünü kaybı iş kazalarının sebep olduğunun yüzde 66,8’i kadardır.
İkinci alt dönem 1984-1988 yılları arasında beş yıllık süreyi kapsar.
1980-Eylül Karabasanıyla Karaçalma Kampanyası başlatılır.
“Kurtarma” adına…
Ve “Kurtarıcıların” icraatı; Yasaklanan grevler, “serbest piyasa” gereği malların artan fiyatları, ücretlerin satmalına gücünün düşürülmesi, işten çıkarmaların ve işsizliğin artması, DİSK’in faaliyetinin yasaklanması, işkencenin artması, kısmi demokratik hakların gaspı…
Anlaşıldığı üzere, bütün uygulamalar Eylül’ün sınıfsal varlık koşutu gereği genelinde halka ve özgülünde sınıfa karşıdır.
1983-Mayısı’nda çalışma hayatı ile ilgili yeniden düzenlemenin gereği olarak, 2821 ve 2822 sayılı yasalar kabul edilir. O sebeple, !984 yılı sonrasında grevler yaşanır. Fakat depolitizasyonun etkin olduğu ve resmi terör fırtınasının yoğunlukla estirildiği bir dönemde yürürlüğe giren 2822 sayılı yasanın öngördüğü grevin nasıl uygulanacağı konusu, yeni bir tartışmanın başlamasının sebebi olur. O yıllarda hâkim anlayış, bu yasalarla grev yapılamayacağı ve greve çıkmanın burjuvaziye/sermayedara yarayacağı türünden iddialar bile ileri sürülür.
Çıkarılabilecek iki sonuç: Birincisi, burjuvazi yoğun saldırısına karşın grevi tümden yasaklayamaz, ikincisi, yasada grevin etkinliğini zayıflatıcı uygulamayı öngörmesi sebebiyle sendikacılar sınıfın gücüne güven duymazlar.
1984 yılından bugüne geçen döneni incelendiğinde sınıf, yasalara karşın grev silahını etkin olarak kullanır. Bu sebeple 1986’lardan itibaren arlık yasalara karşın grev yapılır/yapılmaz tartışması gündem dışı kalır.
1986 yılına kadar olan grevler de katılan işçiler sayısı ile kaybolan işgünü süresi 1980 öncesine göre cüzi miktarlarda olurken, 1987 ve 1988 yılında grev patlaması yaşanır.
1988 yılında hem çıkılan grev ve hem de katılan işçi sayısı, 1987 yılına göre artmış ve de grevlerin sebep olduğu kaybolan işgünü miktarı da fazladır.
1988’de 357 (bir işverene ait birden fazla işyeri olması sebebiyle) greve 30 bin 147 kişi katılır ve 1 milyon 993 bin işgünü kaybolur. Bulduğumuz bu sonuçlar üç aşağı, beş yukarı Çalışma Bakanlığı’nın yayınıyla çakışıyor. Fakat nedense Türk-İş dergisinde (Ocak 1989 sayısı) 26 bin 153 işçinin greve çıktığı ve bu sebeple 1 milyon 635 bin işgünün kaybolduğu yer alır. Anlaşıldığı üzere Türk-İş verileri, gerçekleşenden oldukça farklı olup, azdır.
Bu gelişme trendi burjuvazinin yüreğine korku salar.
Evet: İşçiden esiyor yel…
Her gün güneşli ve sıcak…
1984-1988 döneminde beş yıllık sürede 710 grev olur ve toplam 70 bin 778 işçi bu grevlere katılır. Grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı 4 milyon 389 bindir. Yani 1970 öncesi dönemle karşılaştırıldığında daha yoğun bir sürecin yaşandığı anlaşılır.
Greve ortala katılım 99,7 iken grevci basma yitirilen işgünü 62’dir ve grev başına yitirilen işgünü ise 6 bin 181,4’dür.
Sınıf hareketi bu grevleri yaşarken bir yandan da, yasalarda açık olarak tek tek ne tür eylemlerin yasak olduğu yer aldığı halde, 1988’deki grev dışı eylemlerde ki gelişme (Özgürlük Dünyası, 5. sayısındaki inceleme), 1989 Mart ve Nisan ayında doruğuna ulaşır.
Sınıfın yaratıcılığı ve kararlılığı ürünü olarak.

2.3- Kamu İşçisi Profili
Yaklaşık 2,9 milyon sigortalıdan 850 bine yakım kamu işyerlerinde çalışır. Bir başka anlatımla kamu işyerlerinin toplam işyerlerine oranı yüzde 5,2 düzeyinde kalırken sigortalı işçi toplamının yaklaşık yüzde 29,3’ü istihdam edilir. Bu sebeple kamu kesiminde işyeri basına düşen isçi sayısında özel kesime göre hayli fazladır. Özel kesimde işyeri başına 5-6 işçi düşerken, kamu kesiminde bu rakam 40’dır.
Genel hatları çizilen kamu kesimi işçisiyle ilgili gözlemleri bir anketi esas olarak yapacağım.
30 bin 891 işçinin çalıştığı TCDD’de örgütlü Demiryol-İş sendikasının 29 bin 615 üyesi vardır. Ve sendikalı işçilerden yaklaşık yüzde 46’sının katıldığı bir anket, 1988 yılı Mart-Mayıs aylarında yapılır. Bununla demiryolu işçisi, ekonomik ve sosyal yönleri ile incelenir. (5)
Sendikalı işçilerden yüzde 80’i daimi ve geriye kalanı ise geçici statüde istihdam edilir. Yani her 5 sendika üyesi işçiden 1 tanesi geçici işçidir. Yine sendikalı bu işçilerin yüzde 68’i TCDD’nin 6 Bölgesinde, yüzde 32’si ise fabrikalarda çalışır. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 13’ü fabrikalarda çalışırken, daha çok Bölgelerde yaygındır. Ayrıca sendikalı işçilerin yüzde 48,7’si daimi/sanatkâr, yüzde 31,3’ü daimi/vasılsız, yüzde 2.5’i geçici/sanatkar ve yüzde 17,5’i geçici/vasıfsız statüsünde çalışır.
İşçilerin beşte-biri iş kazası geçirmiştir.
Bu ulaşım sektöründe, hayli geçici/mevsimlik işçinin istihdam edilmesi ve kırsal kesimle yakın ilişki içinde bulunmaları gibi özellikleri diğer kamuya ait işyerlerine göre farklı koşulları içeriyor olsa da, yine de yaklaşık bir gözlem vermesi açısından öğreticidir.
Anket sonuçları aileleriyle birlikte yaklaşık 70 bin kişilik bir kitlenin durumunu yansıtmaktadır.
YAŞLARI GENÇ
Demiryolu işçilerinin yaklaşık olarak dörtte biri 35-39 yaş grubundadır (yüzde 22,6). 25 yaşından küçük işçilerin oranı ise yüzde 4’tür. 34 ve 40 yaşından küçüklerin oranı sırasıyla yüzde 40,9 ve yüzde 64,2’dir. Yani bu işyerinde çalışanlar 40 yaşının altındadır. 40-49 yaş grubunda olanların oranı ise yüzde 30,5’tir. Geçici işçilerin büyük bir bölümünü 25-34 yaş grubundaki işçiler oluşturduğu halde, daimi işçilerde ise 30-44 yaş grubundadır.
HEPSİ EVLİ
Anket kapsamındaki işçilerin yüzde 93,4’ü evlidir. Bu halde, her 100 işçiden 6’sı bekârdır. Daimi işçilerin yüzde 95,5’i ve geçici işçilerin yüzde 88,9’u evlidir. Ayrıca işçilerin yüzde 3,7’sinin eşi çalışıyor.
BABALARI DA EMEKÇİ
Demiryolu işçileri arasında baba mesleği çiftçilik olanlar çoğunluktadır (yüzde 50,2). İşçilerin yüzde 27,1’inin babası işçi ve yüzde 10,3’ünün ki ise memurdur. Yani her 100 işçiden 37 tanesi işçi ya da memur emekçisi çocuğudur. Geçici işçiler arasında çiftçi çocuğu olanların oranı (yüzde 58,5) daimi işçilere göre (yüzde 51) daha yüksektir. Daimi işçilerin yüzde 36,8’inin babası işçi ya da memur iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 32,9’dur.
TAMAMI OKUL GÖRMÜŞ
Yapılan ankete göre işçilerin hepsi okula devam etmiş ve bunlardan yüzde 61,7’si ilkokul mezunu iken bunu meslek lisesi izlemektedir (yüzde 17). Ve yüzde 9 De üçüncü sırada çırak okula yer alır. Daimi işçilerde ilkokul ve meslek lisesi mezunu oranlan yüzde 63,5 ve 13,5 olduğu halde bu oranlar, geçici işçilerde yüzde 72,3 ve 10,2’dir.
ÇOĞUNLUKLA KIDEMLİ
İşçilerden 6 yıl ve daha fazla kıdeme sahip olanların oranı yüzde 80’dir. Yani her 100 işçiden 80 tanesi 6 yıl ve daha fazla yıl kıdemlidir. Bu taban 10 yıla çıkarıldığından oran yüzde 61,8’e iner. İşçilerin yüzde 24,3’ü 16-20 yıldır, TCDD’de çalışır. 11-15 yıldır çalışan işçilerin oranı yüzde 21,5’tir. 6 yıl ve daha fazla süredir TCDD’de çalışanlardan yüzde 88,5’i daimi iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 46,9’a iner. Kıdem tabanı 10 yıl alındığında geçici işçilerin payı yüzde 15,3’e inerken, daimi işçilerinki ise yüzde 72,4 olur.
ÜCRETLER: NE ÖLDÜRÜR NE GÜLDÜRÜR
Bu araştırmada aylık net ücretlere göre gruplandırma yapılır. İşçilerden yüzde 3^’ünün aylığı 80 bin TL’nin altında iken, 80 ile 1000 bin TL. arasında aylık alanların oranı yüzde 25’tir. Yanı her 4 işçiden 1 tanesinin eline 80-100 bin TL aylık ücret geçiyor. Aylık ücreti 100 ile 130 bin TL arasında olan işçilerin payı yüzde 55’tir. İşçilerin yüzde 15,7’si 130 ile 150 bin TL arasında aylık ücret alırken, 150 bin TL ve daha fazla ücret alanların payı yüzde 1,3’tür. Daimi işçilerin yalnızca beşte birinin aylık net ücreti 100 bin TL altındayken, geçici işçilerin yüzde 81,2’sinin eline ayda 100 bin TL altında ücret geçer. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 5,7’si 110 bin TL üzerinde ücret alır (ki en üst sınırı 149 bin TL). Daimi işçilerde ise bu oran yüzde 60,2’dir.
(Not: Bu ücret geliri seviyeleri, Haziran-1989’da imzalanan yeni sözleşme ile değişti.)
1 İŞÇİ, 4 KİŞİYE BAKIYOR
İşçilerin yaklaşık dörtte biri, kendisi dışında 3 kişinin geçimin: sağlıyor. Her 5 işçiden bir tanesi 5 veya daha fazla kişiye bakmakla yükümlü. Ortalama her bir işçi kendisi dışında 4 kişiyi daha geçindirmeye çalışıyor. Bu, ülkenin doğu bölgelerine gidildikçe daha da anıyor.
KONUTLARI YOK
İşçilerin yüzde 47,7’si kiracı ve yüzde 1.3’ü lojmanlarda oturur.
HEPSİ BORCA TAKSİTE ÇALIŞIYOR
Anket kapsamındaki her 10 işçiden yaklaşık 9’unun borcu var ya da taksit ödüyor (yüzde 88.61. Daimi işçilerde belirtilen oran yüzde 89.1 iken, geçici işçilerde ise yüzde 81.6’dır.
İSÇİLERİN TOPRAĞI YOK
İşçilerin yüzde 92,2’sinin toprağı yoktur. Bu oran daimi işçilerde yüzde 92 olarak gerçekleşirken, geçici işçilerde yüzde 90,3 olur.
TEK GELİRLERİ: ÜCRET
İşçilerin yüzde 94,8″inin ücret geliri dışında başka geliri yoktur. Daimi işçilerde yüzde 94.8 olan bu oran geçici işçilerde ise yüzde 95,4’tür.
EK BİR İŞTE ÇALIŞIYORLAR
İşçilerin yarıdan fazlası (yüzde 59.2) geçimini sağlayabilmek için dışarıda ek işlerde çalışıyor. Bu oran geçici işçilerde yüzde 63,3 ve daimilerde ise yüzde 58’tir.

2.4- İşçileşme
’80’lerde izlenen ekonomi politika ile emeğin üretkenliğinin artırılması ve emek-gücünün yeniden üretim maliyetinin yani ücretlerin düşürülmesi amaçlanıyordu.
O sebeple işsizlik artar ve gelir dağılımı emek aleyhine daha da bozulur.
Bu yüzden işçilerin çalışma ve yaşama koşulları daha da kötüleşir.
Ücretlerin düşürülmesine karşın işsizliğinde anıyor olması, çalışanlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılır. Bu “ücretle çalışmazsan” daha pek çok “çalışanı bulurum” anlayışı, çalışanlar üzerinde hep demokrasi kılıcı misali sallanır. O sebeple işsizliğin varlığı normal toplumsal bir olguymuş gibi Friedman ve yerli müritleri tarafından ekonomik analizlerde doğal işsizlik oranının varlığından hep söz ederler.
’83 yılında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi sonrası işçilerde, gasp edilen ekonomik ve kısmi demokratik kazanımları süreç içinde alırım anlayışı etkin olur. Fakat bu süreçte imzalanan toplu iş sözleşmesi kazanımları, işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması üzerine önceleri işyerleri özgülünde tek tek, işkollarında birbirinden kopuk eylemler gündeme gelir. Ve sonrası…
Açılımı anlamında, eylemlerin maddi temelleri:
1- Ücretlerin satın alma gücünün sürekli düşmesi sebebiyle yoksullaşmanın artması ve buna bağlı olarak mülksüzleşmenin hızlanması,
2- Ücretli çalışanların sayısının artması,
3- İşsizliğin artması,
4- Toplu sözleşme kazanımlarının işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması,
5- Kentli nüfusta hızlı artış ve kırla bağların giderek zayıflaması,
6- Ulusal gelirde ücretliler payının azalan bir trend izlemesi,
7-Resmi sendikasızlaştırma politikasına karşın, ’84’e göre sendikalaşma oranın artması,
8- İşyerlerinde çalışma koşulların hem kötüleşmesi ve hem de baskının yoğunlaşması,
9- Resmi terörün yıldırıcı etkisinin kırılması sayılabilir.
PİAR’ın dar gelirli (siz işçi ve çalışan anlayın) parasını nasıl harcıyor diye yaptığı bir araştırmaya göre, toplam gelirin yüzde 72,6’sı yiyecek; yüzde 17,4’ü kira; yüzde 2,0’si giyecek; yüzde 1,5’i taksitler; yüzde 3,4’ü yakacak vs. olarak dağılmaktadır. Bir başka araştırmada dar gelirlinin yüzde 91,4’ü para biriktirmediğini söyler. Yani 10 kişiden 9’u tasarruf yapamıyor. Bu durumda dar gelirlerin veresiye ile yaşadığını, ek işle ayakta kalabildiğinin ve cep harçlığının bile olmadığı yorumunu yapar. (11 Mayıs 1989-Sabah).
Hem yeni hakların kazanılması ve kazanılan hakların kalıcı olabilmesi için mücadelenin zorunluluğu, bugün isçileri birlikte eyleme girme eğilimini güçlendiriyor. Emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünselliğinden, bugün ekmek için mücadele öne çıkartılıyor.
Ve Nisan eylemleri.

2.5- Bahar Rüzgârı: Nisan Eylemleri

’89 Nisan’ında gazetelerin en büyük puntolarla verdiği haber:
Sınıfın Eylemleri…
Ay boyunca tartışılan birinci gündem maddesi:
Sınıfın Eylemleri…
Mart’ta başlayan yükselme, Nisan’da daha da kitle-selleşerek ivme kazanır…
Ülkemiz sınıfı tarihinin en geniş katılımlı kitlesel eylemleri…
Eylem sahası değil bir işyeri, değil bir şehir: Ülke genelinde, ateş alarak genişleyen orman yangını misali yayılır…
Eylem sahası: Türkiye.
Kamu sektöründe işyerlerinin belirgin özelliği: Ülke genelinde örgütlenmiş mal ve hizmet üretimi gerekleştirmeleridir. Bazıları; TEK, DSİ, Karayolu İşyerleri, Köy Hizmetleri, Tekel, PTT, Milli Savunmaya bağlı işyerleri ve Şeker Fabrikaları vs.
Eylem katılım 100 binleri ve bütün eylemler dikkate alındığında milyonu aşıyor.
Eylül Karabasanın çıkardığı yasaların (özellikle insan haklarıyla ilgili olanlar) belirgin özelliği, yasa maddesinde neler yapılamayacağını tek tek sayar ve ekler, sayılmayanların anayasal güvence ile korunduğu ve “vatandaşların hakkı” olduğunu yazar. Aslında sayılanlar dikkate alındığında geriye kullanılacak hiçbir hak kalmamıştır. Bu da Eylül Anayasası tekniği. Yine bazı maddelerde farklı bir özelliği de, örneğin ’82 Anayasası MD. 28’de olduğu gibi, birinci fıkrasında: “Basın hürdür, sansür edilemez” der, fakat ikinci ve devamı fıkralarda “ancak ancak” diye başlayarak, basının nasıl hür olamayacağı ve nasıl sansür edileceği tek tek sayılır. Bunun sonucu olarak derginiz özgürlük Dünyası ve diğer devrimci ve demokrat dergiler toplatılıyor ya da basım halindeyken matbaada polis tarafından el konuyor ve bu sebeple, yazarlarına kaç sülalesinin yatması halinde bitirilemeyecek cezalarla davalar açılıyor ve cezalar veriliyor.
Bir yönüyle değinmeye çalıştığım özellikleri burjuvazinin çıkardığı tüm yasal düzenlemelerinde bulmak mümkündür.
Belirtilen özellikler, çalışma hayatıyla ilgili yasalar içinde gerçeklidir. Yasada menfaat uyuşmazlığında kısıtlı uygulanabilecek grev dışında tüm işçi eylemleri yasaklanır.
Evet, grev dışı eylemler, mevzuatta yer almaz. Buna karşın eylemler sınıf tarafından genel kabul görür ve yaşatılır.
İşte toplumsal meşruluğun/kanunların resmi yasalara yön verdiğinin ya da işlevsiz kılabildiğinin canlı bir örneği.
Çalışma mevzuatının 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngördüğü işçilere giydirilen modelin, dar geldiğinin ve söküğün genişlediğinin resmidir.
Hava döndü!
Bu temelde, emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi zafere ulaşacaktır.
Bunun gereği olarak işçi sınıfı yaratıcılığı sayesinde eylemler çeşitliliğini zenginleştirerek mücadelesini sürdürür.
Bazıları; gösteri-yürüyüşler, yemek boykotu, işi yavaşlatma, şalter indirme, çıplak ayakla yürüme, sakal bırakma, yere yatma, konuşmama, yolu trafiğe kapama ve adından çoğunlukla söz ettiren toplu viziteye çıkma vs.
Etkin olarak uygulanan toplu viziteye çıkışta, dispansere yürüyerek gidiş ve dönüşün olduğu sürede çalışan işçi sayısına göre birkaç saati geçer ve bunun da anlamı, bu zaman içinde üretimin yapılmamasıdır.
O sebeple, 26 Nisan ve sonrasında birkaç gün benzin sıkıntısı yaşanır.
Ayrıca toplu vizite kâğıtları öyle kolayca verilmez; işveren sermayedar zorluklar çıkarır. Onun için, Tüpraş’ta vizite kâğıdı verilmeyen şeker hastası Arif Alpak 8 Nisan’da ölür. Bunun üzerine, işçiler E-5 Karayolu’nu trafiğe kapatırlar.
Üretimden gelen gücün kullanımıdır.
Üretimi aksatan eylemler…
Fakat bu toplu viziteye çıkı; eyleminin boyutu, şalter indirme ve grevle karıştırılmamalıdır.
Önemli bir diğer eylem türü de, şalter indirme. İşçinin işyerinde kalarak üretimi fiilen durdurmalıdır: Batman barajı inşaatında çalışan 550 işçi işbaşı yapmaz (14 Nisan); Gölcük Tersanesi’nde çalışan 5 bin işçi işi durdurur (12 ve 14 Nisan); Adana, Malatya ve Burdur Şeker fabrikaları işçileri bir saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Tekirdağ Şarap Fabrikası’nda yanıtı gün işi bırakma (20 Nisan); Erzurum ve Ağrı Şeker fabrikalarında çalışan 1005 işçi bir buçuk saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Adana Tekel’de bin işçi (21 Nisan) ve İstanbul’da Tekel’e bağlı işyerlerinde 20 bin işçi bir saat süreyle şalter indirir (25 Nisan).
Eylemlerin sebep olduğu ürün kaybı konusunda pek bilgi yayınlanmadı. Yalnız İskenderun ve Karabük Demir-Çelik’e ait bilgiler var. 22 Mart’ta ANAP hükümetince bu işyerlerinde uygulanacak grev ertelenir. Karara Demir-Çelik çalışanları sessiz kalmaz. Onun için, 14 Nisan’da erteleme karan kaldırılır. Yine de eylemler, greve çıkılan 4 Mayıs’a kadar durmaz devam eder. Bu sebeple, ocaklardan biri donma tehlikesi geçirir. Grev öncesi bir aylık dönemde eylemin sebep olduğu üretim kaybı 120 milyardır. Günlük inşaat demiri üretimi 1457 ton iken bu miktar eylemlerin yapıldığı dönemde yüzde 54 azalarak 787 tona iner; yine eylem öncesi sıvı demir ve çelik üretimi 1984 ve 1524 tonken, eylemler sırasında M81 ve 1232 tona geriler. Grevin bir günlük üretim kaybının 10 milyar olduğu açıklanır. Bu koşullarda ekonomik anlamda maddi kaybın, istenen toplam ücret teklifinden (562 milyar) hayli fazla olduğu anlaşılır.
İlk oluşumu özel sektör sermayedarlarının metal işkolunda kurduğu işveren sendikası MESS’e ’80’lerde kamunun da üye olmasıyla özel sektör ve kamu yani sermayedarların aleni birliği oluşturulur: Emeğe karşı. Oluşumun gereği olarak MESS, işvereni kamuyu temsilen görüşmelerde taraf olarak bulunur ve önerdiği teklif toplam 328 milyardır. Aradaki fark 234 milyar olmasına karşın bu sürede ekonomik kaybın daha fazla olduğu sonucu çıkar.
O sebeple, işverenin tavrı MESS özgülünde ideolojiktir.
Karsı tavır da ideolojik olmak zorundadır.
Eylemlerin Nedenleri
Yeniden düzenleme ile ’84’de başlanılan toplu sözleşme görüşmelerinde Eylül karabasanın estirdiği resmî terör ve Karaçalına kampanyası hayli etkin olup, işyerlerinde işçilerin istemlerinin neler olduğu dinlenilmezdi. Bu durumdan bürokratik sendikal yapının fazlaca rahatsız olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bunlarda hâkim tavır “satış sözleşmelerine: Evet” demektir.
Fakat kısmî demokratik kazamatları gasp edilmiş ve ücretlerin satın alma gücünün düşmesi sebebiyle sürekli yoksullaşan isçiler, gidişe kendiliğinden de olsa karşı olmanın onurunu taşıyor.
Bürokratik sendikal yapı, sınıfı karşı ihaneti yaşıyor.
Süren toplu sözleşme görüşmelerinde sermayedar/devlet, işverendir.
Devlet, sınıfsal içeriği olan, sermayenin kendisini ve çıkarlarını korumanın aracı bir örgütsel yapıdır.
Kime karşı?
Emeğe…
Değinilen işlevlerin gereği olarak kamuya/devlete    işyerlerinde sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde, beklenilen gelişmelerin olmaması üzerine eylemler başlar.
Görünen neden bu.
Fakat öz neden: Emek ve sermaye çelişmesinin var olduğu ve bunda, sermayenin hâkim olduğu bu keyfi ve zulüm düzeninde, devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikadır.
Bunun gereği olarak işçiler üzerinde resmî terör estirildi ve ücretlerin satın alma gücü bu derece düşürüldü ve işçiler sömürüldü ve yoksullaştırıldı.

2.6- Niteliği ve Sonuçlan

Yaşadığımız bu dönemde, sınıfın yasada yer almayan ama toplumsal hayatta genel kabul gören ve sempati kazanan grev dışı eylemleri, toplumsal diğer bir anlatımla yasaya karşı meşruluğun ürünüdür. Ve yarınlar bunun üzerinde şekillenecek ve belirlenecektir. Böyle bir meşruluğun sonucu var oldu: Nisan Eylemleri.
1- Mücadele bayrağı, varolan (zayıf bir yön olarak) hakların gaspını engelleme ve yeni kazanımlar temelinde yükselir. Bunun gereği Nisan eylemleri geçen yıllarda yaratılan dinamiklerin ürünüdür. 1987’de kabaran grev dalgası, geçen yıl da hem grevler ve hem de grev dışı eylemlerin etkisiyle dalganın daha da yükselmesini sağlayan kazanımlar, Nisan eylemlerini ve sınıfın eylem birliğini yarattı. Eylem birliği, sorunların tek tek birey olarak çözümünün imkânsızlığını ve birlikten kuvvet doğduğunu bizzat yaşayarak gösterir. Bu, kendine güveni artırır.
2- Eylemler ideolojik bağlamda kendiliğindenci nitelikte olup, emeğin ekmek ve özgürlük (sınıfın kendi sosyal ve siyasal düzenim hedefler) mücadelesi bütünselliğinde, yalnızca ekmek öne çıkarılır. Eylemlerin keyfi ve zulüm düzenine karşı yapılmayıp, bu ekonomik ve siyasi yapılanımın işleyişi sonuçlarına yönelik olarak yapılması sebebiyle de temel slogan: “AÇIZ” olur.
Eylemlerde, “söke söke alırız” benzeri sloganlar atılırsa da, “güçlüyüz” ve “alırız” türünden kesin iddiaları taşıyan, dişe diş koparma niteliğinde bir davranış yönü zayıftır. Bir nevi umutsuzluk ve öç almadan doğan parlamalar niteliğindeydi eylemler.
Çünkü emek ve sermaye uzlaşmaz çelişkisinin keskinleşmesine karşın, yine de işçiler çıkarlarının, varolan siyasi ve ekonomik yapılanımın tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. Bu anlamdadır ki, Nisan eylemleri geçen yıllara göre büyük bir ilerlemeyi/yükselmeyi ve kitleselleşmeyi temsil etmesine karşın, belirgin bir şekilde ‘kendiliğinden gelme bir hareket olarak kalır.
Sınıf kendi çabasıyla ancak, sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli çalışma mevzuatıyla ilgili yasaları kabul etmeye zorlamanın vs. gerekli olduğu sendikal (sosyalist değil) bilincini geliştirebilir*.
Bu sendika] bilinçle bürokratik sendikal yapının -zorlansa da- aşılması mümkün değildir.
3- Toplumsal meşruluğun yasal/resmî meşruluğa galebe çalması anlamında, eylemlerin kitle üzerinde etkin depolitizasyonunun etkisini zayıflatan önemli bir rolü olmuştur. İşte Nisan’da sınıfın yarattığı toplumsal meşruluk temelinde, doktorların eylem yaptığım görüyoruz.
Hava döndü.
Bahar sonrasında yaz sıcaklığı…
4- Nisan eylemleri, işçi hareketini saran ve kök salan sendikal ve siyasal önderliğin henüz gerçekleşemediği gerçeğini ortaya koyuyor.
5- Nisan eylemleri, ANAP hükümetinin teşhirini sağlar. Yani sosyalist siyasal mücadele anlamında ya da niteliğinde olmayan, siyasa! bir yönü vardır.
6- Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir hareket olup, bazı yerel sendikacılar dışında bürokratik sendikal yapıya karşın yapılır. Bu sebeple eylemler, sendikaları aşar.
Kendiliğinden gelme bir hareket ile kendiliğindenci düşünce içerik bakımından birbirinden farklıdır; birincisi eylemin oluşum biçimini ve ikincisi harekete etkin düşünsel/ideolojik yapıyı açıklar.
Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir harekettir.
Sınıfın öncü müfrezesi Parti’nin örgütlü ve bilinçli yönetiminde ve denetiminde olmayan bu eylemler, işyerleri düzeyinde sendikal yapılanımlar dışında işyeri komitelerinin etkinliğinde olur.
Komiteler, geçen yıllardan beri sendikaların duyarsızlıkları karşısında ban işyerleri düzeyinde oluşturulan örgütlenmelerdir. Eylemlerde sendikal örgütlerin tam etkin olmaması bu tür bu tür örgütlerin işlevini artırır. Kısmen de olsa örgütsel boşluğu doldururlar. Nisan eylemleriyle birlikte yaygınlaşır ve rolleri artar. Bunların kabalaşması yeni işlevler üstlenmesiyle mümkün olacak, aksine varlığını sürdüremeyecektir. Sendika kongrelerinin yapılacağı bu yılda, komiteler bu işlevi üstlenebilir ve bürokratik sendikal yapının oyunlarını bozabilir. Bununla tabanın düşünceleri, sendikal yapılanıma yansıma imkânı bulabilir. Zaten bu gelişme, eylemin yarattığı ve etkin kıldığı önder işçilerin konumunu daha da öne çıkarır: fakat burada da bilinç faktörünün bir dayatması var.
7- Eylemlerin ülke genelinde toplu iş sözleşmesi yapan kamu işyerlerinde sınırlı kalması ve desteğin yalnız bir kısım belediye çalışanlarından verilmesi ve özel sektörün eylemlere katılmaması önemli olumsuzluklardır.

2.7- Nisan ve Türk-İş
Türk-İş Başkanlar Kurulu 22 Kasım 1988’de yaptığı toplantıda bir dizi karar alır. Önemlisi, bu yılın başından itibaren görüşmelere başlanacak kamuya ait işyerleriyle ilgili olanıdır. Eylem planı açıklanır ve hatta 26 Mart Mahalli Seçimler öncesi greve çıkmak hedeflenir.
Fakat bürokrat sendikacıların davranışları, kabul ettikleri kararı uygulama yönünde olmadı.
Bu durum ilk olmadığı gibi ikincisi de değil. “Şubat ’88 eylem planını da işlemez kıldılar.
Demek ki bu kararları almak zorunda kaldıklarında da uygulama yanlısı olmuyorlar.
Tabandan kaynıyor, sınıf. İşte bu; Türk-İş tarafından kararların alınmasını sağlayacak güçte (zaman zaman Türk-İş’in bürokratik yapısıyla çelişen “davranışlarının” sebebi bu), fakat uygulamasını başarabilecek düzeyde değil. Zaten o güçte olsa kararın alınmasını ve uygulamasını da yapar.
Eylemlerin yaygınlaştığı bir sırada, 5 Nisan’da Türk-İş Başkanlar Kurulu toplanır ve 10 Nisan’dan itibaren üretimin topluca düşürülmesi kararı alınır.
Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “eylem devam ediyor, Mayıs ortasına kadar toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlanmazsa toplu grevler yapılacak” der; 9 Nisan’da.
Yangına su sıkma…
Ve Mayıs ortasında, 17 Mayıs gecesi “satış sözleşmesi”, 25 Mayıs-6 Haziran arasında 220 bin işçinin greve çıkacağı planı açıklandıktan kısa bir süre sonra imzalanır. Ücretlerin satın alma gücünde sapılan gasplar/kayıplar dikkate alındığında, imzalanan toplu sözleşme bir “satışa, evet” demektir. Kayıpların olmasında da bilfiil Türk-İş desteği var: Eylül Karaçalma kampanyası sırasında, genelinde olduğu gibi özgülünde işçileri ilgilendiren tüm (ki içerik olarak varolan ve fiilen kullanılmakta olunan kısmi demokratik ve ekonomik hakların gaspına yönelik) yasaların altında, Türk-İş Genel Sekreteri’nin imzası var. Bürokrat sendikacı Sadık Şide, Eylül kampanyası döneminde sekreterlik ile birlikte resmî görevini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak sürdürür. Şahsında Türk-İş’te kampanya ortağı ve destekleyicisi… Ayrıca kazanımlara yönelik saldırıların başını çeken YHK’da (ki bu oluşum, Eylül Askeri Konseyi’nin “sendikal” alanda komuta örgütü), Türk-İş’in iki temsilcisi görev yapar. Sonradan aleni açıkladıkları biçimiyle bir an önce sivil hayata geçmek için, ’82 Anayasası Referandumu’na “evet” dedi, Türk-İş… Dosyası hayli kabarık.
Daha öncesi geçmişi bir yana ’80’li yılları bu derece sınıfa ihanetlerle dolu resmî sendikacılık anlayışının savunucusu Türk-İş, tabanın dayatması üzerine 10 Nisan’da eylem kararı alır. Bu bir yönüyle işçilerle sendikal bürokrasi arasındaki bir çelişkidir. Şu biliniyor ya da tahmin edilebiliyordu ki, Mart’ta başlayan eylemler devam edecekti. O sebeple devletçi Türk-İş karar alır ve sonuçta kitle potansiyelini heba etme uygulamaları rolüne soyunur.
Hatırlama ve hatırlatma: Çok değil bu yıla kadar sınıfla ilgili tartışılan önemli konulardan bir tanesi de, sınıfın birliği meselesiydi. Gün ve Alınteri dergisi yazarları bu tartışmaya ısrarla Türk-İş’te Birlik diye katıldı. Yani nicel ardamda sayısal birlik olarak yaklaştı ve savundu. Birliğin Türk-İş’te değişikliğe yol açacağı mantıki yorumu yapılıyordu.
Esas sorun ne niceliksel birliğin savunulması ya da yaratılması ne de sendika yönetimlerini almayı hedeflemedir. Sorun; sınıfın yığınsal gücünün katılımıyla sendika yönetiminin oluşturulması ve denetleme mekanizmasının işletilmesidir. Bunun hâkim kılınması sınıfın Türk-İş’te sayısal birliğinin sağlanmasından çok bulunulan mekânlarda yığınların bilinçli katılımıyla sağlanır.
Burjuvazinin mesleki örgütleri TİSK ve MESS, ülke düzeyinde tek tip sözleşme ilkesini yıllardan beri savunur. “İlk defa bu düzeyde işkollarını da aşarak ülke genelinde sözleşme imzalama “şerefine” sahip olur.
Bununla burjuvazinin Ülke çapında her işkolunda tek sözleşmenin yapılması hedefine adım adım yaklaşılır.
Tekliflerin yarısı kadar ücret artırımını ve tek tip resmî sözleşme koşullarını içeren bir sözleşmeye imza atan sendikanın işçi sınıfı çıkarlarını savunduğu iddia edilemez. Sendikaların Nisan eylemlerinde taraf olma biçiminde tavır alıyor görünmeleri “olumlu sayılacak” bir nicel “gelişme” olarak yansıyan davranışlarının esası; sözleşmenin imzalanmasıyla daha iyi anlaşılır.
Aksi davranış, bürokratik sendikal yapının kendi varlığıyla çelişir.
İşçiler, Mayıs ihanetini Affetmeyiz! Yükselen eylem dalgası Mayıs’ta düşmeye başlar ve hatta birey olarak yalnız işçiyi ilgilendiren biçimlere kaydırılır. Nitekim karayollarında çalışanlardan 1500’ünün karısını boşama (Diyarbakır-16 Mayıs) ve bir grup (120) işçinin de “bakamıyoruz” diyerek, çocuklarını satışa çıkardıklarını (Urfa-17 mayıs) açıklamaları da. eşlemlerde sendikaların anan erkinliğinin bir ürünü olduğu kanısındayız.
Eylem dalgasının düştüğü koşullarda sözleşme imzalanır.
Çay kaşığıyla verilenler, kepçeyle geri alınacak… Sürekli artan enflasyon sebebiyle.
Ekonomide bu gelişmeyi görmemek olamaz, görmek istememek olur. Ki Turk-İş tavrının da farklı olduğu söylenemez.

2.8- Gündem Yapılan Tartışma
İşçi ücretlerinde artışların olduğu ve memur maaşlarında artış olacağının gündeme geldiği bugünlerde, tartışılmaya ve gündem yapılmaya çalışılan bir konu: Enflasyonun tekrardan yükselmeye başlayacağını (kim iddia edebilir düştüğünü?) ve anacağını, burjuvazi kalemşorları yazar, çizer ve konuşur oldular. Hatta gelirlerde bu artışın talebe kimisine göre 2 (Prof. Dr. T.Çiller) ve 7 (Prof. Dr. E. Gönensay) ay sonra yansıyacağı (her ikisi de DYP taraftarı) ve bu sebeple enflasyonun artacağı iddia ediliyor. Enflasyonun yaz boyunca tırmanacağı ve yılsonuna doğru yüzde 100’ü aşacağı bekleniyor yorumu yapılır oldu.
Nedeni? Gelirlerde artışın talep patlamasına sebep olmasıymış.
Bu ve benzer yorumlar, krizin derinleştiği dönemlerde yapılır ve yazılır. 1979-1989 Mayıs döneminde ücretlerde yüzde 50’leri aşan bir aşınmaya karşın, enflasyon azalmadı aksine arttı. Yaşanan bu gerçek, burjuva ekonomi politiğin ileri sürdüğü tezi yalanlıyor. Peki ücretlerin satın alma gücünde aşınmaya karşın, enflasyonu bu derece artıran ve kurumsallaştıran öğeler nelerdir? İzlenen enflasyonist ekonomi politika gereği sürekli zamlar, yüksek faiz ve gürdük kur politikalarının oluşturduğu üçlü sarmal yapılanımdır. O sebeple enflasyonun artacağı bilindiğinden aranan günah keçisi: Gelirde “artışlar”
Bundan sonra dinlenecek “masal” gerekçesi…
Zaten toplu sözleşme görüşmelerinde hükümetin ilgilenen zat-ı Bakan C. Çiçek, 24 Mayıs’ta ANAP Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada: “Kamu kesimindeki sözleşme zamlarının büyük kısmının KİT ürünlerine yapılacak zamlarla finanse edilecek” der…
Ücret artırımı ek maliyeti, artan gelirden yatla verimlilik artışından karşılanmayıp, fiyatlara yedirilmesi sebebiyle tüketicilere/halka yansıtılıyor. Ve böylece kâr payı artırılmaya çalışılırken, bir yandan da ücretlerdeki artışlar zamların gerekçesi olarak sunuluyor.
Fiyat belirlemede emek maliyeti ücretlerden başka diğer maliyet öğeleri döviz kuru (girdilerde ithalatın payı sebebiyle), faiz (yabancı kaynak kullanma durumunda) ve KİT ürünleri fiyatları (ekonomide komünün etkinliğinden) dikkate alınmıyor ya da alınmak istenmiyor. Burjuva ekonomi politiğin temel tezi emeğin sömürülmesi temelinde sermaye birikiminin sağlanmasıdır. O sebeple, gelir dağılımında ücretlere “daha az pay” ilkesiyle saldırır.
Evet, enflasyonun artacağı ve arttığı aşikâr ekonomik bir olgu. Ve dün olduğu gibi bugün de artan enflasyon sebebi gelir “artışları” olamaz. Olsa bile, bugüne kadar enflasyonun artıyor olması neyle açıklanabilir’.’
Bugün bir ücretli en az yüzde 25 gelir vergisine tabi iken, burjuvazi ANAP’ın övünç kaynağı vergi kanunlarında öngörülen çeşitli istisna ve muafiyetler sebebiyle yüzde 46’lar olan kurumlar sergisi yerine yüzde 10’lar altında bir oranla vergi veriyor. Koç ve ENKA holding gibi ekonomide etkin 20 firmanın 1988 yılı için ödeyeceği vergi oranı yüzde 4.2 yani 148 milyar 906 milyon gelirden 6 milyar 402 milyon TL. vergi verecek. Yine Akbank. Yapı Kredi, İş Bankası gibi bankacılık sektöründe etkin 21 bankada aynı vergi oranı şirketlere göre biraz yüksek yüzde 7,6 (toplam gelir ise 1 trilyon 393 milyar 374 milyon) olup, 106 milyar 968 milyon TL vergi ödeyecek.
Bununla “demokrasi” ve “kalkınma” adına, sermaye birikimi teşvik edilmiş olur. Sonra da kamu finansman açığı var, onun için zamlar ve emisyon artışı öngörülür, yani enflasyonist politika benimsenir ve uygulanır.
Aslında ücretli artan enflasyon sebebiyle, gelirlerindeki artışın sıfırlanacağını dikkate almak durumunda olup ek zammı gündeme getirmesi beklenirken, burjuvazi yavuz hırsız misali daha işçinin lokması kursağına inmeden hemen karşı kampanyaya başladı.

2.9- Mayıs 1989 “Satış Sözleşmesi”
1960’lı yıllarda DİSK kurulana kadar tek sendika konfederasyonu var: Türk-İş. 1970’li yıllarda MHP, MSP ve AP’nin kurduğu faşist Milliyetçi Cephe iktidarının urunu olarak MSP’nin kurduğu ve desteklediği Hak-İş ve MHP’nin desteklediği MİSK’in (1970-Mayıs’ında kurulur) işçi sınıfı üzerinde etkinliğinin devlet eliyle artması hedeflenir. Ayrıca bu yıllarda etkinliği fazla olmayan Sosyal Demokrat-İş gibi marjinal konfederasyonlarda faaliyet sürdürür.
’80’e kadar imzalanan toplu iş sözleşmelerinde Türk-İş ve DİSK etkin olur; diğerlerinin fazla bir fonksiyonu olduğu söylenemez, marjinal kalırlar. Fakat ’80’li yıllarda Türk-İş’in yanı sıra Hak-İş’in etkinliği de artar, hatta ’84 sonrasında ANAP tarafından desteklenir, Bu yıllarda bilindiği gibi DİSK’in faaliyeti yasaklanır ve yargılanır.
DİSK faaliyetini sürdürdüğü (bu toplam 13 yıl) dönemde, sosyalist siyasal bilinci hiçbir zaman temsil etmedi. Fakat propaganda faaliyetinde sosyalizm kavramını çok kullandı ve siyasal arenada reformist CHP’sini destekler politika izledi.
DİSK, şartların zorlamasının bir sonucu olarak Türk-İş’in geleneksel sendikal anlayışına karşı gelişen bir mücadelenin ürünü olmasına karşın bu, sınıf sendikacılığın hâkim kılınması yönünde gelişmedi/gelişemedi. Fakat toplu iş sözleşmelerim mümkün olduğunca üye kitlesini harekete geçirerek imzalar. Çünkü kamu sektöründe Türk-İş’in uyguladığı yöntem, özel sektörde kabul görmez. O sebeple, DİSK üye tabanının katılımı sayesinde haklar alabilir. Zaten DİSK bu tür bir zorunluluğun gereği olarak var oldu; ne kadar yapması gerektiğini yaptığı ayrı bir tartışma konusu.
Türk-İş yoğun örgütlendiği kamu kesiminde üye kitlesini harekete geçirmeden, üst düzeydeki siyasal ilişkilerle toplu iş sözleşmelerini sonuçlandırır ve göstermelik görüşmeler sonucunda imzalardı. Zaten onun için Türk-İş, partiler-üstü bir politikayı benimsiyordu.
1967-1980 döneminde Türk-İş ile DİSK’in imzaladığı toplu iş sözleşmeler karşılaştırıldığında uç örnekler dışında, genel olarak: Türk-İş’e bağlı sendikaların kamu kesiminde üst düzey ilişkiler sonucu yaptığı sözleşmelerde sağlanan haklar ile DİSK’e bağlı sendikaların özel sektör işyerlerinde tabanın özgücünü harekete geçirerek imzaladığı sözleşmelerde elde edilen haklar arasında önemli bir fark olmadığı gibi, kamu sektörü sözleşmeleri özellikle iş güvencesine ilişkin daha iyi hükümler içerir (8). Bunun açılımı anlamında ücret artışları kamu sektöründe daha fazla olur.
’80’li yıllarda Türk-İş’in geçmişteki üst düzey ilişkileriyle sözleşmeleri sonuçlandırma yöntemi, kamu işverenin gereken yakınlığı göstermemesi üzerine Türk-İş tıkanıklık yaşar. Çünkü bu yıllarda kamu işverenleri, izlenen ekonomi ve sosyal politikanın bir sonucu olarak kendi aralarında sendikalaşır ve özel sektör işveren sendikaları ile örgütsel birlik yaratır. Bunun yani sermayenin örgütsel birliğinin gereği olarak, TİSK’in ve MESS’in belirlediği ilkeler sözleşmelere hâkim kılınmaya çalışılır ve bundan geçmişteki Türk-İş ile iyi olan ilişkiler de etkilenir. Ve o sebeple Türk-İş, bazen geçmiş geleneksel politikayla çelişen/ters düşen davranışlar içine (üye tabanının da zorlamasıyla) girmeyi kabullenir.
Referandumlarda tavır belirlemesi, açıklaması ve geneL eylem kararlarını alması esasında yukarda değinilen bir gelişmenin ürünü olarak yaşanır.
Bu sektör için benimsenen ve sık sık gündeme getirilen özelleştirmenin bir yönüyle de sınıfın gelişen mücadelesini bastırmanın aracı olarak kullanılması hedeflenir. “Devlet malı deniz” misali özelleştirilen işyerlerinde reorganizasyon gereği işçilerin tasfiyesi öngörülür. Ayrıca sözleşmeli personel uygulamalarıyla da, resmî sendikasızlaştırma politikası etkin kılınır. Bütün bu saldırılara karşın işçi sınıfı, mücadele meşalesini kendiliğinden-gelme bir biçimde yakar.
275 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1963 yılından itibaren hem imzalanan toplu sözleşme ve hem de kapsadığı işyeri ve işçi sayısı sürekli artar. Fakat dikkat çekici olan (gerçi dönemlendirme eşit sürelerde yapılmadı ama) imzalanan sözleşme sayısına karşın işyeri sayısı daha hızlı artmasının anlamı: Ülke düzeyinde tek tip sözleşmelerin hâkim kılınıyor olmasından denebilir.
Mayıs 1989 sözleşmesi:
İşçinin yüzde 350-500 oranları arasında artış isteğine karşı, hükümet önce yüzde 80-90 önerir. Nihayet Türk-İş Koordinasyon Kurulu yılbaşından beri yaptığı çalışmalar sonucunda ancak Nisan’da teklif belirleyebildi: Birinci yıl için yüzde 170 + 60 bin, ikinci yıl için yüzde 60+ enflasyon farkı olarak.
Sözleşme, işçilerin sokaklarda ve bürokratların yani sendikacıların odalarında olduğu koşullar sonrası 17 Mayıs’ı 18’e bağlayan gece imzalanır.
Kamuya ait 38 kuruluşta istihdam edilen 496 bin 645 kişinin ortalama (çıplak) net ücreti 120 bin 105 TL olup, bunun brütü 200 bin 73 TL’dir. Bu ortalamayı, 150 bin TL üzerinde ücret alan 6 kuruluş (MKE, TPAO, DMO, TÜBİTAK, TÜPRAŞ ve T.DENİZ İŞ.) yükseltir. Bunlar dikkate alınmadığında bulunan ortalama (çıplak) net ücret 109 bin 666 TL’ye iner ve brütü 182 bin 580 TL olur; bu 32 kuruluşta 470 bin 643 kişi istihdam edilir?
İmzalanan sözleşmeye göre, bu 120 bin 105 ve 109 bin 666 TL olan net ücret ortalamaları; birinci yılsonunda 344 bin 208 ve 317.903 TL’ye ve ikinci yıl sonunda iseb514 bin 62 ve 474 bin 605 TL’ye yükselir (aylık brüt 94 Bin TL sosyal yardımlar dikkate alınmadı, çünkü çıplak ücretlerin ortalaması veri olarak alındığı için).

Tablo 4- TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİ (TİS) (1963-1988)

1963-1970    1971-1980    1981-1988
TİS Sayısı        9804        18785        16229
İşyeri Sayısı        24046        57499        74340
İşçi Sayısı        2344970    4136786    5415952
KAYNAK: Turk-İş, Yayın No: 67; DİE, İstatistik Yıllığı, 1973, sf.177; DİE,İstatistik Yıllığı, 1981, sf.169, DİE, İstatistik Yıllığı, 1987, sf.190; TCMB, 1988 Yılı Raporu, sf.106; TUBA Ajansı, 1988 sayıları.

Birinci yıl sonunda NET ÜCRET ARTIŞI oranı, 120 bin 105 TL’ninki yüzde 87 iken 109 bin 666 TL’ninki ise yüzde 90 olur. İkinci yıl sonunda ise her iki ortalamanın da, yüzde 49,3’e iner; çünkü artış yüzdeleri dışında artı bir rakam olmadığından aynı oranda artar.
Değişik bir çalışma, birinci ve ikinci yıl net ücret artışları toplamı ikiye bölerek bulunan yıllık ortalamaya göre hesaplama yapıldığında 120 bin 105 TL göre yüzde 64 ve 109 bin 666 TL göre yüzde 66 artış söz konusu olur.
Bu koşullarda sendikal bürokratlar ise, brüt ve net ücret artışını öne çıkarıyorlar; net ücret artış oranı değil.
Yeni sözleşmeye göre, brüt ücretin yüzde oransal artışları yüksek oranlarda hesaplanır. Hatta ortalama net ücret düzeyi çok düşük olduğu (100 bin TL civarında) için yüzde artışları dışında artı 10 ve 70 bin TL rakamları toplam artış yüzdesini yükseltir. Ve sosyal yardımlar dikkate alındığında hesaplanan oranlar daha da büyür. Dikkatli çalışma yapılmadığı zaman. Toplam brüt ya da net artış yerine, net ücret artışı dikkate alındığında bulunan artış oranları hayli düşük oranda olduğu görülebilir.
Ve enflasyon oranında yüzde 80’leri aşacağız dikkate alındığında, yaratılan alım gücünün bu yıl içinde eritileceğini düşünmek için hiç mi hiç kâhin olmaya gerek yok.

3- KENDİLİĞİNDEN VE KENDİLİĞİNDENCİ

Kendiliğinden bir kitle ya da sınıf hareketinin/eyleminin oluşum biçimini tanımlarken, kendiliğindencilik ise hâkim düşünsel/ideolojik yapışım tanımlar. Bunun gereği olarak başlangıcı kendiliğinden olan bir kitle ya da sınıf hareketinde, kendiliğindenci bir düşüncenin hâkim olacağı biçiminde mutlaklaştırılma yapılamaz.
15-16 Haziran hareketinde başlangıçta DİSK’in örgütlülüğü “hâkim” görünümü vardı. Fakat gelişmelere başlangıcından itibaren hâkim olamadı. Zaten DİSK’in yönetimi eylemlerin, inisiyatiflerini aştığını (Türkler’in radyo konuşması) da beyan ettiler: Nisan eylemleri için böyle bir başlangıç da olmadı.
Bu sebeple de her iki hareket sınıf üzerinde etkileri ve kazanımları bakımından aynileştirilemez; çünkü farklı ekonomik ve toplumsal koşullarda gelişmesi ve etkin olması söz konusudur.
15-16 Haziran, kısmi demokratik hakların burjuvazi tarafından gaspına karşı gelişen bir bölgesel genel grevidir.
Nisan Dalgası, “AÇIZ” temel sloganıyla kamuya ait işyerlerinde binlerce işçinin katılımıyla gerçekleşen eylemler yumağıdır.

SLOGAN/DÖVİZLER

15-16 HAZİRAN                     NİSAN EYLEMLERİ
– “Kanunlar Meclisten Alınıncaya Kadar        -“Ekmek. Barış, özgürlük.”
Direneceğiz.”                         – “Açız, Açız.”
– “Haklarımızı İktidara Çiğnetmeyiz.”            – “Cepte Para, Evde Aş Yok.”
– “Sendikalarımızı Koruyacağız.”            – “Bizi Bordrolarımız Dürtüklüyor.”
– “Bağımsız Türkiye.”                    – “Özal İstifa.”
– “Hükümet İstifa.”                    – “İşçiler Birleşin.”
– “Demirel İstifa.”                    – “İşçiler El Ele, Genel Greve.”
– “Kahrolsun İşçi Düşmanları.”            – “Yaşasın 1 Mayıs İşçi Bayramı.”
– “Patron Saltanatına Hayır.”               

İdeolojik bağlamda 15-16 Haziran ve Nisan Dalgası’nın önündeki barikat: Kendiliğindencilik.
Kendiliğinden gelme, “özünde filizlenme halinde (açy) bilinci” temsil eder (10). Onun için her kitle hareketi, “ilkel isyanlar” bile belirli bir ölçüde bilincin uyanışını ve varlığını ifade eder. O sebeple 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri, “işçi ve işveren arasındaki çelişkinin uyanmasının” işareti olması anlamında kendi içinde bir bilinci taşır. Eylemlere katılan işçiler çıkarlarının, varolan ekonomik ve siyasal düzenin “tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin” bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. O sebeple eylemler, işçi sınıfın bu keyfi, zulüm ve sömürü düzeninden kurtulma ve emeğin kendi demokrasisi/iktidarı uğruna bir mücadele olmadığından bir ekonomik mücadele olarak kalır. Bu, işçilere birlikte mücadele etmenin gereğini de hissettirir.
Sınıf mücadelesinde işçiler sadece kendi çabasıyla, ancak sendikacılık yani “sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli işçi kanunlarım kabul etmeye zorlamanın” (11) vs. gerekli olduğu bilincini ancak geliştirebilir. Hükümete karşı olma anlamında politik yönü vardır; fakat bunun sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalı. Çünkü hükümete karşı olan her eylem, sosyalist siyasal mücadeleyi içermez.
O sebeple isçi hareketinde kendiliğindenciliğin her türlü abartılması anlamında putlaştırılması, toplumsal mücadelede sosyalist siyasal bilinç unsuru rolünün her küçümsenmesinin kaçınılmaz sonucu olarak, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirir. Çünkü toplumsal mücadelede sınıfın öncü güçlerinin (öncü müfrezesi partisinin) yönetici rolünün yadsınması anlamına gelir. Bir yanıyla da, kapitalizmin temellerine karşı mücadelenin doğru yönelmesine engel olur ve mücadelenin kapitalizm şartlarında “kabul edilebilir” istemler çizgisini izlemesi ve işçilerin burjuvazi tarafından ideolojik olarak köleleştirilmesi gerektiği anlamını taşır. Bu haliyle bilinç faktörü rolünün azaltılması anlamında kendiliğindencilik, “kuyrukçuluk” ideolojisidir.
Demek ki sınıfın mücadelesinin burjuvazinin etkisi altına girmesini önlemek için kendiliğindenciliğe karşı durmak, emeğin sosyal kurtuluşu mücadelesi açısından bir zorunluluktur.
Sendikal mücadele, zulüm ve sömürü düzeninin yıkılması ve sınıfın sosyal kurtuluş, yani kendi toplumsal düzeni sosyalizm uğruna mücadeleye tabi kılınması ve bu ikinciyle bütünselliğinin sağlanması halinde gerekli işlevim tam olarak yerine getirebilir. Aksi halde sınıfa “ekonomik bir gelişme yolu” izlemesi hedefi gösterilmiş olur, “ama Sosyal-Demokrasinin (Marksizm-N’.O) rolü, kendiliğinden-gelme hareketin üzerinde dolaşan bir ‘ruh’ olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi ‘kendi programı’ seviyesini yükseltmek değildir de nedir? Bu rol, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda hiçbir fayda sağlamaz ve en kötü durumda da hareket için son derece zararlı olur” (açy) (12).
Peki, siyasi bilincin geliştirilmesi nasıl yapılacak ve gerekli olan nedir? Ya da sosyalist siyasal bilinç/nasıl verilecektir?
Ekonomik mücadele, işçileri, varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Onun için bu alanda işçilerin sosyalist siyasal bilincini geliştiremez. Çünkü bu çerçeve çok dardır. Ekonomistlerin temel hatası, “içerde», isçilerin ekonomik mücadelesinden” (açy)(13), sosyalist siyasal bilincin verileceğini savunmalarıdır Yani bu ekonomik mücadeleyi tek hareket noktası yaparak ve tek temel alan sayarak sosyalist siyasal bilinci geliştirmek mümkün değildir O sebeple Lenin sosyalist siyasal bilinç,”işçilere, ancak dıştan iletilebilir. (açy)(14) diyerek, devamında açılımını şöyle yapar: Ekonomik mücadelenin ve işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanın dışından (sınıfın öncü müfrezesi/partisi önderliğinde) verilebilir.

4- SONUÇ
Sınıf hareketi tarihinde yoğunlukla durulacak iki tarih: 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri kısaca birlikte incelendi.
Çalışmada ücretlileri de inceledim; fakat her ücretli üretken emek sahibi olarak değerlendirilemez.
Ücretli: Ana geçim kaynağı, başkasına ait bir işyerinde ya da başkasına ait üretim araçlarını kullanarak yaptığı çalışmanın karşılığı ücret olan kişiyi kapsamaktadır.
Bu ücretlerin kaynağı; üretken faaliyette bulunmayan ya da değer ve buna bağlı olarak artı-değer yaratmayan ücretli çalışanların ücreti, üretken faaliyet içindeki, ücretlileri yani işçi sınıfının yarattığı değerden ödenir.
Ama biliniyor ki, her ücretli değer yaratmaz. Çünkü emek-değer teorisine göre, değerin yaratıcısı üretken emektir ve her ücretlinin harcadığı emek, değer yaratmaz. Yani her ücretli emeğini bir meta içinde maddeleştiremez. Bu, iş türleri bazında olabileceği gibi sektörler başında da analize tabi tutularak hangisinin olup/olmadığı belirlenebilir. Hatta üretken bir sektörde, üretken bir faaliyet sürdürmeyen çalışan ücretlerin de olacağı hatırlanmalı.
Üretken olan/olmayan emek ayrımı netleştirilmeyince, ücretliler ile işçi sınıfı kavramlarım birbirine karıştırma söz konusu olabilir.
Bu tanımlar ışığında işçi sınıfı, maddi ürün üretiminde çalışan ücretlidir.
Bir başkası için ücret karşılığı çalışmak, işçi sınıfı içinde yer almak için gerekli, ancak yetersiz bir koşuldur. Yeter koşulu ücretli olmakla birlikte, maddi ürün üretiminde bulunması yani bir değer yaratması halidir.
Anlatımlara göre geçen sayıda Tablo 2’de verilen ücretlilerin tümünün işçi sınıfını temsil etmediği sonucu çıkarılabilir.
Zaten sendikal bürokratların işyerlerinde üretim faaliyetinden uzak konumda olanlardan tercih edilmesinin anlamı; üretken emek sahibi olmayanların o bürokratik yapılanım çarkında yer bulmasının daha kolay olabileceğidir.
Resmî sendikasızlaştırma politikasının, ’80’lerde etkisi:
1980 öncesi tüm saldırılara karşın sendikal örgütlenme alam genişler ve 1978’de yüzde 176,7 olan SSK üyelerine göre sendikalaşma oranı, 1980 yılında yüzde 259,5’e yükselir. Bu oran, 1984 ve 1989-Ocak’ta yüzde 58,3 ve 64,6 olur. örgütlü sendika sayısı 1980’de 733 iken 1984’de 90’a ve bu yılda 71’e iner. 1980 yılında 5 milyon 721 bin sendika üyesi toplamı, 1984’te 1 milyon 422 bine geriler ve bu yılda, 2 milyon 270 bine yükselir.
Genel çizgileriyle değinilen bu sendikal örgütlenmenin olduğu koşullarda Nisan Dalgası yaşanır.
15-16 Haziran ve Nisan eylemleri hakkında kısaca:
1) 15-16 Haziran kısmi bir demokratik kazanımı korumak amacıyla, 100’ü askın işyerinde 150 bin civarında İşçinin İstanbul ve Kocaeli’nde iki gün süreyle üretimden gelen gücünü kullanması ve işyerlerinde şalterleri indirmesi, bölgede gösteri ve yürüyüş yapmasıdır. Nisan eylemleri ise, “AÇIZ” temel sloganında yoğunlaşan yüz binlerce isçinin kamu işyerlerinde ülke genelinde belli aralıklarla iki aya yalan pek çok eylemlere katılmasıdır.
2) Her iki eylem de, yasalara rağmen yapılır.
3) 15-16 Haziran’da isçilerin, kısmi demokratik kazanımı korumada kesin kararlı ve iddialı tavrım Nisan’da göremiyoruz. Nisan eylemlerinin kalkış nedeni ve diğer faktörler sebebiyle, eylemlerde “kararlı davranış” yönünün zayıf olduğunu görüyoruz.
4) Her ikisi de, kendiliğinden-gelmedir. Yani eylemlerde sınıfın öncü müfrezesi partisinin önderliği ve yönlendiriciliği yoktur.
5) 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri sınıfın birliğinin yaratılması temelinde, bürokratik sendikal yapılanımlara karşın yapılır. Esas olarak 15-16 Haziran’da destekleme eylemleri görülürken, Nisan’da bu yön hemen hemen yok gibidir. Haziran’da eylem katılanların çoğunluğu DÎSK’te, Nisan eylemlerine katılanların hemen hepsi Türk-İş’te örgütlüdürler.
6) İşçi sınıfının kendi iktidarını kurmayı hedeflemeyen yani sosyalist siyasal mücadeleyi içermeyen anlamda, her iki eylemin de siyasi yönü vardır.
7) 15-16 Haziran, genelinde özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin yükseldiği ve kitlesel katılımın arttığı koşullarda gerçekleşirken; Nisan eylemleri, mücadelenin yükselme eğiliminde olduğu ve halkın üzerinde yıldırıcı resmî terörün ve depolitizasyonun etkisinin kırılmaya başladığı şartlarda yapılır.
Bir yanda “AÇIZ” sloganıyla yürüyenler ve diğer yanda Hasbahçe’de yaşayanların olması sebebiyle eylemler, tüm toplumun sınıf ve katmanların sempatisini kazanır. Fakat bu, destek eylemine dönüşmez.
Bu koşullarda partiler, işçiler için “haklılar ” demecini verme sırasına girerler. Erken seçimin tartışılması sebebiyle SHP ve DYP ilk sıraları işgal eder: Ve vaatler…
Muhalefetteyken vaatte bulunma ve hükümet olunca unutturma çabası tüm partilerin geleneksel ortak özelliği.
İşte SHP Belediyelerin hali: İstanbul’da yapılacağı söylenen bedava süt ve ekmek projeleri uygulanmıyor ve hatta “talanla” ve “yolsuzlukla” ilgili 17 dosyayla Marmara-Etap’ta basın toplantısı yapma meraklısı Sözen, hiçbir dosyayı açıklamıyor vs.
Özal; 1983 yılında “enflasyon düşüreceğim” dedi, yüzde 100’lere çıkardı; “adil gelir dağılımı ve refahı paylaşma” dedi, ücretlerin alım gücünü yüzde 50’ye varan oranda düşürdü vs. Halka yönelik ne vaat ettiyse, tamamen aksini “başardı”.
Ve bugünün vaatçileri SHP ve DYP’nin farklı tavır içinde olacaklarının hiçbir güvencesi yoktur.
Çünkü emek ve sermaye çelişkisinin hâkim olduğu ve emek sömürüsüne dayanan, ayrıca IMF’nin direktifleriyle ekonomik ve sosyal politikanın belirlendiği ve uygulandığı bu düzende, halkın hiçbir güvencesi olamaz.
Unutmayalım!
Geçmiş 10 yıl ya da 20, 30 veyahut 40, 50 yıl hatta daha öncesine gidilse ve bugüne gelindiğinde…
İstenilen ne? Ve egemenlerin/burjuvazinin cevabı he oldu?
“Özgürlük” denildi, zulüm ve işkence reva görüldü…
“Bağımsızlık” denildi, ülke emperyalist mali sermayenin arka bahçesi oldu…
“Ekmek” denildi, gelirlerin ve ulusal gelirden payın sürekli azaldı…
“İş” denildi, işsizlik çığ gibi büyüdü…
Düşün: Hangi isteğin ne kadar çözüldü ve ne kadar kendim güvencede hissediyorsun?
Unutmayalım! ‘
Emeğin, Ekmek ve özgürlük mücadelesinin zafere ulaşmasıdır: Çare. Yani emeğin kendi ekonomik ve sosyal düzenidir.

KAYNAKÇA:
1- DİE. İmalat Sanayi Anketleri, İTO-TEFE (1963:100), Aktaran, Kaya Özdemir (Türk-İs), Türk Ekonomik Hukuk Arattırmaları Vakfı, 1982, sf. 55
2- ILO, Yearbook…. 1987. Genove, Aktaran, Prof.bDr. Cem Alpar, Dünya, 19 Nisan 1989.
3- Cumhuriyet. 11-17 Haziran 1975.
4- DİSK, 7. Kongre Raporu, sf.141-147.
5- Demiryol-İs Sendikası Yayınları, No. 61, Aralık, 1988.
6-  V. İ. Lenin, Ne Yapmalı, Çev: Mümtaz Yavuz. Evren Yayınları, İstanbul, 1976-Şubat, sf. 41-42.
7- Abdurrahman Yıldırım, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1989.
8- Yıldırım Koç. Saçak, Temmuz-1988. sf.27.
9- Perihan Çaktroğlu, Milliyet, 27 Nisan 1989.
10- V. İ. Lenin, age. sf.41.
11- İbid, sf.41-42.
12- İbid, sf.82. 69.
13- bid. sf.103.
14- İbid. sf. 103.

Temmuz 1989

SERMAYENİN GÜÇLENEN BÜTÜNLÜĞÜ Bankalarda Holding Egemenliği – Bir Deneme (1975-1988)

Her yılın Haziran ayında bir önceki yıla ait sektörde faaliyet gösteren tüm bankaların, bilanço ve gelir tabloları ile diğer özet bilgilerin yer aldığı rapor, Türkiye Bankalar Birliği tarafından yayınlanır.
Yayınlanan bu bilgiler, basında çeşitli yönlerden incelenir.
Bu çalışmada aynı bilgiler, bir dönem (1975-1988) açısından belli yönleriyle analiz edilir. Çıkarılan önemli bir sonuç: Holding Bankalarının sektöre egemenliği…
Zaten yapılan diğer çalışmalarda da sektörün yapısı incelendiğinde, oligopolist piyasa özelliğini koruduğu vurgulanır.
Burjuva ekonomi politiğine göre iki piyasadan birisi olan eksik rekabet (siz, tekelci okuyunuz) piyasası da kendi içinde çeşitlendirilir; piyasada tek satıcının (monopolist), iki satıcının (düapolist) ve ikiden fazla ama az sayıda satıcının (oligopolist) varlığına göre piyasasının durumu ayrı ayrı incelenir. Sektöre oligopolist yapının az sayıda ama ikiden fazla bankanın hakim olduğu, bir eksik rekabetin açık anlaşılır nitelendirmeyle tekelci yapının varlığı yazılır.
Oligopolist yapının varlığına gerekçe olarak, sektörde kamu (Ziraat Bankası), diğer üçü özel sermayeli ticaret (İş Bankası, Akbank, Yapı Kredi) bankasının yer aldığı dört büyük bankanın kredi ve mevduat toplamında nispi payları bulunur ve yorumlanır.
Bizim açımızdan çalışma bu bankalar içinde yapılabilirdi, fakat tercih edilmedi. Çünkü ’80’li yıllarda özel sermayeli ticaret bankaların yeni kurulanlar dahil hemen hemen hepsinin birer Holding Bankası olduğu gözlenir. Yani güçlenen holding bankacılığı. Zaten bu yapı dışında bir bankanın kurulması ya da faaliyet sürdürmesinin zorluğu basına sürekli konu olur; Çaybank örneği. Bundan sermayenin kendi içinde çelişkisiz bütünlüğünün olduğunu söylemek/yazmak istemiyoruz. Çünkü kârını maksimize etme ve pazardan daha büyük pay kapma gibi gerekçelerden kaynaklanan rekabetin kıyasıya sürdüğü, ’88-Ekim ekonomik kararları sonrasında mevduat faizi konusunda yaşanılanlar daha taze hatırlarda.
Bu sebeple, kamu bankasının da olduğu gruplandırma yerine, özel sermayeli bankaların irilerinden oluşan gruplandırma tercih edilir.
Gruplandırma içinde hangisinin ne kadar payının olduğu, dikkate alınmadan çalışma yapılır.

1- PARA SERMAYESİ VE BANKALAR

1.1- Bankalar ve İşlevleri
Kapitalist ekonomik hayatın yapısı ya da işleyişinin zorunlu bir sonucu olarak, ticari kredinin sınırlarını aşan başka kredi biçimleri oluşur. Ve bunlar; mali kurumlar banker yahut banka tarafından nakit / para olarak banker ya da banka kredileri olarak verilir ve gelişir. Bu işleyişin kurumu bankalar nedir, işlevleri nelerdir? Bankalar; fon toplama ve bunları kullanıcılara fon olarak aktarma işlevlerini yapan mali aracı kuruluşlardır. Diğer bir anlatımla, fiyatı faiz geliri olan para sermayesinin alım ve satım işlemini gören para piyasasının aracı kurumu; bankalardır.
Fon alım-satımı işlemiyle bankalar, atıl-para sermayesini faal yani gelir sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bunun gereği olarak her çeşit para gelirini / tasarrufu toplayarak, fon kullanıcıların yani kapitalistlerin / burjuvazinin hizmetine sunarlar.
İlk başta ekonomik yaşamada esas olarak ödemelere aracılık etme ve elde varolan / serbest paralan biriktirme işlevlerini gören bankalarda, zamanla kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak büyük para miktarları yoğunlaşır ve bunun üzerine kredi işlemlerindeki aracılık fonksiyonu artar.
Önceleri ödemelerde aracılık hizmeti gören bankalar; bu işleyişte, topladıkları fonlara akıcılık yaratma işlevini yapar ve o sebeple de atıl sermayeyi faal sermayeye yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bunun gereği olarak her çeşit para gelirlerini toplar ve bunları, kapitalist sınıfın-kullanım emrine verirler. İşte onun için kapitalizm, iş yapabilmek için illa ki, “kendi sermayesinin” olması zorunluluğu gerekmediği ve bu ihtiyacın mali sistemden özellikle bankalardan sağlanabildiği “reklamını” sürekli yaparlar. Başarılı “olabilmen” içinde biraz yetenekli olmanın yeterli olduğunu hemen eklerler. Çünkü sistemin kaynak yaratması ve bunu hizmetine sunmasına ek olarak beşeri sermayenin de zorunluluğu vurgulanır. Yani “akıllı olan, kazanır; emeğinin karşılığını alır ” düşüncesi sürekli tekrarlanarak, emeğin sömürüldüğü esprisi gizlenmeye çalışılır.
Mali sistemde bankaların gelişmesi ve etkinliğin artmasına koşut olarak, mütevazi aracılar olmaktan çıkıp, maddi kaynakların ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve sınırlı da olsa küçük üreticilerin ihtiyaç duyduğu ya da duyacağı para-sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran mali / ekonomik güç sahibi tekeller haline gelirler.
Yani ödünç sermayenin hareketi, bankalar sistemi aracılığıyla yürür; bunun zorunlu olarak gelişmesi, tekelci ekonomik gücün gelişmesi sebebi olur.
Belirtilen işleyişte bankaların kullandığı fonun arzı; hem sermayenin dolaşımı sırasında serbest kalan paralarını bankada tutan kapitalistlerin yatırdıkları paralardan, hem de rantiyelerin biriktirdikleri ve de çalışanların, toplumsal örgütlerin ve benzerlerin tasarrufundan oluşur.
Anlaşıldığı üzere bankalar, fon fazlası olan kişi ya da kuruluşlarla, fon talebinde bulunanlar arasında aracılık yaparak; kaynaklara akıcılık sağlama ve kullanımı rasyonelleştirme; kaydi / banka parası (çek) yaratma ve para politikasının etkinliğini (Merkez Bankaları) artırma gibi işlevleri vardır.
Anlatımlardan bankaların yatırılan fonun kullanımından ne değer, ne de artı-değer ürettiği sonucu çıkarılamaz. Çünkü öz olarak banka sermayesi, işçi sınıfı tarafından yaratılan artı-değerin paylaşımına katılır.
Nasıl mı?
Emek-değer teorisinin açıkladığı üzere, ekonomide yaratılan tüm değerin kaynağı: Emektir. Çünkü değer, bir eşyada billurlaşmış ya da maddeleşmiş emektir.
Fon kullanıcısı aldığı fonu üretimde kullanır ve buna bağlı olarak kâr (artı-değerin piyasada fiyat mekanizmasıyla gerçekleşmesi) elde eder. İşte faiz, bu kârın bir kısmı olması sebebiyle, burjuvazi, önceden belirlenmiş miktarı, yani faiz borcunu o dönemde elde ettiği artı-değerden yapar. Yani faizin kaynağı artı-değerdir.
Bu anlamda kapitalizmde bankalar, fonu kullanıcıya vermekle artı-değerin paylaşımına katılmış olur.

1.2- Kredi ve Mevduat
Hem sermayenin dolaşımı sırasında serbest kalan paralarını bankada tutan kapitalistlerin yatırdıkları paralar, hem de rantiyecilerin ve benzerlerinin tasarrufları; bankaların kaynağını yani toplam mevduatı oluştururlar. Bankaların toplam kaynağı bu sayılanlarla sınırlı olmayıp, yapılan dolaşım araçları emisyonu yani banknotlar / kâğıt paralar, senet garantileri ve hayali hesaplar (bankanın müşteriye belli bir miktarda karşılıksız hesap açması) gibi çeşitli bankaların kredi fonlarım artıran kaynaklardır.
Toplam kaynağın, kullanıcılara belirli bir süre için bir fiyatla (faizle) sunulması kredi işlemi olup, verilen bu fona da kredi denir. Bir başka anlatımla kredi, bir malın başka bir malla derhal değiştirilememesinden, araya zorunlu olarak bir zaman girmesi sebebinden doğar.
Kredinin işlevi ve gelişimi:
Kredi ilişkilerinin gelişmesiyle her kapitalistin sermayesi, sermeye mülkiyeti ve sermaye işlevi şeklinde ikiye ayrılır. Serbest kalan para sermayesi, artık üretim sürecinde işlev görmemesine karşın, ödünç verilmesi halinde sahibine gelir getirir. Bu işleyişten kapitalist, hem sermayenin üretimde kullanılmasıyla işletme kârı, hem de ödünç verdiği serbest sermaye bölümünden faiz elde eder.
Bankalar tarafından biriktirilen fonlar, yine bu kurumlar aracılığıyla daha yüksek kâr oranlı sektörlere aktarılır. Yani bankaların kredi aracılığıyla, kapitalist üretimin düzenleyicisinin (hem değer kanunu ve hem de üretim fiyatlarının) kendiliğinden etkisi gerçekleşir.
O sebeple kredinin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi için sağladığı ekonomik güçle, tekelci kapitalistler emeği azgınca sömürme imkânını artırır. Bu haliyle emek ve sermaye çelişmesini keskinleşmesi yönünde etkiler.
Doğrudan sanayi sermayesinin üretimi ve dolaşımından ortaya çıkan kapitalist kredinin ilk biçimi, başlangıç biçimi ticari kredi olup; bu, diğer kredi biçimlerinin oluşmasının ve gelişmesinin nedeni olur.
Bu kredi bir yönüyle meta biçimindedir. Yani burada ödünç sermaye, meta sermayesinin hareketi ile içice geçer. Şöyle ki; kendi sermayesi yeterli olmadığında kapitalist, genel olarak, üretimi kesintisiz sürdürebilmek amacıyla metaları, ödemeyi erteleyerek, kredili olarak sağlamaya çalışır. Bu türlü bir kredi alış-verişi her iki taraf (alan-satan) içinde faydalıdır. Çünkü kredi veren üretilmiş olan metalleri satarken, kredi alan ise üretici sermayenin gerekli unsurlarını sağlar.
Anlaşıldığı gibi ticari kredi temeli üzerindeki alış-veriş, ikili bir işlemi ifade eder: Birincisi varolan metaların satılması ve ikincisi bu metaın satıcının alacaklı olarak yer aldığı ödünç vermedir.
Bu kredi işleminin önemli bir aracı: Senettir. Bir kapitalist elindeki senedi genel olarak üçüncü birisiyle olan işlerinde (ödemesi gereken para yerine elindeki senedi verir) senedin arkasını ciro ederek kullanır. Yani dolaşım alanına gerçek para katılmadan meta hareketinin tamamlanmasıdır.
Bunun sonucu olarak senet, ticari kredi tarafından oluşturulmuş bir kredi parası haline gelir.
Değinilmesi gereken bir özelliği de, kredi miktarının alınan ya da ihtiyaç duyulan metaın birim miktarı toplamıyla sınırlı olmasıdır. Genellikle bu tür krediler, kısa vadeli olarak ihtiyaç duyulan ya da kullanılan bir kredidir.
Bankanın aktif kalemlerinin / işlemlerinin en önemlisini krediler oluşturur. Bunlar verilen kredinin özelliğine göre, yukarıda değinildiği gibi senet kredisi, meta kredisi ya da esham ve tahvilat ve açık kredi gibi gruplara ayrılır. Ayrıca krediler veriliş sürelerine göre kısa, orta ve uzun vadeli olarak da ayrılır.
Burada bir konuya değinmek gerekiyor: Para ödünç / borç verme ile sermaye ödünç / borç verme, dış görünüş itibariyle aynı olarak görüldüğü halde, esasında birbirinden farklıdır. Gerçi işlem olarak her ikisinde de banka elindeki fonu, fazlasıyla geri almak koşuluyla belli bir miktarda para verir. Fakat belirtilen fark, paranın kullanımında ortaya çıkar. Kredi olarak verilen para, işlev yapan sermayeyi büyütüyor ve artı-değer üretimi için kullanıyorsa; o zaman söz konusu olan bir sermaye ödünç vermedir. Buna karşılık para sadece üretimin genişletilmesi ile hiçbir şekilde ilişkili olmayan alanlarda kullanma durumunda para ödünç verme söz konusudur.
Günümüzde fon toplama (pasif) ve kullanma (aktif) işlemlerin dışında bankalar; altın, döviz ve değerli kâğıtlarla (tahvil, hisse senedi ve devlet bonolar vs.) ticaret ve komisyon işleri de yapar.
Para biçiminde verilen banka kredisi, meta biçimiyle belirli olan ticari krediden daha uzun vadeli olarak verilebilir. O sebeple banka kredisi, üretim kapasitesinin artırılması, sabit sermayenin büyütülmesi, yeni, büyük ve teknik bakımdan iyi donatılmış işletmelerin oluşmasında büyük bir rol oynar.
Kullanıcıya etkisi: Banka kredisi, bir yandan sermayelerin yoğunlaşması ve merkezileşme / tekelleşme sürecini, ayrıca da üreticilerin farklılaşma sürecini hızlandırır. Nüfusun bütün sınıfların paralarını toplayan banka; bunu, herkese kredi olarak vermez. Genel olarak banka kredisi en büyük ve geri dönme riski olmayan ya da yok denecek kadar az olan sağlam işletmelere verilir. Bu ek finansman işletmelerin rekabet gücünü artırır. Buna karşılık küçük, orta yada pek sağlam olmayan ve bu anlamda riskli işletme söz konusuysa, o zaman banka buna kredi vermez; yahut öyle ağır hükümlerle kredi verir ki, verdiği krediyi geri ödeme koşullarından dolayı söz konusu işletmenin durumunu daha kötüye götürür ve iflasına yol açabilir.
O anlamda banka kredisi küçük üreticinin pazar dışına itilmesi demek olan iflasına sebep olurken, aynı zamanda büyük kapitalistlerin / tekellerin gücünü artırır.
Kredi kullanımının ekonomide sebep olduğu değişiklikleri, Marks şöyle yorumlar: “Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş’ biçimini oluşturmaktır.” (1)

1.3- İştirakler / Tekeller
Bir banka, bir sanayicinin senedini ıskonto ettiği / kırdığı zaman, ona bir cari ya da benzeri hesap açar; ve bu işlemler tek tek incelendiğinde, o sanayicinin bağımsızlığına zarar vermez; bu ilişkide bankada etkin bir aracı rolünün dışına çıkmış olmaz. Bu işlemlerin çoğalması ve yerleşik bir durum kazanması halinde, o sanayi işletmesi, git gide daha büyük ölçüde bankaya karşı bağımlı olmaya başlar. Ve devam eder.
Bu biçimde sanayide iştirak edeceği yatırımları olabileceği ya da kendisi de yeni bir sanayi / ya da ticaret işletmesi kurabilir. Sermayeyi toplamış olduğu fonlardan sağlar. Fon kullanıcı yani kredi alan bir firma açısından en büyük riskten bir tanesi de, aldığı fonların ve bunun faizini ödeyememesi halinde, bankaya bağımlı hale gelmesidir. Bir banka açısından da en büyük risklerden birisi de, şüpheli alacakların artmasına bağlı olarak yükümlülüklerini zamanında yerine getirememesi üzerine, kendisinin bir başka banka tarafından yutulmasıdır.
Böylece sanayi ve banka sermayesinin fiili birlikteliğin sonucu olarak, bankaların kapitalist ekonomide pek çok işlevi olan kurumlar olduğu anlaşılır.
Bankaların gelişmesi ve az sayıda işletmelerde yoğunlaşması üzerine, belli bir ülkenin ya da pe kçok ülkenin kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu “kapitalistlerin ve küçük – patronların para – sermayelerinin hemen hemen tamamını” emirlerinde bulunduran tekeller haline gelirler. (2)

1.4- Kapitalizmde Bankacılık
Genel olarak kapitalist sistemde bankacılığın esas görevi, özel mülkiyete konu olan işletmelere kaynak aktarmasıdır. Bir başka anlatımla; parası olanlarla, sermayelerini ödünç fonla artırmaya çalışanlar arasında aracılık yapmasıdır. Yani durgun – atıl sermayeyi, faal- gelir getiren sermayeye dönüştürme görevidir.
Bu işleyiş gereği olarak bu ülkelerde, zamanla ekonomik yapıdaki gelişmeye paralel olarak üç-beş banka bu sektöre hâkim olur.
Yani, tekelci yapılanım…
Lenin, “Emperyalizm” adlı çalışmasında bankaların yeni rollerinin neler olduğunu incelerken ileri sürdüğü tezlerden birisi de, “bankaların, sermaye yoğunlaşma ve tekellerin oluşumu sürecini” kuvvetlendirmesi ve hızlandırmasıdır, der. (3)
Kapitalizmde ekonomik hayata hâkim olan mali sermayenin oluşum tarihi ve özü: Üretimin yoğunlaşmasına bağlı olarak tekellerin var olması, sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da içice girmesidir.
Bu oluşum, meta üretimi ve özel mülkiyet rejimi yani kapitalizmde kaçınılmaz olarak, mali-oligarşinin egemenliğini sağlar.
Ekonomik yapılanımda ana şirket Holdinge bağlı ve ona bağlı şirketleri denetlemek mümkün olabilmektedir. Sermaye piyasasında küçük miktarlı hisse senetleri çıkarılması, bu işleyişi perdeleyen önemli maske olmakta ve yasal gerekçe olabilmektedir. Hem bununla özel mülkiyetin kutsallığı vurgulanmakta ve hem de bu senetler alınıp satılmakta ya da rehin bırakılmaktadır. Küçük ve dağınık hisse sahiplerinden bir kısmının pratik olarak, genel kurul toplantılarına katılma olanağının olmaması, değinilen (yaklaşık toplam hissenin üçte birine sahip olan) işleyişi ve dolayısıyla da sonrası gelişmeleri daha da kolaylaştırmaktadır.
Tekelin oluşması sonrasında, toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızması engellenemez.

1.5- Sosyalizmde Bankacılık
Emeğe dayanan ekonomik ve sosyal düzende bankacılığın temel işlevi, merkezi bir biçimde uygulanan planlamanın finansmanına yöneliktir. Bir başka anlatımla bankalar, planlanmış ekonomik sektörler olarak bilinen belli üretim sektörlerinin ve genel ekonominin finansman sorununun çözümünü amaçlayan mali planlamanın aracıdırlar. Anlaşıldığı üzere mali sistemde, hisse senedi ve tahvil türü mali araçların olmaması sebebiyle “sermaye piyasasının” varlığından söz edilemez. Onun için kapitalizmde bankacılık ve sermaye piyasası aracılığıyla tasarrufların yatırımlara yöneltilmesi söz konusuyken; sosyalizmde bu görev bankalar aracılığıyla yerine getirilir. Yani mali sistemde bankalar etkindir. O sebeple bu sistemde kredileme uğraşı, özel tasarrufların özel kişilere kredi olarak aktarılması değil, üretici birimlerin genel ekonomik plan ve özel üretim planları çerçevesinde finanse edilmesi uğraşıdır. Anlatılan işleyiş tasarruflarında oluşumuna yol açar.
Anlaşıldığı üzere sosyalist bir ekonomide bankacılık sektörünün işlevi kapitalist bir ekonomikten iki önemli noktada ayrılır: Birincisi, özel mülkiyet söz konusu olmaması sebebiyle bankalar, ana ekonomik yapıda gelişmeleri önceden belirlenmiş bir planın gereklerine tabi olur; ikincisi, bankalar, kapitalizmde olduğu gibi sermaye piyasası ve ikinci mali kuruluşlarına olmamasından dolayı, daha etkin faaliyet sürdürür. Bunun gereği olarak toplam kaynaklar, bölgeler ve sektörler arasında etkin ve verimli dağılımı sağlanır.

‘80’LERDE BANKACILIK SEKTÖRÜ

2.1- Holding Bankacılığı
Holding; kendisi ticari veya sınaî bir faaliyette bulunmayan, denetim altına almak amacıyla başka firmaların sermayelerine katılan, hukuken bağımsız bir şirket olarak tanımlanabilir. Esas olarak günümüz ekonomisinde belli sermaye gruplarının üst örgütlenmesi olarak varlığını sürdürür. Bu oluşum, mali sistemi de etkiler. ’70’li yıllar, tekelci sermayenin gelişmesine ve dolayısıyla da holdingleşmesine bağlı olarak da holding bankacılığın geliştiği bir dönem olur. Sermayeye sağlanan teşvikler ve holdingleşmeye o yıllarda sağlanan vergi avantajları (yani devlet desteği), az miktarda öz-sermaye ile diğer firmaların denetimlerini ele geçirme olanağı, bu oluşum bünyesinde işletme yönetimine ilişkin bazı fonksiyonların daha ekonomik ve etkin olarak yerine getirilebilmesi ve benzen sebeplerden, tekelci sermayenin holding olarak kurumlaşması hızlanır. İşte bu yapılaşmanın bir gereği olarak da, holding bankacılığı gündeme gelir.
Bu konuda ilk örneği, Sabancı Holding denetimindeki Akbank oluşturur ve modelin başarılı bulunması, diğer holdingleri de etkiler ve onları, ya banka kurarak ya da küçük yerel bankaları satın alıp, geliştirerek holding bankacılığına yöneltir.
Adı geçen holding bankacılığı, banka yönetimi ve denetiminin bir holdinge ait olmasıdır. Bu holding denetiminde bir banka olabileceği gibi (Akbank), ayrıca bir bankanın iştirakler yolu ile holding haline gelmesiyle de olabilir (İş Bankası).
’80’li yıllarda izlenen ekonomi politika gereği olarak, bankacılık sektöründe bu oluşumun yani holding bankacılığın fiilen teşvik edilmesi ve destek görmesi sonucu, holdingler yeni bir farklılaşmayı yaşar: Bazılarının çok geride kaldığı ve bazılarının da çok öne çıktığı görülüyor.
Bankalarda bir ortağa ait sermaye payında banka öz-sermayesinin yüzde 30’unu geçemez şeklinde varolan sınırlama; 1983 yılında yapılan değişiklikle kaldırılır. Ve böylece toplam 100 ortağın olması kaydıyla bir ortağın payının yüzde 99 ve hatta daha üstü de öngörülür. Çünkü en düşük pay senedi 500 TL kadardır. Sermayede bu kadar büyük paya sahip olma koşulu, bu yıllarda holding bankacılığına verilen büyük bir destektir. Yine daha önce iştiraklerine ya da kuruluşlarına vereceği toplam kredi öz-sermayesinin yüzde 20’sini geçemez hüküm (fakat istisnalarının da olduğu hatırlanmalı), istisnaları saklı kalması kaydıyla varolan sınırlama öz-sermayesinin tamamı yani yüzde 100’ü kadar olarak değiştirilir. Bu iki değişikliğin bile, holding bankacılığı açısından ne büyük teşvik olduğu kolayca anlaşılıyor.
Yine bu dönemde ’80’li yıllarda izlenen “serbest” ya da “yüksek” faiz politikası, bu sektördeki tekelci yapının daha da pekişmesinin bir aracı olur. Onun için derinleşen krizin sermaye gruplarına farklı yansımasına bağlı olarak, bazı bankalar iflas ederken bazı yerel bankalar da holdingler tarafından satın alınır.
Kısaca, neden holding bankacılığı ve bunun desteklenmesi?
1- İhtiyaç duyulan finansman gereksinmesini karşılama,
2- Az sermaye ile çok geniş büyük sermayeyi denetim altına alma, diğer bir anlatımla holdingleşmenin piramitleşme yani yoğunlaşma etkisinden yararlanma.
3- Para ve sermaye piyasalarında fon akımlarını denetim altında tutma.
4- Herhangi bir ekonomik kriz halinde holdinge bağlı kuruluşlara fon sağlanmasını güvence altına alma,
5- Diğer holdinglerle rekabeti artırma.
6- Kamuoyunda bankası olan holding görüntüsü, imajı yaratarak itibar sağlama gibi nedenler sayılabilir.
Bu sebepler temelinde varolan holding bankacılığı şahsında; sanayi ya da ticari ya da birlikte, banka sermayesi bütünlüğü sağlanıyordu.
Belirtilen türden bütünleşme ’80 öncesinde 11 bankada gözlenirken, sonrasında sağlanan teşvikler ve sermaye birikimi temelinde bu sayı 20’ye çıkar. Ki yabancı bankalar dışında faaliyette bulunan banka sayısı da 34 olduğu dikkate alındığında etkinlik boyutu daha iyi anlaşılır.

2.2- Mevzuatta Değişiklikler
Sermaye birikimin yapılanmasında yaşanılan gelişme yani sanayi ya da ticari veya birlikte banka sermayesi bütünlüğünün yarattığı güç birliği ve gelişen holding bankacılığı, sermayenin kendi içindeki çelişkisini artırır. Çünkü anlatılan türden bir sermaye grubu kolaylıkla ve düşük faizle finansman ihtiyacını gidermesine karşılık diğerlerinin zorlanmadı ve bunun ülke pazar paylaşımına etkisinden dolayı sermayenin kendi içinde bir bütünlüğünden bahsedilemez. Sermaye, mezar kazıcı emek karşısında bütün olarak varolur ve bu varlığını korur; fakat kendi bütünselliği içinde, daha fazla kâr elde etme ve pazar paylaşımında daha çok pay sahibi olma gibi faktörler sebebiyle kendi iç çelişkileri artar ve çeşitlenir.
Bu tür bir gelişme sonucu olarak, 1978 – Aralık’ta Ecevit Hükümeti bankacılık mevzuatında değişikliğe gider. Ve dönemin başbakan yardımcısı ve Devlet Bakanı Dr. Faruk Sükan, 22 Aralık 1978 tarihinde yaptığı basın toplantısında bankalardan 11’inin sermaye ve yönetiminde, 11 sanayi ya da ticaret sermayesi grubunun ya da 11 “aile”nin bulunduğundan söz eder. (4)
4. BYKP’ında bankacılık sektörünün durumu şöyle anlatılır: “7129 sayılı Bankalar Yasası’nda öngörülen kredi olanaklarından yararlanmak” için “… özel sektör holdingleri bankaların sahipliğini elde etme çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bu durum sınırlı sayıdaki kişi ve grupların, halkın tasarruflarını kullanarak ekonomide bir kısım fizik kapasitelere sahip olmalarına ya da egemenliklerini artırmalarına yol açmıştır. Bu uygulama ekonominin istenen yönde geliştirilmesine engeller yarattığı gibi gelir dağılımı açısından da sakıncalar getirmiştir.” (5) Evet, holding bankacılığı sermayenin bir iç çelişkisinin ürünü olarak, resmi kayıtlarda ilk defa bu biçimde yar alır. Yani bu plan ile bankalar yasasında, holding bankacılığını dikkate alan değişiklikler yapılması ilke olarak benimsenir. Bunun üzerine 23 Temmuz 1979 tarihli 28 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile sektörde holding bankacılığını “önlemeye” yönelik bazı düzenlemeler yapılır. Bunun gereği olarak bir ortağın bir bankada sahip olabileceği pay yüzde 30 ile sınırlandırılır ve genel kurullarda vekil olarak kullanılabilecek oya da tavan konulurken, ayrıca da bankanın holdinge ve iştiraklerine vereceği kredilerde yüzde 20 sınırlama getirilir.
Yapılan bu değişikliğin yaşanılana uygun olması farklı olup, hayatta hiç de öyle olmuyor. Özellikle iştiraklere verilecek kredilerde sınırlama hükmüne uyulmayacağının yasal yollarının da var olduğu hatırlanmalıdır. Nitekim gerçek veya tüzel bir kişiye vereceği kredi miktarı öz-sermayesinin yüzde 10 ile sınırlandırıldığı halde, kanun da öngördüğü hallerde yüzde 25’e ve 30’a çıkarılacağı da yer alır. Ayrıca iştiraklere açılan kredi miktarına sınırlama getirildiği halde, yine aynı yerde hangi koşullarda (bu, kalkınma planı yıllık programlarında belirtilen sektörlerde iş yapanlar) bu sınırlamanın, hem de Öz-sermayesinin 3 katına kadar artırılabileceği hükmünde yer alır. Bir de ek olarak iştirak tanımı, bankaların sermayesinin en az yüzde 20’sine sahip oldukları ortaklıklar olarak tanımlanır. (6)
1983 yılında yürürlüğe giren 70 sayılı Bankalar Hakkında KHK ile yapılan değişiklikler; bir gerçek ya da tüzelkişinin bir bankada sahip olabileceği en fazla paya ilişkin sınırlama tümüyle kaldırılır, ayrıca iştiraklerin banka kaynaklarından daha fazla yararlanılması öngörülür. Gerçek ya da tüzel bir kişiye verilen kredi genel sınırı öz-kaynağın yüzde 10’dan yüzde 25’e çıkarılır ve bu istisnalar halinde bu oran yüzde 40’a kadar yükselir. Ayrıca sermayesinin yüzde 15’ine sahip olduğu işletmeleri bankaların iştirakleri olarak tanımlayan yasa ile bunlara açacağı kredi miktarı öz-kaynaklarıyla sınırlı olduğu hükmü olduğu halde bazı koşullarda bunun yani öz-kaynakların 3 katına kadar çıkarılabileceği de yasada yer alır.
Hem ’70 yılında ve hem de ’83 yılında bankalar kanununda yapılan değişiklikler sonrasında, hem bankası olan holding sayısı ve hem de bankanın iştiraklerini kaynaklarından daha fazla yararlandırma imkânı artmıştır. Özellikle, bu gelişmenin ’80’li yıllarda daha yoğunlaştığı görülüyor.

2.3. Kaynakların Kullanımı
Banka, toplam kaynaklarını kredi olarak üretici ya da tüketicilerin kullanımına sunabildiği gibi aynı zamanda bazı işletmelere ortak olabilmede yahut altın vs. alım ve satımında kullanabilir.
Bankaların kredilendirme dışkında ülke sanayileşmesine, kalkınmasına katkıda bulunmalarının bir yolu olarak da, diğer kuruluşların sermayelerine katılmaları veya yatırım yapmaları olarak iştirakler, gösterilir.
1975 ve 1979 yıllarında yüzde 2,2 ve 1,8 olarak gerçekleşen aktif toplamında iştiraklerin payı, 1981’de yüzde 1,6’ya geriler ve sonrasında artarak 1985’de yüzde2,3’e yükselir ve 1988 yılında tekrar yüzde 2,0’ye geriler.
5 Büyük Banka Grubu’nun oranı ise 1975’de yüzde 2,7 olup, sonrasında gerileyerek 1981’de yüzde 2,3’e iner ve devamında artarak 1985’de yüzde 3,3’e ve geçen yılda yüzde 3,8’e yükselir. İştiraklerde önemli artışların sebebi, iştiraklerin önemli bir bölümünün yeniden değerlendirme yapmaları ve bu değer artışların sermayelerine ekleyerek ortak bankalara bedelsiz hisse senetleri vermeleri ve bunların iştirakler kalemine eklenmesiyle iştirakler tutarı kabarmaktadır. Ayrıca donuk krediler sebebiyle de, işletmeler banka denetimine girmesiyle iştirakler artmaktadır. Ek olarak bankalar kanununda bu türden yatırımlara yönelik teşviklerin olması da hatırlanmalıdır.
Sektör açısından 1975’de yüzde 56,4 olan toplam aktiflerde kredilerin payı, sonrasında azalır ve 1985’te yüzde 39,7’ye iner; 1987’de yüzde 43,4’e yükseldiği halde bir yıl sonra yeniden 39,1’ye geriler.
5 Büyük Banka Grubu açısından incelendiğinde, 1975 yılında yüzde 56,3 olan toplam aktiflerde kredilerin payı sonrasında sürekli azalır; 1983 ve 1988 yıllarında yüzde 46,8 ve 35,0’e iner.
Demek ki, bankalar kaynaklarını diğer alanlarda değerlendirmeyi yeğlemişlerdir. Bu, kredi talebinin varlığına karşın böyle olmuş ve kredi maliyetinin artması bunda büyük etkendir.
Ayrıca bankaların özellikle iştiraklerine verdikleri kaynakların yani kredilerinin maliyetini / faizi düşük tutma gayretinde olacakları ve bundan doğan ek maliyetin diğer müşterilere yansıtılacağı ve ek olarak, kayıtların tutuluş biçimleri de dikkate alındığında iştirak kredilerin hepsinin kayıtlara geçmeyeceği hatırlanmalıdır.

2.4- Faiz Gelirinden Yararlanan Kim?
Günümüzde burjuva ekonomi politiğin özellikle Friedman ekolüne göre, “yüksek” ya da “serbest” faiz politikasının hem gelir dağılımını adilleştirdiği ve hem de tasarrufları artırdığı iddia edilmektedir. Ve onun içinde ’80’li yıllarda “serbest” faiz politikası izlenir.
İzlenen bu politikayla, kaynakların tüketime harcanmayıp bankalarda mevduat olarak toplanmasıyla hem tasarrufların ve hem de bu tasarruf sahiplerinin gelirlerinin arttığı, ANAP hükümeti ve onun ekonomik kurmaylarınca hep anlatılır oldu.
Tasarruf, klasik iktisatçılara (Ricardo, A. Smith vs.) göre faizin ve Keynes’e göre gelirin bir fonksiyonudur. 19. yüzyılda klasiklerin tasarrufun faize bağlı olarak arttığı tezinin yerine, bu yüzyılda 1930’larda Keynes tasarrufun gelir düzeyine bağlı olduğu tezini savunur.
’80’li yıllarda reel pozitif faiz politikasının hâkim kılındığı ve bu sebeple tasarruf sahibinin korunduğu, ekonomi kurmaylarınca sürekli söylenir. Fakat ekonomi genel dengesinde özel tasarrufun özel harcanabilir gelire oranı, resmi verilere göre reel negatif faizin olduğu 1987 yılında yüzde 19.3 iken, reel pozitif faizin söz konusu olduğu 1985 ve 1986 yıllarında ise yüzde 11,4 ve 14,5 olarak gerçekleşir.
Çıkarılacak önemli bir sonuç: Özel tasarrufların faize karşı duyarlı olmadıklarıdır.
Mevduat toplamında tasarruf mevduatının payı 1981 yılında yüzde 54,7 iken sonrasında 1985’de yüzde 59,1’e yükselir ve 1988 yılında da yüzde 36,5’e kadar geriler. Yani mevduat toplamında tasarruf mevduatının nispi payı 1981 yılına göre 1986’dan itibaren sürekli azalır.
Demek ki: Reel pozitif faiz politikasının, özel tasarruf oranı ve tasarruf mevduatı üzerinde, klasiklerin tezlerini doğrular yönde etkisinin olmadığı sonucu çıkarılabilir. Buna karşın reel pozitif faiz, rantiyelerin kaynaklarını altına mı, dövize mi ya da bankaya mı vs. yatırmaları konusunda belirleyici etkisi olurken, esasında makro olarak tasarruflar üzerinde ileri sürüldüğü türden etkisi yoktur.
Yani faiz gelirinden yararlananlar: Rantiye gelir sahipleri…
Sektör açısından çalışmanın yapıldığı bu dönem kendi içinde ikişerli yıllar halinde birbirleriyle karşılaştırmalı olarak tasarruf mevduatı hesap adedi ve toplam tutarı incelendiğinde yine benzer sonuca varılıyor.

Tablo 1- TASARRUF MEVDUATININ DAĞILIMI (Yüzde Olarak)

1975         1979         1986         1988
H    T    H    T    H    T    H    T
En alt grup        66,0    4,2    62,7    2,7    97,8    44,6    97,0    40,8
En üst grup        1,3    38,8    3,5    64,7    0,05    4,9    0,03    9,5
5 büyük banka        57,0    57,7    57,0    58,4    54,3    64,4    51,4    57,3
AÇIKLAMA: H- Hesap Adedi; T- Tutan
En Alt Grup: 1975/1979 için 1 milyon ve daha az 1986/1988 için 3 milyon ve daha az
En Üst Grup: Toplam 4 yıl için 50 milyon ve daha üstü
KAYNAK: Türkiye Bankalar Birliği.
1975-1979 Yılları: 1975 yılında 19 milyon 353 bin olan tasarruf mevduatı hesabı, yüzde 25,8 artarak 1979’da 24 milyon 341 bine yükselir. Aynı yıllarda tasarruf mevduatı tutarı yüzde 184,6 artarak 82,9 milyardan 235,9 milyara (cari fiyatla) çıkar.
Tablo. 1 ‘de görüldüğü üzere 1 milyon ve daha az mevduat hesabı olanların, toplam hesap sayısının yüzde 66,0’sını oluşturmasına karşılık, mevduat toplamının yüzde 4,2’sine sahiptirler; aynı oranlar 1979 yılında ise yüzde 62,7’ye karşılık yüzde 2,7’dir. Benzer hesaplama üst yani 50 milyon ve daha fazla tasarruf mevduatına sahip olanlar (1975 ve 1979 yılları) için yapıldığında, tasarruf mevduatının yüzde 38,8 ve 64,7’si, hesap sayısının yüzde 1,3 ve 3,5’ine karşılık geldiği bulunur. Yani dağılımda bir yoğunlaşma olduğu gözlenir. Yine aynı yıllarda incelemenin yapıldığı 5 Büyük Banka Grubu’nun toplam mevduat hesabında payı her iki (1975 ve 1979) yılda yüzde 57,0 olarak bulunurken, mevduatta payı da yüzde 57,7’den 58,4’e yükselir. Yani bu grup bankalarının etkinliğini koruduğu görülür.
1986-1988 Yılları: 1986’da 29 milyon 795 bin olan tasarruf mevduatı hesabı, 1988 yılında 29 milyon 217 bine gerilerken, mevduat toplamı yüzde 121,0 artarak 5 trilyon 752,6 milyardan 12 trilyon 711 milyara (cari fiyatla) yükselir.
Tablo 1’den anlaşıldığı üzere 3 milyon ve daha az tasarruf mevduatı hesabı olanların, 1986 ve 1988 yıllarında toplam hesap sayısının yüzde 97,8 ve 97,0’sini oluşturmasına karşılık, toplam mevduatın yüzde 44,6 ve 40,8’ine sahiptirler. Diğer bir anlatımla 1986 yılında toplam mevduatın yüzde 55,4’ine yalnızca yüzde 2,2’si sahipken; bu oranlar 1988 yılında sırasıyla yüzde 59,2 ve yüzde 3,0 olarak bulunur. Yine bu iki yılda 50 milyon ve daha fazla tasarruf mevduatı sayısı sırasıyla 3 bin 228 ve 11 bin 762 olup, toplam hesabın on binde 5 ve 3’ünü oluşturmasına karşılık, mevduatın yüzde 4,9 ve 9,5’ine sahip bulunmaktadırlar.
Yine bu iki yılda (1986-1988) tasarruf mevduat hesabı toplamının yüzde 54,3 ve 51,4’üne 5 Büyük Banka Grubu hâkim olup, bunların mevduat toplamında payı yüzde 64,4 ve 57,3’tür.
Mevduat gruplarının toplam tasarruf mevduatı ve hesabında karşılaştırılmasından çıkarılabilecek önemli bir sonuç: Mevduatın bireyler arasında dağılımındaki dengesizliği göze çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Kaldı ki, yukarıda ayrım hesap sayısına göredir. Bir rantiyecinin, kaynaklarını birden fazla hesaba yatırdığı hatırlanırsa, çalışmanın hesap adedine göre olmayıp mudi sayısına göre düzenlenen dağıtım esas alınarak yapıldığında, mevduatın dağılımındaki çarpıklığın boyutu daha çarpıcı bir biçimde görülebilecektir.
Buna göre 1975 yılına göre 1988’de faizlerde yükselmenin tasarruf mevduatı hesap sahipleri çoğunluğunun geliri üzerinde etkisi, hemen hemen yok denecek kadar cüzidir. Bu anlamda, emekçi halkın rantiyeden faiz gelirinden yararlanacağını söylemek mümkün olmayıp; aksini iddia etmek ise bir aldatmacadır. Ek olarak, ekonomide tasarruf edenlerinde emekçi halkın “olmadığı” da sonucu çıkarılabilir.
Ayrıca 5 Büyük Banka Grubu hem toplam mevduat hesabının ve hem de tutarının yarısından fazlasını bünyelerinde toplaması anlamında, gerçek kişilerin tasarruflarını çoğunlukla bu bankalara yatırdığı anlaşılır.

2.5- Personel Harcamaları Payı Azaldı
Bankaların belli başlı gider kalemleri: Personel giderleri, amortismanlar, şüpheli alacaklar için ayrılan karşılıklar, kambiyo zararları, ödediği faiz ve komisyonlar vs. sayılabilir.
’80’li yıllarda izlenen ekonomi politika ve artan resmi terör sebebiyle, toplam maliyetler içinde personel için yapılan harcamaların payı sürekli azalan bir trend izler. Bu durum, bankacılık sektöründe de farklı değildir.

Tablo 2- PERSONEL GİDERLERİNİN TOPLAM GİDERDE PAYI (1975-1988) Yüzde Dağılımı
1975      1979    1981    1983    1985    1986    1987    1988
Sektör        32,1    42,6    22,5    13,9    9,1    7,9    8,3    7,8
5 BB        33,3    43,2    22,8    15,3    10,3    8,5    10,2    9,3
YB        33,3    30,0    21,5    11,4    8,3    8,1    8,4    6,7
AÇIKLAMA: 5BB- 5 Büyük Banka Grubu / YB- Yabancı Bankalar
KAYNAK   :Türkiye Bankalar Birliği

Nitekim Tablo 2’de görüldüğü üzere, toplam giderlerde personel için yapılanların nispi payı, 1979 yılına kadar arttığı halde sonraki yıllarda sürekli azalır. Sektör açısından yüzde 42,6’dan 7,8’e; 5 Büyük Banka Grubu’nda yüzde 43,2’den 9,3’e ve yabancı bankalarda da yüzde 30,0’dan 6,7’ye kadar geriler. Esas olarak düşüşün 1980 ile 1983 yılları arasında yoğunlaştığı gözleniyor. Bu yıllarda ücret ve maaşlara artan saldırı sonrası yıllarda da devam eder. Hem de Eylül Cuntası’nın çalışma hay atındaki emir-komuta örgütü YHK sayesinde, imzalanan satış sözleşmeleriyle.
Personel harcamalarının nispi olarak azaldığı bu yıllarda, sektör ve özgülünde Holding bankalarının kârlılığının artması bir tesadüf, hiç değil. Ayrıca çıkarılan yeni yasa ile banka emekçilerinin sendikal örgütlenme alanı hem daraltılır ve hem de bu sektör grev yasağı kapsamına alınır. Getirilen bu yaptırımlarla, Eylül Karaçalma Kampanyası tarafından yaratılan fiili durumun devamı sağlanmak istenir. Çok değil genelinde olduğu gibi dört yıl sonrasında giydirilen “deli gömleği” sökülmeye başlar. Geçen yıl Akbank ve bu yıl yoğunlukla Yapı Kredi çalışanlarının onurlu çıkışları, bu sektörde yarına güvenli yürüyüşün ve bakışın bir yönden açık mesajıdır.

2.6- Ödenen Vergilerin Payı Azaldı

’80’li yıllarda yaşanan ekonomik krize karşın izlenen ekonomi politika gereği olarak sermaye birikimi artırımı öz ve ana amaç olarak belirlenir; bunun için emek gelirlerine bu derece saldırılır ve ek olarak sermaye gelirinden alınacak vergi oranı (kurumlar vergisi yüzde 46), getirilen muafiyet ve istisnalar sebebiyle hayli küçülmesi sağlanır. Zaten resmi kayıtların yeterince güvenli olmadığı ve hatta yıllık toplanan vergiler kadar kaçağın olduğu iddiasının var olduğu koşullarda, vergi kaçakçılığına resmi kolaylıklar sağlanır. Böylece gayrı resmi görülen duruma resmiyet kazandırılır. O sebeple getirilen istisna ve muafiyetler sonucu:

Tablo 3- ÖDENEN VERGİLERİN BRÜT BİLANÇO KÂRINA ORANI (1975-1988) – Yüzde Dağılım
1975      1979    1981    1983    1985    1986    1987    1988

Sektör        40,0    46,0    24,0    33,7    17,0    11,0    8,2    8,8
5 BB        46,7    50,0    39,6    35,4    21,8    8,6    7,0    6,5
Akbank    40,5    45,4    41,0    30,7    26,8    3,8    2,2    1,0
İş bank        55,3    49,4    38,8    31,0    16,9    9,2    11,5    10,7
YB        52,6    37,7    29,7    17,4    4,9    9,3    8,0    4,9
AÇIKLAMA: 5BB- 5 Büyük Banka Grubu / YB- Yabancı Bankalar
KAYNAK   :Türkiye Bankalar Birliği

Tablo 3’te anlaşıldığı üzere, ödenen vergi ve harçların bilanço kârına oranı, 1979 yılına kadar arttığı halde sonraki yıllarda sürekli azalır. En fazla düşüşünde 5 Büyük Banka Grubu’nda olduğu görülüyor. 1983 sonrasında nispi olarak azalma daha da hızlanır. 1985 yılı sonunda vergi kanununda yapılan değişiklikle kurumlar vergisi yüzde 46’ya çıkarıldığı halde, bankalarda ödenen verginin bilanço kârına oranı değil yüzde 40, 30 ve hatta yüzde 10; yüzde 8 ya da 6’lardadır. Bu muafiyet ve istisnalardan yararlanamayan firmalar bayıla bayıla yüzde 46’yı vermek zorunda oldukları da hatırlanmalıdır. Çünkü benimsenen ekonomi politika gereği olarak, sermaye birikimi teşvik edilir; rant gelirleri tahvil, hazine bonosu ve faiz gelirlerinden alınan vergi almıyorlar demesinler kadar düşük olmasından, bankalarında ödemiş oldukları verginin bilanço kârına oranı da hayli azdır. Bununla rantiye gelir korunur.
Hatırlatma: Bu kısa değinmeden şu çıkarılamaz, ’80 öncesi sermaye birikimi teşvik edilmiyordu da sonrasında mı edilir oldu?
Elbette ki, hayır!
’80 öncesi ve sonrasında bu ülke topraklarında, Emeğe dayanan üretim tarzı / ekonomik ve toplumsal düzen hiç var olmadı.
Fakat ’80 öncesi halkın demokrasi mücadelesinin vardığı boyutu, burjuvaziyi bu türden önlemler alması önünde bir engeldi. Bu engelin aşılmasının sonucu, öngörülen önlemler acele edilmeden tek tek alındı. Alındı fakat her işverende getirilen teşviklerden ya da vergi istisna ve muafiyetlerden aynı oranda yararlanamadı. Yararlanamaz da. Çünkü getirilen istisna ve muafiyet koşullarına, ancak tekelci sermaye gruplarının gerçekleştireceği ekonomik koşullara göre belirlenir de onun için. Sermayeye dayanan bu üretim tarzında, sermaye birikimi teşvikine bağlı olarak tekelcilikte güçlenir. Nitekim dış ticarette kaymağı, hayali ihracatla yiyenlerin başında Koç’un Ram’ı, Enka’sı vs. gelir. Ayrıca ödedikleri vergi miktarının toplam gelirlerine oranı yüzde 10’ların altında iken, bir asgari ücretlinin ki ise yüzde 25’tir. Bir başka küçük üreticinin ki yasada yazdığı gibi yüzde 46’dır.
Yani az kazanandan az oranda ve çok kazanandan çok oranda vergi alınmıyor. Bu da “vergi adaleti” olarak sunuluyor.
Ödenen vergi ve harçların toplam gidere oranı sektör açısından 1975 ve 1979 yıllarında yüzde 5,3 ve 5,0 iken 1983’de yüzde 2,9’a ve 1986’da yüzde 1,0’e ve 1988’de de yüzde 0,9’a kadar iner. Aynı hesaplama 5 Büyük Banka Grubu için yapıldığında bulunan sonuçlar sırasıyla, yüzde 8,3 ve 5,0 olur ve yıllarda yüzde 2,6’ya ve geçen yılda yüzde 0,8’e kadar düşer. Yabancı bankalarda aynı oran yüzde 16,6’dan 1,1’e kadar iner.
Görüldüğü üzere ödenen vergilerin bilanço karına oranı ve giderler toplamında vergilerin payı azalan bir trend izlemesinin anlamı: Ekonomik krizin derinleştiği bu yıllarda bu tür önlemlerle sermaye teşvik edilirken, emeğin geliri ve örgütlülüğüne saldırının artması, yaşanan bugünkü ekonomik ve siyasal düzenin varoluş koşulunun burjuvazi olduğunun bir başka açıdan anlatımıdır.

2,7- ’80’lerdeki Gelişmeler
24 Ocak ekonomik programı ile hedeflenen ekonomik amaçların gerçekleştirilmesi için izlenen para politikası gereği olarak bankaların rolü artar.
Bankacılık sektörünü etkileyen faktörler:
“Serbest” ya da “yüksek” faiz politikası: Para politikası her ne kadar etkin kılınmak istenirse de, emisyon sürekli artar; fakat buna karşın enflasyon oranının yüksekliğinden ve tasarruf sahibinin korunması yani reel pozitif faiz gerekçeleriyle faiz oranları artar. Yaşanılan “Bankerler Olayı” bu politikanın sonucu olup, o yıllarda hükümetin Maliye Bakanı Kaya Erdem’in tabiriyle “halk kumar oynamış” ve yetkililerde böyle bir sonucu bekler olduklarını sonradan açıklar olmuşlardır.
Yabancı Bankalar: 1929 sonrasında Türkiye’de faaliyette bulunan yabancı banka sayısı sürekli azalırken, ’80 sonrası 14 yabancı bankanın şube açması ve yeni bir yabancı bankanın kurulması ile 1988 yıl sonunda yabancı banka sayısı 19’a yükselir. Ayrıca bu yıllarda yabancı bankaların ortak olduğu yeni yerli bankaların kurulduğu veya yabancı bankaların yerli bankalara ortak oldukları gözlenir (Koç – Amerikan Bank AŞ, BNP – Akbank). Bu yıllar yabancı sermaye için sanayi yatırımlar açısından anlatıldığı kadar cazip gelmezken bankalar için bu derece revaçta olmasının anlamı nedir? Ya da bu bankalar ne tür bir fonksiyonun ürünü olarak faaliyet sürdürür oldular? Zaten gelen bu bankalar esas olarak tek şubeyle çalışıyorlar. Gelenlerin çoğu Amerikan sermayelidir.
Yeni ticaret bankalarının kurulması: Sisteme giriş genellikle zorlaştırıldığı bu yıllarda sermaye kendi çelişkisinin ürünü olarak bazıları kolaylıkla banka kurar. Bazıları ise böyle bir imkâna kavuşamıyor. Yeni pek çok banka kurulduğu koşullarda Derborsa sahibi Derviş Temel Çaybank’ı satın alır, ama faaliyete geçemez; bürokrasi engeline takılır. Yani bu anlamda sisteme giriş, sahibine göre olması sebebiyle hem kıyasıya rekabetin hem de tekelci yapının olduğunun ifadesidir. Bir sermaye grubu açısından banka kurma girişimi, sermaye birikiminin ürünüdür. Bunun gereği olarak: Titibank (1984), Adabank (1985), Tekstil Bank (Akın Holding – 1986), Finansbank (ESKA – 1987) vs. kurulur.
İflas eden bankalar: Evet sisteme girmek bazılarına kolay ve bazılarına imkânsızsa da, çıkış gayet kolaydır, iflas eden bankaların tüm mali yükümlülükleri, bu bankaları devralan kamu bankası tarafından üstlenilmiştir. İflaslar izlenen para-kredi politikası gereği bankalar arası rekabetin sonucu olarak gerçekleşir. Giden yani sistemden en çıkan banka aynı zamanda varsa arkasında grubunu da götürmektedir: Hisarbank (Çavuşoğlu – Kozanoğlu 1983), İstanbul Bankası (Has Holding – 1983), Ortadoğu İktisat Bankası (Okumuş Holding – 1983) vs. İflas eden bankaların yükümlülükleri Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası, İş Bankası vs. tarafından üstlenilir.
Bankası olmayan sermaye grupları Bankerlik kuruluşu kurarlar: Oyak (Oyak Holding), Meban (Transtürk Holding – iflas eder), Eczacıbaşı Menkul Değerler (Eczacıbaşı Holding) vs.
’80’li yıllarda bankacılık sektöründe tahsil edilemeyen batık kredilerin artıyor olması sebebiyle, sektörün krizi atlattığı söylenemez. Fakat öbür yandan tatlı kârların varlığı da bir gerçek.

3- SEKTÖREL ANALİZ
Bu kısımda, sektör genelinde 5 Büyük Banka Grubunun, bilançonun pek çok kaleminde (cari fiyatlarla) nispi payı bulunarak incelemeye ve yorum yapılmaya çalışıldı.

3.1- Nakit Değerler
Her an kullanılabilir kasa mevcudu olup, dolaşımda kullanılır para ve yabancı paralar toplamı nakit değerleri oluşturur.
Sektörün toplam nakit değerleri (cari fiyatlar) 1975 yılına göre 1979’da yüzde 353,8 anarak 41,3 milyara yükselir ve devamında sürekli artar; 1988 yılında 2 trilyon 933,7 milyara çıkar. Sektör toplamında incelemeye tâbi tutulan 5 Büyük Banka Grubunun 1975’de yüzde 50,5 olan payı 1979 yılında yüzde 41,4’e iner ve sonraki yıllarda sürekli artarak 1987’de yüzde 73,0’e yükselir ve bir yıl sonra da yüzde 62,2’ye iner.
Sektöre göre 5 Büyük Banka Grubunun nakit değerleri toplamının daha hızlı artıyor olmasından, nispi payını artan oranda korur ve bu, yüzde 60’lar altına inmez. O anlamda sektöre bu grubun hâkim olduğu anlaşılır.

3.2.- Bilanço Kârı

Kâr-Zarar tablosu olarak adlandırılan gelir tablosu, bir işletmenin, belirli bir hesap döneminde (ki genellikle bir yıldır) elde ettiği gelirle yaptığı giderleri tasnifli bir şekilde gösteren ve dönem faaliyetinin sonucu, kâr veya zarar olarak özetleyen bir listedir.
Bulunan bilanço brüt kârından o faaliyet dönemine ait vergi ve harçların çıkarılmasıyla, vergi sonrası net kâr bulunur. Ve bu çalışmada net kâr dikkate alındı.
1975 yılında 1,8 milyar olan toplam net bilanço kârı (cari fiyatla), 1979’da 4,1 milyara ve 1981 yılında 49,7 milyara yükselir; devamı yıllarda artar ve’1988’de bir önceki yıla göre yüzde 95,4 oranında artarak 1 trilyon 703,9 milyara çıkar.
1975 yılında 5 Büyük Banka Grubunun toplam bilanço net kârında yüzde 50,0 olan nispi payı azalarak 1981’de yüzde 22,7’ye kadar iner ve sonrasında sürekli yükselerek 1983’de yüzde 42,5’e ve 1987’de yüzde 50,2’ye yükselir, bir yıl sonra da yüzde 47,0’ye geriler.
Sektörde yabancı bankaların 1975’de yüzde 5,0 olan payı 1983’de yüzde 14,5’e kadar yükselir ve diğer yıllarda düşer. 1987’de yüzde 6,1’e geriler ve sonraki yıl da yüzde 8.5’e yükselir.
Bilanço net kârı toplamında, 5 Büyük Banka Grubunun özellikle ’80’li yıllarda nispi payının yüzde 45’ler civarında seyretmesinden, sektör bazında etkinliğini, önemli oranda koruduğu gözlenir.

3.3- Mevduat

İstenildiği anda veya belirli bir süre sonunda geri alabilmek üzere bankalara yatırılan paraların toplamı olan mevduat, banka bilançosu pasifinde ve toplam kaynağında büyük paya sahiptir. Mevduat mülkiyetine göre kamu ve özel (hane halkı, işletmeler vs.) olarak ayrılabileceği gibi, kaynağına göre resmî (resmî kuruluşların), ticari fişletmelerin), tasarruf, bankalar (yurtiçi ve yurtdışı bankaların),ve diğerleri (spor kulüpleri, elçilikler vs.) olarak da gruplandırılabilir. Bu sektöre yönelik yapılan analizlerde genellikle mevduat kaynağına göre dağılımı esas alınarak inceleme yapılır. Gerçek kişilerin bankalara yatırdığı vadeli ya da vadesiz paraların toplamı; tasarruf mevduatıdır.
İncelenen bu dönemde (1975-1988), genel mevduat hacmi (1984 yılı ve sonrası, Döviz Tevdiat Hesabı hariç), 1975’e göre yüzde 229,3 artarak 1979 yılında 490,0 milyar (cari fiyatlarla) TL ulaşır ve devamı yıllarda da sürekli artar; 1988 yılında 28 trilyon 968 milyara çıkar.
5 Büyük Banka Grubunun mevduat toplamı 1979 yılında 1975’e göre yüzde 237,9 artışla 287,2 milyara yükselir; sonrasında sürekli artar ve 1988’de 13 trilyon 494,8 milyara ulaşır. Bu grubun sektör toplamında payı, benzer bir gelişme gösterir; 1979’da yüzde 58,6’ya yükselir ve bu, 1983 yılma kadar devam eder yüzde 68,8’e çıkar. Sonraki yıllarda azalır ve 1987’de yüzde 49,8’e ve bir yıl sonra da yüzde 46,6’ya iner. Bunda döviz tevdiat hesabının sürekli artıyor olmasının etkisi vardır. .
Mevduat bileşimi incelendiğinde, tasarruf mevduatı payının 1980 öncesinde azaldığı ve sonrasında 1984 yılına kadar yükseldiği, ancak yeniden 1987’ye kadar azalmasına karşılık, bir yıl sonrasında (1988) az da olsa arttığı gözlenmektedir. 1985 öncesinde tasarruf mevduatı içinde gösterilen diğer kuruluşlar mevduatı ile mevduat sertifikası, o yıldan itibaren ayrıca gösterilir. Bu tasnif değişikliğine ek olarak, tasarruf mevduatı artış hızında yavaşlama olduğu da bir gerçektir.
5 Büyük Banka Grubunun (kendi) mevduat toplamında, tasarruf mevduatının payı, 1975 yılında yüzde 56,2’dir. Bu oran, 1983 yılına kadar artar ve yüzde 59,0’a yükselir. Devamı yıllarda azalır ve 1988 yılında yüzde 39,6’ya iner. Bulunan bu oranların, sektörün mevduat bileşimin de tasarruf mevduatı payından büyük olduğu görülür. Sektörün toplam tasarruf mevduatında, 5 Büyük Banka Grubunun payı incelenen dönemde sürekli yüzde 50,0’nin üzerinde gerçekleşir; yani, sektörün toplam tasarruf mevduatının yarısından fazlasının bu banka grubunda toparlandığı anlaşılır.
Ticari mevduatın payı, 1980 yılına kadar sürekli artışı gözlenirken, sonrasında işletmelerin içinde bulunduğu likidite/nakit sıkıntısı sebebiyle giderek azalmış ve bu düşüş 1985 yılında yüzde 21,6’ya kadar indiği halde, devamı yıllarda artar, 1987’de yüzde 27,9’a yükselir ve bir yıl sonra da yüzde 22,5’e iner.
5 Büyük Banka Grubunun 1975 yılında mevduat toplamında yüzde 25,3 olan ticari mevduatın payı sürekli artar ve 1981’de yüzde 32,6’ya kadar yükselir. Sonraki yıllarda azalarak 1987’de yüzde 25,3’e ve bir yıl sonrasında yüzde 18,3’e geriler.

Tablo 4- TEMEL GÖSTERGELER – Cari Fiyatlarla (1975-1988) – Milyar TL.
1975    1979    1981    1983    1985    1986    1987    1988
Nakit        S    9,1    41,3    197,0    352,0    749,0    1286,8    2476,1    2933,7
Değerler    G    4,6    17,1    108,3    193,4    435,1    781,3    1806,8    1826,5

Bilanço    S    1,8    4,1    49,7    61,9    217,2    463,3    872,0    1703,9
Karı (net)    G    0,9    1,9    11,3    26,3    90,8    218,5    422,1    751,4

Mevduat(1)    S    148,8    490,0    1648,1    3630,2    8822,3    13237    18554    28968
G    85,2    287,2    964,3    1791    4495    6673    9238    13494

Krediler(2)    S    138,4    439    1418,1    2602    5757    10468    16988    24496   
G    57,9    194,5    578    1160,7    2526,6    4350    6200    9262,2

İştirakler    S    5,5    17,3    44,5    136,4    336,4    614,4    706,6    1304,7   
(net)        G    2,8    10,8    28,4    91,1    208,7    302,4    596,2    1005,7

Toplam    S    18,8    73,4    203,4    738,5    990,2    1834    2798,9    4600,6   
Öz-sermaye    G    2,9    9,2    25,1    160,5    351,1    516,9    1134,5    1981

Ödenmiş    S    13    38,8    127    273,2    410    739,9    1035    1923
Öz-sermaye    G    1,0    3,2    11,7    38,8    131,9    207    448    778,3   

Toplam    S    245,6    936,9    2844    6176    14510    24440    39176    62574
aktif        G    102,9    426,5    1235    2479    6344    10167    16783    26432

Personel    S       100073-127920-132714-140393-145600-151200-156924-159088    
(adet)        G    43037    51653    52557    55435    56199    57067    57704    58500

Şube        S    4605    5767    6265    6305    6322    6424    6517    6651
(adet)        G    2322    2819    2970    2998    3012    3036    3058    3105
AÇIKLAMA: S- Sektör Toplamı; G- 5 Büyük Banka Grubu
1) Döviz Tevdiat Hesapları (1984-1988) hariç
2)Kalkınma ve Yatırım Bankaları hariç
KAYNAK: Türkiye Bankalar Birliği Yıllık Raporları

Sektörün toplam ticari mevduatında S Büyük Banka Grubunun payı 1983 yılma kadar yüzde 60,0’lar üzerinde olmasına karşın devamı yıllarda azalır; 1987’de yüzde 59,3’e ve 1988 yılında yüzde 40,9’a geriler.
Yabancı bankaların 1975 yılında yüzde 3,8 olan toplam mevduatta payı, sonraki yıllarda düşer ve 1981’de yüzde 1,9’a kadar geriler, devamında artarak 1988 yılında yüzde 5,1’e yükselir.
Sektörün toplam mevduatında, 5 Büyük Banka Grubunun önceki yıllarda yüzde 58’lerde olan payının son iki yılda yüzde 45’lere kadar gerilediği gözlense de, etkinliğinin zayıflamasına karşın yine de önemli bir payının olduğu sonucu çıkarılabilinir.

3.4- Krediler
Bankalar bilançosunda önemli bir aktif kalemi olan kredi, bankaların topladığı fonu kullanıcılara ödünç olarak vermesidir.
İncelenen dönemde genel olarak 1975 yılında 138,4 milyar TL (cari fiyatlarla) olan banka kredileri (Kalkınma ve Yatırım Bankaları hariç), devamı yıllarda sürekli artarak 1988’de 24 trilyon 496,3 milyara yükselir.
5 Büyük Banka Grubunun sektör toplamında kredi payı 1975 yılında yüzde 41,8 olup, I979’da yüzde 44,3’e çıkar; fakat sonrasında 1983 ve 1987 yıllan arasında azalır ve 1988’de bir yıl öncesine göre az da olsa bir artışla yüzde 37,8’e yükselir. Toplam kaynakların sektörde kredi olarak kullanımında bu bankaların önemli oranda payını koruduğu anlaşılır.
’80’li yıllar donuk/batık kredi miktarının arttığı ve bu sebeple bankaların kredi politikalarında gelişen durum dikkate alınması üzerine, iştiraklerinin arttığını görüyoruz. Ayrıca bankaların topladıkları fonu, döviz aüm-satı-mı ve devlet tahvilinin alternatif yatırım alanları olması, kredi fonunu olumsuz yönde etkileyen sebeplerdir.

3.5- İştirakler
İştirakler, banka bilançoların aktifte yer alan önemli bir kalemi olup; bankanın sanayi ya da ticari bir işletmeye yatırım yapmasıdır. Yatırım yaptığı kurumda ortaklık payına yönelik herhangi bir sınıflama yoktur. Ayrıca iştirakler, sanayi ve banka sermayesi birliğini göstermesi açısından da önem kazanır.
Bankalar niçin iştirakte bulunur?
1- Fon toplamından doğacak riski dağıtması,
2- Fon giriş-çıkışını dengelemesi,
3- İştiraklerinden kâr payı alması,
4- İştirakin mevduatını bankada toplaması ve ihracatı bu banka aracılığıyla yapması,
5- Bu tür yatırımların beklenmeyen riskler için bir rezerv olması,
6- Bankanın iştiraklerinden alacağını kolayca tahsil etmesi gibi sebeplerden dolayı bankalar iştiraklerde bulunurlar.
İştirakler bir kredi işlemi gibi görünse de birbirinin aynısı değildir.
Kredi ve iştirakler farkı; kredi ilişkisi borç-alacak ilişkisiyken, iştirakinki bir mülkiyet ilişkisidir. Ayrıca vade açısından iştirakler krediye göre daha uzun süreli bir yatırımdır.
Sektörün iştirakler toplamı, 1975 yılında 5,5 milyar iken 1983’de 136,4 milyara ve 1988’de 1 trilyon 304,7 milyara yükselir; yani büyük oranlarda arttığı gözleniyor. Aynı yıllarda 5 Büyük Banka Grubunun iştirakleri, 2,8 milyar; 91,1 milyar ve 1 trilyon 5,7 milyar olarak gerçekleşir. Sektör toplamında bu bankalar grubunun 1975 yılında yüzde 50,9 olan payı, 1983 yılına kadar artar ve bu yılda yüzde 66,8 olarak hesaplanır. Devamı yıllarda bazı yıllar azalsa da tekrar artar ve 1988’de yüzde 77,1’e yükselir.
5 Büyük Banka Grubu iştirakleri sektörün toplam iştiraklerinden daha büyük oranlarda artması sebebiyle, sektör toplamında payı ’80’li yıllarda yüzde 60’lar üzerinde bulunur. Derileşen kriz şartlarında bankaların artan iştirakleri, yani sermayenin bütünselliğinin sağlanması anlamında yoğunlaşmanın arttığı gözlenir.

3. 6- Öz-sermaye
Bilanço kaynakları ve borçları toplamı olan pasifin önemli bir kalemi öz-sermaye olup; sermaye, yedek akçeler ve ’80’lerde uygulamaya konulan yeniden değerlendirme fonu toplamından oluşur. Fakat sermayenin ne kadarının ödenmiş ve ne kadarının ödenmemiş olması önemlidir; tüm sermayesinin ödenmiş olması halinde işletmenin ya da bankanın likidite ihtiyacını giderebilme imkânı olabilecektir. Sermayenin ödenmemiş kısmı, ödenmemiş sermaye olarak aktife yazılır. Şayet aktifte ödenmemiş sermaye yoksa sermayenin tümü ödenmiş demektir.
1975 yılına göre yüzde 290,4 oranında artarak 1979’da 73,4 milyar olan öz-sermaye toplamı (cari fiyatlarla) 1983’de 783,5 milyara, 1986 ve 1988 yıllarında 1834,2 ve 4600,6 milyara yükselir. Aynı yıllarda 5 Büyük Banka Grubunun öz-sermaye toplamı (cari fiyatla) sırasıyla 2,9; 160,5; 516,9 ve 1981,0 milyara çıkar. Bu grubun toplam sektörde öz-sermaye payı, 1979 yılında yüzde 12,6 ve 1983’de yüzde 21,7 olur; sonrasında ise artarak 1986’da yüzde 28,2’ye, 1988 yılında ise yüzde 43,1’e yükselir. Hem sektör toplamında ve hem de 5 Büyük Banka Grubunun öz-sermaye artışlarında enflasyon sürekli arttığı ’80’li yıllarda varlıkların (ve iştiraklerinde) yeniden değerlendirilmesinden doğan fonların etkisinin olduğu hatırlanmalıdır. Nitekim 1988 yılında toplam 4 trilyon 600,6 milyar olan öz-sermayenin (cari) yüzde 19,6’sı yeniden değerlendirme fonuna aittir. Yine bu yılda aynı oran 5 Büyük Banka Grubunda yüzde 26,3’tür. Bunun öz-sermaye toplamını artırması sebebiyle, bankanın bazı faaliyetlerinin öz-sermaye miktarıyla getirilen sınırlandırmaları (ör: Öz-sermayesi kadar iştiraklerde bulunacağı ya da genel kredi sınırının öz-sermaye toplamının 20 katı kadar olması gibi) bir yönüyle işlevsiz kılmaktadır; çünkü öz-sermayede olan her artış, faaliyetlerine de yansımaktadır.
Sektörün 1975’de 13,0 milyar olan ödenmiş sermayesi (cari), 1979 yılında 38,8 milyara yükselir. Bu artış sonraki yıllarda da devam eder ve 1988’de 1 trilyon 923,0 milyar olur. 5 Büyük Banka Grubunun ödenmiş sermayesi (cari), aynı yıllarda 1,0 milyar; 3,2 ve 778,3 milyar olarak gerçekleşir. Bu banka grubunun ödenmiş sermayesinin sektör toplamına oranı 1975 ve 1979 yıllarında yüzde 7,7 ve 8,2 olarak bulunur. Devamı yıllarda da bu oran artış seyri gösterir; 1983’de yüzde 14,2’ye, 1985’de yüzde 32,2’ye ve 1988 yılında yüzde 40,5’e yükselir. Bu grubun ödenmiş sermayede payının artmasının anlamı: sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak sermaye biri-kinin artmış olmasıdır. Yani bazı bankalar için batık krediler vs. sebeple karanlık olan (sistemden çıkışların olması ya da kriz içinde olmaları) bu yıllar, demek ki bu grubun bankaları için apaydınlık (kârlılığı daha da artan) olan bir dönem olduğu anlaşılıyor.

3.7- Toplam Aktifler
Genel olarak sermaye edinmeye yarayan ve bir işletmenin/bankanın amacına uygun faaliyete konu olan ya da bu faaliyeti oluşturan; taşınır ve taşınmaz maddi ve gayri maddi varlıkların/değerlerin bütünü aktif hesaplardır. Belli başlı aktif kalemler; nakit değerler, krediler, iştirakler, sabit kıymetler vs. sayılabilir.
1975’te 245,6 milyar ve 1979’da 936,9 milyar olan sektörün toplam aktifleri (cari); 1983’de 6 trilyon 176,5 milyar ve 1988 yılında 62 trilyon 574,8 milyara yükselir.
5 Büyük Banka Grubunun toplam aktifleri 1979 yılında 1975’e göre yüzde 314,5 oranında artarak 426,5 milyar olarak gerçekleşir ve 1983’de 2 trilyon 479,2 milyara ve 1988 yılında 26 trilyon 432,3 milyara yükselir. Bu banka grubunun aktifler toplamında, 1975’de yüzde 41,9 olan payı sonraki yıllarda artar ve 1979’da yüzde 45,5’e yükselir. Devamı yıllarda bu oran azalır; 1981’de yüzde 43,4’e ve 1988’de yüzde 42,2’ye geriler.
Sektörün toplam aktiflerinde bu banka grubunun payı, yüzde 42’ler üzerinde gerçekleşir. Bu nispi pay, 5 Büyük Banka Grubunun sektörde önemini koruduğunu gösteriyor.

3.8- Personel Sayısı
İncelenen dönemde çalışanlar toplamı sürekli artar; 1983 yılında 1975’e göre yüzde 40,3 artarak 140 bin 393’e yükselir ve 1988’de 159 bin 88’e ulaşır. Kadın çalışanların yüzde 35,6 olduğu 1975 yılı sonrasında sürekli azalır ve 1988’de yüzde 34’e kadar iner.
Sektörün toplam çalışanlarında 5 Büyük Banka Grubunun payı, 1975’de yüzde 43 olup, sonrasında 1983’de yüzde 39,5’e ve 1988 yılında yüzde 36,8’e iner. Bu dönemde, istihdamı kısıcı politika izlemenin ve son yıllarda bankacılık faaliyetinde bilgisayar kullanımın etkisiyle, bu banka grubunun payı azalır. Bilgisayar kullanımın istihdam azaltıcı etkisinin, önümüzdeki birkaç yılda gündeme gelebilir.
Sektör açısından toplam kadın çalışanlarda, bu banka grubunun 1975 yılında yüzde 45,6 olan payı ’80’li yıllarda sürekli azalır; 1985 ve 1988’de yüzde 38,8 ve 36,7’ye kadar iner.

3.9- Şube Sayısı
1975 yılında 4605 olan şube sayısı sonraki yıllarda sürekli artar, 1981’de 6 bin 265*e ve 1988’de 6 bin 651’e yükselir. ’80’ler öncesi sürekli şube açma politikasının terk edilmesi üzerine, artış hızında yavaşlama olur. Şube toplamında, 5 Büyük Banka Grubunun 1975’de yüzde 50,4 olan payı, 1983’de yüzde 47,5’e ve 1988’de yüzde 46,7’ye geriler.

4- SONUÇ
Fiyat artışı yani enflasyonun sebebi, talep artışı olduğu ve onun için de talep cephesinde harcamayı/tüketimi kısıcı ve tasarrufu (kimin yaptığı ya da yapma ekonomik güce sahip olduğu hatırlanmalı) artırıcı önlemler, ’80’li yıllar ekonomi kurmaylarınca “benimsenir”. Bunun gereği, mevduat sahiplerine reel pozitif faiz vermekle tasarrufun artacağı, tüketimin kamçılanmayacağı ve tasarruf sahiplerinin gelirinin artması sebebiyle gelir dağılımın düzeleceği iddia edilir. Ayrıca “serbest” mevduat faizin kredi maliyetlerini de yükselteceği ve onun için de kredi talebinin düşeceği anlatılırdı. Anlatılırdı, diye yazıyorum; çünkü en geç bir yıl öncesinde söylediklerini reddetme alışkanlığına sahip ANAP hükümeti şahsında burjuvazi, bu politikalarını unutturmaya çalıştılar.
Kredi faizi yükseldi ama kredi talebi azalmadı.
Mevduat faizi arttı, ama gelir dağılımında söylenen türden bırakın iyileşmeyi, varolan durum bile korunamadı (çalışanlar açısından).
Alım gücünün yoğunlukla düştüğü ve rant gelirlerinin arttığı, bu yıllarda enflasyon daha da arttı.
Ekonomiye, çelişkiler yumağı hâkim. Bunu varolan sermayeye dayalı ekonomik ve siyasal düzen besliyor.
Bu genel/kaba hatlarıyla çizilen ekonomik koşullarda bankaların durumu incelenmeye çalışıldı.
Ve özellikle adı geçen bankacılık sektörünün yapısal durumu da analiz edildi.
Çalışma, Türkiye Bankalar Birliği yayınları esas alınarak yapıldı. Fakat genelinde istatistikî verilen için ileri sürülen güvenirlik, bu sektör verileri için de geçerli. Çünkü tahsili gecikmiş kredilerin halen alacaklar yerine kredi toplamında gösterilmesi; bu şüpheli alacaklar için yeterince karşılık ayrılmaması; dönem sonunda mevduat hacminin şişirilmesi; taşınmaz mal ve iştiraklerin yüksek bedelle değerlendirilmesi ve dönem giderlerinin aktifte gösterilmesi gibi bilanço kalemleri oyunlarının varlığı, bu verileri de tartışmalı kılıyor.
Bankacılık sektöründe sendikal örgütlenme:
Yeni yani 1983 yılında yürürlüğe giren 2822 sayılı yasa ile bu sektörde grev yasaklanır. Yine bu yasa ile birlikte yürürlüğe giren 2821 sayılı Sendikalar Yasası’na göre banka çalışanlarının sendikalaşma hakkı kısıtlanır. Özel sermayeli ticari bankalarda sendikalaşma hakkı varken, kamu bankalarında bu hak kısıtlanır; kamu iktisadi teşekküllerinde çalışanların memur olarak yasayla kabul edilmeleri sebebiyle. Resmî sendikasızlaştırma politikasının sonucu olarak sendikal örgütlenme alanı kısıtlanırken, ayrıca da sözleşmeli personel yasasıyla ve toplu sözleşme düzeninde yaratılan tıkanıklıklarla da varolan örgütlülük dağıtılmak istenir. Bütün bunların sonucu olarak, 1985’de banka çalışanların sendikalaşma oram yüzde 45,1 iken, sonrasında 1986’da yüzde 44,3’e iner; 1987 ve 1988 yıllarında ise yüzde 43,0 ve 42,4’e geriler.
Bu sektörde endüstriyel ilişkilerin bu durumundan dolayı, personel başına brüt kârın (1981:100) endeksi: tüm sektör için, 1983’de 135’e, 1986 ve 1988 yılların da 699’a ve 2384,4’e yükselir. Aynı yıllarda endeks 5 Büyük Banka Grubu için 206,3; 1178 ve 3863,2 olarak bulunur.
Her bir çalışan başına düşen personel giderinin (1981:100) endeksi: sektörünki 1983’de 130,7 olur ve devamında 1986’da 362’ye, 1988’de 1046,8’e çıkar. Bu yıllarda 5 Büyük Banka Grubu için aynı endeks 159,5; 395,8 ve 1183 olarak hesaplanır.
Sektör ve banka grubu açısından, personel başına brüt bilanço kârı ve çalışan başına düşen personel gideri (1981:100) endeksleri karşılaştırıldığında, birinci yani personel başına brüt kârı endeksinin daha hızlı arttığı gözlenir.
Sektörde 5 Büyük Bankanın Payı:
Nakit değerlerde, yüzde 60’lar altına inmez.
Net bilanço kârında, yüzde 45’ler civarındadır.
Mevduatta, yüzde 58’lerde olan payı yüzde 45’lere iner.
Toplam kredide, yüzde 40’lar kadardır.
İştirakler toplamında, yüzde 60’lar altına düşmez.
Toplam öz-sermayede ve ödenmiş sermayede, yüzde 40’lara yükselir.
Toplam aktiflerde, yüzde 42’lere iner.
Bilanço bütünlüğünde önemli olan bu kalemlerde, anılan banka grubunun payı, sektöre yön verecek kadar yüksek olduğu gözlenir.
Bu çalışma özel ticaret ya da holding bankaları için değil de, dört büyük (yani T. Ziraat Bankası, T. İş Bankası, Akbank ve Yapı Kredi) banka açısından yapılsaydı, bulunacak sonuç yine değişmeyecekti. Çünkü 1982 ve 1988 yılları arasında, bu dört bankanın mevduat toplamında payı yüzde 60’lann altına inmez; toplam kredi açısından dunun yüzde 55’lerdir.
Bu yapıda olan bir sektörde mevduat ve kredi faizlerinin “serbest” olduğunu değil iddia etmek, söylemek bile kargaları güldürür.
Evet; bu sektöre holding bankaları egemen. Bu, makro olarak ekonomide gelişen yapılaşmadan koparılamaz. Aksi, eksik gözlem olur.

KAYNAKÇA:
1- Karl Marx, Kapital, Çeviren: A.Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Cilt 3, sf.469.
2- V. İ. Lenin, Emperyalizm, Çev. Cemal Süreyya, Sol Yayınları, 7. Bası, sf.38-39.
3- İbid, sf.45.
4- Tuncay Artun, Türkiye’de Bankacılık, Tekin Yay. İstanbul, 1980, 1. Basım, sf.61.
5- 4. BYKP (1978-1983), sf.74, Aktaran, İbid, sf.60.
6- Prof.Dr. Faruk Erem / Akın Altıok, Banka Hukuku Bilgisi, Banka ve Ticaret Huk. Araş. Ens. Yayın no: 33.

EK-

5 BÜYÜK BANKA GRUBU
1- İŞ BANKASI GRUBU
T. İŞ BANKASI- 1920’li yıllarda ekonomik modelin gerçekleştirilmesinde en önemli araçlardan biri ve İzmir İktisat Kongresi’nin kararlarının bir sonucu olarak, her türlü bankacılık işlemlerin yapılması ve pek çok alanda ortak yatırımlar yapması, iştirak etmesi amacıyla T. İş Bankası 26. Ağustos 1924 Tarihinde kurulur. Kurulduğunda 1 milyon nominal sermayesinden, 250 bini ödenmiş olup, bu hisse de M. Kemal’e aittir.
TÜRK DIŞ TİCARET BANKASI- Dış ticaretin finansmanında uzman bir banka olması öngörülen Amerikan-Türk Dış Bankası, Bank of America’nın yüzde 20 ve yine aynı bankanın İtalya’da filyali olan Banca d’A-mericae d’İtalia’nın yüzde 4 oranında katılımı ile 1964 yılında kurulur. Bu bankada İş Bankası’nın hissesi yüzde 76’dır. Bu Banka’nın bir özelliği de Cumhuriyet döneminde yabancı sermaye ile kurulan ilk banka oluşudur. Zamanla yabancı ortakların sermaye artırımına katılmadıkları için, Banka’daki yabancı sermaye payı giderek azalır. Banka, T. İş Bankası’nın bir filyalidir. Yani Banka, gerek sermaye gerek yönetim açısından İş Bankası denetimi altındadır. 1970 yılında unvanı, Türk Dış Ticaret Bankası olarak değiştirilir.
İş Bankası, Türk Dış Ticaret Bankası ilişkisi açısından bir örnek: İş Bankası Genel Müdürü Ünal Korukçu’nun 1988 yılı banka kârını yükseltebilmek için, iştiraki Dışbank’tan istediği 30 milyar TL’nin verilmemesi üzerine çıkan tartışma sonrası altı yıldır Dışbank Genel Müdürü Vecdi Aksoy görevinden ayrılmak zorunda kalır. Ayrıldığı günün ertesinde yaptığı açıklamada “İş Bankası yönetimi Mafya gibi” der. (8. Ocak. 1989- Hürriyet).
İştirakleri- Şişe-Cam; Türkiye Petrolleri; Çukurova Elektrik; Tarım Koruma; Rabak; Karadeniz Bakır İşletmeleri; Erdemir ve Elektronik Bakır Sanayi vs.

2- ÇUKUROVA GRUBU
YAPI VE KREDİ BANKASI (YAPI KREDİ)- 1944yılında 1 milyon TL sermaye ile kurulur. Banka isminde “yapı” sözcüğünün bulunmasına ve bankanın ülkenin en önemli toplumsal sorunlarından biri olan konut sorununu çözmek amacıyla kurulduğunun açıklanmış olmasına karşın; Banka, konut yapımını ve konut sektörünü finanse eden bir ihtisas bankası olarak değil, bir mevduat ya da ticaret bankası olarak gelişir ve faaliyetini sürdürür.
İştirakleri: AUER imalat AŞ; Ak-AI Tekstil San. AŞ; Çukurova Mak. İmalat AŞ; Eternit San. AŞ; OYAK Renault Otomobil Fab. AŞ; TİFDRUK Matbaacılık San. AŞ; Türk kablo AO ve Turyağ vs.
PAMUKBANK- 1955 yılında 17 milyon TL sermaye ile İstanbul ve Adana’da yerleşik bir grup işadamı tarafından her türlü bankacılık faaliyetinde bulunmak üzere kurulur. Banka, daha sonra kurucuları arasında bulunan Çukurova Grubu’nun eline geçer.
İştirakleri- Ankara Çimento San.; Akdeniz Gübre San.; Türkiye Şeker Fab.; Erdemir; Altın Yunus Çeşme Tesis, ve Türk Pirelli vs.
ULUSLARARASI END. VE TİCARET BANKASI- 1988yılında yabancı sermayeli, Selanik Bankası olarak kurulur ve 1970’de Yapı Kredi’nin de iştirakleriyle “Uluslararası End. ve Ticaret Bankası” adı altında yeniden faaliyete geçer.

3- SABANCI GRUBU
AKBANK- 1948 yılında Adana’da 5,7 milyon sermaye ile kurulur. Hızlı gelişme gösteren bankanın hisse senetleri kurucu ortağı olan Sabancı Holding elinde toplanır. Akbank 1983’de Londra’da faaliyete geçen 5 milyon sterlin sermayeli Ak İnter. Ltd. kurar.
BNP-AKBANK-1986yılında Fransa’nın en büyük bankalarından biri Banque Nationale de Paris ile ortak Türkiye’de kurulur.
İştirakleri: Ak Çimento; Sasa; Bossa; Ayeks; Oto-Yol ve Çelik Halat vs.

4- DOĞUŞ HOLDİNG
GARANTİ BANKASI-1946yılında Ankara’da 103 tüccar tarafından 2,5 milyon sermaye ile kurulur. ’70’li yılların sonunda bu bankanın hisse senetlerinin önemli bir bölümü, Koç ile Sabancı Holding elinde toplanır. Banka’nın yüzde 62’sine sahip olan Koç Grubu ile Banka’daki hissesi yüzde 35’e ulaşan Sabancı Grubu’nun, Banka’nın yönetiminden çıkan sorunlar sebebiyle ’80’li yılların başında önce Koç ve daha sonra da Sabancı Grubu, hisselerini Ayhan Şahenk’in Doğuş Grubu’na satarlar.
İştirakleri: T. Sınai Kalkınma Bankası; Kocaeli Bankası; Goodyear ve Garanti İnşaat vs.

5- TÜRK TİCARET BANKASI- Büyük ve önemli devlet bankalarının kurulduğu veya yeniden organize edildiği dönemde, 1913 yılında, Adapazarı Türk (İslâm) Ticaret Bankası 1179 TL sermaye ile kurulur. Önce kolektif şirket olarak kurulan ve 1919 yılında AŞ şekline dönüştürülen, 1930’lu yıllarda dünya ekonomik bunalımın etkisiyle mali açıdan zor duruma düşen Banka’ya, bu dönemde Hazinenin katkısı ile de sermayesi yükseltilir. Bu dönemde adı, bugünkü gibi değiştirilir. Banka’da kısmen de olsa, bugün iflas eden Ercan Holding’in de payı vardır.

Ağustos 1989

‘80’lerde Türk-İş (1)

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Türk-İş; bölgesinde mahalli birlik, kendi işkolunda federasyon bulunmayan sendikalar ile birlik ve federasyonların birleşmesiyle, 31 Temmuz 1952 tarihinde kurulur.
Soğuk savaşın sürdüğü 1940’h yılların sonu ve 1950’li yılların başında ABD, Türkiye’ye iktisadi ve askeri yardım yapar ve bu, bilinen adıyla Marshall Planı’dır. Bu plan çerçevesi içinde Amerika, Türkiye pazarında etkin olmayı sağlayacak ilişki ağı kurmaya girişir ve bunun gereği olarak, çalışma alanına da eİ atar.
Türkiye’de sendikal alanda üst bir örgütlenme çalışmalarını dikkate alan ABD işçi sendikası AFL-CIO aracılığıyla ilişki kurmaya çalışır. Bunu da “başarır.”
1950’li yıllar başında AFL-CIO yöneticilerinden Mr. Irwing Brown, Türkiye’de sendikal çevreyle ilgilenmeye başlar. (1) Türkiye’ye gelir ve İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’yle temas kurar ve Temmuz 1951’de Milano’da toplanacak ICFTU’ya bir “Türk işçi heyetinin konuk olarak çağrılmasını” sağlar. Bu gezi yapılır ve memnun kalan iki kişilik heyet iki aylığına ABD’ye davet edilir. Anti-komünist kampanyanın ve soğuk savaşın sürdürüldüğü bu yıllarda, ICFTU ve ilişkide bulunduğu sendikalarla birlikte adı geçen kampanyaya sendikaları kendi örgütsel çeperinde toplayarak katılır. Bu koşullarda, Türk-İş kurul çalışmalarında Mr. I. Brown’da yer alır; İstanbul ve Ankara’da yapılan toplantıları izler. (2)
Kuruluş sonrası sendikal anlayışta çıkan tartışma üzerine, Türk-İş’ten ilk tasfiyeler aynı yılın Eylül ayında olur.
İleri sayfalarda ayrıca Türk-İş ile ABD sendikal hareketi arasındaki ilişki daha geniş olarak incelenecek.
1950’li yıllarda işçi, işveren ve hükümet üçlüsünden oluşan endüstriyel ilişkilerde sendikaların üstlendiği pek fazla işlevi yokken; 1960’lı yıllarda artan işlevine bağlı olarak, Türk-İş partiler-üstü politikayı benimser. Yine bu yıllarda DİSK doğar ve DİSK ’80Eylül’üne kadar faaliyetini sürdürür. Bu dönemde Türk-İş ve DİSK rekabeti yaşanır.
Faaliyetini sürdürdüğü bu sürede Türk-İş’in hâkim doktriner anlayışı ve benimsediği sendikal politika inceleme konusu olarak ele alınmaz, öyle olsaydı, başta 1968 yılındaki 7. Kongre’de kabul edilen “Türk-İş’in 24 İlkesi” olmak üzere, diğer politikaları çalışma konusu olarak incelenirdi. Nitekim 24 ilkeden, “Türk-İş sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayıcı bir politika izleyecektir” diyen 5’inci ilkesi, sınıf işbirliği ve sermayeyi destekleyen sendikal politikasının sadece bir örneğidir. Bu ve diğer ilkeleri incelenmedi.
’80’li yıllarda adı geçen ilkeleri esas alınarak belirlenen ve uygulanan politikaların neler olduğu tespit edilerek, bunlardan önemli olanlardan bazılarını incelemeye çalıştım.
Belirtilen dönem açısından üzerinde önemle durulması gereken bir kesit: Eylül…
Özünde var olan “zor”un ve “sömürü”nün daha da katmerleştirilmesi olan Eylül Karaçalma Kampanyası:
Sermayenin, fiilen kullanılmakta olan demokratik hakları gasp etmesi.
Sermayenin artan ekonomik saldırısı sonucu; gelir dağılımının sermaye/rant gelirleri lehine daha da bozulması sebebiyle, sermeye birikiminin güçlendirilmesi.
İşsizliğin artması,
Örgütlenme alanının daraltılması,
DİSK’in kapatılması,
Ve yaratılan fiili duruma uygun yeniden yasal düzenlemenin yapılması ’82 Anayasası ve çalışma hayatım ilgilendiren 2821 ve 2822 sayılı yasaların kabulü vs.
Yeniden yapılaşmalar…
Sermayenin işçi sınıfı içindeki destekçisi konumunda olan bürokrat sendikacılar, başta kan ve can pahasına kazanılan tüm kısmi demokratik ve ekonomik hakların Generaller Konseyi tarafından zorla ortadan kaldırıldığını gizlemeye çalışırlar. Ayrıca Eylül darbesiyle başlayan, işçilere yönelik ekonomik ve siyasi saldırıların süreklilik taşımadığını ileri sürerek, bir dönem için işçilerden, sermayenin çıkarları için dişlerini sıkmalarını isterler.
Bu anlayış, ’80 sonrasında izlenen bir Türk-İş politikası olarak döneme damgasını vurur.

1- “KURTARICI” EYLÜL

1.1.- Eylül’e “Evet”
Türk-İş o güne dek işlediği ve sonrası içinde izleyeceğinin (öyle de olduğu hatırlanmalı) zorunlu bir sonucu olarak, benimsediği teslimiyetçi ve ekonomist sendikal anlayışından dolayı sendikal faaliyeti sürdürmesi yasaklanmaz. Kapatılmaz.
Yani Türk-İş’in sendikal anlayışının “verdiği güven” sebebiyle açık kalır. Türk-İş var olan siyasi değişmeyi ve bu anlamda Eylül’ü de savunur…
Eylül’ün peşi sıra Türk-İş Genel Başkanı İbrahim Denizcier, Generaller Konseyi Başkanı Evren’e gönderdiği mesajda şu görüşlere yer verir: “Türk-İş Topluluğu… Türk Silahlı Kuvvetlerimizi yönetime bütünü ile el koyma mecburiyetinde bırakan bir gerçekle karşı karşıya bırakıldığının bilinci içindedir… demokrasiye geçişin sağlanacağı, işçi haklarının korunacağı yolundaki teminatınızı memnuniyetle karşılamış bulunmaktadır” der. (3)
Sadece mesaj göndermekle kalınmaz, ayrıca Türk-İş yönetimin tüm üye sendikalara gönderdiği bir yazıda, bağlı sendikaların açık olduğu vurgulanarak. Generaller Konseyi’nin çalışmalarına yardımcı olunması istenir. Ayrıca aynı yazıda örgütlenme, eğitim, kongre ve temsilcilik seçimleri gibi sendikal faaliyetlere ara verilmesi zorunluluğu da yer alır.
Türk-İş yönetimi teşkilatından, Eylül’de başlatılan Karaçalına Kampanyasına, destek verilmesini istemekle, hem de dönemin kısa ve geçici olacağını ve hem hakların gaspının bir zorunluluk olduğunu açıklar. Bunun işçi sınıfı çıkarları için mücadeleyi benimseyen bir politika olduğu iddia edilebilir mi?
Bin kez hayır… Eylül sonrasında Türk-İş Yönetim Kurulu olağan ilk toplantısı Aralık ayının 23’ünde başlar ve üç gün sürer. Açış konuşmasını Başkan İbrahim Denizcier yapar ve genel olarak “yeni oluşumun desteklenmesi” üzerinde durur. Bunu Türk-İş Genel Sekreteri ve Sosyal Güvenlik Bakanı Şide izler, öngörülen ve yapılan yasal değişiklikler ile ilgili olarak konuşur. Söz alan bir üye DİSK’in sıkıyönetim tarafından “kapatılmış” (bilinmesi lazım ki, hukuken mahkeme sonunda kapatılacağı ve o sıra faaliyetinin durdurulmuş olduğu hatırlanmalı N.O.) olduğu ve bu sebeple Türk-İş’in daha da dikkatli olması gerektiği üzerinde durur. Bir başka üye ise, sendikal faaliyetin Türk-İş yönetimi tarafından durdurulduğu için hiçbir çalışma yapılamayacağı ve bu yüzden Konfederasyonun kendisini kapatması gerektiğini savunur. Başlayan tartışma sonrasında, kısıtlı da olsa Türk-İş’in yapacağı işler olacağı ve faaliyetini durdurmasının doğru olmayacağı görüşü kabul görür. Ve “EylüI’e destek olmak gerekir” denilerek iyi kullanılması gereken bir imkân olduğu kararına varılır. (5)
12. Genel Kurul Çalışma Raporunda Yönetim Kurulunun bu toplantısından pek değil, hiç bahsetmiyor. Sadece bir yerde genel olarak yapılan toplantılarla ilgili toplu dökümde, tarihi, yeri, statüsü ve karara bağlanan madde sayısıyla ilgili bilgiler verilir. Bu tarihe kadar yapılan toplantılarda karara bağlanan madde sayısı genellikle 10’un altında iken ve bir sefer 14’e kadar çıktığı halde, bu Aralık 1980 toplantısında toplam 22 madde karara bağlanır. Bu derece önemli bir organ toplantısına raporda neden yer verilmez? (6) Acaba bir şeyi gizlemenin telaşı mı?
Eylül’den sonra Aralık-1980 ve Nisan-1981 tarihlerinde yapılan olağan Yönetim Kurulu toplantılarında merkezileşen bir karar:
“Eylül’e Evet!”
Bu düşünce, hem 12. Genel Kurul Çalışma Rapor ve Tutanaklarında ve hem de yapılan açıklamalarda tekrar tekrar yinelenir.
İbrahim Denizcier: “İç ve dış bazı mihrakların iddiaları aksine Türkiye iyi yoldadır ve kısa sürede esenliğe kavuşacaktır… Zira Türkiye’de 12 Eylül Harekâtı bir darbe değil, bir kurtuluş harekâtıdır” der. (7)
Bu konuda bazı alıntılar: “İç savaşın eşiğine gelen ülke, 12 Eylül’den sonra bugün, birlik, beraberlik ve huzur ortamındadır” ve 12 Eylül’ün amacı “kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmaktır”. (8)
Hasan Hüseyin Koç (Sağlık-İş Delegesi): “12 Eylül müdahalesinin ana amacı, demokrasiye musallat olan ve onun işlemesini zorlaştıran engelleri ortadan kaldırmak olarak açıklanmıştı… doğru ve samimi olduğunu gelişmeler açıkça ispatlamaktadır” der. (9)
Sadık Şide: “Demokrasi takvimi açıklanmıştır… sağlam, temelli, güçlü demokrasiye geçiş var. O demokraside anarşi yok… teröre yer yok… kuşkusuz olmasın alın terine… değer var. Yeni demokrasimiz bunun için var olacaktır” diye açıklama yapar; Bakanı olduğu yönetim hakkında. (10)
Orhan Erçelik (Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri): “Milli Güvenlik Konseyi, ilan ettiği hedefler, paylaştığımız hedeflerdir. Yıllardır ulaşmayı arzuladığımız, amaçladığımız hedeflerdir” der. (11)
Şevket Yılmaz (Samsun kapalı salon toplantısı-31 Temmuz 1985): “Yurdumuzun 12 Eylül Demokrasiyi Koruma ve Kollama Harekâtının eşiğine getiren olaylar ve gelişmeler malumudur. Türk Ulusu o korkunç gidişi durduranlara şükran doludur” der ve devamında, hareketin amacı “demokrasiyi yeniden kurmak ve sürekli kılmaktı” olarak açıklar. (12)
Benzer bu tür alıntıları uzatmak hayli mümkün olup, her biri bürokratik sendikal anlayışın resmi, ideolojik güdümünde olduğunun birer ibret belgesidir.
Öz olarak anlatılmak istenilen: 12 Eylül, Demokrasiyi koruma ve kollama harekatıdır; yasama ve yürütme görevini üstlenen Konseyin hedefleri, ortak hedefimizdir; Türkiye iyi yoldadır; esas amaç demokrasiyi kurmaktır ve emeğin hakkı “gereğince” korunacaktır diye sıralanabilir. Bir başka anlatımla resmi ideolojinin yeni uygulamalarına, duyulan güven vurgulanıyor ve destekleniyor.
Böylece 12 Eylül’ü “demokrasiyi kollama ve koruma harekâtı olarak” değerlendiren Türk-İş yöneticileri, kendi teşkilatlarının açık olduğu bilincinden hareketle Generallerin yönetimine yardımcı olunmasını ittifakla benimsedikleri bir politika olur. Eylül’ün demokrasiyi kuracağı sürekli yinelenerek, “alınan” hakların kısa zaman sonra geri alınabileceği ve onun için sabırlı olmaları gerektiği politikası işçilere empoze edilir.
Bugüne kadar yaşanılan ne? Ne oldu?
Yaşadık, yaşıyoruz…
Bu anlamda Eylül’e “Evet”: Ücretlerin satın alma gücünün düşürülmesine; işsizliğin artmasına; gelir dağılımının emek aleyhine bozulmasına; işkencenin günlük yaşamın bir parçası olmasına; çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine yani kısaca, Eylül Karaçalına Kampanyası ile emeğin baskı ve zulüm altında tutulmasına “EVET” demektir.
Sendikal bürokratların yani Türk-İş yöneticilerin aksine, bu koşullarda evine götüreceği ekmeği ve yarının ne olacağı kaygısını sürekli olarak yaşayan bir işçi, “evet” diyemez. Çünkü “evet’in” anlamı boynuna takılan bir urgandır.

1.2.- Bir De Bakan
Darbe sonrasında Eylül Hükümeti, ayın 22’sinde kurulur. Açıklanan bakanlar kurulu üyelerinden birisi de, Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide olup, Sosyal Güvenlik Bakanı olarak atanır.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bakardık görevini yalnız kendisi istediği, Türk-İş icra ve Yönetim Kurullarının taraftar olmadığı tartışmaları olur. Hatta bu tartışma, sendikal bürokratlar arasında birbirini suçlayan uç noktalara kadar da götürülür.
Türk-İş’in Danışma Meclisine üç bürokrat sendikacıyı üye (F. Şakir Övünç, Vahap Güvenç ve Mustafa Alpdündar) olarak verdiği halde, bunların konum ve çalışmaları dikkate alınmazken, neden Sadık Şide’nin “günah keçisi” seçilmesini bazı sendikacılar hayret ederek açıklar.
Şide’nin bakanlığıyla ilgili olarak, Şevket Yılmaz 1986-Aralık’ta yapılan bir röportajda şunları söyler: “Bir kere hiç kararımız olmadığı halde hem bakan hem genel sekreter olan arkadasın durumu bizi sıkıntıya sokmuştu… Çağrılmıştır, ‘bakan olacaksın’ denmiştir, bakan olmuştur. Kongre sonrası (12. Kongre, Mayıs-1982, NO.)’ya bakanlık, ya genel sekreterlik’ denince, genel sekreterlikten izin alıp gitmiştir… Karar defterinde imzası yok”. (13)
Bu artık, sendikal bürokratlar arasında havluların atıldığının bir işareti olarak, Şevket Yılmaz böyle konuşur. İzinli olduğu dönemde, Şide’nin Türk İş’te görev yapması düşünülemez. Fakat izinli olmadan önceki dönemde, Sadık Şide Genel Sekreterlikten doğan görevini yaptığını açıklar. (14)
Bu da dikkate alınmalı, Şevket Yılmaz, Şide’nin bakan olmasını kendi kararı olarak aradan altı yıl geçtikten sonra açıklıyor. Neden, altı yıl sonra?
Bürokrat sendikacılığın özelliklerinden birisi de, günlük politikayı esas alması ve bunu dünü unutturacak biçimde yapmasıdır. Şevket Yılmaz dünü unutturmaya çalışarak, bugünü 1986-Aralık’ta yapılacak 14. Kongreyi kurtarmaya çalışma gereği böyle bir tavır içine giriyor
Türk-İş yayınları Şevket Yılmaz’ı yalanlıyor.
Eylül sonrasında yapılan ilk olağan Yönetim Kurulu toplantısıyla ilgili bir haber bir günlük gazete, “Türk-İş Yönetim Kurulu’nda Anlaşmazlık” başlığı altında verir ve Bakan Şide’nin işçi haklarını gereği şekilde koruyamadığı için eleştirildiği öne sürülür. Yapılan bu toplantıda ittifakla alınan karar (24 Aralık 1980): “Bu gazete haberi, kesinlikle asılsızdır… Yönetim Kurulumuz, tam bir bütünlük içinde, Sayın Şide’nin Sosyal Güvenlik Bakanı olarak Hükümette görev almasının işçi hakları çıkarları yönünden taşıdığı önemi iyi bilmekte ve kendisini tam bir dayanışma ile desteklemektedir. Türk-İş Yönetim Kurulu, çalışmalarına ahenk içinde devam etmektedir” diyerek, Şide’nin Bakanlığına destek tazelenmektedir. (15)
Anlaşıldığı üzere, Türk-İş Yönetim Kurulu belirtilen toplantısında “ittifakla” alınan karar: “Şide’nin desteklenmesidir”. O dönemde Türk-İş Yönetim Kurulu 39 üyesinden ikisi Genel Başkan Vekili olarak görev yapan Şevket Yılmaz ve Emin Kul’dur. Bu durumda Şevket Yılmaz alınan kararı hatırlayamadığını söyleyemez; fakat hatırlamak istemiyor olabilir. Ki aradan geçen altı yılın sonunda, tavrını da hatırlamak istememektir.
Aynı toplantı ve karar ile ilgili haberi Tercüman gazetesi (25 Aralık 1980), Türk-İş: “Sadık Şide’yi tam bir dayanışma ile destekliyoruz” başlığıyla verir. (16)
Şide Bakan olma gelişmesini şöyle anlatır: Ülkeyi büyük tehlikenin eşiğinden uçuruma yuvarlanmaktan kurtaran Şerefli Türk Ordusu, “Islahat adına çok işimiz var ve bir hükümet kurmaya mecburuz” der. Onun gereği olarak, Bu hükümete 10 Eylül günü teklif alırız (lütfen tarihe dikkat N.O.). Teklifi icra Kurulu bilir ama kuliste bizim haberimiz yok diyenler var (Duyuyorum). Bütün İcra Kurulu Üyeleri (İbrahim Denizcier, Sadık Şide, Ömer Ergün, Kaya Özdemir ve Orhan Erçelik NO.)” böyle bir teklifin Türk-İş’e yapılmış olmasını “çok şerefli bir hizmet” olduğu konusunda “ittifakla karara” bağlanır. Geçmiş 1974-Kasım/1975-Mart tarihleri arasındaki Bakanlığım dikkate alınarak teklif bana yapılır. Cevabı herhangi birimizin vereceği gibi “Emredersiniz” ve “göreve geliyoruz” biçiminde verdik. (17)
Şide’nin Bakanlığı bürokratik sendikal hareketin içinde bir çelişki kaynağı olarak 13. Kongre’de olduğu gibi 14. Kongre’de de gündeme gelir. Yönetim Kurulu adına konuşanlardan biri de Genel Sekreter Sadık Şide tartışılan bu konuya değinir ve bürokrat sendikacıların iç dünyasından açıklamada bulunur.
Şide, kendi başına hükümete gitmeyi düşünmediğini, icra ve Yönetim Kurullarının kararları ile görevlendirildiği için Bakanlığı kabul ettiğini açıklar. Kürsüde karar defterinden Şevket Yılmaz ve Emin Kul’un da imzalarını göstererek 41 Yönetim Kurulu üyesinin onayı ve imzası ile bu görevi kabul etmek zorunda kaldığını anlatır. Şevket Yılmaz ise cevabi konuşmasının bir yerinde, Şide’nin hükümete gitmesini destekleyen karar defterinden sadece kendisinin ve Kul’un imzalarını göstermiş olmasına değinerek, “27 tanesini niye okumadı?” diye sorar. (18) Görevden çekilme isteminin yine onlar tarafından kabul edilmediğini ve yönetimin emirlerine göre hareket ettiğini ve Türk-İş’teki görevinden “izin al” dendiğinde izin aldığını belirtir. Kendisini hükümette görev almakla suçlayanlardan 28’inin Danışma Meclisine üye olabilmek için sıkıyönetim komutanlarının, tanıdıkları bütün askerlerin kapılarım aşındırdıklarını söyleyerek, “gitmedim, gönderildim” deyip konuşmasını bitirir. (19)
Anlaşıldığı üzere:
1- Sadık Şide’ye Bakanlık teklifi 10 Eylül 1980 tarihinde yapılır. Fakat kimin tarafından yapıldığı belirtilmez; aynı konuşmasında sürekli işaret ettiği üzere ve Eylül icraatının mimarı “Şerefli Türk Ordusu” tarafından yapılmış olduğu anlaşılıyor. Bu anlamda Türk-lş yönetimi, Eylül Generaller Darbesi ortağıdır; eli kanlıdır…
2- Sonradan tartışılsa ve çelişik beyanlarda bulunulsa da, Şide’nin Bakanlığı, Türk-İş sendikal bürokratlarının üst organı icra ve Yönetim Kurulları kararıyla onaylanır. Fakat sonradan, gelişen işçi muhalefeti karşısında vaziyeti kurtarmak için Sendikal Bürokrat Bakan Şide “günah keçisi” olarak seçilir. Bu da, bürokrat sendikal anlayışın “güne uygun” bir politika izliyor olmanın bir başka örneğidir.
Bakanın şu ya da bu sendikal bürokratın olması hiç önemli değil, önemli olan Generaller Konseyi Hükümeti’nde bir kişinin görev alması ve tüm alışmalarından sorumlu olmasıdır.
3- Aslında Şide’nin “günah keçisi” olarak gösterilmesinin önemli bir sebebi, Karaçalına Kampanyasının yürütücüsü Hükümetin tüm “tasarruflarından çalışmalarından” dolayı Türk-İş yönetiminin de ortak sorumlu olmasıdır. Ve tabanın gelişen mücadelesi de hatırlanmalı… İşte bu koşullarda Türk-İş yönetimi, kendilerini ve vaziyeti kurtarmak için, 28 yıldır Türk-İş’te görev yapan bir arkadaşlarını feda ederler. Şide 14. Kongre’de tasfiye edilir ve yerine Emin Kul seçilir. Yani Şide, sendikal bürokratlar arası bir çelişmenin sonucu tasfiye edilir, tercih edilen MDP’li sosyal demokrat adı gibi, Kul olur.
Biliniyor ki, Eylül’e “Evet” demek ve uygulamalarına yardımcı olmak Türk-İş yönetiminin politikasıdır. Bu halde sınıf düşmanı politikanın temsilcileri olan Türk-İş bürokratlarını, Eylül’ün tüm saldırıları ve uygulamaları ortağı oldukları vebalinden hiçbir şey kurtaramayacağı tereddüt edilmeyecek kadar açıktır. Ve bu bürokrat sendikacılar arasında “artan” çelişkinin bir nedeni olarak yansır.
Elbette Şide, bürokrat sendikal anlayışın ve bu anlamda sermayenin yeminli “mümtaz” temsilcilerinden… Kul ve diğer Türk-İş yöneticileri de aynı iplikten dokunmuş kumaşın parçaları…
O sebeple Emeğin Ekmek ve Özgürlük mücadelesi, tümden bu barikatı aşmak zorundadır. Sorun şu ya da bu şahıs sorunu değil, tümden sınıf düşmanı sendikal anlayışın tasfiyesidir.

1.3.- 24 Ocak’a Övgü
İşçi sınıfına ve emekçi halka “zoru” daha da artırmanın aracı olan Eylül’e destek veren Türk-İş yönetimi, ekonomik yönde saldırıların politikası olan 24 Ocak ekonomik önlemler paketi içinde benzer tavın benimser.
Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier, 12. Genel Kurulu açış konuşmasında 24 Ocak ekonomik kararlan için “günün koşulları içinde kaçınılmaz bulduğumuz için olumlu” buluyoruz der. (20) Burjuvazinin “alternatif” olmayan bir program olduğunu her fırsatta yinelediği 24 Ocak kararlan, Türk-İş Başkanı tarafından alınması zorunlu önlemler olarak değerlendirilir.
Türk-İş yönetimi Eylül’e açıktan yardımcı olmayı kabullenmesi kadar olmasa da 24 Ocak kararlarına, hem yayınlarında ve açıklamalarında ve hem de sessiz kalıp geçiştirmek tavrıyla destek verir.
Bu, 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası olağan 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda gündeme gelir. Gerçi aynı raporda özellikle ekonomik konularda yer yer çelişen değerlendirmelere yer veriliyorsa da esas yön: Eylül’e verilen desteğin 24 Ocak’a doğru kaydırılmasıdır. Onun için, raporun sayfaları özellikle Eylül’e ve 24 Ocak’a övgülerle doludur.
1979 yılı anlatılarak 1981 yılında ülkenin görünümü: “Kendini sıkı sıkıya Batıya (siz emperyalizm ve özellikle ABD emperyalizmi diye okuyunuz, N.O.) bağlamış, ekonomisini ‘mucize’ denecek biçimde iyileştirmiş, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğu, istikrar kazanmış, terörden (resmi terörü görmeme NO.) söz edilmeyen” diyerek Türkiye’nin panoraması çiziliyor. (21)
Böyle bir yorum, gelişmelere işçi penceresinden bakılarak yapılmış olamaz. Çünkü Türk-İş yönetimi ülkenin emperyalist mali sermayeye peşkeş çekildiğini, ekonomik saldırılara bağlı olarak ücretlerin satın alma gücünün ve gelir dağılımında emek payının azaldığım ve resmi terörün arttığını, savunduğu sendikal anlayış sebebiyle göremiyor. Diğer bir anlatımla, değinilen olgulara sermayenin at gözlüğüyle bakıyor.
Sendikası kapanan ve kovuşturmaya uğrayan; bunun zorunlu bir aşaması olarak işkence gören ve sakıncalı deyip 1402’yle ya da keyfi işten atılan; her gün sofrasında ekmeği azalan ve Eylül’ün olacağını önceden bilen ABD ile ilişkilerin sıklaşmış olması gibi koşullar, bir işçiye ve sınıfını memnun etmeyeceği açık olup; bu konumdan olgular değerlendirildiğinde Türk-İş’in raporunda belirtilenin tam tersi görülür ve yazılır.
Ayrıca şunu da belirteyim, aynı raporda (sf. 29) ismi verilmeden yabancı basından denerek yapılan aktarmanın, Türk-İş’in yorumuyla tam tamına çakışmasını rastlantı olduğunu sanmıyoruz.
Aynı kongrede yönetim adına konuşan sendika1 bürokrat Bakan Sadık Şide, Konsey’in işçileri ezdirmeyeceği ve bunun hem kanunların ve hem de “ekonomideki rota düzeltmesi” sayesinde olacağından emin olunmasını söyler. (22) Çünkü Bakanlığı döneminde bütün ekonomik kararların altında imzası var.
İşçi sınıfının kan ve can pahasına kazandığı hakları gaspının yasal düzenlemesi olan Kanunlar ile artan işsizlik ve yoksulluk, Konseyin tescilli uygulaması olup, Bakan Şide’yi “doğruluyor.”
24 Ocak ekonomik kararlarının başarılı olması için alınması zorunlu sosyal önlemlerin neler olduğu konusunda hükümetlere öneri paketleri sunduğunu belirten Türk-İş yönetimi, gereğince dikkate alınmadığından yakmıyor. (23) Yani Türk-İş yönetimi ekonomik programın başarılı olabilme olasılığını kabulleniyor. Tabi bu durumda “kim için başarı” sorusu önem kazanıyor.
İşçi sınıfı için olmayacağı açık… Çünkü sermayenin ekonomik ve siyasi saldırılarına muhatap olan açık anlatımla hedef olan kendisi…
Tabanın kıpırdanmasına bağlı olarak 1984 yılı Mart ayında İzmir’de ilki yapılan kapalı salon toplantısında Şevket Yılmaz: “1980 sonrasında fiyat artışları ve ihracat alanlarında nispi de olsa olumlu etkisi görülen politikaların” Türkiye’yi darboğazdan çıkarmadığını söylüyor. (24) Nispi olumlu etkisinin ne olduğu belirtilmemiş?
Türk-İş ekonomi politika konusunda verdiği mesaj:
1- 1980 Ocak ekonomik kararlan alınmak zorundaydı,
2- Zamanla olumlu gelişmelere sebep oldu,
3- Bazı yönlerden yenilenmesi gereği vurgulandı,
4- Bakanlığı döneminde Şide, tüm ekonomik kararları imzaladı.
24 Ocak kararlarını ve devamı uygulamayı benimsemenin bir başka anlamı da, emeğin ekonomik haklarının gaspını ve sömürünün katmerleşmesini onaylamadır.
Bu ise bürokratik sendikal anlayışının sınıf temelinin işçi sınıfı olmadığının bir başka yönden açıklanmasıdır.

1.4.- Gasp Edilen Haklar
Sınıfın kan ve can pahasına kazandığı hakların gaspı, zincirin iki halkası 24 Ocak ve 12 Eylül’den oluşan ekonomik ve siyasi politikaların bir sonucu olarak yoğunluk kazanır.
Bu politikaların öncelikle uygulamasında Eylül hükümeti icraatından bilfiil Bakan Şide şahsında Türk-İş yönetimi ve savunduğu işçi sınıfından kopuk resmi ideoloji güdümündeki sendikal anlayışı da sorumludur.
’80’li yıllarda gasp edilen hakların neler olduğu konusunda:
1- Yürürlükte bulunan grevler kaldırılır ve uygulama aşamasında olan grevler yasaklanır (14 Ekim 1980).
Yeni yasal düzenleme ile.’grev hakkı uygulaması, olanaksız derecede sınırlandırılır; grev yasağı kapsamı genişletilir; hak grevi yasaklanır ve grev yerinde çadır kurma ve istemleri dile getiren pankart asma yasaklanır.
2- DİSK’in faaliyeti yasaklanır ve sendikal faaliyet kısıtlanır (12 Eylül 1980).
3- Sigortalının hakkı kısıtlanır:
A- Mart 1981 tarihinde 2422 sayılı yasa ile yapılan değişiklik:
a- Ayakta yapılan tedavilerde ilaç bedellerinin yüzde 20’sini sigortalı öder.
b- Emekli aylığının hesaplanmasında son beş yıllık kazançların en yüksek üç yılının ortalaması yerine beş yılın tümünün ortalaması alınır.
c- Yaşlılık aylığı oranı yüzde 70’den 60’a indirilir.
d- SSK primi yüzde 12’den 14’e çıkarılır. Yükseltilen prim oram yaşlılık, malûllük ve ölüm sigortasına ait olanı olup yüzde 7’den 9’a yükseltilir. Bir yandan hem prim oranı artırılır ve hem de yaşlılık aylığını hak kazanma koşulları ağırlaştırılır.
B- Mart 1982 tarihli 2645 sayılı yasa:
– SSK Yönetim Kurulu’ndaki işçi temsilcisi sayısı ikiden bire indirilir.
C- Aralık 1985 tarihli yasa:
– Emeklilik yaşı yükseltilir, kadınınki 50’den 55’e ve erkeğinki 55’ten 60’a çıkarılır.
D- Temmuz 1987’de yapılan değişiklik:
a- Süper emeklilik uygulaması ile emeklilerin eşitsiz konumu daha da bozulur.
b- Prim tavanı kaldırılır.
c- Yaşlılık aylığı oranı yüzde 50’ye indirilir.
Tüm saldırılar karşısında Türk-İş yönetimi umudunu, hükümet ile yapılan zirveler ve görüşmelere bağlar. Sonuç malum, etrafa mavi boncuk dağıtma ve söylenen beklenen değişikliğin yapılmamasıdır. Nitekim 1981-Mart’ında 506 sayılı SSK’da yapılan değişiklik, Türk-İş’te bir tartışma konusu olması üzerine Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier, yapılan değişikliğin geriye yönelik hükümler içerdiğini ve bu olumsuzluğun Haziran ayında yeniden ele alınarak düzeltileceğinin kendisine bildirildiğini açıklar. (25) Üzerinden kaç Haziran geçti, kendi ömrü, bile vefa etmedi. Şevket Yılmaz bu tür açıklama yapamaz, çünkü hükümet kapısında, bekler kaldı.
4- Toplu iş sözleşmesi ile alınacak yıllık ikramiye toplamı sınırlandırılır (19 Nisan 1981).
5- Toplu pazar(sız)lık sistemi kaldırılır ve sözleşmeler Türk-İş’inde üyesinin yer aldığı YHK tarafından bağıtlanır. 2822 sayılı yasanın öngördüğü toplu pazar (sız)hk sisteminde varlığı pekişen YHK, zorunlu tahkimi gerçekleştirmenin bir aracı işlevini görür.
6- Kıdem tazminatına tavan getirilir (17 Eylül 1980).
7- Genel tatil günleri azaltılır (Mart 1981).
8- 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının uygulaması ile işten atmalar, işsizliğin daha da artması sebebi olur.
9- Emeğin ulusal gelir dağılımında payı ve ücretlerin satın alma gücü azalır.
10- İşçinin çalışma koşullarının daha da kötüleştiği ‘serbest bölge’ uygulamasına geçilir.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün.
Peki, bu saldırılar karşısında Türk-İş’in işlevi ne yönde olur?
1- Hakların bir çırpıda yo kedilisine, seyirci kalan Türk-İş, ancak iş işten geçtikten sonra göstermelik “tavır” alır.
2- Genel sekreterini, Eylül hükümetine bakan olarak verir.
3- YHK’na üye vererek, böylece onun varlığını benimsemiş ve uygulamalarının ortağıdır.
4- Resmi sendikasızlaştırma ve depolitizasyon politikasının etkin olmasına, sessizliğiyle yardımcı olur.
5- Sınıfın gücüne hiçbir zaman inanmayan bir sendikal anlayışı savunmuş ve “çalışmalarını” sermaye ve resmi otoriteden rica üzerine temellendirmiştir.
Bunlar ve sayılabilecek diğer özellikler Türk-İş’in işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesini esas almayan sınıf düşmanı, bu anlamda resmi ideolojinin güdümünde bürokratik sendikal anlayışı savunduğunu gösterir.

1.5.-Anayasa’ya “Ev-et”
Burjuvazinin devleti “yeniden” organize etmesinin başlangıcı Eylül darbesinin fiilen yasaklayıcı faaliyetinin sonucuna uygun yasal düzenlemenin belirgin “sınırlayıcı ve baskıcı” özelliği, ’82 Anayasasının özünü oluşturur.
Konsey üyesi generallerin atamalarından oluşan Danışma Meclisi, 23 Kasım 1981 tarihinde Anayasa Komisyonu’nu “seçeri’ Komisyon çalışmalarına başladığında aralarında Türk-İş ve TİSK’in de bulunduğu kurum ve •kuruluşlara 25 Aralık 1981 tarihinde gönderdiği bir yazıyla Anayasa konusundaki düşünce ve görüşlerini bildirmelerini ister. Türk-İş cevabi yazışım 15 Şubat 1982’de gönderir.
Türk-İş toplam üç sayfa olan cevabi yazısında iki başlık altında alt başlıklar halinde, hazırlanacak Anayasa konusunda düşünce ve görüşlerini açıklar.
Türk-İş’in cevabi yazısından: (26)
1-157 maddeden oluşan ’61 Anayasası’nın sadece beş (Md: 47, 129, 130 ve 131) maddenin hükümlerinin korunması,
2- Siyasi partilere ülke düzeyinde baraj uygulaması,
3- Ülkemiz gerçekleri ve gerekleri” göz önünde tutularak, “yürütme gücünü kuvvetlendirici” kurallar ve düzenlemelerin yapılması,
4- Çift meclis uygulamasının terk edilerek, tek meclis sistemine dönelmesi,
5- Yargı gücünün mutlak bağımsızlığı korunmalı, fakat bu gücün kendisini yasama gücü yerine koymasının engellenmesi,
6- (Aynen cümle) “Türk-İş mevcut anayasamızda “müeyyide’ bulunmamasını önemli bir eksiklik olarak görmektedir”. Yani anayasada müeyyide konusuna, diğer bir anlatımla cezalara yer verilmesi (böyle bir hüküm istemi TİSK önerileri arasında bile yer almadığı gibi bu, genelinde burjuva hukuku açısından Anayasa hukuku konusunda bir literatür katkısı olarak ele alınmalı, NO.)
(Müeyyide konusuna Şevket Yılmaz, dört yıl sonra açıklık getirir: “Gelecek olan parlamentonun istediği gibi hareket etmesini önlemek için müeyyide koyalım dedik” der ve devamında ne ilgisi varsa “hür sendikacılığın tam manasıyla işlemesi için… YHK ve grev meselesinden dolayı” diye açıklar. (27)
7- İş ve çalışma hayatı ile düzenlemelerin İLO’nun parlamento ve hükümetlerce kabul edilen ilke ve kararlara uygun yapılması gibi düşünceler yer alır. Türk-İş’in toplam üç sayfalık Anayasa taslak metninde bazı genel tekerlemeler dışında, bulunması istenilen hükümler bunlardır.
’82 Anayasası incelendiğinde bu hükümlerin hepsi (bazı eksikliklerine karşın) yer aldığı yorumu, saptırma ya da bir zorlama olmadığı kanısındayız.
TİSK ise Anayasa Komisyonuna çok daha geniş ve ayrıntılı olarak hükümlerin bulunduğu 21 sayfalık teklif sunar.
Her iki taslak dikkate alındığında, ’82 Anayasası esas olarak TİSK’in ve tali/yardımcı olarak Türk-İş’in önerileri doğrultusunda hazırlanmış olduğu söylenebilir.
Türk-İş Temmuz 1982’de ilan edilen Anayasa tasarısına, referanduma kadar geçen sürede eleştirmesine karşın, ancak aradan dört yıl geçtikten sonra “Anayasa değişmelidir” diyebilir. Benzer yöntem çalışma hayatıyla ilgili yasaların da hazırlanmasında etkin kılınır. Önce “sessiz ol, destekle” ve sonra “yakın; şikâyet et” yöntemi etkin kılınır, diğer bir anlatımla önce “onaylayıp” sonra “yakınma” yöntemi işlerlik kazanır. Böyle bir yöntem farklılığı, tabanın gelişen mücadelesi önünde gerilemeden kaynaklanır.
Anayasa konusundaki çalışmaların geçiştirici ve yetersiz olduğu, 12. Genel Kurul’da (Mayıs 1982) Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Nail Güreli tarafından gündeme getirilir ve toplam 544 sayfalık raporda böyle önemli bir konuya ancak 3 sayfanın yer aldığını söyleyerek, yönetimin bu konudaki çalışmalarını eleştirir. (28)
Hatırlatma: O günkü koşullarda Anayasa dâhil pek çok konu üzerine tartışmalar sınırlı sayıda kişi ya da kurum tarafından yapılır. Çünkü ülke tümden açık cezaevi koşullarında olup, değil fikir beyan etmek “düşünmek” fiili bile yargılama konusu olur.
Türk-İş yönetimi önceki üç sayfalık taslak çalışmasını “unutturmak” istercesine, Anayasa tasarısı üzerinde yoğun bir çalışma temposuna girer. Demeç üstüne demeç verir ve birden fazla broşür çalışması yapar.
Bu açıklamalarda, Anayasa tasarısının işveren isteklerine uygun hazırlandığı, “derin bir kaygı içinde” oldukları ve bu tasarının aynen benimsenmesi halinde “sağlıklı bir demokrasi” kurulamayacağı düşünceleri savunulur.
Etkisi ne olur ve sonuç?
Konsey’e önerdiğimiz gerekçeli 45 maddelik “hususlardan 6-7 tanesi yapıldı” ve bunlardan birinin de check-off olduğunu söyleyen Şevket Yılmaz, ileride parlamenter demokrasiye geçileceğinde diğerlerinin de “halledileceğine inandık” ve hatta o günlerde bunun sözünü o ihtilali yapanların bir kısmından aldık, ama bugün “yetkili değilim” diyorlar, diye açıklama yapar. (29) Aynı Şevket Yılmaz, Mayıs- 1985’de Bursa’da yapılan toplantıda ise Konseyin Anayasa konusundaki çalışmaları hakkında şöyle konuşur: “Şükranla belirtiyorum. Tüm uyarıları miza rağmen Danışma Meclisi’nin tutumunun aksine, isteklerimize kulak verildi. Sendikacılığın sonu olacak düzenlemelere iltifat edilmedi. Düzeltmeler yapıldı. Her görüşümüzün paylaşıldığını ifade etmek istemiyorum” der. (30) Yani Şevket Yılmaz, değişikliği önerilen 45 maddeden 6 ya da 7 tanesini dikkate alan Konseye “şükranlarını” sunuyor ve varlıklarının temel gerekçesi bu değişiklikler olduğunu söyleyerek, geleceğe yönelik verilen güvenceleri yineliyor. Yalnız bu düşüncelerin üç ve dört yıl sonra söylendiği hatırlanmalıdır.
Peki, referandum öncesi Türk-İş yönetimin düşüncesi nedir?
4 Kasım 1982 tarihinde Türk-İş İcra Kurulu açıklaması: “İşçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağı yolunda verilen sözleri 7 Kasım’da halkoyuna sunulacak Anayasa metni ve davet adına sürdürülen resmi tanıtma çalışması teyit etmiştir” denir. (31) Bundan bir gün sonra yani 5 Kasım’da Türk-İş yönetimi yayınladığı bildiride, yeni Anayasanın en önemli özelliğinin “normal, demokratik parlamenter düzene geçiş yolunu” açmakta olduğu dikkat çekilerek, işçi (yani Türk-İş N.O.) isteklerine gösterilen özenin, çalışma hayatıyla ilgili olarak çıkarılacak yasalarda da sürdürülmesi istenir. (32) Konseye o derece güven duyulurla, Anayasada gösterdiği dikkatin çıkarılacak diğer yasalarda da devam etmesi arzulanır.
Bunlara ve açıklamalara ek olarak Şevket Yılmaz’ın referanduma üç gün kala radyo ve televizyonda yaptığı konuşmada, sandık başına gidilmesini ve biran önce demokrasiye geçişin sağlanmasını ister. Oylamada olumsuz oy olarak nitelendirilen “Hayır” veya “Geçersiz” oy kullanma ya da “Hiç katılmama” türünden propagandaların yasaklandığı koşullarda, Şevket Yılmaz’ın konuşması “Evet” oyu kullanılması anlamına gelir. Zaten Türk-İş yönetiminin açıklamaları da bu yöndedir.
Bu radyo ve televizyon konuşmasını, Teksifin çıkardığı bir yayında şöyle yorumlanır: “Türk-İş Genel Başkanı Yılmaz tarafından 4 Kasım 1982 tarihinde Türkiye Radyo ve Televizyonundan yayınlanan açıklamanın metni ‘Türk milleti 7 Kasım 1982 günü mutlaka sandık başına gitmelidir’ diye başlamakta… Açıklamada, sık sık ‘demokrasiye bir an önce geçiş’ isteği özellikle yer alıyordu… Biran önce parlamenter demokrasinin yeniden kurulması isteğinin, ‘evet’ oyu kullanınız anlamına geldiği söylenebilir… Anayasa, oylaması, Türk-İş’in ulusumuzun yüzde 92’sinin duygularına tercüman olduğunu kanıtlamıştır” der. (33) Şevket Yılmaz’ın sendikası Teksif’in bu yayını olabilecek tüm kuşkuları .ortadan kaldırıyor.
Yani Türk-İş yönetiminin politikası: “evet” dediği Eylül’ün: yardımcı olmayı benimsediği Generaller Konseyi’nin ve Genel Sekreterinin Bakan olduğu hükümetin hazırladığı, Anayasaya “Evet” demesi, politik düşünce bütünlüğünün zorunlu bir parçasıdır.
Şu da hatırlanmalı, 7 Kasım 1982 tarihinde atılan oyun iki işlevi var: birincisi, Anayasa referandumu ve ikincisi Cumhurbaşkanı seçimi.
O sebeple her Anayasaya “evet” oyu, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı için tek adaya da “evet” anlamına gelir.
Anayasaya “evet”: devletin kurumlarının “yeniden” organize edilmesinin/güçlendirilmesinin; sermayenin çalışma ve yaşam koşullarını daha da kötüleştiren saldırısının; kan ve can pahasına kazanılan hakların gaspının ve emeği baskı ve zulüm altında tutmanın yasal düzenlemesine “Evet” demektir.

1.6.- “Rica” Sendikacılığı mı?
Türk-İş, “evet” dediği ’82 Anayasasının nasıl bir sendikal düzen ve nasıl bir toplu pazar(sız)lık sistemi öngördüğünü bilmezlik edemezdi.
Zaten genelinde öngörülen siyasi rejim ve özelinde belirtilen endüstriyel ilişkiler sistemi benimsenerek, Türk-İş tarafından Anayasaya “evet” denmiştir. Aksi, nasıl açıklanabilir?
’82 Anayasası’nın Devleti Öne çıkaran ve pekiştiren iki özelliği: Birincisi, “güçlü devlet, güçlü iktidar” arayışından hareketle Devletin bireyin önüne konması; ikincisi, hak ve özgürlüklere sınırlamalar/yasaklamalar getirilmediğinde devletin gücünün zayıfladığı ve o sebeple, hak ve özgürlüklere belirgin sınırlamalar/yasaklamalar öngörmesi sayılabilir.
Sayılan bu iki özellik, Anayasanın bütünü için geçerlidir.
Çıkarılan yasaların Anayasa’nın ilgili maddesiyle uyuşması zorunluluğu ilkesinden hareketle, endüstriyel ilişkilerle ilgili benimsenen sistemin esas düşünce kaynağı anayasa olmaktadır.
Anayasada, sendikaların temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına (Md.13) aykırı hareket edemeyeceği (Md. 52); menfaat uyuşmazlığında yalnızca kısıtlı koşullarda grev yapacağı, lokavta güvence verildiği ve YHK’nın kurumsallaşmasıyla zorunlu tahkimin öngörüldüğü (Md. 54); sendika kurma (Md. 51) ve TÎS yapma (Md. 53) yasa hükümleriyle benimsenen endüstriyel ilişkiler düzeninin belirgin özelliği, ILO standartları acısından bile sınırlayıcı ve baskıcı olduğudur.
Anayasanın bu hükümleriyle: Sendika enflasyonunu önleme adına işkolu düzeyinde sendika kurulması ve kurucularda aranılan şartlar sebebiyle örgütlenme, seçme ve seçilme “özgürlüğü” daha da kısıtlanır; ideolojik grevler yapılıyor gerekçesi ile hak grevi yasaklanır ve menfaat uyuşmazlığı halinde kısıtlı grev uygulaması benimsenir, lokavt anayasal güvenceye kavuşur ve sendikal faaliyet kısıtlanır.
Türk-İş’in sendikalar ve toplu pazarlık kanunları ile ilgili yaptığı çalışmalar:
İlki 6 Şubat 1983 tarihinde, ikincisi yaklaşık bir ayı aşkın bir süre sonra 14 Mart 1983’de olur. (34) İkincisi aynı zamanda, 6 Şubat 1983’de Generaller Konseyi Sekreterinin, Sendikalar ve Toplu Sözleşme, Greve ve Lokavt Kanunları taslağını Türk-İş’e göndermesi sebebiyle hazırlanan altı sayfalık bir cevabi yazıdır. Bir açıklama olan ilki ise üç sayfadır. Bu durumda ikinci yazıya yönelik gözlemler birincisini de kapsar.
1- Sendika Kurma: İşçilerin (lütfen dikkat, çalışanların değil N.O.) sendika kurması öngörülmekle, bu sendikal haktan memurların yararlanamaması savunulur. Ki, Şubat tarihli açıklamada ise (sadece bir sefer kullanılır) çalışanların, sendika kurabilme hakkının olması yer alır. Fakat Mart’ta ki yazıda çalışanlar sözcüğüne yer verilmez, hep işçiler diye geçer. Bunun için taslağın inceleniyor olması gerekçe olamaz. Bir yerde yasak savma türünden sendika kurmanın zorlaştırılması ile sendikal örgütlenme alanının daraltılmasından bahsedilir.
2- Sendikalara Denetim: Türk-İş, sendikaların dıştan “idari ve mali denetime” tam olarak karşı değil ve denetimin “belirsizliği” yönünde kuşkular ileri sürer.
3- Sendikalarda Seçme/Seçilme: Sendikalarda yöneticilerin seçimlerine yönelik kısıtlamaların “deneyimli kadroların (siz, sendikal bürokratların diye okuyunuz NO.) tasfiyesine yol açabilecek düzenlemelerle seçilme engeli getirilerek; seçilenin görev süresini sınırlayarak, emeklilik hakkı ile yöneticilik görevi arasında bağ kurularak, yöneticilerin işçileri serbestçe temsil edebilmek hakkı”nın sınırlandırılmasından doğan kuşkularını belirtir.
4- Toplu Pazarlık Düzenine Sağlıklı İşlerlik Kazandıramayacak Noktalar: Grev hakkının kullanılmaz hale getirilmesi (açık değil N.O.); grev yasaklarının artırılması ve yetkili sendikanın tespiti yöntemi birer kaygı kaynağı olarak yazılır. Ve hatta iktisaden zayıf karşısında devletin “adeta taraf haline getirilmek” istendiği belirtilir.
Türk-İş yöneticileri bu açıklamaları ile, Sendikalar Kanunuyla ilgili taslakla özellikle sendikal bürokratların varlığını daha da koruyucu önlemlere yer verilmesi istenirken, memurların sendikalaşma hakkından ve sendikal örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasından bahsedilemez. Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanun taslağı ise sadece bir maddeyle geçiştirilir. YHK’nın varlığı ile zorunlu tahkimin öngörülmesi, lokavt yasağı ve grevde çadırın olması gibi istemlerde değil ısrarlı olmak gündeme bile getirilip yazılmaz.
Sendikalar ve Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunları 5 Mayıs 1983 tarihinde, kabul edilir.
Yasaların bu hükümlerle çıkması, Türk-İş’in sayesinde olduğu söylenir ve aksine “Türk-İş olmasaydı, işçi hakları çok daha fazla budanacaktı” diye açıklar, Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir. (35) Aynı zat-ı muhterem, Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası seminerinde, yetkili sendikanın belirlenmesi için işkolu düzeyinde öngörülen (2822) sayılı yasa, Md. 12) yüzde 10’luk barajla ilgili olarak “ülkeyi ekonomik ve siyasi istikrara kavuşturmak isteyenler bu barajı zorunlu görmüşler. Getirenlerden Allah razı olsun” der. (36) öp babanın elini… Zaten 11. (Mayıs 1979) ve 12. (Mayıs 1982). Genel Kurulları arasında ve özellikle 1980’den sonra Türk-İş, teşkilatlanma faaliyeti de aynı işkolunda federasyonları ve sendikaları birleştirme gayreti gösterir ve başarılı da olur. (37) 2821 sayılı yasa çıkmadan önce işkolları düzeyinde örgütlenmeye özel önem verilmesi ve arkasından yasanın çıkması, bir rastlantı mıdır? Çünkü Kaya Özdemir, işkolu düzeyinde sendikaların örgütlenmesini bir nevi sevinçle karşılıyor.
Yasaların kabulünden iki gün sonra 7 Mayıs’ta Türk-İş İcra Kurulu bir açıklama yapar: (38)
2821 sayılı Sendikalar Kanunu: Taslakta bazı değişiklikler yapılmasıyla kaygının azaldığı belirtildiği halde, sendika kuruluş şartlan, bazı grupların sendikalaşma hakkından yoksun bırakılması ye sendika yönetimine müdahale hükümlerin olması birer kaygı kaynağı olarak belirtilir. Buna karşın şube düzeyinde örgütlenme şartında öngörülen koşulların hafifletilmesi, “deneyimli sendika kadroların” derhal tasfiyesi ile sonuçlanabilecek yaklaşımın terk edilmesi”, sendikaların eğitim ve kooperatifçilik faaliyetleri yapmasının korunması ve sendikaların “ön izne karşın” uluslararası sendikal hareketlere üye olabilme hakkının korunması olumlu düzenlemeler olarak yer alır. Olumlu düzenlemelerin, eleştirilen hükümlerden daha fazla olduğu anlaşılıyor.
2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu: Grev yasakların artırılması, grev hakkının kullanılmasının güçleştirilmesi ve zorunlu tahkimin egemen kılınması gibi hükümler birer kaygı olarak açıklanır, yetkili sendikayı belirleme yöntemi “unutularak”. Bu yasayla ilgili kısım oldukça kısa tutulmuş.
14 Mart ve 7 Mayıs tarihli yazı ve açıklamalar incelendiğinde; kaygılarını kendi konumlarıyla ilgili hükümlerde yoğunlaştıran Türk-İş bürokrat yöneticileri, esas olarak üyesi bulunduğu (ve sonradan ağzından hiç düşürmediği) Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO ilkeleri açısından bile değerlendirmeler yapmaz. Konuya geçiştirici tavırla yaklaşır. Şaşırtıcı hiç değil. Uygulama döneminde ise, “ah bu yasalar” yakınmasına başlar, aynı bürokratlar.
Anayasaya “evet” diyen Türk-İş yöneticileri, sonradan “tasarı atağı” (ki ileri sayfalarda incelenecek) yapmış olsa da Anayasa esas alınarak Genel Sekreterinin de Bakan olduğu Hükümetin çalışmalarına göre çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalara ve öngördüğü sisteme de “evet” dediğini ifşa etmiş olur. Bu konuda yukarıda yaptıkları açıklamalar kendilerini, bu anlamda ele veriyor.
Nitekim bu yasalar, Genel Başkan Şevket Yılmaz’ın deyişiyle “pırlanta” (39) gibi bir Hükümet Başkanının döneminde kabul edilmedi mi? Ayrıca sevgili sekreterinin Bakanlığını da unutmazdık eder mi?
Türk-İş’in bu yasalara ilişkin görüşlerini geleceği dikkate alarak “yarınlar düşünülmüştür” diye açıklayan aynı Şevket Yılmaz, devamında “işveren kesiminin aynı sorumlu bakış açısını benimsediği söylenemez” der. (40) Eh el insaf! Hem yasalarda “TİSK’in düşünceleri esas olarak yer alıyor” diyeceksin ve hem de aynı kesimi “düşünceli” davranmamakla eleştireceksin. Aslında kendi konumunun açmazlığını ortaya koyuyor.
Kıdem Tazminatı Fonu başta gelen bir talep olarak ele alınan TİSK’in 15. Genel Kurulu’nda konuşan Şevket Yılmaz “check-off hariç tüm işveren isteklerine ‘evet’ dediği’ hatırlanırsa; (41) 1979 yılından beri TİSK’in yasalarda olmasını istediği düşünceler hiç değişmedi ve sonunda 2821 ve 2822 o istemlere göre hazırlandığı dikkate alınırsa ve sermayenin aynı mesleki örgütünün istemlerinin yasallaşmasına Şevket Yılmaz ve Örgütü Türk-İş’in yöneticilerinin “hayır” demesi düşünülebilir mi?
Demesi halinde inandırıcılığı tartışmalı olup, vaziyeti kurtarma için yapıldığı düşünülmeli. Zaten tabanın kıpırdanmasına bağlı olarak Türk-İş yönetimi, yasal mevzuatta önce 2821 ve 2822 sayılı yasanın ve sonradan Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi istemini gündeme getirir. Yani Türk-İş yönetimindeki görülen bu tavır “değişikliği” sebebi, tabanda gelişen kıpırdanmadır.
Bu yeniden düzenleme ile sendikaların faaliyet alanında sınırlı fonksiyonlar üstlenmesi öngörülür. Bunun yeni bir dönem olarak nitelendirilip “kötünün iyisini aramak durumunda kalan sendikacı işverene ricacı duruma” gelmesi anlamında “rica sendikacılığı” denir. (42)
Yeni düzenlemenin olduğu döneme yasal mevzuat açısından karikatürize etmek için “rica sendikacılığı” denirse de, sınıf mücadelesinde “lütfen” ya da “rica” yöntemi benimsenemez. Çünkü emek-sermaye çelişmesinin hâkim olduğu bir düzende, emeğin “rica” etmesi değil; sermayeye karşı hem kendi varlığını koruması ve geliştirmesi ve hem de emeğe dayanan bir üretim tarzı için mücadele etmesi tarihsel bir zorunluluktur.
Canlı örnek, hatırlarda; Nisan 1989 bahar eylemleri…
Kısaca 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngördüğü model: Sendikaların adeta kurulmaması şartları tespit edilir; sendikalar üzerinde resmi otoritenin denetimi artırılır; sendikaya üye olmayı sınırlayıcı ve caydırıcı engeller getirilir; sendikaların seçme ve seçilme hakkı daha da kısıtlanır; dayanışma aidatı uygulaması benimsenir; sendikal alanda Türk-İş’te tekelci yapılanım güçlendirilir; YHK kurumsallaştırılır; hak grevi yasaklanır ve grevin menfaat uyuşmazlığı halinde kısıtlı uygulaması öngörülmesi vs. özellikleri içerir.
Yasaca öngören bu “rica” sendikacılığına ve sendikalar bürokratlara karşın, yaşanılan her gün de işçilerin çıkışlarıyla/eylemleriyle giydirilen elbisenin söküldüğünün örnekleri yaşanıyor.
Toplumsal ve sosyal bu gelişmenin ürünü olarak, yarınlarda şenlik yaşanılacak…

1.7.- “Suçlanan” DİSK
Generaller Konseyinin 8 numaralı bildirisiyle DİSK, MİSK ve HAK-İŞ’in taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alınır. Son iki konfederasyon, DİSK’in örgütlülüğünün yaygınlaşması ve güçlenmesinde karşılık olarak kurulur. Bu iki konfederasyondan MİSK, MHP ile HAK-İŞ, MSP ile olan ilişkilerinden dolayı Eylül uygulamasına bir süre için maruz kalır. DİSK hakkında ise dava açılır. Önce 19 Şubat 1981 tarihinde HAK-İŞ’in ve 1984 yılında MİSK’in üzerindeki denetimler kaldırılır. Eylül’ün bu tür icraatından TÜRK-İŞ “nasiplenmez”, fakat bir süre için de olsa ona bağlı Petrol-İş ve Yol-İş sendikalarının bazı illerde faaliyetleri durdurulur.
Sendikalara yönelik bu uygulamalar, Türk-İş’in Eylül sonrası ilk olağan Yönetim Kurulu toplantısında gündem maddesi olarak tartışılır ve bu tür soruşturma ve kovuşturmanın hiç şüphesiz sürdürüleceği beklentisi açıklanır. (43) Sürmemesi istemi dikkate bile alınmaz.
Türk-İş yönetimi yanılmaz; öyle de olur, soruşturma ve kovuşturmalar devam eder…
Acaba 10 Eylül’de Türk-İş yönetimine Bakanlık teklifi yapıldığında, uygulanması istenen bir program belirlemesi de talep edilmiş olabilir mi? Çünkü geleceğe yönelik beklentileri hep, Generaller Konseyi uygulamalarına çakışıyor ve onun için böyle bir soru önem kazanıyor.
1967-Şubat’ında yeni bir arayışın ürünü olarak doğan DİSK’in iki bin dolayında üye ve yöneticisinin gözaltına alınması sonrasında, 25 Haziran 1981 ‘de 52 idamlı dava açılır. Davaya 24 Aralık 1981 tarihinde başlanır ve 23 Aralık 1986’da (Türk-İş’in 14. Genel Kurulu sırasında) birinci aşaması bitirilerek, dosya Yargıtay’a gönderilir. Diğer sendika davaları: Bank-İş (kapatıldı), Yeraltı Maden-İş (kapatıldı) ve Türkiye Yazarlar Sendikası (açık) vs.
DİSK’in yargılanması yalnız Eylül mahkemeleri tarafından olmaz, bu kervana Türk-İş’te katılır. Bu tavrıyla hem vefa borcunu öder ve hem de önceleri söyleyemediğini söylemenin rahatlığını yaşar.
Türk-İş yönetimi üyesi olduğu uluslararası sendikal örgüt ICFTU’yu gönderdiği ilk yazılı belgede “DİSK’in sendikal faaliyetlerinden değil, yöneticilerinin siyasal eylemlerinden ötürü yargılandığı” ileri sürülür. (44) Buna karşın, ICFTU, DİSK’in faaliyetinin askıya alınması, yöneticilerin tutuklanması, sendikal haklara indirilen bir darbe olarak değerlendirilir. ILO’da benzer davranış içindedir. Türk-İş ise eline kına yakıyor.
Fakat Türk-İş, Türk-İş’i yalanlıyor; 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda ise “12 Eylül harekâtı sırasında diğer işçi kuruluşları faaliyetten men edilirken, sadece Türk-İş’in açık tutulması da göstermektedir ki, Türk-İş gerçek anlamda tek isçi kuruluşudur ” diyerek, (45) DİSK’in sendikal faaliyetinin neden yasaklandığını açıklamış olur. ICFTU’ya yazıldığı gibi yöneticileri hakkında soruşturma sürdürülüyor olsa, DİSK’in faaliyeti neden yasaklanmış olsun? Utanmazca, “gerçek anlamda işçi kuruluşu” olmanın kıstası olarak Eylül onayı ile kapanmamayı gösterir ve bunu da Türk-İş’te somutlar.
Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Orhan Er-çelik, Türk-İş’in açık olduğu ve bununda sebebinin Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül’de ilan ettiği hedeflerin “30 yıllık mazisinde Türk-İş’in sürekli savunduğu ve adım adım gerçekleştirmeye çalıştığı hedefler” olduğunu açıklar. (46) Böylece Türk-İş’in açık kalmasının ve DİSK’in kapatılmasının sebebi tereddüt edilmeyecek bir şekilde, açıklığa kavuşturulur.
Türk-İş’in yöneticileri esasında DİSK’in faaliyetleri sebebiyle fiilen kapatıldığını bildikleri halde, ICFTU’yu yanıltmaya çalışırlar. Neden? Türk-İş’in Eylül sonrasında ICFTU’ya gönderdiği yazı, ancak 6 yılı askın süre sonra gün ışığına çıkar. 12. Genel Kurulunun Çalışma Raporunda, uluslararası ilişkiler bölümünde, böyle bir yazışmadan bahsedilmiyor.
Anlaşıldığı üzere Türk-tş yönetimi, aynı konuda farklı çevreler için farklı bilgiler veriyor. Bu sadece bir örneği olup, araştırmanın yapılmasına bağlı olarak bu sayının hayli artması mümkün. Çünkü bürokrat sendikacılığın bir özelliği de, yalancılık…
Bu dönemde Türk-İş’in hiçbir kovuşturmaya uğramaması, sendika yöneticileri tarafından nasıl yorumlanır?
Türk-İş hedeflerinin Generaller Konseyi hedefi ile çakışmış olmasının bir gereği olarak açıklanır. 1980 Aralık ayında Türk-İş İcra Kurulu üyesi Kaya Özdemir, o sıra tutuklu olan sendikacılar için “Türk sendikacılığını gerçek yolundan saptırarak dış kaynaklı bazı hedeflere, bazı ideolojilerin emellerine alet kılmak isteyenler, 12 Eylül’ün asıl sebebidirler” diye açıklama yapıyor. (47) ABD’nin bölgesel politikasını etkin kılmanın bir aracı AAF-LI ile Türk-İş’in can/ciğer “dost” olmasına değinmiyor. Çünkü bu ilişki sebebiyle kursağında ABD’nin ekmeği var. Ekmek yediği Kapıya… değil ya.
Eylül öncesi Türkiye sendikal hareketinde varolan farklı anlayışlara değinerek, “devlete kafa tutmanın kahramanlık” gibi gösterilmesini, işyerlerinin işgal edilmesini ve ulusal servetimizin yakılıp yıkılmasını “cesur sendikacılık diye yutturulmaya çalışıldığı karardık günleri” birlikte yaşadık diyen Türk-İş yönetimi, benimsediği “ağırbaşlı ve vakur (siz, teslimiyetçi ve hantal diye okuyunuz N.O.) tavır aleyhine menfi propagandaların” sürdürüldüğü ve özellikle DİSK’le “aramızdaki yapı farklılığı, uzun sure aleyhimize” bir koz olarak kullanıldı diye, 12. Genel Kurul Raporunda yazar. (48) Artık DİSK de olmadığı için rahat olduklarım ima etmiyor, açıklıyor ve savunuyor.
Artık “cesur sendikacılık” yapacak hiçbir sendika ya da konfederasyon kalmadığının rahatlığını Türk-İş, “ağırbaşlı ve sorumlu” politikasının mükâfatı olarak faaliyetinin sürekli kılınması sağlanır.
Türk-İş dışında diğer sendika ya da konfederasyonlar, sınıf sendikacılığını rehber edindikleri için faaliyetlerinin durdurulduğunu ya da bir süre için yasaklandığı düşüncesinde olmadığımız hatırlanmalıdır.
Savunduğu sendikal anlayışın ve geçmişinin verdiği güvenin takdiri olarak, Türk-İş’in aynen devamı sağlanır.
Türk-İş yönetimi “hizmette” kusur etmemenin bir gereği olarak, TÜSİAD’ın kamu “yararına” faaliyet gösteren bir dernek olarak kabulünü ve DİSK’inde işçiler “aleyhine” çalışan bir sendikal hareket olduğunu onar, Bakan olan Genel Sekreteri şahsında.
“12 Eylül öncesinde DİSK’in sorumsuz ve kanunsuz faaliyetleri esas aldığı ve zaman zaman Türk-İş’i buna çekmeye gayret gösterdiği ve 1980-Şubat’ında DİSK’in önerdiği eylem birliği teklifine Türk-İş’in “Hayır” dediği yazılır, 12. Genel Kurul raporunda. (49)
Türk-İş’in 12. Genel Kurulu Eylül sonrasında ilk kongre olduğu için çalışma raporunda, Eylül’e güven tazelemeyi unutmadan Türk-İş’in neden faaliyetini “sürdürdüğü” açılırken, mukayeseli olarak DİSK’e de yollama yapılır. Bu raporda bu türden sayfaların sayısı az değildir.
Yine aynı kongrede, TÜSİAD’ı kamu “yararına” çalışan derneklerden sayılması konusunda Sadık Şide’nin de imzası olduğu hükümet kararım yayınlayan resmi gazetenin fotokopisi delegeler arasında dağıtılır.
Sendikal bürokrat Bakan Şide, kongrede konuşması sırasında derneğin ismini vermeden bu konuya da değinir: Sadık Şide, bizim aleyhimize bir kuruluşun kamu yararına olması için imza etmiş diyorlar. Yalandır, Orgeneral Kenan Evren’in de Başbakanın da imzası var. Demeğin amacı karma ekonomiyi batı uygarlığına ulaştırmaya sağlamaktır” diye konuşur, daha doğrusu savunur ve devamında, Konsey yönetimi “göreceksiniz… emeği ile çalışanları koruyacaktır” der. (50)
Kimi koruduğu malumunuz…
Nasıl görev yaptığını da açıklamış oluyor. Kendisi üzerinde olanların imzasının varlığı, Şide’nin imzalaması için yeterli neden olduğunu söylüyor.
Türk-İş’in sendikal anlayışı; sermayenin önemli işlevlerini yerine getiren o dönem ve sonrasında Turgut Özal’ın ve kalburüstü bütün tekelci burjuvazinin temsilcilerinin örgütü TÜSlAD’ı aklarken DİSK’i yargılar.
Bir olguyu aktarım, bin tekrardan daha öğreticidir.
Peki, bürokrat sendikal anlayış kime mi hizmet ediyor?
Sınıf düşmanı ve resmi ideoloji güdümündeki sendikal anlayış, kime hizmet eder ki?
DİSK’in davası kararı ile Türk-İş’in 14. Kongresi aynı tarihe çakışması üzerine, genel kurulda tartışma olur. Bazı sendikacıların ve ICFTU temsilcilerinin girişimiyle, mahkeme kararım kınayan bir önergenin hazırlanması ve kongre karan haline getirilmesi istenir. (51) Aralık’ta, ICFTU ve ILO’ya hesap verebilme adına karar taslağının genel kurula sunulacağım, Şükran Ketenci yazar. (52)
Fakat bir gün sonraki yazısında da, tekzip etmek zorunda kalır. Çünkü hazırlanan 2,5 sayfalık karar taslağının bir-buçuk gün Şevket Yılmaz’ın cebinde dolaştığım ve 26 Aralık’ta öğleden sonra “komisyon kararları sonrasında genel kurul gündemine getireceğini” söylediği halde, konu geçiştirilir ve kongreye sunulmaz.
Yani Şevket Yılmaz, Türk-İş yönetiminin o zamana kadar ki politikasının “vebalinden” kurtulması adına alınması istenilen mahkeme kararını kınayan kongre karan taslağım hazırlattığı halde, genel kurula sunmaz.
Eh… hizmette kusur da yoktur, sınır da…
Türkiye sendikal hareketinde mücadele ederek kazanımlar sağlanmasının temsilcisi DİSK’in faaliyetine Eylül Generalleri tarafından son verilirken, Türk-İş yönetimi de onların yanında yer alır. DİSK’in tasfiyesinin amacı, işçi sınıfına gözdağı vermekti.
Verilebildi, denebilir mi? Yaşadıklarımız…

1.8.- Resmi Sendikasızlaştırma Politikası
Sendikal bürokratların resmi ideolojiye ve sermayeye hizmette kusur etmemesine karşın; çalışma hayatını yeniden düzenleme çal aşmalarında konumlarını direkt ya da dolaylı etkileyen hükümler, özellikle Türk-İş yönetimi tarafından “sendikal hak ve özgürlüklere” yönelik girişimler olarak nitelendirilir. Bu ses, bürokrat sendikacıların kaygılarını azaltan ya da yok eden değişmelerin yapılmasına bağlı olarak kısılır ya da kesilir. Zaten resmi ideoloji, sendikal bürokratların sınıf içinde teşhir olmasını kendi sendikasızlaştırma politikasının bir gerekçesi olarak değerlendirir. Esas olarak, sınıfın gelişen mücadelesini ezmenin aracı olarak resmi ideoloji tarafından sendikasızlaştırma politikası izlenir. Sendikasızlaştırma politikaları:
1- YHK devreye sokulur ve kalıcılaştırılır.
27 Ekim 1980 tarihinde kabul edilen yasayla tüm sendikal alanı kapsayan, Generaller Konseyi’nin bu alanda emir-komuta örgütü YHK ve Türk-lş denetimine girer. Zaten YHK’nda görev yapan dokuz üyeden ikisi Türk-İş’i temsil eder. 1984-Ocak ayına kadar süreleri sona eren sözleşmeler, taraf sendikaların adına ancak onların istemleri dışında YHK tarafından yürürlüğe konur. Bu bir zorunlu tahkim sistemidir. Kurul bu işleyişle, sınıfın tüm kazanımlarını gasp etmeyi, faaliyetinin esas amacı olarak seçer.
Türk-İş yönetimi, 12. Genel Kurul’da bu kurumun bir süre için geçici olarak görev yaptığını ve bu sebeple, bu sürede bazı hakların “dondurulmasının” anlayışla karşılandığım açıklar. Ayrıca sendikal faaliyetlerin askıya alınmasını ister. (53)
Fakat bu kurumun Türk-İş’inde “evet” dediği Anayasa ile kalıcı hale getirilir. YHK’nın kalıcılaşması, toplu sözleşmelerde sendikaların devre dışı bırakılması ve kazanımların gaspının yasallaştırılmasıdır.
Zorunlu tahkim aracı YHK üyeleri nasıl çalışır?
Türk-İş’in YHK’da görev yapan iki üyesinden biri olan Tes-İş Genel Sekreteri Faruk Barut, çalışmaların gerçekten “adil olmak yerine duygusal bir takım yanlış verilere dayalı direktiflerle” yapıldığını ve ancak işçi temsilcileri sayesinde daha fazla hakkın kaybedilmesine “mani” olunduğunu söyler. (54) Kimden alındığı sorusu fazla olup, “direktiflerle” çalışan YHK’da görevli dokuz kişi, kendilerine bildirilen rolleri oynar.
Direktiflerle çalışan ve zorunlu tahkimin aracı YHK, toplu sözleşmelerin bağıtlanmasında hakların gaspı ve sendikaları devre dışı tutmanın işlevini üstlenir.
2- Sendika üyeliğinin önemini küçültmek ve işçilerin “birliğini” bozmak, diğer bir deyişle örgütsüzlüğü teşvik etmek amacıyla dayanışma aidatı uygulaması benimsenir.
3- Yeniden yasal düzenlemede grev hakkı uygulaması, sınırlı ve yasaklı sendikal “hak” biçimine sokulur.
4- Sendikal örgütlenmede yetkinin referandum yerine Bakanlık tarafından belirlenmesi ve sendikalarla ilgili devletin idari ve mali denetim uygulaması devlet güdümünde sendikacılığı pekiştirir.
5- Hem geçici işçi çalıştırması ye hem de sözleşmeli personel kanunu ile sendikal örgütlenme alanı daraltılır.
6- Çıraklık ve mesleki eğitim yasası ile bir işyerinde çalışan işçilerin yüzde 10’u oranında öğrencilerin stajyer çırak çalıştırılması kabul edilir ve bunlar hem sendikalaşamaz ve hem de grev kırıcısı duruma düşürülür.
7- İhtiyaç fazlası asker yükümlüleri, kamu işyerlerinde hem sendikasız ve hem de grev kırcısı olarak çalıştırılır.
Sayılan ve daha eklenerek uzatılabilecek şıklar, resmi sendikasızlaştırma politikasının benimsendiği ve uygulandığının hükümleridir:
Resmi sendikasızlaştırma politikasının yasal düzenlemesini, başta Anayasal olmak üzere 2821 ve 2822 sayılı yasalar ile diğer yasalar oluşturur. Ve Türk-İş’in Anayasaya “evet” dediği; 2821 ye 2822 sayılı yasaların çıkmasındaki tavrı da biliniyor. Bu anlamda, bu yasalardan kaynaklanan örgütsüzleştirme politikalarına arka çıktığın düşünebiliriz.
Sendikal mücadele açısından örgütlenmenin önemini dikkate alan burjuvazi, bu politikayı etkin kılar, örgütsüz güç çabuk yenilir. Fakat işçiler, bu saldırılara karşın sendikalarına sahip çıkmalı ve yaşatmalıdır.
Toplumsal mücadele açısından örgütlenmenin yasal düzenleme ile sınırlandırılması mümkün olamaz. Her gelişen güç, kendisini organize ederek varlığım sürekli kılar. Akan su yatağını bulur.
(Devam Edecek)

KAYNAKÇA:
1- Şevket Yılmaz, 2000’e Doğru, 6 Ağustos 1989, sf. 36.
2- Kemal Sülker, 100 Soruda İsçi Hareketleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 3. Baskı Sf. 78-79.
3- Türk-İş Dergisi. Eylül 1980. sy: 138, sf.1, Aktaran, Yıldırım Koç, Türk-İş Neden Böyle? Nasıl Değişecek? Alan Yay.. İstanbul 1986, sf. 87.
4- Cumhuriyet, 23 Eylül 1980.
3- Cumhuriyet, 24-25 Aralık 1980.
6- Türk-İş, 12. Genel Kurulu Çalışma Raporu (Bundan sonra, 12 GKÇR), 24-28 Mayıs 1982, Ankara, sf. 327.
7- Türk-İş, 12. Genel Kurulu Çalışmaları (Bundan sonra 12 GKÇ), 24-28 Mayıs 1982. Ankara, sf. 7.
8- 12 GKÇR. sf. 4, 24.
9- 12 FKÇ. sf. 36.
10- İbid, sf. 421.
11- İbid, sf. 399-390.
12- Türk-İş, 14. Genel Kurul Çalışma Raporu (Bundan sonra 14 GKÇR). 22-28 Aralık 1986, Ankara, sf. 126.
13- Görüş Dergisi. Aralık -1986, sy: 1, sf. 13-14.
14- Cumhuriyet, 28-29 Aralık 1986.
13- 12 GKÇR, sf. 333-334.
16- İbid, sf. ‘229.
17- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Tutarağı (Bundan sonra 13 GKT), sf. 294.
18- Cumhuriyet, 28 Aralık 1986.
19- Cumhuriyet. 28 Aralık 1986. 20-12 GKÇ, sf. 4,81
21- 12. GKÇR, sf. 33.
22- 12 GKÇ. sf. 420.
23- 12 GKÇR. sf. 203.
24- 14 GKÇR -Belgeler, sf. 92.
25- 12 GKÇR, sf. 143.
26- İbid, sf. 460-462.
27- Görüş sy: 1, sf.13.
28- 12 GKÇ, sf. 174.
29- Görüş, sy: 1, sf. 12-13; Cumhuriyet 21 Ekim 1982.
30- Görüş, sy: 1, sf. 14.
31- Görüş, sy: 1, sf. 14.
32- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Çalışma Raporu, 1. Kitap (Bundan sonra 13 GKÇR-1), 21-25 Aralık 1983, Ankara, sf. 29.
33- Teksif, 12 Eylül 1980sonrası Türk-İş, Mart-1986, sf. 7, Aktaran, Yıldırım Koç, age, sf. 97-98.
34- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Çalışma Raporu, 2. Kitap (Bundan sonra, 13 GKÇR-2), 21- 28 Aralık 1985, Ankara, sf. 189-191; 203-208.
35- 13 GKT. sf. 282.
36- Cumhuriyeti 20 Eylül 1985.
37- 12 GKÇR, sf. 304-305.
38- 13 GKÇR-2, sf. 217-220.
39- Alpaslan Işıklı, Cumhuriyet, 24 Nisan 1984.
40- Yankı, 16-22 Mayıs 1983, sy: 633, sf. 21. .
41- A. Işıklı, Cumhuriyet, 24 Nisan 1984.
42- Faruk Büyükkucak (Tes-İş, İstanbul-1 nolu Şb. Başkanı), Yankı, 9 Nisan 1984, sy: 680. sf. 30.
43- Cumhuriyet, 29 Aralık 1980.
44- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 24 Atalık 1986.
45- 12 GKÇR, sf. 236.
46- 12 GKÇ, sf. 392.
47- Türk-İş Dergisi, Aralık 1980, sy: 141, Aktaran, Görüş, sy: 1, sf. 14.
48- 12 GKÇR, sf. 301
49- İbid. sf. 2.
50- 12 GKÇ. sf. 414-415
51- Cumhuriyet, 24 Aralık 1986.
52- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 27 Aralık 1986.
53- 12 GKÇR, sf. 269-270.
54- 13 GKT, sf. 212.

Eylül 1989

’80’lerde Türk-İş (2)

2— Ne Yaptı? Ne Yapıyor?

2.1. TİSK’e Destek
Sermaye cephesinden özel sektörün en üst sendikal örgütü olan TİSK Başkanı Halit Narin’in ’82 Anayasası yürürlükte bulunduğu ve çalışma hayatı ile ilgili yasaların çıkmadığı ama tasarılarının incelendiği sıra verdiği bir demeç, hep hatırlardadır: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü. Şimdi gülme sırası bizde” (55). Bununla özel sektörün yani sermayenin ekonomik ve demokratik hakların kırıntısına bile tahammül edemediğini ve etmeyeceğini gösterir. Böylece kazanılan ve korunmaya çalışılan hak ve özgürlüklerin dişe diş mücadelenin ürünü olacağı bir kez daha anlatılmış oluyor.
Hak ve özgürlüklere karşı sermayenin temsilcisi olarak tavrını bu biçimde belirleyen Halit Narin, Türk-İş’ten, özellikle Şevket Yılmaz’dan ise övgüyle bahseder. Aslında övgüye değer bulunan, sendikal bürokratların sermayeye destek veren sendikal anlayışıdır.
Generaller Konseyi Başkanı Evren’in TİSK’i 1983 yılı Şubat ayında ziyareti sırasında yaptığı konuşmada: “İşveren kesimi ile işçi kesimi bazı kimselerin gördüğü gibi birbirine karşı, birbirine zil iki kuruluş olmayıp, birbirini tamamlayan bir kuruluştur” der. Devamında Halit Narin de: “Biz, bize düşeni yapmak isterken, Türk-İş’teki arkadaşlarımızın da kendilerine düşen vazifenin, mesuliyetin idraki içinde olduklarına en ufak bir tereddüdümüz yok… Benim ve arkadaşlarımın karşılaştıkları en büyük zorluk, Türk-İş Başkanı’nın problemleri çok iyi bilen, çok kapasiteli bir insan olmasıdır. Biraz daha az bilmesi belki işimizi kolaylaştırırdı” diye konuştu (56).
Anlatılmak istendiği biçimiyle işveren yani sermaye ile işgücü sahibi işçi kesimleri yani sınıflar, görüşte değil esasta birbirinin karşısında olduğu hem bir sosyal gerçek ve hem de bir tarihi gerçektir. Bu sebeple, birbirini tamamlayan fonksiyonları üstlenen taraflar olarak bakılamaz. Ki resmi ideoloji bu görüşüyle, işçi sınıfının sendikal bürokratlar aracılığıyla sermayeye kul ve köle olarak kalmasını ve ücretli kölelik düzeninin devamını savunmaktadır.
Yine Halit Narin, TİSK’in 15. Genel Kurulu’nu (17-18 Aralık 1983) açış konuşmasında, çalışma hayatıyla ve Türk-İş’le ilgili yaptığı açıklamada: “Çalışma bayatında çalışan ile çalıştıranın problemleri müşterektir. Bu problemlere birlikte çözüm aramak gereklidir… pek çok kereler bu birlik ve beraberliğimizi Türk-İş’le gerçekleştirmiş ve dengeli sonuçlar elde etmiş bulunmaktayız… Kaybedilen işçi hakları gibi anlamsız, haksız ve yersiz tahriklerle, gelecekteki çalışma barışını (ücretli kölelik düzenini NO.) tehlikeye atmaya kimsenin hakkı bulunmadığını belirtmek isterim” diye konuştu (57).
Sermayenin mümtaz temsilcisi olarak Narin, işçiler ile sendikal örgütü Türk-İş’e karşı tavrı farklılık gösteriyor. Diğer bir anlatımla, sendikal bürokratların denetiminde olan Türk-İş ile sermayenin, işçi sınıfı karşısında aynı konumda olduğunu anlatıyor. Yani ücretli kölelik düzeninin devamı için “kaybedilen işçi hakları” gibi tahriklere kapılmadan “birlikte ve beraberlikte” olmanın zorunluluğu vurgulanıyor. Beraberlikte, ekonomik ve siyasi düzenin hâkim faktörü sermayenin olduğu hatırlanırsa, sendikal bürokratların işçi sınıfına ihanetinin gerçek yüzü daha iyi anlaşılır.
TİSK’in genel kurulunda konuşan önemli bir şahsiyet de, Şevket Yılmaz.
Hüviyeti nedir? Neden bulunur?
Yalnız kendi adına bir şahıs olarak bulunduğunu sanmak da hayaldir. Çünkü kendisi, tanıtıldığı gibi varlığıyla orada temsil ettiği hem bir örgütsel yapı, hem de bir sendikal anlayışı vardır.
Yani sınıf işbirliğini varlık temeli sayan, sermaye ile birlikte işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesi önünde barikat kuran sendikal anlayışı.
Yani sendikal bürokratların sultasında olan Türk-İş ve bağlı sendikalar ile yönetimi.
Temsilen Şevket Yılmaz sermayenin önünde sınav verir.
Ve “takdirname” ile geçer.
Yaptığı konuşmada, TİSK genel kurul raporuyla ilgili olarak “check-off hakkındaki genel görüşleri hariç işverenlerin raporuna evet diyorum” diye konuşur (58). Böyle bir konuşmanın, Türk-İş’in 13. Genel Kurulu’ndan dört gün önce yapılmış olması, ayrıca önemini artırıyor.
Bu anlamda 2821 ve 2822 sayılı yasalarda TİSK tarafından eksik olduğunu iddia ettiği ve Şevket Yılmaz’ın da evet dediği konular neler? (59).
2821 sayılı yasa: Check-off kaldırılmalı (bu hariç); işverenlerin ödedikleri sendika üyelik aidatı vergi bakımından gider kabul edilmeli ve işverenlerin sendikal örgütlenmesinde kamu ve özel sektör ayrılığı kaldırılmalıdır.
2822 sayılı yasa: Grevlerin makul süreyi (ki 60 gün) aşması önlenmeli; greve çıkan işçiye mensup oldukları sendikalarca ücret ödenmeli ve toplu sözleşmelerde izlenecek ücret politikası hükümet, işveren ve işçi (siz, sendikal bürokratlar diye okuyunuz NO.) üçlüsü işbirliği ile sağlanmalıdır.
Ayrıca, İş Yasası’nda kıdem tazminatının ödeneceği koşulların sınırlandırılması da yapılması gereken bir eksiklik olarak gösterilir.
2821 ve 2822 sayılı yasaların çıktığı Mayıs 1983’te, çalışma yasalarının bir denge üstüne kurulduğunu söyleyen Halit Narin (60), yaklaşık yedi ay sonra yasaların eksiklerinden bahsediyor. Böylece ek yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyor.
Bunu da Şevket Yılmaz destekliyor.
Desteklediği ne mi?
TİSK’in istemlerini biraz açıklayacak olursak, grevin 60 günden fazla sürmemesini ve bu süre sonunda toplu sözleşmenin direkt olarak YHK tarafından bağıtlanmasını sendikaların grevi sürdür mey ya da greve çıkmayı direkt kaynaklarının miktarına bağlanmasını ve ülke düzeyinde merkezi toplu sözleşme ücret politikasının etkin kılınmasını istemekle Şevket Yılmaz’ın kısıtlı haliyle bile grev uygulamasının karşısında olduğunu ve hiç kullanılmamasını savunduğu anlaşılıyor.
Ek olarak, işverenlerin sendikal örgütlere ödediği aidatların işletme masrafı olarak gösterilmesini ve sermayenin fiili olarak aynı örgütte birliğinin sağlanmasını istiyor, Şevket Yılmaz. Bununla sermayenin hem birikiminin ve hem de aynı örgütte güç birliğinin sağlanmasını savunmakla işçi sendikalarının daha da işlevsiz kılınmasını savunur. Bu haliyle Şevket Yılmaz, toplu sözleşme ve kısıtlı grev hakkı da dâhil sınıf faaliyetini sürdüren işçi sendikası karşısında sermayenin güç birliğini savunur.
Bu tavrın neye uşaklık olduğunu sormaya gerek var mı?
Yılmaz, işverenlerin isteklerinden yalnız bir tanesini ayırır. Hangisi mi? Bir yönüyle de sendikal bürokratlara maddi ayrıcalıklar sağlayan kaynağın finansmanı olarak görülen check-off sistemidir.
Şevket yılmaz diğerlerine “evet” demekle yasal düzenlemelerin yapılması taraftarıdır.
Dört gün sonraki Türk-İş kongresinde söylediği ve 1984-Baharı’ndaki tasarı ataklarının içyüzü daha iyi anlaşılıyor.
Yahut Şevket Yılmaz, konuştuğu yeri (TİSK kongresi) bilerek cılız bir sesle de olsa “yasal değişiklik” isteklerinden bahsetme “terbiyesizliğini” yapmaz.
Şevket Yılmaz şahsında bu tavrı sendikal bürokratları ele veren bir başka olgu olarak değerlendirilmeli.
Hatırlayalım; yeniden yasal düzenlemenin yapıldığı sıra Türk-İş, check-off üzerinde titizlikle durduğu gibi aynı titizliği burada da gösterir.
Aynı titizlik, sadece eksikliklerin giderilmesini istemekle, varolan yasal mevzuata verilen onayın değişik bir ifadesidir.
Kiminle, kimin mi?
Sermaye ile sendikal bürokratların…

2.2- Neden Tasan Atağı?
Türk-İş yönetimi, Eylül sonrasında yapılan yeniden yasal düzenlemede başta Anayasa olmak üzere çalışma hayatı ile yakinen ilgili 2821 ve 2822 sayılı yasaların çıkması sırasında yasak savma türünden “bir davranış” içine girer. Bunun gerekçesi de, esas olarak bir an önce parlamenter düzene geçmek olarak açıklanır. Aslında bu tavırları, bir yönüyle de öngörülen yeni yasal düzenlemeyi meşrulaştırmanın aracı olarak gündeme gelir.
Kendilerince nitelendirilen koşulların uygun olması sonucu, yasal değişiklik istemleri gündeme mi gelir?
Birinci olarak, 1984 yılından itibaren yeni toplu sözleşme döneminin başlaması ve yasaların öngördüğü sistemin uygulanmasıyla baskıyı yaşayan tabanın dayatması ve ikinci olarak da, Generaller Konseyince belirlenip seçilen milletvekillerinden oluşan parlamentonun varlığı da dikkate alınarak değişiklik istemleri peyderpey gündeme getirilir. Bu konuda Türk-İş Başkanlar Kurulu karar alır ve Türk-İş yönetimince de açıklamalar yapılır.
Zaten bu dönemde kapalı veya açık hava toplantıları ve sonra da bin bir kısıtlamalarla yapılan mitingler, yasal düzenlemenin öngördüğü modelin baskı ve zulmüne karşı tabandan işçilerin “hoşnutsuzluklarının” dışavurumudur.
İster benzer tür eylemlerin yapılması, isterse yasal değişikliklerin konuşulması karşısında Türk-İş yönetimine hâkim davranış, yapmadı ya da söylemedi türünden “günü kurtarma” biçiminde olduğu görülür. Yapılan eylemlerde, önceden rahatlıkla görülebilen yasaların baskıcı konumu Türk-İş yönetimi adına konuşan Şevket Yılmaz tarafından şaşırtmalı bir üslupla anlatılır. Fakat bir-iki toplantı sonrasında Şevket Yılmaz konuşmalarım istediğince sürdüremez. Sürekli sözü kesilir. Konuşamaz duruma düşer.
Sınıfın mücadelesinin gelecekte olabilecek boyutunu dikkate alarak yasalarda değişiklik “zorunluluğunu” vurgulayan Şevket Yılmaz (İzmir- Mart 1984, kapalı salon toplantısı): “İşverenler, yarattıkları bu cenderenin geçmişte olduğu gibi, gün gelip kendilerini de ciddi çıkmazlara sürükleyebileceğini görmüyorlar… Tekrarlıyorum: ‘Hepimiz aynı geminin’ içindeyiz. Bu değerlere omuz silkemeyiz. Bana ne diyemeyiz” (61). Bununla “yarınlarımızı düşünmek zorundayız” diye hatırlatma yapıyor. Kime? İşverenlere. Kime karşı? Sınıfın mücadelesinin yarınlarda ulaşacağı boyuta karşı…
1983 yılının Aralık ayında hükümeti kuran Özal, çalışma hayatını ilgilendiren yasalarla ilgili olarak 1984-Mart’ında yaptığı açıklamada, geçmişte sendikaların başında olan “patronları” ve “ağaları” hiç kimse kontrol etmiyordu, bugün “esas yıkılan” burası olup, idari ve mali denetimin arttığı ve bu sebeple eskisi gibi rahat olamadıklarını söyler (62). Aslında Türk-İş yönetiminin tavrında böyle bir yönün var olmadığı söylenemez. Daha iyi açılım anlamında, geçen yılın Haziran ayında çalışma hayatıyla ilgili yasalarda değişiklik yapılır.
Bundan Eylül çocuğu Özal’ın da “sendikal bürokratlara karşı” olduğu gibi sonuç çıkarmak, aldatıcı olur. Sendikal bürokratların işçi sınıfı mücadelesi düşmanı konumunda bulunmalarına karşın, yine de burjuvazi ile bu bürokratların kendi aralarında çelişkinin olmadığı anlamına gelmez. Fakat bu çelişkinin, sınıfın mücadelesi karşısında çözülebilecek nitelikte olduğu da hatırlanmalıdır. Sınıfın gelişen mücadelesi karşısında bürokratlar arasında gelişen “rekabetin” sonucu denetimlerinin zorlaşması üzerine burjuvazinin öngördüğü tedbirler sebebiyle, kendisini güvencede hissetmeyen bürokratlar ile bu anlamda “sıkı denetime” almak isteyen ya da daha değişik gerekçelerle burjuvazi arasında bir çelişki oluşur.
Böyle bir çelişkinin oluşumunu sağlayan hükümlerden bir tanesi de Sendikalar Kanunu’nda yöneticiler için getirilen 10 yıllık bilfiil çalışmış olmak şartı üzerine (bu hükmün esas olarak sendikal örgütlenmede seçme ve seçilme özgürlüğüne karşı getirilmiş olduğu da hatırlanmalı) yapılan tartışmalarda eski yöneticilerin ’83 yılında yapılacak kongrelerde yeniden aday olabileceği yönde yorumlanır. Buna göre kongreler yapılır. Fakat geçen sürede, Türk-İş yöneticilerinin yasalara yönelik eleştirilerde bulunması üzerine, hükümet konuyu tekrar gündeme getirir.
Türk-İş yönetimi, 1984 sonrasında iki yıl süreyle 2821 ve 2822 sayılı yasaların varlık gerekçesi olan Anayasa’yı gündeme getirmez. Adı geçen yasalara yönelik eleştirilerde bulunur ve tasarı hazırlıklarına girişir; Anayasa’ya teğet geçmek kaydıyla. Ancak, 1986 yılında bazı maddeleri hakkında fikir beyan etmeye başlar.
Anlaşıldığı üzere sendikalar ve toplu pazarlık kanunlarının yürürlüğe girmesinden yaklaşık bir yıl sonra Türk-İş yönetimi, yasal değişiklik için “tasan atağı” olarak nitelendirilen bir çaba içine girmiştir. Bu, 14. Genel Kurul sonrasında zaman zaman devam eder. Başta kendilerince işçi ve sendika hareketinin karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümü amacıyla, parlamentodaki sendikal bürokrat kökenli milletvekilleriyle zaman zaman bir araya gelinmesi, başvurulan sendikal “eylemin” özünü oluşturmaktadır. Daha önce Generaller Konseyi’nin atamalarından oluşan Danışma Meclisi’nin bazı üyelerine ziyafet verilmesi biçiminde geliştirilmiş bulunan sözde eylem türünün varmış olduğu sonuca benzer sonuç alınır. Yani hiçbir şey. Konu hükümetle yapılan zirvede ILÖ ve ICTFU düzeyinde yapılan görüşmelerde ele alınırsa da, sonuç değişmez. Bu da, yalnızca ve yalnızca diyalogu esas alan bir tavrın ne derece “çözücü” olduğunun ya da olmadığının anlatımıdır.
Bütün olarak Mayıs-84 sonrasında Türk-İş yönetimince gündeme getirilen tasan atağın önemli maddelerinden birisi, işverenlerin gerçek ve hileli iflasları yüzünden tehlikeye düşen işçi alacağının güvece altına alınması ve diğeri kıdem tazminatı fonunun oluşturulmasıdır. Uygulamadaki haliyle kıdem tazminatının işçi çıkarımında zayıf da olsa caydırıcı bir etkisi olduğu açıktır. Fonun oluşturulmasıyla, bu da ortadan kalkacaktır. Çünkü işçi çıkarımından doğan kıdem tazminatın ödenmesinde, taraf direkt işveren değil, oluşturulması öngörülen fon olacaktır. Bu da tazminatın ödenmesinden doğan caydırıcı etkinin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Bilinmeli ki SSK’ya borcunu ödemeyen işverenin Fon’a borcunu ödeyeceğini beklemek ham hayaldir, ödemenin olmaması da, anlatılan caydırıcı etkiyi daha da ortadan kaldıracaktır.
Anlatımdan olarak yapılması istenilen değişikliklerin özü: Ücretlerin satın alma gücünün alabildiğince düşürüldüğü ve işsizliğin sürekli arttığı koşullarda hem işsizliği teşvik eden ve hem de işçilerin gelirini azaltan değişiklikler savunulmakla, sendikal bürokratlar konumları gereği işlevlerini yaparlar. Bu bürokratların kendi konularıyla ilgili yeni yasal düzenlemeden doğan “sorunların” giderilmesi gayretinde oldukları ve geçen yıl Haziran değişikliğiyle isteklerinin belli oranda karşılandığı hatırlanmalıdır.
1988 yılının Haziran ayında yasalarda yapılan değişiklikler, basında bir “makyaj” yani göz boyama olarak nitelendirilir.
Böylece Şevket Yılmaz’ın TİSK’in kongresinde yaptığı konuşma da dikkate alındığında, tasarı atağından ne yapılmak istendiği daha iyi anlaşılmış oluyor.
Türk-İş yönetiminin “çalışma hayatını tanzim eden yasalar” Danışma Meclisi’nde hazırlanırken gerekli çabanın gösterilmediğini söyleyen ANAP’ın sendikal bürokrat kökenli milletvekili Nevzat Bıyıklı, devamında “Neden öyle davrandınız?” diye sorulduğunda ise “Şartlar öyleydi” cevabının alındığını açıklar (63).
Açıklamaların ışığında Türk-İş yönetiminin esasta yasaların hazırlandığı dönemdeki tavrının değişmediği dikkate alınırsa, tasarı atağından ne amaçladığı anlaşılır oluyor.

2.3- Bürokratların Kaygıları

Kan ve can pahasına kazanılan kimi demokratik ve ekonomik hakların Generaller Konseyi tarafından zorla ortadan kaldırılmasını, başta sendikal bürokratlar hem gizlemeye çalışır ve hem de bir dönem için geçici olduğu propagandasını yaparlar. Kendileri açısından da konumlarının sürekli kılınacağı güven ve garantisiyle hareket ederler. Çünkü çalışma hayatını ilgilendiren her konuda taraf durumunda olurlar.
Yeniden yasal düzenlemenin çalışmaları yapıldığı sıra, konumlarına yönelik kuşkulan nedeniyle birlikte “kaygılan” gündeme gelir.
Kaygılar; direkt sendikal bürokratlara maddi ayrıcalıklar sağlayan fonun kaynağını oluşturan check-off sisteminin Anayasa tasarısında öngörülmesiyle başlar ve çalışma hayatıyla ilgili yasalarda yer alan sendika yöneticisi olma ve kurucu şartlarının zorlaştırılması, toplu sözleşme yapma haklarının kısıtlanması ve esas olarak da sendikaların belirsiz derecede idari ve mali denetime tabi tutulması gibi hükümlerle yoğunluk kazanır. Bundan işçi sınıfının örgütlülüğünü ve mücadelesini ilgilendiren işçi ve memur yapay ayrılığının kaldırılması, yetkili sendikanın referandumla belirlenmesi, grev hakkı üzerinde tüm sınırlamaların kaldırılması ve toplu sözleşmelerin işyerleri düzeyinde yapılması vs… istemlerin sendikal bürokratların kaygılarının odağında yer almadığı hatırlanmalıdır. Çünkü bunların kaygılarının odağında, Ücretli kölelik düzeninde kendi konumlarının pekiştirilmesi yer alır. Eh, sendikacı olmalarından dolayı zaman zaman ILO ilkelerine uygun sendikal hak ve özgürlükler türünden değinmeler de, tüm açıklamaları içinde süs olarak kalır.
Kaygılarında “haksız” değiller; getirilen hükümlerle tümden o güne kadarki devam eden konumlarında yeni bir sayfa açmak anlamına gelir.
Bu anlatımdan Eylül’ün ve devamının sendikal bürokratlara karşı olduğu sonucu çıkarılmasın. İşçi sınıfının karşısında sermayenin güdümünde olan sendikal bürokratların kaygılarının kaynağı, bulunduğu safın kendi iç çelişkisinin ürünüdür.
Sendikal bürokratlar o güne kadar sağlanmış olan konumlarının korunması ve daha da güçlenmesi amacında iken, burjuvazi tümden “yeniden” düzenlemeye gider; bürokratları “yeni’ bir tür denetime tabi tutar. Yani çelişkinin bir kutbunda varlığının daha iyi koşullarla devamını isteyen sendikal bürokratlar ve sınıfın mücadelesine karşı çalışma hayatını yeniden düzenleyen burjuvazi diğer kutbundadır.
Sendikal bürokratlar önceleri yasa tasarılarında yer alan hükümlerin bir kısmının düzeltilmiş olduğunu belirterek, bu sebeple her hatırlatmada Generaller Konseyi’ne şükranlarını sunarlar.
14. Kongrede kaygılarının yasal mevzuatta değişmesi doğrultusunda kararlar alınırsa da, Özal hükümeti 2821 ve 2822 sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme yasalarında meşhur adıyla “makyaj” yapar.    Bununla sendika yöneticilerine dön olağan genel kurul görev yapmalarına, ek olarak dört dönem daha seçilme hakkı verilir.
Bu, kaygıların azalmasının sebebi olur.

2.4- Bürokratlar Arası Çelişmeler
Yeni düzenlemeyle Türk-lş ve bağlı sendikalar, yeni gelişmeler yaşar. Bu, sendikal bürokratlar arasındaki çelişkiyi artıran gelişmelere sebep olur.
Aslında genel kurul öncesi ve listenin oluşturulmasında, yönetimde olanların koltuklarını korumak ve yenilerin de seçilmek istemelerinden doğan çelişmeler yaşanır. Bu; esasında sendikal anlayış farklılığının yarattığı bir çelişme olmayıp, kişisel grupların sebep olduğu bir çelişmedir. Bu esas olmak kaydıyla grupların kısmen de olsa farklılıklar içeren bir anlayışları temsil ederler. Gruplardan biri yönetimde olan Şevket Yılmaz’ınki, diğeri Türk Metal’in başkam Mustafa Özbek’in ve bir de kendilerini sosyal demokrat olarak tanıtanların oluşturduğu başka bir grup vardır. Grupların açıklamalarından sendikal anlayışlarının farklılıklar taşımadığı anlaşılıyor. Ortak özellikleri işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesi karşısında yer alıyor olmalarıdır. Yıllardır sosyal demokrat geçinen torpilli MDP’den milletvekili adayı Emin Kul, 14. genel kurulda sosyal demokrat olarak çıkanların listesine girmeyip, geçmişte faşist AP’nin Bursa milletvekili Şevket Yılmaz’ın listesinden genel sekreter adayı olur. Yıllardır tek başkan adayının listesinde yer alan on iki yıllık genel sekreter Sadık Şide, aynı kongrede Şevket Yılmaz’ın listesine giremeyince Mustafa Özbek listesinden aday olur.
Şide’nin bakan olması ve izlenen sendikal faaliyetsizliğin sebep olduğu gelişmeler sonrasında basına yansıyan Genel Sekreter Şide ile Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir arasındaki çelişki, Eylül sonrasında Türk-İş Yönetim Kurulu’nun Nisan-1981’de yapılan ikinci olağan toplantısında Şide ile Özdemir’in öpüşmesi haberi, Arayış dergisinde iç sorunların tatlıya bağlandığı biçiminde yer alır. (64).
Zoraki öpüşmenin etkisinin uzun sürmediği 12. Genel Kurul çalışmalarının incelenmesinden anlaşılıyor.
12, 13 ve 14. Genel Kurul çalışmaları incelendiğinde, kendisinin, Şide’nin de ifade ettiği gibi bir “Şide sorunu” var. Görünüşte bir kişi sorunu gibi görülüyorsa da, öyle olmadığı kanısındayız. Şide “günah keçisi” olarak yönetim kurulunun diğer üyeleri tarafından seçilir.
12. Genel Kurul’da ne tür bir kulis faaliyeti sürdürülmüştür ki, Kaya Özdemir: “Kimin elinde ne belge varsa kulislerde laf dolaştırıyormuş… açıklamazsa namerttir” der. Konuşmasını, sataşmaların olduğu koşullarda sürdürür ve asgari ücret komisyonunda üye olarak “kelle koltukta hizmet verilmeye” çalışıldığını açıklar ve o tarihte “boykot etmek, açık söylemek lazımdır, yürek işidir” diye devam eder. (65). İsim verilmiyorsa da, 14. Kongre’de yapılan konuşmalar dikkate alındığında, bu kişinin Sadık Şide ve çevresi olduğu anlaşılıyor. Bütün bunlara karşın yine de aynı listede seçime girer, kazam: ve birlikte, beraber çalışırlar; kuzu kuzu…
Generaller Konseyi’nin bilfiil atamalarından oluşan Danışma Meclisi’nde görev alan üç sendikal bürokrattan biri olan Harb-İş Sendikası Genel Sekreteri ve Emekliler Cemiyeti Başkanı Mustafa Alpdündar da 13. Genel Kurul’da yaptığı konuşmada Şide’ye yönelik eleştirilerde bulunur ve 12 Eylül sonrasında Türk-İş yönetiminin “haklarımıza saldırmak isteyenlere verdiği cevap her türlü takdirin üzerindedir” der. Devamında, yasal düzenlemelerin yapıldığı sıra Türk-İş yönetimi “yasama organında (çarpıtma var; sadece Danışma Meclisi’ydi, yasama organı Generaller Konseyi’dir N.O.) görev almış işçi kökenli üyelerle kurduğu” diyalogu ve sıkı işbirliğini “işçi kökenli Sayın Bakan’la (Sadık Şide N.O.) kurma imkânı bulamamış olması” işçi hareketi için “büyük talihsizlik olmuş” ve bunun doğal sonucu olarak izlenen sosyal ve ekonomik politikalarla sabit ve dar gelirliler geçim sıkıntısına düşmüşler ve bu koşullarda Sayın Bakanımız tüm gayretlerimize karşın, bizlerle de diyaloga girmemiş ve çalışma hayatıyla ilgili şikâyet edilen her kanunun iki sorumlusundan biri biz Danışma Meclisi üyeleri ve ben “her türlü sahada” hesap verebilirim; diğeri “hükümetteki arkadaşımdır” ve gerçek hesap vermesini istiyorum; çünkü başta SSK konusunda olmak üzere, bütün düzenlemelerin “mimarı içimizden biri” olması, işçi açısından “bir talihsizliktir” diyerek konuşmasını bitirir (66).
1983 yılının Aralık ayında Mustafa Alpdündar kendisince belirlediği dönem içinde, işçi haklarının geriletilmesinin sorumlusu olarak iki tarafın bulunduğu ve bunlardan da Eylül hükümetinde görev alan Şide’nin “esas sorumlu” olarak gösterilmesi aracılığıyla Türk-İş yönetimini ve kendilerinin de içinde bulunduğu sendikal bürokratları “aklama” gayretinde bulunuyor. Bunun anlamı, Şide’nin “günah keçisi” olarak gösterilmesidir.
Böyle bir politikanın gereği, 12. Genel Kurul’-da liste için Şide’nin adaylığı problem olmazken ve hatta tüzük değişikliği yapılarak izinli sayılması öngörülürken, 13Genel Kurul’un yapıldığı sıra Başkan Şevket Yılmaz, “Ya Şide, ya ben” diyerek tavrını açıkça belirler ve bir gazetecinin sorması üzerine Şide için, “O, katiyen gerçek bir işçi temsilcisi değildir” der (67). Bunların üzerine Şide: “Gazetelerde benimle çalışmayacağını açıklamış, neden? Açıklamasını bekliyorum” diye sorar. Fakat soru cevaplandırılmaz. Üstüne üstlük, bir gün sonra aynı Şevket Yılmaz, genel kurulda Şide ile öpüşür ve tokalaşır (68). Bir gün içinde kulis faaliyetindeki gelişmelere uygun olarak, tavrını da değiştirmiş olur. Bu, ne derece ilkeli bir anlayışla sendikacılık yaptıklarının binlerce örneğinden sadece ve sadece bir tanesidir. Her sendikal bürokratın dosyası hayli kabarık; gün gelecek tek tek açılacak… Yarınlarda işçi sınıfının bugünlerin hesabını soracağım her bir dosya sahibi hatırından çıkarmasın!
Genel kurulu izleyen gazeteci Şükran Ketenci kulis çalışmalarını köşesinde: “Gelin görün ki kulislerde kürsüden söylenenlerin değeri yok… Kimin eli, kimin cebinde belli değil” diye yazar (69). Yanlış da değil; çünkü Şevket Yılmaz, Sadık Şide ile fotoğraf çektirirken, “görüyorsunuz birlikteyiz” diye poz verir (70). Daha birkaç gün önce ne söylediğini kendisi de unuttu ya da unutmuş görünüyor ve öyle poz veriyor. Fakat unutmayacakları da hatırlayınız!
Anlatıldığı biçimde Sadık Şide sürekli eleştirilmez, genel olarak Şide’yi destekleyen Denizcier’in sendikası Tek Gıda-İş delegelerinden Mehmet Yurtseveri, Şide’nin bakan olduğu zaman “Türk-İş’in ve teşkilatın geleceğini sen kurtardın diye telgraf çekenlerin” bugün kürsüde aynı kişiye küfür etmelerinin ayıp olduğunu söyler ve Şide’yi savunur (71).
Bütün bu gelişmeler sonunda aynı genel kurulda Mustafa Başoğlu ve Kenan Durukan’a karşı Şide, genel sekreter olarak yeniden seçilir.
Aynı genel kurulda bu tartışmalar dışında, 1984 yılında ve sonrasında Türk-İş yönetiminin işçi hakları için bir şeyler yapması zorunluluğunu vurgulayan konuşmalar da yapılır.
1982 yılında, “Ben sosyal demokrat bir kişiyim” (72) diyen Şevket Yılmaz tarafından, 13. Genel Kurul’da Petrol-İs delegesi Genel Sekreter Münir Ceylan’ın “Türk-İş içerisinde var olan sosyal demokrat hareket” diye devam eden konuşması kesilir ve “burada sosyal demokrat, bilmem ne demokrat yok” der. Ceylan konuşmasına devam edemez. (73). Bu tavrından dolayı aynı Şevket Yılmaz, bir gün sonrasında “özür diler”, doğrusu dilemek zorunda kalır (74). Çünkü liste için Genel Kurul’da yoğun kulis yaşanır. Bu sebeple özür diler. Basına ve tutanağa yansıdığı kadarıyla, 21 ile 25 Aralık 1983 tarihleri arasında yapılan genel kurulda “kemiksiz” Şevket’ten sadece birkaç örnek…
TİSK’in 17 Aralık 1983’te 15. Genel Kurul’unda konuşan Şevket Yılmaz’ın işveren isteklerinden check-off dışında kalanların hepsine “evet” dediğini de hatırlayınız.
Türk-İş’in 13. Genel Kurul’unda bazı yönleriyle Türk-İş’i eleştiren konuşmalar da yapılır.
Nail Güreli (T. Gazeteciler Sendikası): “Yitirilen işçi haklarının başlıca sorumlusu Türk-İş üst yönetimidir. Kendi onayı ile ara rejim hükümetine Genel Sekreterini bakan olarak veren Türk-İş üst yönetimidir bunun sorumlusu” diye konuşur (75). Bununla ilk defa, hakların yitirilmesinin sorumlusunun sadece Şide ile sınırladırılamayacağı ve esas sorumluluğun “Türk-İş üst yönetimine” ait olduğu açıklanır.
Üst yönetimin, Türk-İş ve bağlı sendikalara bakim sendikal anlayışı temsil ettiği dikkate alındığında, sorumluluk esas olarak yönetim şahsında bu sendikal anlayışındır. Ve bu, gözden uzak tutulmaması gereken esas halkadır.
Behzat Akdoğan (Yol-İş Sendikası): “12. Genel Kurul üzerinden 19 ay geçtiği, bu sürede yapılan her yasal düzenlemede ‘işçiler geriledi. Sendikalar kaybetti’ ve bu dönemde tüketici fiyattan endeksi yüzde 292 artarken, ücretler sadece yüzde 96 artar. Bu gelişmeye ‘Türk-İş yönetimi seyirci kalır’. Yani ekonomik Ve sosyal hakların alınması açısından yönetim bize göre başarısızdır.” (76).
Bazı delegeler de, yönetimin sorumlu olduğu yönde konuşur.
Söz sırası “günah keçisi” Şide’nin; 12. Genel Kurul’da Genel Sekreter olarak konuştuğunu söyleyen Şide, “ortada bir Sadık Şide sorunu var” ve bu, basında giderek bir buhrana dönüştüğünü ve 36 kişiyi dinlediğini, eleştirilerin yüzde 93’ünün kendisine yöneltildiğini söyler. Pek çok konuya değinir ve eleştirilerin belirginlik düzeyine göre karşı eleştirilerde bulunur ve Genel Sekreter olarak hiçbir işini aksatmadığını, İcra Kurulu’nun yaptığı 183 toplantıya katıldığını, çalıştığını ve özellikle sosyal güvenlikte dahi olumlu (kara mizah yapar NO.) gelişmelerden bahseder (77).
13. Genel Kurul’da Mustafa Alpdündar’ın konuşmasına cevaben Danışma Meclisi üyeleri ile birlikte diyalog kurarak çalıştığını söyleyen Şide, “her şeyi her gün ve herkesin” önünde sergilemenin kimseye faydası olmadığını belirterek, 12 Eylül’ün gerekliliğini ve bakanlık uygulamaları üzerinde durur. İşçi haklarının geriletilmesinden, yani gaspından kendisinin sorumlu tutulmasına cevaben, aynı zamanda bir bakan olarak da görev yapmasının zorunluluğuna değinir. Haklarda kısa vade için gerileme olduğunu da kabullenir (78). Şide, kendisini aklaması oranında yönetimin de aklanacağından ve birkaç gün önce Şevket Yılmaz ile yeniden liste birliği yarattığından, nasihat vererek konuşmayı yeğler. Alpdündar’ı yanıtlarken, konuların “herkes” diyerek delegelerin önünde konuşulmasının yersiz olduğunu söyleyen Şide, seçme hakkı bulunan delegelerin yönetimin faaliyeti hakkında bilgi edinme hakkının olmadığını söylüyor; bunun adı, sendikal demokrasi. Kim için? Sendikal bürokratlar için olduğu tereddütsüz netlik kazanıyor. İşçiler için ise asla olmadı… Gerçek anlamda sendikal demokrasi, sınıf sendikacılığının ilkeleri doğrultusunda verilen mücadelenin ürünü olacaktır. Seçme hakkı olanın öğrenme ve seçilme hakkı kadar doğal ne olabilir?
Artık 14. Genel Kurul’da Şide’nin konumu daha da netlik kazanır ve tasfiyesi gündeme gelir. Bu genel kurulda Şide, durumun vahametini kavrar ve hem bu sebeple, hem de kendisini aklamak için yönetim kurulunun diğer üyelerinin değinmediği pek çok konu hakkında konuşur. Artık aradaki “köprüler” atılmıştır.
Sadık Şide, akraba-dosta çiçek gönderilmesine, haksız harcamalara, birtakım Amerikan fonlarından milyonların paylaşılmasına karşı çıktığı için ve “müfettişler” gelip “bu giderler ne?” diye sorduğunda yine kendisinin kapattığı için istenmediğini ve bu listeye alınmadığını söyler. Bakanlık dönemini yine konu yapar ve yönetim kurulu onayıyla gönderildiğini belirtir. 1983 yılı Kasım seçimleri için 10’ar milletvekili aday listesi verildiğini ve tercihin de MDP yönünde kullanıldığını açıklar. Yurt dışı ilişkiler konusunda ise, “bir de öğreniyoruz ki” diye başlar, Pathfinder adında bir Amerikan firması prezervatif dağıtıyor ve buradan gelen 75 bin dolardan 50 bini (Türk-İş sendikacılık dışında bu tür işler de yapmakla bir nevi şirketi andırıyor, yani sendikal bürokratların şirketi NO.) Şevket Yılmaz’ın yanından ayırmadığı adamlara dağıtıldığını söyler. “Bir AAFLI diye tutturmuşsunuz, bu ne ki?” diyerek konuşmasına devam eder ve ISAC isimli bir başka Amerikan şirketinden gelen 48 bin dolardan 26 binin “beyzadeler arasında pay” edildiğini ve kendisinin ise çocuklarına en büyük miras temiz alın bıraktığını anlatarak, konuşmasını, seçilmesi halinde “üç yıl öncesinden kalan borcumu Şevket Yılmaz’a iade ediyorum ve onunla çalışmayacağım” diyerek bitirir. (79).
Son konuşmayı Side yaptığı için eski Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, genel kurul sonrasında, 28 Aralık 1986 tarihinde bir basın toplantısı yapar. Kaya Özdemir, Pathfinder şirketi ile yapılan ortak anlaşmanın 17 Şubat 1985 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandığını ve Bakanlığın da onayı olduğunu ve söylediklerini ispatlayamayan Şide’yi “müfteri olarak” ilan ettiğini açıklar.
Devamında Özdemir, toplam 48 milyon TL (demek ki dolar değilmiş NO.) geldiğini, bunun yüzde 70’inin nüfus planlamasında kullanıldığım ve bu firmada başta kendisi olmak üzere 15 kişinin çalıştığını ve parasını aldığını ve oğlunu Şide gibi “AAFLI’nın parasıyla Amerika’da” okutmadığını söyler, Özdemir’in basın toplantısına katılan Türk-Metal Sendikası (ki Şide, Mustafa Özbek’in listesinden Genel Sekreter adayı olmuştu NO.) “yalan söylüyorsun, ne kadar maaş aldığınızı artık açıklayın” diye laf atarlar. (80).
Eski yönetim kurulu üyeleri arasında gelişen bu tür karşılıklı suçlamaları ve genel kurulu izleyen Şükran Ketenci: “önemli, bilinen kirli işler hiç söylenmedi, sadece ima edildi… Sendikacılık koltuklan tatlı olduğu için tutku ile yerine sarılmışlar” diye yazar (81).
Tartışmalar, kişiler düzeyinde sınırlı olarak yapılmış olur. Sonrasında devamı gelmez. Zaten Şide’nin seçilememiş olması, belki olabilecek bir gelişmeyi hemen küllendirir.
Sadık Şide, genel kuruldaki konuşmasıyla ilgili olarak yayınladığı veda mesajında: “…bazı sert ve kırıcı sözler sarf etmiş olmaktan müteessirim. İşçiye ve Türk-İş topluluğuna 28 yıl süren hizmet hayatımda… 12 Eylül döneminin işçi hakları üzerindeki kesinti ve kısıtlamalarının (nihayet itiraf etti NO.) tek sorumlusu gibi gösterilmem; çalışmalarımı yalandan bilen bir kısım yöneticinin kişisel siyasi arayışlar içine girerek beni yalnız bırakmaya ve hedef olarak göstermeye kalkışmaları… Türk-İş’in tüzel kişiliğine yönelik bir saldırı gibi nitelendirilmesini asla kabul etmediğim bilinmelidir” diye yazar (82).
Türk-İş yönetimi, bağlı sendika yöneticilerinin de onayıyla, Eylül Karaçalma Kampanyası destekçisi olmasının vebalini, yönetimden birisine yıkma gayreti içinde bulunur. Böylece işçileri kendilerinin suçsuz olduğuna inandıracaklarını sanan sendikal bürokratlar yanılıyor; çünkü Eylül’e verdikleri destekten dolayı hem elleri kanlı, hem de kan ve can pahasına kazanılan hakları gasp edenlerin ortaklarıdır. Sendikal bürokratlar arasında koltuklarını koruma ve konumlarını “aklamanın” gerekçesi olarak varolan çelişki, 14. Genel Kurul’da Şide’nin tasfiyesiyle çözülmüş gibi görülür. Yani böylece Türk-İş yönetimi “aklanmış” ve Şide “günah keçisi” olarak ilan edilmiştir.
Bu çelişki; sendikal bürokratların hem suçlu olduklarının, yani hakların gaspının gizlenemediğinin ve hem de kendi ifadeleriyle geçici dönemin kalıcı olduğunun bir somut delili olarak gündeme gelir. Ayrıca, ilk defa Türk-İş’in bir kongresinde üç liste çıktığı halde, hiçbiri Eylül sonrasında izlenen Türk-İş politikasını eleştirmemekle ortaklıklarını da ele verirler.

2.5- Uluslararası ilişkiler
İkinci paylaşım sonrasında 1945’te Dünya Sendikalar Konfederasyonu (DSF) kurulur. Başlangıçta Amerika’nın sendikal örgütü CIO üye iken, diğeri AFL üye olamaz.
Aynı zamanda o yıllar uluslararası düzeyde ekonomik ve siyasal yeniden düzenlemenin etkin gücü ABD’nin başım çektiği “soğuk savaş” politikası aynı arenada sendikal harekete de yansır. Buna bağlı olarak 1949 yılı Ocak ve Haziran ayları arasında DSF’den ayrıla ABD, İngiliz, Hollanda, Avustralya, Belçika, İsveç, İsviçre ve Norveç vd. ülke sendikaları tarafında aynı yılın 28 Kasım-7 Aralık tarihleri arasında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (ICFTU) kurulur.
Kuruluş amacı şöyle belirlenir: “ICFTU’nun ana etkinliği komünist totaliterliğe karşı kesintisiz kampanya olacağa benzemektedir. Bu mücadele sendikal ve politik öğeleri ayırmak için hiçbir çaba gösterilmeyecektir. ICFTU şunu kavramaktadır ki, toplumsal, ekonomik ve politik öğeler, komünist diktatörlüğü bütünleşmiş bir birlik yapabilmek için içice geçmiştir… bu bütünlüğün parçalarına saldırılın alıdır” (83). Böylece sendikal anlayışın ekonomik ve siyasi politikalarla ne derece iç içe olduğu ve soyutlanamayacağı gösterilir. Fakat işçi sınıfının mücadelesini bastırmak ve onları edilgen kılmak için ise sendikal faaliyet, resmi ideoloji tarafından sadece işçinin ekonomik istemlerini ve işyerine yönelik sorunlarım çözmekle sınırlandırılır. Sendikal faaliyet alanının daha geniş olduğunun işçiler tarafından bilinmesi halinde, burjuvazinin kendi varlığının devamı tartışılır hale gelecektir. Eh, burjuvazi o kadar da aptal değil; işçiye “sen sununla ilgilenme” derken bile sendikal alanı hedeflemeyi amaçlıyor.
ICFTU kurulmazdan önce DSF’den ayrılan sendikalar tarafından “Marshall Planı İçin Sendikal Komite” adım alan bir örgütlenmeye gidilir. Bu komite sayesinde DSF’ye karşı bir odaklaşma sağlanır. İktisadi bir politika ile sendikal hareketin birliği yaşanır.
İşte ICFTU, bu odaklaşmanın ürünü olarak var olur.
Yine 1960’lı yıllarda uluslararası gelişmenin ürünü olarak 1969’da Amerikan sendikal hareketi AFL-CIO, ICFTU’dan ayrılır ve ancak Ocak 1982’de tekrar üye olur. 1970’li yıllarda AFL-CIO faaliyetleriyle ünlü enstitülerini kurar.
ABD’nin sendikal hareketinin yoğun uluslararası ilişkilerde bulunmasının nedeni?
Amerika’da çeşitli tarihlerde iktidar ile sendikalar arasında dayanışma ve işbirliği, uluslararası politika alanında daha açık olarak kendisini gösterir.
Bu ülke politikacılarının bazen ABD hükümetinden “daha heyecanlı bir biçimde, Amerika’nın egemenliğini korumak ve geliştirmek için imkân ve güçlerini seferber ettikleri” görülür. Hatta Amerikan sendikal örgütleri sadece kendi özel ilişkileriyle değil, aynı zamanda ICFTU aracılığıyla “hükümetlerinin soğuk savaş dolayısıyla izledikleri politikaya” uzun yıllar katkılar sağlar. Yine Amerikan sendika] örgütleri aracılığıyla ABD hükümeti, çeşitli ülkelerde sendika kadrosunun yetiştirilmesi için özel çaba gösterir ve AID yardımları ile eğitim faaliyetleri sürdürür. Bazen ülkede darbe yapma düzeyinde faaliyette bulunur: 1964 Brezilya askeri darbenin CIA’nın eseri olduğu ve AFL-CIO’ya bağlı AFLD (Hür Emeğin Kalkınması İçin Amerikan Enstitüsü) eğitim faaliyetlerinde yetişen sendikal liderin de önemli rol oynadığı, bizzat AFLD başkanı tarafından açıklanır. Benzer daha pek çok örnek vardır (84).
Bununla sendikal örgütlenmeler dâhil, ülke dışına çıkan her kuruluş aracılığıyla, ülke politikasının bölgede etkin kılınmasını sağlama çalışmalarının, faaliyetlerinin esasım oluşturduğu anlaşılır. Bu anlamda, yapılanları sadece “para veriyorlar” ve “bizi ülkelerinde ağırlıyorlar” gibi göstererek aslında sendikal bürokratların görevlerini yaptıkları hatırlanmalıdır. Yani üstlendikleri görevleri gereği o şekilde savunuyor ve iyi göstermeye çalışıyorlar. Kimse kimsenin karakaşı kara gözü için para vermez, yardımda bulunmaz. Öyle de olmadığının pek çok örneği var; yaşandı…
1952 yılında kurulan Türk-İş, aynı yıl ICFTU’ya üye olma kararı alır. Fakat hükümetin gerekli onayı vermesi, ancak 31 Mayıs 1960 tarihinde olur. Başvuru bu kadar süre neden incelenmez? Yoksa Amerika ile var olan sendikal ilişkiler yeterli mi görülür? Öyle olduğunu sanıyoruz. Türk-İş 1960 öncesinde Amerikan sendikaları ile yoğun ilişkiye girer. İlişkisini 1955 öncesinde ICFTU üyesi AFL ile ve sonrasında AFL, CIO birleşmesi üzerine kurulan birlikle sürdürür. ABD ile Türkiye hükümetleri arasında 1954 yılında imzalanan bir anlaşma ile “işçi-eğitim projesi” başlatılır. Projeyi ABD adına, Uluslararası Kalkınma Teşkilatı (AID) yürütür. Halil Tunç ise AİD’in 1952 yılından beri Türkiye’de işçi eğitimi yaptığım (85) söyler. Yani resmi anlaşma yapılmazdan önce, Amerikan sendikal hareketiyle ilişki kurulur ve o anlamda “gayri resmi” olarak faaliyetini sürdürür. Kısaca da olsa bunların dikkate alınması halinde, Türk-İş’in ICFTU üyeliğinin hükümet tarafından onaylanmaması, AFL-CIO ile kurulan ilişkinin yoğunlaştığı döneme rastlaması bir tesadüf mü? Hiç sanmıyoruz.
Her şeyiyle Avrupalı olmaya aday ülkenin sendikal örgütü Türk-İş, ICFTU’nun Asya Bölge Teşkilatı üyesidir.
Kurulan bu uluslararası sendikal ilişkide 1980 sonrasında yaşanan gelişmeler:
Türk-İş yönetimi sekreterini Eylül hükümetine bakan olarak vermesi üzerine, 1981 Ağustos tarihinden geçerli olmak kaydıyla ICFTU üyelik ilişkilerini askıya alır. Şide’nin bakanlığına 12. Genel Kurul’da bulunan “izinli olması” formülüyle, ilişkiler normalleştirilir. (86).
İlişkinin askıda olduğu sıra ICFTU öyle bir sendikal politikayı benimser ki, Türk-İş’e yönelik eleştirisini sadece bir bakanlık olayıyla sınırlar. Zaten bulunan “izinli” formülüyle de ilişkiler normallesin Bu anlamda ICFTU’nun, DİSK’in faaliyetinin yasaklanması ye sendikal hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına “sehven” eleştiride bulunduğu anlaşılır.
Hatta ilişkilerin askıya alınması üzerine sendikal bürokratlar “bu iç işlerimize karışma” diye tepki gösterirler. Bu tepki öyle ileri boyutlara vardırılır ki, ICFTU’nun DlSK hakkında açılan dava ile ilgili bilgi istemesine bile yansır: “DİSK yaptıklarının cezasını çekiyor, onlara ne?” denir. Zaten Türk-İş yönetimi DİSK hakkında sendikal faaliyetten değil, yöneticilerin siyasal faaliyetlerinden dolayı dava açıldığını bildirir ve ülke içinde DİSK’in “ne yaptığı bilinmiyor mu?” diyerek, yapılan saldırıya onay verir.
ICFTU ile bu tür “sorunların” olduğu dönem ve sonrasında AAFLI ile Türk-İş’in ilişkilerinde yoğunluk yaşanır. Yeni sözleşmeler yapılır. İleri sayfalarda incelenecek.

2.6- Kongreler
Türk-İş kongreleri, kendi koltuklarım korumak amacıyla sendikal bürokratlar arasında var olan çelişkileri su yüzüne çıkarır. Yoğun kulisler yaşanır ve oluşturulan listeye girme yansı olur. Fakat bir seçilen en az üç-dört dönem, yani 10 yıla yakın süreyle koltuklarını koruma imkânına kavuşur.
Bu çerçevede kongrede olan tüm gelişmeleri anlatmayıp kongrenin ne tür işlevleri üstlendiğini açıklamaya çalışacağım. İleride katılan delegeleri ve konuşmacıları inceleyeceğim.
Mayıs 1982’de yapılan 12. Genel Kurul’dan iki gün öncesinde başkan İbrahim Denizcier aday olmaktan çekildiğini açıklar; artık tek aday genel başkan yardımcısı Şevket Yılmaz’dır. Yılmaz adaylığını “sendikacılık hayatını ayaklar altına alma pahasına” koyduğunu söyler. Peki, istenmeyen koltuğa zorlayan kim? Yoksa naz mı yapar? Sendikal bürokratlar arasındaki dengenin sonucu olarak, Denizcier aday olmayacağını açıklarken Yılmaz da aday olur. Günlük gelişme olduğunu hiç sanmıyoruz. Denizcier aday olmaz, fakat Yılmaz’ın onayıyla listeyi belirleme görevini üstlenir. Şevket Yılmaz kongre öncesi “Şide ile çalışmayacağım” diye söylemesine karşın, başkan adayı olduğu listesinde Şide de genel sekreter adayı olur. Buna hem Denizcier’in sendikası Tek Gıda-İş’in delegelerinin Şide’yi desteklemesi, hem de Denizcier’in başkanlığı bırakması sebep olur. Listenin seçilmesi üzerine, Şide’nin bakanlığı ve sekreterliği birlikte yürütmesine kolaylık olarak tüzük değişikliğine gidilir; bununla Şide’nin izinli sayılması öngörülür. Böylece Şide’nin de konumunun korunması sağlanır. Yani önce tüzükte bu tür çalışmayı öngören değişiklik yapılır ve ardından yapılan seçimde belirlenen liste kazanır. (87).
13. Genel Kurul, 1983 yılının Aralık ayında yapılır. Yine bu kongre öncesinde Şevket Yılmaz’ın “Ya o, ya ben” diye Şide’ye yönelik açıklamalar yaptığı halde, Tek Gıda-İş’in desteğiyle Şide yeniden aday olur. Bu genel kurul, bir öncekine göre daha canlı geçer, yönetime yönelik tartışmalar yapılır. Fakat sınıf mücadelesi açısından yaklaşan perspektifi bulmak mümkün değil. Şevket Yılmaz ve Şide listesi yeniden kazanır.
1986 yılının Aralık ayında yapılan 14. Genel Kurul öncesi “kemiksiz” Şevket önceki iki kongrede olduğu gibi “Şide ile çalışmayacağım” der. Sendikal bürokratların koltuğunu koruma ya da koruyamama çekişmesi sebebiyle, var olan çelişkiler kongrede gündeme gelir ve secimler sonrasında da gider geleneği yaşanır. Bu genel kurulda bu gelenek yeniden yaşatılır, önceki genel kurula göre bu genel kurulda üzerinde durulan konuların ortaya serilmesi haddine vardığı sanılan karşılıklı suçlamalar, “kazan dibin kara, seninki benden kara” misali, yapılan pislikler anlatılmayıp imalarla geçiştirilir.
14. Genel Kurul’a iki gün kala “10. Genel Korurdan bu yana böyle şeyler söylenir. Benim genel sekreterlik için bir talebim yok. Her şey çözüm meselesidir” (88). diyen Emin Kul, aday olmaz mı? Olur, olur.
Şide bu Genel Kurul’da kızgın ve kızgın konuşması sonunda Türk-Metal Başkanı Mustafa Özbek’in listesinden aday olur ve seçilmesi halinde “Şevket Yılmaz ile” çalışmayacağını söyler.
Türk-İş’in, iyi okuyunuz, tam otuz üç yıllık genel mali sekreteri Ömer Ergün ve on bir yıllık genel eğitim sekreteri Kaya Özdemir aday olmazlar.
Genel kurulda Şevket Yılmaz’ın, Mustafa Özbek’in ve Cevdet Selvi’nin listeleri seçime katılır ve bunlardan Şevket Yılmaz’ınki kazanır. Seçime üç liste girdiği halde, sendikal anlayış farklılığından doğan ve Türk-İş’in ’80’li yıllardaki politikasının muhasebesini yapan tartışmalar yapılmaz. Fakat Türk-İş bürokratlarının daha önce yapılan genel kurullarda gündeme getirildiği gibi Eylül koşullarında Türk-İş’e atfedilen olumsuzlukların sorumlusu olarak Şide gösterilir. Eylül sonrasında bu üçüncü olan genel kurulda, Türk-İş’li bürokratların ve yönetimin kendilerini “kurtarma” gayretlerinin bir gereği olarak, Şide gündem konusu yapılır ve tasfiye de edilir.
Sendikal bürokratlar olaya bir Şide olgusu olarak yaklaşıyorsa da, tüm Genel Kurul çalışma raporları ve tutanakları incelendiğinde, Türk-İş’li bürokratların ve yönetimin tümüyle Eylül’e ve uygulamalarına destek verdiği ve savunduğu konusunda pek çok doküman var. Buna karşın yalnız Şide’yi “kurban” etmekle, bürokratlar “vebalden” kurtulamazlar.
İşçi sınıfının hafızası güçlüdür: Unutmaz. Sendikal bürokratlarla görülecek hesap listesinin önemli bir maddesi de, ‘80’li yıllardaki politikaları olacağı hatırlanmalı…
Üç genel kurul çalışmaları dikkate alındığında:
1- Konuşmacılar sınıfın sorunlarını gündeme değil getirmeleri, ima bile etmezler. Bu, delegelerin sınıfla ilişkilerinin boyutunu vermesi ve ne tür bir “demokrasi” uygulaması ile oraya kadar gelmiş oldukları açısından öğreticidir. Çünkü genel kurul yapılması için seçilen delegeler, varolan koltuklarım korumaya yönelik “Bizans oyunları” ile belirlendiğinden tabanın düşünce yapısının sendikal yapıya yansımasının önü kapatılıyor. “Her doğan ölmek zorunda” diyalektik kuralı gereği, sendikal bürokratlara karşın cılız da olsa gelişmelerin olduğu bir gerçek. Bu cılız da olsa gelişme, sınıfın öncü müfrezesi Partisi’nin sınıfa kök salması ve kaynaşması temelinde daha da güçlenecektir.
2- Kongrelerde gündem olan ve sonrasında sönmeyen tartışmalar, sendikal bürokratların klikleri arasında anlayış farklılıkları esasta öne çıkartmamadan kişisel platformlarda yapılır. Çünkü sendikal bürokratların koltuğunu koruma ya da yeni koltuk kapma dalaşı sebebiyle tartışmalar kişisel düzeyde kalır.
3- Kongrelerde yapılan konuşmalar bir yönüyle de resmi ideolojiye olan güveni tazeleme metinleridir.
Böylece genel kurullar, işçi sınıfının sorunları ve mücadelesinin tartışılmadığı ve iradesinin yansımasının mümkün olmadığı ve hâkim olan biçimde sendikal bürokratlardan, gelecek genel kurula kadar varolacak yöneticilerin seçilmesi için yoğun kulis faaliyetlerinin yapıldığı birer arenadır.

2.7- Yap(ma)dığı eylemler
Başlığa bakarak anlamsız bulmayınız. Çünkü Türk-İş Başkanlar Kurulu tabanın kıpırdanması karşısında eylem kararlan almak zorunda kalır, fakat uygulamazlar. Bu sebeple, yönetimin hem “yaptığı” eylemler olduğu gibi, hem de yapmadıklarını çağrıştırmak açısından ikili anlama gelen başlık koymayı uygun buldum.
Türk-İş yetkili kurullarında, sendikal politikası ile çelişen eylem kararları alır. Bu tür eylem kararları 1984’te başlar ve 1988 yılında yoğunluk kazanır. Kararların tamamen benimsenip uygulandığı söylenemez; sonunda sulandırılıp savsaklanır…
Türk-İş yönetimi, bir yandan bu tür eylem kararları alınması ve sonunda savsaklaması, diğer yandan da hükümet tarafından gereğince dikkate alınmadığı halde sürekli zirve toplantısı yapma ve diyalog peşinde olması sebebiyle Özal, alınan eylem kararlarını dikkate almaz ve bilinen politikasını uygular. Fakat aynı Özal, sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın yapılan 1989 Bahar eylemlerini dikkate almak zorunda kalır.
Bu türden “dikkatlerin” yarınlarda daha da artacağının bugünlerden görünen dinamikleri var… Vay o zaman Özal’ın ya da yerine gelenin haline…
1986 yılından beri zaman zaman daha çok konuşulan ama sürekli sözü edilen “genel grev” konusunun akıbeti malum… Canlı hatıralarda 1988 Şubat ve Kasım eylem kararları da…
Bütün bunlara karşın, gelecekten umutlu olmanın pek çok sebebi var: O da, sınıfın duyarlılığı ve bundan da öte mücadeleye sahiplenmesidir. Zaten eylem kararlarını almayı sağlayan bu dinamiktir. . Bu, bugün alınan kararlan uygulatacak boyutta olmayabilir, ama yarın da böyle olacak diye bir kesin hüküm yoktur; olamaz.
Çünkü Anayasa’nın tüm yasaklamalarına karşın, grev dışı eylemlerin yapılması günlük hayatta toplumsal meşruluk kazanır. İşte bu meşruluk temelinde toplumsal gelişme yaşanır.
Türk-İş yönetimi, hükümetle diyalogları esas alan bir politikayı benimsediği halde, sınıfın tabandan gelişen kıpırdanmaları karşısında önce salon toplantıları düzenlemek ve sonra miting yapmak zorunda kalır. Hatta tabanın tepkisi Türk-İş’e üye sendikaların pek çoğunda farklı düzeylerde olmasından dolayı, Türk-İş yönetimi üye sendikaların yöneticilerine gönderdiği Ocak 1986 tarihli yazıyla (89) uyarır. Yönetim benzer tavrını sürdürmüş olsaydı, sendikacılara karşın yapılan eylemler konusunda hemen hemen her gün uyarı yazısı göndermek zorunda kalırdı. Demek ki, sınıfın eylemleri burjuvazinin ve sendikal bürokratların (Türk-İş ve bağlı sendikaların) tüm saldırılarına karşı toplumsal meşruiyet kazanarak sürer.
Türk-İş’in ve bağlı sendikaların yaptığı eylemler:
1984-11 Mart’ta İzmir’de kapalı salon ve 3 Haziran’da İstanbul’da açık hava toplantısı yapılır.
1985-“İki salon toplantısı yanında ayrıca kısa süreli de olsa Türk-lş yönetimi YHK’dan ve toplu sözleşme görüşmelerinden çekilme kararı alır. Kasım’da yapılan Başkanlar Kurulu toplantısında gelecek yılda yapılacak bir dizi eylem programı belirlenir. Aralık ayında yapılan toplantıda, Şevket Yılmaz’ın konuşması işçilerin “biz hazırız başkanım, ya siz?” diye bağırmalarıyla kesilir ve konuşmasına devam edemez.
1986-Balıkesir (8 Şubat), İzmir (22 Şubat) ve Eskişehir (22 Haziran) mitingleri yapılır. Mitinglerde sendikacıların konuşması sürekli kesilir. Gelişen bu tavır, sendikacıları derin düşüncelere “sevk eder”. Ayrıca Eylül’de yapılacak ara seçim öncesi Samsun, Manisa, Zonguldak ve Gaziantep’te yapılmak istenilen toplantılara izin verilmez. Bütün bunlara karşın, 1985 Kasım’ında alman kararlara uygun bir şekilde 1986 yılının eylemler yılı olduğu söylenemez.
1987-Samsun (26 Nisan), İzmit (10 Mayıs) ve Adana (12 Aralık) mitingleri yapılır. Mersin mitingine izin verilmez. Ayrıca “yürür” görünmek açısından 24 Mart’ta Meclis’e mektup vermek için topluca yürüme girişimi Türk-İş kapısı önünde son bulur. Yine son 14. Kongre’nin sonuç bildirisinde eylem yılı ilan edilen 1987 yılında yapılanlar bunlardan ibaret.
1988-11 Mart’ta yemek boykotu, Sakarya (26 Mart) ve Adana (3 Nisan) mitingleri yapılır. Şubat Bakanlar Kurulu kararma göre yapılmayan eylemler: Mayıs’ta iki saatlik işi bırakma; İstanbul’da (izin verilmezse de, yönetimin isteksizliği de vardı) ve diğer 30 ilde miting yapmaya izin verilmez; 30 Mayıs öncesi süreli ya da süresiz işi bırakma; kamu işverenler sendikasına ortak tavır alma; toplu sözleşmelerin birer yıllık süreli yapma ve toplu sözleşme görüşmelerinde iş ve sendika güvencesine ağırlık verme gibi eylemlerdir.
Hatırlatma: Şubat ’88 eylem kararlarını imzalamayanlardan birisi de Genel Sekreter Emin Kul’dur.
1984-1988 yılları arasında yapılan ya da yapılmayan bu eylemlere ek olarak, her yıl artan sayıda Türk-İş’e bağlı sendikaların greve çıktığı hatırlanmalıdır (özgürlük Dünyası, sy: 9).
Bunlar dışında sınıfın önemli bir dinamiği de sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın başta Anayasa’da ve diğer yasalarda yasaklanan grev dışı eylemler, yaygınlık kazanır.
Yıldırım Koç’un bir çalışmasına göre, 1986 yılında 6 olan grev dışı eylemler, 1987’de 7’ye yükselir (90). Bu iki yıla göre grev dışı eylemler 1988 yılında yüz binlerce işçinin katılımıyla onlarca yapılır (Özgürlük Dünyası, sy: 5).
İşte 1989-Bahar eylemlerinin dinamiğini geçen yılların bu birikimi oluşturur.
Türk-İş ve bağlı sendikalar, tabanın artan kıpırdanması karşısında önce kapalı ya da açık salon toplantıları ve sonra da bazı illerde miting yapmak zorunda kalırlar. Hatta bazı aldığı eylem kararlarını da uygulamazlar.

2.8- Ve Siyasi İlişkiler

Türk-İş’in 7-14 Mart 1966 tarihinde toplanan 6. Genel Kurul’da yapılan tüzük değişikliğiyle kabul edilen “partiler-üstü” politika ilkesi, Amerikan sendikacılığına hâkim olan “tarafsız” politika (91) ilkesinin bir benzeridir. Aslında bu politika, hiçbir parti ile görünürde doğrudan ilişki “kurmadan”, partiler içine sendikal kökenli milletvekilleri aracılığıyla izlediği politikanın desteklenmesi ve hükümetle iyi geçinmeyi içerir. Yani günü kurtarmayı ve iktidarın nimetlerinden yararlanmayı esas alan “partiler-üstü” bir diğer anlatımla partiler “dışı” politikanın özü: “Tarafsızlık” yaftası altında resmi ideolojiyi savunmak ve desteklemektir. Zaten Türk-İş’in “sermayeye yakın-işçilere uzak” sendikal anlayışının gereği, partiler üstü politikadan vazgeçmez.
’80’lerde Türk-İş yönetimi, bu politikaya nasıl bir işlerlik kazandırır?
Her şeyden önce Eylül hükümetine Genel Sekreteri’ni bakan olarak verir ve yürütme organı içinde resmi politikanın belirlenip uygulanmasına ortak olur. Bu bir olgu. Denebilir ki, partilerin olmadığı koşullarda Türk-İş’in bu politikası böyle bir işlerlik kazanıyor. Yine Generaller Konseyinin belirlediği Danışma Meclisi’ne seçilmek için başvuran ve askerlerin kapışım aşındıran 28 sendikal bürokrattan 3 tanesi layık görülür ve Meclis’in çalışmalarına katılırlar.
Anlatımlar ışığında, 1980 Eylül’ünden seçimlerin yapıldığı 1983 yılı Kasım ayına kadar olan dönemde Türk-İş’in partiler-üstü politikası bu biçimde uygulanır.
1983’te yeniden partilerin kurulması ve seçimin gündeme gelmesi üzerine sendikal bürokratlarda yeniden bir hareketlenme yaşanır.
Hareketlenmeyi Sadık Şide; sendikacı kökenli milletvekili seçimi için gizlilik içinde yapılan bir toplantıda, kurulan ve seçime girmesine izin verilen öç, partiye onar isimden oluşan liste verildiğini ve “iktidar olmaya mahkûm MDP’ye başkan (Şevket Yılmaz NO.), gizlilik içinde en sevdiklerini, MDP’Iİ sosyal demokrat Emin Kul’u verdiğini ve ANAP’a ise “en garip, 3. sınıf bir liste” bildirdiğini ve Özal’ın da verilen listeye itiraz ettiğini anlatır (92). Sendikal bürokratların merkezi olarak partilere dağılımın yapıldığı ve bunlardan “destekli” MDP’nin tercih edildiği aradan üç yılı aşkın zaman geçmiş öyle anlatılıyor.
Türk-İş’in bu tavrı Şevket Yılmaz tarafından yalanlanır: “Neticede 6 Kasım seçimlerine gelindi. Biz, Türk-İş yönetimi olarak şu ya da bu partiyi destekleme yoluna gidemiyorduk. O zaman vetoların sayısı artacaktı… Partilerin kuruluşunda açıkça söylüyorum, siyasi tercihini kullanarak bana gelenlerin çoğu mebus olmuştur. MDP içinde sendikacı arkadaşlarımız vardı, seçilemediler” der (93).
Türk-İş yönetiminde o yılları beraber yaşayan iki kişinin (biri Başkan ve diğeri Genel Sekreter) aynı tarihte, 6 Kasım seçimi adayları ve dolayısıyla partileri hakkında söyledikleri birbiriyle çelişiyor. Gerçi Şevket Yılmaz, tercihlerinin olduğu ve bunun da MDP’de yoğunlaştığını açıklamış olmakla, bir anlamda kendisini de yalanlamış olur.
Sendikal bürokratların tarihi, dün yaptıkları ve söylediklerini bugün yalanlama ile doludur. Bu; bilinen birkaçı Şide’nin bakanlığında, Anayasa referandumunda ve 6 Kasım seçimlerinde hep böyle oldu…
6 Kasım seçimleri sonrasında istifa eden Eylül Hükümeti Başkanı Bülend Ulusu, TİSK’e ve Türk-İş’e veda ziyaretleri yapar. TİSK’den Halit Narin, “Türk işverenleri size müteşekkirdir” der. Türk-İş’ten Şevket Yılmaz ise: “38 aylık Başbakanlık müddetince Türk-İş’le diyaloglarım esirgemeyen Başbakanımızın bu ziyareti bir veda ziyareti seklinde değildir… Biz ve kendileri Ankara’da oldukları müddetçe yine diyalogumuz eskiden olduğu gibi devam edecektir… Herhalde iyiden başka bir şey söylenemez… Pırlanta gibi bir başbakanlık yaptığı görülür” diye konuşur (94).
Şevket Yılmaz’ın bu demeci, Eylül hükümeti uygulamalarına verdiği olumlamanın bir başka örneğini oluşturur. Aynı zamanda bunun başta Anayasa, 2821 ve 2822 sayılı yasalar olmak üzere yeniden yasal düzenlemeye de verilen bir olumlama olmadığı söylenemez.
Şevket Yılmaz, “pırlanta” başbakan Ulusu sonrasında, Özal hükümeti ile benzer diyalogu sürdürmediğinden sürekli yakınır (95).
’80’li yıllarda faşizmin artan baskı ve sömürüsü karşısında işçilerin hoşnutsuzluğu gün yüzüne çıkmaya başladığı koşullarda, Türk-lş yönetimi kapalı ya da açık salon toplantıları ile mitingler yapar. Bunda esas dinamiğin, işçilerin artan hoşnutsuzluğu olduğu unutulmamalıdır.
Çalışma hayatını yeniden düzenleyen yasaların yürürlüğe girdiği ’84 yılı sonrasında, kısıtlı uygulaması öngörülen greve katılımın her yıl arttığı dönemde direniş, iş yavaşlatma, yemek boykotu ve işi durdurma vs. oluşan grev dışı eylemler de benzer gelişme gösterir. Bütün bunlar işçilerin artan hoşnutsuzluğunun dışavurumu olup, sınıf mücadelesinin dinamikleridir.
Sınıfın eylemliliğinin arttığı bu şartlarda; sendikaları işçilerin ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini koru(ma)masını öngören 2821 sayılı sendikalar yasasının 37. maddesinde “siyasi faaliyet sürdürmesi” de yasaklanmış olmasına karşın, Türk-İş belki de tarihinde görülmemiş bir biçimde açıktan siyasi olarak nitelendirilecek tavır belirlemeye gider.
Böyle bir gelişmenin ürünü olarak Türk-İş yönetimi, ’80 Eylül öncesi parti yöneticilerine getirilen siyaset yasağının kaldırılması için ’87 Eylül’ünde yapılan referandumdan itibaren, genel siyasi konularda politikasını belirleme ve açıklama tavrını benimser. Burada politikasının sınıfın mücadelesi açısından doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyorum. Belirlemek istediğim; yasaya karşın politikanın belirlenmiş olması, toplumsal muhalefetin boyutu hakkında bilgi veriyor olmasıdır.
’87 Eylül’ünde 80 Eylül öncesinde partiyi yöneticileri olanlara getirilen siyaset yasağı kalksın mı? kalkmasın mı? referandumunda Türk-İş yönetimi, ANAP hükümeti karşısında 14. Genel Kurul sonuç bildirgesine uygun olarak kalkması yönünde politikayı benimseyerek “evet” der. Bunun üzerine acılan dava beraatla sonuçlanır.
Eylül uygulamalarının kalıcılaşması, yeni dönemde kamuda toplu sözleşme alanında yaşanılan başarısızlıklar ve DİSK tabanın önemli bir çoğunluğunun Türk-İş’te toplanması sonucu olarak tabandan yukarıya doğru tepkinin yansıması ve genelinde mücadelenin yükselen konjonktürde olması sebebiyle, Türk-İş bu tür bir tavır belirlemeye girer; devam da eder.
2- ’87 Kasım genel seçimlerinde “ANAP (ya da Özal)a oy yok” sloganı atar ve yayınlarında ANAP icraatına yönelik eleştirilerde bulunur Türk-İş ve bağlı sendikalar.
3- Türk-İş yönetimi ’88 Eylül’ünde yerel seçimlerin erkene alınması için yapılan referandumda ANAP hükümeti karşısında “hayır” oyu kullanılması kararını alır.
Ülke geneliyle ilgili konularda politika belirleyip açıklamasının yapılmasını sağlayan dinamik, bu tür nicel olarak nitelendirilecek gelişmeleri gündeme getiriyor olmasına karşın, ne yazık ki bugün nitel değişmeye sebep olacak güçte değildir.
Bu nicel gelişmelerin öz olarak Türk-İş’in “tarafsız” görünümlü partiler “dışı” politikasını değiştirmeye sebep olacak etkinlikte olmadığı da bir gerçektir. Yani belirtilen gelişmeler Türk-İş’in partiler üstü politikası ile çelişmiyor.

2.9- Zirveler
Türk-İş yönetiminin etkin politikası, hükümet zirveleriyle diyalogu sürdürmek ve böylece sorunların çözümünü sağlamaya “çalışmak” olup her dönem bu politika hâkim kılınır.
Böyle bir politika, öz olarak tabana yani işçilere güvensizliğin bir ifadesi olan sendikal bürokratlardan başkaca da tavır beklenemez. Bu anlamda çalışanlara yani işçilere karşı sürdürülen bir diyalog politikası…
Eylül öncesinde Türk-İş yönetimi hükümetlerle diyalog kurmada zorlanmazken, özellikle ’83 sonrasında birkaç yıl geçmişteki olanlar düzeyinde diyaloglar kurulamaz.
’83-Kasım’ında ANAP’ın hükümet olmasıyla ilişki özde aynı kalırken, bazı farklılıklar gösterir. Çünkü hem sahnede “demokrasi” oyunu oynanıyor, hem de oy potansiyeli açısından toplam nüfusta ücretlilerin payı kentli nüfusun artışına paralel olarak hızla artıyor. Bu sebeplerle toplumsal muhalefetin potansiyelini azaltmak için ANAP hükümeti görünüşte yumuşak bir tavır takınır. Açıktan sendikalar üzerinde bir yandan idari ve mali denetim sopasını kullanırken, diğer yandan izlediği sosyal politika ile resmi sendikasızlaştırma politikasına önem verir. Ayrıca Türk-İş’in yapmak istediği zirveler, ancak hükümetin kendisince belirlediği bir zamanda yapılır. Her zirve sonrasında Şevket Yılmaz istemlerinin gerçekleşeceği konusunda umutlu olduğunu açıklarsa da, yanılan kendisi olur.
ANAP hükümeti malların fiyatlarında ucuzlama yapamaz ama işçi ücretlerinde bir hayli yapar. İşçinin gerçek ücretleri ve ulusal gelirden aldığı payının azalması anlamında ucuz çalıştırılması ile ekonomik krizin yükünü tüm çalışanlar üstlenmiş olur. Bu ucuz işçiliğin varlığı Özal tarafından her vesile ile gündeme getirilir ve yabancı sermaye yatırımlarında büyük bir teşvik ve kolaylık aracı olduğu söylenir. Aynısını Amerikan Express Bankası başkan yardımcısının da söylemesi bir tesadüf değil, taraflarca savunulan bir “fikir birliği”dir. Fikir birliğinin sadece bu konuda olduğu sanılmasın, daha pek çok konuda vardır: Petkim’in bunlara satılmasına kadar vs.
Amerikan Express Bankası başkan yardımcısı George Cormany: “Güçlü bir işgücünüz ve ender rastlanabilecek ölçüde geniş doğal kaynaklarınız var. İşçi ücretleriniz yakın zamana kadar Asya ülkelerinden yüksekti. Bu nedenle de mallarınızın dış dünyada rekabet şansı yoktu. Ama şimdi… düşmüş olması, mallarınız dünya pazarlarında rekabet edebilir hale geliyor” diye ücretlerin düşüklüğünün nimetlerini anlatır (96). Böylece hayali ihracatın sorumlusu da tespit edilmiş oluyor. Ücretler o kadar düştü ki, Türkiye dünya iktisat literatürüne katkı yaparak “hayali mallar” ihraç eder oldu. Bunda ihracatçının hiçbir suçu “yok”, suç düşen ücretlerde.
Ücretlerin düştüğü ekonomik koşullarda işsizliğin varlığı tartışılmıyor, faal nüfusta oranın yüzde 15 mi, yoksa yüzde 22 mi olduğu tartışılıyor. Bu istihdam koşullarında emeklilik yaşı yükseltilir.
Esasta yatırımların yapamamasından kaynaklanan işsizlik, ANAP’ın icraatlarından olan sözleşmeli personel ve “devlet malı deniz…” misali yapılan özelleştirme uygulamaları ile desteklenen bir devlet politikasıdır.
İşte kısaca bazı yönleriyle değinilen politikanın mimarı ANAP hükümeti ile Türk-İş yönetimi halen diyalogdan ve zirveden umutla bahseder, görüşmeler yapar. Bu görüşmeler bir yandan kapalı salon toplantıları ve mitinglerle, hükümetin zirvedeki tavrı sendikalar ve işçiler “lehine” etkilenmeye çalışılır. Ancak zirvelerden hiçbir somut yarar sağlanamaz.
Her görüşme sonrasında Şevket Yılmaz, iyimser umutlarla çıkar ama sonuç malum… Ve bu yapılan tüm zirveler için geçerli bir sonuçtur.
Türk-İş yönetimi ilk zirveyi üç ayı aşkın bir süre Özal’ın kapısında bekleme sonrasında 17 Temmuz 1984 tarihinde yapabilir, Özal’ın erteleme gerekçesi de vaktinin olmadığıdır, yani sendikal bürokratları fazlaca dikkate almaz. Bu ilk görüşme sonrasında her yıl birkaç kere belirli sorunlar için benzer zirveler yapılır.
Sonuç mu?
Zirveye göre yapılan bir şeyin olmadığı halde. Şevket Yılmaz tabana “umutlu” olunması tavsiyesinde bulunur.
Bu anlamda, tabandan işçilerin gelişen mücadelede potansiyelini pasifize etmenin aracı olarak özellikle Türk-İş yönetimi tarafından gündeme getirilen zirveler “umut” dağıtımı ile işçileri oyalayıcı işlevini görür.
(Devam edecek)

KAYNAKÇA:
(Tashih hatalarının olmasına karşın, bir tanesini düzeltiyoruz, 1. Bolümde 4 no’lu referans numarası 21. sayfada 1. sütun ve 1. paragraf sonunda olacaktı, konmamış; düzeltir özür dileriz.)

55- Cumhuriyet, 23 Şubat 1983
56- İŞVEREN dergisi, C.21, sy: 5 Şubat-1983, sf: 22
57- İŞVEREN dergisi, C.22. sy: 3 Aralık-1983, sf. 24
58- Cumhuriyet, 19 Aralık 1983
59- İŞVEREN, C. 22, sy: 5, Şubat 1984, sf. 4-6; Cumhuriyet, 19 Aralık 1983
60- İŞVEREN, C. 21, sy: 8, Mayıs 1983, sf. 29
61- 14 GKÇR-Belgeler, sf. 97
62- Cumhuriyet, 13 Mart 1984
63- Aktaran Görüş dergisi, Aralık 1986, sy: 1, sf: 14.
64- ARAYIŞ dergisi, 18 Nisan 198!, sy: 9, sf. 9
65- 12 GKÇ, sf. 374, 369-370
66- 13 GKT, sf. 57-62
67- Milliyet, 24 Aralık 1983; CumhuriyeT, 24 ve 26 Aralık 1983
68- Cumhuriyet, 25 Aralık 1983
69- Cumhuriyet, 26 Aralık 1983
70- Cumhuriyet, 27 Aralık 1983
71- 13 GKT, sf. 199
72- Erkekçe dergisi, Ağustos 1982
73 13 GKT, sf. 74
74- İbid, sf. 147; Cumhuriyet, 24 Aralık 1983
75- 13 GKT, sf. 112
76- İbid, sf 167-170
77- 12 GKÇ, sf 399-414
78- 13 GKT, sf. 292-306
79- Cumhuriyet, 28 Aralık 1983
80- Cumhuriyet, 29 Aralık 1983
81- Cumhuriyet, 29 Aralık 1983
82- Türk-İş dergisi, Ocak 1987, sy: 208, sf. 31
83- ABD Çalışma Bakanlığı… Eylül 1951, sf. 265 Aktaran, Yıldırım Koç, Bilim ve Sanat Dergisi, Haziran 1983, sf. 42
84- Doç. Dr. Alpaslan Işıklı, Sendikacılık Ve Siyaset, Odak Yay. Ankara, 1974, sf. 192-201
85- TV’de İki Açık Oturum ve Bir Yorum. Türk-İş Yay. no. 104, Ankara, 1976, sf. 60
86- 13 GKÇR-1, sf. 123-124
87- Cumhuriyet, 23-30 Mayıs 1984
88- Cumhuriyet, 20 Aralık 1986
89- Yeni Gündem, 24 Ocak 1986
90- Yıldırım Koç. Günümüzde İsçi Sınıfı ve Sendikalar, Metis Yay. İstanbul. Mayıs 1989, sf. 55-84
91- Doç. Dr. A. Işıklı, age, sf. 488
92- Cumhuriyet, 28 Aralık 1986
93- Görüş, Aralık 1986, sy: 1 sf. 13
94- Cumhuriyet, 1 Aralık 1983
95- 14 GKÇR-Belgeler, sf. 103; Cumhuriyet, 23 Aralık 1986
96- Cumhuriyet, 25 Şubat 1985


EK-1
Türk-İş’te mi Birlik?

Tartışılan konu sendikal birlik olunca, işçi sınıfının sosyal kurtuluşunu kimin savunduğu ya da savunmadığı hemen ortaya çıkar.
Sınıf hareketinin kalıcılığı ya da iz bırakması esas olarak perspektif edindiği anlayışa bağlıdır. O sebeple, sendikal birliğin tanımlamasından ne anlaşıldığı ya da başka “sendikal birlik” deyip altının, nasıl doldurulduğu önem kazanır. Onun için aman nasıl olursa olsun da “birlik” olsun yerine, birliği yaşatacak anlayış öne çıkıyor.
Bu konuda farklı anlayışlardan biri; yeni mevzuatın öngördüğü hükümler, kamu ve özel sektörün örgütsel birliği ve demokrasi mücadelesi Türk-İş’te sendikal birliği zorunlu kılıyor. Yani, Türk-İş’in değişmesi koşullarının varlığı ileri sürülerek, bu konfederasyonda birlik savunulur. Diğer bir görüş ise, Türk-İş’in dönüştürülmesinin mümkün olmadığı için bu konfederasyondan ayrılarak yeni bir konfederasyonun kurulmasıdır. Bu düşünceyi savunanların sesi, bir-iki yıl öncesine göre daha az çıkıyor.
Türk-İş’te birlik diye öne çıkıp bunu da sınıfın mücadelesinin “zorunlu” bir koşulu gibi öne süren düşünce ile Türk-İş’in dönüştürülemeyeceği ve bu sebeple parçalanmasını ve yeni bir konfederasyonun kurulmasını savunan düşüncenin öz olarak; sınıfın mücadelesine uzun erimli bakmayıp kısa vadede oluşumları esas aldıktan anlaşılıyor.
Türk-İş’te birlik diyen görüş üzerinde duracağız:
Sendikal birlik konusuna yığınsal/örgütsel birlik ya da niceliksel birlik olarak yaklaşılamaz; çünkü yığınsal birlik bir sonuçtur. Olması gereken sınıf sendikacılığı ilkeleri doğrultusunda ve bu anlamda niteliksel/sendikal birliğin sağlanmasıdır. Bu halde, yığınsal birliğe ulaşmak da mümkün olacaktır. Çünkü toplumsal gelişmenin dinamiği, sınıf sendikacılığı ilkelerine uygun mücadeleyi esas almaktır.
Aksine herhangi bir sendika ya da konfederasyonun var olmasına bakarak, sınıfın “sendikal” birliği sağladığı iddia edilemez. Çünkü tek amaç, nasıl olursa olun “birlik” olsun; olamaz. Böyle bir birliğin anlamı, sınıf mücadelesinin tasfiyesi ve ücretli kölelik düzeninin sürekli kılınmasıdır.
Bugün sendikal harekete, sendikal bürokratların resmi ideoloji güdümünde sınıf işbirliğini esas alan sınıf düşmanı bir sendikal anlayışı hâkimdir. Böyle bir anlayışa sahip olmak, konfederasyonda birleşmek ya da bir konfederasyon kurmak, sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesi açısından savunulamaz. Çünkü biliniyor ki, sendikal bürokratlar ve sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımını varlık koşulu sayar. O sebeple sendikal bürokratlar arası tercihe ya da rekabete yol açan görüşler savunulamaz.
Tümden Türk-İş’te örgütsel birliğin sağlanması halinde hiç değişiklik olmayacağım tartışmıyor; fakat olabilecek değişikliğin “niteliğini” tartışmak istiyoruz.
Tartışılması gereken konunun da bu olduğu kanısındayız.
Türk-İş’te birliği zorunlu kılan sebeplerin ardından, değişebileceğinin koşullan da sıralanır. İyi güzel de, Türk-İş’in değişmesinden ne anlıyorsunuz? Bir sendikal bürokrat gitsin, diğerinin gelmesi de bir değişiklik. Eğer bunu anlatmak istiyorsanız; “gölge etmeyin, başka ihsan istemez.” Sınıfın gücü ile bir sendikal bürokrata karşı diğerini, hem de “sınıf sendikacılığı” adına desteklemek, mücadeleye sınıfın içinden yapılan bir ihanettir.
’80’li yıllarda sendikal alanda merkezileşme hem yasal mevzuatla hem de fiili olarak desteklenir. Sendikalar mevzuatı, bir sendikanın toplu sözleşme görüşmelerinde taraf olabilmesi yetkiyi almasına bağlı olup bunun için de işkolu düzeyinde yüzde 10 barajın öngörülmesi ve sendikaların işkolu düzeyinde kurulması gibi şartlan zorunlu sayar; ayrıca DİSK’e bağlı ve diğer sendikaların kapatılmış olması da fiili olarak nitelendirilen koşulları oluşturur. Bütün bunlar, bu alanda sendikal değil, örgütsel birliği sağlayan koşullardır. Onun için, özellikle 2821 ve 2822 sayılı yasalar yürürlüğe girdiği yıllarda Türk-İş’e yönelme yaşanır. Bu, bir örgütsel birliktir.
Eylül Karaçalma Kampanyasının “kişiliksiz-tek tipler” yetiştirme anlayışı, toplumsal örgütlerde merkezileşme ve tekelleşmeyi öngörür. Bunun, sınıf hareketinin ve toplumsal muhalefetin yenilgiye uğratıldığı ve dağıtıldığı koşullarda gerçekleştirilmiş olması, birlikteliğin oluşumu konusunda bilgi verir. Bu, sendikal alanda Türk-İş’te somutlanır; bu anlamda örgütsel birlik-tekelcilik, Eylül’ün ürünüdür. Bir yanda bu gelişmeler ve diğer yanda Türk-İş’te birliği savunma, zamanlama açısından çakışıyor olması yoksa bir “tesadüf” mü?
Türk-İş’te olmasından söz edilen dönüşüm yönetim düzeyinde olan değişiklik olarak kavranılamaz. Yani sorun, yönetim düzeyinde değişiklik değil, bugünkü Türk-İş’i var eden sendikal anlayışın değişmesidir. Bu olmadan, yönetimden muhafazakârlar gitsin, sosyal demokratlar gelsin düşüncesi savunulamaz.
Demek ki, sınıf sendikacılığını esas alan ve onun yol göstericiliğinde, içinde bulunulan her alanda ve örgütte mücadele etmek, kavranılması zorunlu bir halkadır. Bu merkezde oluşan birlikler, savunulmalı ve geliştirilmelidir.


EK-2
Soruşturma

Türk-İş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla ilgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yayınlıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne anlıyorsunuz? Türk-İş’te “sendikal demokrasi” nasıl işlerlik kazanıyor?
2. Türk-İş yönetimi uygulayamayacağı ve sonuçta da uygulamadığı eylem programları kararını neden alır?
3. Türk-İş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirir misiniz?

Petrol-İş Sendikası Anadolu Şubesi İdari Sekreteri Yüksel POLAT:
“Türk-İş’te Kastlaşma”

1- Sendikal demokrasiye iki şekilde yanıt vermek gerekecektir. Birincisi: Ülkede sendikal faaliyetin yürütülmesi için demokratik bir ortamın mevcut olup olmadığı; ikincisi: Sendikaların iç yapılanmalarında demokrasinin işleyip işlemediği veya işletilip işletilmediği. Bunlardan birincisi, ülkede sendikal alanda demokratik alanda demokratik yasaların bir bütün olarak varlığından ne yazık ki söz edemeyiz. 982 Anayasası’na bağlı olarak düzenlenen 2821-2822 sayılı Sendikalar Yasası, sendikal hak ve özgürlükleri sınırlamış ve sendikaları “İşçi Savaşlar Derneği”ne döndürmüştür. Bu yasal düzenlemelerde sendikaların kendi içinde yapılanmalarına da doğrudan müdahale edilerek, işçi sınıfının en geniş temel örgütlerinden olan sendikalar birçok ‘noktada işlevsiz kılınmıştır. Mevcut yasaların anti-demokratikliği karsısında yasaların düzenlediği zamanlarda sessiz kalan o günün ve bugünün sendikacıları, “Bu yasalarla sendikacılık yapılmaz”dan öte bir tepki ortaya koymamışlardır.
İkinci ve sorunun bugünü daha çok ilgilendiren bir bölümü ise, sendikalarda, sendikal iç demokrasiden ne anlaşılması gerekir? Mevcut sendikal hareket gerçekten demokratik bir işleve mi sahip, yoksa bürokratik bir yapılanma mı hüküm sürmekte?
Hiç kuşkusuz sendikal (iç) demokrasiden anlaşılması gereken şey, herkesin de söyleye-geldiği “Tabanın (işçi tabanın) her noktada karar ve söz sahibi” olması anlaşılmaktadır. Sendikalarda üye işçilerin iradesine başvurmadan seçilmiş yöneticiler de olsa, kendi başına buyruk davranmamız gerekmektedir.
Sendikalar sınıfı öz örgütü olması itibariyle sınıf karşısında olabildiğince şeffaf olmalı, tabandan gelen her öneri dikkatle ele alınmalı ve sorun her boyutuyla emekçiler önünde açıkça tartışılabilmelidir. Faaliyet kolektifleştirilmeli üye işçilere, temsilciliklere, şube yönetimlerinin asil ve yedek üyelerine çeşitli görev ve sorumluluklar yüklenmeli, yönetimler bürokratik-hantal yapılarından arındırılmalıdır. Günlük işlerin dışında alınacak önemli kararların öncesinde tabanın mutlak onayı alınmalıdır.
Temsilciliklerin oluşumunda atama vb. yöntemler terk edilmeli, delegelerin belirlenmesi de dâhil mutlak demokratik seçimler yapılmalı ve bu yolla oluşumlar sağlanmalıdır.
Bugün ülkemizde sendikal demokrasinin işlevliğini şu veya bu şekilde sürdüğünden ne yazık ki söz edemeyiz. Sendikacılık ülkemizde bir kast görünümündedir. Altlarını öylesine muhkem bir tarzda örmüşlerdir ki, bunları alaşağı etmek de o derece güçtür. Sınıf kendi içinden doğal sendikacı niteliklere sahip bilinçli öncü işçileri ortaya çıkarıp, bu kast karşısında mücadeleyi daha üst boyutlarda sürdürmedikçe, bürokratik sendika ağalığı sürgit devam edecektir. Türk-İş’in niteliği bugün yukarıdaki kast tanımına tamamen uymaktadır. Bu kast sendikal demokrasinin işlerlik kazanmasını da istememektedir. Koltuklarım daha uzun süre korumaya almak için yapamayacaktan yoktur. Bunları alaşağı edecek olan tek yöntem, tabandan gelişecek devrimci-demokratik anlayış temelinde sendikal birliğin en geniş emekçi kitlelerini kucaklayarak tepe noktalarda bulunanları alaşağı etmesidir.
Bunu sağlamak için işçi tabanına seslenerek, yoğun bir bilinç taşınmasından yola çıkmak gerek.
2- Türk-İş yönetimi bilindiği üzere Ocak-Şubat ’88’de bir dizi “eylem kararlan” almak durumunda kalmıştı. Bunlar sırasıyla yemek boykotu, işi yavaşlatma, mitingler düzenleme, salon toplantıları ve en sonunda da genel grev şeklinde kamuoyuna açıklanmıştı. Ancak, daha o günden şunu da biliyorduk, Türk-İş bu kararları alırken samimi değildi. Tabandan yükselen sesler Türk-İş’i bu kararları almaya zorlamıştı. Türk-İş bu kararları alarak hükümete ve iş çevrelerine blöf yapıyordu. Bu blöf görüldü ve Türk-İş sadece yemek boykotu ile yetinmek zorunda kaldı. Oysa sınıf bu eylemleri gerçekleştirmeye çoktan hazırdı. Ancak, sınıfın öncü kesimleri şunu da iyi biliyorlardı; Türk-İş yönetiminin sınıfın ekonomik-demokratik kazanımlarını genişletmek diye bir sorunu da yoktu. Sorun tabanın yükselmeye başlayan öfkesini nötralize etmekten ibaretti.
3- Türk-İş’in sendikal politikası (burada tüm Türk-İş üyesi sendikaları ve bunların ara kademelerinde bulunan kimi iyi niyetli yöneticilerini ayırmak gerekmektedir) işçi sınıfının daha ileri boyutlu mücadelelerinin önünde bir supap görevi görmektedir. Türk-İş’in politikası egemen sınıf politikası ile uyum içindedir. Aslında Türk-İş’in bu yönlü bir politikasının varlığından da söz edemeyiz. Türk-İş işçi sınıfının muhalefetini düzen içinde tutma politikasını esas almıştır. Hatırlanacağı gibi, 1982 Anayasası’na bugünkü Türk-İş başkanı işçiler adına kefil olmuştur. Tüm anti-demokratik sınıfın tüm kazanımlarını bir çırpıda yok eden anayasaya kefalet demek, egemen sınıfların işçi sınıfı düşmanı politikalarının kefaleti demektir.
Türk-İş sendikacılığı salt ekmek olarak algılamaktadır. Onun özgürlük diye bir sorunu da yoktur.

EK-3
Deri-İş Kazlıçeşme Şb. Başkanı Ali GUNDÖĞDU
“Sendikal Demokrasi: İşçi demokrasisidir”

Sendikal demokrasiyi, sendikal örgütlülük içinde tüm karar ve faaliyetlerde en geniş işçi iradesinin yansıması olarak algılıyorum. Sendikal demokrasinin bir başka adı da işçi demokrasisidir. En alt kadrolardan en üst yönetim birimlerine kadar bütün temsilci ve yöneticilerin işçiler tarafından belirlenmesi, gerektiğinde geri çektirilmesi ve kararların aşağıdan yukarıya doğru yaşam bulmasıdır. Aynı zamanda sendikal demokrasi tartışma, eleştiri, ikna ve özeleştiri yöntemlerin uygulanması demokratik merkeziyetçilik ilkesinin yerleşmesidir de. İşçi demokrasisi başta kendi örgütlerinde demokrasilerin uygulanması; giderek tüm toplumda tek ve biricik alternatif demokrasi tanımı olarak yapabiliriz. Sınıf ve kitle sendikal anlayışı sadece kenarında kıyısında değil, sendikal faaliyetin tüm alanında işlenebildiği koşuda sendikal demokrasi gerçekleşir. Kısaca sendikaların mücadele grafiği o sendikanın sendikal demokrasiye ne kadar uygulandığı ile orantılıdır.
Türk-İş’te Sendikal Demokrasi Türk-İş’te sendikal demokrasi sorunu hep olmuş ive öyle de görülüyor ki kısa zamanda çözülmeyeceğe benziyor. Bu durum bugün sadece Türk-İş için değil, Türkiye’deki mevcut sendikal yapılanmaların, hepsinde görmek mümkündür. Hatta olay yalınız salt ülke içinde değil, uluslararası kapitalizmin sınıf içinde yarattığı iltimaslı işçi aristokrasisinin sendikalar içindeki konumu ile de ilintilidir. Türk-İş’te sendikal demokrasinin yerleştirilmesi, işçi sınıfının kendi bilimiyle donatılması ve örgütlenmeliyle oluşturulacaktır.
Bugün Türk-İş ve bağlı sendikalarda tam bir sendikal despotluktan söz edebiliriz; çünkü tüzükleri bu durumun en açık örnekleridir. Seçme ve seçilme sistemi mevcut yasal kısıtlamaların ötesinde bir de tüzüklerle anti-demokratik bir yapı içindedir. Yöneticilere tanınan geniş yetki işyerlerindeki delegelikten başlayarak en üst genel kurullara kadar sendikal demokrasinin olmadığının göstergesidir. Bugün Türk-İş genel kuruluna katılan üst kurul delegelerinin hemen tümü profesyonel sendikacılardan oluşmaktadır. Ayrıca yukarıda da söylediğim gibi işyerlerinde delegeler seçilirken bile yöneticilere yalcın olan en iltimaslı insanlar delegeliğe getirilmektedir. Temsilcilik mekanizması da bu şekilde işlemektedir. Yasa “işyerleri temsilcisini sendika atar” der ama işçilerce seçilmesine engel olmamasına karşın tüm sendikaların tüzüğünde seçim diye bir şeye rastlanılmamaktadır.
Diğer yanda bağıtlanan toplu sözleşmelerde işçilerin görüşüne hiç başvurulmamaktadır. Toplu sözleşmelerin hazırlanmasında bırakın işçilerin görüşünü almayı da, birçok sendikalarda şube yöneticilerinin bile haberi olmuyor. Gerek toplu sözleşmelerde, gerekse alınan kararlarda üyelerin iradesine başvurmayan bir sendikal anlayışın sendikal demokrasiyi uygulamasından bahsedilebilir mi? Yani kararların aşağıdan yukarıya doğru alınmadığı, uygulanması da tüzük ve anlayış gereği engellendiği bir yapıda sınıf çıkarları değil sermaye çıkarlarının korunması anlamını taşır. Durum böyledir diye bu anlayışlara karşı örgütlülük dâhilinde mücadele edilmez anlamı da çıkarılmamalıdır. Aksine, bulunduğumuz alanda başlayarak sendikal demokrasinin adım adım yerleştirilmesi için çaba göstermeliyiz.
Türk-İş Eylemleri Nedenleri
Türk-İş eylemleri bir ihtiyacın ürünü olarak doğdu, ancak hiçbir zaman hayat bulmadı, özellikle 12 Eylül’ün getirdiği işçi haklan üzerindeki tahriplerine karşı uzun süre suskun kalan, hatta taraf olan yöneticiler tabandan gelen sesler üzerine eylemlerden bahsetmeye başladı; Türk-İş. 1986’larda hükümete karşı laftan öteye gitmeyen eylem tehditleri bir-iki göstermelik ve yaptırımı olmayan eylemlerden başka söylenilen, hatta karar altına alınan eylemler bilinçlice engellendi. Bilindiği gibi, 1988’de alınan bir dizi eylem kararlarının büyük çoğunluğu uygulanmadı. Büyük şehirlerde işçi gösterileri yerine işçilerin çok az olduğu illerde birkaç gösteri yapılabildi, örneğin, tüm çabalarımıza rağmen, 1980 sonrasında işçi sınıfının en yoğun olduğu İstanbul’da bir işçi gösterisi gerçekleşemedi ve her defasında Türk-İş’çe engellendi. Genel grevden hep söz edildi, bırakalım uygulanması, genel grevle neyin hedeflendiği bile işçiden saklı tutuldu.
Tüm bunlara karşılık neden eylem kararlarını alır? Türk-İş’in eylem kararı almasının nedeni, sınıfın gelişen tepkisini oyalamaktadır. Nitekim alınan, kararlar kimilerince ayakta alkışlanmış, eylemlerin hayata geçmeyeceğini söyleyen insanlara da tepki gösterilmiştir; hem de sendikal birlik adına. Tüm bunları söylerken doğru tavır alınan, uygulanması gerektiğinde eylemlere en geniş şekilde sahip çıkan yine sınıf öncüleri olmuştur. Sendikal demokrasi sorununda olduğu gibi, eylemler sorununa da Türk-İş’in yaklaşımı sınıfsal niteliğinin yansıma biçimidir. Bana göre sendikal birlik sendika bürokratlarının birliği değil, en geniş işçilerin birliği; sendikal demokraside, aynı şekilde işçi demokrasisinin uygulanma biçimi olmalıdır.
Türk-İş’in Politikası İşçilerin Ekmek ve Özgürlük Sorunu
Türk-İş’in sendikal politikası, işçi sınıfının ekmek ve Özgürlük mücadelesine karşı olan bir sendikal politikadır. “Partiler-üstü” veya “partilere karşı bağımsızlık” politikasının işçi sınıfına değil, sermayeye hizmet ettiği ortadadır. Türk-İş’in “tarafsızlık” politikası altında taraflılığı, ikiyüzlüce gizleme politikasından başka bir şey değil; ekmek ve özgürlük mücadelesi sermayeye karşın dişe diş direnmekle yürütülür.
Bu alanda Türk-İş’in temel felsefesi, sermaye ile uzlaşmak, tabandan gelen tepkilere direnmektir. Bu anlamda Türk-İş, işçi sınıfının ekmek ve özgürlük mücadelesinin yükseltilmesinin önünde engel konumundadır.


EK-4
Tümtis, İstanbul Şubesi Sekreteri Ali KÜÇÜKOSMANOĞLU
“Türk-İş: Sarı-Gangster Sendikacılık”

Sendikal demokrasi; sendikal mücadele ile ilgili her kararda demokrasinin tüm kurullarının işler hale getirilmesidir. İşyeri sendika temsilcisinden, sendika genel başkanın seçimine kadar her aşamada ve sendikal organların işleyişinde biricik kural demokrasi olmalıdır. Ancak, en geniş demokratik işleyiş, demokratik merkeziyetçilikle anlam kazanır. Sendikal demokrasi, sınıfın kuyruğuna takılmak değil, sınıfa devrimci anlamda doğru önderlik yapabilmeyi amaçlamalıdır.
İşçi sınıfı içerisinde, açıklığın, her türden düşüncenin tartışıldığı bir ortamda san-gangster sendikacılık eğilimi güç bulamaz.
Türk-İş’te egemen olan sendikacılık anlayışı, san-gangster sendikacılıktır. San-gangster sendikalarda demokrasinin hiçbir kuralı işlemez. Alabildiğine, bürokratik, kırtasiyeci, merkeziyetçi bir yapı vardır. Bu yapı, kurumlaşmıştır. San-gangster sendikacılığın can düşmanıdır demokrasi.
İşyerlerinde temsilciler işçilerden habersiz atama ile belirlenir. Delege seçimleri göstermelik ve bin-bir çeşit dalavere ile yapılır. Birkaç bin kişinin çalıştığı işyerinde seçime 200 kişi katılır. Ya da oyların sayımı sendikada yapılır. Kaldı ki, genel kurul öncesi işyerlerinden işverenlerle bir olup öncü-devrimci işçiler işten attırılır. Ve genel kurullara “sorunsuz” gitmek amaçlanır, örneklerini geçmişte bugün sarı-gangster tüm sendikalarda yaşıyoruz. Tüm bunlara karşın yönetime gelen devrimci-demokrat güçlerin geldiği şubeler ya feshedilip başka şubelere bağlanır, ya da yöneticilere profesyonellikleri verilmemeye, çalıştırmamak için her türeden engel getirilmeye çalışılır.
İçerisinde yaşadığımız yerli-yabancı para babaları düzeninin ve siyasi iktidarın baskısına, zulmüne karşı koyabilecek tek toplumsal güç, işçi sınıfımızdır. Bundan dolayı da işçi sınıfı içerisinde devrimci bir potansiyeli ve dinamizmi barındırır. Sınıfın yükselen mücadelesi, ister istemez sarı-gangster sendikaları ve Türk-İş’i de etkiler. Etkilenme ile birlikte Türk-İş bir-iki demeçle durumu idare etmeye çalışır. Belirli bir aşamaya gelindiğinde ise eylem kararları alır. Alınan eylem kararları bir-iki ertelemeyle başlar ya da başlamadan sona erer.
Sarı-gangster sendikacılığın ve de Türk-İş’in “sınıf ihaneti” yüzü bu aşamada ortaya çıkar. Çünkü sınıfın ivme kazanmaya başlayan mücadelesi, sarı-gangster Türk-İş yöneticileri tarafından ihanete uğratılır. Sınıfın sınıf kini, mücadeleye, örgütlü güce güveni kaybettirilmeye çalışılır.
Türk-İş böyle davranmakla sarı-gangster işlevini eyerine getirir. Sınıfın yükselen mücadelesi pasifize edilerek sermayeye hizmette kusur edilmemiş olunur.
Türk-İş’in sendikal politikasının özünü, uzlaşma ve ihanet oluşturur. Bu politika ile işçilerin, ekonomik-demokratik ve de özgürlük mücadelesi bir adım ileriye götürülemez, pasifize edilir.
Sınıf içerisinde nicel anlamıyla büyük bir çoğunluğu içerisinde toplayan Türk-İş’in sendikal politikasının yine sınıf içerisinde teşhir edilmesi gerekir. “En geri sendikalarda çalışma yapılmalıdır” ilkesine bağlı kalmalıyız. Ancak, bir yandan bunu yaparken diğer yandan devrimci sendikal anlayışa hizmet edecek her türden sendikal çalışmayı da gündemde tutmalıyız. Türk-İş dışındaki sendikalarda da çalışmak, yani konfederasyon çalışması vb. gibi.
Sınıf içerisinde egemen olan sendikacılık anlayışının (san sendikacılık) teşhiri ve sınıfın içerisinde devrimci sendikacılık eğiliminin belirleyici duruma gelmesinin yolu, devrimci hareketin sınıf içerisinde güçlenmesine bağlıdır.
Sınıfın siyasi önderliğe kavuşabilmesi durumunda, sendikal mücadele alanındaki olumsuzluklar da aşılacaktır.

Ekim 1989

‘80’lerde Türk-İş

2.10-Sermayenin Örgütsel Birliğine Destek

Burjuvazi, sermayenin “fiili” birliğini sağlamak için kamu ve özel sektörün mesleki ve sendikal örgütlerinde bütünlüğünü/birliğini savuna-geldiği bilinmektedir. Böylece işçi-işveren ilişkilerinde ülke düzeyinde her politikanın ‘belirlenmesi’ ve ‘uygulamasında’ yaşanılan ‘eksikliklerin’ hiç yaşanmaması hedeflenmektedir.
O sebeple, özel sektörün sendikal örgütü TİSK-‘birlik’ konusundaki istemini “80’li yıllarda daha çok gündeme getirir. TİSK Başkanı Halit Narin, sendikanın 15. Genel Kurulunda (17-18 Aralık 1983-Ankara), işverenlerin kamu ve özel sektörü ayrımın yanlış olduğunu vurgulayarak bunu gidermenin yolu; suni ayrıma son vererek ‘bütünlüğü sağlamaktır’ diye konuşur.
‘60’lı yıllarda sermaye birikimin gelişmesine bağlı olarak, geçmişte dernekler biçiminde örgütlenen her işkolunda özel sektör işverenleri (sınıfsal planda tekelci burjuvazi), 1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile sendikal örgütlenmeye giderler. Böyle bir gelişmenin sonunda, ülke düzeyinde merkezi işveren sendikal örgütü TİSK kurulur.
Kamu sektörü işverenleri ise ’80’li yıllarda örgütlenirler; 1986 yılı şubatında TÜHİS (Türkiye Maden Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenler Sendikası) ve Kamu-İş (Kamu İşletmeleri İşveren Sendikası) kurulur. TÜHİS’in 65, Kamu-İş’in 102 ve bir diğer kamu işveren sendikası Türk Kamu-Sen’in (Türkiye Maden, Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenleri Sendikası) 100 üyesi vardır. Böylece kamu sektörü bütün olarak sendikal kapsama alınır.
Sonradan bu kamu işveren sendikaları TİSK’e üye olur ve hatta Karabük ve İskenderun Demir Çelik Fabrikaları işletmesi de doğrudan özel sektörün bir sendikal örgütü MESS’e üye olmak kaydıyla, TİSK’in örgütsel çeperine katılır.
Bu oluşumla, ’80 sonrası ekonomik ve siyasi yapılanımda artan tekelleşmeye bağlı olarak, işçi sınıfına karşı tekelci sermayenin açıktan cephesel birliği netlik kazanmış olur.
Çalışma açısından önemli olan sermayenin anlatılan bu birliğine karşı Türk-İş yönetimin izlediği politikanın ne olduğudur?
TİSK’in 15. Genel Kurulu’nda ele alınan çalışma mevzuatındaki eksikliklerden bir tanesi de, kamu ve özel sektör işverenlerinin örgütsel birliğidir. Aynı genel kurula sendikal bürokratları temsilen katılan ve konuşan Şevket Yılmaz; check-off sisteminin kaldırılması hariç, işverenlerin bütün istemlerinin gerçekleştirilmesi taraftan olduğunu söyler. Böylece Şevket Yılmaz şahsında temsil ettiği anlayış ve örgütsel yapının, kamu ve özel sektör işverenlerin örgütsel birliğine taraftar olduğunu öğreniyoruz. Bununla hem kamu işverenlerin sendikal örgütlenmesine hem de TİSK’e katılmalarına “evet” demiş oluyor, Şevket Yılmaz.
Bu anlamda; kamu işveren sendikaların TİSK’ e katılmaları sebebiyle, bir milyona yakın kamu işçisi için bir anda yine işçilerden alınan vergilerin kaynağını oluşturduğu milyarlarca paranın lokavt fonuna akmasına ve greve çıkan işçiye karşı kullanılmasına da “evet” demiş oluyorlar. Hatta Şevket Yılmaz yaptığı bir konuşmada, kamu işveren sendikaların TİSK’e katılmasını olumlu bulur; çünkü “en azından yaşantısında bir defa bile fabrika kapısından içeri girmemiş insanlardan kurtulmuş oluyoruz” diye, sevinçle açıklar.
Sermayenin cephesel birliğini bu biçime değerlendiren bir sendikal anlayışın, işçi sınıfın “içinde” ama ona karşı sermayeden yana tavır almış olduğunu anlamak için hiç mi hiç “mahir” olmaya gerek yoktur; her şey ortada…
Sermayenin kökeni açısından kamu ve özel sektör ayrımına karşın, yaratılan bu cephesel birlik; işçi sınıfın gelişen ekmek ve özgürlük mücadelesine karşı, sermayenin kendi etkin konumunu daha da pekiştirmenin karşı bir aracı olarak gündeme gelir. Buna Türk-İş Başkanı şahsında sendikal bürokratlar “evet” demiş olmakla; esasta sahip oldukları işlevleri sermayenin denetimi ve güdümünde, işçilere karşı olduklarını ifşa etmiş oluyorlar. Gerçekleşen de budur.
2. 11- Toplu iş sözleşmesi politikası
’80 sonrasında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesinde, YHK vasıtasıyla zorunlu tahkimi öngören bir “toplu pazarlık sistemi” benimsenir. Bu oluşum, esasta doğrudan kendi konumuyla ilgili konuları gündeme getirme ve diğerlerini “yasak-savma” yöntemiyle savsaklama, Türk-İş yönetimi şahsında sendikal bürokratların belirgin politikasıdır.
Yeni düzenlemenin gereği olarak hazırlanan yasaların yürürlüğe girdiği 1984 yılı ve sonrasında da Türk-İş yönetimi; toplu sözleşmelerde geçmişten gelen hâkim anlayışıyla hareket eder ve yukarıdan üst-düzey ilişkileri çerçevesinde görüşmeler yapma ve toplu sözleşmeleri bağıtlama gayretleri beklentilerini “cevaplar” düzeyde olmaz. Ayrıca sendikal bürokratlar, varolan haliyle de grev uygulamasına yaraşmazlar ve hatta greve çıkmayı “enayilik” olarak görürler. Bununla sendikal bürokratlar, grevin ne kadar “uygulanırlığı” ya da “uygulanmazlığı” konusunun yaşamda gösterilmesi taraftarı olmazlar.
Sonuçta: Burjuvazinin ücret politikasına uygun belirlediği artışlar ve diğer haklar zorunlu tahkim aracı YHK tarafından bağıtlanan toplu sözleşmelerde yer alır.
Bu anlamda her bir sözleşme, yeni bir  “satış” sözleşmesi olarak gündeme gelir…
Bunun sonucu olarak, ’84 öncesinde olduğu gibi sonrasında da hem ulusal gelirde ücretlilerin payı azaldı ve hem de ücretlerin alım-gücü sürekli düştü.
Bütün bunları yaşayan sendikalı işçilerde önceleri varolan, Eylül Karaçalma Kampanyası uygulamalarında “kaybetmiş olduğumuz hakları, yeniden başlayan toplu pazarlık düzeninde alabiliriz” düşüncesi yerini yavaş yavaş “alamıyoruz’a” bırakır.
Bu dinamik temelinde; Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar vs. yaşanılan grevler ve yasal meşruluğu olmadığı halde, toplumsal meşruluğun ürünü olarak yaşama ortamı bulan ve artan “grev dışı eylemler” sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın yaşanır…
Bu süreç; sınıfın yükselen mücadelesinin dinamiği olur ve ’89-Bahar eylemlerine gelinir. Sonrası gelişmeyi yaşıyoruz…
Türk-İş bürokratlarının işçileri ve gücünü dikkate almadan üst-düzey ilişkileriyle toplu sözleşmeleri bağıtlama politikası, ’80’lerde yaşama ortamı bulamaz. Çünkü bu yıllarda sermayenin belirlediği yeniden birikim politikası sebebiyle, geçmişte izlediği toplu sözleşme bağıtlama politikasını değiştirir ve özellikle sendikasızlaştırma politikasını izler.
İşçilerin bütünsel gücü ve çıkışı, yarınlara şenlikli yürümenin dinamiğini oluşturuyor.
2. 12- Grev tartışması
Yeniden yasal düzenlemede hak grevi yasaklanarak kısıtlı koşullarda yalnızca menfaat uyuşmazlığı halinde öngörülen grev, sendikal bürokratlar tarafından başlangıçta uygulanamaz ve toplu iş sözleşmesinde etkili olmayan bir mücadele biçimi olarak değerlendirilir.
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 1985 Eylül’ünde yapılan Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası’nın bir seminerinde, bu kanunlarla “grev yapılamaz” diyerek, şöyle devam eder: “Yapma cesareti bulan insan, çok büyük kahramandır. Ben kendimde bu kahramanlığı göremiyorum. Öylesine ustaca düzenlenmiş ki, uluslararası normlara aykırı düştüğünü söyleyemiyoruz. Böyle gitmez. Vallahi gitmez, billahi gitmez. Ben samimi söylüyorum gitmez. Sendikaları aslan terbiyecisi gibi terbiye etmeye kalkarsanız, billahi gitmez”. Arkasından işkolu düzeyinde yüzde 10 barajını getirenden Allah razı olsun diye ekler. Daha sonra konuşan Şevket Yılmaz da aynı görüşleri paylaştığını söyler. (97)
Aynı Türk-İş’li bürokratların, çalışma hayatıyla ilgili yasaların kabulünde tavrı biliniyor (Özgürlük Dünyası, sy:11). Ayrıca 1983 Aralık ayında TİSK’in 15. Genel Kuruluna katılan Şevket Yılmaz, yaptığı konuşmada, Halit Narin’in ileri sürdüğü önerilere “evet” der; bunlardan birisi de grev ile ilgili olandır. Grevlerin 60 günden fazla sürmesinin önlenmesi ve bu sürenin aşılması halinde toplu iş sözleşmesinin direkt YHK tarafından bağıtlanması ve grev süresince sendikaların işçiye zorunlu olarak yardım etmesidir (Özgürlük Dünyası, sy:12). Böylece grevlerin en fazla 60 gün olması ve devamında YHK’nın zorunlu olarak girmesi öngörülür. Ayrıca sendikaların maddi imkânlarıyla grev süresi ve katılımı arasında zorunlu kılınmak istenilen ilişkiyle, grevin uygulanmaması savunulur.
Mevzuatta kısıtlı koşullarda uygulanması öngörülen grevin daha da kısıtlanması taraftarıdır, Şevket Yılmaz şahsında sendikal bürokratlar. Çünkü her eylemin varlıklarının temelindeki çivilerden bir ya da birkaçının sökülmesi olduğunu biliyorlar.
2822 sayılı Grev, Lokavt va Toplu Pazarlık kanunun kabulünden iki yılı aşkın sürenin sonrasında, Türk-İş yönetiminin ortak görüşü olarak değerlendirebilecek düşünce, Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından da paylaşılır. Gerçi bu düşüncelerini ’85’lerde biraz da “şaşkınlıkla” ifade ederler. Önceden yasaların hazırlandığı sırada yasada öngörülen grevin nasıl uygulanacağı bilinmiyormuş gibi.
Sendikal bürokratlar, grevsiz toplu iş sözleşmesi imzalamayı esas alan bir faaliyet içinde bulunurlar. Fakat sınıfın tabanından artan mücadeleci potansiyelin ve sendikal örgütlenmenin şube düzeyinde devrimci ve demokratların etkinliğiyle, tüm kısıtlı uygulama koşullarına karşın, grev silahına sahip çıkılır. Grev mücadelesinde, ’87 yılı bir dönüm noktası olur; özellikle Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar grevlerinin başarılı birer sınav olmasıyla, grev sermayeye karşı etkin bir şekilde kullanılan bir mücadele biçimi oldu.
Böylece sendikal bürokratların maskesi düşer.
Bu sürecin yaşandığı dönemde Türk-İş yönetimi zirve yapmak için ANAP hükümeti peşinde koşturur ve ‘dağ fare doğurdu’ misali zirveler sonuçsuz kalır.
İşçi sınıfı sendikasından aylık nakdi yardımı ya hiç almadan ya da cüzi bir miktar alarak yasalara karşı grev mücadelesinin sahiplenme bilinciyle davranır, ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünlüğünden esasta ekmek mücadelesi ön plana çıkar.
Böylece sendikal bürokratların ‘grev yapılamaz’ ya da ‘yapan kahramandır’ gibi düşüncelerinin sermayeye hizmette kusur etmeme anlayışının ürünü olduğu, sınıfın mücadeleyi sahiplenmesiyle bir kere daha anlaşılır.
2.13- Sendikal demokrasi
Sendikal örgütlenme içinde yaşama hakkı bulan “demokrasi’ var olduğu ekonomik ve siyasi yapılanımdan soyutlanamaz. Yani bir örgütsel yapılanımda taraf olan kişilerin/tabanın iradesinin ve örgütsel yapıya hâkim işleyişlerin bir bütün olarak hayat bulan “demokrasi”, temelinde var olan siyasal rejimden dışlanamaz.
Bu anlamda işçilerin kitlesel örgütleri sendikalar, iradesinin örgütsel yapıya yönlendirilmesinin mekanizması olan sendikal demokrasi, esasında emeğe dayanan ekonomik ve siyasi bir yapılanımda yaşama hakkı bulur. Öncesinde filizlenmesinin mücadelesi verilir. Günümüzde “demokrasi”, belli sürelerle yapılan seçimlere, emekçi halkın kısıtlı halde “seçilme” ve esas olarak “seçme” hakkıyla katılımıdır. Bu yeterli değildir. Çünkü seçme hakkı kadar, seçilme hakkının da olması ve seçtiğini denetleyebilme ve hatta geri alabilme hakkının dahi bulunması, yani tabanın “aktif bir biçimde söz ve karar sahibi” olması halinde, gerçek anlamda demokrasinin varlığından açık bir anlatımla emeğe dayanan bir siyasi yapılanımdan söz edebiliriz. Aksi halde söz edilemez. Bu ise, emeği en kutsal değer olarak gören işçi demokrasisidir.
Onun için ” seçme” ve kısıtlı halde “seçilme” hakkının varlığı, siyasal rejimi, emeği en kutsal değer olarak değerlendiren demokrasi diye nitelendirme sebebi olamaz. Günümüzde sendikal örgütlenmeler belirtilen anlamda “seçme” ve “seçilme” hakkının varlığı da, sendikal demokrasinin kıstası olamaz. Çünkü bu, tam anlamda örgütsel tabanın ortak iradesinin örgütsel yapıya yansıma mekanizması değildir.
Değildir; çünkü sendikacıların sermayenin denetiminde ve güdümünde, resmi ideoloji doğrultusundaki faaliyeti varlık koşulu sayması, toplumsal iradenin örgütsel yapıya yansıması önünde esasta bir engeldir. Peki, bugün sendikalarda yaşanan farklı mı? Hiç de değil…
Türk-İş özgülünde “sendikal demokrasi”: 1979 yılının 16-22 Nisan tarihlerinde Ankara’da yapılan 11. Genel Kurula,11. Genel Kurul Çalışmaları adlı Türk-İş yayınında 312 delegenin katıldığı yazıldığı halde, Toleyis’ de dikkate alındığında toplam delege sayısı 313 olur.
1982 yılının 24-28 Mayıs tarihleri arasında yapılan 12. Genel Kurula ise 318 delege katılır.
11. Genel Kurula katılan delegelerden 133 tanesi 12.Genel Kurula da katılır ve bu toplamın yüzde 42’sidir. Genel Kurula katılan delege sayısı 20 ve daha fazla olan 4 sendikada (Maden Federasyonu, Tek Gıda-İş, Teksif ve Türk Metal) aynı oran ortalama yüzde 44.3 iken, 10 ve daha fazla delegesi olan toplam 8 sendikada ortalama yüzde 35.5 olup, diğer 20 sendikada ise yüzde 54’dür.
13. ve 14. Genel Kurulun hem çalışma raporunda ve hem de yayınlanan tutanağında (ki 14. Genel Kurulun tutanağı yayınlanmadı) delege isimleri yayımlanmadığı için, benzer bir çalışma yapma olanağı bulamadım.
Bu durumda, 11 ve 12. Genel Kurullar dikkate alındığında delege toplamının beşte ikisinin aynı isimlerden oluştuğu anlaşılır.
Ayrıca, hem katılan delegelerden kaçının halen bilfiil üretimle ilişkisini sürdürdüğünü bulmak hem de Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticilerinden yüzde kaçının değiştiği ya da değişmediğini hesaplamak için delegelerin konumlarıyla ilgili bir çalışma yapmayı düşündüğüm halde, veri yetersizliğinden dolayı yapamadım. Çünkü delegelerin konumuyla ilgili hem açıklayıcı bir not olmaması hem de o dönemlere ait Türk-İş Teşkilat Albümünü bulamamam sebebiyle, düşündüğüm çalışmayı gerçekleştiremedim.
Fakat gazeteci Rafet Ballı’nın Türk-İş’in Genel Kurula katılan delegelerin konumlarıyla ilgili yaptığı çalışmaya göre (98):
1-Türk-iş’e bağlı 33 sendikanın toplam 202 Yönetim Kurulu üyesinden yüzde 35.6’sı yani 72 tanesi değişirken, geriye kalanı değişmez aynen yerlerini korurlar.
2-Türk-iş Genel Kuruluna katılan 392 delegeden, 384’ü sendikalar tarafından seçilir ve geriye kalan 8’i doğal delegedir. (Yönetim ve denetleme kurulu üyeleridir). Seçilmiş görülen 384 delegeden yüzde 82.8’i yani 318’i fiilen profesyonel sendikacı olup, geriye kalan ise ya emekli olan ya da seçimi kaybeden profesyonel sendikacıdır; 11 sendikanın (Belediye-İş, Demiryolu-İş, Denizciler Sen, Dok Gemi-İş, Haber-İş, Hava-İş, Likat-İş, Selüloz-İş, Türk-Sen, Tes-İş ve T. Maden-İş) toplam 108 delegesinin tamamı fiilen profesyoneldir.
Bu yıllarda bir işçinin ortalama aylığı 80 bin iken, profesyonel sendikacının ki ise 300-600 bin TL arasında değişir.
Delegelerin sınıftan ve üretimden fiilen kopmuş profesyonel sendikacıların olması sebebiyle, Genel Kurul salonunda ne kadar “işçi sesinin” duyulacağını düşünmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Yani katılanların işçi olmamasından dolayı, konuşanların da işçi olmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş genel kurullarına katılan kadın delege hiç yoktur.
Anlaşıldığı üzere, kadınıyla ve erkeğiyle bilfiil çalışanın temsil edilmediği Türk-İş genel kurulları, bürokratların/profesyonel sendikacıların koltuk kapma ya da koltuğu koruma arenası olur.
Onun için koltuğu kopan, hiç bırakmıyor.
Türk-İş’in kurulduğu 1952 yılından 1960’a kadar, 4 genel başkan, 6 genel sekreter ve 2 genel mali sekreter görev değişikliği yaparken; sonrasında, bugün devam edenler hariç olmak üzere, 20 yılı aşkın süre içerisinde, 3 genel başkan,2 genel sekreter ve 1 tane mali sekreter görevini, daha doğrusu koltuğunu bırakır. Genel başkanlıkta 14 yıl (1960-1974) süre Seyfi Demirsoy rekoru elde tutarken, bunu 5 yılla (1974-1979) Halil Tunç izler. Yine Halil Tunç 14 yıl (1960-1974) süre ile genel sekreterlik rekoruna sahipken, O’nu 12 yıl (1974-1986) süre ile Sadık Şide takip eder. Görev süresi açısından aşılmaz rekor, 33 yılla (1953-1986) genel mali sekreterlik görevinde bulunanca Ömer Ergun’a aittir.
1966 yılı sonrasında İcra Kurulunda genel eğitim ve teşkilatlandırma sekreterlikleri görevlerine yer verilir. Bunlardan 14 yılla da (1972-1986) Kaya Özdemir genel eğitim ve 13 yılla da (1966-1979) Ethem Ezgü teşkilatlandırma sekreterliğinde rekora sahiptirler.
Türk-İş yönetiminde, bu rekorlara ek olarak bir de kendi sendikalarından görev süreleri dikkate alındığında, profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat denilen bir kastın varlığından bahsetmek hiç de abartma olmayacaktır. Böyle bir işleyişin hâkim olduğu sendikal yapıda delegelerin seçilmiş olması hatırlandığında; “sendikal demokrasi” açısından seçimin fazlaca öneminin olmadığı anlaşılır. Yani seçim, demokrasi için gerekli fakat yeterli değildir.
Türk-İş genel kuruluna profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat olmayan birisinin katılımının bu biçimde fiilen engelleniyor olmasının anlamı: Bu sosyal ve siyasal koşullarda, tezgâh başında çalışan bir işçinin Türk-iş’e yönetici olamayacağıdır.

3-TÜRK-İŞ/AAFLI İLİŞKİSİ
3.1-AAFLI Nedir? Ve Çalışma programı

Sosyalizmi öznelden öte gerçekleşen bir sistem olmasının İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist mali sermaye cephesinde yarattığı korku sebebiyle, sıcak savaş yerini soğuk savaşa bırakır. Başını da dönemin galip ülkesi Amerikan emperyalizmi çeker. Bunun gereği olarak uluslararası yeniden düzenlemede başrolde oynayan ABD’nin, pazarında etkin olduğu ülkelerde kurduğu ilişki ağından birisi de sendikal alandır; bunu sendikal örgütü AFL-CIO (Amerikan işçi Federasyonu – Sanayi Örgütleri Kongresi) aracılığıyla yapar. Sadece bu örgütle sınırlı değildir; birlikte koordineli olarak İCFTU, AİD (ABD-devlet kuruluşu), o ülkedeki çalışma ataşeleri ve diğer görevlilerle (ABD’li öğretim üyeleri, yurtdışı gezileri ve eğitim çalışmaları vs.) birlikte çalışır.
Bu koordineli çalışmada, dönem dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla öne çıkabilir, ya da bir yeni teşkilatlanmaya gidilebilir. Böyle bir zorunluluk sebebiyle,.sendikal alanda, Amerikan emperyalizmine karşı dünya halklarının verdiği bağımsızlık mücadelesinin yarattığı teşhire bağlı olarak bölgesel düzeyde ülkelerle yakinen ilgilenmek amacıyla, sendikal örgütü AFL-CIO bünyesinde Afrika, Latin Amerika ve Asya kıtası için üç enstitü kurar.
Kendi yayınına göre “hürriyet ve demokrasiyi sendikal hareketin varlık koşulu sayan” ya da diğer bir anlatımla sermayenin güdümünde sendikal faaliyeti esas alan AFL-CIO; 1962 yılında Hür Sendikacılığın Gelişmesi İçin Amerikan Enstitüsü (AIFLD), 1965’te Afrika-Amerikan Hür Çalışma Merkezi (AALC) ve 1968’de Asya-amerikan Hür Çalışma Enstitüsü’nü (AAFLI) kurar ve faaliyetini sürdürür. Bu, bir anlamda dünyanın kendi yapısı içinde sendikal alanda paylaşılmasıdır. Böylece Amerika’nın dış işleri ya da mali kuruluşları gibi sendikal alan açısından dünya ülkeleri ile yakinen ilgilenme sonucu faaliyetini daha düzenli yürütülmek ve etkin olabilmek amacıyla, aynı sendikal yapı içinde paylaşılması gerçekleştirilir.
Çalışması açısından AAFLI üzerinde yoğunlaşacağız.
AAFLI, “Asya’da işçilerin kuvvetli, bağımsız ve hür sendikalar kurmak ve toplumu desteklemek amacıyla” kurulduğunu açıklar. Bunun için ilişkide bulunduğu ülke ya da ülkelere “kuvvetli ve bağımsız” sendikalar kurmak adına teknik ve mali “yardımlarda” bulunur. Aslında AAFLI bu alanı, Amerikan emperyalist sermayesinin güdümü ve denetimi altına almanın doğrudan örgütlenmesi olarak gündeme gelir. Bunu, AAFLI yetkililerinin açıklaması doğrular.
AAFLI’nın faaliyetini bu enstitünün Türkiye Direktörü Riley şöyle anlatır: Enstitü “Amerikan işçi hareketi ile Asya’daki sendikalar arasındaki işbirliğini simgeler” ve işçilerin kuvvetli, bağımsız, hür sendikalar kurmaları için işçilere ve ailelerine uzmanlık, teknik ve malzeme yardımlarında bulunur. “AAFLI ve Türk-İş sendikal araştırmalar, uluslararası ilişkiler ve basınla ilişkiler gibi çeşitli çalışmalarda işbirliği yapmışlar ve bu programlarla AAFLI gayesine ulaşmayı” esas almıştır.(99)
Direktör Riley’in sözlerinin dikkatle incelenmesi halinde, işbirliği, yardım ve “hür sendikalar kurma” girişimlerinin tek amacı, belirlenen program çerçevesinde “AAFLI gayesine ulaşmayı” hedef almasıdır. Ne adına olursa olsun, diğer bir ülkede yapılan faaliyetlerin tek ve değişmez paydası. AAFLI’nın belirlediği hedef olmaktadır. Peki AAFLI’nın bu türden faaliyeti sürdürmesinde amacı nedir? Y da neden bu türden faaliyetleri sürdürmeyi esas almıştır?
AAFLI, Amerikan hükümetinin mali desteğiyle (ayrıca incelenecek, N.O.) ayakta duran vakıf statüsünde bir kuruluş olup; bu hem “Amerikan dış politikasını yürütmenin” (100) ve hem de Amerikan egemen sınıflarının çıkarlarını savunmanın aracı kuruluşudur (101) Belirlenen bu amaca uygun faaliyeti CIA güdümünde sürdürdüğü konusunda pek çok yayın vardır (102). Kısaca amacı bu biçimde formüle edilen AAFLI’nın herhangi bir ülkede (Söz konusu Türkiye) faaliyette bulunmasının ana gayesi, o ülke sendikal hareketini Amerikan mali sermayesi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek çabasında bulunmasıdır. Ki bu konuda AFL-ClO ile ilgili pek çok örnek ve belge (103) vardır. Böyle bir faaliyeti esas alan AFL-CIO enstitülerine yalnızca Amerikan hükümeti yardım etmez, aynı zamanda Amerikalı bazı ünlü sermayedarlardan ve çokuluslu şirketlerden de yardım alırlar.
Amerika’da sendikalar “ABD’nin diplomatik görevlilerinin bir parçası gibi hareket” ettiler ve sık sık bir başka ülkede, bu ülkenin sendikal hareketine önceleri açıktan zarar veren gelişmelere sebep olmaları üzerine, sonradan “biçim” değişikliğini benimsediler. Fakat bunun da yeni bir olgu olduğu söylenemez. “Bunların ortak özelliği ulusal çıkarlar ve faaliyetlerin ikili ilişkiye dayalı niteliğidir.” Bir ülkenin dış politikası kisvesi altında faaliyet sürdürülecekse, ilişkilerin ikili nitelikte geliştirilmesi son derece önemli olur.(104). Çünkü bu haliyle ilişkilere, karşılıklı çıkarları gözetme adına resmiyet kazandırılır.
AAFLI’nın ikili anlaşmalara sadık kalarak faaliyet gösterdiği ülkelerden bazıları: Filipinler, Güney Kore, Bangladeş, Tayland, Endonezya, Hindistan, Pakistan ve Türkiye, vs.
İlişkide bulunduğu ülkelerde faaliyetini sürdürürken belirlediği çalışma programı:
1- Eğitim projeleri: Bunların amacı sendikal hayatı doğrudan doğruya etkileyecek sosyal, ekonomik, teknik ve hukuki konularda işçilerin “güçlü bir sendikal anlayışı” geliştirip, savunabilecek bilgi ve tecrübeyi aktarmak olarak açıklanır. Aslında bununla, sendikal bürokratların ideolojik ve siyasi olarak yetiştirilmesi ve beslenmesi/eğitilmesi amaçlanır.
2-Toplumsal projeler: işçi klinikleri, işçi eğitim merkezleri, sendika kütüphaneleri, köy okulları ve kültür merkezleri gibi yerlerin inşa kuruluş ve çalışmalarını düzenleme gayreti gösterilir. Bununla esasta ikili ilişkilerin sadece sendikal bürokratların eğitimi ve diğer sosyal ihtiyaçlarını karşılama ile sınırlı olmadığı gösterilmeye çalışılır. Diğer bir anlatımla esas amaç daha da maskelenir.
Amerikan bölge politikasına uygun faaliyet sürdürmeyi esas alan ve burjuvazinin maddi desteğiyle yaşayan paravan örgüt AAFLI, ülkelerde yaptığı ikili anlaşmalar çerçevesinde ve toplumsal projelerle çalışmalarına devam eder.
3.2-AAFLI’nın mali kaynağı ve fonksiyonları:
AFL-ClO’nun AAFLI aracılığıyla yaptığı yardımlar, AFL-ClO’nun kasasında toplanan aidatlardan ve Amerikan devlet kuruluşu AID’den sağladığı fonlardan oluşur. Bu resmi açıklamaya ek olarak, Türk-İş yönetiminin tüm yalanlamalarına karşın CIA kaynaklarının da varlığı hatırlanmalıdır.
1985 yılında AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jerry G. Ballinger: “Evet, AID’den bir takım fonlar kullanıyoruz” diye konuşur ve özel şirketlerden ITT, IBM vs. AIFLD ve AALC’ye yardım yaptığını okuduğunu ama bunların AAFLI’ya yardımı olmadığını ekler (105), Üç enstitüden ikisine yardımı kabullenen AFL-CIO yönetiminin, üçüncüsüne AAFLI’ya özel şirketlerden yardım yapılmasını engelleyeceği beklenemez. Aksine yardım için teşvik eder. Sadece temsilci J. Ballinger, “itirafta” bulunmak istemez, hepsi bu.
CIA yardımı olgusunu, Amerikan Başkani Carter dönemi, CIA Başkanı Stanfield Turner (1977-1981) de doğruluyor:” 1967 yılında, ClA’nın yurt dışındaki “yararlı ve dost unsurları” desteklemek için harcadığı para yılda 10 milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar (dikkat konumuz açısından önemli N.O.) öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzer kuruluşlara (yani sendikalar, dernekler vs. N.O.) aktarılıyordu. Bizim sendikalar, dernekler, bir tür paravan (lütfen dikkat, N.O.) kuruluş görevi yaparak, paranın kaynağının CIA olduğunun öğrenilmesini önlüyorlardı. Böylece bizden para alan yabancı sendika ve derneklerin “Amerikan kuklası” şeklinde anılmasını da önlüyorduk. Bu öylesine büyük bir operasyondu ki Ford, Rockfeller ve Carnegie vakfı dışında yabancılara burs veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı paranın üçte biri ClA’dan gitmişti.” (106).
CIA Başkanının bu açıklamalarını birinci elden bir belge olarak nitelendirmek mümkündür. Aksini iddia etmek komik olur. Buna göre:
1- ClA’nın “yararlı ve dost unsurları” desteklemek amacıyla faaliyetini sürdürdüğü,
2- Bunun için “paravan örgütleri” aracılığıyla para yardımı yaptığı,
3- Fon kaynağı CIA olan yardımın, Amerikan menşeli paravan kuruluş fonksiyonu üstlenen sendika ya da dernekler vs. tarafından yurtdışına aktarıldığı,
4- Bununla ikili ilişkiler gereği para alan örgütlerde” Amerikan kuklası” nitelendirmesinin önlendiği sonuçlarını çıkarabiliriz.
12 yıl süreyle Uç değişik ülkede çalışan CIA ajanı Philip Agee’nin yazdıktan, konuya kuşkuya yer vermeyecek bir açıklık getiriyor. ClA’nın yardım ve rehberliğim uluslararası, bölgesel ve ulusal/ülke düzeyde olduğunu yazar. Uluslararası meslek sekreterlikleri kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Uluslararası meslek sekreterlikleri sistemi, daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan, ClA’nın amaçlarına, bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan daha uygun düşer. (107).
Aynı kaynaktan örnek aktarım: Ekvador (108). 1961 yılı yazında Ekvador’da komünistlerin yükselen mücadelede etkinliğinin artması üzerine; birincisi, Amerikan ve Ekvador askeri güç birliği (AID’den 500 bin ve Amerikan Askeri Çevreden 1 milyon 500 bin dolar yardım) ile Sivil milis programı ve ikincisi AID, ORIT ve CIA ile birlikte yürütülen iş ve işçi programları benimsenir ve yürürlüğe konur. Bu çalışmalarla özellikle kırsal kesimin devlete bağlılığı hedeflenir. Bir yıl sonunda 1962 yılında Latin Amerika’da anti-komünist sendikalar kurmak amacıyla Hür Sendikal Kalkınma için Amerikan Enstitüsü (AIFLD) kurulur ve bunun aracılığıyla ikinci programı uygulama imkânı bulunur. Uluslararası örgütler bölümünün uzun süredir ajanlığını yapan AFL.CIO’ nun temsilcilerinden Serafino-Romual, AIFLD Yönetim Kurulu başkanlığına getirilir. Enstitünün denetimini Uluslararası Örgütler Bölümünden S. Romualdı yapar. Ve bu vakfın finansmanı vakıflardan, işyerlerinden ve AFL.ClO’dan sağlanır.
Ekvador’da faaliyet sürdüren iki ajan Víctor Contreas ve Enrigue Amador’un da yönetim kurulunda görev aldığı yeni bir sendika kurulur. Bu sendikanın ismi, Ekvador Kıyısal Bölge Ticaret Sendikaları Konfederasyonudur. (CROLLE).
Ayrıca bu ülkede 1960 Kasım’ında Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Federasyonu (IFPAAW), İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı bir ülkenin haber alma servisinin yardımıyla Malaya’da komünistleri bastırmada başarılı olur. Latin Amerika’da CIA- bu sendikayı gerillaların köylerde üstlenmesini engellemek ve daha geniş alanlarda tarım reformunun gerçekleşmesinde ve kooperatiflerin kurulmasında köylü kuruluşları desteklemekte kullanılır.
Öncelikle AID’nın açtığı eğitim kurslarını devralarak, genişletilecek eğitim enstitülerinin kurulması hedeflenir. Eğitim enstitüleri, görünüşte yönetim bakımından Washington’da “AIFLD denetimi altında bulunacaksa da ‘mümkün’ olduğu kadar fazla sayıda enstitünün merkezlerin vereceği emirlere göre paralı CIA ajanlarınca yönetilmesi” planlanır.
Tüm koşulların zorluklarına karşın, çoğunlukla AIFLD şefliklerine ajan olmayan kişiler getirilse de bunlar merkezin denetimine alınırlar.
Ayrıca CIA ajanı eskisi yazar görevi gereği, sendikal faaliyette daha iyi çalışabilmek amacıyla “Gompers geleneğine” uygun sendikal anlayışın kursunu aldığını da belirtir.
Ekvador özgülünde AFL,CIO’nun Latin Amerika’da faaliyet gösteren enstitüsü AlFLD’ın faaliyetlerine yönelik bu bilgiler olgunun sadece ve sadece AIFLD ile sınırlı olduğu biçiminde yorumlanamaz. Çünkü bu tür faaliyetleri sürdüren AIFLD, AFL,CIO’ya bağlı bir enstitüdür. Diğer bir enstitü AALC’nın da benzer faaliyet içinde olduğu yazılır. Bunların üçüzlerinden AAFLI’nın benzer işlevleri üstlenmediğini iddia etmek komik olur.
Bunlara karşın, halen AAFLI ile kurulan ilişkiden, masumane bir tarzda para yardımı yapıyor ve o sebeple yararlıdır diye söz eden kişiler/sendikal bürokratlar, Amerikan menşeli “paravan” örgütlerle ilişki kuran “Amerikan Kuklası” bir sendikanın piyonlarıdır. Bir başka türlü yazım yalın gerçeği perdeler.
CIA ile Amerikan sendikal hareketi arasındaki ilişki Philip Agee’nin kitabı ve S. Turner’in 1980’lerde hazırladığı bir dizi yazı ile açıklığa kavuşmuş olmuyor. Bu gerçek, daha o yıllarda Mayıs 1967’de açıklanır.
Sendikal örgütlenmeyi sermayenin çıkarları gereği denetim altında tutmak için Amerikan hâkim sınıflarının izlediği politika hakkında:
“Şüphesiz CIA ile Amerikan sendikacılık Hareketi arasında işbirliği olmuştur… Sendikalar içinde CIA ile gizli bir biçimde çalışmak şerefli bir imtiyaz sayılır” (Victor Riesel, Mayıs 1967) ve “AFL’nin ClA’dan para aldığı ve bunu gizli harcadığı açıklanır” (Alain Guerin, Otomobil İşçileri Sendikası” (109). Yine aynı Birleşik Otomobil İşçileri Sendikasının Uluslararası İlişkiler Genel Müdürü Victor Reuther, 22 Mayıs 1966 tarihinde AFL-ClO’nun Uluslararası İlişkiler Bölümünün CIA İle ilişkide olduğunu ve AFL-CIO ile üye bazı örgütlerin, ClA’nın yaptığı operasyonlarda kendilerini kullanmalarına izin verdiğini ileri sürer (110).
Neden CIA, sendikal hareketle bu derece yakından ilgilenir?
ClA’nın Amerikan sendikal hareketi ve paravan örgütleriyle gittikleri ülkenin sendikal hareketinin eylemlerini etkilemek ve yönlendirmek amacıyla faaliyetini sürdürdüğünü görüyoruz.
Nitekim AFL-ClO’ya bağlı enstitülerin bir ülkede ClA’nın istemlerine göre üstlendikleri işlevler, fiili olarak bazen, ülke yönetimi değişikliği boyutuna kadar varır. AIFLD Müdürü William C. Doherty Harer 1969 yılında ABD Senatosunda verdiği raporda, amerikan tekelleri ile sendikal hareket arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “AFL-ClO’nun örgütü yaratmaya karar vermesinden sonra sendika liderleri ile ABD’nin büyük girişimcileri (siz işveren/burjuvazi diye okuyunuz, N.O.) arasında görüşmeler yapıldı ve ortak bir yaklaşım bulduk. D. Rockfeller ve P. Grace gibi kişiler Latin Amerika’da işbirliği yapmamızdan kazanacakları birçok şeyin bulunduğuna karar verdiler.”
Enstitüyü destekleyen 95 şirket olduğu ve bunlar arasında ITT, Shell, IBM, Pan American vs. yer aldığı ayrıca 1964 yılında Brezilya’da yapılan Askeri darbede AlFLD’nın yardımcı olduğu konusunda belgeler de vardır.(111).
Amerikan sendikal hareketinin merkezi yönetimle ilişkisini açıklayan belgeler yalnızca bazı sendikacı ya da araştırmacıların bulgularıyla sınırlı değil. Bu ilişkiler Amerikan Çalışma Bakanlığı 1981 yılı raporunda da yer alır: “Bakanlığın yabancı ziyaretçilere sağladığı uzmanlık ziyaretleri ve eğitim aracılığıyla, ABD dış politikası ve uluslararası teknik işbirliği desteklendi. Uluslararası Çalışma ilişkileri Bürosu, yüksek kaliteli teknik ve uzmanlık eğitimi sağlama çabalarını sürdürerek yıl içinde yaklaşık 1100 kişinin katılımı için program düzenledi. AFL-CIO, Amerikan iş çevreleri (siz sermayedarlar olarak okuyunuz, N.O.) topluluğu ve eğitim ve öğretim kurumlarıyla yakın işbirliği sayesinde, Büro, 600 sendikacıya ve 500 teknik personele ve uzmana hizmet sundu. Bu program, Amerikan Hükümetinin dış=politika alanındaki amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştı.” (112).
Çalışma Bakanlığı raporları da, Amerikan sendikal hareketinin burjuvazi ile ortak işbirliği sayesinde programlar hazırladığı ve uyguladığını ve bunun bir amacının da, Amerikan dış politikasını desteklemek olduğunu açıklar. Hem de fazlaca dolaylı yoruma ihtiyaç duymadan.
Bir yandan bu tür sendikal çalışmanın esas alındığı Amerika’da, diğer yandan (bugün için kesin olarak yürürlükte olduğu bilinmemekle birlikte ki kaldırılmış olması için hiçbir sebep da yoktur N.O.) 1950 tarihli Yıkıcı Faaliyetleri Denetleme Kanunu ile 1954 tarihli Komünist Denetleme Kanununun hükümlerine göre, herhangi bir komünist örgütün üyesi olan kimselerin sendikalarda görev ve fonksiyon sahibi olması yasaktır. Sözü edilen komünist örgütlerden herhangi birine dâhil olan bir sendika, çalışma hayatına ilişkin konularda şikâyette bulunma yetkisini kazanamamakta ve diğer sendikaların yararlandığı bazı haklardan yararlanması da yasaklanmaktadır. (113). Hiç de şaşırtıcı değil; Amerikan sendikal hareketinin sermaye ile işbirliği aleni olarak işlerlik kazanırken, komünizmle her türlü ilişki fiilen yasaklanıyor. Bu da Amerikan sendikacılığının özünü oluşturuyor.
Böyle bir sendikal anlayışa sahip sendika ile Türk-İş de ilişki kuruyor ve anlaşma imzalıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı faaliyetinin finansmanı doğrudan Amerikan hükümeti ve onun CIA gibi kuruluşları ve ünlü sermayedarlar tarafından karşılanıyor. Yardım/kredi olarak verilen mali kaynağın ileride hem ekonomik, hem de siyasi çıkarlar sağlamanın garantisi olarak gündeme geldiği ve verildiği tarihi bir gerçektir.
Bu yönüyle de AAFLI’nın üstlendiği fonksiyon daha anlaşılır olur.
Diğer yandan AFL-ClO’nun AIFLD aracılığıyla, Latin Amerika’da yaptıklarının benzerini AAFLI’nın faaliyet alanı bölgesinde neden yapmasın? Çünkü benzer fonksiyonları üstlenin ve aynı kaynaklardan finanse edilen ve aynı örgüt çatısı altında bulunan bu örgütler benzer fonksiyonların ürünü olarak gündeme gelir.
3.3- Kölelik Zinciri: AAFLI
Günümüzde işveren/sermayedar ve onun devleti temsilen hükümeti bir tarafta ve karşısında işçinin var olduğu üçlü görülen ama esasında ikili ilişkiler bütününe endüstri ilişkiler denir. İkili; çünkü devletin de ekonomide önemli ağırlığı olan bir işveren/sermayedar olduğu hatırlanmalıdır.
Bu genel ilişki ağı içinde Türk-iş ve bağlı sendikaların bugünkü sendikacılık çizgisinin oluşmasında belirleyici rol üstlenen faktörlerden bir tanesi siyasi iktidara bağımlılık ilişkisi ise, diğeri ülkemizin uluslararası arenada genel konumu gereği özellikle Amerikan sendikacılığıyla doğrudan veya dolaylı kurulan bağlardır. Bu halde, Türk-İş’in sendikal politikasının bazı yönleriyle yinelendiği bu çalışmada, Amerikan patentli sendikal örgütlerle kurulan ilişkilerin incelenmesi önem kazanıyor.
Türk-İş’in ICFTU’nun Asya-Pasifik birimine üye olduğunu geçen sayıda belirtmiştim. Her konuda “Avrupalı olma özlemiyle yaşayan” TC’nin sendikal hareketinin bu üyeliğinin tesadüfî olmadığı kanısındayız. Çünkü Amerika’da aynı birim üyesidir. Böylece meselenin esası anlaşılmış oluyor.
Türkiye’de sendikacılık hareketini “denetim ve güdüm” (114) altında tutmak isteyen Amerika; soğuk savaşın sürdüğü sıra 1960 öncesinde doğrudan kendi örgütü AID’ı kullandı; 1970’lere kadar Türk-İş’in ICFKU’ya üyeliği sebebiyle aynı birimde bulunmanın sağladığı imkanları kullandı ve çok sayıda sendikacının Amerika’da eğitimi sağlandı; 1960’lar sonunda hem AFL-ClO’nun ICFTU üyeliğinden ayrılması hem de Amerikan emperyalizminin Çin Hindindeki işgali sebebiyle dünya halkları gözünde teşhir olduğu sıra, Asya kıtasını faaliyet alanı olarak kabul eden AAFLI kurulur ve birkaç yıl sonra da Türk-İş ile ikili ilişki kurar.
Şevket Yılmaz Amerikan sendikal hareketi ile kurulan ilişkiye yüzeysel bakar, Türk-İş”in kuruluşu sırasında “Amerikan sendikal hareketinden bir yetkilinin Türkiye’ye gelmesi, “Amerikan sendikacılığını benimsiyoruz anlamını taşımaz” der (115). Kurulan ilişki, şahısla sınırlandırılamaz. Çünkü Amerikan sendikal hareketi Şevket Yılmaz’ın söylediği gibi gelip-gitmeli başlangıcın devamında hem nakdi hem de ayni yardımlar yapar. Bu yardımın ne amaçla yapılmış olması önemlidir. Yani yapılanın karşılığında neyin transfer edilmiş olduğu önem kazanıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı ilişkisini ilk sürdüren AID’ın faaliyeti hakkında, AID-İşçi Şube Müdürü John F. Mc. Gonagle yapılan eğitim seminerlerinin yararlarını şöyle sıralar: Sendikaların daha etkili hale getirilmesi, işçi-işveren ilişkilerinin düzenlenmesi, verimliliğin arttırılması, daha iyi uluslararası ilişkilerin kurulması ve komünizme karşı yapıcı olan bir “şık” (alternatif) bulmak sayılır. Ve AID-İşçi Eğitimi Programı çerçevesinde, Türkiye’de işçi eğitimi konularından bir tanesi de “komünist kukla sendikalara karşı hür sendikalardır.” (116). AID’ın en yetkili ağzından eğitim çalışmalarının esas fonksiyonu bu biçimiyle belirlenmiş olur.
“Komünizme karşı olmak…”
Bu haliyle, Amerikan kökenli eğitim programlarının esas amacı daha iyi anlaşılır; sürdürülen soğuk savaşa ülkeler bazında aranılan destek, sendikal alanda da güçlendirilmeye çalışılır.
Amerika’nın Türk-İş’le 1952’lerde kurduğu sendikal ilişki, hem 1960 hem de 1970’lerde yeni bir biçim değişikliğiyle devam eder.
1970’ler ve 1980’lerde ilişki, AAFLI aracılığıyla sürdürülür.
AAFLI, Asya’daki ülkelerin sendikal hareketlerini Amerikan sendikacılık anlayışının güdümüne sokmak için kullanılan ve tüm parasal desteğini ABD’den alan bir örgüttür. Diğer bir anlatımla, ABD’nin Asya kıtasında pazar ilişkisi bulunan ülkelerde, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları doğrultusunda bilinçlenmesini engelleyen bir kurumdur.
Türk-iş ile ortaklaşa sendikal çalışmalar yapan AAFLI’nın Ankara’daki ilk direktörü Bogss’ın bir CIA ajanı olduğu Doğu Almanya’da hazırlanmış ve inanılırlığı Batıca da kabul edilen “Who’s who in CIA?” (ClA’da Kim, Kimdir? ) adlı belgesel araştırmada belirtilmekte ve kitabın 67. sayfasında bu kişi hakkında şu bilgi verilmektedir: “22 Mart 1907 doğumlu. 1957-1961 arasında Amerika’da İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda görevli, 1961-1965 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda CIA görevlisi. Daha sonra Lapaz’da (Bolivya’nın başkenti) sosyal ataşe.” (117)
Türk-iş ile AAFLI 1973 yılı aralık ayında amacı, Türk-İş’in ve Türk işçilerinin ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarını” uluslararası hür ve demokratik sendikacılığın temel felsefe ve prensipleri çerçevesinde çözmeye katkıda bulunmak olan “Teknik Yardım Sözleşmesi” imzalar (118). Birlikte işbirliği yapılması öngörülen konular:
1- İşçi eğitimi,
2- Yüksek seviyede sendikacılık eğitimi,
3- Mesleki eğitim,
4- İş başında eğitim,
5- Toplum kalkınması programları (rehabilitasyon, aile planlaması, işçi sağlığı vs.),
6- Kooperatifler kurulması,
7- işçi sosyal güvenlik ve işçi refahı sistemleri üzerinde çalışmalar,
8- Tarım işçileri eğitimi ve teşkilatlandırılması,
9- Toplumun ve işçi hareketinin yararlanmasını temin amacıyla Türk-İş Genel Merkezinde bir araştırma merkezi kurulması ve ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane teşkili,
10- Türk-İş Genel Merkezinde bir “Dış Münasebetler Dairesi” teşkili”
Belirtilen bu faaliyet alanlarında uygulanacak “uygulama projeleri” Türk-İş ile AAFLI işbirliği içinde tespit ve tayin edileceği öngörülür. Sözleşmeyi Türk-İş adına Başkan Seyfi Demirsoy ve Genel Sekreter Halil Tunç, AAFLI”yı temsilen Genel Müdür Morris Paladino imzalar.
John Kelly, “Casuslara Karşı” adlı derginin ilkbahar 1980 (C.4, sy: 2) sayısında “CIA ve Türkiye’de Emek” adlı makalesinde, AAFLI’nın Türkiye faaliyeti konusunda genel bir gözlemde bulunur; AFL-ClO’nun CIA ajanı başkan George Meony’nin Amerikanın Vietnam’daki savaşa verdiği somut desteğin bir ürünü olarak AAFLI’nın ortaya çıktığını yazar. Ve devamında AAFLI’nın kendi ve diğer yayınlar dâhil, AAFLI adına
Türkiye’de düzenlenmiş faaliyetlerin önemli olduğu yer alır ve eğitim seminerlerine katılanlar tek tek sayılır. John Kelly yazısını şöyle tamamlar: “Asıl amaç, CIA ve tekelci kapitalizmin Türkiye’deki işçi haklarına yönelik artan tehditleri nedeniyle, tüm Türk işçileri için AAFLI’nın ne olduğu ve Türkiye’deki ajanların bilinmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır” (119).
AAFLI’nın ’80’ler sonrası, önceki yıllara nazaran sözleşme hükümlerinin geniş kapsamına göre faaliyetini daha da yoğunlaştırır. Bu yıllarda özellikle Şide’nin bakan olması sebebiyle ICFTU ile üyelik ilişkisinin askıya alınmasından meydan büyük ölçüde AAFLI’ya kalır ve sonraki yıllarda atağa kalkar.
Eylül sonrasında bazı sendikaların faaliyetlerinin durdurulduğu ve genel olarak varolan kısmi sendikal hak ve özgürlüklerin geniş ölçüde askıya alındığı dönemde AAFLI’nın faaliyetleri kesintisiz bir biçimde hızlanarak sürer. Özellikle, TRT’nin AAFLI ile ilgili haberlere tanıdığı önem dikkat çekicidir; ülkemizdeki sendikal hayatı yalnızca TRT kanalıyla izleyen bir kimse, ülkemizde bu örgütün desteği ve ilgisi dışında bir sendikal olay veya sorun bulunmadığı sonucuna (120) varabilir.
1982 yılında AAFLI Genel Direktörü Morris Paladino, Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz’la birlikte düzenlediği basın toplantısında şöyle konuşur:” Sendikal haklara sınırlama getirilen ülke yalnız Türkiye değildir. Bazı Asya ülkelerinde de sendikal haklarda bazı sınırlamalar bulunmaktadır. Bunlara katlanılmalıdır” (121). Genel direktör M.Paladino tescilli CIACIA ajanıdır. Philip Agee bu konuda şöyle yazar: Moris Paladino, Mayıs 1962’de Mexico City merkezinde ORIT okulunda genel sekreter yardımcısıdır ve ClA’nın Uluslararası Örgütler Bölümü, onun aracılığıyla ORlT’ı denetim altında bulundurmaktadır (122). Paladino 1970-1985 yılları arasında 15 yıl süreyle AAFLI Genel Direktörlüğü yapar. Paladino, ’82 Anayasasının tartışıldığı sıra “sendikal haklarda sınırlamanın” normal karşılanmasını istiyor ve o sıra Türk-İş yönetimi de “Anayasaya evet” kampanyasına katılıyor. Çakışma tesadüf hiç değil; çünkü Amerika yıllardır ektiğini biçiyor.
Güney Koreli İnsan Hakları Savunucusu Lee H. Woo, AAFLI’nın faaliyeti konusunda şöyle konuşur (29 Mayıs 1986): “AAFLI aracılığıyla, Güney Kore’de yıllardır faaliyet göstermektedir, ancak bu faaliyet işçilerin çıkarları doğrultusunda değil, onların zararınadır… AAFLI, 1979 yılında hazırladığı bir raporda, Güney Kore işçi hareketinin karşı karşıya bulunduğu 15 sorunu sıralıyordu. Bunların arasında en fazla öne çıkarılan Kuzey Kore’nin saldırı tehdidi idi. Ancak hükümetin grevleri yasaklaması bu listede yer almıyordu”(123).
Böylece de AAFLI’nın esas fonksiyonunun Amerika bölge politikasına uygun faaliyeti sürdürmek olduğu anlaşılır. Onun için sendikal haklara getirilen sınırlamaları konu yapmaz ve normal karşılanması gerektiği tavsiyesini yapar. Amerika, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekler; AAFLI ve ilişkide bulunduğu Türk-İş de destek verir. Amerika, Güney Kore’de Kuzey Kore tehdidini hep ileri sürerek varlığını pekiştirir ve buna AAFLI da yardımcı olur.
Yani kölelik zincirinin bir halkası: AAFLI Türk-İş yönetimi zat-ı muhteremleri AAFLI’nın faaliyetleri hakkında ne açıklama yapmayı ne de çalışma raporlarında bahsetmeyi pek sevmezler. O sebeple genel kurul çalışma raporlarının 12.’sinde AAFLI’nın sadece eğitim faaliyetlerinden,13.’sünde proje çalışmalarından bahsedilir ve 14.’sünde hiç konusu bile olmaz. Aslında hiç faaliyetinin olmadığından değil, gizlendiği için olsa gerek raporda AAFLI’nın ismi bile geçmez. Bu türden bir “es geçme” neden? Aslında araştırmalar sonucu ortaya çıkan Türk-İş’in AAFLI ile ortak faaliyetlerinin hep sürdüğüdür. Fakat bu durum, raporda belirtilmez. Yoksa bir şeyler gizlenmek mi isteniyor?
Sendikal bürokratlar, AAFLI ile yapılan ikili anlaşmalardan doğan gerçek işlevleri gün ışığına çıkarıldığında, konumlarını savunma gayreti içinde olurlar.
Türk-iş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 11. Genel Kurulda (Nisan 1979) yaptığı konuşmada AAFLI ile olan ilişkiye de değinir ve şöyle devam eder: “Sermayenin çıkarına hizmet etmekle yöneticileri suçlamak CIA ajanlığı ile ya da CIA güdümünde “eğitim yapmakla suçlamak hiç bir kimseye ve kuruluşa yarar sağlamaz. “Bu konuya ‘açık ve net bir biçimde” bir daha görüşülmemek üzere sonuçlandırmak gerektiğine inanıyoruz. AAFLI ile imzalanan bu projeyi hizmet edebilecek için uyguluyoruz. Sadece ‘parası AAFLI’dan geldiği’ için bir projeye karşı çıkma mantığını şahsen kabul edemem. (124)”
Tam da sahibinin sesine uygun bir açıklama olup, benzer biçimde açıklamalar sonraki genel kurullarda pek az değil hiç gündeme gelmez. Tescilli CIA ajanlarının görev yaptığı ve faaliyetinin esas amacı Amerikan bölge politikasını etkin kılmak olan paravan örgüt AAFLI ile kurulan ilişki, işçi sınıfına ve onun mücadelesine karşıdır. Kurulan ilişkinin maddi ve sosyal imkânlarından yararlananlar ise, sermayenin çanak yalayıcısı sendikal bürokratlardır.
Yani sendikal bürokratın yararına olan, işçi sınıfının zararına olup tersinin de işçi sınıfının yararına olması anlamında, işçi sınıfı ile sendikal bürokratlar arasında konumları gereği uzlaşmaz çelişkinin varlığı, böylece bir kez daha açıklığa kavuşmuş olur.
3.4- AAFLI ile kurulan İlişki ve mevzuat
1983 Mayıs’ında Generaller Konseyi tarafından kabul edilen ve yürürlüğe konulan 2821 sayılı Sendikalar Kanununda, sendika ve konfederasyon gelirlerinin neler olduğu 40. maddede tek tek sayılır ve buna göre gelir kalemleri; üye ve dayanışma aidatı, bağışlar, eğlence ve benzeri faaliyetleri ve mal varlığı gelirleri olarak sıralanmaktadır.
Aynı maddenin diğer fıkralarında sendikanın maddi yardım ve bağış alamayacağı kurumlar da; TC devleti kuruluşları, dış kaynaklar ve diğerleri olarak sayılır. Bir sendikanın bir diğer sendikaya maddi yardımı da yasaktır. Fakat buna karşın, bugün greve çıkan işçiye yardım amacıyla, kendi aralarında para toplayan işçiler bunu sendika adına başka bir sendikaya gönderirler.
Bir sendikanın ülke dışından kaynak sağlaması istisna dışında yasaktır. Bu da yardım konusunda Bakanlar Kurulunun izni olmasıdır. Bir sendikadan bir başka sendikaya parasal yardımın yasaklandığı koşullarda, belirtilen izin ne gerekçeyle düşülmüş olabilir?
Bu özel durum sonucu, Türk-lş AAFLI kaynaklarını kullanma imkânı bulur.
Kaynağı AAFLI olan fonun kullanımı, 2821 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1983 Mayısından önceki dönemde de olduğu için bu özel durumun korunmasının amaçlandığı anlaşılıyor.
Çıkar ilişkilerinin yaşamın her alanına damgasını vurduğu ülke (Amerikan emperyalizmi) neyin karşılığında Türkiye sendikal hareketine yardım yapıyor? Ayrıca bir TC kuruluşunun yardımına kesinlikle yasaklayan madde hükmüne göre, Amerikan emperyalist sermayesinin paravan örgütü AAFLI’nın yardım yapmasına TC Bakanlar Kurulu neden izin eriyor?
Türkiye’nin ekonomik ve siyasi yapılanımında Amerikan emperyalizminin bilinen etkisinden AAFLI’ya tanınan izin ya da özel ayrıcalığın sebebini anlamak hiç de zor değil.
3.5- AAFLI ve eğitim faaliyetleri
’80 sonrasında Türk-İş’in yaptığı 12,13ve14. Genel kurullarına sundukları Çalışma Raporları incelendiğinde eğitim çalışmaları başlığıyla yapılan faaliyetler anlatılır.
12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf. 282-283), AAFLI ile ortak yapılan eğitim çalışmalarından bahsedilirken, diğer iki genel kurul raporlarında AAFLI’nın ismi bile geçmez.
Türk-İş ile AAFLI birlikte eğitim faaliyetlerini daha düzenli ve uzun vadeli bir planlama ile yapabilmek amacıyla, ’80 Eylül’ünden yaklaşık bir ay sonra 10-14 Ekim tarihleri arasında yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşmaya varılır. Böylece ’70’li yıllardan beri sürmekte olan eğitim çalışmalarına yeni bir düzenleme öngörülür. Buna göre AAFLI ile ortak eğitim faaliyetleri yalnızca 1981 ve 1982 yıllarında yapıldığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü bir sonraki yıllarda AAFLI’nın eğitim seminerlerine katılanlar var; iki, Şükran Ketenci gazete köşesinde Türk-İş eğitim çalışmalarının önemli bir bölümünün AAFLI tarafından finanse edildiğini yazar (125); üç, Alpaslan Işıklı ’86 Haziran’ında AAFLI ile birlikte TÜRK-İş’e bağlı bir sendikanın düzenlediği eğitim faaliyetine konuşmacı olarak çağırıldığını, ama katılmadığını yazar (126). Hatta A. Işıklı aynı yazısında davetin seminerden birkaç gün önce yapılmasını şaşırtıcı bulur. Çünkü herhangi bir sendikanın böyle bir faaliyette bulunması halinde 15 gün önceden güvenlik kurumlarına nüfus cüzdanı sureti vs. bildirilmesi ve ayrıca izin alınması zorunluluk olarak öngörülürken ve seminer polis teybine kaydedilirken, AAFLI’nın böyle bir faaliyette hiçbir engellemeyle karşılaşmadığını belirtir. AAFLI’ya resmi kurumlarca gösterilen bu özel ayrıcalık, Amerika ile kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiden kaynaklanan bir devlet politikasıdır. Bunun için herhangi bir sendikanın benzer faaliyeti sıkı denetime tabi tutulurken, AAFLI’nınki de teşvik edilmiş oluyor.
Farklılığın sebebini sormaya gerek var mı?
Bütün bunlar, Türk-İş yönetiminin hazırladığı 13.ve 14. Genel kurul Çalışma Raporlarında yazılmamasına karşın Türk-İş’in AAFLI ile ortaklaşa eğitim faaliyetini sürdürdüğünü anlıyoruz.
Bu biçimde Amerikan sendikal örgütlerinin katılımıyla birlikte yapılan ya da birlikte yapılıyor görülen eğitim faaliyetinin geçmişi çok eski olup ta Türk-İş’in kurulduğu yıllara kadar uzanır. 70’li yıllar öncesinde Amerikan devlet kuruluşu tarafından sürdürülen bu ilişkiyi, sonrasında AAFLI üstlenir. Bu uzun sürede, sendikaların merkez yöneticileri özellikle ’60’lı ve 70’li yıllarda Amerika’da eğitim görmüşlerdir. Ortaklaşa yapılan eğitim seminerlerine 1972-1976 yılları arasında katılanların 1074 olan toplam sayısı, 1977-1979 döneminde 2260’a yükselir. Yıllar itibariyle katılanların sayısı sürekli artar; 1980’de 929, 1981’de 1289, 1982’de 1121, 1923’de 1280 ve 1984’de 4037’dir. (127)
Bu faaliyete katılmış olanların sayısının çok olmasından daha önemlisi, gidip Amerika’da eğitim görmüş olanların çoğunluğunun bugün sendikal harekete hâkim olmalarıdır.
Zaten uygulanan eğitim programlarının Amerika açısından başarılı sonuçlar vermediği iddia edilemez. Çünkü bu programlar giderek daha da yaygınlaştırılıyor ve eğitim seminerlerine katılanların sayısında patlamanın olduğu gözleniyor. Bu da, bir yönüyle sendikal bürokratların ekmek yedikleri ya da eğitildikleri kapıya sadakatlerinin gereği olarak, Amerika’nın “suya-sabuna dokunmadan” yardım yaptığı gülünç iddiasını çürütüyor.
Amerikan bölge politikasını programının ana gayesi kabul eden AAFLI türü paravan örgütlerle, diğer ülke sendikal hareketlerini hem güdüme hem de denetime alma amacında olan Amerikan sermayesi; yine bu kuruluşlar aracılığıyla yaptığı eğitim faaliyetleri sayesinde, Amerikan yurttaşı olmayan birisinin hem Amerika’yı hem de onunu sistemini şu ya da bu biçimde savunan “gönüllüler ordusu” yetiştirir.
Böylece faşizme ve emperyalizme karşı mücadele ruhu köreltilmeye çalışılır ve bu amaçla köle ruhlu tiplerin/sendikal bürokratların yetiştirilmesi ve onların etkin Olduğu kurumların/sendikaların faaliyet sürdürmesi hedeflenir.
3.6- AAFLI’dan nakit yardım
AAFLI aracılığıyla Amerikan sendikal hareketinin Türk-İş’e yaptığı yardımla ilgili olarak belirgin bir rakam bulamadım. Yayınlarda sadece yardım ettiği gerçeği yer alıyor.
Türk-İş’in son 14. Genel Kurul Raporunu inceledim; buna göre 116 milyon 56 bin TL olan toplam gelirin yüzde 59.7’si üyelik aidatları geliri olup banka faizi, mal varlığı ve yayın gelirleri miktarı çok küçüktür. Ne olduğu fazlaca açılmayan diğer gelirlerin payı ise yüzde 34’tür. Acaba bu son gelir kalemi dışardan sağlanan toplam yardımlar mıdır? Çünkü bir sendika açısından gelir kalemleri incelendiğinde, Diğerleri’nin anlaşılır açılımı olmaması sebebiyle bu kalemin kaynağının bütünü olmasa da önemli bir payının AAFLI’ya ait olduğunu düşünebiliriz.
AAFLI’nın yaptığı yardımlar., rakam belirlemesine, gitmeden Türk-iş yöneticilerince de zaman zaman ifade edilir. Türk-İş eğitim Sekreteri Kaya Özdemir’in Türk-İş/AAFLI ortak çalışmaları hakkında 1981 yazında yaptığı yorum şöyledir: “Türk-İş, AAFLI ile son derece yararlı hizmetleri gerçekleştirmekte, AAFLI’nın anlaşma çerçevesinde proje geliştirme çalışmalarına yardımcı olmakta, bu çalışmaları için yararlı bir biçimde geliştirmeye devam etmektedir.” (128) AAFLI’nın yardımcı olması öyle ileri noktaya götürülmekte ki 1982 yılında anayasa tartışmalarının yapıldığı sıra AAFLI Türk-İş’in yıpranmış fotokopi makinasını değiştirmekle, “İşçi liderlerinin savundukları görüşü yansıtan materyali” zamanında “siyasi liderlere ve basına” ulaştırma imkânı verdiğine 13. Genel Kurul Çalışma Raporunda yer verilir.’Koca” otuz yıllık Türk-İş bir fotokopi makinesine muhtaç ve bundan yararlanma sebebi de işçilerin herhangi bir faaliyeti olmayıp, adı geçen tartışmaların yapıldığında Türk-İş yönetiminin görüşlerinin (o dönemde kimse?) siyasi liderlere ve basına sunma imkânı vermesidir.
Bu kadar da “küçülme” olamaz demeyiniz. Oluyor.
Neden yardım?
“Görevimiz ilk önce işçi konfederasyonlarına (yani Türk-İş’e N.O.) mali yardımda bulunmak” diyen, AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jeryy G. Ballinger, devamında: “Biz onlara para veriyoruz ama tabi ne için kullanıldığını, o para ile ne yapıldığını öğrenme hakkımız var” der (129)
Bugün ekonomik bağımlılığın aracı ekonomik ve askeri üsler kurmanın ve işgalci askeri güç bulundurmanın aracı askeri yardımlar, emperyalist mali sermaye tarafından yapıldığı biliniyor. Yine aynı kaynak tarafından bir ülkenin sendikal hareketini “güdüme ve denetime” almak amacıyla da yardım yapılır. Emperyalist mali sermaye hangi adla ve hangi kurumuyla yardım yaparsa yapsın ortak hedefi kendi çıkarlarını maksimize etmesi ve bilfiil bunun için de çalışıyor olmasıdır. Bunu; AAFLI Türkiye temsilcisi bir yönüyle verilen kaynağın kullanımını kontrol ederek yaptıklarını söylemiş oluyor. Diğer bir anlatımla AAFLI, istenilen yönde kaynağın kullanımı için yardımda bulunuyor.   
Toparlarsak genelinde AAFLI’nın yardımları:
1- Türk-İş Araştırma Müdürlüğü idari ve personel giderlerinin bir bölümünü,
2- Türk-İş Uluslararası ilişkiler Müdürlüğü giderlerinin bir bölümünü,
3- Türk-İş Basın Merkezinde iki görevlinin giderlerinin bir bölümünü,
4- Bazı yayınların basımını,
5- Türk-iş Kadınlar Bürosunun giderlerini
6- Ve diğer bazı giderleri karşılıyor.
Yardımın nerelerde kullanıldığının kontrolüyle AAFLI; yardım yaptığı birimlerde programının özüyle çelişmeyen çalışmaların yapılmasını bilen kafaların yetiştirilmesini hedefler. Bununla daha kalıcı bir faaliyet sürdürmüş olur. Ki bunlar da sendikal bürokratlardır.
3.7- Kadın işçiler Bürosu
Türk-iş 11. Genel Kurul kararı gereğince, Genel Merkezde Genel Eğitim sekreterliğine bağlı olarak Kadın İşçiler Bürosu, 30 Mayıs 1981 tarihinde AAFLI’nın da girişimleriyle kurulur. Hâlbuki 1979 yılında ICFTU’nun benzer girişimi sonuçsuz kalmıştır. ICFTU’nun başarısız girişiminin ardından ne tür bir değişiklik oldu ki AAFLI’nın katkısıyla büro kuruldu.
Büroyla ilgili yönetmelik, 12-15 Ocak 1982 tarihlerinde yürürlüğe girer. Bu yönetmeliğe göre, Büro çalışmalarında öncelikle Türk-İş’e bağlı sendikalarda kadın üye ve temsilcilerin/yöneticilerin eğitimine öncelik verilir.
Türk-İş/AAFL Projesi çerçevesinde bu büronun bütün giderleri AAFLI tarafından karşılanır. Bu büronun eğitim faaliyetlerinden ilki, 22-25 Aralık 1981 tarihlerinde İzmir’de yapılır. Bunu 23-26 Mart 1982 tarihlerinde İstanbul Boğaziçi Üniversitesindeki seminer izler ve devamında benzer faaliyet sürdürülür.
Türk-İş 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf.285) Kadın İşçi Bürosunun kurulması ve faaliyetleri hakkında bilgi; AAFLI ile ortak projenin ürünü olduğundan hiç bahsedilmeden yer alır. Diğer, genel kurul çalışma raporlarında da benzer biçimde AAFLI’nın ismi verilmeden, yapılan seminer çalışmaları ve katılanlar hakkında bilgi verilir.
3.8- “Karşı” ses mi?
Zaman zaman sık olmamakla birlikte Türk-İş’in AAFLI ile ilişkisi, kendilerini “sosyal demokrat sendikacılar” olarak tanıtan grup tarafından eleştirilir. Bu yönde gelişmeler, 14. Genel Kurulda yalnızca Yol-İş adına konuşan bir delege tarafından gündeme getirilir. Ayrıca aynı genel kurulda dağıtılmak üzere Deri-İş’in hazırladığı metinde de AAFLI ile kurulan ilişki eleştirilir. Eleştiriler, ilişkinin “kesilmesinde” yoğunlaşır. Bu kongrede sosyal-demokratlar adına liste çıkaran Cevdet Selvi’nin dağıttığı broşürde AAFLI’nın adı bile geçmez.
Cılız çıkan bu sesin eğitim komisyonu raporu için verilen bir önergede geçen cümleler: “Eğitim çalışmaları 2 Amerikalının eline terk edilmiştir. Ancak biz bağımsız bir eğitim çalışması yaparak gerçek demokrasiye ulaşılacağı inancındayız” olur (130). Yani AAFLI’ya yönelik sosyal-demokrat eleştiri esasta “2 Amerikalı” denerek, AAFLI’nın adı bile geçmediği bir önergede somutlanır.
Sorunun özü bir ya da iki Amerikalı olarak algılanamaz ve AAFLI ile ortaklaşa kurulan ilişki bu biçimde basitleştirilemez. Çünkü bugün gelinin haliyle AAFLI’ya yönelik eleştiri, esasta sendikal bürokratların varlığına yönelmesi bir zorunluluktur. Bu sebeple, sosyal demokratların eleştirileri yüzeysel olmak zorundadır.
3.9-Türk-İş’in “Yurt sevgisi”
AAFLI ile ortak çalışma içinde bulunan Türk-İş yöneticilerinin ortak tavrı AAFLI’yı savunmaktır. Bunun adı “yurt ve millet sevgisi”dir.
1984 Haziran’ında İstanbul’da yapılan açık hava toplantısında Şevket Yılmaz şöyle konuşur: “Türk-İş onurlu mücadelesinin özünde millet sevgisi vardır. Yurt sevgisi vardır. İşçi sorunlarıyla yurt çıkarlarını bir bütün olarak görmek, değerlendirmek vardır.” (131) Bununla Başkan, AAFLI ile kurulan kölelik ilişkisini de “yurt ve millet sevgisi” gereği olarak savunur.
Yerli sermayenin “yurt sevgisi” emperyalist mail sermaye ile işbirliği yaparak, halkı birlikte sömürmektir. Türk-İş bürokratların “yurt sevgisi” ise, Amerikan sermayesinin yardımıyla faaliyetini sürdüren ve onun bölgesel politikasını faaliyet esası olarak belirleyen paravan örgüt AAFLI ile işbirliğidir.
Yani sermaye ile sendikal bürokratların, mali sermaye karşısında işbirliği yapar konumda olması anlamında; kader birliği.

4-SONUÇ
Türk-İş’in 1952 yılında kuruluş çalışmalarına Amerikan sendikal hareketi de katılır. Bu biçimde kurulan ilişki, maddi yardım ve eğitim çalışmalarıyla bugüne kadar devam eder. Bu ilişkinin bir gereği olarak Türk-İş Amerika’da hâkim sendikal anlayışı benimser, daha doğrusu benimsemek zorunda kalır.
Amerikan sendikal hareketi AFL-ClO’nun sendikal anlayışı; mevcut ekonomik ve siyasal yapılanımla bütünleşme ve Amerikan mali sermayesiyle işbirliğini savunmadır. Bu birliktelikte ClA’nın da önemli işlevler üstlendiği hatta AFL-CIO ile yakinen sıkı ilişki içinde bulunduğu konusunda pek çok belge/yayın bulunmaktadır.
AFL-CIO, hem Amerika’da sermayenin çıkarlarını koruyan/savunan hem de Amerika dışında özellikle gelişmekte olan ülkelerin sendikal hareketlerini yönlendirme faaliyeti içinde bulunan bir sendikal politikayı benimser.
İşte kısaca tanımlandığı üzere böyle bir anlayışı savunan AFL-ClO’dan Türk-İş de etkilenir ve neredeyse Amerikan sendikal anlayışın bir kopyası olur.
Aşırı merkezci ve emir-komuta ilişkisi içinde faaliyet sürdüren Türk-İş’te sosyal demokrattan faşistine kadar her türlü sınıf düşmanı sendikal anlayış bir arada bulunur. Etkin olan sendikacılar ise öz olarak, sınıftan kopmuş ve bu anlamda sınıf atlamış ve günlük belirgin bir mesaiyi (sabah 09 – akşam 17.00) uygulayan, profesyonel kişilerdir.
Böyle bir yapıda olan Türk-İş’in sendikal bürokratları, ekonomik ve sosyal konularda yaptıkları eleştirilerde gayet nazik ve kibar bir dil kullanmaya özellikle titizlik gösteriyorlar: “Kazanılmış işçi haklarının geriletilmesi süreci hızlandırılmaktadır… İşçiler, memurlar, emekliler, küçük esnaf ve aziz Türk köylüsünün sorunları göz ardı edilmektedir” (132). Böyle bir sunuşla, konuların ciddiyetini küçümseme ve özünü boşaltma gayreti göstermiş oluyorlar.
Kısaca yukarıda belirttiğim anlayışta ve yapıda olur Türk-İş yönetiminin ’80’lerde izlediği politika:
Özünde var olan “zor”un ve “sömürü”nün daha da katmerleştirilmesinin aracı, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekledi;
Aynı Kampanya çalışmaları uygulamalarına da ortak oldu, Genel sekreteri Sadık Şide’yi Bakan olarak verdi;
Kan ve can pahasına kazanılan ekonomik ve kısmi demokratik hakların Generaller Konseyi tarafından gaspına karşı, seyirci kalmakla zımni onay veren ve iş işten geçtikten sonra göstermelik tavır aldı;
Generaller konseyi yönetiminin uygulamalarının kalıcılaştırılmasının belgesi Anayasaya “evet” kampanyasını destekledi;
Resmi sendikasızlaştırma politikasının yasal düzenlenmesi 2821 ve 2822 sayılı yasaların esas aldığı toplu pazar(sız)lık düzenini savundu; TÜSİAD aklanırken DİSK suçlandı; ’80 sonrası yapılan genel kurullarda kişisel hesaplaşmalar yine gündem oldu;
Amerikan menşeli ve bilinen adıyla “partiler-üstü” ya da “partiler-dışı” politikayı bir tüzük maddesi olarak kabul etmiş olmasına karşın, resmi ideolojinin uygulamalarına filen destek verdi ve ’83 Kasım’da yapılan seçimlerde partiler için aday listesi belirledi;
Sınıf gücünü esas almayan bir sendikal anlayışla-hiçbir sonuç alınmayan ama her seferinde umut dağıtılan ‘zirveler’ yapıldı;
Emek-sermaye çelişmesinden emek gücü sahiplerine duyulan güvensizlik sebebiyle sermayenin güdümü esas alındı ve sermayenin örgütlü gücü TİSK’in istemleri savunuldu;
Yeni düzenleme sonrasında gündeme gelen grev tartışmasında, kısıtlı haliyle bile grevin uygulanmaması politikası resmileştirilmeye çalışıldı;
Toplu sözleşmeler, (geçmişten gelen alışkanlıklarla üst-düzey ilişkileriyle bağıtlanma politikası nedeniyle) işlerlik bulamaz ve sonuçta sözleşmelerin zorunlu tahkim aracı YHK tarafından yapılması onaylandı;
Amerikan mali sermayesinin paravan örgütü AAFLI, kurmuş olduğu ilişki sayesinde bu yıllarda faaliyetini yoğunlaştırdı;
Sınıfın artan mücadeleci potansiyelini pasifize etmek için eylem programları “benimsendi”, fakat esasta uygulanmadı;
Yine sınıfın potansiyeli sebebiyle ’87 Eylül referandumu ve sonrasında yapılan seçimler ve referandumlarda tavır belirledi ve bunu açıkladı;
Sonuç olarak Türk-İş, iktidarın nimetlerinden yararlanma ve günlük yaşamayı esas alan politikasıyla, yukarda belirttiğim biçimde yaşam hakkı buldu.
Peki, bu politikaların izlendiği süreçte işçinin içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşullarında ne tür değişiklikler oldu?
Yürürlükte bulunan grevler, Eylül’le birlikte kaldırıldı ve sonrasında yasaklandı;
Yasal düzenlemeyle hak grevi yasaklandı ve kısıtlı koşullarda ve menfaat uyuşmazlığı halinde grevin yapılması öngörüldü;
Sigortalının hakkı pek çok yönden kısıtlandı;
Ulusal gelirden aldığı payı yüzde 27’lerden 15’lere indi;
Ücretlerin satın-alma gücünün sürekli düşmesi, sebebiyle yoksullaşma arttı ve buna bağlı olarak mülksüzleşme hızlandı;
Sigortalının gerçek ücret endeksi azalırken kişi başına ulusal gelir endeksi arttı;
Başta DİSK olmak üzere pek çok sendika kapatıldı;
Binlercesi işkence tezgâhlarından geçti ve yargılandı;
Sigortalıya göre yüzde 260’larda olan sendikalaşma oranı yüzde 50’lere indi; işsizlik arttı;
Bağıtlanın toplu sözleşme kazanımları, beklentileri karşılar düzeyde olmadı;
Bütün bunlar sonucunda artan sömürü ve zulme rağmen resmi terörün işçiler üzerindeki yıldırıcı etkisinin kırılmasına bağlı olarak, potansiyelini eyleme dönüştürme dinamiği yaşandı yaşanıyor.
Buraya kadar ’80’li yıllarda Türk-İş’in izlediği politikanın ve işçilerin durumunu başlıklar halinde sıraladım. Dikkat edildiğinde burjuvazinin adı ‘sosyal’ olan saldırı politikasının izlendiği bu dönemde Türk-İş’in de izlediği sendikal anlayışın, işçilerin yaşadığı sorunlara ne derece çözüm getir(me)miş olduğunu anlıyoruz.
Bu da, resmi ideoloji güdümünde ve denetiminde sermayeye teslimiyettir. Diğer bir deyişle sınıfa ihanetin politikasıdır. Çünkü işçi sınıfının haklarında kayıplar hanesinin sürekli büyüdüğü yıllarda, Türk-İş yönetimi burjuvazinin saldırısını hem gizlemeye çalıştı hem de geçici olduğu propagandasını yaptı. Bu anlamda saldırıların ortağı olup, eli kanlıdır.
Hatta Eylül’den yaklaşık altı yılı aşkın bir süre sonra, ’86 Aralıkta yapılan 14. Genel Kurulda seçilen çiçeği burnunda yeni genel sekreter Emin Kul, “Silahlı Kuvvetler işçi haklarına karşı gelmiştir diye bir hükmü etmemiz mümkün değildir. Askeri yönetim diktatörlük olsun diye gelmemiştir, işçi hareketini ezmek için de gelmemiştir.” diye inciler döktürür.
Böylece sendikal bürokratların sınıfsal kaynağının ne olduğu konusu sahibinin sesinden aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Bu anlamda işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, sınıftan kopuk olan sendikal bürokratlara da karşı olmak zorundadır.
Bunun için üzerinde durulması gerekli sorular:
Sendikal demokrasi mi, sendikal bürokratlar sultası mı? Sendikal demokrasi…
Sınıfın mücadeleci potansiyeline güven mi, hükümetle zirveler mi? Sınıfa güven…
Özgürlük mü, teslimiyet mi? Özgürlük…
Örgütlenmeyi kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma mı, içine kapanma ve sendikasızlaştırma mı? Kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma…
Yanıtların belirtilen biçimde olması, hem sosyal hem de tarihi bir gerçektir.

KAYNAKÇA
97- Cumhuriyet,20 Eylül 1985
98- Milliyet. 30 Aralık 1980
99- Arayış Dergisi, 22 Ağustos 1981, sy: 27 sf.21
100- A. lşıklı, Gün Dergisi, Temmuz 1986, sy:16, sf.6.
101- Yıldırım Koç, Gün Dergisi, Temmuz 1986 sy.17, sf 17.
102- J. Kelly, Counte? Spy (Casuslara Karşı) dergisi,1980.C.4, sy.2, Yayınlayan Gün dergisi. Haziran 1986, sy:16, sf.8-10.
103- A. Işıklı, Gün Dergisi, Haziran 1986, sf:6-7; A. Işıklı, age, sl.192-201.
104- İsveç Sendikalar Konfederasyonu Araştırmaları,Dr. Ake Wedin, ICTFU, Aktaran Yıldırım Koç, 11. Tez Kitap Dizisi, Mayıs 1986, sy:3, sf.250.
105- Yeni Gündem,1-14 Kasım 1985, sf.13.
106- S. Turner, CIA Gizlilik ve Demokrasi, Cumhuriyet, 26-28 Ocak 1986.

107- Philip Agee, CIA Günlüğü, Çev: Mine Ciner, E yay. İstanbul, 1975, C.1, Sf. 96-101.
108- İbid,sf.231, 184, 177-178,324, 406
109- A. Işıklı, age, sf.149.
110- ABD kaynaklı yayını (aktaran) Y. Koç.
111- A. P. Jones Coldirek… ABD, 1979, sf.1039,aktaran, Y. Koç. agd, sf.252.
112- USA.., Aktaran Y. Koç, agd, sf.251.
113- A. Işıklı, age, sf.152.
114- Y. Koç, age, sf.135.
115- 2000’e Doğru, 6 Ağustos 1989.
116- Sosyal Siyasetler Konferansı, 14? Kitap, İÜİFYay. no:140, 1963, sf.41-43.
117- Yılmaz Büyükbaş, Cumhuriyet, 14 Mart 1986.
118- Resmi Gazete, 12 Aralık 1973.
119- Gün, Haziran 1986, sf.8-10.
120- A. Işıklı, Yeni Gündem, 1-15 Haziran 1985, sf.12.
121- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 29 Ekim 1982.
122- Philip Agee, age, sf.313.
123- Aktaran, Yıldırım Koç, age, sf.136
124- Türk-İş, 11. Genel Kurul Çalışmaları, sf. 407.
125- Cumhuriyet, 14 Kasım 1985


EK-1
Sendikal mücadele ya da sınıf sendikacılığı üzerine

Türk-İş’le ilgili yapılan araştırmanın yayınlandığı önceki sayılarda ek olarak; ‘Sendikal Bürokratlar’ üzerine Türk-İş’te Mi Birlik? konularına da açıklık getirmeye çalıştım. Bu sayıda ise adından çokça bahsedilen sınıf sendikacılığı üzerine duracağım.
Sendikaları işçilerin yalnız ve yalnızca çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmesi için ekonomik mücadeleyi esas alan örgütler olarak değerlendirme, günümüzde hâkim (burjuva) sendikal anlayıştır. Ekonomik mücadele dışında kalan siyasi mücadele ise, iktidara aday olan partilerin işi olarak gösterilir. Bu ayrımla; işçi sınıfının kitlesel örgütü sendikaların işlevleri sınırlandırılır ve sermaye ile işbirliğini savunan bir konuma düşülür.
Ekonomik ve siyasi günlük konuşulan dille ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliği dikkate alınmaz, alınmak istenmez.
Her iki mücadeleyi hem ayrıma tabi tutmanın ve birbirini dışlamanın mümkün olmadığı hem de ekonomik mücadeleyi esas ve diğerinin tali konumda olamayacağı bir sosyal gerçektir. Bunun ifadesi olarak, yalnızca ekonomik mücadelenin bir aracı/örgütü olarak görmek ve buna uygun faaliyette bulunmak esasta sendikaların faaliyetini sınırlamaktır. Bunun açılımı olarak sendikalar, ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliğinin yarattığı fonksiyonları üstlenmek zorundadır. Çünkü ekmek mücadelesinin kazanımlarının korunmasının ve geliştirilmesinin garanti supabı; özgürlük mücadelesidir. Yalnız sermayeye karşı, kendi alanında verilen ekmek mücadelesinin kalıcı başarılar sağlaması mümkün olamaz.
Ekmek mücadelesiyle kazanılan ekonomik hakların güvencesi nedir?
Yaşanılan ekonomik ve siyasi krizle birlikte artan yoksulluk ve zulümden nasıl kurtulunacak?
Soruların açılımında, peşi sıra bir soru daha akla geliyor: Sorun bataklığı mı kurutmak, yoksa bataklığın sebep olduğu sivrisinekleri mi öldürmektir. Bu soru toplumsal gerçekle ilgili olarak şöyle sorulabilir: Sorun ücretlerin düşüklüğü mü, yoksa ücretli kölelik düzeninin kendisi mi?
İşçi sınıfının daha iyi yaşamak ve çalışmak için verdiği emek (ekonomik) mücadelesi, sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımı yanı zulüm ve sömürü düzenine son verme özgürlük (siyasi) mücadelesi ile birleştirilmediğinde, mücadelenin kalıcı başarısından söz edilemeyeceği hem tarihi hem de sosyal bir gerçektir.
Özgürlük mücadelesi partilerin ve ekmek mücadelesi sendikaların faaliyetinin esasını oluşturur anlayışı; emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım mücadelesinde sendikaların ve siyasi yapılanımın devamı esas alınmış olur. Çünkü üretim sahalarında işçilerin, kitlesel örgütü sendikalar aracılığıyla, ücreti artırma mücadelesi yanında özgürlük talebi içinde mücadele etmesi sosyoekonomik koşulların zorunlu dayatmasıdır.
Ekonomik mücadele, işçileri varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Ve bu, işçi/ emek ve işveren/sermaye arasındaki çelişkinin uyanması anlamında filizlenme halinde bilinci temsil eder; çünkü bu çerçeve çok dardır. O sebeple, bu alanda mücadele anlayışıyla işçiler sosyalist siyasal bilincini geliştiremez.
Sınıfın her eyleminin özünde, geniş anlamda bir politik yönü vardır. Çünkü sermayenin egemenliği koşullarında işçi sınıfının her eylemi iktidarın izlediği ekonomik ve siyasi politikasının teşhirini sağlar. Fakat bu noktada, politik yönün niteliği önem kazanır. İktidara karşı olma anlamında her politik yönü olan eylemin, sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalıdır. Diğer bir anlatımla iktidara karşı olan her eylem, hem sosyalist siyasal mücadeleyi içermez hem de sosyalist siyasal bilinci geliştiremez.
Peki, geliştirmesinin koşulu nedir?
Sosyalist siyasal bilincin gelişmesini esasta savunmak ve bunun için mücadele etmek zorunda olan işçi sınıfının kitlesel örgütü sendika; hem ekonomik hem de zulüm ve sömürü düzenin yıkılması mücadelesinin bütünselliğini sağlayan programı benimsemek zorundadır. Bu programın oluşumunda ve hayat bulmasında, sınıfın örgütlü gücü partisinin rolü hatırlanmalıdır.
Sendikal mücadelenin içeriği konusunda:
1- Ekmek mücadelesi: Sosyal kurtuluş mücadelesinin alternatifi konumuna konulmadan işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirilmesi yani ekonomik talepler için verilen mücadelenin önemi küçümsenemez. Aynı zamanda bununla da, siyasi/ideolojik mücadele arasında Çin Şeddi yoktur. Yani sınıfın ekmek mücadelesini sendikal mücadele açısından savunmak bir zorunluluk olup; kazanımların kalıcı olması ve daha da geliştirilmesi özgürlük mücadelesi ile bütünselliğin sağlanmasına bağlıdır. Çünkü öz olarak ekmek mücadelesinin verildiği alana sermaye hâkimdir. Bu sebeple, sermayeyi kendi alanında yenmek olası değildir.
2-özgürlük Mücadelesi: Sınıf sendikacılığı öz itibariyle özgürlük mücadelesi denilen faşizm ve sermayeye karşı sosyalizm mücadelesini savunur. Çünkü ekmek mücadelesinin başarısı, özgürlük mücadelesi bayrağının yükseklerde dalgalanmasına bağlıdır. Bu anlamda ekmek ve özgürlük mücadelesinin çakışması söz konusu olup bütünselliği vardır. Ayrıca işçilerin sınıf sendikacılığı anlayışı gereği sendikal bürokratlara karşı mücadelesi, öz olarak bürokratların varlık koşulu sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımına yani faşizme ve sermayeye karşı mücadele temelinde bütünsel olarak ele alınır. Alınmaması halinde, ekonomizm ya da reformizm çukuruna düşülür.
3- Sendikal Demokrasi Mücadelesi: Sendikal örgütlenmede işçi sınıfının aktif bir biçimde söz ve karar sahibi olmasına işlerlik kazandırmanın mekanizması; sendikal demokrasidir. Seçme ve kısıtlı koşullarda seçilme hakkının olması (bugün Türk-İş’te olduğu gibi) sendikal demokrasinin var olduğunun göstergesi olarak ileri sürülemez. Çünkü sendikaya yönetici olarak kimin seçileceğinden çok, “seçileceklerin, nasıl seçilecekleri ve bunların nasıl denetlenecekleri” ve gerektiğinde nasıl ve kimlerce görevlerinden alınacağı önem kazanır. Sayılan bu nitelikleriyle sendikal demokrasinin işlerlik kazanması, siyasal rejimle doğrudan ilintilidir. Yani gerçek anlamda sendikal demokrasi emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım koşullarında işlerlik kazanır. Bu anlamda da mücadelenin bütünselliği bir zorunluluktur.
4- Sendikal Birlik Mücadelesi: Sınıfın hem ulusal hem de uluslararası planda sermayeye karşı verdiği mücadelenin başarılı olabilmesinin önemli bir koşulu da sınıfın tabandan sendikal birliğini sağlamaktır. Sendikal bürokrat akımlar, sınıfın birliğini kendi etraflarında bir birlik olarak göstermeye ve günümüzde de her muhalefeti “birlik” adına bastırmaya çalışıyorlar. Kendilerince belirledikleri ve koltuklarını esas alan anlayışa karşı verilen mücadeleyi “bölücülük” nitelendirilmesiyle bastırıyorlar.
Sendikal birlik, işçilerin herhangi bir sendikal bürokratın hareketi çatısı altında toplanması anlamında yorumlanamaz. Diğer bir anlatımla sendikal birliği olarak değerlendirilemez. Çünkü sendikal birlik sermayeye karşı verilen mücadelenin ürünü olacaktır.
Bugün, sendikal bürokratların herhangi bir sendikası ya da konfederasyonunda (örn: Türk-İş) işçilerin toplanması halinde; sendikal birlikten söz etmek mümkün mü? Hayır; çünkü bu yığınsal yani niceliksel birlik olup, niteliksel yani sendikal birlik değildir. Böyle bir yığınsal birlikten sermayenin esasta bir zararı yoktur. Hatta bu tür yığınsal birlik sonucu bir yönüyle burjuvazi ile daha kolayca anlaşma imkânı bulur.
5- Bağımsızlık Mücadelesi: İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, emperyalist mali sermayeye karşı da verilmesi zorunluluğundan emperyalizmin ekonomik ve siyasi tutsaklık zincirine karşı, her ulusun bağımsızlık mücadelesini destekler ve bu anlamda ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının tavizsiz savunucusudur.
6- Uluslararası İşçi Birliği Mücadelesi: İşçi sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesinin, emperyalist mali sermayenin uluslararası özelliği sebebiyle, bir de uluslararası boyutu vardır. O sebeple, sosyal kurtuluş mücadelesinin birlikteliği yaşanılan ekonomik ve siyasi koşulların nite İğinden kaynaklanır. İşte onun için “Bütün Ülkelerin İşçileri Birlesiniz” diyoruz.
Sayılan bu mücadele türlerin bütünselliği, sendikal mücadelenin esasını oluşturur. Bu oluşumun odağında; işçi sınıfının bir başka örgütlü ve önder gücü Partisi varolup, sosyal kurtuluş mücadelesinde, ana lokomotif görevini üstlenir.

EK-2
SORUŞTURMA

Türk-iş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla İlgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yayınlıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne an-layorsunuz? Türk-iş’te “sendikal demokrasi” nasıl İşlerlik kazanıyor?
2- Tûrk-lş yönetimi uygulamayacağı, ve sonuçta da uygulamadığı eylem programları kararını neden alır?
3- Türk-iş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlerdl’rlr misiniz
Laspetkim-iş Şubesi yönetim kurulu

“İşyeri komiteleri ve sendikal demokrasi”
1- Sendikal demokrasi, işçilerin sendika yönetiminde söz ve karar sahibi olmasıdır. Bu genel kuruldan kurula delegelerin sandık başına gitmesi olmadığı gibi, salt temsilcileri seçimle belirlemek ya da toplu sözleşmelerde oylama yapmak da değildir. Kuşkusuz toplu sözleşme görüşmelerinin kapalı kapılar ardında yürütüldüğü, bir gecede bitirildiği, atama yoluyla gelen temsilcilerin işverenle işbirliği içinde olduğu, işçilerin sözleşmelerinden haberlerinin bile olmadığı, günümüzün sendikal hareketinde toplu sözleşmelerle onay, temsilcileri seçimle belirlemek de önemli. Ancak sendikal demokraside asıl olan, işçilerin sendika yönetimine katılımını, denetimi sağlayacak sendikal örgütlülüğün yaratılmasıdır. Bu da işçilerin bulundukları işyerlerinde sendikal örgütlenmenin yapı taşı olacak işyeri komitelerinin oluşturulmasıyla mümkündür, işyeri komiteleri bir yanıyla sendikal mücadeleye en geniş işçi topluluğunun katılımını, bu mücadelenin öncü işçiler tarafından yönlendirilmesini sağlayacak, sendikal mücadele ile politik mücadelenin bağlarını kuracak örgütlenmelerdir.
2- işçilere yıllardan beri oynanan bir oyun bu. işsizliğin, yoksulluğun, pahalılığın kasıp kavurduğu kitlelerde oluşan tepkiyi dizginleyebilmek amacıyla, sözler, verilir, “genel grev” laflan edilir, mitinglerden söz edilir. Sonra da işverenlerle, hükümetle uzlaşabilmenin yolları aranır. Sendikal hareketimizde devlet ve işveren güdümlü sendikacılığın temsilcisi Türk-İş, kendisine yüklenen bu işlevi, en iyi şekilde yerine getirdi. Nisan-Mayıs eylemleri pek çok sendikada yöneticilere rağmen gerçekleştirildi. Ancak bu hareketlilik toplu sözleşme dönemleri ile sınırlı kalıyor. Genel kurullara tam anlamıyla yansıyabildiği söylenemez.
Diğer yandan yönetimin eylem kararlan almasını seçilebilme hesapları da etkiliyor, örneğin Şevket Yılmaz’ın Bağımsız Çelik-İş’in gerçekleştirdiği Demir Çelik grevinde gövde gösterisi yapmasının ardında, bu sendikayı Türk-iş Genel Kurulu’nda Başkan adayı olması beklenen Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek’e, karşı güçlendirmeye çalışması yatıyordu.
3- Türk-İş’in sendikal politikası işçi sınıfının sendikal mücadelesi önündeki büyük engellerden biridir, işçilerin yükselen tepkisi, mücadelesi bu politikada gündelik değişiklikler oluşturabilse dahi, bu yapının kırılması, sendikal anlayışın sınıf ve kitle sendikacılığı zeminine oturması mümkün görünmüyor. Oysa işçilerin sınıf ve kitle sendikacılığı zemininde oluşacak sendikal birliği gerçekleşmeden bu alandaki sorunların çözümü mümkün değil. Böylesi bir birlik ne üç beş sendikacının 1 Mayıs’larda bir araya gelmesiyle ne de aynı işkolundaki sendikaların ilkesiz birleşmeleriyle gerçekleşir. Sendikal birlik işyerlerinden başlayarak, işkolu ve giderek tüm işçileri kapsayacak sınıf ve kitle sendikacılığı mücadelesi ile gerçekleşecektir.


EK-3
SORUŞTURMA

Türk-İş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla ilgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yaymıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne anlıyorsunuz? Türk-İş’te “sendikal demokrasi” nasıl işlerlik kazanıyor?
2- Türk-İş yönetimi uygulamayacağı ve sonuçta da uygulamadığı eylem programların kararını neden alır?
3- Türk-İş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirir misiniz?
Kristal-iş Gebze şubesi başkanı Cemal Simliova:

“Sınıfın birliği ve katılımcılığı”

1- Ben kişisel olarak sendikal demokrasiye iki şekilde yaklaşmak istiyorum: Birincisi, sınıf insanlarının dünya görüşü temelinde; ikincisi ise katılımcılıkla ilgili olanıdır. Sınıf içerisinde değişik düşüncelere sahip, değişik dünya görüşü olan işçilerin varlığı bir gerçektir. Kaldı ki işçileri sendikada birleştiren olay ideolojik ve siyasi bir olay da değildir. Esas neden ekonomik ve demokratik çıkar birliğidir. O nedenle sendikalarda sınıf insanlarının düşüncelerinden dolayı dışlanmaları ya da sendikal kararlarda yönetim gibi düşünmeyen insanlara söz vermeme sendikal demokrasi ile bağdaşmaz. Siyasal düşüncesi, dini inancı, milliyeti ne olursa olsun bütün işçiler düşüncesini, eleştirilerini özgürce ortaya koymalıdırlar. Bugün ülkemizde birçok sendikada hele hele otoriter bir merkeziyetçilik oluşturmaya çalışan birçok sendikada (yasalardan da yararlanarak) seçimle göreve gelen insanlar, görevlerinden alınmaktadır. Hatta yine, birçok sendikada bu doğrultuda temsilci seçimleri dahi yapılmamaktadır. İkincisine gelince, eğer bir sendikada yönetilen işçiler kendilerine yönetici olarak seçmiş olduğu insanları denetleyemiyorsa ya da yöneticiler tarafından denetim yolları kapalı tutuluyorsa, sendikal kararlarda tabandaki insanların genel düşünceleri alınmıyorsa orada sendikal demokrasi yok demektir. Çünkü sendikal politikaları hedeflemede birlikte düşünmek ve birlikte karar almak çok önemlidir. Zaten birlikte düşünmeyen ve birlikte karar almayan ilkelerin hayata geçme şansı yoktur. Sınıfın insanlarını dışlayan ama onlar adına kararlar alan ve sınıfa dayatılan düşünceler demokratik düşünce değildir. Konfederasyon olarak Türk-İş’te ve Türk-İş’e bağlı birçok sendika da sendikal demokrasinin her gün yaşayarak görmekteyiz.
2- Bugün Türk-İş sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 80’ini kendi bünyesinde toplamış bir konfederasyondur. Yapacağı her eylem Türkiye işçi sınıfının gündemini belirleyecektir. Kaldı ki bazı sendikacı arkadaşlar özellikle 1986’dan sonra Türk-İş’te bazı farklılıkların olduğunu söylemektedir. Ancak kişisel olarak bu farklılığa da pek katılmıyorum. Türk-İş’te değişen farklılık nedir? Eskiden konuşmuyorlarmış da, şimdi olaylar karşısında konuşuyorlarmış, mevcut sorunları iyi tespit yapıyorlarmış; eğer sendikacılık salt bu ise bugün Mustafa Özbek herkesten çok daha fazla konuşmakta, her konuşmasında da genel grevi gündeme getirmektedir. Yani diyeceğim sendikacılık salt laf değildir. Sendikacılık iş yapmaktır, icraat ortaya koymaktır. Gerçi bazı insanlar Türk-İş deyince yalnızca tepedeki 5 insanı dikkate almaktadırlar. Oysaki Türk-İş’te kararları yalnız bu 5 yönetici almamakla bunlarla birlikte 32 sendika başkanının katıldığı Başkanlar Kurulunda kararlar alınmaktadır. Türk-İş başkanlar kurulu samimi davranmamışlardır. Yemek boykotlarının bazı illerde yapılan boykotların başarılı geçmesi kendilerini korkutmuştur. Benim kafamdan bu başarıyı kendileri için bir pazarlık konusu mu yaptılar diye bir düşünce geçiyor. Çünkü birçoğunun 4 dönemleri bitmişti. Acaba bunu yeniden uzatmak mı istediler. Ya da birçoğu emekli idi; bu emekli sendikacıların bir daha seçilemeyeceklerine ilişkin yasağı kaldırmak mı istediler. Yani benim kafamda Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun tavrı sendikal hak ve özgürlüklerden çok sendikacı hak ve özgürlükleri için uğraş verdikleri kanısını uyandırmaktadır.
Kaldı ki eylem kararı alıp uygulamamak sendikaları ve dolayısı ile sendikaların asıl sahibi olan işçi sınıfını, burjuvazi karşısında bir adım daha geriye götürmektedir. Bu da sınıfın güçsüz olduğu imajının doğmasının nedeni olmaktadır. Bu bakımdan eylem kararı alınırken çok daha iyi düşünmek ve alınan her kararı şu veya bu şekilde hayata geçirmek gerekmektedir.
3- Türk-İş’in bugün izlemiş olduğu mücadele ile işçilerinin ekmeğinin büyümesi mümkün değildir. Çünkü demokrasi mücadelesine katkısı olan bir örgütün, demokrasi ile işçinin ekmeği arasında bağ oluşturmayan bir örgütün insanlara ya da sınıfın ekmeğinin büyütülmesinde bir katkısı olmaz doğrusu. Sınıf bugüne kadar okuyarak duyarak değil ama bizzat yaşayarak görmüştür ki burjuva demokrasisinin kısmi olarak işlediği dönemlerde ekmeğinin büyüdüğünü, burjuva demokrasisinin işlemediği zamanlarda ekmeğinin küçüldüğünü görmüştür. Kaldı ki Türk-İş bugüne kadar sınıfın ekonomik ve demokratik haklarına yönelik saldırılar karşısında bugün dahi sessiz kalmış, adeta siyasi iktidara destek vermektedir. Zaten Türk-İş bugünkü hantal yapısı ile bürokrat yapısı ile, sınıftan kopuk yapısı ile ne ciddi anlamda bir demokrasi mücadelesi ne de temel hak ve özgürlük mücadelesini yapabilir. Bütün bu mücadeleleri yapması için bence tabandaki insanlarla kaynaşmış ve bütünleşmiş olması gerekir. Siyasi iktidara baskı yapabilmenin koşulu da bu olacaktır sanırım.

EK-4
CIA AJANI KALEMİNDEN SENDİKAL FAALİYET

İkinci Dünya Savaşı öncesinde SBKP’nin uluslararası cepheler kanalıyla politikasını yayma ve genişletme çalışmalarını sürdürmesine karşılık, CIA da öğrenci ve gençlik faaliyetleri gibi iş ve işçi yani sendikal çalışmalara başlamıştır.
İngiliz İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TUC), Amerikan Sanayi Örgütleri Konfederasyonu (CIO) ve Sovyet İşçi Sendikaları Konfederasyonu (WFTU) 1945 yılında Paris’te kurulur: “Federasyonu anti-kapitalist propaganda için kullanmak isteyen komünist işçi sendikaları yetkilileriyle, Federasyon çalışmalarını ekonomik konularda sürdürmek için direten ‘hür dünya’ yetkilileri arasındaki anlaşmazlık, sonunda, 1949 yılında Federasyonun Marshall Planı’nı destekleyip desteklememesi sorunuyla su yüzüne” çıkar. Bu sebeple başlayan tartışma sonucu aynı yılda, WFTU’ya karşı, komünist olmayan uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) kurulur. ICFTU, Avrupa, Uzak Doğu, Afrika ve Batı Yarıküresinde komünist olmayan ulusal işçi sendikaları merkezlerini bir araya toplayan bölgesel örgütler kurar.
“Örgüt’ün (yani CIA’nın N.O.) yardım ve rehberliği üç kademede (ICFTU), bölgesel merkezler ve ulusal merkezler)” yapılır ve halen de yapılmaktadır. Uluslararası düzeyde “CIA işçi kesimi çalışmaları, hepsi de güçlü ve akıllı kişiler olan AFL Başkanı George Meany, Dış ilişkiler Şefi Jay Lavestone, Avrupa temsilcisi Irving Brown (Türk-İş’in kurulmasında ve sonrasında yoğun çalışmaları olur, N.O.) tarafından” gerçekleştirilir. Bölgesel düzeyde de CIA denetimi uygulanır. Örneğin, AFL’nin Latin Amerika temsilcisi Serfino Romualdi, Mexico City’de kurulu Amerika Devletleri Bölgesel İşçi Örgütü’nü (ORlT) yönetir. “Ulusal çapta da, CIA merkezleri özellikle geri kalmış ülkelerde ulusal işçi kuruluşlarını destekleme ve yön verme çalışmaları yaparlar”. Genel Merkezde, iş ve işçi çalışmalarının kapsamına giren “yardım, yön verme ve denetim çalışmaları” Uluslararası Örgütler Bölümü’nün iş ve işçi şubesinde toplanır.
Bu çalışmalarda görülen genel politika:
Birincisi; WFTU ile onun bölgesel ve ulusal şubeleri “Moskova’nın kolları” olarak tanımlanır.
İkincisi; merkez çalışmalarında amaç, komünistlerin ve aşırı solcuların üstünlük sağladıkları sendikaları zayıflatıp yenilgiye uğratarak, komünist olmayan bir sendika kurmak ve desteklemektir.
Üçüncüsü; ICFTU ve onun bölgesel örgütleri, “CIA etkisinde ya da denetimindeki sendikalar ve ulusal merkez birlikleri kurularak,” hem alt hem de üst düzeyde desteklenir.
Dördüncüsü; bir sanayi dalında çalışan işçilerin çıkarlarını temsil eden Uluslararası Sendika Sekreterlikleri (ITS) kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Bu ITS’in sistemi “daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan CIA’nın amaçlarına bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan çok daha uygun düşer. Denetim ve yön verme çalışmaları, belirli bir sanayi dalının işçilerine yönelik işçi faaliyetlerine yardımcı olmaları için başvurulan bir Sekreterlik’in yetkilileri aracılığıyla gerçekleştirilir”. Çoğu kere, ITS’ye üye bir Sekreterlik Amerikan Sanayi Sendikasından büyük mali yardım görür. “Sekreterlikteki CIA ajanları, ITS içinde Amerika’yı temsil eden Amerika işçi önderleridir”. Böylece, Amerikan Eyalet, Bölge ve Belediye Memurları Federasyonu, genel merkezi Londra’da bulunan, devlet memurlarının bağlı olduğu ITS Sekreterliği Uluslararası Kamu Hizmetleri için CIA faaliyetlerinin gerçekleştirdiği bir araçtır. (Devamında, benzer çalışmaların Uluslararası Petrol ve Kimyasal Maddeler İşçileri Federasyonu (IFPCW), Uluslararası Posta, Telgraf, Telefon işçileri (PTTI), Uluslararası Hıristiyan Ticaret Sendikaları Federasyonu (IFCTU), Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Sosyal Demokrat hareketle ilgili özel eğitim için de, İsrail Sendikalar Konfederasyonu Histadrut kullanılır.
Uluslararası ve bölgesel düzeydeki işçi eylem ajanları Washington’daki ya da Paris, Brüksel, Mexico City gibi merkezlerdeki Uluslararası Örgütler Bölümü görevlilerince yönetilir.
Uluslararası ve bölgesel düzeylerindeki durumundan dolayı ajan, genellikle örgütler içinde söz sahibidir ve geziler, eğitim, konferanslara çağrı ajan tarafından sağlandığı için sendika yetkilileri ona yakınlaşmaya çalışırlar. “Ajan da, komünist olmayan yerel sendika önderlerini avucunun içine alarak merkezle aralarında ilişki kurulmasını sağlar. Kesin ilişki kurulana kadar. Bölüm ajanının korunması için böyle bir ilişkiye üçüncü kişiler aracılığıyla geçilir.”
Milyonlarca dolarlık maliyetine karşılık, iş ve işçi çalışmalarının verimliliğinin saptanması güçtür ve tartışma konusudur. “Çalışmalar, komünist etkenleri ortadan kaldırmayı ve seminerler, konferanslar, eğitim programları düzenleyerek Batı ülkelerinin değerini öğretmeyi kapsar.”
(PHİLİP AGEE, CIA GÜNLÜĞÜ, ÇEV: MİHE ÜNER, E YAYINLARI, İSTANBUL 1975, C.1, sf. 96-101)

Kasım 1989

Ekonomik panaroma-1 Bütçe : “40 yamalı bohça” ’90 bütçesinin analizi

Yeni yılla birlikte, biten yılın ekonomik gelişmelerini gösteren veriler sürekli değerlendirme konusu olurken, diğer yandan da yeni yıla yönelik öngörülerde bulunarak yorumlar yapılır.
Bu çalışmada; kamu maliyesi ve bütçesi ile ilgili olarak hem ’80’li yıllardaki gelişmeleri değerlendirmeye, hem de yeni yıl bütçesini yorumlamaya çalışıyoruz.
Gelecek sayıda ise ekonomideki makro gelişmeleri ve yıllık programı incelemeye devam edeceğiz.
Öncesinde, 1989 yılıyla ilgili olarak dergimizin 6. sayısında yaptığım öngörülerle tahmini gerçekleşmeleri karşılaştırmak istiyoruz:
“1989 yılında hedeflenen büyümenin gerçekleştirilmesi oldukça zor” ve “durgunluğun devam edeceğini” yazmışız, eğilimi doğru değerlendirmişiz.
Neye göre böyle yazmışız? 1988 yılında öngörülen büyüme hedefine ulaşılamadığı ve 1989 yılına “gerileyen bir konjonktürde” girilmiş olduğu ve kamu yatırımların en alt düzeyde olmasının, özel sektörü de aynı yönde etkileyeceği ve buna bağlı olarak durgunluğun devam edeceğini yazarak, bu sebeple, 1989 yılı büyüme hedefinin gerçekleştirilmesinin zorluğunu yazmışız.
– “Yatırımların artacağı” ve “işsizliğin azalacağı” beklenilmemeli demişiz ve yanılmamışız; yatırımların mevcutları yenileme ve büyütme- maksadıyla yapıldığı, bunun için ekonomide ek kapasite yaratma yönünün sınırlı olması anlamında imalat sanayinde yatırımdan kaçış olduğunu ve bundan dolayı da, yatırımların ve var olan işsizliğin daha da olumsuz yönde etkileneceğini belirtmişiz.
– Enflasyonun “konjonktürel olarak yükseliş çizgisine özellikle son iki yıldır” yerleşmiş olduğunu
yazmışız ve bu öngörümüzü yalanlayan bir gelişmenin olduğu söylenemez.
– “Faiz oranlarında büyük düşme hayal” demişim ve yanılmışım. Faizin düşmesi halinde, paranın gelir getiren diğer alanlara yatırılacağını dikkate alarak, faizin düşmeyeceği öngörüsünde bulunmuşuz; fakat geçen yılda özellikle dövizde suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi sağlandığı için faizler inmiştir.
– “Dövizin fiyatı suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi, ihracatçı sermaye şirketlerinin yarattığı sorunların olması ve teşviklerin kademeli olarak değiştirilmesi sonucu ihracatın öngörülen miktara ulaşması zor görünmekte; bir yönüyle ihracat duraklayacak” demişiz, yanılmamışız, ihracat geçen yıla göre düştü.
– “Bütçe açığının yaklaşık 9 trilyon olacağını ve “emisyon miktarının 7 trilyon civarında gerçekleşeceğini” yazmışız ve bu gözlemimizin de gerçeklesen gelişmeye uygun olduğunu anlıyoruz.
Çalışmanın yapıldığı 1990 yılı ile ilgili olarak da benzer öngörülerde bulunacağım.

1- BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ VE BÜTÇE
Burjuva ekonomi politiği üretim faktörlerini emek, sermaye, toprak ve girişimci olarak sıralar. Bunların
gelirlerini de ücret, faiz, rant ve kar olarak tanımlar.
Buna göre işletme karını girişimcinin faaliyetinin bir ürünü olarak açıklar. Böylece her bir faktörün değer yarattığı anlayışından hareketle, sömürü maskelenmiş olur.
Burjuva ekonomi politiğin çarpıttığı bu ekonomik koşullarda işçi sınıfı:
Proletarya öyle bir üretici sınıftır ki yaşayabilmek için kapitalistlere satacağı emek-gücünden başka, üretim gücü anlamında hiçbir varlığı yoktur, Evet, emek-gücü satış konusu olan mal, bir meta halini almıştır.
Günümüzde kölelerin alınıp satıldığı bir insan pazarı yoktur. Fakat insan emek-gücünün alınıp satıldığı bir emek piyasası vardır, işte bu piyasada. emek-gücü denen meta satıcısının gelirine ücret denir. Bir başka anlatımla ücret, yaşama imkânlarını tayin eder. Bu sebeple proletarya; varlığını sürdürebilmek yani yaşayabilmek için, hem emek gücünü sarmaya ve kapitalistin emrine vermeye, hem de emek-gücünün kullanımında artı-değer yaratmaya ve onu kapitaliste teslim etmeye ve onun içinde sömürülmeye mecburdur.
Demek ki yaşamın özgürlüğü bu mecburiyetin kaldırılmasına bağlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ki toplumsal ve ekonomik yaşamın gerçekleri de, bu sonucu doğruluyor.
1.1- Bütçe nedir?
Kamu maliyesi; devleti oluşturan kurum ve kuruluşların gelir elde etmeleri, gider yapmaları, gelirlerini ve giderlerini gösteren bütçe hazırlamaları ve uygulamaları, malvarlıklarını yönetmeleri gibi mali olayları konu alan bir politikadır. Bu politika bütünlüğü içinde bütçe ise, adı geçen kurum ve kuruluşların bir yıllık süre içindeki gelir ve giderlerini dönem başında tahmin eden ve yürütme organına gelirlerin toplanması yapılması konusunda izin ve yetki veren bir yasadır. Diğer bir başka anlatımla bütçe; devlet harcamaları ile gelirini ayrıntılı bir şekilde gösteren, gerek giderlerin yapılmasını ve gerekse de gelirlerin toplanmasına izin veren bir kanundur.
Burjuva ekonomi politiğin bütçe ile ilgili olarak belirlediği ilkeler;
Genellik ilkesi: Devlete ait tek bütçenin olması, bütün gelir ve gider kalemlerinin bu bütçede toplanmasıdır.
Birlik ilkesi: Devlete ait tek bütçenin olması, bütün gelir ve gider kalemlerinin bu bütçede toplanmasıdır.
Ödenek ayrılması ilkesi; Bütçede yer alan her hizmet çeşidi için, bir ödenek ayrılması anlamına gelir. Bazı hallerde yasa ile ek ödenek ya da olağanüstü ödenek de ayrımı öngörülür.
Açıklık ilkesi: Gelir ve gider kalemlerinin kolayca anlaşılabilir biçimde düzenlenmesidir.
Doğruluk ilkesi: Tahminlerin ekonomik koşullara uygun ve gerçekçi hesaplanmasıdır.
Yıllık olmasıiİlkesi: Bütçeyi oluşturan gelir ve giderlerin hesabının bir süre ila sınırlı olmasıdır.
Belirlenen bu ilkeler açısından TC bütçesi incelendiğinde, çıkarabilecek genel bir sonuç; hiçbirine
uygun olmadığıdır. Ne öngörülerek yapılan tahminler gelir-gider kalemleri açıkça toplu bir halde incelemek mümkün olur. Çünkü bazı kuruluşlara ait bilgiler bütçede gösterilmez; örneğin MİT gibi.
Burjuva ekonomi politiğin öngördüğü bütçe çeşitleri
Genel bütçe: Tasama, yargı ve yürütmenin en üst tepe örgütlerin bütçeleri toplamıdır. Ör: TBMM, yargı organları, hükümet vs.
Katma bütçe; Giderleri özel gelirleri ile karşılanan ve genel bütçe dışında idare olunan bütçelere denir. Bu tür bütçeye sahip kuruluşların büyük bir çoğunluğunun dener sermayeleri ve tüzel kişilikleri vardır. TC karayolları Gn. Md., Vakıflar Gn. Md. Bu kuruluşların çoğunluğu giderlerinin ancak bir bölümünü kendi gelirleri ile kalanı genel bütçeden aldıkları yardımla karşılarlar.
Özerk bütçe: Devleti oluşturan bazı kurumların, özel hukuk kurallarına bağlı olarak yürüttüğü ekonomik faaliyetlerle ilgili bütçedir. Bunlar, genel bütçenin tamamen dışında ve işletme bütçesi niteliğindedir. Ör: PTT, Sümerbank, Etibank, TCDD vs.
Özel bütçe: Yerel İdarelere (İl Özel İdaresi, belediye ve köyler) ait bütçelerdir.
Konsolide bütçe: Kamu sektörünün ülke ekonomisi içindeki işlevinin anlaşılması amacıyla genel, katma, özerk ve özel bütçe gelir ve giderlerinin toplanması konsolide (bir araya getirilmiş) bütçeyi verir.
Ülkemizde konsolide bütçe denildiğinde genel ve katma bütçe toplamı dikkate alınır. Bu, dar anlamada bir konsolide bütçe tanımlamasıdır.
Buraya kadar devlet oluşumunda bütçenin rolü, ilkeleri ve çeşitli konularına kısaca açıklık getirdim.
1.2- Devletin fon kaynağı
Sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımın en önemli aygıtı devletin gelir kaynağı; vergi gelirleri
(dolaylı ve dolaysız vergiler vs.), vergi dışı normal gelirler (cezalar, harçlar vs.), özel gelirler (hibeler, fonlar), ürettiği mal ve hizmetlerden sağladığı gelirler, borçlanma, uluslararası yardımlar ve para basması olarak sıralanır.
Gerçi bir başka gruplandırmaya göre devletin finansman kaynakları, fonun yurt içinden ya da dışından sağlanmasına göre de sınıflandırılabilir.
Devletin şu ya da bu kanal ile makro olarak toplam kaynağa müdahale etmesi, devletin sadece siyasal bir kurum olmayıp, ekonomiye müdahalesi bir zorunluluk olarak açıklanır. Gerçi siyasal bir kurumda olsa giderlerini karşılayabilmek için gelir sahibi olması da bir yönüyle ekonomiye müdahalesi olarak değerlendirilir.
Burjuva ekonomi politiğe göre gelir dağılımı, kaynak kullanımı ve ekonomide istikrar sağlamak gibi konular sebebiyle tekelci konumdaki devlet ekonomiye mücadelede bulunur.
Devlet, hem bu ekonomik sebepler ve hem de harcamalarını karşılayabilmek için ekonomide oluşan toplam kaynaktan bir kısmına el koyar.
Bundan olarak ekonomiye müdahalede devletin önemli aracı, daha fazla gelir toplamaya ya da değişik kanallar vs. ile dağıtmaya yönelik bütçe politikası izliyor olmasıdır.
İşte bu halde üzerinde durulan gelir kaynağı vergi ve politikası olmaktadır.
Bir sınıfın egemenlik çıkarlarını korumak için devamlı ordu, polis, idari ve adli kurumlar ile diğer “hizmetler” gibi devletin işlevlerini yapabilmesi amacıyla, tüm emekçi sınıf ve tabakaların yarattığı toplam değerden devletin karşılıksız el koyduğu iktisadi değerlere, vergi denir. Bu ilişkide devlet hâkimiyet hakkına dayanarak vergi kanunları çıkarır ve bunları esas alarak vergi toplar.
Bu tanımdan olarak vergi alacaklısı ya da aktif vergi sujesi devlet iken, diğer yandan ise vergi borçlusu veya pasif vergi sujesi görünüşte gerçek (emekçi halk) ve tüzel (firmalar vs.) kişilerin birliğidir.
Görünüşte diyorum; çünkü yaratılan değerden devletin aldığı kısım olan vergiyi esasta bu değerin yaratıcısı sınıf ve tabakalar ödemektedir.
Görünüşte diyorum; çünkü dolaylı vergileri esasta emekçi halk ödediği gibi, dolaysız vergilerin de yansıtılabildiği dikkate alınırsa, vergi kaynağı emekçi halkın gelirleri oluşturmaktadır.
Ayrıca vergi sisteminde kabul edilen vergi muafiyet ve istisnalarla vergi ödemekle yükümlü olanların (özellikle tekelci burjuvazi) vergi yükü azaltılır.
Bu kısa anlatımlar ışığında sömürünün görünen bir aracı da vergi ve benzeri gelirler toplamıdır. Bir başka söyleyişle, sömürünün bir biçimi de devletin vergisi ve benzeri gelirleridir.
Verginin bir sömürü aracı olması anlamında, esasta kaynağı nedir? Artı-değer…
Onun için verginin olmadığı ekonomik ve toplumsal düzen… emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanma…
1.3- Kamu harcamaları
Günümüzün devleti: Üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti ve yaratılan ürünün burjuvazi tarafından gaspını yasallaştıran bir hukuk düzenlemesi olup, bunun güvenlik ve yargı ile korunmasını amaçlayan bir kurumlar bütünüdür.
Bu oluşumda kamu harcamaları; hâkim sınıf burjuvazinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak amacıyla hem devamlı ordu, polis, idare, adli ve diğer “hizmetler” gibi işlevlerin yerine getirilmesi ve hem de ekonomik olarak işveren konumunda olması sebebiyle yapılan harcamalar toplamıdır. Yapılan bu harcamalar çeşitli biçimlerde sınıflandırmalara tabi tutulur:
Reel harcamalar: Devletin yapılan harcama karşılığında mal ve hizmet almasıdır.
Transfer harcamaları: Ulusal gelir üzerinde doğrudan doğruya bir etki meydana getirmeyen, sadece satın alma gücünü özel şahıslar veya sosyal tabakalar arasında el değiştirmesidir. Diğer bir anlatımla karşılığında her hangi bir mal veya hizmet alınmadan yapılan (işsizlere, emeklilere, dullara vs. yapılan sosyal amaçlı yardımlar) harcamalardır. Borç anaparaların faiz ödemeleri de, bu tür bir gider kalemidir.
Yatırım harcamaları: Ekonominin verimliliğini ve üretimini arttıran, faydası birden çok yılı kapsayan mal ve hizmetler için yapılan harcamalar toplamıdır.
Cari harcamalar: Faydaları genellikle kullanıldığı yıl içinde yok olan tüketim için yapılan harcamalardır. Kamu çalışanı personel için yapılan ödemeler, bu tür bir gider kalemidir.
Konsolide bütçede giderler esas olarak cari, yatırım ve transfer harcamaları olarak üç ana grupta toplanır. Bunlardan birinin toplam içinde nispi payının artması, o dönemde izlenen ekonomi ve sosyal politika doğrultusunda olur. Nitekim son yıllarda konsolide bütçede transfer harcamaları ve bununda içinde borç faiz ödemeleri nispi payının artmasıyla, konsolide bütçe bir borç ödeme bütçesi olarak nitelendirilir.
1.4- Bölüşüm ve devlet
Kapitalist sınıf burjuvazi, üretim araçlarına sahip olduğu için sınıfın ürettiği ürünlere de kendiliğinden sahip olur. Bu sömürünün gerçekleştirilmesini kolaylaştıran ve esasını oluşturan ekonomik temeldir. Çünkü hâkim hukuk yapısının öngördüğü koşula göre, işçiler ürettikleri ürünlerin tümünü birden kapitalist sınıfa vermeyi peşinen kabullenmiştir. Bu sebeple, ürünler toplamından işçilerin alacakları payı kapitalist işçilere verir, işte bu üreticilerin payı; kapitalistin ödediği ücrettir. Ücret geliri sahibi işçi, bunu mal piyasasında harcayarak ürünler toplamından ücret tutarının belirlediği miktarı alabilir. Bu bölüşüm ilişkisi sömürü esprisinin varlığını da perdeler. Çünkü kapitalizm öncesi feodalizmde olduğu gibi üretici, kendisine ait olan ürünün bir kısmını ekonomi dışı zor (hukuk ve silah) aracılığıyla sömürücü sınıfa kaptırmamaktadır. Peki, nasıl olmaktadır?
Görünüşe bakıldığında kapitalist, kendi cebinden bir tutar; yapılan bireysel ya da toplumsal sözleşmenin hükümlerine göre ücret halinde işçiye ödemektedir. Hâkim bu işleyiş, ekonomi dışı zor olgusunu dışlayan bir yapının işlevi olarak gerçekleşmektedir. Bundan olarak da sömürü esprisi kolayca gizlenebilmektedir. Bu sebeple, kendisi için sınıf yapılanmasına göre patron işçiyi doyurmaktadır.
Aslında kapitalistlerin üretici bir sınıf olmadığını hatırlarsak, yukarıda ileri sürülen görüşü o yanlışlıktan öte sakatlığını da anlarız. Çünkü üretmeyen sınıf kapitalist, üretici bir sınıfını proletaryayı besleyemez. Aksini iddia etmek mümkündür; proletarya besleyen ve kapitalist ise asalak yaşayan bir konumdadır.
Kapitalizmde işçilerin dışında üretici sınıf ve tabakalar, tekelci burjuvazi dışında çalışmadan yaşayan ve üretken olmayan sınıf ve tabakalar vardır. Yaratılan değerin kapitalistle proletarya arasında paylaşılmasını belirleyen temel bölüşüm ilişkisinden bazı bakımlardan farklılık gösteren tali bölüşüm ilişkileri; diğer üretici ve asalak sınıfların elde ettiği gelirleri, ulusal gelirden aldıkları payları belirlemektedir.
Temel ve tali bölüşüm ilişkilerine göre paylaşılan, ulusal gelirdir. Bu ise, üretici emeğin bir yıl içinde yarattığı yeni değer, yani üretici emeğin payı ile artı-değer toplamıdır. Başka bir anlatımla ulusal gelir, üretici emeğin yarattığı değerler toplamıdır. Bunun paylaşımında işçi sınıfının payına düşen ücrettir. Diğer tarafta artı-değer, kar, faiz ve rant gelirleri olarak bölüşülmektedir.
Anlatımlar dikkate alındığında şöyle bir soru sorulabilir: Bölüşüm ilişkilerini düzenleyen, gelir dağılımını belirleyen iktisadi kanunlar var mıdır?
Gelir dağılımının iktisadi kanunlara tabi olmadığını ileri sürmek; kişilerin, kurumların ve devletin gelir dağılımını iradi olarak değiştirebileceği anlamına gelir.
Aksini iddia etmek, ücretli kölelik düzeninde yaşanılan adil olmayan gelir dağılımının sebebini Kötü niyetli politikacıların marifetiymiş gibi göstermektir. Bu ise hayatın kendisini tersyüz etmek olur. Günümüzde Sosyal demokratların yapmaya çalıştıkları da budur.
Sosyal demokratlar böylece devletin varlığım sınıflar üstü bir kurum olarak nitelendirmiş olurlar. Bununla ise, bilimsel çalışmalar esas alınarak yapılan analizlere göre, devletin sınıfsal konumu dikkate alınmış olur. Böyle onlarca yıldır yapılan hiçbir çarpıtma, devletin sınıfsal konumuyla ilgili bilimsel analizin gerçekliğini ters yüz edememiştir.
Hâkim sınıfın ekonomik ve siyasi yapılanımı olan devletin, yaratılan gelirin bölüşümünde üstlendiği fonksiyon hakkında:
Devletin üretken faaliyetti: Kapitalist bir işletme gibi piyasadan satın aldığı kaynakları emek-gücü kullanarak üretim yapar ve ürünlerini de piyasada satan devlet işletmeleri vardır. Ayrıca bütçe kaynaklarından finanse edilen, ama piyasa için üretim yapmadan üretken diye nitelendirilmesi mümkün eğitim vs. gibi hizmet faaliyetleri vardır. Bunların görünüşte parasız olduğuna aldanılmamalıdır.
Devletin üretken olmayan faaliyetleri: Devlet mekanizmasının genel adli, idari ve savunmaya yönelik kurumların giderleri konsolide bütçeden karşılanır.
Sayılan ve gruplandırılan bu faaliyetleri sürdüren kuruluşlarda çalışanların gelir elde etmesi, üretken faaliyette olanların yeni bir değer yaratması anlamında devletin kurum yetkilisi şahsında artı-değere sahip olması ve gerekli girdilerin alınması, mal ve hizmetlerin fiyat mekanizmasının işlemesiyle satılması anlamında devlet; gelir dağılımında belirtilen fonksiyonları üstlenmiş olur. Ayrıca fertlerin gelirlerini vergilerle kısmak ya da bütçeden yapılan transfer harcamaları kaynağının, esasta yine emekçi halktan sağlanmış olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
Ekonomide kamu payının artması ve özel sektörün etkinliğinin daraltılması sonucunda; temel bölüşüm ilişkilerinde “değişiklik” olabileceği iddia edilir. Buna bağlı olarak da gelir dağılımında emekçiler lehine olacak gelişmelerden bahsedilir. Devletin öncelikle temel sayılabilecek işkollarında etkin olmasının, gelir dağılımı ve istihdam açısından “olumlu” etkisinin olabileceği kabul edilebilir. Fakat bu etkinin boyutu fazlaca abartılamaz. Hakim sınıf olarak burjuvazinin örgütlü bulunduğu devletin, ekonomik alanda etkisinin genişlemesinin esasta bir değişikliğe yol açmayacağı hatırlanmalıdır. Çünkü böyle bir devlet; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığını varoluş koşulu sayar ve bu sebeple, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk üzerinde sömürü ve zulmün aygıtıdır.
Bu sebeple, gelir dağılımı açısından nicel bazı gelişmelerin yerini her zaman için aksi yönde bir gelişmenin olması mümkündür. O zamanda ekonomide devletin etkinliğinin artmasını savunmak, ücretli kölelik düzenini kutsamak olup; bunun şampiyonluğunu sosyal demokratlar yapıyorlar.
Yani gelir dağılımının bozukluğu sebepleri yerine, sonuçlarına yönelik gelişmeler esas alınamaz. Çünkü gelir dağılımın bozukluğunun esası, üretim yapısı olduğu gerçeği göz ardı edilmek istenir. Diğer bir deyişle üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ile üretimin toplumsal yapısı arasındaki çelişki, gelir dağılımı bozukluğu esasını oluşturduğu için, bu çelişkinin çözümü kavranılacak halka olmaktadır.
1.5- Vergi: sömürü aracı
Vergiler, devletin (ki bundan sömürücü bir sınıfın devleti anlaşılmalı; günümüzdeki burjuva devleti gibi) ve devletten vergilendirme yetkisi almış diğer kamu tüzel kişilerin fertlerden, hukuki cebirle ve kanunla belirtilen kurallara göre karşılıksız olarak aldıkları ekonomik değerlerin toplamıdır.
Tanımdan anlaşıldığı üzere, vergide alacaklı taraf bir devlet; borçlu taraf ise vergiyi ödemekle yükümlü olan kimse ve mükelleftir.
Vergi alacaklısı devlet: İktisadi sömürünün var olduğu toplumsal sistemlerde devlet; ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen duruma gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlara sahip olan sınıfın devletidir. Bu, o sınıfın diğer sınıflar üzerinde sömürü ve zulüm aygıtıdır.
Bundan dolayıdır ki köleci toplumda devlet, köleleri boyunduruk altında tutmak için köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için feodallerin ve ücretli kölelik düzeni kapitalizmde ise, ücretli çalışanın sermaye tarafından sömürülmesi aracıdır, devlet.
Belirtilen yapılanımda olan devletin vergi almaktaki amacı gelir sağlamaktır. Bunu burjuva ekonomi politiği vergilendirmenin fiskal (mali) amacı olarak tanımlar.
Verginin diğer fonksiyonları ise şöyle sıralanır; makro olarak kaynak dağılımını etkilemesi, ekonomik amaç; toplumda gelir dağılımı “düzeltmesi” de sosyal amaç olarak belirtilir.
Verginin bu sayılan mali, ekonomik ve sosyal amaçları; hem vergiyi ödeyenler üzerinde getireceği ek yükün paylaşımının “dengeli dağılımı” hem de herhangi bir refah azalışına yol açmayacak bir yapıda gerçekleştirilmesi prensiplerinden hareketle dikkate alınır.
Esasta vergilendirmenin bu fonksiyonları ve prensipleri; sömürünün bir tür biçiminin de devlet vergisi olduğunu gizlemenin aracı olarak belirlenmiş olmasıdır.
Çünkü vergi ve benzer gelirlerin esas yükü, verginin yansıtılması gerçeğinden hareketle, emekçi halkın yüklenmiş olduğu ekonomik bir gerçektir.
Vergi borçlusu mükellef: Vergi borçlusu mükellef, gerçek ve tüzel kişilerdir. Tüzel kişiler bir kurum olarak faaliyet sürdüren anonim, limited, kolektif vs şirketlerdir. Vergi mükellefinin görünürde bu yapısının   ekonomik   hayatı “yansıtmadığını” ileriki sayfalarda incelenecektir.
Verginin alımı sırasında arada bir aracının bulunup bulunmamasına göre vergiler, dolaylı vasıtalı ya da dolaysız vasıtasız olarak ikiye ayrılır.
Doğrudan doğruya gelirlerden alınan vergilere vasıtasız vergiler; hizmetlerden ve tüketimden alınan vergilere de vasıtalı vergiler denir.
Tanımlara göre burjuvazi de var olduğu sistem içinde bir vergi mükellefi olarak görülür. Görülür diyorum; çünkü bu durum görünüşte öyledir. Nüfusun toplamı içinde küçük bir orana sahip olan burjuvazi; vergi ödemekten dolayı yüklendiği ek külfeti üretim tarzının öngördüğü tüketim yapısında nihai tüketici olan emekçi halka yansıtır.
Yansıtma; burjuvazinin ödemek durumunda kaldığı tüm vergileri geri tahsil edebilme ya da vergiyi, mal ve hizmeti tüketen kullanıcıya ödetmenin bir aracıdır. Yani mükellefin ödediği vergiyi ticari ilişki içinde bulunduğu başka bir kimseye aktarmasıdır. Bu kimse ise, nihai tüketici halktır.
Dolaylı vergiler: Burjuvazi bu vergileri, ya fiyat mekanizması ile tüketicilere, ya da ücret ve istihdam politikasıyla ücretlilere işçilere yansıtma imkânı bulur. Nitekim vergi dışında işçinin maliyetini arttıran her kalemde, üretim sırasında birer maliyet unsuru olarak görülmesinden dolayı hizmetlerin fiyatlandırılmasında dikkate alınır.
Tüketicilere yansıtılan vergiler, bir avuç burjuvaziyi ve halkı aynı oranda etkilemez. Bir başka biçimde sorulursa tüketilen mal ve hizmetin vergilendirilmesi, bütün sınıfları aynı oranda etkiler mi?
Etkilemez!
O sebeple tüketim sırasında alınan dolaylı vergilerin, gelir dağılımını adilleştirici bir yönde değiştiremeyeceği söylenebilir.
Gerçekte tüketimin vergilendirilmesi emekçi halkı, bir avuç burjuvaziden daha ağır bir vergi yükü altına sokar. Bu sebeple harcanabilir gelirin dağılımını emekçi halk aleyhine değiştirmiş olur. Çünkü tasarruf edebilme ekonomik gücüne sahip olan sınıf, burjuvazidir.
Zaten Keynes’e göre muamele, spekülasyon ve ihtiyat sebebiyle para talep edilir. Ve bu da gelir miktarıyla yakından ilgilidir. Bir işçinin geliri, yaşamını sürdürebilmesine ve kendi varlığını yeniden üretmesine imkân verecek ücrete sahip olmasıdır; bu parayla sadece ve sadece muamele yani günlük ihtiyaçlarını ya “karşılar” ya da tam karşılayamaz ve bir miktar da parayı (borç) talep etmek zorunda kalır. Hakim üretim yapısının bir sonucu olarak da, Keynes’in diğer ihtiyat ve spekülasyon sebeplerine göre esasta para talep edememiş olur. Edebilecek ekonomik güce sahip olan sınıf ise, burjuvazidir.
Yani burjuvazi, tasarruf etme mali gücüne sahiptir.
Tüketimden alınan vergiler, gelirin sadece tüketime ayrılan kısmına yüklenir; dolayısıyla tasarrufları vergiden muaf tutar. Örneğin: KDV oranı yüzde 10 olduğu hatırlanırsa, tüm emekçiler gelirlerinin hepsini tüketime ayırdığı için toplam gelirinin yüzde 10’unu vergi olarak devlete ödeyecektir. Açık anlatımla toplam harcanabilir gelirin ancak yüzde 90’ını kullanma hakkına sahiptir. Herhangi bir burjuvazi gelirinin yüzde 40’ını tüketime ayırıp, yüzde 60’ını tasarruf ediyorsa; bu durumda tüketmek amacıyla ayırdığı gelirinin yüzde 10’unu vergiye tabi olacaktır. Ki bunun sonunda toplam gelirinin yüzde 2.5’ni devlete veriyor olacaktır. Yani gelir toplamında tüketime ayrılan kışımın artmasına azalmasına göre dolaylı vergi yükü de artar azalır. Örneğin, Arçelik’te çalışan bir işçi ile Vehbi Koç’u dolaylı vergilerin yükü açısından düşünelim; işçi gelirinin tamamını şu ya da bu sebeple tüketmek zorunda kaldığından, toplam geliri üzerinden dolayla vergisini öder, ama Vehbi Koç ise gelirinin on binlerde ölçülecek bir kısmını tüketime ayıracağı için, ödeyeceği dolaylı vergi payının oranı da o derece cüzi olacaktır.
Sonuç olarak verginin toplanması emekçi halkın harcanabilir gelirini o daha büyük oranda azaltır ve makro olarak toplam harcanabilir geliri emekçi sınıflarının aleyhine ve burjuvazinin lehine değiştirmiş olur.
Dolaysız vergiler: Kişisel gelirlerden alınan ve gelir seviyesi arttıkça vergi oranı da yükselen müterakki (artan oranlı) gelir vergilerinin gelir eşitsizliğini azaltmada en etkili araç olduğu söylenir.
Acaba!
Ücretlinin vergisi kaynakta kesilirken sermayedar ise beyanname ile ödeyeceği vergiyi bildirir. Bildirimden pek azı kontrol edilir. Nasıl kontrol edildiği de malumunuz…
Kurumlar vergisi mükellefi olan burjuvazinin vergi yükünü azaltma yolları:
1- Vergi kaçakçılığı, beyanname döneminde kazanılan gelirin eksik bildirimini sağlayacak belge düzenlemesidir.
2- Şahsi gelir vergisi şirketlerin dağıtılan kazançlarından alınır. Dağıtılmayan şirket karları çok daha düşük oranlı bir vergi olan ve tüketicilere yansıtılabilen, kurumlar vergisine tabidir. Şirket bünyesinde dağıtılmayan kar tutarı, tasarruf olarak tutulması halinde bu kısım gelir vergisinden muaf tutulabilir. Dağıtılmayan karın etkisiyle iç tasarrufu artan ve bu sebeple mali olarak güçlenen şirketin hisse senetlerinin değeri artar. Bu artış, hissedarların tasarruflarını şirket bünyesinde tutmalarının sonucudur. Ve hisselerin artan fiyatları üzerinden nakde çevrilmesiyle elde edilen kazanç da ya vergiden muaftır, ya da çok düşük oranda vergilenir.
3- Vergi kanunları aslında burjuvazinin tüketimine dâhil olan bir yığın harcamayı cömertçe masraf saymasından ve vergiye tabi tutmasından doğar. İş adamlarının seyahat, lokanta, otel, telefon vs. giderlerinin önemli bir kısmı işletme giderlerinden sayılmaz. Fakat harcamaların iş ilişkisine göre yapılıp yapılmadığının tespitini tamamen yapmak mümkün olmadığı için, iş adamlarının şahsi tüketimlerinin bir kısmını iş masrafı olarak gösterir ve bununla mevzuata göre vergi kaçakçılığı yapar. Harcamalar iş yapmanın gerçeği olarak sunulduğu için firmanın vergiye tabi olacak gelir miktarını azaltır ve böylece de kurumlar vergisinden de kaçırma söz konusudur. Bu yolla vergiye tabi kurum gelir azaltılmış olur.
Ek olarak, sermaye birikiminin teşviki için kurumlar vergisi mevzuatında ön görülen muafiyet ve istisnalarla vergiye tabi kurum kazancı miktarının azaltılması hedeflenir. Ön görülen teşviklerle vergi matrahını oluşturan kurum, kazançları fiilen küçültülmüş olur.
Anlaşıldığı üzere ülke bütünselliğinde burjuvazi ya hiç vergi vermeyen ya da tüketiciye yansıtılmak kaydıyla cüzi vergi veren durumdadır. Böyle bir sonuç üretim yapısına bağlı olarak biçimlenen bölüşüm ilişkileri ve tüketim yapısı üzerinde şekillenir.
Sömürünün bir türü olan verginin, ücretliye karşı üstlendiği fonksiyonu burjuvazi içinde yapabilmesi, toplumsal ve tarihsel bir gerçek olan sınıflı devlet anlayışıyla çelişir.
1.6- Artı-değer ve vergi ilişkisi
Kapitalizmde işçi sınıfının yani proletaryanın yarattığı toplam değer ile burjuvazinin bu sınıfa ödediği ücretler toplamı arasında daima bir fark vardır. Bu kapitalizmin varlık koşuludur. Bu sebeple işçiler ürettikleri ürünler toplamının ancak bir kısmını alabilirler.
Fark; işçilerin ürettiği ürün fazlası artı-değerdir. Bu fazlalık karşılığı ödenmemiş emek Olup kapitalist sınıfa düşen paydır. Yani emekçilerin kendi emek-güçlerinin değerini ürettikten sonra fazladan üretilen değere artı-değer denir.
Anlatımdan olarak kapitalizmde işçi sınıfı toplam emeklerinin bir kısmını kendileri için, bir Kısmını ise kapitalist için harcamış olmaktadır.
Demek ki, kapitalizm artı-değer var olduğu sürece yaşayabilir. Bir başka anlatımla burjuvazinin yaşam kaynağı, artı-değerdir. İşte kapitalist işletmelerde her birinde üretilen yeni değerle, ücret arasında farkın varlığı; makro olarak ekonominin bütününde işçilerin elde ettiği ürünlerin, ürettikleri ürünler toplamından az olmasının sebebidir. İşletmelerin her birinde emek gücünün belli bir süresinde işçinin yalnızca burjuvazi için çalışması, ülke ekonomisinde sarf edilen emek-gücü toplamının belli bir miktarını işçi sınıfı tarafından asalak sınıflar için harcamış olması sonucunu verir.
Bu artı-değer; ücret dışında kalan diğer kar, faiz ve rant gelirleri kaynağını oluşturur.
Artı-değer fiili üretim sırasında yaratılır ve piyasada fiyat mekanizması işleyişi ile kar, faiz ve rant gelir grupları arasında paylaşılır.
Aslında bu gelir grupları, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak sermayenin kendi içinde farklılaşmasının ürünüdür. Bunun sonuncu olarak bütün olan burjuvazi de kendi içinde farklılaşır.
Kar, sanayi sermayesinin; faiz, para sermayesini ve ticari kar da meta sermayesinin geliri olup, rant ise toprak kirasıdır.
Sanayici kapitalistler, üretime sanayi sermayesini kullanmak suretiyle doğrudan doğruya işçi-emeğini yani artı-değerini kendisine mal eder ve fiyat mekanizması kanalıyla kara dönüştürür.
Tüccar kapitalistleri elinde bulunan ticari sermayeyi para sermayesine yani malları paraya çevirir. Böylece tüccar kapitalisti kara sahip olur.
Para sermayesi sahibi kapitalistlerin geliri ise faizdir.
Para biçiminde nakit sermayeye sahip olan burjuvazi, ek para sermayesine ihtiyaç duyan diğer kapitalistlere bu sermayeyi faiz karşılığında ödünç verme olanağına sahiptir. Bu durumda para sermayesi, faiz getiren sermayeye dönüşür. Böylece para sermayesi alacaklıya, borçlunun kullanması karşılığında ek para geliri sağlar. Bu faizdir. Diğer yandan para sermayesini üretimde kullanmak maksadıyla alan kullanıcının amacı da kar elde etmektedir. Artı değer fiyat mekanizmasıyla piyasada kar olarak gerçekleşir. İşte faiz bu karın bir kısmı olması anlamında, işçilerin ürettiği, ama sahip olamadığı artı-değer; faizin kaynağıdır.
Diğer yandan rant ise tarım sektöründe üreticiler kendileri için değil de emek-gücünü bir kapitaliste satarak çalışıyorlarsa, ürettikleri ürünün hepsini değil ancak bir kısmın* ücret şeklinde alırlar. Kapitalist çiftçi ürün fazlasına yani artı-değere aynen bir fabrikada olduğu gibi el koyar. Bu halde kapitalist bir işletmedeki bölüşüm ilişkileri, tarım işçileri ile kapitalist çiftçi arasında da geçerlidir. Ancak tarımda meydana gelen artı-değerin paylaşılmasında sanayide görülmeyen bir başka mülkiyet sahibi sınıf da rol oynar. Bu, toprak sahibidir ve toprağını kiralayan kapitalist çiftçinin ilk aşamada eline geçen artı-değerden toprak kirasını alır. Bu anlamda toprak kirası yalnız kiracı tarım işletmelerinin sırtına binen bir yüktür. Ekilen toprağın verimli olup olmamasına göre kira bedeli de değişir.
Makro olarak ekonomide ulusal gelir; başta ücret olmak üzere artı-değerin birer parçaları olan kar, faiz ve rant gelirleri toplamıdır.
Buna göre ücret dışında diğer gelirlerden dolaylı ya da dolaysız olarak devletin aldığı her artığın yani vergi ve benzeri gelirlerin kaynağı artı-değer olduğu anlaşılır.
Emek-değer bilimsel kuramına göre, artı-değerin kaynağı karşılığı ödenmemiş emektir. Bu sebeple, artı-değerin paylaşımında her bir diliminin de kaynağı ödenmemiş emektir.
Toplumsal ürünün paylaşımında artı-değerin bir parçası olan verginin de kaynağı, artı-değer olması sebebiyle karşılığı ödenmemiş emektir.
Ekonomik sömürünün de karşılığı ödenmemiş emek olması anlamında, vergi de bir sömürü aracıdır.
1.7- “Sömürü de yok vergi de”
Her bir üretim tarzının, bir bölüşüm tarzı vardır.
Üretim araçları üzerinde mülkiyet biçimini içeren üretim ilişkileri aynı zamanda yönetimsel alt-üst ilişkisiyle birlikte bölüşüm ilişkilerini de içerir. Bu anlamda her üretim ilişkisinin de bir bölüşüm ilişkisi vardır.
Kapitalizmde bölüşüm, esasta sermayeye göre olur ve işçilerin emek-gücü ile yarattığı toplumsal üründen aslan payını artı-değer biçiminde sermayeyi temsilen burjuvazi alır.
Sosyalizmde bölüşüm; esasta emeğe göre olur. Yani emeğe göre bölüşüm sosyalizmin ekonomik bir yasasıdır. Ve bu insanlar arasında “ihtiyaca göre bölüşüm” ilkesinin önceli olması anlamında bir zorunluluktur. Bu anlamda da, emeğe dayanmayan gelirlerle, üretim ve çalışanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik önemli kaynakları aşıran asalaklığı dıştalar. Onun içindir ki, “çalışmayan yiyemez” ilkesi, bölüşüme hâkim olur.
Emeğe göre bölüşüm ilkesi hem emeğin niceliğine ve niteliğine, hem de emek-gücünün kullanıldığı üretim koşullarına göre paylaşımı öngörür. Bu ilke, esas itibariyle geçmiş toplumun (kapitalizm) izlerini taşıması anlamında “burjuva hakkı”ndan kaynaklanan eşitsizliğin halen yok edilemediği gerçeğini aydınlığa çıkarır. Yani üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ilga edilmiş olup, “burjuva hakkı” bu ölçüde ortadan kalkar; ama tümüyle ortadan kalkmış olduğu ve kapitalizmin etkisinden tümüyle arındırılmış olduğu iddia edilemez.
Emeğe dayanan ekonomik ve toplumsal düzende, mülkiyet biçiminin ayırt edici özelliği nedir?
Kapitalizmde var olan üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal yapısı arasındaki çelişkinin çözümü anlamında üretim araçlarının toplumsal mülkiyetidir. Artık üretim araçları sahibi proletaryadır. Bununla üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin varlığı ile bunların bir sömürü aracı olan sermaye olmaktan çıkması sağlanmış olur.
Buna bağlı olarak aynı zamanda; üretim, değişim ve dağıtım süreçleri içinde ilişkilerin niteliğini belirler ve sömürüden kurtulup insanların işbirliği ile, ürünlerin “herkese emeğine göre” ilkesine uygun bir tarzda emekçiler yararına paylaştırılmasıyla belirlenir.
Gerçekten de, işçi sınıfının yönetime hâkim olduğu ve üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin bulunduğu ekonomik ve toplumsal yaşamda yani sosyalizm de, çalışan her bir kişinin kendi payına düşeni alması sebebiyle, sömürüden bahsedilemez.
“Sömürü yoktur!”
Bu, çalışanlarda üretimi daha da artırmayı ve gelişmeyi motive eden esas güç olur.
Böyle bir yaşam, işçi sınıfının ulaşmak istediği birinci hedeftir. Buna bağlı olarak “herkesin ihtiyacına göre” ilkesinin hayat bulduğu, insanlığın altın çağına ulaşılacaktır.
Onun içindir ki, kapitalizme özgü olan üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki uzlaşmaz çelişki; sosyalizmin bir sistem olarak maddi güç bulduğu koşullarda tasfiye edilmiş olur. Çelişkinin çözümü anlamında üretimin toplumsal niteliğine uygun mülkiyet biçimi; üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyettir. Bunu esas alan sosyalizmin ekonomi politiği, insan istek ve iradesinden bağımsız olarak var olur.
Böyle bir ekonomik yapıda, toplumsal ürünün paylaşımı nasıl olur?
Toplam toplumsal ürün; çalışanların geliri ücret yani bireysel tüketim fonu ve hem yeniden üretimi hem de devletin üzerine düşen hizmetleri karşılamak amacıyla bir de toplumsal fon olarak ikiye ayrılır.
Toplumsal fon; çalışan bir kişinin kendi ücretleri karşılayacak gerekli çalışmayı yaptıktan yani gerekli-emek süresini kullandıktan ve gerekli-ürünü ürettikten sonra artı-emek süresinde sağlanan artı-ürünlerin toplamıdır. Bu fon, şu ya da bu kişilerin çıkarına değil, genelinde tüm toplumu ve özelinde her emekçinin gereksinmelerini karşılamak amacıyla kullanılır. Fon, doğrudan üretim sırasında yapılan paylaşıma göre belirlendiği gibi kaynağı arasında vergiyi göremiyoruz.
“Vergi de yoktur!”
Neden toplumsal bir fona ihtiyaç duyulur?
1- Hem üretim araçlarının yenilenmesi hem de yatırım yapılması için,
2- idari, eğitim, hastaneler ve sosyal yardımlar için,
3- Çalışmayan ya da çalışmayacak durumda olanların bakılması için,
4- Emperyalist kuşatmaya karşı yapılması zorunlu savunma ihtiyaçlarını finanse etmek için fonun toplanması, sistemin devamı için bir zorunluluktur.
Toplumsal fon, ekonominin planlanması ile yapılması öngörülen harcamaları karşılamak amacıyla oluşturulur ve belirtilen doğrultuda harcama yapılır.
Bireysel tüketim fonu; sosyalizmde hâkim üretim yapısından dolayı, emek-gücü bir meta değildir; satılıp alınamaz ve bu anlamda da ne değeri ne de fiyatı vardır; ama ekonomik yaşamda meta üretiminin ve değer yasasının varlığı biliniyor. Çalışana emeğinin nicelik ve niteliğine göre toplumsal üründen payına düşen ücret, toplumsal ürünü emeğe göre bölüşüm biçimi olarak ifadesini bulur. Diğer bir anlatımla sosyalist sistemde ücret, parasal biçimde ifade edilen toplumsal ürünün, bolümü olup, işçinin mesleki becerisine ve işin niteliğine ve karmaşıklığına göre farklılıklar gösterir. Fakat bu farkın en az düzeyde olması, toplumsal yaşam açsından hem arzulanan bir hedef hem de bir zorunluluktur.
Ücret, hiçbir kesintiye (vergi vs.) uğramayan bir gelirdir.
Toplumsal ürün; hem emeğe dayalı ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanda korunabilmesi ve daha da ilerletilebilmesi için gerekli toplumsal fon ve çalışanların tüketimlerini karşılamak için ayrılan ücret fonu olarak ikiye ayrılır.
Anlaşıldığı üzere emeğe dayalı ekonomik ve siyasi yapılanım, devlet harcamalarını kapitalizmde olduğu gibi dolaylı ya da dolaysız vergilerle finanse etmeyip, toplumsal fondan karşılar. Ayrıca verginin esasta kaynağının artı-değer olduğu hatırlanırsa, bu toplumsal yaşamda da artı-değer üretimi yapılamayacağı ekonomik gerçeği sebebiyle, vergiden de bahsedilemez. Vergiden bahsedilemez; çünkü karşılığı ödenmemiş emek olan artı-değerin olmadığı ekonomik ve siyasal düzen sosyalizmde sömürü yoktur. Bu sebeple, kaynağı artı-değer olan vergi de yoktur.

2- KONSOLİDE BÜTÇE VE KAYNAK KULLANIMI
Burjuva ekonomi politiğine göre bütçeler, kamu ekonomisi açısından yalnızca gelecek yılın harcama-gelir öngörülerini toplayan bir belge değildir. Çünkü bütçeler, hükümetin ekonomik ve sosyal politikalarının çerçevesini çizen belgelerdir. Bu belgeler, ilk önce hükümetin kamu hizmetlerinin başlıca finansman aracı olmak durumundadır. Bununda ötesinde bütçeler, kısa ve orta dönemli ekonomi politikaların temel mali aracını oluştururlar veya oluşturmaları gerekir.
Belirlenen ve programlanan yıllık makro büyüklükler esas alınmak suretiyle bütçenin gelir ve gider kalemlerinin ve bütçe açığının ne kadar olacağı tespit edilir. Edilir edilmesine de ekonominin dengelerini kuracak bir önlemler paketi olarak hazırlanan bütçeler, formaliteden öte gitmez:
1- ’80’li yıllarda uygulanan bütçenin belirgin özelliği, burjuva ekonomi politiğince belirlenen bütçe ilkelerine bile uygunluğunun şüphe götürür olmasıdır. Çünkü kamunun gelir-gider hesaplarında ne bir bütünlük vardır ne de buna karşın yapılmış olan öngörülerin hiçbiri yılsonunda gerçekleşmiş olmaktadır. Başlangıç ödeneklerine göre yılsonu ödenekleri, genelinde yüzde 20 daha fazla gerçekleşir. Ayrıca da bütçe gelirlerinde enflasyon oranı üzerinde bir artışın olduğu söylenemez. Bundan dolayı, yılsonu bütçe açıkları öngörülenden yüzde 70 ile yüzde 100 arasında değişen oranlarda daha fazla olarak gerçekleşir.
2- Konsolide bütçenin giderlerinde transfer harcamalarının payı yüzde 50’ye yaklaşır ve genelinde bütçenin dörtte biri oranında borç faiz ödemeleri yer alır. Bundan dolayı bir yatırım ya da kamu hizmetlerini artırma bütçesi olmayıp, borç ödeme bütçesidir.
3- İzlenen para politikası gereği rant gelirlerinin vergilendirilmediği ve bu sebeple vergi yükünün azaldığı koşullarda, ulusal gelirde nispi payı sürekli artar. Diğer yandan reel ücretlerin azaldığı ve ulusal gelirde ücretlilerin nispi payının azaldığı koşullarda, vergi yükü artar. Böyle bir gelir dağılımı ve maliye politikası islendiği bu dönemde, bütçe sürekli açık verir.
4- Bütçenin sürekli açık verdiği ve bunun politika olarak benimsendiği bir dönemde, anti-enflasyonist politikada ne derece “başarılı” olunacağının örneğini yaşadığımız ANAP’lı yıllar oluşturur.
5- Yine bu dönemde bütçeler reel olarak daralıyorsa da, bu; kamu kesimi bütününün daraldığı anlamına gelip gelmeyeceği sorulabilir. Çünkü 1984 yılı sonrasında yeni kurulan 250ye yakın fonda toplanan meblağ, bütçe dışında bir bütçe oluşturacak kadar büyüktür. Zaten konsolide bütçenin vergi yükü yüzde 15’lere kadar inerken, ekonomide toplam vergi yükü ise yüzde 30’ları aşar. Bu anlamda merkezi bütçeler, kamu kesiminin gerçek büyüklüğünü vermekte yetersiz kalır.
1990 mali yılı bütçesinin de farklı özelliklerinin olamayacağı söylenebilir: Çünkü yılsonunda gerçekleşmeler, öngörülen bütün tahmini hesaplamalardan farklı olacağı gibi, bütçe açığının daha da artmasına bağlı olarak, yıllık enflasyon oranı geçen yılı aratmayacaktır.
2.1- Bütçe giderleri
1990 mali yılı konsolide bütçesi 63.3 trilyon TL olup, bunun yüzde 43.1’i cari; yüzde 14.4’ü yatırım ve yüzde 42.5’i transfer harcamalarıdır.
Bütçe gider kalemleri:
1- Ana grupların artışı: Harcama kalemlerinin artış oranları incelendiğinde bundan en fazla nasiplenen borç faiz ödemelerini de kapsayan transfer harcamalarında olmuştur; 1985 yılında yüzde 35.7 olan artış oranı 1988’de yüzde 77.7’ye yükselir ve 1990’da yüzde 63.9’a geriler. Yine bu yıllarda yatırım harcamaları artış oranı 1985 yılında yüzde 62.9 iken 1988’de yüzde 49.1’e kadar geriler ve sonrasında artar. Cari harcamalarında artış oranı yüzde 40’lardan yüzde 60’lara yükselir. Anlaşıldığı üzere bütçe kalemlerinde en çok transfer ve cari harcamalar artarken yatırım harcamaları geriler, ANAP iktidarının tüm şatafatlarına karşın yatırımı fazlaca düşünmeyen ya da düşünmek istemeyen bir bütçe yapısı esas alınmıştır.
2- Ana gruplar itibariyle dağılımı: Konsolide bütçede bu kalemlerden cari harcamaların payı 1985 yılında yüzde 38.2 iken sonraki yıllarda sürekli azalır ve 1989’da yüzde 34’e kadar geriler. Genelinde konsolide bütçede personel ödenekleri yüzde 21 ile yüzde 24 arasında değişen paya sahipken, 1990 mali yılı konsolide bütçede yüzde 31.6’ya yükselmesi sebebiyle cari harcamaların payı da yüzde 43.1’e çıkar. Yine bu yıllarda yatırım harcamalarının payı yüzde 20’lerden, yüzde 14.4’e kadar geriler. Diğer yandan yüzde 40’larda olan transfer harcamaları payı 1989 yılında yüzde 49.8’e yükselirken. 1990da yüzde 42.5’e iner. tç ve dış borçlara ait faiz ödemeleri bir transfer harcaması olup, 1985’de yüzde 12.5 olan payı sonraki yıllarda sürekli olarak artar ve 1989’da yüzde 28.2’ye yükselir ve bu mali yılda da yüzde 23.1 olması öngörülür.
Faiz ödemelerin artan bu payından dolayı son yıllarda Konsolide bütçeleri bir borç ödeme ve yatırım yapmama bütçesi olarak değerlendirilir.
3- Konsolide bütçenin bir diğer özelliği de, başta tahmini olarak hedeflenen başlangıç ödeneğine göre yılsonu ödeneği yüzde 20 daha fazla gerçekleşiyor olmasıdır. Bu da bütçe açığını hem daha fazla artırır ve hem de iktidarın ekonomi kurmaylarınca ne derece doğru tahmini hesaplama yapmış olduklarını gösterir.
4- Konsolide bütçenin fonksiyonel dağılımı: Konsolide bütçenin ödenekleri fonksiyonel yani belli kalemlere ayrılır; genel hizmetler, borç-faiz ödemeleri, eğitim, savunma vs. 1990 bütçe teklifi fonksiyonel ya da işlevsel yönetsel açıdan 1989 bütçesi ile karşılaştırıldığında, başlangıç ödenekleri itibariyle 1990 bütçesinde eğitim ve birazda sağlık hizmetlerine ağırlık, verildiği görülmektedir. Başlangıç ödenekleri itibariyle eğitim hizmetlerinin toplam ödenekler içindeki payı yüzde 12.2’den yüzde 16.3’e, sağlık hizmetleri payı da yüzde 2.8’den yüzde 3.9’a yükselir. Belirli kalemleri değiştirme gereği duydum, Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı ödeneği adalete değil savunmaya eklenirse ödenek payı bir hayli yükselir. Buna göre savunmanın payı 1990 mali yılı bütçe gerekçesinde yazdığı gibi yüzde 16.9 değil yüzde 20.4tür. Her zaman ki gibi aslan payını savunma almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı ödeneği yüzde 783.5 ile en fazla artan bir kalem olup, toplamda payı yüzde 1.3 olur, bu oran geçen yıl yüzde 0.6 idi.
5- Bazı devlet kurum ve kuruluşlarının (ör. MİT) ödenekleri bütçede gösterilmez.
1990 konsolide bütçesi önceki yıllardaki bütçeler gibi yatırımı pek düşünmeyen ve esasta borç ödeme işlevini gören bir bütçe özelliği taşıyor. Çünkü ödenek toplamının yaklaşık dörtte biri borç faizi ödemeye ayrılmıştır.
2.2- Bütçe gelirleri
1990 yılında 53,4 trilyon genel ve 0,5 trilyon katma % . bütçeden olmak üzere konsolide bütçe geliri, geçen yıla ‘ göre yüzde 72.2 oranında daha büyük 53,9 trilyon TL olarak tahmin edilir. Konsolide bütçe gideri de 63.3 trilyon olduğu için bütçe açığı 9,4 trilyon olup, bu açık borçlanma ve zamlar ile finanse edileceği öngörülmüştür.
Bütçe gelir kalemleri:
1- Yayınlanan resmi rakamlara göre 1985 yılı sonrasında izlenen ekonomi politika gereği bütçe gelirlerinde enflasyon oranı üzerine reel bir artışın olmadığı görülüyor. Bu da, bütçeyi borçlanmaya zorlayan önemli bir sebep olarak ortaya çıkıyor. Diğer bir gelir kalemi de, zamlar…
2- Konsolide bütçe gelirleri içinde vergi gelirlerinin nispi önemi çok hafif de olsa geriliyor. Vergi gelirlerinin konsolide bütçe gelirleri içinde 1985’de yüzde 83,1 olan payı sonraki yıllarda artar ve 1987 de yüzde 86,7’ye yükselir ve 1988’de yüzde 80,9’a geriler. Yine 1990 yılı konsolide bütçe gelirinin yüzde 81’ini vergi gelirleri oluşturur. 1985 yılında uygulamaya konulan KDV’nin etkisiyle, konsolide bütçe gelirleri içinde vergi gelirleri payı artar. Fakat özellikle rant gelirinin cüzi denilecek bir oranda vergiye tabi olması ve sermaye birikimi adına dolaylı vergilerin ağırlıkta olan bir vergi geliri yapısının benimsenmesi sebebiyle de, belirtilen payın gerilediğini sanıyoruz. Ayrıca gerilemede fonların etkisi olabilir.
3- Vergi gelirleri dağılımında dolaylı vergilerin payı artıyor. 1985 yılında bir reform hamlesi olarak sunulan ve yürürlüğe konulan KDV ile böylece vergi sisteminde olan tüm adaletsizliğin birden bire yok edileceği mavalıyla vergi gelirinde hayli yüksek oranlarda artışın ne olacağı sürekli yinelendi siyasi iktidar ve temsilcilerince. O kadar çok özelliğinden bahsediliyordu ki, kamu maliyesiyle ilgili tüm sorunların çözümünü sağlayacak sihirli formülü nedir diye sorulsa da sorulmasa da hep “KDV” deyip durdular. Özellikle “adil vergi” KDV nitelemesiyle düşük gelirlilerin vergi yükünün azaltılacağı, yüksek gelirlilerin artacağı ve kaçakçılığı da önleyeceği mavalı bolca okundu.
Acaba diye sormaya gerek yok, çünkü burjuvazinin bu kadar işleve sahip diye sunduğu ve uyguladığı herhangi bir politikada diğerlerinde de olduğu gibi bir çapanoğlu vardı, öyle de oldu. Mal ve hizmetlerin alımı ve kullanımı sırasında uygulanan KDV bir vasıtalı vergidir. 1980 ve 1985 yılları arasında yüzde 35 ve yüzde 40’larda bir orana sahip olan vasıtalı vergilerin payı büyük bir artışla yüzde 50’lere yükseldi.
Dolaylı verginin sadece gelirin tüketime ayrılan ve harcanan kısmından alındığı gerçeği biliniyor. Bu halde tüketime ayrılan gelirin, toplam gelir içinde payının azalmasına bağlı olarak da bu gelir sahibine dolaylı vergi vasıtasıyla gelen vergi yükü, gelirinin tümünü harcayana göre daha az olacaktır. Böyle bir vergi yapısı, bütçe geliri içinde vergi gelirlerinin azaldığı bir sırada hâkim kılınıyor.
Ne adına?
Sermaye birikimini teşvik… Öncelinde böyle olmadığını ve kökten bir değişiklik olduğunu söylemiyoruz. Fakat bu vergi yapısıyla daha çok teşvik edilmiş olduğunu vurguluyoruz. Ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde böyle bir politikayı özellikle hem sanayicilik hem de bankacılıkla uğraşan tekelci burjuvazinin destekleyeceğini düşünüyoruz. Çünkü rant gelirlerinin ulusal gelirde payının artığı bir dönemde neredeyse vergiye tabi tutulmayacak denebilecek bir oranda vergilenmesi benimsenir, işte bu sebeple doğacak açık, vasıtalı verginin artışıyla kapatılmaya çalışılır. Vasıtalı vergilerin bu derece etkin olmasından küçük işletmeler de yararlanır, fakat bunlara etkisi çok cüzidir. Çünkü kurumlar vergisi açısından büyükler kadar kaçırma imkânları yoktur.
4- Dolaysız ya da vasıtasız vergiler gelirden ve servetten alınan vergilerden oluşur. Vergi geliri içinde gelirden alınan vergilerin payı yüzde 50″ye yakın olup, servetten alınan vergilerin payı ise ya yüzde 1 ya da yüzde 1 ‘in altındadır. Demek ki vasıtasız vergiler esasta gelirden alınan vergilerden oluşuyor. Bu gelirden alınan vergi içerisinde gelir vergisi payı yüzde 35’lerde iken, kurumlar vergisininki yüzde 15’e yakındır. Anlatımdan olarak ücretli ve maaşlılardan alınan ya da genelinde bilinen adıyla bordro mahkûmlarından alınan gelir vergisi, vasıtasız vergiler içinde nispi bir öneme sahipken, servet düşmanlığı yapmamak İçin servetten alınan vergi payı yok denecek kadar azdır.
Sonuç olarak bütçe gelirlerinden doğan yükü esasta emekçi halkın yüklendiğini ileriki sayfalarda inceleyeceğiz.
2.3- Bütçe açığı
Bütçe açığı, belirlenen bir dönem içinde gelirlerin giderleri finanse edememesidir. Diğer bir anlatımla gelirlerden daha fazla giderin yapılmış olmasıdır. Bütçe dengesinin finansman tablosunda bütçe . açığına avanslar, bütçe emanetleri ve ödenecek çekler hesabı artığı eklenerek hazinenin nakit açığının nasıl finanse edileceğini ya da edildiğini gösteren borç kalemleri yeralır. Genelinde tüm cumhuriyet ve özelinde ’80’li yılların hükümetleri döneminde, daha baştan bütçe açık olarak hazırlanır. Dönem içinde öngörülen tahminlerde yanılmayla birlikte açık daha da artar, büyür. Bütçe açığı borçla finanse edildiği için, iç ve dış borç toplamı da her yıl artar.
’80’li yıllarda bütçe açığı:
1- Gerçekleşen yani fiili bütçe açıklan, daima öngörülen tahmini açıkların üstünde gerçekleşmiştir. 1986, 1987 ve 1988 yıllarında tahmini bütçe açıkları sırasıyla 0.5 trilyon; 0.9 trilyon ve 2.2 trilyon iken, yine bu yıllarda gerçekleşen bütçe açıkları ise 1.1 trilyon; 2.2 trilyon ve 3.4 trilyon olmuştur. Yani gerçekleşmeler, öngörülenden sürekli fazladır. Benzer gelişme geçen yılda da yaşanır ve 4.5 trilyon olarak öngörülen açığın 10 trilyonu aştığı (ikinci tahmini gerçekleşme) açıklanıyor.
2- Buna bağlı olarak emisyon artmış ve enflasyon oranı da sürekli yükselmiştir.
1986 yılında emisyon hacmi 2 trilyon iken sonraki yıllarda 3 ve 4.5 trilyona çıkmış ve 1989 sonunda da 8.2 trilyon olmuştur. Emisyon miktarından bankaların kasalarında bulunan paranın çıkarılmasıyla bulunan dolaşımdaki para miktarı 1986 yılında 1.4 trilyon iken sonraki üç yılda sırasıyla 2.3 trilyon, 3.4 trilyon ve 7.2 trilyon olarak gerçekleşir. Buna göre dolaşımdaki para 1986’da yüzde 39; 1987’de yüzde 60; 1988’de yüzde 50 ve 1989’da yüzde 110 oranında artmış olduğu anlaşılır. Makro olarak ekonominin durumu dikkate alındığında bu yıllarda mal ve hizmetlerin üretimi dolaşımdaki para miktarı oranı kadar artmayınca ya da adamayınca, fiyatlar artıyor, öyle de olur. Piyasada alım-gücü olarak bulunan paranın, fiyatlara gecikmeyle etkisi olacağından dolayı 1986 yılında yüzde 29.6 olan Toptan Eşya Fiyatları Endeksi (TEFE) sonraki bir yılda yüzde 32’ye 1988’de yüzde 68.3’e ve geçen yıl da yüzde 69.6’ya yükselmiştir.
Bu koşullarda ismi lazım değil bir Devlet Bakanı kalkıyor, “enflasyon şahsi meselemdir” diyerek maval okuyor. Yeni yıla bu mavalı bolca “dinleme” imkanı bularak girdik. Enflasyona ister uygulamalı yönden isterse de kuramsal yönden ekonomik analiz yapıldığında, bütçe açığının etkisinin önemli olduğu vurgulanır. Buna karşın, bu sırada soğan ve ıspanakla uğraşan adı geç(mey)en bakan halen “ekonominin iftihar edilecek bir performansa ulaştığına” kendisi inanır yine kendisi söyler, hem de 1990 bütçesinin 9.4 trilyon yani gider bütçesinin yüzde 15’i kadar açık vereceği tahmin edildiği koşullarda.
3- Bütçe açığı bir yandan emisyon artışını zorlarken diğer yandan borçlanmayı da artırır. Nakit açık borçlanarak finanse edildiği için ve sürekli de borçlanmayı öngören bir bütçe hazırlandığı için toplam borçlanmanın azalacağını beklemek ham hayaldir.
Bir borç ilişkisini andıran gelir ortaklığı senetleri, döviz tevdiat hesapları dikkate almadan rakamlarda yazılan iç borç ve dış borç toplamı TL olarak 1986’da 33.4 trilyondan, 1987 yılında 55.5 trilyona ve 1988’de
88.5 trilyona yükselir. Bu toplamların GSMH’ya oranı 1986’da yüzde 85,1987de yüzde 95 ve 1988 yılında ise yüzde 88.5 olduğu hesaplanır. Bir yandan borç ödemelerinde aksamanın olmadığı söyleniyor ama bir yandan da sürekli olarak hem toplam borç stoku hem de borç servisi her yıl artıyor. Çünkü borç borçla finanse ediliyor.
4- Bütçe açığı sürekli artmış olduğu için açığın GSMH’ya oranı da artar; 1986 yılında yüzde 2.9, olan bu oran 1987’de yüzde 4’e yükselir ve 1988 yılında yüzde 3.8’e enir. Bu son yıl oranı, sürekli anılan 1979 yılınkine eşittir.
Bu anlatımlar ışığında, 1990 yılı için öngörülen bütçe açığı hakkında;
1990 yılı bütçesi, 1989 yılı tahmini gerçekleşme rakamları dikkate alınarak hazırlanır. Öyle ki 1989 yılı bütçe açığı gerçekleşme tahmini öngörülenden yüzde 28.7 daha az 1.6 trilyon olarak hesaplanır. Fakat kesin olmamakla birlikte bütçe açığının ikinci tahmini gerçekleşmesinin 10 trilyona yaklaştığı basında yer alır. Bu halde verilerin gerçeği yansıtma payının bir hayli düşüklüğü dikkate alınırsa, 1990 yılına ait bütçe açığının öngörüldüğü gibi 9.4 trilyonda kalacağı düşünülemez.
’80’li yılların bütçeye ait özelliklerinden biri de, bütçe açığının öngörülenden yüzde 70 ile yüzde 100 arasında değişen oranlarda daha fazla gerçekleşmesidir. ANAP İktidarının bu konuda ilkesizlik yapması beklenemez ve onun için 1990 yılı bütçe açığının öngörülenden en az yüzde 70 oranında daha fazla gerçekleşmesi beklenebilir. Buna bağlı olarak borç stoku toplamı da artacaktır.
(Sürecek)

Şubat 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑