Bir doktrincinin beyhude çabaları veya Habermas’ın gayretkeşliği üzerine

Habermas’ın tezleriyle ilgili tartışmamıza kaldığımız yerden devam edelim…

ÜÇÜNCÜ SAHTE YEM
Habermas, “küreselleşme” olgusu nedeniyle, yeni bir dünya ekonomisiyle –”global iktisat”la– yüz yüze olduğumuzu iddia etmektedir. Şöyle demektedir:
“Milletler-arası ticaretin, bilhassa sanayi malları ticaretinin muhtelif pazarlarda daha geniş coğrafyalara yayılması ve yoğunluk kazanması ile milli ekonomiler dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna gelmişlerdir.”
“.. dünya ekonomisini hala bir ‘milletler-arası’ mübadele sistemi olarak nitelemek artık mümkün olmamaktadır. Zira bu sistemde milli devletler, sistemin önemli aktörleri olarak, kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele etmektedirler. ..  iktisadi küreselleşme ise, … ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret etmektedir.”
“Uzağı görebilen bazı iktisatçılar daha 20 yıl önceden bunu fark etmişler, ‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimlerini tefrik* etmişlerdir.”
Habermas’ın bu saptamalarında tersyüz edilmiş birkaç nokta var. Ama daha ileride yeniden dönmek üzere, şu genel gerçekliği belirtip geçelim: Bugünkü kapitalist dünya ekonomisinin; ulaşmış olduğu “entegrasyon” düzeyi, içiçe geçme, karşılıklı bağımlılık vb. bakımlardan, daha önceki dönemlerine göre, çok daha ileri bir noktada olduğu tartışmasızdır. Ama göreceğiz ki, bugün önemli olan, kapitalizmin bu genel tarihsel eğilimini tek yanlı saptamak değil, tersine, onun çelişik karakterini ortaya koymak ve bu çelişkili ikili karakterinden doğru sonuçlar çıkarmaktır. Ama anlaşılan o ki, sistemler arası rekabetten çıkagelen tekelci kapitalizm, kendi özüne rücu edip tipikleştikçe, onda “yeni mahiyet”ler keşfetmek başlı başına bir maharet sayılmaktadır…
Habermas, sanki farklı nitelikte bir durumdan söz ediyormuş gibi, “milli ekonomiler”in “dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna” geldiğinden ya da daha önceki sayfalarda olduğu gibi, “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri”nden  vb. söz etmektedir. Zaten bu “yeni durum” nedeniyle de, olaylara “‘milletler-arası münasebetler’ meselesi olarak değil de bir dünya-içişleri politikası meselesi olarak bakmayı sağlayacak” bir “perspektif değişimini” talep etmektedir. Avrupa Birliği’ni (AB) de, bu değişimin gerekli kıldığı yanıtı bir yerde içerdiğini düşündüğü için hararetle savunmaktadır. Yani onun, “yeni mahiyet”te bir kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzdan şüphesi yoktur.
Oysa Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili sözünü ettiği durum, sözünü ettiği anlamda, yeni değildir. Anlaşılan, burjuva gazetelerinin ‘Marx-Engels sanki küreselleşmeyi tarif ediyorlar’ spotlarıyla Komünist Manifesto’dan yaptıkları alıntılar, Habermas’ın “dikkatinden kaçmış”tır. Manifesto’nun bütünü bir tarafa, gazetelerin bu tarihi eserden yaptıkları şu alıntıları okuyalım sadece: “Yeryuvarlağının bütününe el atan” burjuvazinin; “dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdiği”, “ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdiği”ni ve yeni sanayilerin “o eski ulusal sanayileri bir kenara ittiği”, “yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar aldığı”; “eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı”nın geçmekte olduğu, üstelik bunun “yalnız maddi üretimde değil, manevi üretimde de” böyle olduğu vb.. Bu alıntılar, onun bahsettiği anlamda yeni bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymuyor mu?
Manifesto’yu geçelim; bir filozof olarak, “Alman İdeolojisi”ni mutlaka okumuştur. Orada, Marx ve Engels’in yaptığı şu saptamalar da mı dikkatini çekmemiş: “Büyük sanayinin”; “modern dünya pazarını oluşturduğu”nu, “rekabeti evrenselleştirdiği”ni ve bu “evrensel rekabet ile tüm bireyleri, enerjilerini son sınırına kadar ortaya koymaya zorladığı”nı; “tek tek ulusların ezeli içine kapalılığın”, gelişen kapitalist üretim tarzı, ilişkisi ve bunun “çeşitli uluslar arasında beraberinde getirdiği işbölümüyle yıkıldığı” ve bu kapalılığın bu şekilde yıkılması oranında “tarihin dünya tarihi haline geldiği”ni; ya da büyük sanayinin; “her uygar ulus ve bireyi gereksinimlerini tatmin etmede bütün dünyaya bağımlı hale getirdiği ve tek tek ulusların o güne kadarki doğal içe kapanıklıklarını yıktığı ölçüde dünya tarihini yarattığını”…
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak şurası açık olsa gerek: Tek tek milli ekonomileri ve ulusları birbiriyle içiçe geçiren, çok yönlü bir bağımlılık içine sokan kapitalist bir dünya pazarını oluşturmak, baştan itibaren kapitalizmin misyonuydu. Marx’ın bundan yaklaşık 150 yıl önce belirttiği gibi, “dünya pazarı yaratma eğilimi, sermaye kavramının içinde verili olarak doğrudan vardır.”  Dünya pazarı, “kapitalist üretimin temeli ve hayati ögesi”dir.  Dahası, “kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevi”; “yeni üretim tarzının” (sosyalizmin) “maddi temelleri olarak”, “üretici güçlerin gelişmesini ve dünya pazarının kurulmasını” belirli bir “yetkinlik derecesine” kadar yükseltmektir.
Ve bilindiği gibi, kapitalizmin tekelci aşamasına geçmesiyle birlikte; yani kapitalizme has olan değişim ve büyük üretimdeki artış eğiliminin devasa tekelleri ve mali sermayeyi ortaya çıkarmasıyla birlikte, bu kapitalist dünya pazarı, kapitalist bir dünya ekonomisi sistemi haline gelmiştir. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başında yaşanan bu gelişmeyle, tek tek ülke ekonomileri, artık, bu dünya ekonomisinin birer halkaları haline gelmiştir. Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde, bankaların yeni rollerini açıklarken, bu gelişmeyi de şu sözleriyle belirtmiş olur: “Mevcut tüm sermayeyi ve bütün parasal girdileri merkezileştiren ve sağa sola saçılmış binlerce ekonomik girişimi tek bir ulusal kapitalist ekonomiye ve sonuç olarak kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren, bütün ülkeyi kaplayan kanallardan oluşan sık bir ağın ne kadar hızlı doğduğunu görüyoruz.”
Aynı şekilde, Habermas, “küreselleşme” tariflerinde, “şebeke (network) kavramı”nı “anahtar kavram” olarak öne çıkartmaktadır, ancak mali sermaye çağında, bu tür “şebekeler”, “ağlar” onun belirttiği “mahiyet”te yeni değildir. Belki bugünkü “elektronik şebeke”ler yoktu geçtiğimiz yüzyılın başlarında, ki o da bugünkü şekliyle; zira telegraf iletişimi vardı.
Öte yandan tekelci kapitalizmin; ileri kapitalist ülkelerde derinlemesine gelişmesinin (kuşkusuz bugün dünden daha fazla) sekteye uğrayıp, geri ve gelişmekte olan ülkelerde genişlemesine gelişmesinin (şüphesiz bugün dünden daha yaygın ve derin) hızlanması özelliği de, “küreselleşme”nin “yeni mahiyeti” değildir. Öyle olsaydı, Lenin şu saptamayı yapamazdı: “Eskiden sömürgeler ile Avrupa halkları … arasındaki iktisadi fark, sömürgelerin meta değişimine katılmakla birlikte henüz kapitalist üretime katılmamış olmalarıydı. Emperyalizm bütün bunları değiştirdi. Emperyalizmin bellibaşlı niteliği, sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim, .. sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır.”
Uzatmanın bir gereği yok. Fakat şu açık olsa gerek, Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili, “küreselleşme”ye atfettiği pek çok şey, zaten kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizme dair özellik ve eğilimlerdir ve bu nitelikleri itibarıyle, yeni bir “mahiyet”i teşkil etmemektedirler.
Fakat Habermas, buna rağmen, “‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimleri” arasında “yeni mahiyet”ler saptıyor. “Ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret” eden bu temelli değişimi nerede görüyor? Örneğin “milli devletler”in, artık “kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” etmemelerinde. Yani, bugünkü rekabet ve mücadele “dış-ticaret münasebetleri üzerinden” olmuyor diyor. Çünkü bu mücadele ve rekabet, “küreselleşme”yle birlikte yeni bir çerçeve kazanmış olup “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” içinde cereyan ediyor diyor.
Onun anladığı anlamdaki “‘milletler-arası’ mübadele sistemi”nde de, milli devletlerin, salt dış-ticaret münasebetleriyle rekabet ve mücadelelerini sınırlamadıkları gerçeğini bir tarafa bırakalım. Şüphesiz, “milli devletler”in (ileri kapitalist ülkelerin devletlerini kastediyoruz) “birbirleriyle rekabet ve mücadele”leri, bugün, bir önceki döneme göre; yani sistemler arası rekabetin sürdüğü koşullara göre, çok daha geniş bir alanda ve biçimlerle cereyan etmektedir. Bu anlamıyla, bugünkü dönemle bir önceki dönem arasında önemli bir farklılık vardır diyebiliriz. Fakat, tekelci kapitalizmin tipikleşmesine işaret eden bu olgulardan, yani emperyalist devletler ve uluslararası tekellerin rekabet ve mücadelelerinin alan ve biçimlerinde genişleme, zenginleşme ve keskinleşmeden “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” sonucu nasıl çıkmaktadır ki?
Habermas’ın, “küreselleşmenin eriştiği yeni mahiyet”in “olgu”ları olarak sözünü ettiği şeyler , bir önceki döneme göre bir farklılığa işaret etmekle birlikte, tekelci kapitalizmin özellikleri ve eğilimleri bakımından niteliksel bir değişikliği ifade etmemektedirler. Bunun kanıtlanması basittir, çünkü başta Lenin olmak üzere, bugünkü “küreselleşme süreci”ni yaşamayan Marksistler, Habermas’ın belirttiği “yeni mahiyet”ler üzerinde birçok kez durmuş ve bu olguları tahlil etmişlerdir. Örneğin Lenin, mali sermayeden söz ederken, şu vasıflarından bahseder: “…oldukça hareketli ve esnek, ulusal olduğu gibi uluslararası ölçekte oldukça içiçe geçmiş, oldukça gayri şahsi ve doğrudan üretimden kopmuş, kolay yoğunlaşabilen ve oldukça da yoğunlaşmış bulunan”.  Aynı şekilde; uluslararası tekellerin kendi ana ülkelerindeki üretimle yetinmeyip hasmının pazarında mevzilenmesi; mali-sermaye gruplarının karşılıklı olarak uluslararası planda belli başlı büyük şirket ve bankaların tahvil ve hisse senetlerini ellerinde tutmaları, bir emperyalist ülke bankasının başka ülkelerdeki bankaların füzyonunu örgütlemesi, mali sermaye grupları arasındaki içiçe geçmenin tek tek kapitalist ülkelerdeki tekellerin, şirketlerin “ulusal saflığı”nı bozmaları vb. vb. – Lenin’in emperyalizm üzerine kitabına ve defterlerine bakan herkes, belirtilen nitelikte çok sayıda örnekle karşılaşabilir.
Ancak bütün bunlara rağmen, yani mali sermayenin tabiatı gereği kozmopolit karakterli olmasına ve kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimine” (Lenin)  karşın; “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi”, “ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” vb.’den söz etmek, bugün gerçekte cereyan eden süreci tahrif etmektir. Bu tür tanımlamalar iki açıdan yanlıştırlar: 1. Kapitalist dünya ekonomisinin bugünkü gerçekliğini tersyüz etmektedirler. 2. İçerdiği karşıtından arındırmak suretiyle, kapitalizmin bir bütün oluşturma eğiliminin çelişik ikili karakterini inkar etmektedirler. Böylelikle, bu eğilim; bazı sorunlara (Habermas’ta olduğu gibi, söz gelimi “içtimai sorunlara”!) yol açan, ama “normatif açıdan tatmin edici” bir politikayla aşılabilecek, yani çelişkileri, kapitalist üretim ilişkilerinin sınırları içinde çözülebilecek bir eğilime dönüştürülmektedir.
“Ulus-aşırı” sermaye/şirket kavramıyla esas olarak kastedilen nedir? Belirli ülkede ana karargahı olmayan, belirli bir devlet sınırlarında mevzilenmeyen ve belirli devleti olmayan, her ülke ve devlete karşı aynı mesafede veya yakınlıkta bulunan ve nihayet kendi devletine de gereksinim duymayan bir sermaye. Bu durumda, bu tür bir sermayenin varlığı, ister istemez; belirli çekirdek şirketleri bulunmayan, belirli mali sermaye grupları olmayan ve dolayısıyla uluslararası sermayeler arasında politik bir ayrım yapma konumu kalmayan devletleri varsayar. Yani sermayenin devletlerden, devletlerin de sermayeden azade oldukları bir durum! (Teorik olarak; “‘ulus-aşırı’lık, genel olarak devletlerden değil, milli devletten azade olmak demektir” şeklinde bir itirazda bulunabilir. Ancak bu anlamsız olur; zira günümüz dünyasında, bütün devletler, milli devletler olarak örgütlenmiş bulunmaktadırlar. AB dahi hâlâ milli devletlerden meydana gelmektedir. Yani bu verili koşullarda, milli devletten azade olmak, fiilen devletten azade olmaktır; veya tersinden, devletten azade olmamak milli devletten azade olmamaktır.)
Peki, ister “ulusal”, ister “ulus-aşırı” olsun; sermayenin belirli sahipleri olduğu, bunların da belirli sermaye gruplarını meydana getirdikleri ve aralarında azami kârlar etmek amacıyla kıyasıya rekabet ettikleri bir durum söz konusu mu değil mi? Tartışmasız ki, söz konusu; aksi durumda “uluslararası rekabet”ten söz edilemezdi. Demek oluyor ki, neye dayanarak ve hangi “münasebetler üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” ederlerse etsinler, bir tarafta hâlâ “milli devletler” var; diğer tarafta ister “ulusal”, isterse “ulus-aşırı” olsun dünya pazarlarında egemen olmak ve azami kârlar elde etmek uğruna birbirleriyle keskin bir rekabet ve mücadele içerisinde olan belirli sermaye grupları var.
O halde; kapitalist devletler ile sermaye gruplarını birbirinden ayırdığımız, ancak kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının egemenliğini varsaydığımız bu farazi koşullarda bile, “milli devletler” ile, sözüm ona “ulus-aşırı” sermayenin birbirine kayıtsız kalabileceğini düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz, çünkü kutsal amaçları olmayan bu sermaye; iktidar, devasa toplumsal kaynak, ordu, eğitilmiş emek-gücü, hazır pazar vb. vb. şeyleri sunan devletlere karşı kayıtsız kalamaz. Tersinden; birbirleriyle rekabet ve mücadele eden bu devletler de, ekonomik güç, muazzam birikim, sanayi, iş sahası vb. şeyleri sunan sermayeye karşı kayıtsız kalamaz. Başka bir ifadeyle, belirli devletler, belirli sermaye gruplarına ve belirli sermaye grupları da, belirli devletlere yaslanmak ve sonuçta içiçe geçmek zorunda kalır. Demek oluyor ki, nesnel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan bir “ulus-aşırı” sermaye/şirketi varsaydığımızda dahi, kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının varlığı koşullarında, bu “aşırı”lığın aşırıya gidemeyeceğini, sermayenin, sermaye olarak niteliğinden kaynaklı sınırlı amaç ve güdüleri gereği, eski pozisyonuna yeniden ve yeniden geri düşeceğini görmekteyiz.
Mesele şudur ki, kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimi”nin de gerçek engeli, sermayenin kendisidir. Zira, kapitalist üretim tarzı, “maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır”.
Fakat bu teorik açıklamaları bir tarafa bırakıp, bugünkü kapitalist dünyanın sunduğu somut olgulara baktığımızda da, sonuç değişmemektedir. Şu somut veriler, “ulus-aşırı sermaye” vb. tespitlerinin burjuva ideologlarının bir uydurması olduğunu ortaya koymaktadır:
– Bir “dünya tekeli” olduğu tartışmasız olan General Motors’un 2004 yılı verilerine baktığımızda; çalıştırdığı işçi sayısı, sattığı otomobil ve ettiği kâr bakımından, büyük oranda Kuzey Amerika’da yoğunlaşıp  mevzilendiğini görürüz. Örneğin, GM’un Kuzey Amerika’daki otomobil sürümü 5,5 milyon iken, Avrupa’da 1,7 milyon, Asya-Pasifik bölgesinde 900 bin ve Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da toplam 800 yüz bindir “sadece”. Çalıştırdığı işçi sayısı da, aynı sıralamaya göre şöyledir: 181 bin, 61 bin, 20 bin ve 29 bin. Keza yaptığı kâr da (aynı sıralamaya göre): 1,6 milyar dolar, 976 milyon dolar, 729 milyon dolar ve 85 milyon dolar.
– Uluslararası tekeller, yani Habermas vb.’lerin sözünü ettikleri “ulus-aşırı şirketler”, 90’lı yılların sonlarında, cirolarının yaklaşık yüzde 70’ini ana ülkelerinde (“kendi ulus devleti sınırlarında”) yapmaktaydılar. ABD’li tekellerin dünya cirolarının yüzde 80’i, NAFTA’da yoğunlaşmaktaydı.
– ABD’li tekellerin yatırımlarında –90’lı yılların ortalarında– yurtdışındaki şirketlerine düşen pay, yüzde 24’e (cirodaki payları yüzde 30 iken) gerilemişti. Yani yatırımların dörtte üçünden fazlası, ana şirket için (ülke içinde) harcanmıştır. Araştırma-geliştirme (AR-GE) için ayrılan bütçeden yurtdışındaki şubelere düşen pay, ancak yüzde 12 olmuştur. Aynı şekilde, “teknoloji ticareti”nde (lisans, patent vb.) çoğunluk tekel-içinde cereyan etmekte, diğer önemli bir kısmı da, “ulusal rengini” değiştirmemektedir.
– “Dünya çapında, sermaye mülkiyetinin eşit şekilde iki OECD ülkesinde bulunduğu bir şirket işlemi, sermaye yoğunlaşması veya füzyonu hemen hemen hiç yoktur.” Hele ki, “sermaye mülkiyetinin eşit şekilde Üçlüler’in (NAFTA, AB ve Japonya) çeşitli merkezlerinde tutulduğu hiçbir füzyon örneği yoktur”. (“Ulus-aşırı şirket”in parlak bir örneği olarak gösterilen DaimlerChrysler füzyonunda da farklı olmamıştır: Daimler hissedarları, yeni şirket DaimlerChrysler’in hisselerinin yüzde 54’nü ele geçirmişlerdir!) “Bugüne kadar eşit mülkiyet dağılımının şart koşulduğu ulus-ötesi birleşmelerin hemen hemen hepsi başarısızlıkla noktalanmıştır.”
Son bir örnek de “bankalar dünyası”ndan verelim. Burada iki çarpıcı oluguyu görüyoruz. Birincisi, sınai şirketlerde çok uluslu tekellerle karşılaşılabilirken, banka sektöründe, esasında da dünyanın en büyük 20 bankası arasında, bu tür bir çok ulusluluğa rastlanılmamaktadır. “Füzyon ateşi” kitabının yazarı Wolf’un da belirttiği gibi, burada hiç değişmeyen bir şey varsa, o da, milliyetidir: “Banka sermayesi milli kimliklidir”.  (Elbette bu, esas olarak emperyalist ülkeler için geçerlidir! Diğer ülkelerde, söz gelimi Doğu Avrupa ülkelerinde, tam tersi bir tabloyu görmekteyiz: Estonya’nın banka sektörünün % 99’u yabancı bankaların elindedir; Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da % 95’i, Hırvatistan’da % 91’i, Litvanya’da % 88’i, Bulgaristan’da % 82’si, Bosna’da % 75’i, Polonya’da % 72’si, Letonya’da % 53 ve Romanya’da % 50’si Batılı bankaların elindedir!)  İkincisi ise, banka sektöründeki muazzam bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesidir. Örneğin ABD’de, 1993-1999 yılları arasında, değeri 500 milyon doların üzerinde olan banka birleşmelerinin sayısı, yıllara göre şöyledir: 1993: 12; 1994: 9; 1995: 55; 1996: 35; 1997: 120; 1998: 284 ve 1999: 79.  Bu rakamların ne denli yoğun bir sermaye merkezileşmesine işaret ettiği ortada olsa gerek!
Fakat buradaki boğuşma, ve bunun sürat ve boyutlarındaki çarpıcılık, ABD’yle sınırlı bir olgu değildir. Bir de, bu sürecin uluslararası boyutlarına bakalım: Wolf kitabında, 1999 yılında, dünyanın en büyük 20 bankasını, toplam bilançolarına göre sıralayan bir tablo aktarıyor. Bu tabloya göre, bilanço toplamı 842 milyar dolar ile Alman Deutsche Bank birinci; 730 milyar dolar ile Japon Bank of Tokyo-Mits. ikinci; 700 milyar dolar ile Fransız BNP Paribas üçüncü; 633 milyar dolar ile ABD’li Bank of America dördüncü; 612 milyar dolar ile İsviçreli UBS beşinci; 568 milyar dolar ile İngiliz HSBC altıncı ve yine aynı miktar ile Japon Fuji Bank yedinci.
24 Ocak 2005 tarihli Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’da, aynı kıstaslar ile oluşturulmuş bir başka tablo yayınlandı. Aradan sadece 5 yıl geçmişti: Bu tabloya göre, Wolf’un tablosunda ikinci, yedinci ve sekizinci sırayı oluşturan Japon bankaları birleşmiş ve Sumitomo Mitsui Financial/UFJ Holdings adını alarak birinci sıraya oturmuşlardı. Toplam bilançosu ise, 1 trilyon 637,1 milyar dolar olmuştu! Yani 5 yıl öncesinin dünya birincisinin bilanço toplamı neredeyse ikiye katlanmıştı! Eskinin dünya birincisi Deutsche Bank ise, bilanço toplamını 965,6 milyara çıkarmasına karşın, altıncı sıraya düşmüştü! 1999 sıralamasında salt dördüncü ve on yedinci sırada kaydedilen ABD bankalarının yerine, 5 yıl sonra, Citigroup adıyla başka bir ABD’li banka geçmiş, o da 1 trilyon 264 milyar dolar bilanço toplamıyla ikinci sıraya oturmuştu! Bilmiyoruz, bu çarpıcı olgular ve gelişmeleri; dünya iktisadındaki “bugünkü rejimin” ve daha önemlisi, burjuva demokrasisinin geleceği bakımından ayrıca yorumlamanın bir gereği var mı?

DÖRDÜNCÜ SAHTE YEM
“Ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemine” gelecek olursak. Evet, diyebiliriz ki, oldukça “garip” bir “dünya iktisadı”yla karşı karşıyayız: Örneğin Almanya peş peşe dünyanın “ihracat şampiyonu” oluyor. Ama aynı Almanya’da, ekonomik büyüme oranları durgunluk sınırlarında seyrediyor; işsizlik 7 milyona ulaşmış bulunuyor! Veya ABD’nin ticaret açığı rekor üstüne rekor kırıyor. Ama aynı ABD ekonomisi, ileri kapitalist ülkeler arasında, % 4,2 ile (2004) en yüksek büyüme oranlarını kaydediyor! Ya da “sınırların”, “denetimin”, “himayeciliğin” kalktığı “küresel bir iktisattan” söz edilirken; “bölgesel”, “yerel” ekonomik yapılanmalara gidiliyor; “yerelleşme”, yeni bir “dünya parası”nı (Avro) ortaya çıkarıyor!
Kısacası; “küreselleşme”, “yerelleşme”yi doğuruyor. Büyümesi durgunluk sınırındaki bir ekonomiyle “ihracat şampiyonu” olunuyor. Rekor ticaret açığı olan bir ülke ekonomisi, görece en yüksek büyümeyi kaydediyor…
Elbette, bu “gariplikler” açıklanamaz değildir. Ama, açıklanamaz olmaları durumunda dahi, en azından şu uyarıcı özelliği vardır: Yüzeyde görünenlerle, gerçekte olanlar arasında şu veya bu düzeyde bir farklılık olmalıdır. Hiç olmazsa bu durum, yanılsamalara karşı dikkatli olmayı gerektirmektedir.
Fakat Habermas, ya gördüklerine inanıyor ya da inandıklarını görüyor! O, uluslararası planda “global player”lerin var olmasını ve bunların küre çapında üretim ve yatırımlarını gerçekleştirebilmesini –ki bunun yeni olmadığını gördük–, bir “global iktisadın yeni biçimleri” olarak değerlendiriyor. Başka bir deyişle, o bu durumu, yani genelde üretimin uluslararasılaşmasını, özelde işletme (tekel) içi işbölümünün uluslararasılaşmasını ve bunun doğal olarak beraberinde getirdiği ticari ilişkileri, aynı zamanda yeni bir dünya iktisadının, yani “ulus-aşırı bir dünya-iktisad-sistemi”nin göstergeleri olarak yorumluyor. Ona göre, böylelikle, “milletler-arası iktisad”, “ulus-aşırı dünya iktisadı”na dönüşmüş oluyor! Öyle ki, “ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemi” postulatı, onu, şu tezi bile ileri sürmeye götürüyor: “Milli devletin elindeki imkanlar gittikçe azalmaktadır. Milli Devletin elindeki imkanlardan iki tanesi tamamen elenmiş durumdadır. Bunlar: Himayecilik ve talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüştür.” Himayeciliğin masrafları, “bugünkü dünya ekonomisinin şartları altında kabul edilemez boyutlara ulaşacaktır”.
Ancak, görmüştük ki, sermaye ve şirketlerin “ulus-aşırılığı” bir yanılsamadan ibaret. Uluslararası şirketlerde hisselerin dağılımı eşit değil, tersine; belirli ülkelerin çekirdek şirketleri, her zaman, asıl söz sahibi olmalarını veya kalmalarını sağlayan hisse paylarını ellerinde tutmaktadırlar. Gelgelelim; “ulus-aşırı” sermaye ve şirketlerin olmadığı koşullarda, “ulus-aşırı” dünya iktisadı da olamaz!
Öyleyse, Habermas’ı “ulus-aşırı bir dünya-iktisadı-sistemi” sonucuna götüren olgu ve belirtilerdeki (üretimin uluslararasılaşma boyutlarındaki büyüme, uluslararası iş bölümünün derinleşmesi vb.) artış ve yaygınlık neyin göstergesidir? Bu olgu ve belirtiler; İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünya ekonomisindeki çeşitli faktörlerin etkide bulunması sonucu , 70’li yılların ortalarından itibaren, başta ABD’de ortaya çıkıp gelişmeye başlamasına karşın; bugünkü yaygınlık ve düzeyine, esasta, kapitalist dünyanın, sistemler arası rekabetin noktalanması sonrası şekillenen ekonomik ve politik koşulları ve ilişkileriyle birlikte kavuşmuştur.
Bu koşulları ve ilişkileri karakterize eden neydi? 1. “Sosyalist kamp”ın dağılması (1989/91 dönemeci, öncelikle emek-sermaye ve ileri ve geri kapitalist ülkeler arası ilişkileri değiştirmiş; zincirlerinden boşanmış bir emperyalizme yol vermiştir); 2. Bu çöküşü, zayıflamakta olan lider konumunu tahkim etmek ve genişletmek üzere bir fırsat olarak değerlendiren tek “süper gücün” –ABD’nin– iktisadi, politik ve askeri olarak taaruza geçişi (bu husus, emperyalist devletler arası ilişkilerin o zamana kadarki çerçevesini değiştirmiş; “kamp disiplini” ortadan kalkıp, aralarındaki rekabet ve mücadelenin önü açılmıştır); 3. 1989/91 öncesinde, Batının kapitalist dünya pazarıyla ilişkisi olan, ama büyük oranda özerk bir konumu bulunan Doğu Avrupa, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya, her şeyiyle –devasa pazarı, eğitilmiş emek-gücü ve başta enerji olmak üzere, zengin hammadde kaynaklarıyla– kapitalist dünya pazarına entegre olmuş; artık tüm dünyayı kapsayan kapitalist dünya ekonomisi, kelimenin tam anlamıyla, tek bir dünya pazarına kavuşmuştur. (Bu temelli değişimin Çin’in de pozisyonunu değiştirdiği, Çin’in sermaye birikimini hızlandırmak için tedrici açılma politikasını da hızlandırmakla yüz yüze kaldığı ortada olsa gerek. Bugün Çin kapitalist dünya ekonomisinin “atölyesi”dir!)
“Küreselleşme süreci”, burada, şimdi diğer bir yüzüyle karşımıza çıkıyor: Eğer “küreselleşme”nin ekonomik niteliği, dünya ekonomisi ve pazarlarına hükmetme uğruna bir yeniden paylaşım kavgasıysa, onun bu niteliğinin politikaya çıkardığı görev ne olabilir? Besbelli ki, en başta; ulusal ve uluslararası planda bu amacın önünde engel oluşturan tüm sosyal, hukuki, kültürel, politik ve ideolojik engellerin ortadan kaldırılması. Biliyoruz ki, kapitalizmin tarihinde “serbest ticaret”in bayraktarlığını yapanlar, hep ekonomisi en güçlü olanlar olmuştur. 19. yüzyılda İngiltere, 20. yüzyılda da ABD, ekonomide “serbest ticareti”, politikada da kozmopolitizmi yerine göre propaganda etmişlerdir. Açık bir kapışmaya gücü yeten, yani sopası büyük olan, dar alanı değil, meydanı tercih etmiştir. (Elbette, “serbest ticareti” arı ve mutlak bir ilke olarak algılamamak gerekir. Özellikle de tekellerin egemen olduğu bir çağda.) 
Öyleyse yukarıda belirtilen  koşullarda, dünyanın tek “süper gücü” ABD’nin “küreselleşme” teori ve yaygaralarıyla “neoliberalizm”i, “serbest ticaret”i ve kozmopolitizmi dayatmasından daha “doğal” bir şey olabilir mi? Bu koşullarda, örneğin Alman sermayesi, neden altyapısı müsait ve eğitimli bir işçiler ordusuna sahip, üstelik en düşük ücretleri  dayatabileceği Doğu Avrupa’ya hücum etmesin ki? Yeltsin Rusya’sı, hammadde fışkıran Kafkaslar ve Orta Asya ne güne duruyor? Bu iktisadi ve politik koşullarda, ABD, Alman veya İngiliz sermayesi, neden geri ve gelişmekte olan ülkelere istediği koşulları dayatmasın? Tüm dünya ellerinin altındadır artık! ABD’nin başlattığı ve dayattığı; “henüz erken” deme şansı olmayan rakiplerinin de iştirak ettiği “küreselleşme” parolasıyla sürdürülen kıyasıya bir rekabet, kıyasıya bir mücadele; herkesin kendi cebine çalıştığı bir durum; gücü gücü yetene! 
Demek oluyor ki, sermaye hareketi ve yatırımları bakımından, “küreselleşme”, dünyanın en büyük devletlerinin, dünyanın bütününe dönük zımni bir anlaşması anlamına da gelmektedir. Gerçekte ve esasında, birbirleriyle rekabet ve mücadele edenler, ileri kapitalist ülkelerdir. Ve buradaki işbölümü bellidir: Geri ve gelişmekte olan ülkeler; pazar, hammadde, ucuz emek-gücü bakımından vazgeçilmez derecede önemli olduklarından; bunları değerlendirmek, ve bu değerlendirmenin önünde engel oluşturabilecek bütün sınırlama ve engellerin ortadan kaldırılması konusunda, bütün emperyalist devletler arasında somut bir iş ve fikir birliği bulunmaktadır.
Bu, bir çıkar birliğidir: zira özellikle buraların açık tutulması; büyük devlet ve tekellerinin birbirleriyle mücadelelerinin, birbirlerini alt etmelerinin, birbirlerinin merkezlerinde mevzilenebilmelerinin ve hatta bu mevzilenmelerinin yüksek bedellerini telafi etmelerinin de zorunlu bir gereğidir. Geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi, ticaretin ve büyük oranda füzyonlardan meydan gelen doğrudan yatırımların büyük çoğunluğu, Üçlüler’de yoğunlaşmaktadır. Japonya, örneğin ABD’de yatırım yaptığında, bir yandan oradaki pazardan pay kapmak, ama öte yandan da ABD tekellerinin ülke içinde tekel fiyatıyla satış yapabilmelerini engellemek istemektedir. ABD’de, “damping fiyatları” uyguluyor kampanyalarıyla teşhir edilmeye çalışılan Japon tekellerinin bu mevzilenmeleri, elbette maliyeti yüksek mevzilenmelerdir. Bunun faturasını, salt Japon işçileri değil, onlardan daha fazla, Güney Doğu Asya ile Çin işçi ve emekçileri ödemektedir. Aynı şey, tersinden, ABD ve diğer emperyalist ülke tekelleri için söylenebilir.
Başka bir deyişle, bugünkü dünya “iktisadı rejimi”; teknolojinin veya kapitalizmin niteliksel bir değişiminin sonucu değil, tersine belirtilen iktisadi ve politik koşulların olanaklı kıldığı emperyalist bir dayatmadır esas olarak. Elbette ki, “dünya iktisadındaki bu rejim” oldukça grift ilişkilere, içiçe geçmelere ve karşılıklı bağımlılıkların artmasına yol açmaktadır. Ama bu gerçeklikten, “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” postulatına varmak demek, olgu ve olaylara pek yüzeysel bakmak demektir.
Oysa, burada da madalyonun bir diğer yüzü vardır. Ve buraya bakıldığında, diğer yüzündekinden çok daha farklı bir tabloyla karşılaştığımızı görebiliriz. Örneğin, ABD ile Çin arasındaki ekonomik ilişkileri ele alalım. Bu iki ülke arasında sıkı bir ekonomik ilişkinin olduğu bilinmektedir. Çin’in meta ihracının yöneldiği ana ülke ABD’dir (Çin, ABD’ye, 2004 yılında, toplam 169 milyar dolar değerinde meta ihraç etmiştir. 87,4 milyar dolar ile ikinci sırada, Japonya’ya yaptığı ihraç gelmektedir. Örneğin Almanya’ya yaptığı ihracatsa, sadece 31,9 milyar doları bulmaktadır.).  Çin’in ABD’deki doğrudan yatırımları çok cılızdır (her ne kadar, son dönemlerde yoğun bir şirket satın alma girişimlerinde bulunmuş olsa da). Tersinden ise, ABD’nin Çin’deki doğrudan yatırımları oldukça çoktur. Motorola, General Motors, Anheuser-Busch gibi büyük ABD tekelleri, Çin’in en önemli “işverenleri” arasında sayılmaktadır. Örneğin ABD’nin en büyük tekellerinden (çalıştırdığı işçi sayısı bakımından en büyüğü olan) Wal-Mart’ın toptancılarının yüzde 80’i, toplam 5 bin firma, Çin’dedir.
Kısacası, bir yandan Çin’den ABD pazarına ucuz mal akarken (yatırım bankası Morgan Stanley’in hesaplamalarına göre, ABD’li tüketici, bu ithalat sayesinde, son on yılda 600 milyar dolar “tasarruf” etmiştir), ABD’li tekeller, Çin’deki ucuz emek-gücünü sömürerek “tasarruf” etmektedirler (Çin’den ucuz ithal edilen ürünlerin, aynı zamanda, ABD’deki emek-gücünün değerinin yeniden üretimi masraflarını düşürmesi suretiyle, gerekli emek-zamanını ABD’li tekeller için kısaltması da işin cabasıdır!).
Diğer ileri kapitalist ülkeler gibi, bu büyük ve hızlı gelişen pazarda pay kapmak için büyük bir çaba sergileyen ve bu ülkedeki doğrudan yatırımlarını artıran ABD, kağıt üstünde Çin ile ticaretinde “zararlı” görünüyor; zira Çin’e 34,7 milyar dolar olan ihracatı, 169 milyar dolar olan ithalatının fersah fersah altında kaldığından, dış ticarette “açık” veriyor. Ancak bu arada, ABD’li tekellerin, başta Meksika ve Çin olmak üzere, dış ülkelerdeki fabrikalarında ucuza üretip ABD’ye geri ihraç ettiği ürünlerin, Meksika, Çin veya başka bir ülkenin ABD’ye ihracı olarak kayda geçtiği hasıraltı ediliyor.
Bu, şu demektir ki; ABD’li tekeller, ülke içindeki kitlesel ve standart üretimi yurtdışına kaydırıyorlar; böylelikle, bir yandan ülkedeki iş sahalarını yok ediyorlar (bkz. dipnota) , öte yandan ise ülke içindeki işçiler arası rekabeti uluslararasılaştırıyorlar; ABD’li işçiyi Meksika’daki işçiyle ücret rekabetine sokarak, “ücret dampingi”ni dayatıyorlar. Aynı anda ise, “ticaret açığı” yaygaralarıyla daha fazla sübvansiyon talep ettikleri gibi, stratejik konumlarına göre, “yabancı şirketlere” karşı kampanya örgütlüyorlar! (Bu belirttiklerimiz genel hatlarıyla tüm emperyalist ülkeler için geçerlidir.)
Çin, ABD’ye meta ihraç ediyor ama, bedeliyle ediyor; düşük fiyatla yaptığı ticaretten kayıpları oluyor. Çin, gerek bu ihracattan doğan nispi kayıpları telafi edebilmek ve gerekse genel olarak ihracatını teşvik edebilmek için, ihracattan elde ettiği dövizin bir kısmıyla ABD’de devlet tahvilleri satın alıyor (para birimi Yuan’ın kurunu dolara bağlaması ise, aldığı ayrı bir tedbir). Çin’in toplam döviz rezervinin  önemli bir kısmı, ABD devlet tahvillerine yatırılmış bulunmaktadır. ABD ise, bu yoldan, başka giderlerini karşılamasının yanı sıra, genel ticaret açığını finanse etmektedir. Dolara talep oldukça ve çıkardığı devlet tahvilleri karşısında borç aldıkça “işler tıkırında” ABD için. Ancak ABD açısından, dolardan kaçış veya borçlanma olanağını tehlikeye düşürecek bir ekonomik/politik sarsıntı, başta pek hassas dengelere dayanan mali sistemi için bir yıkımdır. Açıktır ki, doların değer yitirmesi ve/veya ABD’nin çıkardığı tahvillerle aldığı borçları ödeme sorunu yaşaması, Çin’e de bir darbe olur. Görüldüğü üzere, ABD ile Çin ekonomisi arasında karşılıklı bir şartlanma, bağlılık durumu oluşmuştur.
Ancak bu grift durum, geçtiğimiz Haziran ayında şu olayın yaşanmasını engellememiştir: Çin devletine ait enerji şirketi CNOOC, ABD’nin dokuzuncu büyük enerji tekeli Unocal’ı satın almak istedi. Çin şirketi, Unocal için, ABD’nin petrol devi Chevron’dan 1,5 milyar dolar daha yüksek bir fiyat teklif etmesine karşın, “ulus-aşırı dünya ikstisadı”nın “en olağan” sayılabilecek bu satış işlemi gerçekleşmedi. Daha doğrusu, gerçekleştirilmedi! ABD’de, Çin’e karşı, bir iki hafta içerisinde çok yönlü bir karşı kampanya başlatıldı: Çin, elini ABD petrolüne uzatmaya yeltenmişti! Hemen ABD Kongresi’nde özel oturumlar yapıldı, uzmanlar çağrıldı (CIA’nin eski şefi J. Woolsey, burada, “bir uzman” olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Çin bu stratejisiyle, enerji piyasalarında egemenliği ele geçirmek ve aynı zamanda Batı Pasifik’te stratejik bir üstünlük sağlamak istiyor”!), öte yandan Temsilciler Meclisi’nde milletvekillerinin yaklaşık yüzde 90’nın “hayır” oyu verdiği oylamalara gidildi, yasa yoluyla bu satışın engellenmesi ihtimali tartışıldı, kamuoyunda anketler örgütlendi vb. vb.. Bu gelişmeler üzerine, Çin şirketi teklifini geri çekti!
Benzer birçok başka örnek daha verilebilir şüphesiz… Ancak bu örneğimizle de görmekteyiz ki, “global iktisat”ta, himayeciliğin “milli devletin” elinden çıkan bir imkan olarak “elenmiş durumda” olması şöyle dursun; (ve ayrıca çelik, tarım, teknoloji vb. ürünleriyle ilgili basında karşılaştığımız gündelik himayecilik uygulamaları ve tehditleri de bir tarafa); genel bir “liberalizm” ve “serbest rekabet” görüntüsünün gerisinde, ekonomilerin belli başlı sanayi kollarını, stratejik kısımlarını kapsayan çok yönlü bir himayeci sistem söz konusu. Bu sistemde; başta enerji olmak üzere, çeşitli stratejik hammaddeler, çekirdek şirketler, askeri-sınai kompleksler ve mali kaynaklar çok sıkı bir koruma altındadır.
Sonuç olarak, şu açıklığa kavuşmuştur ki, bugünkü “dünya iktisadındaki rejim”; sermaye, mal ve hizmetlerin ülkeler ve kıtalar arasındaki hareketinin, belki de tekelci kapitalizm tarihinin en “rahat”, en “serbest” gerçekleştiği bir “rejim”dir. Bu “rahat”lığın, bu “serbest”liğin, ülkelere, bölgelere göre çok göreceli ve çok eşitsiz olduğunu yok saysak bile; bu; “ulus-aşırı”, yani emperyalist devletleri aşmış, karşıt eğilimleri koşullayan çelişkilerinden arındırılmış, tek eğilimli bir gidiş, süreç değildir asla.
Evet, bir yandan içiçe geçme, entegrasyon süreci; ama bu, asla salt sarmal bir daire şeklinde daha da derinleşme değil, tersine; yoğunlaşma ve sıkışmalarla; patlamalı bir desentegrasyona gebe olarak, karşıt bir süreci kaçınılmaz olarak tetikleyecek olgu ve faktörleri biriktirerek, artırarak ilerlemektedir! Çünkü çıkarlar zıttır, yer alış amaçları birbirleriyle karşıtlık içinde, birbirini dışlar biçimde; öyle bir “rejim” ki, aktörlerinden birinin yükselişi, diğerinin leşi üzerinde olmakta, birinin ayakta kalması diğerinin tasfiyesini zorunlu kılarak işlemektedir!
“Ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” ve “ulus-aşırı dünya-iktisat sistemi” gibi tanımlama ve kavramlaştırmalar, Habermas ve onun gibilerinin hayal ürünleridir. İnsanlık açısından büyük belalar içeren bir süreci bir “ilerleme” olarak gösterdiği için de, son derece tehlikelidirler.

BEŞİNCİ SAHTE YEM
Habermas’ın, tek çözüm yolu olarak favorize ettiği AB alternatifine varmak için kullandığı son “sahte yem”i, “milli devletler”le ilgili çizdiği “içler acısı” tablodan oluşmaktadır. “Milli devletler” sorunu , onun için; salt ekonomik-sosyal boyutuyla değil, aynı zamanda, “milli-devlet ile demokrasi”  bir “bütünlük arz” ettikleri ve bugün tam da bu “beraberlik” bir “tazyik altına” girmiş olduğu için, burjuva demokrasisinin geleceği açısından da özel bir önem taşıyor.
Ona göre, devletler, her ne kadar “hâlâ siyaset sahnesinin en mühim kolektif aktörleri konumunda” olsalar da, olup bitenler, “devletler sisteminin varlık şartlarını menfi şekilde etkilemektedir.” Yazımızın girişinde yaptığımız alıntılarda da aktarıldığı gibi, o; “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde gittikçe sıkışıp kalan devletin artık özerkliğini, aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmeye” başladığını düşünmektedir.  “Artık devletler ve milletler-arası münasebetlerin esas yapısını, küresel münasebetler oluşturmaktadır. Geçmişte milli iktisatlar, devlet sınırları içinde yer alırken, şimdi artık devletler pazarların içine yerleştirilmiş durumdadır.”
Görüldüğü gibi, Habermas, “milli devlet”in yapısal bir sorunla yüz yüze kaldığını düşünüyor. “Dünya iktisadında ve dünya toplumunda meydana gelen konteks değişiklikleri” sonucunda, milli devlet, mevcut örgütlenme biçimiyle, “randıman gücünün sınırına” gelmekte; “küreselleşme süreci” ve “milli-aşırı dünya-iktisat-sistemi” karşısında yetersiz kalmaktadır. Öyle ki, “milli devlet” “iktidar kaybı” yaşamaktadır!
Emperyalist devletler ve “iktidar kaybı” mı?! Evet, örneğin şöyle: “Özerklik kaybı” yaşayan devlet; “kendi vatandaşlarını, kökü kendi sınırları dışında olan ve diğer aktörler tarafından alınmış kararların doğurduğu neticeler ile bu tip süreçlerin doğurduğu tesirler silsilesine karşı kendi başına” koruyamamaktadır. (örneğin: “çevre kirliliği, organize suçlar, yüksek teknolojinin doğurduğu güvenlik riskleri, silah kaçakçılığı, salgın hastalıklar gibi”!)
“.. mağdurları olanlar, bu uygulamaların karara alınmasına iştirak edememektedirler”! Söz gelimi, “komşu ülkede inşa edilen ve yerel güvenlik standartlarına uymayan bir atom reaktörünün taşıdığı riskleri” düşünün diyor! Politik etkinlik alanlarını, mesela AB gibi, “daha büyük siyasi birimlere ve milletler-üstü rejimlere” geçmek suretiyle genişletebilsek, “bu uygulamaların karar alınmasına iştirak” edebiliriz diyor. Kuşkusuz, “komşu ülkede”ki “atom reaktörünün taşıdğı risk” sorunu, aynı “siyasi birim”de yer alınarak çözülebilir; diyelim ki, AB, falanca fonundan bu ülkenin bu ihtiyaçlarını karşılayabilir. Ama “mağduru” olup da “karar alınmasına iştirak” edemediğimiz o kadar ekonomik, sosyal, ekolojik, askeri, kriminal sorun var ki! Yani, aynı “siyasi birim”de yer alma; bu birim içinde herkesin fiilen aynı politik güce ve eşitliğe sahip olduğunu varsaysak dahi; a.) ülkeler arası eşitsizlikleri ve b.) sorunların kökeninde yatan ekonomik, politik, sosyal vb. neden ve çelişkileri ortadan kaldırmamaktadır.
AB üyeliği (politik “eşitlik”), ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmıyor. Kanıtı da bizzat AB’nin kendi gerçekliğidir! Tersini iddia etmek, Alman sermayesinin, Polonya işçilerinin Alman işçileriyle aynı ücret ve yaşam standardına sahip olmasını istediğini iddia etmektir ki, bu, Polonya ekonomisinin bütün “cazibesini” yok etmek demektir!
Tabii, burada soyut bir tartışma sürdürmekteyiz. Gerçek hayatta, emperyalist devletler bu işi, hiç de “özerklik kaybı” yaşamadan binbir yoldan “çözüyor”lar. Üstelik, İran gibi komşu olmayan ülkelerde bile ve üstelik “yerel güvenlik standartlarına uyma” sorunu olmamasına karşın! Bu tür hususların “özerklik kaybı”yla bir ilgisinin olmadığı, tersine, ülkeler arası ekonomik eşitsizlik, devletler arası da güç farklılığıyla ilgili olduğu ortadadır.
Eşitsizlik; eşit olmayanları var sayar; öte yandan ama, daha ileri ve daha geri olanlar birbirini koşullar. Devletler arası güç ve güçsüzlüğün birbirini koşulladığı gibi. Böyle olmasaydı, söz gelimi “çevre kirliliği” konusunda ABD, Kyoto Antlaşması’nı kaale almamaya yeltenemezdi. Üstelik de bu kabadayı tutumunu, şu “küreselleşmiş” ve “ulus-aşırı”laşmış dünyamızın gözünün içine baka baka “ABD’nin milli çıkarlarıyla” gerekçelendiremezdi!
Demek ki, kapitalist dünyanın halihazırdaki gerçeklikleri ve somut güç ilişkileri koşullarında, Habermas’ın “mağdurları olanlar”ın, “bu uygulamaların karara alınmasına iştirak” etmesi talebi, şu veya bu emperyalist devletin şu veya bu ülkede doğrudan söz sahibi olmasıyla sonuçlanacak bir taleptir. Niyetini tartışmıyoruz, ama önerilerinin somut dünyadaki anlamını vurguluyoruz. Belirtelim ki, aynı argümanları, “milli devletin” “aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmesi” konularında da ileri sürebiliriz. Ama buradaki yanlışlıklar üzerinde durmak yerine, onun tahlilindeki temel hata üzerinde durmamız daha doğru ve zaman kazandırıcı olacaktır.
Habermas, emperyalist devletlerin “milli devletler” olarak biçimlenişinin yetersizliğini yapısal bir sorun olarak ele almakla, salt aysbergin ucuna baktığını ortaya koymuş oluyor. Oysa asıl sorun, devletin yapılanmasının “milli” oluşunun kimin için ve neden sorun olduğudur. Habermas, aslında bir doğruya işaret ediyor. “Milli devlet”; hem dünya ekonomisi gerçekliğine ve hem de tekelci kapitalizmin “bir dünya sistemi” (Lenin) oluşu gerçekliğine uymuyor. Burjuvazi, “milli devleti” yarattı, ama aynı burjuvazi dünya pazarını ve “dünya sistemi”ni de yarattı. İkisi ise birbirine uymuyor!
Evet; “milli devlet”, milliyetle çoktan alakası kesilen tekeller ile mali sermayeye dar gelmektedir. (Bu arada belirtelim: Lenin, çeşitli ülke mali sermayelerini birbirinden ayırdederken, ayrımı, “ulusal” kavramdan ziyade, “devletler olarak” ayrılmışlığını vurgulayarak yapar!) Ama bu; ne Habermas’ın yaptığı gibi “küreselleşme olgusu” sonucu devletlerin “pazarların içine yerleştirilmesi”nden ileri gelmektedir, ne de yeni bir durumdur (örneğin Bolşevikler, Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili açıklamalarında, emperyalist ülkelerde “ulusal devletlerin ayakbağı haline gelmesi”nden söz ederler.) .
Habermas, doğru bir şekilde, buradaki “tazyik”i görüyor, ama heyhat, salt bu “tazyik”i görüyor! Yaklaşımındaki bu sınırlılık, tahlilindeki doğru ögeyi, bir yanlış sonucun ögesine dönüştürüyor.
Mesele şudur ki, milli devletin yetersiz kalıp aşılması ihtiyacının da, ama hâlâ ihtiyaç oluşunun da nedeni, uzlaşmaz bir çelişkiyle malul olan sermayenin kendisidir. Yani şu temel sorun, burada yatmaktadır: Sermaye birikiminin dünya pazarı üzerinden uluslararası ölçekte gerçekleşmesi niteliğiyle, tekil sermaye gruplarının kendi politik egemenlik araçlarına (ulusal devlet) gereksinim duyması zorunluluğu arasındaki çelişki… Sermayenin “dünya iktisadı” ve “küreselleşmiş bir dünya” karşısındaki konumu, üretici güçler karşısındaki konumuyla aynıdır. Üretici güçleri geliştirir, ancak bu üretici güçlerin dayattığı üretim ilişkilerine yol vermez. Aynı şekilde, dünya pazarı ve ekonomisini yaratır, ancak bu dünya pazarı ve ekonomisine tekabül edecek uluslararası/evrensel politik yapı ve ilişkilerinin oluşmasına engel oluşturur… Zira araçları ile amaçları devamlı çatışma içerisindedir.
İşte, ekonominin “küreselleşmesi”yle politikanın “küreselleşmesi” arasında asimetrik bir ilişkinin ortaya çıkmasına neden olan, sermayenin kendi doğasından kaynaklanan bu çelişkisidir. Habermas sadece bu asimetriyi görüyor! Ve bu konudaki bütün tahliliyle bize sadece şunu söylemiş oluyor: ‘Ekonomi küreselleşiyor, ama devletlerimiz ulusal yapılarda kalarak işlevsizleşiyor. Eh, küreselleşmeyi devlete uyduramayacağımıza göre, devleti küreselleşmenin yapısına uyduralım!’…
Habermas, sermayenin belirtilen açmazının neden olduğu sorunlar ile devletin “iktidarı” sorununu birbirine karıştırıyor. Emperyalist devletler, onun iddia ettiği gibi, bir iktidar sorunu yaşamamaktadırlar. “Küresel iktisadın” sorunları karşısında acizlik de göstermiyorlar. Sadece bir hafta boyunca günlük gazete takip eden her insan, bu tür bir acizliğin olmadığını gösteren sayısız örneklerle karşılaşır. Daha bu satırları kaleme alırken, basında çıkan şu haberleri okuyabiliyoruz: “Fransa’nın başbakanı Dominique de Villepin, ABD’li bilgisayar üreticisi Hewlett-Packard (HP)’dan Fransız devletinden aldığı sübvansiyonları geri talep etti.” HP, “ekonomik durumunun iyi olmasına karşın, dünya çapında 14 bin 500 işçiye çıkış vereceğini açklamıştı.” Fransa’da da 1240 işçiye çıkış verileceği için, de Villepin verilen sübvansiyonu geri istedi. Ona göre, “iktisadi yurtseverlik; ayakları yere basmadan bir ‘dünya galaksisi’nde yaşayan bir uluslararası tekel şefi tasavvurundan daha modern”dir! Zira: “ABD ve Japonya’da birçok şirket yöneticisinin masasında kendi ulusal bayrakları durmakta. ABD’de modern görülen bir fikrin Fransa’da neden zamanı geçmiş sayılacağını anlamıyorum” dedi.  Yine yakın zamanda basında çıkan başka bir örnek: Almanya ve Rusya, Rusya’nın Doğu Denizi’ne açılan limanı Wyborg’dan Almanya’nın Greifswald kentine uzanacak 1200 kilometrelik bir doğal gaz boru hattının inşası konusunda anlaştı. Schröder ve Putin’in imzaladığı bu “yüzyılın projesine” en çok tepki Doğu Avrupa’dan –Polonya ve Ukrayna– geldi. Bu ülkelerden geçen bir doğal gaz boru hattı bulunmakta ve Rus doğal gazı da buradan Almanya’ya ulaşmaktaydı zaten. 2010 yılında tamamlanması beklenen yeni boru hattıyla, mevcut boru hattının transit ülkeleri olan Ukrayna, Beyaz Rusya ve Polonya sadece ekonomik zarar görmeyecek, aynı zamanda stratejik bir mevzilerini yitireceklerdir. Polonya gazetesi Wprost, “Putin-Schröder Paktı”ndan söz ederken, Amerikan internet yayın organı Stratfor şu yorumda bulundu: “Bu projede ne para ve ne de kâr söz konusu; bu projede söz konusu olan jeopolitik stratejidir”!
Daha güncel bir örnek olarak, geçtiğimiz günlerde basında çıkan şu haber verilebilir: Alman lüks otomobil üreticisi Porsche, ülkenin en büyük otomobil üreticisi VW’nin hisselerinin yüzde 20’sini alacağını açıkladı. Porsche’yi VW’nin en büyük tekil hissadarı haline getirecek bu girişiminin, VW’nin ABD’li yatırım şirketleri tarafından ele geçirilmesini engellemek üzere yapıldığı, başta Porsche’nin açıklamasında olmak üzere, basında çıkan yorumlarda da dile getirildi. Yani, VW’nin yabancı şirketlerce ele geçirilmesini engelleyen Almanya’daki özel “VW yasası”nın, önümüzdeki dönemde, sürmekte olan mahkeme kararlarıyla değiştirilmesi ihtimalinin kesinleşmesi üzerine, VW tekeli, Alman devleti (Aşağı Saksonya Eyaleti % 18,2 hisse payıyla VW’nin en büyük hissedarıdır) ve sermayesi işbirliğiyle, “küresel piyasaların” aç göz “yatırımcıları”nın pençelerinden kurtarılıyor! “Küresel piyasalar” karşısında “iktidar kaybı” olan “milli devlet”ler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hareket edebilir mi?
Sonuç olarak, şunu vurgulamak gerekir ki, burjuvazi; kendisinin kozmopolitliği ile devletinin mevcut yapılanması arasındaki çelişkinin doğurduğu sorunlara (başta demokrasi ve meşruiyet sorunlarına) oldukça pragmatist yaklaşıyor. Burjuvazi açısından, bu konuda üzerinde ahkam kesilebilecek, ah vah denilebilecek sorunlar vardır (bu gibi işleri Habermas gibi demokratlara bırakıyor), bir de ama, hiçbir savsaklamayı, ertelemeyi veya lakaytlığı kaldırmayan sorunlar vardır. Devletinden özellikle mali sermayeyi, çekirdek şirketleri, askeri-sınai kompleksi  ve stratejik çıkarları göz bebeği gibi korumasını bekler ve canlı hayatın sayısız örneklerinin de ortaya koyduğu gibi, ne AB üyeliğini, ne de “küreselleşme” masallarını takan devlet de devletliğini yapar!
Kaldı ki, Habermas’ın kendisinin yaptığı tespitler de bu dediğimizi doğrulamaktadır. Bir taraftan diyor ki:
– “Düzenleme işlevlerinde”, “devletin gücünde bir azalma meydana gelirken, klasik nizamın tesisi ve devlet hizmetlerinde bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması meselesinde böyle bir azalma görülmemektedir.”
– “Milli hükümetler”, “birbirleriyle maliyetleri düşürsün diye düzenleme işlevini terketmek (deregulation) yarışına batmış durumdalar.”
Yani, emperyalist devletler; “klasik nizamın tesisi”nde, “bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması”nda ve kendi sermayesinin “rekabet gücünün artırılması” için kendi işçi ve emekçilerin ümüğünün sıkılmasında her hangi bir “işlevsel”lik sorunu, her hangi bir “iktidar kaybı” problemi yaşamamaktadırlar. Demek ki, “milletler-arası mevzi-rekabeti”nde bulunan bu “milli devlet”, sermayesinin bir dediğini iki etmemektedir!
Böyleyse eğer, ki öyledir, o zaman Habermas’ın diğer taraftan yaptığı şu saptamalarının –nedenlerini neye bağladığından bağımsız olarak– anlamı nedir:
– “Milli devletlerin”, “kendi ‘iktisadi mevzilerinin’ milletler-arası rekabet gücünü arttırabilmelerinin yegane yolu, uhdesinde bulunan düzenleme gücünü kendi kendine sınırlamaktan geçmekte.”
– “Milli-devlet”; “vergi toplamak, büyümeyi teşvik etmek … gücünü … yitirmektedir.”
– “Milli Devletin”, “talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüş” imkanı “tamamen elenmiş durumdadır.” “İstihdam programları”, “bütçelerin borçlanma sınırına” takılmaktadır.
– “.. seyyar hale gelen sermaye”, “ülkelerin vergi dairelerinin denetiminden kurtulabilmekte.”
Fakat, sermayesinin bir dediğini iki etmeyen bir devletin tam da yukardaki konularda “güç yitimi”yle, “denetim” sorunlarıyla, “imkansız”lıklarla karşı karşıya kalması son derece doğal değil mi? Tersinden de sorabiliriz: “Milletler-arası mevzi-rekabeti”nde sermayenin tam emrine girmiş devlet ve hükümetler, neden kendi sermayelerini zayıflatacak, onlara yük olacak adımlar atsın ki?
Demek ki, “milli devletler”in gerçekten bir “iktidar kaybı” var, ama kendi mali sermayeleri, kendi çekirdek şirketleri karşısında! (Mali sermaye bugün devleti tam emrinin altına almıştır.) İşçi ve emekçiler, ezilen halklar ve rakipleri karşısında ise, bu devletler; pek güçlü, pek işlevsel, pek iktidarlıdırlar! Gelgelelim, devleti nötr gören bir anlayışa sahip birinin, bu tür ters orantılıkları “küresel münasebetler”de araması garipsenemez elbette…

VE “HAKİKAT BALIĞI”NDAN GERİYE KALAN…

Açıktır ki, Habermas, “neoliberal” zihniyetin egemen olduğu bir Avrupa Birliği’ni savunmuyor. Onun hareket noktası şu: pazarlar, siyaseti boyunduruğuna almış, küresel iktisat da milli devleti randıman gücünün sınırına getirmiştir. Dolayısıyla anahtar sorun; siyasetin pazarlara yetişmesi ve yeniden müdahale edebilecek bir güce kavuşmasıdır. Ancak, “küresel ekonomi, müdahaleci devletin müdahale alanının dışına” çıktığından ve küresel pazarlar, milli iktisadın işlevsel bütünlüğünü yıktığından, milli devlet sınırları içinde sosyal devlet politikaları izlemenin olanağı da artık kalmamıştır.  İşte AB; milli devletin ötesinde, ve milli-devletin yitirdiği işlevleri ikame edebilecek niteliklere sahip daha büyük siyasi bir birim, bir “milletler-üstü rejim” örneği olarak, bunun bir olanağıdır. Bununla birlikte, AB, salt bir ortak pazar olarak kalırsa; bugünkü halinde olduğu gibi “kıta alanı içinde pazarlar üzerinden yatay bağlantılar tesis edebilmiş, lakin dikey düzlemde ise zayıf bir siyasi düzenleme görüntüsü”nde  kalırsa, Habermas’ın ona yüklediği misyonu yerine getiremez!
AB’nin pek çok sorunları bulunmaktadır: Birlik içinde rekabet var; “ekonomiler farklı gelişme seviyesine sahip”, rekabetten “evvela zayıf ekonomiler etkilenecektir”, dolayısıyla bunlar, “ücretlerde indirime gidecektir”, bu indirim “kuvvetli ekonomileri korkutmaktadır” vb..
Netice itibarıyle “Avrupa iki seçenekten birini seçmek zorunda kalacaktır: ya bu sıkıntıları pazarlar üzerinden –yani sosyopolitik rejimler ve mevziler arasında yaşanacak rekabet sayesinde– aşmaya çalışacak veyahut bu sıkıntıları siyasi tedbirlerle haletmeye çalışacaktır. Yani en mühim meselelerde sosyal politika, istihdam politikası ve vergi politikaları arasında bir ahenk ve harmoni ve ülkeler arasında ve tedrici bir uyum sağlamaya çalışacaktır. Şimdiye kadarki statüko, yani milli menfaatlerin devletler tarafından dengelenmesi her ne pahasına olursa olsun sürdürülmeli mi, yoksa AB geliştirilerek devletler birliği olmaktan çıkıp hakiki bir federasyon niteliğine mi kavuşturulmalıdır? İşte meselenin düğümlendiği esas nokta burasıdır. AB, ancak federatif yapıya kavuştuğu takdirde, pazarların doğurduğu menfi neticeleri tashih edebilecek siyasi bir güce erişebilir. Ancak o zaman pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir.”
Habermas’ın Avrupa anayasası taratfarlığı da bu durumda anlaşılır olmakta; zira “milletler arası mukavelerin siyasi anayasaya tahvili” suretiyle, AB’nin “bugün dolaylı bir meşruiyete sahip” kurumları da doğrudan “meşru bir zemine oturtulmuş olacaktır.”  “Tabii bu hususta aşılması gereken hayli yüksek ve zor engeller bulunmaktadır. Bir anayasa oluşturmak yeterli olmayacaktır” … vs. vs.
Görüldüğü gibi, Habermas’da sarsılmaz bir idealizm var! O, bir Almanın sistematik düşünme tarzıyla; önce koordinatları gözden geçiriyor; ve saptıyor ki, normlarına uygun bir politikanın şartları bulunmuyor artık. Ardından, bu politikasının hangi şartlara sahip olması gerektiğini titizlikle hesaplıyor, sonra sonucunu büyük bir idealizmle açıklıyor: Federatif Avrupa!
Sadece bir sorumuz olacak: “Hakiki bir federasyon” olan ve böylelikle de “küresel pazarlar” koşullarında teknik bakımdan “pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir” bir konuma gelen AB’nin, bu “içtimai” politikayı izlemesinin garantisi nerede? Tez, sistematik olmasına sistematik de, öngördüğü yapının bu muhteva ve doğrultuda hareket edeceğinin güvencesi nereden alınmaktadır?…

*   *   *
Doktrinciliğin kökeninde, bir teze inanma ve ardından bunun üzerinde bir sistem inşa etme yatar. Fakat bu tez çürük çıktı mı, onun üstünde kurulu olan sistem de çöker. Bu yazı boyunca belirtilen ve kanıtlanmaya çalışılan olguların da işaret ettiği gibi, Habermas’ın temel tezi –”siyasetin küresel pazarları yakalaması”, “pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”– birçok bakımdan yanlıştır. Her şeyden önce, uygulanmak istendiği kapitalist toplumun gerçeklikleriyle, bu toplumu karakterize eden üretim tarzının nesnel yasaları, eğilimi ve çelişkileriyle örtüşmemektedir. Çözmek istediği sorunları, olup bitenin salt yüzeyde görünen göstergeleriyle sınırlı bir ufuktan ele aldığından, sorunların gerçek çözümünün zorunlu kıldığı derindeki asıl çelişkileri ortaya çıkarma ve bunları aşma özelliğinden yoksundur.
AB projesinin –ki bu, gerçekten de salt bir projedir– mevcut şekliyle kalması durumunda, AB’nin, Habermas’ın kastettiği “içtimai” ve “uygarlık” misyonunu yerine getiremeyeceği yukardaki satırlarında da kabullenilmektedir. Onun bu satırları kaleme almasından sonra yapılan AB anayasası oylamalarından çıkan sonuç ise bilinmektedir. “Pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”, dünyanın bugünkü “küreselleşmiş” koşullarında, Avrupa’da, ancak “federatif bir yapıya” sahip bir AB ile gerçekleştirilebilirdi; bugünün Avrupa Birliği ise, dünden daha çok, “hakiki bir federasyon”dan uzaklaşmış bulunmaktadır…
Bu durumda, Habermas’ın sahte yemlerle tuttuğu “hakikat balığı”ndan geriye kala kala kılçıkları kalmıştır.
Ne diyelim, onlar da onun olsun!

Avrupa’da bazı politik gelişmeler ve anlamları

Avrupa’da, politik bakımdan küçümsenemez derecede önemli ve önümüzdeki yılların sınıf mücadelelerinin seyrini de belirleyecek gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmeler; bir yandan sosyal kutuplaşma ve öfkenin büyümesiyle birlikte işçi ve emekçi mücadelelerinde belirginleşen yükseliş eğilimi, diğer yandan politik sarsıntılarla istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme girilmiş olması olarak özetlenebilir…

“AVRUPA BİRLİĞİ PROJESİ”NİN GELDİĞİ NOKTA
Bu gelişmelerle ilgili değerlendirmemize, Avrupa’nın politik yaşamında önemli bir rol oynayan bir kurumuyla, yani Avrupa Birliği (AB) ile başlayalım. Pek çok olgu, AB’nin esas olarak gelişme ve ilerlemeyle karakterize olan bir döneminin kapanıp, istikrarsızlık ve kriz ögelerinin artıp birikeceği yeni bir döneme girmiş bulunduğuna işaret etmektedir. Birkaç noktaya dikkat çekerek bu tespitimizi somutlaştırmaya çalışalım.
Birincisi; “AB projesi”, “savaş ve barışı belirleyen” bir “ülkü”, “ideal” olma yönüyle iflas etmiştir.  Bu bakımdan, Avrupa anayasasıyla ilgili Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlar, balona batırılan iğne misali, bu “ideal”in bir illüzyondan ibaret olduğunu açığa çıkartmıştır. “AB projesi” süreci, zirvesindeyken (olağanüstü hızlı genişlemeden ortak anayasaya geçiş!), tersine dönmüştür.
Bilinmektedir ki, halkın, bu referendumlarda  “Hayır!” oyu vererek karşı çıktığı şeyler, bu “proje”nin gerçekleşmesinin olmazsa olmazlarıydı. AB’nin, emperyalist bir mihrak olarak, daha da ilerlemesinin ekonomik ve politik gerekleri, Avrupa işçi ve emekçi halklarının en temel kazanımları, hak ve özgürlükleriyle giderek daha doğrudan ve açıktan çelişen bir noktaya gelmiş; dahası, bu gereklerin tek tek ülkelerdeki dolaylı ve dolaysız yansıma ve etkileri, işçi ve emekçilerin somut mücadele ve karşı koyuşlarını adeta kışkırtmıştır. Dolayısıyla, “AB projesi”nin referandumlarla yediği şamarı koşullayan nedenler, referendumun düzenleniş şekli veya yapıldığı ülkelerdeki iç politik durumun özgünlükleriyle açıklanamaz.
İkincisi; her ne kadar kurumsal bir krizle yüzyüze değilse de, AB’nin aldığı (ve “proje” olarak baştan itibaren bağrında taşıdığı çelişkileri açığa çıkartan) bu politik darbenin, onun emperyalist bir mihrak olarak yol alma hızı üzerinde bugünden görülebilir etkileri olmuştur ve daha da olacaktır. Görünen o ki, AB’ne yüklenen misyon eksenindeki ezeli tartışmalar (geniş bir ortak pazar/büyük bir serbest ticaret bölgesi mi yoksa dış ve güvenlik politikasının da ortaklaştırıldığı hakiki bir federasyon mu?), kuşkusuz pek çok başka etken ve çelişkilerle ilişki ve karşılıklı etkileşim içinde derinleşirken; AB içinde var olan gruplaşma eğilimleri de daha da güçlenecekleri bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Özellikle, kaderini adeta AB’ne endeksleyen Almanya’da (burada referendum olmamış ama, sonuçları da en fazla Alman sermayesinin yüreğini yakmıştır!), bu olumsuz yöndeki gidişatı daha da hızlandırabilecek söylem, tutum ve politikalardan kaçınma ve güven tazeleme amaçlı adımlar atmanın Angela Merkel hükümetinin dış ve Avrupa politikasının baş görevlerinden biri olacağının bugünden netleşmiş olması, bu bakımdan şaşırtıcı değildir. 
İlerleme temposundaki yavaşlama, yani bir iki vites düşürme zorunluluğu, önünde sonunda, “farklı viteslerle farklı hızda yol alanlar”ın gerekliliğini favorize eden eğilimleri güçlendirecektir (en ileriden yol alanlar olarak, çekirdeğini Fransa ve Almanya’nın oluşturduğu iki-üç gelişme aşamalı bir AB). Yani bir yandan “dönen dönsün biz dönmeyiz”, diğer yandan “bizden buraya kadar” diyenlerin AB içinde kendi hukuksal ve kurumsal ifadelerini bulmaları… Bu, her ne kadar “AB ülküsü”nü canlı tutmanın yegane yolu olması anlamıyla, bir ilerleme olarak yansıtılmak istense de; böylesi bir pozisyona düşülmesinin, gruplaşmaları resmileştirmekle sınırlı kalamayacağı açık olsa gerek.
Üçüncüsü; AB’nin tam da, sertleşen bir dünyada emperyalist bir mihrak olarak daha etkin hareket etme zorunluluğunun arttığı koşullarda hız kaybına uğramasının sonuçları, kendisini öncelikle iki açıdan ortaya koyacağa benzemektedir:
a) Var olan görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara tahammül etme sınırlarının belirtilen nedenle giderek daralmasıyla birlikte, AB içi “krizleri çözme” teamül ve mekanizmalarının aşınması, ve bu aşınmayla birlikte, AB’nin, sorunlarını çözüp azaltan değil, çözemeyip giderek biriktiren bir sürece girmesi. (Bu sürecin etkilerine tek yanlı bakıldığında, Almanya-Fransa çekirdeğinin daha da “yoğunlaşacağı” sonucuna varılabilir. Ama bunun tersi de görülmelidir: Bu süreç, bu çekirdeğin; bileşenlerinin farklı konum ve olanakları nedeniyle –örneğin Fransa, BM Güvenlik Konseyi üyesidir, sömürgeciliğinden gelme mevzileri vardır, nükleer güce sahiptir vb., yani dış ilişkilerinde Almanya kadar “AB projesi”ne mahkum değildir vb.–, kendi içindeki zıtlaşmaları artırabilir, hatta daha ileri bir safhada parçalanmaları bile gündeme getirebilir. Benzer şeyler, bu çekirdeğin dışındakilerinin, çekirdekle sorunlu ilişkileri açısından da söylenebilir kuşkusuz. Bu, özellikle AB’nin nispeten küçük ve zayıf ülkelerinde –Polonya bir örnektir sadece– milliyetçi eğilim ve politikaları güçlendirecektir.)
b) AB’nin emperyalist bir mihrak olarak genel çıkarlarıyla, tek tek üye ülkelerinin tekil çıkarları arasındaki farklılıkları derinleştirmekte olan bu süreç; bir yandan AB kurumunun, Avrupa işçi ve emekçilerinin çıkarları aleyhine, hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı politika ve kararlarını artırma baskısını büyütürken; diğer yandan üye ülkelerindeki işçi ve emekçi hareketleri, bugünkünden daha fazla AB karşıtı bir pozisyona sürükleyecek, bu kurumu ve kararlarını hedef alan talep ve mücadeleleri daha da artıracaktır. Tek tek hükümetlerin saldırı politikalarını Brüksel üzerinden meşrulaştırma çabalarıysa, kitleler nezdinde bugünkünden çok daha az prim yapacaktır.
Kısacası; AB’ni zor günler bekliyor. Gündeminde, bir adım daha ileri atmak değil, bütünü riske sokmayacak tarzda elde edileni tahkim etmek bulunmaktadır. Ama dünya yerinde durmayacağı için, emperyalist bir mihrak olarak ihtiyaç duyduğu bu soluğu bulup bulamayacağı veya yol katetme bedelinin küçük tutulup tutulamayacağı oldukça tartışmalıdır.
AB’nin son 20-25 yılını karakterize eden başdöndürücü bir hızla ilerlemesiydi. Bu ilerlemenin motor gücü Almanya idi. Ne var ki, Alman emperyalizminin Doğu Almanya’yı olanca açgözlülüğüyle yuttuktan sonra yaşadığı hazmetme sorunu, şimdi kamçılayarak sürüklediği “AB projesi”yle de karşısına çıkmış bulunmaktadır. Bugün, bu sabırsızlık ve açgözlülüğünün bedelini hem Avrupa politikasında ve hem de iç politikasında ödemekle yüzyüzedir.

ERKEN SEÇİM SONUÇLARININ POLİTİK ANLAMI
“Seçimler mi? Önemi yok!” Alman sermayesinin borazanlığını yapan Handelsblatt gazetesi, Almanya’da 18 Eylül 2005’te gerçekleşen erken seçim sonuçları karşısındaki tepkisini böyle dile getirmişti. Gazetenin bu yaklaşımında, Alman sermayesinin seçim sonuçları karşısındaki hoşnutsuzluğunu, ve ama, aynı zamanda kararlılığını okuyabilmekteyiz.
Bilindiği gibi, erken seçimlerde sermayenin favorize ettiği  CDU/CSU ve FDP partileri, birlikte bir koalisyon hükümeti oluşturabilecek çoğunluğu sağlayamadı. Dahası, sermayenin bu istemi gerçekleşmediği gibi, halk, iktidardaki SPD/Yeşiller koalisyonunu da onaylamadı. İki büyük “halk partisi” (SPD ve CDU/CSU), ciddi boyutlarda oy kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bu iki parti, hiçbir zaman bu kadar az oy toplamamıştı. Erken seçim kararının kuruluş sürecini hızlandırdığı WASG  ve PDS’in ortaklığından doğan Sol Parti ise, büyük bir başarı kaydetti. Oyların yüzde 8,7’sini (dört milyonu aşkın oy) alan Sol Parti, 54 milletvekiliyle meclise girerek, Yeşilleri de geçmek suretiyle, ülkenin dördüncü büyük partisi haline geldi! Sonuç itibarıyla, Alman meclisinde bir “pata durumu” ortaya çıktı. Öyle ki, CDU/CSU ve SPD’den oluşan büyük koalisyon, tek gerçekçi seçenek haline geldi.
Böylelikle, Alman burjuvazisinin Avrupa Anayasası referendumlarıyla yediği darbeyi, ülke içindeki bu darbe izledi. Özetle, her iki olayda da, emekçi halk, pervasızca izlenen sosyal hak ve özgürlükleri kısıtlama/tasfiye etme politikalarını reddetti. Başka bir deyişle, Alman sermayesi, ülke içindeki “temel reformlar”la ilgili programını yaşama geçirmede de hız kaybıyla yüzyüze geldi.
Burada şu söylenebilir: Almanya’da, özellikle ekonomi ve sosyal politikada, zaten bir tür büyük koalisyon bulunuyordu; Schröder Hükümeti’nin işçi ve emekçiler aleyhine çıkardığı birçok yasa, her zaman CDU/CSU ve FDP’nin desteğini alıyordu, muhalefet, sadece “az bile bunlar” söylemiyle hükümetten ayrılıyordu vb…
Yine denilebilir ki, büyük koalisyon; Almanya’nın federatif yapısını bir ayakbağı olarak hisseden Alman sermayesi için, başta “federalizm reformu” olmak üzere, talep ettiği bir dizi “yapısal reformlar” açısından oldukça elverişli bir durumdur. Federal Konsey ile Federal Meclis arasındaki birbirini bloke eden politik durumun sona ermesi, dörtte üç çoğunluk gerektiren yasaların kolaylıkla çıkartılabilmesi vb.; kuşkusuz bütün bunlar, meclis aritmetiği ve yasama bakımından önemli ve sermayenin de sonuna kadar kullanmakta tereddüt göstermek istemeyeceği mevzilerdir. Bunlar işlerin daha hızlı yürümesi demek değil midir; o halde, hız kaybı bunun neresinde diye sorulabilir.
Elbette soruna, seçim sonuçlarının gerçek politik anlamı yerine, meclis aritmetiği üzerindeki etkisiyle sınırlı bir perspektiften bakıldığında, yeni durumun, Alman sermayesi için daha elverişli bir sonuç yarattığı bile iddia edilebilir. Aynı şekilde böyle bir yaklaşımda, Sol Parti’nin 54 milletvekiliyle mecliste bulunmasının da pek bir anlamı olamaz. Ama bu yaklaşım hem dar ve hem de yanlıştır. Dahası, Almanya’da birçok bakımdan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzun görülmemesi demektir.
Bir kere, büyük koalisyon seçmenin seçtiği bir koalisyon değildi. Tersine; seçmenlerin çoğunluğu, saldırı politikalarını reddetmiştir. Büyük koalisyonun bileşenleri ise, bu saldırı politikalarını savunan ve uygulayan partilerden meydana gelmektedir. Kuşkusuz, işçi ve emekçilerin bu reddi, bu reddedişten doğan politik sonuçları esas alan bir siyasi partiyi de iktidar yapmaya yetmemiştir. Bu durum ise, seçmenler tarafından reddedilenlerinin büyük bir koalisyonuna vesile olmuştur. Yani, büyük koalisyon görüşmelerinde ileri sürülen, “ne yapalım, büyük koalisyon seçmenin iradesidir” argümanları basit bir yalandan ibarettir. Bundan da öteye, bu hükümetin meclisteki meşruiyetiyle sokaktaki meşruiyeti arasındaki potansiyel orantısızlığı hasıraltı etmektedir.
Nitekim büyük koalisyon, daha yeni yapılan bir genel seçimde işçi ve emekçiler tarafından reddedildiği açıkça ortaya çıkmış saldırı politikalarını uygulamak durumundadır. Bu politik koşullarda işbaşına gelmiş bir hükümet, herhangi bir hükümetten çok daha fazla ve hızlı yıpranma ve dağılma riski taşımaktadır. Büyük koalisyonun (ve aynı zamanda sermayenin de) buradaki politik açmazı şudur ki; “temel reformlar” için gerekli olan en elverişli meclis aritmetiğine, bu “reformlar”a karşı halk tepkisinin en yüksek olduğu koşullarda kavuşulmuş olunmasıdır. Meclisteki istikrar sağlam bir zemine dayanmamaktadır. İki büyük partinin, bu koalisyonun geçiciliği bilinciyle, geleceklerini dikkate alarak birbirini nötrleştirecekleri; verili durumda her birisinin, sezdirmeden bir sonraki dönemi düşünerek, bugünden profil kazanmaya çalışacakları, iki büyük partinin acizliklerinden doğan bu koalisyondan güçlenerek çıkma gayretlerin kaçınılmaz kıldığı sürtüşme ve çekişmeler vb. vb.; bütün bunlar bir yana; tek başına yukarıda dikkat çektiğimiz tayin edici politik sonuç (emekçi halkın saldırı politikalarına öfkesinin sarsıcı bir biçimde kendisini açığa vurması) nedeniyle, büyük koalisyonun, “nerede kalmıştık” edasıyla, saldırı politikalarına sermayenin çıkarlarının buyurduğu dozaj, boyut ve hızda devam edemeyeceği ortada olsa gerek.
Kısacası, genel saldırı programı bakımından bu hükümet, ister istemez sermayenin şarabına su katmak zorundadır. Büyük koalisyonun, bir yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu saldırı politikalarını izleme kararlılığını ortaya koyarken, öte yandan da öngörülen saldırıları hemen bir paket halinde açmak yerine, bunları sürece yaymayı tercih etmesi, bunun bir göstergesidir. Zaten, birçok bakımdan muğlak bırakılan koalisyon sözleşmesinin açıklanmasından sonra, ülkedeki atmosfer de bu taktik ve söylemle (“herkes katkıda bulunmalı” edebiyatı) şekillendirilmeye çalışılmıştır. Açıktır ki, bu yanıltma politikasında ne kadar başarılı olunabilinirse, o denli sermayenin şarabına katılan suyun miktarı azaltılabilecektir.
Eklemek gerekir ki, hükümet, şaraba su katma taktiğiyle, kısa bir süre için de olsa başarılı da olabilir. Özellikle sendika bürokrasisinin “en kötü şeyler engellenmiştir”, “eleştirel bir gözle takip edelim”, “fırsat tanıyalım hele” söylemleriyle aldığı tutum, işçi ve emekçilerdeki duyarlılığı köreltme ve seferber olma eğilimini zayıflatmada hükümete somut bir imkan sunmaktadır. (Hükümetin, sendika bürokrasinin de desteğini gören bu taktiği karşısında uyanık olmanın gerekliliği ve özellikle kitleleri uyarma görevinin yakıcılığı açıktır sanırız. Zira hükümetin bu taktiği, işçi ve emekçi mücadelesi açısından, mücadelenin önde gelen unsur ve güçlerinin en kısa sürede teşhir edip boşa çıkartmaları gereken bir tehditi oluşturmaktadır.)
Öte yandan ama, belirtilen türden taktik başarıların dahi, Almanya’da içinde bulunduğumuz sürecin niteliğini değiştirecek özelliklere sahip olamayacaklarını vurgulamak gerekir. Büyük koalisyonu da, Sol Partiyi de ortaya çıkaran nedenler aynıdır. Her ne kadar bu nedenler, burjuva basınında, seçmen kitlesinin bir seçimdeki fevri protestosu olarak yansıtılmak istense de, gerçek şudur: Almanya’da işçi ve emekçiler, sermayenin emrindeki hükümetlerin saldırı politikalarına “yeter artık!” demiştir. Ve bu duygu ve düşüncesini, geçtiğimiz yıllarda giderek artan bir öfke ve mücadeleyle ortaya koymuştur. Schröder Hükümeti’nin, Mayıs 2003’te, başta “Agenda 2010” olmak üzere, saldırı politikasını yürürlüğe koymasıyla birlikte, bu saldırılara karşı protesto eylemleri, miting ve yürüyüşler de yaygınlaşmaya başlamıştır. 1 Kasım 2003’te, sendika merkezleri desteklememelerine rağmen Berlin’de 100 bin kişinin yürümesi; 3 Nisan 2004’te, sosyal hak kısıtlamalarına karşı Avrupa çapında düzenlenen eylem gününe, Berlin’de 250 bin, Stuttgart’ta 120 bin ve Köln’de 100 bin işçi ve emekçinin katılması; Hartz IV yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, Ağustos 2004’te, Almanya çapında ortaya çıkan “Pazartesi Yürüyüşleri”ne on binlerin katılması (yaz sonuna doğru Almanya’nın 230 kentinde 200 binden fazla emekçi bu yürüyüşlere katılmıştır); aynı yılın 2 Ekim’inde, “Pazartesi Yürüyüşü” düzenleyenlerin çağrısıyla Berlin’de 50 bin insanın sokaklara çıkması; 6 Kasım’da İş ve İşçi Bulma Ajansı’nın Nürnberg’teki merkezinin önünde 10 bin emekçinin protesto gösterisi; ve 2005 yılında gerçekleştirilen çeşitli merkezi ve yerel eylem ve gösteriler… Üstelik bu eylemlerin birçoğu, sendika merkezleri tarafından değil, yerel ve tabandan gelen sendikal güçlerin, sosyal birlik ve inisiyatiflerin girişimleri sonucu gerçekleşmekteydi. Öte yandan sadece hükümetin sosyal politikalarına karşı yürüyüşler değil, başta Bochum Opel işçileri olmak üzere, sermayenin işyerlerinde pervasızca izlediği şantaj politikalarına karşı mücadele ve öfke de –başarı ve yenilgilerden bağımsız olarak– giderek artan bir oranda ortaya çıkmaktaydı.
Başka bir deyişle; SPD’nin peşpeşe eyalet seçimlerinde yenilgi kaydetmesi, SPD’nin parti olarak hızla onbinlerce üye kaybetmeye başlaması, WASG’nin ortaya çıkar çıkmaz, SPD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin en büyük yenilgisini kaydettiği Kuzey Ren Vestfalya seçimlerinde (Mayıs 2005) kendi çapında iyi bir sonuç alması (%2’lerde bir oranla), Schröder hükümetinin bunun üzerine erken seçim kararı alması, bu kararın SPD’ce hedeflenilenin aksine WASG ile PDS’in Sol Parti olarak ortaklaşa seçime girme sürecini hızlandırması ve Eylül ayında yapılan erken genel seçimlerde iktidarı ve meclisteki muhalefetiyle saldırı politikalarını izleyen ve izlemek isteyen partilere hayır anlamına gelen bir sonucun çıkması; bütün bu süreç ve gelişmeler, söz konusu olanın, sosyal bakımdan durumu kötüleşen seçmen kitlesinin tepkisel ya da anlık ve gelip-geçici bir protestosu olmadığını yeterince göstermektedir sanırız.  

ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİNİN İŞÇİ VE SENDİKAL HAREKET ÜZERİNDEKİ TEKELİNİN SARSILMASI
Hiç şüphesiz; erken seçim sonuçlarıyla, Alman tekelci burjuvazisinin ’89-91 dönemeciyle ele geçirdiği ve işçi ve emekçilere karşı saldırılarında kullandığı manevi üstünlüğü derinden sarsılmıştır. Öte yandan, mevcut saldırı politikalarının alternatifsiz olmadığını ortaya koyan ve en azından sınırlı da olsa işçi ve emekçilerin güncel çıkar ve taleplerini savunan yeni bir partinin –Sol Parti’nin– güçlü bir fraksiyonla meclise girmesi, sermayenin meclisteki bir tür “tek partili sistemi”ni de sona erdirmiştir. Fakat açıktır ki, olup bitenin, bunların ötesinde bir anlamı vardır. Ve işçi hareketinin geleceği bakımından bugün özellikle altı çızilmesi gereken de bu anlamıdır.
Nitekim; Sol Parti’nin kazandığı politik başarı ve bulunduğu pozisyon; sendikaların taban ve orta kademelerinde mücadeleci sendikacıların artan girişimi ve etkinliği; işçi kitleleri arasında gelişen mücadele eğilimi; bütün bunlar; İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda SPD’nin işçi ve sendikal hareket üzerindeki boğucu ve bağlayıcı etkisinin ciddi bir biçimde sarsılması anlamına gelmektedir. SPD’nin bu tekeli, Almanya’daki sınıf mücadelesinin en özgün özelliklerinin başında gelmekteydi, ve bu, aynı zamanda, Alman işçi hareketinin en önemli zaafını oluşturmaktaydı. Örneğin Almanya’daki işçi hareketinin yakın zamana kadar Batı Avrupa’nın diğer bazı ülkelerine göre nispeten daha geriden seyretmesi, başka şeylerin yanı sıra, SPD’nin Alman tekelci burjuvazisi açısından paha biçilmez bir mevzi oluşturan bu tekelinde kaynağını bulmaktaydı. Bu bakımdan, Alman sosyal demokrasisinin bu tekelinin sarsılması, işçi hareketinin dinamiklerinin gelişmesi açısından pek çok başka olanakların da önünü açacak tarihi önemde bir olaydır. Sol Parti’nin, ana gövdesini “Doğu’nun partisi” sayılan PDS’in oluşturmasına karşın, PDS’in bütün çabalarına rağmen başaramadığını başarıp Batı Almanya’da iki milyon oy toplaması yeterince aydınlatıcıdır sanırız!
Sol Parti’nin ideolojik-politik niteliği bellidir: Seçim partisi olarak kurulan ve WASG ve PDS olarak Birlik Kongresi’ni Nisan 2007’de gerçekleştirmeyi planlayan Sol Parti, heterojen yapısının yanı sıra, sosyal reformist bir partidir. İktisadi alanda Keynesçi, sosyal ve toplumsal alanda “sosyal devletçi” politikaları savunmaktadır. Başka bir deyişle, programı ve çizgisi itibarıyla sosyalist bir parti değildir.
Fakat bu durum tek başına, bu partinin, işçi hareketinin bugünkü koşullarında olumlu bir rol oynamasını engellememektedir. Açıktır ki, bu parti, işçi ve emekçilerin somut ve yakıcı talep ve çıkarlarını savunduğu, onların mücadelesine destek verdiği ve onların sesi olduğu ölçüde olumlu bir rol oynayacaktır. Yani; Sol Parti, ancak işçi ve emekçi mücadelelesinin katalizatörü olmaya dönük bir pratik sergilemesi koşuluyla, işçi ve emekçi halkın lehine bir işlevi yerine getirebilir.
Gerek bu partinin içindeki samimi ve dürüst unsurlar ve gerekse fabrika ve sendikalardaki ileri işçiler, bu partiyle işçi hareketi arasındaki ilişkinin bu özgün niteliğinden doğru sonuçlar çıkarıp, çabalarını, işçi sınıfının bağımsız politikası ve örgütünü yaratma doğrultusunda ilerletmezlerse, bu partiyle doğan olanağın değerlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekir.

*    *    *
Almanya’da emek ile sermaye arasındaki ilişkinin göstergeleri; emek güçlerinin moral bozukluğu, umutsuzluk, dağınıklık ve özgüven yoksunluğuyla karakterize olan bir dönemin kapanıp, yeni bir döneme; mücadele eğiliminin yükseleceği, uyanışın ve toparlanmanın gelişeceği bir döneme geçilmeye başlandığına işaret ediyor. Belirtilenlerden de anlaşılacağı gibi, bu döneme geçişin diğer bir özelliği de, Almanya’nın aynı zamanda politik istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme yol alıyor olmasıdır…
Bütün bu gelişmeler ise, günümüz Avrupası’nda kaba hatlarıyla şu hareketliliğin olduğu koşullarda cereyan ediyor:
Fransa’da en sonu Ekim başı olmak üzere bu yıl iki kez milyonlarca işçi ve emekçinin katıldığı genel grev ve yürüyüşler yapıldı. Banliyölerdeki öfke patlamaları; çeşitli ekonomik-sosyal saldırılarla ilgili yapılan pek çok grev ve onbin ve yüzbin insanın katıldığı kitle gösterileri de cabası.
İtalya’da Berlusconi hükümetinin bütçe tasarısı, seçim yasası ve anayasa değişikliklerine karşı Ekim ayının başında 100 bin insanın Roma’da sokağa çıkması; çeşitli sosyal kısıtlamalara karşı ülke çapında düzenlenen günlük ve yarım günlük grevler yaşanırken, önümüzdeki ilkbahar yapılması düşünülen genel seçimlerde, oluşma aşamasındaki “sol partiler”in yeni bir ittifakının seçilme şansının çok yüksek olduğu bildirilmektedir.
Belçika’da geçtiğimiz Ekim ayının başında ve sonunda, yani dört hafta zarfında, başta emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı olmak üzere, çeşitli sosyal saldırılar nedeniyle iki genel grev gerçekleşti.
Veya başka örnekler: Geçtiğimiz Eylül ayında İngiltere’de TUC’nin (sendika konfederasyonu) yıllık kongresindeki 1500 delege; TUC’nin, Venezuella’da darbecilerle ortak hareket eden sendika konfederasyonu CTV ile ilişkilerini kesip, “Bolivar devrimini” destekleyen yeni sendika konfederasyonu UNT ile ilişkiye geçip dayanışmasını talep eden bir önergeyi onayladılar.
Avusturya’da yine Ekim başında muhafazakar parti ÖVP’nin kalesi sayılan Steiermark eyaletindeki seçimlerde, Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) oylarını yüzde 1’den yüzde 6,3’e çıkartarak, 1970’den beri ilk defa, yeniden eyalet meclisine 4 milletvekiliyle girmeyi başardı.
Örnekler çoğaltılabilir. Fakat görülmesi gereken, Avrupa’da işçi ve emekçi mücadeleleri bakımından yeniden bir canlanmanın yaşandığı bu koşullarda, işte, bu kıtanın adeta merkez ülkesi sayılabilecek Almanya’da, yukarıda genel hatlarıyla tarif edilmeye çalışılan politik ve sosyal gelişmeler cereyan etmektedir.
Olaylar, neticede tam nasıl gelişir, bunu bugünden bilemeyiz. Ama Almanya’da birçok badireden geçerek kendine gelme doğrultusunda önemli adımlar atan bir işçi hareketinin Avrupa’daki bu genel tabloyu tamamlaması bile, Avrupa işçi hareketinin başlı başına büyük bir ivme kazanması demektir.

“Ekonomik Nato” ya da ABD’nin yeniden yapılanması

Son iki aydır, dünya ekonomisinin çehresini değiştirebilecek yeni bir girişim tartışılıyor. “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” olarak adlandırılan bu girişimle, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupa Birliği (AB) arasında yeni bir “Serbest Ticaret Bölgesi”nin (Tafta) oluşturulması öngörülüyor.
Böylesi bir projenin AB’nin tam da bugünkü iç karartıcı günlerinde ne denli ferahlatıcı ve ufuk açıcı bir işlev göreceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Özellikle Alman basınındaki coşku dikkat çekmekte. Örneğin Almanya’nın önde gelen ekonomi gazetelerinden “Handelsblatt”, bu girişim karşısında adeta coşup “Batı Birleşik Devletleri”nden dem vurmaya başladı!
Bu “biraz daha farklı bir konjonktür programa”  özellikle Almanya’nın verdiği değerin boyutu şu olaydan da anlaşılabilir: Almanya Başbakanı Angela Merkel son Davos Zirvesi’nde, dünyanın en büyük 20 tekelinin CEO’suyla özel bir toplantı yapar. O toplantıda Merkel, “Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’nın iki kıtada da yeni bir büyüme hamlesini” sağlayabileceğine dikkat çektikten sonra; “Hiçbir şeyi, ABD ve AB arasında bir Serbest Ticaret Anlaşması’ndan daha çok arzu etmiyoruz.” der. Bu tutkulu özlem, adını bilmediğimiz bir CEO tarafından aynen paylaşılır: “Bu anlaşmanın hızla gerçekleşmesi, Dünya Ticaret Örgütü’nde tıkanan görüşmeleri beklemekten çok daha iyi olacaktır”!
Almanya aslında 90’lı yılların ortalarından beri bu anlaşma için can atıyordu. Fakat ABD yönetimi, yakın zamana kadar pek sıcak bakmıyordu bu fikre; ilgili ABD yetkililerinin yanıtı genellikle “bu çok kompleks bir iş” oluyordu. Gelinen noktada ama, ABD fikrini değiştirmiş bulunuyor. Nitekim, geçtiğimiz Kasım ayında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Washington’daki Brookings Enstitüsü’nde yaptığı konuşmasında, şu önemli açıklamada bulundu: “Ticaret bariyerlerini ortadan kaldıracak ve Atlantik’in iki tarafında da büyümeyi tetikleyecek kapsayıcı bir anlaşma üzerine AB ile olası müzakereleri tartışıyoruz.”
Clinton’un bu açıklamasının son derece yalın tercümesini ise, Washington Post gazetesinin köşe yazarı David Ignatius, “Clinton, ekonomik bir Nato’yu hedefliyor” saptamasıyla yaptı. Bu yorumun doğruluğunu, tam da eski NATO Genel Sekreteri Javiar Solana teyit etti: “Acele edelim: Batı’nın görece gerilemesine dair yapılan öngörü karşısında, ABD ve AB kendilerini daha çok ortaklığa, daha çok işbirliği ve refaha yükümlü kılmalıdırlar.”  Üstelik Solana’ya göre, bu konuda görüşmelerin bile başlaması, “AB’ne yeni bir anlam katacaktı”! Bu arada Alman Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Martin Wansleben de, kendisinden pek alışık olunmayan bir demeçle müdahil olup, “Eski demokrasilerin temsilcileri günümüz dünyasında birlikte hareket etmelidirler” dedi.
Derken; yeniden seçilen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Münih Güvenlik Konferansı öncesinde kendisiyle yapılan bir röportajda, ilk defa açık bir şekilde söz konusu projeyi desteklediklerini açıkladı. ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” olarak tanımlamasının Avrupa’da doğurduğu kaygıların yersiz olduğunu, ABD’nin yüzününü Asya’ya dönmesinin Avrupa’ya sırt çevirmesi anlamına gelmediğini vurguladı. Gerçi Biden, “Serbest Ticaret Bölgesi” tanımı yerine, ABD ve AB arasında “kapsayıcı bir ticaret ve yatırım anlaşması” ifadesini tercih etmişti.  Daha pragmatist bir yol önermekteydi. “Önce hemen anlaşabileceğimiz konularda başlayalım” diyordu. Önemli olan zaten, gerekli “siyasi iradenin” ortaya konulmasıydı.
Ve aradan iki hafta bile geçmeden, bu “siyasi irade” en yetkili ağızdan tüm dünyaya duyuruldu. ABD Başkanı Barack Obama, ikinci döneminin ilk Ulusa Sesleniş konuşmasında, bugünün dünyasının ABD için sadece tehditler içermediği, aynı zamanda önemli fırsatlar da sunduğu bağlamında şunu açıkladı: “Amerikan ihracatını teşvik etmek, Amerikan işyerlerini güvence altına almak ve Asya’daki büyüyen pazarlarda eşit koşulları yaratmak için, Transpasifik Ortaklık (Trans-Pacific Partnership) üzerine yapılan müzakereleri sonuçlandırmak istiyoruz. Ve bu akşam buradan; kapsayıcı bir Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı üzerine AB ile görüşmelere başlayacağımızı duyurmak istiyorum – zira açıktır ki, Atlantik ötesi dürüst ve serbest ticaret, ABD’de milyonlarca dolgun ücretli iş sahasının muhafaza edilmesine hizmet etmektedir.”
Obama’nın bu konuşmasından iki gün sonra da, ABD Başkanı’nın AB’nin Komisyon ve Konsey Başkanları ile yaptıkları ortak bir açıklama basında yer aldı. Süddeutsche Zeitung’un “ABD ve AB safları sıklaştırıyorlar” manşetiyle duyurduğu habere  göre, taraflar; “ticaret ve yatırımlar üzerine Transatlantik bir anlaşma” hazırlayacak; iki yılda bitmesi öngörülen müzakerelere ise bu yaz başlanılacak…
Kısacası, gerek dünya ekonomisi, gerekse emperyalist devletler arası ilişkiler bakımından son derece önemli bir girişimle yüz yüzeyiz. Bu girişimin sonuçlanmasının ekonomik ve politik alanda neden olacağı tektonik kaymaları Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da görmüş olmalı ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye açısından şu uyarıyı yapma gereğini duydu: “Kuzey Amerika ile AB, iki dev ekonomik blok tek pazar haline geliyor. İki dev pazar birbirlerine açılıyor. Eğer bunu doğru yönetirsek, AB ve ABD ile siyasi ilişkilerimize çok katkıda bulunabilir, ama öyle bir noktaya gelebilir ki, hem AB hem ABD ile siyasi ilişkilerde mevcut durumdan geriye düşebiliriz.”

“EKONOMİK NATO” NE DEMEK?
Bu girişimin nedenlerine gelmeden önce, gerçekleşmesi durumunda ekonomik açıdan neyi ifade edeceğine çok kısa da olsa değinmek gerekir. Olası “Transatlantik Serbest Bölge”, dünya nüfusunun % 10’unun Dünya Gayri Safi Hasıla’nın % 50’ni üretmesi demektir. Ayrıca bu ‘Bölge’de “serbest ticaret” az çok tesis edildiğinde, ABD ve AB ekonomisinde % 1,5 oranında ek bir büyüme kaydedilecektir. Bazı ekonomistler bu girişimin ekonomik yararını parasal olarak yılda en az 200 milyar Euro olarak hesaplamaktadırlar.
AB Ticaret Komiseri Karel de Gucht’a göre, iki kıtanın şirketleri öngörülen serbest bölge içerisinde “yüzde 10 ila 20 arasında daha ucuza” üretebileceklerdir. Bu anlaşmayla birlikte, tek başına Almanya’nın ABD’ye ihracatının önümüzdeki 10-20 yıl zarfında, mevcut ihracatın yüzde 50’sini aşan bir oranda artması beklenmektedir.
“Serbest Ticaret Bölgesi” denildiğinde akla ilk gelen şey, haliyle gümrüktür. Ama burada işin ekonomik boyutu bakımından asıl önemli unsurun gümrükler konusu olmadığını belirtelim. Zaten mevcut gümrükler, iki kıta arasındaki ticaretin önünde şimdi de ciddi bir engel teşkil etmiyor (gümrükler, Transatlantik ticaretin ortalama olarak % 2 ila 3’ünü ancak buluyor; gümrüklerin kalkmasının sağlayacağı tasarruf yaklaşık 6,4 milyar dolar olarak hesaplanıyor). Bu girişim çerçevesinde daha önemli olan; sanayi standartları, gıda maddeleri yasaları, ihaleler kanunu vb. meselelerin ortaklaştırılması ya da farklılıkların karşılıklı olarak tanınmasıdır (örneğin gıda maddeleri; GDO konusunda ABD ile AB arasındaki farklılıklar ya da ette hormonlar vb. hususlar yeniden düzenlenmesi gerekecek; tarım sektörünün şimdilik anlaşmanın dışında tutulması bekleniyor).
Taraflar, bu alanda ortak kural ve düzenlemelere gidilmesinin, “ulusal egemenlik, kültür ve özel çıkarları” etkileyeceğini açıktan belirtiyorlar. Yine de ABD Ticaret Odası temsilcisi, bu tür düzenlemeleri olanaksız görmüyor: “Örneğin uçak sektöründe Boeing ve Airbus birbirlerinin standartlarını kabul ediyorlar. Uçak sektöründe mümkün olan, bebek gıdasında neden mümkün olmasın?” diye soruyor.
ABD ile AB arasında başta sanayi olmak üzere ekonomide ortak standartların belirlenmesi, oluşturulacak serbest ticaret bölgesinin ortak pazar niteliğine kavuşmasıyla da sınırlı bir olay olmadığı vurgulanmalıdır. Asıl önemli olan, bu standartların dünya ticareti açısından göreceği kural koyucu işlevdir. Hareket noktası şudur: “Batı hegemonyası dönemi sona doğru yaklaşsa da, ABD ve Avrupa hala dünya ekonomisine hükmetmektedir. Bu sürdüğü sürece, küreselleşmeye de kendi damgalarını vurabilirler: Dünyanın geri kalan kesimince, özellikle de henüz gelişmekte olan pazarlarda devralınacak standartları belirleyebilirler; elektronik otomobiller için dolum istasyonlarından akıllı telefonlarındaki manyetik dalgalara getirilecek üst sınırlara kadar.”
Johns Hopkins Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Daniel Hamilton da burada amaçlananı çok net belirtiyor: “Bir Transatlantik Serbest Ticaret Bölgesi, başkalarının –diyelim ki Çin’in– dünyaya kendi standartlarını dayatmasını engelleyebilir; bu bölge, uluslararası norm ve standartların çekirdeğini oluşturabilir.”
Görüldüğü gibi, standartlar, “sınır gerisindeki ticari bariyerler” olarak, pazar hakimiyetini savunmanın en rafine araçlarından biri. Standartlar, son derece içiçe geçmiş bir dünya ekonomisinde, etkili bir himayeciliği, “küreselleşmiş ekonomi” modelini bozmaksızın gerçekleştirmenin giderek öne çıkan yöntemidir. Bu himayecilikte, “açık iç pazar”, koyulan standartlar üzerinden fiilen kapanacak ve böylelikle de bu devasa pazara sırtını dönemeyecek dünyaya da fiilen dayatılmış olacaktır.
“Serbest ticaret bölgesi”, doğası gereği, kendisi dışındaki ticarete yeni sınırlamalar getirmektedir. Bu nedenle, bu girişimin özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tepkisini çekmesi anlaşılırdır. Neticede, ABD ve AB arasında kotarılmakta olan bu girişim, 2000’li yılların başından beri DTÖ çatısı altında sürdürülen ve sözüm ona dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesini öngören Doha görüşmelerinin de açıktan iflas ettiğinin bir göstergesidir. Bir DTÖ yöneticisinin tepkisi de bu gerçekliğe göre olmuştur: ‘Bu serbest pazar projesi esas olarak politik mahiyetlidir. ABD bir yerde kendi yandaşlarını topluyor. Yoksa en büyük serbest bölge projesi DTÖ’nün kendisidir zaten’! Mealen aktardığımız bu tepki pek de yanlış sayılmaz, tabii girişimin ekonomik mahiyetini de reddetmemek koşuluyla.
Kısacası; “Tafta”,  dünyanın iki en büyük ekonomik gücünden meydana gelecek devasa bir ekonomik blok oluşturma girişimidir; evet bir tür “Ekonomik NATO” kurma çabasıdır. Bu türden bir “yeni ekonomik ittifak”ı kurma girişiminin artık destek görmesinin nedeni genellikle, “eski sınai ülkelerinin, Çin’in yükselen ekonomik gücü karşısında geriye düşme” kaygısıyla açıklanmaktadır.  Bu açıklama doğru olmakla birlikte, neden bağlamında vurgulanması gereken şu gerçeği gölgeliyor yine de: Dünyanın en ileri kapitalist ülke ekonomilerinin bazıları krizde, bazıları adeta kronik durgunluk hastalığına kapılmış, bazıları ise ancak kısa süreli cılız canlılık belirtileri gösterebilecek bir mecalde; ama toplumsal bakımdan ise hemen hepsinde ciddi zorluklar söz konusu. Dolayısıyla, bu ülke ekonomileri, onlara adeta kan veren Çin gibi “yükselen” ve “gelişen pazarlara” rağmen bu durumdadır!
Öte yandan, iki kıta da ciddi bir krizle çalkalanmış durumdadır. Kuşkusuz Almanya, Avrupa kıtasında, yakın tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. Gelgelelim Avrupa, bugünün dünya ekonomisinde o eski tayin edici konumuna sahip değildir artık! ABD ise, hala dünyanın süper gücü olmakla birlikte, özellikle ekonomik gücünde ciddi aşınma ve açmazlarla yüz yüzedir; işleri, son çeyrek yüzyılda olduğu gibi götüremeyeceği gerçeğini görmektedir.
ABD, AB içinde bu projeden en azami faydayı Almanya’nın sağlayacağını biliyor. Bu projeye ‘evet’ demekle, AB üzerinden Almanya’yı değil, tersinden, Almanya üzerinden AB’yi yedeklemeyi umuyor. Zira şu açık: Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, aynı zamanda AB içindeki denge ve çelişkiler açısından da bir test olacaktır. Örneğin bu ortaklığın Paris’te, Berlin’dekine benzer bir coşkuya yol açmamış olması bir sır değildir. Almanya ise, adeta bir tür ikinci AB’ne kavuşacağını umuyor; sermaye birikiminin, AB entegrasyonunda bugün karşılaştığı sınırları böylelikle aşacağını hesaplıyor; AB adına kurulan bir ortaklık üzerinden, tek başına AB ile ulaşamayacağı bir lige sıçramayı düşünüyor. Ne var ki, Almanya’nın bu proje bağlamında öngördüğü avantajları elde etmesi göründüğünden de daha zor. Yapılacak müzakerelerde AB’nin politik bir birlik olamayışını daha acı bir şekilde hissedecektir. ABD-AB arası müzakerelerde, özellikle kendi lehine olan konularda AB’yi razı etme, AB içi konsensüs sağlamaya benzemeyeceğini çok hızlı bir biçimde görecektir. AB’nin bu projeyle “yeni bir anlam kazanması” propagandası yeterli olmayacaktır.
Kuşkusuz bu proje, Almanya’nın Rusya karşısındaki pozisyonunu da güçlendirecektir. Almanya, şimdiye kadar olduğundan daha fazla ve çok daha iyi koşullarda Rusya pazarının kendisine açılacağını hesaplamaktadır. Rusya ile enerji paktını bozmayacaktır, ancak bu proje ile birlikte seçeneklerinin de arttığını ona hissettirecektir. Yeri gelmişken belirtelim ki, “kaya gazı ve petrol devrimi”ni  olanaklı kılan hidrolik kırma teknolojisi, dünya enerji sektöründe ciddi değişikliklere neden olmakta. Burada konumuzla ilgili şu boyutunu belirtelim sadece: ABD’nin bu teknolojiyi çok yaygın bir şekilde kullanması, en başta Rusya’nın doğalgazdaki konumunu, özellikle de AB ve Almanya karşısındaki tekel konumunu sarsmaktadır. Örneğin Londra’daki Avrupa Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nin –CESS– enerji uzmanı Frank Umbach’a göre, “Avrupa Birliği’nin yeni doğalgaz politikaları Rusya’nın tekel konumunu yeniden şekillendirecek. Koşullar değişiyor ve Rusya bunlara uyum sağlamakta zorlanıyor. Rusya artık dünyanın en pahalı gazını satar hale geldi… Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisi değişiyor. Rusya daha marjinal bir konumda olacak. Avrupa siyasetinde oynadığı yeni rol, değişikliklere verdiği tepki ölçüsünde şekillenecek.”
Belli ki, ABD ile serbest pazar projesinde de ilerlendiği oranda, Rusya Almanya ile, en azından şimdilik, çok daha yakın bir işbirliğinin yollarını aramak isteyecektir.

ABD YENİDEN MEVZİLENİYOR
Belirtmek gerekir ki, anlaşıp anlaşamayacaklarından bağımsız olarak (konsensüsün iki yılda sağlanabileceği de tartışmalıdır), “küreselleşmenin yeni meydan okumalarına karşı” yeni bir blok oluşturma girişimi, ABD’nin bu sıralar içinde bulunduğu çok yönlü yeniden mevzilenmenin sadece bir boyutudur. Nitekim ABD, en azından mevcut üstünlüğünü korumak için, gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda yeniden mevzilenmek zorundadır. ABD’nin özellikle ekonomik ve jeopolitik hegemonyasını tehdit eden faktörler gözle görülür bir biçimde artmaktadır. Dolayısıyla, muktedir olup olmayacağından bağımsız olarak, yeniden mevzilenmenin tam da bu konularda başlatılmış olması bir tesadüf değildir.
Obama yönetimi, Amerikan pragmatizminin ruhuna sadık bir şekilde önceliklerini belirlemiş bulunuyor. Altyapısı adeta sıradan bir kapitalist ülkenin altyapısını andıran, ülke içi sanayisi ve bunun istihdam ettiği emek gücü küçümsenemez boyutlarda gerileyen, başta kalifiye iş gücü olmak üzere eğitim alanındaki açıkları hızla artan, orta sınıfı gözler görülür bir şekilde eriyen, borç batağına saplanan bir ülkenin; süper güç konumunu korumak şöyle dursun, daha büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılara doğru yol aldığı açıktır (başka şeylerin yanı sıra, özellikle orta sınıftaki hızlı erime durdurulamadığında, büyük sosyal mücadelelerinin patlak vereceği bilinmektedir). ABD’nin son on yıllara damgasını vuran “ekonomik modeli”nin artık fazla bir geleceğinin olamayacağı son büyük ekonomik krizle birlikte oldukça net bir biçimde açığa çıkmıştır.
Obama’nın son Ulusa Sesleniş konuşmasını izleyen ya da okuyan herkes, mevcut ABD yönetiminin bu tehditleri gördüğü ve bunları bertaraf etmeyi öngören bir ekonomi politikayı belirlediğini kolaylıkla görecektir. Obama’nın yeniden seçilmesiyle şu çizgi baskın gelmiştir: Ülke içi sanayi yatırımları artırılacak; ülke sanayisine yatırım yapan tekellere özel teşvikler verilecek (ABD şirketlerinde “reshoring”, yani “operasyonlarını yurt dışına taşıyan şirketleri geri getirme işlemi”nin başladığı gözleniyor. Örneğin Google, General Electric, Caterpillar ve Ford Motor Company gibi ABD tekelleri, “operasyonlarının bir bölümünü ABD’ye geri getiriyorlar veya kapasitelerini ABD’de artırıyorlar.”) ; bir taraftan tüketimi artırmak üzere asgari ücret yükseltilirken, diğer taraftan göçmenler yasası değiştirilerek ülkedeki ucuz emek gücü arzı güvence altına alınacak; sanayi ar-ge yatırımları artırılacak, altyapı yenilenecek, eğitim alanına daha fazla kaynak aktarılacak vb. vb.. Bunlar, bütçe açığıyla ilgili tasarruf politikalarından vazgeçildiği anlamına gelmemekte; ikisi arasında uygun bir denge tutturulmaya çalışılacaktır (Yani; “ekonomide devletin uygun rolü”nün tekrar gündeme gelmesi; “piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesiyle sosyal yapının yeniden inşa edilmesi”!).
ABD’nin AB ile ilgili yapmayı öngördüğü serbest ticaret anlaşmasını biraz da bu çerçevede görmek gerekir. ABD, bu anlaşmayla birlikte, Avrupa sermayesinin ülkede yapacağı yatırımlardan faydalanmayı düşünüyor – hem de yukarda genel hatlarını çizdiğimiz ekonomi politikanın kaynaklarından biri olarak. ABD, bu anlaşmayla kurulacak ilişkide, tabiri caizse, sınırları çok iyi çizilmiş bir ölçek ve sektörlerde Çin’leşmeyi de göze almaktadır. Unutmamak gerekir ki, ileri kapitalist ülkeler arasında uzun yıllardır reel ücretlerde en düşük düzey ABD’de!

YENİDEN MEVZİLENMENİN ULUSLARARASI NEDENLERİ
ABD’nin son 30 yılına damgasını vuran “ekonomi modeliyle” devam edemeyeceği ve bunun için sadece iç değil, dış politikası ve önceliklerinde de hızla yenilenmeye gitmesini gerektiren diğer bir olgu da, Çin başta olmak üzere Asya’nın artan önemidir. Dünya ekonomisi ve politikasının “çekim merkezi”nin giderek Asya’ya kaymakta olduğu bir sır değildir.
Amerikan Ulusal Güvenlik kuruluşu NSC’nin son raporuna göre, Amerika, Avrupa ve Japonya’nın dünya üretimindeki payı, çok da uzak olmayan bir gelecekte (2030’da) yüzde 50’nin altına düşecektir (bugün bu oran yüzde 56’dır).  ABD Başkan Yardımcısı Biden de, SZ ile 01.02.13 tarihinde yaptığı röportajda, Asya’nın bugün Dünya Gayri Safi Hasılası’nın % 25’ni ürettiği, fakat 2015’te bu oranın % 30’a çıkacağını belirtmekte.
Başka bir ifadeyle, ABD gidişatı görmekte ve şimdiden ona göre mevzilenmektedir. Nitekim, eski Dışişleri Bakanı Clinton, 2011’in sonunda kaleme aldığı bir makalede, “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı”nı ilan etmiştir. Obama ve Biden çeşitli kereler ABD’nin “Pasifik bir ulus” ya da “Pasifik bir güç” olduğunu belirtmiş ve ABD’nin önümüzdeki on yıl içerisinde Asya-Pasifik bölgesinde, ekonomik, askeri, politik ve diplomatik “esaslı yatırımlar”da bulunacağını duyurmuşlardır. ABD’nin, eski savunma bakanın da ifade ettiği üzere, dış politikasında bir “dönemeç noktası”nda olduğu bilinmektedir. Eksenini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmak üzere olduğu ve bu bölgede hızla “yeni bir mimari” inşa etmeye yöneldiği görülmektedir.
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde son dönemde attığı şu adımlar yeterince açıklayıcıdır: Militarist ve milliyetçi söylemleri yeniden yüksek sesle dillendirmeye başlayan Japonya’yı, başta “pasifist anayasa”sını değiştirmek olmak üzere, daha aktif bir dış politika izlemesi konusunda cesaretlendirmek; Hindistan’ı kendi tarafında tutmak için ekonomik ve politik angajmanlarını yenilemek; her vesileyle Kuzey Kore’ye karşı Güney’in yanında durduğunun politik ve askeri hamlelerle altını çizmek, dahası Japonya ile Güney Kore arasındaki tarihsel sorunların aşılıp stratejik bir işbirliğin gelişmesi için özel bir çaba sergilemek; Avustralya ile yenilenen stratejik işbirliğinin bir gereği olarak Avustralya’nın Kuzeyindeki ABD üssünü başta müdahale kabiliyeti yüksek birliklerle genişletmek; giderek daha büyük oranda askeri birliklerini Atlantik’ten Pasifik bölgesine kaydırmak (ABD’nin deniz kuvvetleri şu anda Atlantik ile Pasifik arasında eşit dağılmış durumda, 2020’de yüzde 60’ı Pasifik’te konuşlandırılacak); İran’a karşı kurulan füze savunma sisteminin bir parçası olarak Akdeniz’deki savaş gemilerinde tesis edilmesi öngörülen füzelerin Alaska’ya kaydırma kararını almak ve genel olarak bu konuda Rusya ile yeni bir pazarlığa oturmak vb. vb..
Bu konuşlanma ve hamlelerin diğer önemli bir özelliği ise, Çin’in gerek hammadde ve enerji nakli bakımından, gerekse Avrupa’ya ihraç ettiği malları ulaştırmada kullandığı Malakka Boğazı’nın denetlenmesinin hedeflenmesidir.  Vietnam, Tayland, Singapur, Filipinler ve Endonezya ile askeri işbirliklerin yenilenmesi ya da yeni anlaşmalara gidilmesi askeri stratejik önemi büyük olan bu boğazın ve genel olarak Hint-Pasifik Bölgesi’nin denetimini amaçlamaktadır. Bugün Çin’in bu boğazı kullanması Hindistan ve ABD’nin karşı çıkmamasına bağlıdır (Güneydoğu Asya devletlerinin birliği ASEAN’ın tam da Çin’i güney ve güneydoğudan kuşatan bir bölgenin merkezini kapsaması tesadüf olmasa gerek).
Burada dikkat çekilmek istenen şey, ABD’nin hızla Çin ile savaşa hazırlandığı değildir elbette. Bu ihtimal ne mutlak, ne de çok yakın bir zamanın konusu olarak görünmektedir. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki hamle ve angajmanlarıyla öncelikle neyi elde etmeye çalıştığı Çin ile ilişkisinde görülebilir. Bu bakımdan, Biden’in belirtilen röportajda Çin hakkında yazdığı (röportaj sözlü yapılmamıştır) şeyler önem arz etmektedir. Biden, Çin’in yükselişinin “boş bir mekanda gerçekleşmediğini” vurguluyor ve bu yükselişi olanaklı kılan “uluslararası sisteme” dikkat çekiyor (bu sistemi ayakta tutanın da ABD olduğunu hatırlatarak!). Şöyle ki: “Çin’in büyümesi, açık ve şeffaf bir uluslararası ekonomik sistem tarafından sürekli beslendi. Çin’in büyümesi, aynı zamanda tüm uluslar için geçerli olan kurallara dayanmaktadır.” Ve devamında: “ABD bu uluslararası sistemi birlikte korudu ve bu sistem onlarca yıl Asya’nın dikkate değer ekonomik ilerlemesini olanaklı kıldı. Bu nedenle vurgulamaktayız ki, tüm taraflar, gerginlikleri artıracak ve ortak güvenlik ve refahımızı sarsacak eylemlerden kaçınmak zorundadırlar.”
Burada Çin’e verilen mesaj şudur: ‘Ekonomik büyüme ve potansiyeline güvenerek, sadece dünya sisteminde değil, bölgende dahi emperyal adımlar atmaya cüret etme! Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olman, benimle hegemonyayı paylaşacak güç olacağın anlamına gelmez’! (Biden bu son hususu, “küresel güvenlik ve refaha katkı sunan”, “barışçıl ve sorumluk sahibi bir Çin’in” yükselişine itiraz gelmeyeceği şeklinde dile getirmekte!)
Başka bir deyişle, Asya-Pasifik bölgesinde Çin ile ABD arasındaki egemenlik kavgası başlamış bulunuyor. Çin, ekonomik konumuna uygun jeopolitik bir nüfuz alanını, en başta ve öncelikle bu bölgede tesis etmek istiyor. ABD ise bu hamleleri baştan boşa çıkartmaya çalışıyor. Ve bu çabalar, sadece kurulan yeni üslerle askeri kuşatma ve hazırlık olarak gerçekleşmiyor. ABD, Çin’i, etrafındaki Asya ülkeleriyle genişlettiği “serbest ticaret anlaşmaları”yla da kuşatıyor. ABD’nin Çin’i kuşatma ve ona karşı Asya-Pasifik bir cepheyi örme çabalarının ekonomik boyutlarından biri de, Çin’in dolardan kopmasını engellemektir. Çin’in dolar rezervleri, bu durumda her ikisi için bir tür sigortadır. ABD böylelikle Çin’i kendisine karşı alternatif uluslararası bir yönelimden baştan uzak tutmak istemektedir.
Kısacası, ABD’nin kendisini “Pasifik bir ulus” ve güç olarak tanımlaması, hem bölge ülkelerine ve hem de bütün emperyalist devletlere karşı yapılmış bir hegemonya ilanıdır. ABD için Çin, bugünkü aşamada, hem hegemonya çabasının konusu ve hem de aracıdır. Biden’in, “ABD’nin Çin ile ilişkisi, 21. yüzyılı şekillendirmede katkı sunacaktır” ifadesi de buna işaret etmektedir zaten.
Asya-Pasifik bölgesinde son yıllarda silah satışlarının olağanüstü artması, çok ciddi bir silahlanmanın gerçekleşmesi kuşkusuz hayra alamet değildir. Bu arada Çin de silahlanıyor elbette.  Bugünkü aşamada sorun şudur: ABD, Çin’i çok yönlü kuşatıp, ‘benim koyduğum kural ve sınırlar dışında hareket etmeyeceksin’ demekte. Dünya ekonomisi ve özelde de bölge ve Çin ekonomisindeki genel durum, Çin’in mevcut kural ve dengeler içinde hareket etmesi ve hazırlıklarını sürdürmesini şimdilik olanaksız kılmıyor. Fakat, dünya ekonomik krizinin daha sarsıcı bir biçimde nüksetmesi ya da bölgedeki dengelerin onun aleyhine değişmesi veya kendi ekonomik gelişmesindeki sorunların artması durumunda, şimdiden ‘restini görürüm!’ diyen ABD karşısında Çin ne yapacaktır? Çin’in, henüz değil ama, giderek yakınlaşan bir safhada yanıtlaması gereken soru bu olacağa benziyor. Çin’in bu soru kapıya dayanmaksızın, ne gibi karşı hamleler ve tedbirlere yöneleceğini ise yakında daha net göreceğiz. Bu olası adımlar arasında, Rusya ile, başta yeni enerji hatları olmak üzere, olduğundan daha derin ve çok yönlü bir işbirliğine yönelmesi şimdiden netleşmiş bulunmaktadır.

YENİDEN MEVZİLENMENİN ORTADOĞU’YA ETKİSİ
ABD’nin içinde bulunduğumuz yüzyılı “Pasifik yüzyılı” ilan edip “politikanın geleceğinin Asya’da belirleneceği”nden yola çıkmasının Ortadoğu açısından etkisine gelince… Görünen şu ki, jeopolitik konumunda esaslı bir değişim olmamakla birlikte Ortadoğu, ABD’nin güç ve nüfuz politikalarının ana odak noktası olma özelliğini yitirmekte ve giderek noktalarından biri haline gelmektedir.
Kuşkusuz, ABD’nin enerjide kendi kendine yeterliliğini son derece artıran gelişmeler , onun Ortadoğu’ya sırtını çevireceği anlamına gelmemektedir. Bunu pek çok nedenden ötürü yapamayacaktır: Petrol kaynaklarının merkezindeki gelişmeler, her şey bir tarafa, tek başına petrol fiyatları üzerinde yapacağı etki bakımından bile ABD’yi bu stratejik bölgeye ilgisiz bırakmayacaktır. Öte yandan, rakiplerinin bu kaynaklardan faydalanma olanaklarını –2035 yılında bölge petrolünün % 80’nin Asya’ya akacağı tahmin edilmekte– kısıtlama çabasından da vazgeçmeyeceği ortadadır.
Ancak; gerek enerjide sahip olduğu yeni olanaklar ve gerekse yeniden mevzilenmesinin diğer ekonomik ve jeopolitik gereklikleri, bölgenin kendisinin öneminde değil, ama ABD’nin bölgeyle ilişkisinde bir değişime yol açacak; onun bölgedeki varlığını bugüne kadar olduğundan çok daha esnek ve seçenekli kılacaktır. Örneğin Alman Federal Haberalma Örgütü BND, ABD’nin “dış ve güvenlik politikaları bakımından eylem özgürlüğünün” özellikle Ortadoğu’da oldukça artacağını öngörmekte. Başka bir ifadeyle, ABD bu bölgede ‘angajmanlarına devam edebilir ama, etmek zorunda değil artık’.
Elini olağanüstü rahatlatacak bu mevzii, Ortadoğu’da ABD’ye ekonomik açıdan sunduğu tasarruf olanaklarının yanı sıra , politik açıdan imaj tazeleme imkanlarını artıracak, jeopolitik bakımdan da yeni bir manevra kabiliyeti ve taktik esneklik kazandıracaktır.
Bununla birlikte, Ortadoğu, başta Çin olmak üzere diğer emperyalist güçler açısından çok daha önemli hale gelecektir. Özellikle Çin’in bölgeyle ilişkisi, ABD’ninkiyle giderek ters orantılı bir hale gelmektedir. Çin, Körfez’den petrol ithalatını artırmak zorunda. Bugün aldığı günlük üç milyon varil petrolün yediye çıkacağı hesaplanmakta. ABD’nin bugüne kadar Körfez’deki petrol ticaretinin güvenliğini sağlaması, Çin’in de işine gelmekteydi. Bunun, birçok nedenden ötürü, uzun bir süre böyle sürmeyeceğini Çin de bilmekte. Afrika boynuzunda “korsanlara karşı mücadeleye” aktif katılma konusunda Çin’in de artık kendini “sorumlu” hissetmesi bu öngörünün bir sonucudur. Dolayısıyla, ABD tarafından kendi bölgesinde baskılanacak ve giderek kuşatılacak bir Çin’in Ortadoğu ve Afrika’ya olan gereksinimi haliyle daha da artacaktır.
ABD’nin Ortadoğu’da giderek daha seçenekli ve esnek hareket edebileceği koşullara kavuşmasının diğer bir sonucu da, başta Fransız ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere Avrupalıların bölgedeki inisiyatiflerini artıracak fırsatları öncesine göre çok daha fazla yakalayabilecek olmalarıdır. Kuşkusuz ABD, bu arada Avrupalıları, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına erişim ve nakil yollarını güvence altına almanın maliyetlerine de ortak etmeyi unutmayacak ve olası askeri müdahalelerinin de esasta NATO üzerinden gerçekleşmesini telkin edecektir.
Öte yandan; ABD’nin belirtilen yeniden mevzilenme hamleleri; hala kriz içinde debelenen Avrupa gerçeği; onun hemen yanı başında sayılabilecek Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve bu halk hareketlerinin zayıflıklarını etkin bir şekilde kendi nüfuz politikalarına tahvil etmeye çalışan emperyalist müdahaleler; Suriye’deki iç savaş, olası bölünme riskleri ve bunların komşu ülkelere yansımaları; Irak’ın her türlü olumsuz gelişmeye açık bıçak sırtı durumu; İran’ın etrafındaki çemberin olağanüstü daralması ve bu daralmanın İran’ın iç çelişkilerini giderek keskinleştirici etkileri vb.; bütün bu gelişmeler, tam da petrolün anavatanı Ortadoğu’da muazzam bir “jeopolitik sıkışma”nın yaşandığını gösteriyor aynı zamanda. Açıktır ki, bu sıkışmanın akla getirdiği olası “jeopolitik depremlere” son derece gebe bir bölgede yer alan bir Türkiye, artık Kürdistan sorunun dolaysız bir parçası haline gelmiş kendi Kürt sorununu şu ya da bu şekilde çözmeksizin, ne kendi emellerinde, ne de ABD emperyalizminin ona yüklediği misyonlarda başarılı olamayacaktır. Türkiye egemenleri Kürt ulusal hareketinin direnişini kıramayacağını kabul etmiş; dahası, tam da “jeopolitik depremler” riskinin arttığı bir süreçte bu gerçeği körü körüne reddetmenin, kendisini, Kürt sorunun teşkil ettiğinden çok daha büyük istikrarsızlık ve tehlikelere sürükleyeceğini görmüştür.
Bu bakımdan, Ortadoğu’da seçeneklerini ve manevra kabiliyetini artırma (ve dolayısıyla elini rahatlatma) çerçevesinde müttefiklerine daha fazla görev vermek isteyen ABD’nin, Türkiye’nin aynı zamanda “jeopolitik depremlere” hazırlanması mahiyeti taşıyan “çözüm süreci”ne destek vermesi (ya da doğrusu bu süreci yönlendirmesi) şaşırtıcı değildir. Bunun böyle olduğunun en güncel göstergesi, Newroz’da tam da “çözüm süreci” çerçevesinde önemli bir adımın atıldığı günlerde, İsrail’in Türkiye’den, ABD Başkanı’nın girişimi ve özel şahitliğiyle, “özür dilemesi” olmuştur (Burada Obama’nın, bu girişimle ilgili “liderlerin zamanlaması çok isabetli olmuştur” övgüsünü de hatırlamak gerekir!). İsrail, ABD’nin referansı (Obama’nın ikinci döneminin ilk ziyaretini İsrail’e yaparak, orada dost ve düşman duymak üzere ABD’nin İsrail’e dönük “ebedi ittifak” yeminini yenilemesi; yani ‘Ortadoğu politikam ne olursa olsun, bu ittifakım asla değişmeyecek’ demesi) ve ısrarıyla, Türkiye’ye, bölgedeki yeni meydan okumalarda daha ileriden bir işbirliği yapmayı teklif etmiş, Başbakan Erdoğan da “Türk halkı adına” (!) bu teklifi kabul etmiştir. Denebilir ki, ABD böylelikle, bölgeye ilişkin jeopolitik hazırlıklarında şimdiden önemli bir sinerji kaydetmiştir. Şöyle ki, bölgede işbirliklerine çok daha fazla ihtiyaç duyacağı bir dönemde, önde gelen müttefikleri arasındaki uyumsuzluğu giderecek adımların önünü açmıştır. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde Türkiye ve İsrail arasında, bugüne kadar olduğundan çok daha derin ve etkin bir işbirliğinin gelişeceğinden yola çıkılabilir.
Ortadoğu’daki güncel durumu karakterize eden, gerçekleşen kırılmaların seyrindeki belirsizliğin olağanüstü bir şekilde artmış olmasıdır. Kuşkusuz, Ortadoğu coğrafyası için kesin öngörülerde bulunmak zordur. Şu ama açıkça görülmekte: Yaşanan kırılmalardaki mevcut belirsizlik uzun süremez. Pek çok uluslararası ve bölgesel faktörün devrede olduğu bu coğrafyadaki kırılmalar, bir şekilde sonuçlanmayı zorlamaktadırlar. Bu sonuç zorlaması, bölge savaşıyla mı yoksa sıkışan güçlerin tavizleriyle mi gerçekleşir bilinemez henüz, ancak mevcut belirsizliğin şu ya da bu şekilde ortadan kalkması ihtimali kuvvetle artmaktadır. Sorun bir yerde de, Rusya, Çin ve İran gibi bölgede sıkışmakta olan güçlerin, ABD’nin uluslararası plandaki yeniden mevzilenme hamleleri karşısında, Ortadoğu’da kesin kapışmayı göze alıp almayacağına bağlıdır. Hem büyük emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi hem de gidişat, bu seçeneği onlar açısından pek elverişli kılmamaktadır.

*
Bilindiği gibi, bugün kapitalist dünya ekonomisindeki içiçe geçiş (“ekonomik entegrasyon”), tarihsel bakımdan en ileri noktasındadır.  Bu olgu günümüzde pek çok şeyi etkilemektedir; ama konumuz açısından burada vurgulanması gereken husus şudur: Özellikle Batı’nın ileri kapitalist ülke ekonomilerinin içiçe geçmesindeki düzey, emperyalist devletler arası çelişkileri halihazırda biçimlendiren momentlerin başında gelmektedir.
Emperyalist çelişkiler bakımından bugünün özelliği, emperyalist çıkarlardaki ayrışmanın ilerlemiş ya da çelişkilerin keskinleşmiş olmasından ziyade, bu çelişkilerin; “ekonomik entegrasyon”un tarihsel bakımdan en ileri olduğu bir aşamada keskinleşiyor olmasıdır. Karşı karşıya gelen emperyalist çıkarlar, bu somut zemin üzerinde politik ve askeri biçimlerini bulmak durumundadırlar. Bu olgu, en azından şu iki gelişmeye dikkat çekmeyi gerektirmekte: İlkin; bugün tam da çıkarları giderek daha fazla karşı karşıya gelen güçler, politik ve ekonomik bakımdan nispeten en çok içiçe geçmiş ülkeleri teşkil ediyorlar. İkincisi; bu zemin, hegemonya kavgasının, bu ülkelerin daha da “yakınlaşmasını” içererek sürdürülmesine neden oluyor. “Ekonomik entegrasyon”, kuşkusuz emperyalistler arası çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırmıyor, kaldıramaz da; ancak şu aşamada, dünya ekonomisindeki bu ileri düzeydeki içiçeliği hemen dağıtıp ayrı ve karşıt saflaşmayı zorlaştırıyor.
Bu bağlamda, “kolektif emperyalizm”, “ulusüstü emperyalizm” vb. yüzeysel teorileri ya da “Batı Birleşik Devletleri” gibi ham hayalleri, ilk bakışta akla yatkın gösteren diğer bir özgün durum da şudur: Bilindiği gibi, sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümünün derinleşmesi, kapitalist pazarların birbirlerine bağlanması vb. gelişmeler, kapitalizme içkin tarihsel eğilimlerdir. Gelgelelim, kapitalizmin bu nesnel tarihsel eğilimleri, geçtiğimiz yüzyılın özel politik koşullarından ötürü (kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele ve en ileri kapitalist ülkelerin bir kamp oluşturması), zamanıyla dünya ekonomisindeki nesnel ilişkilerin ve koşulların el verdiğinden ya da o zaman zorunlu kıldığından çok daha ileri bir noktada gelişebilecekleri bir çerçeveyi bulmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin geçici yenilgisinin en derin tahribatları yine en ileri kapitalist ülkelerde olmuştur. İşçi hareketi ve işçi sınıfının mücadeleleri dibe vurmuştur. Bu olgu, her bir ülkede emperyalist sermayenin sınıf mücadeleleri bakımından elini rahatlatmıştır. Tekelci burjuvazi, böylelikle sermaye birikiminin önündeki sosyal ve politik engelleri kolaylıkla aşabilmiş, özellikle de emek gücünün fiyatını olabildiğince düşürebilmiş ve haliyle kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz açmazlarından her defasında daha kolay sıyrılma olanaklarına kavuşmuştur. Bu imkanlar, “sosyalist kamp”ın çökmesi sonucu açılan devasa yeni pazarlar (Doğu Avrupa, SB ve Çin pazarları başta olmak üzere) olanağıyla birleşmiştir.
Açıktır ki, sosyalizmle mücadelenin eseri olan emperyalist kapitalist devletler arası görece ileri “ekonomik entegrasyon”, bu zemin ve imkanlar karşısında “küreselleşme” adı altında muazzam bir ivme kazanmıştır. Tersi zaten nasıl mümkün olabilirdi ki? O koşullarda hiçbir emperyalist devlet açısından, sağlanmış olunan “ekonomik entegrasyon” bugünden yarına dağıtılamazdı. Haliyle, kazanılan “yeni dünya”yı halihazırdaki kapitalist dünya ekonomisine entegre etmek, yani aralarındaki çıkar farklılıkları ve rekabetin daha da artmasına karşın, yeni pazarları mevcut “ekonomik entegrasyonun” bir parçası haline getirmek en realist ve ekonomik eğilimdi. Ve işte sosyalizmle mücadeleden devralınan bu tarihsel verili ekonomik zemin öylesine disipline edici bir olgudur ki, emperyalist çıkarlar olgunlaşıp aralarındaki rekabet arttıkça, “ekonomik entegrasyon” daha da derinleşmektedir!
Geçtiğimiz yüzyılın özgün politik tarihsel sürecinden devralınan bu durumun ilelebet sürmeyeceği ortadadır. Ama geleceğin karşıt kamplaşmalarının; mevcut birlikler ve ekonomik entegrasyon ilişkilerinin içinden doğarak şekil alacağı görülmelidir.
Kısacası, “kolektif emperyalizm” vb. yüzeysel teorilerin bütün mahareti; sonucu, neden olarak göstermekten ibarettir!

Kürt ulusal hareketinde sübjektivist eğilimler – 2

YÖNTEMİN İFŞAA ETTİĞİ
Gördük ki, kaynağını “doğal toplum”dan alan “ikinci doğa”nın ontolojik özelliği, mevcut gerçek doğa ve onun maddi ilişkinliğinden özerkliğiydi. “Doğal toplum” ilişkilerinin (“toplumsallığı”, “ahlaki politik” oluşu vb.) salt kendi kendinin nesnesi olanözerk “ikinci doğa” olarak kavramsallaştırılmasındaki amaç ise, insan ve toplumla ilgili mutlak bir özün saptanmasıydı. Bu sabit formel kategorinin üretimi bir kere gerçekleştikten sonra, gerisi mantıki olarak kendiliğinden şekillenmekteydi. Artık tarih,”doğal toplum”dan elde edilen bu formel-mantıksal kategoriler (“toplumsal hakikat”, “toplumsallık”, “ahlaki politik toplum” vb.) temelinde tasnife tabi tutulabilirdi. Beş bin yıllık insanlık tarihi bir temel başlığa (“uygarlık”/”uygarlık sistemi” ya da “modernite”) indirgenebilir, alternatifi de “Demokratik Modernite” olarak saptanabilirdi. Çeşitli toplumsal formasyonlar, çeşitli üretim tarzı ve ilişkiler, çeşitli sınıf ve ideolojiler arasındaki ayrım ve farklılıklar, bu tasnifin dayandığı kriterler bakımından tali planda kaldığından, radikal bir düzleştirme de son derece mübah görülebilirdi. Bu tasnif kendi içinde mantıklıydı. Öyle ya; insanın ve toplumun mutlak özü, “doğal toplumun” ilişkilerinde oluşmuştu. “Doğal toplumu” izleyen bütün toplumlar, bu sabit özden uzaklaşma ya da onun tasfiyesi demekti. O halde, bu toplumların (“uygarlık sistemi”nin) temel ilişkileri ve kurumları (örneğin sınıf, iktidar ve devlet gibi) “yapay” ve “doğal olmayan”lar olarak reddedilmeliydi. Görev şimdi, insan ve toplumun bu asıl özü temelinde ve dolayısıyla bu ilişki ve kurumların dışında yeni bir toplum modelini tasarlamaktaydı. İşte, “Demokratik Konfederalizm” modeli ile bu görev, esas itibarıyla yerine getirilmiş sayılmaktaydı.
“Doğal toplum”dan hareketle sabit ve mutlak bir toplum ve insan özü oluşturma, sonra bu öze göre tarihi, insanı ve toplumları değerlendirme… “Bu, a priori yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini, onları nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenmeye değil ama nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntem”i, Engels “Anti-Dühring”de çok net açıklar: “İlkin, nesneden [“doğal toplum” – A.C.] kalkılarak, nesnenin kavramı [“ahlaki politik toplum” – A.C.] üretilir; sonra da tümlük tersine çevrilip, nesne [toplum – A.C.] kendi kopyasına, yani kavramına [“ahlaki politik toplum” – A.C.]” göre değerlendirilir. Nesneye uyması gereken şey kavram olacak yerde, tam tersine, kavrama uyması gereken şey nesne olur çıkar. Böyle bir yöntemle çalışan ideolog, ahlak ve hukuku, insanların, kendilerini çevreleyen toplumsal ilişkilerinden türetecek yerde, kavramlardan ya da toplumun en basit diye nitelenen ögelerinden yola çıkarak türettiğinde, elinde bu marifeti gerçekleştirmek için iki türlü gereç bulundurur: Önce, mantıksal dayanak diye ele alınan soyutlamalarda hala rastlanabilecek değersiz bir içerik kırıntısı. Sonra da, öz bilincinden çıkartıp kavrama sokuşturduğu bir içerik. İdeologumuzun öz bilincinde ise, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların onaylama ya da yadsıma değeri taşıyan olumlu ya da olumsuz birer yansısından ibaret ahlaki ya da hukuki sezgiler, belki bir de kişisel fanteziler bulunur.
“İdeologumuz istediği kadar dönüp dursun, kapı dışarı ettiği tarihsel gerçek, bacadan tekrar içeri girecektir. O, bütün dünyalar ve bütün zamanlar için geçerli bir ahlak ve hukuk öğretisi önerdiğine inanırken, aslında, kendi çağının tutucu veya devrimci akımlarının, gerçek temelinden koparılmış olduğu için çarpıtılmış, tıpkı lunaparkların güldürücü aynalarındaki gibi baş aşağı çevrilmiş bir yansısını yaratır.”
Ama hemen belirtelim ki, bu sonuç ne bir sürpriz, ne de arkadaşlarımızın “yeni ideolojik paradigma”sının bir orijinalitesidir. Nirengi noktası bilinç veya akıl olan her felsefe, önünde sonunda ahlak felsefesine saplanmak zorundadır. Ahlak felsefesinin yelpazesi oldukça geniştir. Öylesine ki, burada orijinal bir söylemde bulunmak dahi özel bir marifet gerektirir. Örneğin: “Eğer bugün toplum olarak sorunlar yaşıyorsak, toplumsal sorunlarımızı çözemiyorsak, bu ahlaki tutumun yetersizliğinden kaynağını almaktadır.”  Şimdi, kaynağı verilmese, bu söylemin somutta kime ait olduğu bilinebilir mi? Diyanet İşleri Başkanı’na ait olacağı gibi, Papa’nın da ağzından çıkmış olabilir! Kesin olan, yalnızca, bu söylemin sahibinin düpedüz ahlak “felsefesi” yaptığıdır.
Ahlak felsefesi fasit bir daire gibidir: akıl, ahlaka; ahlak hakikate; hakiki ahlak, anlama; anlam yeniden yaratıcısı akla vb. bağlanır durur. Zenginliği, bu kategorilerin sıralanma ve birbirine bağlanma varyantlarından ibarettir. Tabiatıyla, bu dairenin “dışında” bulunan ve aklın kendi eseri “anlamla” buluşmasını bozacak her nesnel öge ve ilişki, “sistem” bozucudur. Bunlar, reddedilmelidir! Nesnel ilişkiler, nedensellik, belirlenimler, ekonomik koşullar, sınıflar, devlet, iktidar, hiyerarşi vb., pragmatik “ret ve kabul ölçüleri”ne vurulur. Bütün “ideolojik paradigma” oluşturucularında olduğu gibi, “yeni paradigma”nın tasarımcıları için de, sanki dünya ve tarih bugüne kadar sadece yanlış yorumlanmış, ve “muhteşem aklın” yeni bir yorumunu, derinlemesine yeniden anlamlandırmasını bekleyen bakire topraklar gibidir.
Gelgelelim, irrasyonel de olsa, her teori, rasyonel açıklanmak zorundadır. Felsefe tarihi, aklın bu açmazıyla boğuşmasından türeyen ilginç örneklerle doludur. “Yeni ideolojik paradigma”nın mitolojik dili, bu açmazı aşma çabasının ilginç bir örneği idi sadece. Ve ileride daha net göreceğimiz gibi, bu yöntem ve düşünme tarzı, tam da, aşmak istediği açmazları büyütmekten başka bir sonuç elde etmemektedir.

KATEGORİLERİN KATEGORİSİ: “AHLAKİ POLİTİK TOPLUM”
“Toplum Neden Ahlaki ve Politiktir?” başlıklı yazıdan devam edelim: “… insanın özü hakkında ne denilebilir? (…) Demek ki, insanın var olabilmesi için toplumsal olması, toplum halinde yaşaması bir tercih değil, zorunluluktur. (…) İnsanların bir araya gelişleri gerçek anlamda öze uygunluk anlamına [demek insanların bir araya gelişlerinin dışında, bir yerde, saf bir öz var! A.C.] gelir mi? Bu toplum halindeki yaşamın en karakteristik özellikleri nelerdir? Biz bu en temel özü, ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz. (…) Buradan şuna varıyoruz: insan türü toplum halinde yaşar, toplum da ahlaki ve politiktir.”
Bu saptamaların buradaki tek gayesi, özel bir kategori (“ahlaki ve politik toplum”) üretmektir.  Yoksa söylenen şeylerin somut bir anlamı yok, açıkçası totolojidir. “İnsan türü”nden söz ediliyorsa, zaten “toplum halinden” söz ediliyor demektir. Ya da; ahlaksız toplum mümkün mü? “Ahlaksızlık” dahi ahlakı ön koşar. Şu ya da bu toplumdaki “ahlaksızlık”, yalnızca egemen ahlaka aykırılığı ifade eder, yani bu halinde bile ahlakı varsayar. Ahlak, toplumsal bilincin bir biçimidir. Bilinç ise, “hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.”  Dolayısıyla asıl olan, ahlakın tabiatı gereği toplumda varlığı değil, toplumsal koşullar ve ilişkilerle bağıntısı nedeniyle, belirliliğidir. Ahlak, her zaman belirli bir ahlaktır. Mutlak bir ahlak yoktur; sınıflı toplumlarda ahlak, her zaman sınıf ahlakı olmuştur (belirli sınıfların belirli ahlak anlayışları söz konusudur). Bu belirliliği de, insanların “sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş deyişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden” türer.
Kısacası, “ahlaki bir toplum” dediğimizde, henüz somut ve belirgin bir şey söylemiş sayılmayız. Peki ama, her toplumda ahlakın olması, ahlakın kendisinin mutlaklığının bir göstergesi değil mi? Buradaki mutlaklık ama, ahlakın yalnızca formel bir kategori olarak varlığından ibarettir. Açıktır ki, kavramları, onların temelinde bulunan ve yansıması oldukları gerçeklikten ayırdığımız vakit, şeylerin adını/kavramını, şeylerin kendisine dönüştürmüş oluruz. Ve bu noktadan ötesi, yani şeylerin adını ya da tanımını veya adının anlamını değiştirmekle, şeylerin kendisini, yani gerçekliğin kendisini değiştirdiğimizi düşünme gafleti pek uzak sayılmaz!
Peki gerçeklik, öznenin bu kavrama yüklediği anlama uymuyorsa? Uymuyorsa, sübjektivist özne, karşılaştığı bu çelişkili gerçekliği, ret etmek suretiyle kaldıracaktır! Nitekim: “Politikanın toplumsal doğayla olan özsel ilişkisi nedeniyle politika yapmak toplumsal olmak anlamına gelir. Temel işlevi toplumu güzelleştirmek, toplumun yaşamını rahatlatmak ve toplumu geliştirmek olduğundan toplumsal çıkara dayanmayan herhangi bir aktivitenin politika olarak adlandırılması, özsel olarak yanlıştır. Politik olan ahlaki ve toplumsaldır.”
Politika kavramının özünü, önsel bir yöntemle elde etmiş bulunuyoruz. Geriye, gerçek hayatın bu mutlak öze uyup uymadığına bakmak kalıyor. Fakat görülüyor ki, politika yaptıklarını sandıklarımız, politikanın bu özüne uymuyorlar! Realitede politika, “kendi” mutlak kavramına aykırı yürütülüyor! O halde yanıtımız bellidir; bu, politika olamaz: “Dolayısıyla toplumsallığın karşıt kutbunda yer alan ve onun altını oyan hiyerarşik devletçi sistemin yaptıklarına politika denmez. (…) Bu yönüyle devletçi sistemler özünde politika yapmazlar, birbirine yabancılaştırılmış parçaları, örgütsüz kılınmış kitleleri iktidarcı sistemin çıkarları temelinde idare ederler.”
Demek gerçeklik, sadece, ondan türetilmiş kavrama aykırı bir tablo sunmuyor, insanlık; gerçekliğin, kavramların o mutlak ve soyut özüne yabancılaşmasının bedelini de ödüyor! Zira, insanlığın beslenmeden üremeye pek çok sorunu sıralandıktan sonra; “… tüm bu ve benzer sorunların çözülememesinin veya yenilerinin oluşturulmasının temel nedeni, toplumsallaşmadan, onun ahlaki ve politik olan özünden kopmaktır. Ahlak ve politikadan uzaklaşıldığı ölçüde, insan olmaktan da uzaklaşılır.”  (Yine ahlak felsefesine varmış olduk!)
“Demokratik Modernite” yazarları işin biraz kolayına kaçmış olmuyorlar mı? ‘Buna politika denmez’ savıyla işin içinden çıkılabilir mi? “Devletçi sistemin” ya da şu veya bu partinin politikasını, kendi politika anlayışınıza uygun görmeyebilirsiniz. Ama sırf kendimizin sabitlediği bir öze uymuyor diye, bunların politika olmadığısöylenebilir mi?
Politikanın “temel işlevi toplumu güzelleştirmek, toplumun yaşamını rahatlatmak ve toplumu geliştirmek” olduğu söylenmekte. Politikasının bunun tersini amaçladığını iddia eden herhangi bir ciddi parti, politik akım ya da politikacı var mı? Olmaması bir tarafa, bunların, sizin politikaya yüklediğiniz işlevi ve ahlaki söyleminizi dahi imzalamaktan tereddüt etmeyeceğinden emin olabilirsiniz!
Öte yandan, “politika yapmak toplumsal olmak anlamına gelir” denilmekte!? Peki, “toplumsal olmak” somutta ne anlama gelmekte?! Bu toplum sınıflara bölünmüşse, yani farklı ve karşıt çıkarlar toplumu karakterize ediyorsa, “politika yapmak” nasıl ve hangi muhtevayla, kimin çıkarlarını savunarak ya da savunmayarak “toplumsal olmak” anlamını taşıyacak? Bu soyut ve mutlaklığı içinde her sınıfın, her partinin “politika yapması”nın “toplumsal olması” anlamına geldiği açık değil mi? Ve sınıflı toplumlarda, (üstelik “politika”nın o politikayı izleyen sınıfların gerçek motiflerinin bir biçimi olduğu göz önünde bulundurulduğunda), politikalar arasındaki farklılığı ortaya koyabilmek için, şu ya da bu “politika”nın kimin, hangi sınıfın gerçek motiflerini yansıttığının ortaya konulması gerekmez mi? Bunu yapmadan, kendi politikanızın “toplumsal olmak” olduğuna dair savınızı dahi somutlaştıramayacağınız açık değil mi?
Sınıflı toplumların tarihinde, egemen olmak isteyen her sınıf, kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun genelinin çıkarına büründürerek lanse etmiştir. Politikasını da buna göre oluşturmuştur. Toplum için, toplumun ortak çıkarları için hareket ettiğini iddia etmiştir, toplum adına söylediklerinin özünde kendi sınıfsal çıkarlarının ifadesinden başka bir şey olmamasına rağmen! Tersinin mümkün olmaması ortadadır sanırız. Örneğin bugün, burjuva partileri dese ki, ‘biz sermayenin çıkarlarının temsilcisiyiz’, ve pratikte de katı bir şekilde sadece ve sadece sermayenin saf çıkarlarını yaşama geçirseler, ne iktidar olabilirler ne de emekçi halktan destek görürler. Bunu yapamayacakları ortadadır.
Fakat tersini yapabiliyor olmaları, yani temsil ettikleri sınıfın çıkarlarını genelin çıkarları olarak gösterebilmeleri neyi kanıtlamaktadır? Sınıflara bölünmüş toplumda, sınıfsal çıkarlar, genellikle saf haliyle değil, gerçekten ortak olan ve bir de ortak olduğu sanılan sorunlar üzerinden, yani “ortaklığın yanıltıcı evrensel biçimi” (Marx) üzerinden dolayımlanarak kendini ortaya koymaktadırlar (zaten bu zemin olmasaydı, egemenlerin her türlü manipülasyonu, propagandası, kısacası ideolojik-politik hegemonyası baştan imkansız olurdu). Çıkar karşıtlıklarının var olduğu bir toplumda, hiçbir sınıf “ortaklığın yanıltıcı evrensel biçimi”ni göz ardı ederek, kendi özel çıkarlarına “genel çıkar” niteliğini veremez. “Genel çıkar” niteliğini veremeden de, iktidar olamaz, iktidarında da kendi özel çıkarlarını yaşama geçiremez.
Şimdi; somut sınıf çıkarlarının bu “genel çıkar” dolayımlı teorik ifadelerini (“politika” ve “işlevi”!) mutlak doğru haline getirmek ve ardından bu mutlak kategorilere tekabül etmeyen gerçekliği de ret etmek biraz basit olmuyor mu? Daha meşakkatli olsa da, tersini; yani gerçeklikle kavramlar arasındaki çelişkili ilişkiyi, gerçekliğin kendisini somut ve derinlemesine irdelemekle anlamaya çalışmak daha akli değil mi?

ÇELİŞKİYE KATLANABİLMEK
Anımsayacağımız gibi, “doğal toplum”da, yani “temel insanlık değerlerinin oluştuğu kök hücre”de , toplum “ahlaki politik”ti. Öyleyse, “ahlaki politik toplum”, toplumun “doğal formu”dur;  “normal hali”dir.  Bu durumda; toplumları, ahlak ve politikayı bu özel kategori üzerinden,”ahlaki politik toplum” kategorisi üzerinden değerlendirmek durumundayız!
Diyalektik materyalizme göre, kategoriler keyfi oluşturulamaz ya da salt sübjektif isimlendirmeler değildirler. Kategoriler, “şey ile kavram, varlık ile düşünme arasındaki yansıma ilişkisini yansıtmaktadırlar.” “Kategori, belirlenimi olarak varlık biçimini içeren düşünme biçimidir.”  “Demokratik Modernite”de, “ahlaki politik toplum” olarak karşımıza çıkan kategori ise, belirlenimi olarak somut varlık biçimini içermeyen, sadece bir düşünme biçiminden ibaret, formel bir kategoridir. Somutlaştırmak istediğimizde, yani somut varlık biçimi temelinde değerlendirdiğimizde, bu formel kategoriden geriye, sadece, sabit kavranan öze uygun Kantçı bir “olması gereken” buyruğu kalmaktadır. Dünya ama, Kant’ın sarih ahlaki kesin buyruklarına pek de aldırış etmeden ve dahası bunlarla büyük bir karşıtlık oluşturarak, dönmeye devam ediyor!
Burada bir parantez açarak, olası bir yanlış anlamanın önünü kesmemiz gerekiyor. Elbette, soyut ve mutlak öz anlayışlarını eleştirirken, radikal bir tarihselciliğe de düşmemek lazım. Şöyle ki: İnsan, aynı zamanda, ussal bir varlıktır. Aristoteles örneğin, insanı “rasyonel hayvan” –animal rationale– olarak da ayırt eder. Us nedir? Us, “değişikliklerin nedenlerini ve şeylerin şekillenişinin şartlarla bağlamlılığını idrak etme ve kavramda bütünü yapılandırma yetisidir.” Bu bakımdan, “nedenlerin, neden ve sonucun, koşul ve neticenin bağlamlılığının idrak edilmesine dayanan ve bu anlayış doğrultusunda bütünün teorik konstrüksiyonunu göz önünde bulundurarak kendi amaçlarını belirleyen eylem ussaldır.”  “Öznelerin yetisi olarak us, nesne dünyasının özelliği olarak potansiyellik, özne ile nesne dünyası arasında olası bir ilişki olarak ussal amaç koyma; bütün bunlar, yeni çağ felsefesinde ‘insanın otonomisi’ olarak tanımlanmıştır. Örneğin Kant, insanın onurunu bu otonomiye dayandırır.”
Ne var ki, böylesi bir “otonomi”nin kuruluşu, usun tarihsel bir süreçte oluştuğu gerçeği dikkate alındığında ancak materyalistçe kavranabilir. Bu tarihsel süreç içerisinde, “türün –üretim ilişkileri– yeniden üretiminin toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkmakta ve değişime uğramaktadır. Bu süreç, insanın doğayla metabolizmasının tarz ve biçiminin nasıl cereyan ettiğine –bilim ve teknik ile koşullu üretim tarzına– bağlıdır.”
Başka bir ifadeyle; kuşkusuz, insan gelişiminin aşamaları boyunca oluşan ve giderek insan türünün özellikleri haline gelen manevi değerler bulunmaktadır. Örneğin insan hakları gibi, evrensel hukukta da ifadesini bulan belirli normlar şekillenmektedir. Ya da bu bağlamda Hegel’in “özgürlük bilincindeki ilerleme” saptaması da hatırlanabilir. Dolayısıyla, bizim açımızdan sorun, insan türünün tarihsel gelişimi boyunca, refleksiyon aşamalarında somutlaştırılan, hatta duruma göre de kurumsallaşabilen belirli önsel öz momentlerin varlığı yokluğu değildir. Kaldı ki, bu tür momentlerin varlığını inkar etmek, bugünü mutlaklaştırmak ve geçmişin maddi ve manevi olarak bugüne olan etkisini reddetmek demektir. Bütün mesele, bunların, her defasında insan türünün tarihi sürecinden, onun maddi ilişkilerinden kopartıp mutlaklaştırmaksızın, bu sürecin momentleri olarak kavranmasıdır. Bu bağlamlılık, aynı zamanda ve özellikle, “Demokratik Modernite”de esasta öznel ele alınan “muhteşem akıl” için de geçerlidir.
Parantezi kapatıp devam edelim… Açıktır ki, nesnel çelişkilerden kaçınmak için formel kategoriler düzleminde kalarak gerçekliğe ulaşamayız. Gerçekliğe ulaşabilmek için çelişkilere de katlanmamız gerekir. Katlanmadığımızda, yani çelişkiler karşısındaki tutumumuz ilk bakışta pek erdemli görünen rette kaldığında, ahlak felsefesinin fasit dairesinden çıkmak şöyle dursun, çıkmak ihtiyacını dahi hissetmeyiz. Kuşkusuz, bu dairenin içinde kavramlar, kolaylıkla karşıtları olmaksızın ele alınabilir, kategori ile gerçeklik arasındaki farklılıklar ötelenebilir ve somut belirlenimlerden kaçınılarak hemen hemen her şey birkaç kategoriye indirgenebilir ya da çeşitli toplumlar, sınıflar ve ideolojiler arasındaki niteliksel farklılıklar kolaylıkla düzleştirilebilir. Ama emin olabiliriz ki, bu dairenin “dışındaki” gerçek dünya, yine de bildiğini okumaya devam edecektir.
Belirtmek gerekir ki, kavram ve kategorileri formel ve karşıtlıkları olmaksızın ele alış genel olarak “Demokratik Modernite” makalelerinin bir özelliğini oluşturmakta. Örneğin uygarlık! O yalnızca kötü ve olumsuzdur: “Uygarlık tarihi savaşlar ve katliamlar tarihidir. Savaştan, şiddetten, acıdan, zor ve baskı olaylarından, kan göz yaşı ve tecavüzden bağımsız bir uygarlık tanımı geliştirmek zordur.”  Varsa içinde bir olumluluk, o da “uygarlık sistemi”ne karşı verilen mücadelelerden ibarettir. Oysa, sırf “doğal toplum”dan mutlak ‘natürel özler’ türetmek uğruna, binlerce yıllık insanlık tarihini bu denli tek yanlı ve düzleştirerek ele almak ne kadar doğru olabilir?
Uygarlığın bu tek boyutlu, düzleştirilmiş kavranışın yanlışlığını göstermek için tek başına üretim araçlarının tarihine bakmamız yeterli olacaktır. (Mesele, ‘tabii uygarlık döneminde de gelişmeler olmuştur’ vb. beylik lafların yapılıp yapılmaması değildir! Mesele; uygarlığın çelişik gelişiminin doğrultusunun, ortaya çıkardığı maddi koşulların ve bu koşulların sunduğu olanakların görülmesi; ve olanın kendi karşıtını bağrında taşıdığının anlaşılmasıdır.) Örneğin, özel mülkiyet ile üretim araçları arasındaki ilişkiyi ele alalım. Kaba bir bakışla, kölecilikten bu yana üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak yakından bakıldığında, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin gereklilikten gereksizliğe doğru geliştiği görülür. Büyük sanayi, bu bakımdan, üretim aracı ile özel mülkiyet arasındaki çelişkiyi sadece uç noktaya taşımamış, aynı zamanda, kendisiyle birlikte özel mülkiyetin de ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratmıştır.
Engels’in dediği gibi, “eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı”! “Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki, böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da, bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bu ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için barbar, hemen hemen hayvansal araçlara gereksinme duyduğu saptanmış bir gerçektir. Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan’dan Rusya’ya değin binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun, temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki halklar kendilerini geçmişlerdir, ve ilk ekonomik ilerlemeleri de, üretimin köle emeği aracıyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: İnsan emeği zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri [tarihsel ön koşulları –A.C.] nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi.”
Üretim araçlarının özellikleri, üretici güçlerin ve üretimin gelişmişlik düzeyi, toplumsal işbölümü, ekonomik koşullar, üretim ilişkileri… Engels sanki boşuna nefes tüketmiş; “Demokratik Modernite”den Nuhat Mihriban arkadaşımız işin sırını çoktan çözmüş bile:
“Tarih, sonsuz çoğullukta tecelli eden olayların bir rastlantısıdır. (…) Rastlantıları ahlaka ve değerleri savunmaya yönelterek, onları düzene sokmak bizim elimize kalmış etik bir seçimdir. Ahlaki seçimin getireceği sorumluluk ise belli bir ekonomi politikayı uygularken kendisini belli edecektir. Batılı-aydınlanmacı-modernist bir çizgisel ekonomi-politikayı mı tercih edeceğiz? Yoksa Aryen antikitesinden Kürt demokratik modernitesine doğru evirilen komunalist eğilimleri sürekli saptayarak alternatif bir modernitenin perspektifinden mi hareket edeceğiz?”
Ah-lak! Yine çıkıverdi karşımıza! Fakat işin en acı tarafı, yukardaki satırların sahibinin, Marksistleri “düz-çizgisel tarih anlayışı”na sahip olmakla eleştirmesi! Oysa onunki ne sade: Tarih, … olayların bir rastlantısı! Rastlantılar, adı üstünde, “düz-çizgisel” şemalara sığmaz; nerede peydahlanacakları bilinmez çünkü. Ama sorun değil; en azından ortaya çıktıkları anda onları nereye yönelteceğimizi biliyoruz şimdi! Bu arada arkadaşımızın, rastlantıları pratikte nasıl ahlaka yönelteceğini de merak etmiyor değiliz! Bir de “sonsuz çoğullukta tecelli eden olaylar” var. “Onları düzene sokmak” gerekiyor. Ama anlaşılan bu da sorun değil. Çünkü bu mesele de “bizim elimize kalmış etik bir seçim”in konusu! Bunları başarmakla bir şey yaptığımız sanılmasın, zira “ahlaki seçimin getireceği sorumluluk” kendisini asıl olarak “belli bir ekonomi politikayı uygularken” belli edecektir. Evet; ekonomi politikalar arasında hangisini “tercih edeceğiz” şimdi? Fakat burada sanki etiğimizi bile zorlayacak bir problemle yüz yüzeyiz gibi. Zira kabul edilir ki, ahlaki de olsa, seçim için seçeneklerimiz olmalı. Seçeneklerimiz yoksa, seçimde de bulunamayız. O halde, öncelikle seçeneklerimiz ne? Balta mı, değirmen mi, buhar makinası mı, elektronik makinalar sistemi mi? “Alternatif Modernite”miz için ekonomi politikamızı “tercih ederken”, seçeneklerimiz arasında ne tür hammaddeler var; tunç mu, demir mi, çelik mi, kömür mü? Enerji seçeneklerimiz nelerdir? Ağaç mı, petrol mu, atom enerjisi mi? Bu sorular uzatılabilir. Fakat bu sorular şu soruyu da beraberinde getirmekte: Seçimimiz etiğimize bağlı olacak olmasına da, seçeneklerimiz neye bağlı olacak?! Örneğin dijital teknolojinin bin yıl önce keşfedilmemesini, tarihin, yani “sonsuz çoğullukta tecelli eden olayların bir rastlantısı” olarak mı göreceğiz, yoksa bu rastlantının ahlaka yönlendirilmesinde o yıllarda yapılan yanlış bir tercihle mi açıklayacağız?!
Bu etik tarih anlayışını bir tarafa bırakıp; bir de Marksistlerin “düz-çizgisel tarih anlayışı”na bir göz atalım: “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti tümüyle değişmiş olan koşullar içinde sürdürür, ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir; bu, kurgu yoluyla öyle çarpıtılabilir ki, daha sonraki tarih daha önceki tarihin amacı haline getirilir,  örneğin, Amerika’nın keşfine, Fransız devriminin patlamasına yardım etme amacı atfedilir; dolayısıyla, böylece tarih kendine özgü amaçlar edinir ve ‘diğer kişiler gibi bir kişi’ (yani ‘Öz-bilinç, Eleştiri, Birtek’ vb.) haline gelir, oysa geçmiş tarihin, ‘Belirleme’, ‘Amaç’, ‘Tohum’, ‘Fikir’ gibi terimlerle belirtilmesi, daha önceki tarihin yakın tarih üzerinde meydana getirdiği aktif etkinin soyutlamasından başka bir şey değildir. Bu gelişmenin seyri içinde birbirleri üzerine etki yapan ayrı ayrı alanlar genişledikçe, gelişmiş üretim tarzıyla, karşılıklı ilişkiyle ve bunların doğal sonucu olarak uluslar arasındaki işbölümüyle çeşitli ulusların başlangıçtaki kendi içlerine kapalılıkları yıkıldıkça, tarih de, gittikçe dünya tarihi haline dönüşür.”
Doğrudur; bu tarih anlayışına “düz” denilebilir, çünkü tarihin tinsel semalarında değil, dünyevi düzlüklerinde dolaşıyor; “çizgisel”dir de, çünkü rastlantıların sonsuzluğu karşısında şaşkına dönmüyor, onların dahi nedensiz olamayacağını bilerek gerçek olayların çizgilerini ve izlerini irdeliyor!
Devlet meselesine geçmeden önce, “ahlaki politik toplum” kategorisinin, yani toplumun bu ‘natürel özleri’ ile ilgili akla gelebilecek bir hususa daha değinmemiz gerekiyor. Tarihte çeşitli toplumsal formasyonlarla karşılaşmaktayız. Yine de; toplumla ilgili formasyonlar üstü, yani her insan toplumunda karşılaşabileceğimiz şeylerden söz edilemez mi? Kuşkusuz söz edilebilir ve bunlar hiç de önemsiz değildirler. Örneğin her toplumda; doğayla ilişkiler, ekonomi, üretim ve tüketim, örgütlenme biçimleri, dil ve iletişim, kültür, sanat, kamuoyu vb. olacaktır. Ama bunlar muhtevaları sabit, mutlak özler olarak söz konusu olmayacaklardır. Her birisi ancak; belirli bir ekonomi, belirli bir üretim, belirli bir kültür vb. olarak söz konusudurlar.
“Demek ki, insanların, içinde üretimde bulundukları toplumsal ilişkiler, toplumsal üretim ilişkileri, maddi üretim araçlarındaki, üretici güçlerdeki değişme ve gelişme ile birlikte değişir, değişik bir biçim alır. Üretim ilişkileri bir bütün halinde toplumsal ilişkiler denilen şeyi, toplu- mu, ve özellikle, belirli bir tarihsel gelişme aşamasındaki bir toplumu, özgün, ayırdedici nitelikte bir toplumu oluşturur. Antik toplum, feodal toplum, burjuva toplum, herbiri, aynı zamanda, insanlık tarihinde özel bir gelişim aşamasını belirten bu türden üretim ilişkileri bütününü oluştururlar.”
Örneğin sermaye ya da toprak rantı; bunlar belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir. Toprağın ürün vermesi özelliği, o toprağın bir ağaya, kapitaliste ya da bir kolektife ait olmasına bağlı değildir. Bununla birlikte tersi önemsiz değildir, yani toprağın verimliliğinin düzeyi, söz konusu üretim ilişkileriyle alakasız değildir. Dolayısıyla, tek başına toprağın ürün verme özelliğinin altını çizmemin hiçbir önemi yoktur. Zira bu özelliğinin kendini somutta nasıl ve hangi verimlilik düzeyinde göstereceği, hali hazırdaki toplumsal üretim ilişkilerine bağlıdır. Toprak topraktır ama, onlar hakkında somut bir şey ifade eden ve onları birbirlerinden ayırt eden verimlilikleridir, örneğin üzerinde kara saban ya da traktörle mi çalışıldığıdır. Toplumun/toplumların, dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalıştığımız bu kadar temelli ve belirli maddi ilişkileri ortadayken, sabit ve mutlak bir öz olarak, bir taraftan son derece belirsiz, diğer taraftan bütünüyle formel “ahlaki politik toplum” kategorisine sarılmak, koca insanlık tarihini bu kategoriden kopuş ve kaçış olarak açıklamak ve dahası geleceği de onun üzerinde inşa etmeyi tasarlamak işin biraz kolayına kaçmak olmuyor mu?
Kuşkusuz, çelişkilere katlanmak yerine, onlardan “kaçışı” yeğleyen bu anlayış anlaşılamaz değildir: “Politikanın ilkesi iradedir [istenç]. Politik akıl ne kadar tek yönlü ise, bu demektir ki ne kadar gelişmiş ise, o denli iradenin her şeye muktedir olduğuna inanır, o denli iradenin doğal ve tinsel sınırları karşısında kördür, yani o denli sosyal yoksunlukların kaynağını keşfetmekte yeteneksizdir.”
Bu alıntının ardından, iradenin ve “muhteşem aklın” kudretine dair “Demokratik Modernite”den bir örnekle bu konuyu kapatalım: “Toplumların insan kurgulaması inşalar olduğu gerçeği, bizi, gerekli irade ve bilinç gösterildiği takdirde yeni bir toplumsallığın her zaman olanaklı olduğu sonucuna ulaştırır. Yeni toplumsallıkların inşası ancak güçlü zihniyet çalışmasına bağlı olarak gelişir. (…) Ulaşılmak istenen özgür toplum önce zihniyette oluşturulur. Bunun bilinci ve inancı yaratılır. Ondan sonra nasıl yapılacağına dair yol-yöntem belirlenir ve buna göre yapma eylemine girişilir.”
Reçete elimizde! Mazeret yok!

DEVLET VE İKTİDAR VİRÜSÜ
Tahmin edilebileceği gibi, “ahlaki politik toplum” kategorisi, “yeni ideolojik paradigma”nın “devlet” ve “iktidar” anlayışı açısından da özel bir önem teşkil etmektedir. Bu bakımdan, “Ortadoğu’da Zerdüşti Ahlaki Direnişi Güncelleme İhtiyacı” başlıklı makaleden yapacağımız alıntı, bir fikir vermektedir:
“Öcalan ahlaki politik toplumu öz itibariyle iyilik, mutluluk, doğruluk, güzellik, özgürlük, eşitlik ve demokratiklikle ele alıp niteler. Toplumsal yaşam için ahlaki olan iyi ve güzel olandır, yani metafiziktir. Burada hakikat can alıcıdır. Politika hakikat ışığında yol alıp tartışma, katılım, kendi olabilme ve kararlaşma sürecinde anlamı arayıp bulur, fark eder ve özgürlük ile arınır. Dolayısıyla eko-toplumsal yaşam daha çok toplumsal yaşamı savunur, onu devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden arındırma mücadelesine girişir. Toplumsal yaşamın varlığı, özgürlüğü ve devamlılığı için ahlaki, politik, entelektüel, tarihi, sosyolojik eğitimle bilinçlendirilmesi olmazsa olmazdır. Bu özünde devrimle mümkün hale gelir. Devrim reel sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin yapısal yetmezlik olarak yaşanan önce iktidarı, devleti ele geçirip sonra toplumu değiştirmek, dönüştürmek ve topluma devlet, iktidar hediye et demek değildir. Öcalan, iflas eden bu felsefeye, devrimin toplumu yeniden yaratma olgusuna esastan cephe alır. Yeniden yaratmanın pozitivist ve yeni tanrı insan inşa etmekten başka anlama gelmeyeceğini deşifre eder. Dolayısıyla devrimler; ‘toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak’ alınabilir. Bu özünde ahlaki, politik, ekolojik toplumsal yaşamın kendisi olmaktadır. Bugün toplum kendi sorunlarıyla ilgilendiği kadar dünya sorunlarına eğiliyor. Ve çözüm için yeniden düşünmek diyebiliyorsa, bu da anti-kapitalistliktir. Anti-kapitalistliğin sözde kalmaması, toplumsal yaşamda ete kemiğe bürünmesiyle olmaktadır. Demokratik komünaliteye yol alış böyle olur. Eko-siyasete bugün daha fazla ihtiyaç duyulması da bu nedenle önemlidir.”
Doğrusu, yazarını kutlamak lazım. Bu bir paragrafa o kadar çeşit unsuru eğip bükerek sığdırmış ki, ayıklamak ve düzeltmek için kitap yazmak gerekirdi. Şükür ki, bazı unsurlara, genel hatlarıyla da olsa, daha önceden değinmişiz. Yine de burada, doğrudan değinemeyeceklerimizle ilgili şu notları düşmeden devlet meselesine geçmiş olmayalım:
Hakikat, insanın onu izlemekten başka çaresi bulunmayan, kendi kendini kanıtlayan bir “otomat” değildir.  Hakikat kavramının tarihselliği, diyalektik felsefenin bir aksiyomudur. / Politikanın tam da “hakikat ışığında” (!) en çok yol aldığı toplum, “halk yaşamı ile devlet yaşamının özdeş” olduğu ortaçağ toplumudur. Bu bakımdan, mesele eğer toplumun politik olması ise, ortaçağ toplumu en politik toplum idi.  / Devrim, nesnel bir evrimin sonucudur. Gerçekleştiği günün ertesinde de bitmiş olmaz; kendisini ortaya çıkaran tarihsel koşullar ve maddi belirlenimler, dolaylı ya da dolaysız devam ettiği sürece de sürer. Pozitivist kafanın mühendislik tasarımı hiç değildir; çünkü “dışsal” değil, olandan çıkan olarak olanın içsel uzlaşmaz çelişkilerinin radikal çözüm girişimidir. / İktidarı almaya yeltenecek sınıf, bugünkü halindeki sınıf olamaz. Yeltenişi, bugünkü halinin değişimini varsayıyorsa, toplumsal değişim de salt devrimin sonrasında başlamıyor demektir. /Sosyalizm bir proje olmadığı gibi, bir alternatif (seçenek) konusu da değildir. Kapitalizmin somut ve belirli çelişkilerinin, belirli ve somut çözümünün yegane yoludur. Zaten bu nedenle Marx ve Engels, “şimdiki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi”komünizm olarak adlandırırlar. / Marksizm için anti’ciliğin kendisi değil, karşı olmanın nedeni ve ne için’liği esastır. Bir şeye karşı olma, bir şey için olma momentiyle mantıksaldır. Bunun için doğal olarak her anti-kapitalist sosyalist değildir. / Toplumsal çelişkiler, paradigma anlayışıyla anlaşılamaz ve çözülemez. Paradigma kategorisi, gerçeği mutlak varsaydığından, göreceliğini atlar. Dünyayı modeller olarak tasarlar; bir modelin yerine başka bir modeli koyarak, bilgideki tarihselliği ve derinleşmeyi göz ardı eder. / Toplum sadece “bugün” değil, genellikle “kendi sorunlarıyla ilgilendiği kadar dünya sorunlarına” eğilir. İşin buradaki püf noktası, ona, “kendi sorunları”ndaki “dünya sorunları”nı gösteren dolayımdadır. Tekil ile evrensel birbirinden ayrıştırılarak anlaşılamaz. Genel bağlamlılık, yalnızca tekilin evrensel dolayımlılığında belirlenebilir. “Dolayımın diyalektik yapısını karakterize eden, kendisinin her daim ve her anda bütünü teşkil etmesi, ama sürekli yalnızca tekilin dolayımlılığı olarak görünmesidir.”…
Marksizme yönelik göndermelere bu notları düşmüşken, bir itirazda daha bulunalım. “Demokratik Modernite”de, “toplumsal kurtuluşu devlet olmakta gören anlayışlar ezilenlerin mücadelesine damgasını vurmuşlardır” savı sık sık tekrarlanmaktadır. Bunun, yani “kurtuluşu devlet olmakta” görmenin, en azından Marksizm açısından söz konusu olmadığını vurgulayalım. Mesela denilmektedir ki: “Hatta çoğunlukla devletin aşılması gerektiği ve bir gün mutlaka aşılacağı, ‘tarihin çöp sepetine’ atılacağı ön tespitleri yapılmıştır. Buna rağmen devletin ‘geçici’ olarak kullanılabileceği, hatta kullanılması gerektiği yönünde de tespitler vardır. Bu daha çok devleti bir güç olarak görüp, o gücü ele geçirerek kendi toplumsallığını kurmak için kullanma yanılgısına yol açtığı bir yanılsamadır. Bir anlamda devlete bir örgütlenme biçimi olarak yaklaşılmış, ezilenlerce idare edilirse sömürücü karakterini yitirebileceği sanılmıştır. Fakat tarih devletin bir biçimden ibaret olmadığını, kendi başına bir özne olabileceğini (hegemonik) ve bu niteliğinden dolayı onu ele geçirenlerin, aynı zamanda onun tarafından ele geçirildiğini göstermiştir. Çünkü devlet her zaman göründüğünden daha fazlası olmuştur. Bunun için devlet odaklı her türlü örgütlenme anlayışı toplumsal güçlerin sistem içileşmesine yol açmıştır hep. Devletin toplumsal kurtuluş için araç olamayacağı artık netleşmiş durumdadır.”
Tartışmasızdır ki, devleti  “bir biçimden ibaret” görme Marksizme yabancıdır. Marksistler, sorunu devletin belirli bir biçiminde (yani şu ya da bu devlet biçiminde) değil, aksine devletin kendisinde gördüklerinden, devleti “ele geçirerek kendi toplumsallığını kurmak için kullanma yanılgısına” da düşmezler. Burjuva devlet ele geçirilmez, yıkılır. Dolayısıyla, bu devleti “geçici olarak kullanma” da söz konusu olamaz. Mevcut devletin yerine kurulacak yapı, aslında klasik anlamda “devlet olmayan bir devlet”tir, çünkü görevi kendisini gereksiz kılacak koşulların oluşmasına hizmet etmektir.  Bunun somut olarak ne denli devlet, ne denli devlet olmayacağı, esasta devrimin gerçekleştiği ülkenin toplumsal gelişmişlik düzeyi ve ulusal ve uluslararası karşı-devrimin direniş gücüyle bağlantılıdır. Ama şu açıktır, işçi sınıfı ve emekçi halk, iktidardan al aşağı ettiği sınıfın/sınıfların direnişlerine karşı kendi yeni düzenini korumak zorundadır. Bu sınıflara karşı koyabilmek için kendi zor aygıtına (kendi devletine) gereksinim duyacaktır. Bu gereksinim, “kurtuluşu devlet olmakta görme” gibi ideolojik bir neden ya da “yanılgı”lardan kaynaklanmamaktadır, tersine sınıflı toplum gerçekliğinden doğan bir zorunluluktan ibarettir!
Ancak, işin bu boyutuna aklıselim bakabilmemiz için, öncelikle devleti, “her zaman göründüğünden daha fazlası olmuştur” sözleriyle mistikleştirmemiz gerekir (kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de devletin mistikleştirilmesi eğilimlerinin yaygın olmasında, bizdeki imparatorluk devletinin burjuva devletine dönüşmesi sürecinin son derece kendine münhasır özelliklerle cereyan etmesinin özel bir etkisi bulunmaktadır). Bu önemlidir, çünkü devleti mistikleştirmek düşünce tarihi bakımından geriye savrulmak demektir. Nitekim Hıristiyanlık, devleti, teolojiden açıklayıp meşrulaştırmıştı. Fakat Marx’ın da vurguladığı gibi, sonraları; Machiavelli, Campanella, Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius, Rousseau, Fichte ve Hegel gibi düşünürler, devleti “insanın gözüyle” değerlendirmeye, onun “doğa yasaları”nı ustan ve tecrübeden hareketle geliştirmeye başladılar. Devlet somuttur; doğası ve nitelikleri Marksistler açısından herhangi bir muammaya yer vermeyecek kadar nettir.
Buradaki söz konusu mistikleşmeyi olanaklı kılan, devletin “kendi başına bir özne olabileceği” savıdır. Ancak burada atlanılan, sorunun şu diyalektiğidir; devletin tam da “kendi başına bir özne olabilmesi”ni sağlayan maddi ilişkiler, onun aslında kendi başına bir özne olmadığının kanıtıdır! Bilindiği gibi, burjuva devlet, “kamusal ile özel yaşam, genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanmaktadır”.  Tam da bu ikisi arasındaki çelişkiden ötürü, “ortak çıkar, devlet olarak, bağımsız bir şekil” alır. Yani: Devlet, öncelikle, ortak ve özel çıkarların özdeş olmamasının bir ürünüdür. Ama, özdeş-olmayan’ın (özdeşsizliğin) bir ürünü olarak devlet, bir özdeşlik oluşturmalıdır. Bu bakımdan devletin, özdeş ve özdeş-olmayan çıkarların illüzyonlu özdeşliği olduğu söylenebilir. Ancak, bu illüzyona aldanmamak gerekir. Zira, devletin bu bağımsız görünümü, onun üzerinde yükseldiği nesnel zemine dayanır. Bu zemin, sınıfların çıkarları ve bu çıkarlar mücadelesinin sonucunda bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde kurduğu egemenliktir. Marx ve Engels bu nesnel durumdan iki sonuç çıkartmışlardır. Birincisi; “devlet içindeki tüm mücadelelerin, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki mücadelenin, oy hakkı uğruna verilen mücadelenin vb. vb., farklı sınıfların birbirlerine karşı yürüttükleri gerçek mücadelelerin büründüğü yanıltıcı biçimlerinden başka bir şey olmadığı”. İkincisi; “egemen olmak gayretindeki her sınıf, kendi çıkarını yeniden genelin çıkarı olarak sunmak için, her şeyden önce politik iktidarı ele geçirmek zorunda” kalmasıdır. Haliyle, başlangıçta proletarya da “bunu yapmaya mecburdur”; her ne kadar, “kendi egemenliği, eski toplum biçiminin tamamının ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasını gerektirse de”.
Sınıflı toplumlarda devlet, o toplumun bir kurumudur;  arkadaşlarımızın düşündüğü gibi, devlet, toplumun dışında, bir yerlerde, ‘özü kendinde, kendi özünde’ olarak durmuyor. Dolayısıyla devleti salt reddetmek değil; onu var eden, onu gerekli kılan, onu üreten maddi ilişkileri ve toplumsal koşulları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bu da, ne etik bir seçimin, ne de politik ret tutumunun konusudur.”Demokratik Modernite”de ise,‘devlet, iktidar, hiyerarşi’ konularına ilişkin belirtilenlerde bariz bir ret tavrı dikkat çekmektedir. Bir örnek verelim: “Toplumu egemen sistemlerle [yani; kölecilik, feodalizm, kapitalizm –A.C.] tanımlamayı çoğunlukla –haklı olarak– reddederiz. Bunun sebebi kendi toplum anlayışımızın, tanımlamamızın egemenlik ve sınıfsallık içeren ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguları kabul etmemesidir.”  Bu cümleler, “yeni ideolojik paradigma”nın gerçeklik karşısında aldığı ve yukarda “çelişkilere katlanmamak” olarak tarif etmeye çalıştığımız tutumun anlaşılması bakımından da somut bir örnektir.
Görüldüğü gibi, ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguların bugünkü varlığı reddedilmiyor. Bununla birlikte, kendi toplum anlayışlarının, tanımlamalarının, “egemenlik ve sınıfsallık içeren ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguları” kabul etmediği söyleniyor. Anlayışımızın, tanımlamamızın “vb. olguları kabul etmemesi” ne demek? ‘Bizim savunduğumuz toplumda devlet vb. olmayacak’ diyebilirsiniz. Ancak, bu açıklamanın da bir anlamı olabilmesi için, devletsiz bir topluma nasıl varılacağını somutlaştırmanız gerekir. Fakat, olgusal şeyleri, anlayış ya da tanımda “reddetme”, “kabul etmeme”nin anlamı ne? Kuşkusuz, mevcut toplumsal ilişkileri temelden değiştirme diye bir iddiam yoksa, ancak belirli olgularla hemfikir değilsem, o şeyleri “reddedebilirim”, “kabul etmiyorum”, “ben bunları protesto ediyorum” diyebilirim. Açıktır ki, “olguları kabul etmemek”, onları köktendeğiştirme iddiasını baştan taşımamak demektir. Ya da şöyle ifade edelim; olguları kabul etmeme, ancak onları değiştirme perspektifi ve pratiğiyle birleştirilirse protesto ve ret tavrının ötesine geçebilir. Aksi durumda, teorik kabul etmeme, pratikte kabul etmeyle sonuçlanır. Frankfurt Okulu ve özellikle Marcuse örneğinde olduğu gibi!
Marksistlerin devlet ve iktidarı kutsamadıkları, aksine insanlığın aynı zamanda her türlü devlet ve politik “iktidarlaşma”dan kurtulması için mücadele ettikleri açık olsa gerek. Mesele, devletin kendisine “ideolojik ve felsefi olarak” bir “karşıtlık sergileyebilme” de değil. Asıl mesele, esasta şu iki noktada düğümlenmektedir: Birincisi, bu konudaki ret tavrının bağlandığı yer neresidir? Ve ikincisi, “toplumsal yaşamı komünalite zihniyeti ile aydınlatıp” örgütleyerek, devletin objektif varlığından doğan (ve dolayısıyla devletin varlığı itibarıyla göstergesi olduğu egemen sınıfların varlığından doğan) sorunlar, çelişkiler aşılabilir mi?
Alıntımızı hatırlayalım: “… eko-toplumsal yaşam daha çok toplumsal yaşamı savunur, onu devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden arındırma mücadelesine girişir.” Peki bu arındırma nasıl mümkün olacak? “Bu özünde devrimle mümkün hale gelir”. Bu “devrim” ama, öyle ‘iktidar alma’ vb. ile olmaz! Devrimler dediğimiz, “‘toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak’ alınabilir. Bu özünde ahlaki, politik, ekolojik toplumsal yaşamın kendisi olmaktadır.” (abç) Yani, sıfatları belirtilen “toplumsal yaşamın kendisi”, özünde devrimin de kendisidir. Bu “toplumsal yaşam”, “toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden”, “devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden” tedricen “arındırma mücadelesine” girişecek! Üstelik, hiçbir şekilde iktidar ve devleti amaçlamadan ya da onu yıkmaya yönelmeden! Peki, mevcut egemen sınıflar ve onların devleti ne yapacak bu tedrici süreçte? Toplumun kendilerinden arındırılmasını seyredecek mi? “Arındırma mücadelesi”, mücadelenin arındırmasını gündeme getirmeyecek mi? Bu, “öz savunma”nın boyutlanmasını gerekli kılmayacak mı?  Ve bu sonuçta, ister istemez, hangi sınıfın iradesinin, politikasının, çıkarlarının tayin edici olacağı sorununu pratik politik bir sorun olarak karşımıza çıkartmayacak mı?!

DEVLET VE İKTİDAR OLMAYAN “YÖNETİM”
“Eko-toplumsal yaşam” bu “arındırma mücadelesini” pratikte nasıl örgütleyip yönetecek? Okuyalım: “Demokratik Konfederalizm halka dayalı, halkın demokratik yönetim modelidir. Her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş açar. (…) Demokratik konfederalizm aşağıdan yukarıya demokrasiye dayalı bir halk yönetimidir. İdeolojisinde devlet yoktur. Eşitliğe, özgürlüğe ve demokratik ulusa dayalı olup ahlaki ve politiktir. Taban demokrasisiyle toplumsal yaşam kendi özüne döner. (…) demokratik meclisler, özgür yurttaşlar, ‘özgür yaşamın düzenlenmesini’ oluşturur. Kent meclisleri yerel düşünüp, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte de demokratik tartışmalarla herhangi bir soruna yönelik çözüm politikalarını şekillendirirler. En üstteki konfederal meclis, gelişen bu tartışmaları, kararları ele alıp son biçimini vererek pratik uygulamasına geçer. (…)
“Aşağıdan yukarıya radikal demokrasi, radikal siyasette ‘idareci siyaseti’ alaşağı ederek demokratik toplumsal yaşamı hareketlendirmektedir. Bu noktada reel sosyalizmin toplumsal yaşam pratiği hiç de iç açıcı değildir. (…) Demokratik konfederalizme dayalı toplumsal yaşam hakikati şüphesiz reel sosyalizm örneğinden de zengin dersler alıp, kendi toplumsal yaşam kurgusunu hayata geçirmek için ‘iyi düşünüp iyi uygulamak’ zorundadır.”
“Demokratik Modernite” yazarlarının pek çoğunun sosyalizmle ilgili, piyasada yıllardır dolaşan vülger tezlerin önemli bir kısmını benimsemiş olmaları gerçeğini, konumuzu dağıtmamak için geçiyoruz burada. Bunun yerine ve yalnızca, koca bir yüzyıla damgasını vurmuş bu büyük tarihsel deneyimin ardındançıkarttıkları sonuçlara bakalım.
Deniliyor ki: “Demokratik Konfederalizm halka dayalı, halkın demokratik yönetim modelidir.” Bir “halk yönetimidir”. “Yönetim” kavramı son derece önemlidir burada! Çünkü, “ideolojisinde devlet” olmadığı için, “halk iktidarı” ya da “halk devleti” olamaz.
Günlük söylemle, ‘ne fark eder şimdi’ denilmesin! Çok fark ediyor! Bizzat bu konuyu işleyen “Yabancılaşmada İki Temel Odak; İktidar ve Devlet” başlıklı makaleden bu farkın ne olduğunu öğreniyoruz: “Genellikle yönetim, devlet, iktidar ve hiyerarşi gibi kavramlar sanki aynı şeylermiş gibi kullanılır. Ya da birbirlerinden ciddi farkları yokmuş gibi ele alınırlar. Yani nerede iktidar varsa, orada egemenlik altında olan vardır, doğal olarak da nerede yönetim varsa, orada yönetilenler yani egemenlik altında olanlar vardır.” Oysa bu ele alış yanlıştır, zira: “Halbuki insanlık tarihi durumun hiç de böyle olmadığını, aksine milyonlarca yıl kendi kendini yöneten toplulukların varlığına rağmen son beş-altı bin yıla kadar insanlığın ne devleti ne hiyerarşiyi ne de iktidarı tanıdığını, dahası bunlar olmadan kendilerini en demokratik ortamda, eşitlik ve özgürlük koşullarında yönettiğini göstermektedir. Geçmişe dair gün geçtikçe daha fazla bilgilenen insanlar olarak bu gerçeği bugün daha iyi görüyoruz.”
Geçmişe dair bu bilgiler de çok eski bilgilerdir zaten, ta Engels’in kitaplarında yer almaktadır! Bugüne kadar bilmediğimizi ise, yukardaki cümlenin hemen devamında öğreniyoruz: “O zaman devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı kurmak, aynı zamanda sistem içine sıkışıp kalmak anlamına gelmektedir. Yani direkt uygarlıkla bağlantılı olan hiyerarşi, devlet ve iktidar kurum ya da kavramlarına olumluluk yüklemek, doğrudan sistem dışına çıkamamak demektir.”
Sanırız “zorunlu bir bağlantı kurmak” ile “olumluluk yüklemek” aynı şeyler olmasa gerek. İki şey arasında “zorunlu bir bağlantı” kurmak, neden zorunlu olarak bu bağlantıya “olumluluk yüklemek” olsun ki? Örneğin, ‘bağışıklık sistemimiz zayıfladığında daha çabuk hastalanırız’ dediğimde, hastalığa olumluluk mu yüklemiş oluyorum? Yani, dostumuzun “yani”si doğru olmamış burada. Ama bu saptamada asıl öğrendiğimiz şey bu değil; yeni olan, “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında” zorunlu bağlantı kurmanın ya da devlet vb. kavramlara olumluluk yüklemenin, “sistem içine sıkışıp kalmak”, “doğrudan sistem dışına çıkamamak” olmasıdır! İlginç bir tespit. Sistem dediğimiz ne? Sizin “uygarlık”, bizim kapitalist sistem dediğimiz değil mi? Peki, “doğrudan (!) sistem dışına” çıkmak pratikte nasıl oluyor da, “çıkamamak” durumunu eleştiriyoruz? Yoksa yanlış mı yorumluyoruz? Belki, bu “doğrudan” kelimesi fiili/pratik anlamda değil, yalnızca ideolojik yönüyle kastediliyordur. İdeolojik ise, ama, bu “zorunlu bağlantı kurmak” neden “aynı zamanda sistem içine sıkışıp kalmak anlamına gelmekte”? İdeolojik bakımdan, başka bir yorumlama ihtimali yok mu ki, ikisi arasında bağlantı kurma “aynı zamanda” ve “doğrudan” “sistem içine sıkışıp kalma” anlamını taşıyor?!
Anlaşılan bu ihtimal yok (dolayısıyla iyimser varsayımımız da yanlış!), çünkü hemen devamında deniliyor ki: “Doğal olarak da ne kadar kendimizi sistem dışı ilan edersek edelim ve bu uğurda ne kadar mücadele edersek edelim, sonuçta var olan merkezi sistemin değirmenine su taşımaktan öteye gidemeyiz.”
Yapılacak bir şey yok; özne, tefekkürde “yönetim” kavramını bir kere başka anlamlandırmış ya, sen “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı” kurduğun an, sistemin içindesin; ne kadar kendini sistem dışı ilan etsen de, ne kadar mücadele etsen de! Bu kesin konuşmanın ne denli keskin sübjektivizm koktuğunu işin tersini düşündüğümüzde daha rahat anlayabiliriz. Demek ki sırf; “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı” kurmadığımda, ve bu kurumlara bir olumluluk yüklemediğimde, “doğrudan sistem dışına” çıkmışım demektir!
Henüz kanıtlanmamış bir saptama üzerinden, fakat ancak kanıtlanmış bir saptamadan çıkartılabilecek bir sonuçla verilen bu öznelci hükmü de geçelim. Yazı, “yönetim” nedir, hangi gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkar sorusuyla devam ediyor; ve şöyle yanıtlanıyor: Yönetim; “kısacası topluluğun [“doğal toplum” kastediliyor –A.C.] hiçbir sosyal farklılık olmadan doğal iş bölümüne de uygun olarak tüm topluluk üyelerini ortak ederek kendi kendini idare etmesidir. Burada hiyerarşi olmadığı için hiyerarşik farklılıktan kaynaklı yaşam biçimi ya da kararlara farklı katılım şekli de yoktur.” Ve “doğal toplum”la ilgili malum şeylere dikkat çekildikten sonra: “… yaşamın sürdürülmesinin temel nesnelerinin hepsi topluluğa ait olduğu için buradaki yönetim tarzı ile iktidar arasında hiçbir bağ yoktur”.
Fakat burada bu bağ zaten nasıl olabilirdi ki? “İktidar”ın olmaması doğal toplumun özelliklerinden biri değil mi? “İktidar”ın henüz ortaya çıkmadığı bir dönem için, ‘yönetim iktidar anlamına gelmemiştir’ denilmekte! Bu bir totoloji değil mi? Olan bir şeyin henüz olmayan bir şeyle bağının olmaması, olanın (yönetim) olmayanla (iktidar) “aynı şeyler” olmadığının kanıtı olabilir mi hiç?!
Devamında, iktidar; “mülkleştirilmek istenen şeyler üzerinde güç kullanılarak ya da hile ile sağlanan egemenlik olmaktadır” denilip, “bunun temelinde de güçlü-kurnaz erkek bulunmaktadır” tespiti yapılmaktadır. “Kurnaz-güçlü avcı erkeğin doğal topluma” saldırısı açıklandıktan sonra, aynen şu söylenmektedir: “Bu nedenle yönetim ile iktidar arasında tarihsel bir bağ kurmak iktidar için propaganda değerinden başka bir anlam ifade etmez.”  Allah aşkına, hangi nedenle? “Yönetim ile iktidar arasında tarihsel bir bağ” mı? Hangi “tarihsel bağ”? Buradaki tek tarihsel bağ, “doğal toplum”da” yönetim” vardı, “iktidar” vb. yoktu bağıdır. Ama gördük ki, bu bir totolojiydi. Sonra “uygarlık” çıktı, “doğal toplumun” dokusu dağıtıldı, o “yönetim” de yok oldu. Tamam da; “doğal toplum” döneminde (iktidarsız/devletsiz vb. bir dönemde!) bugünkünden farklı bir “yönetim” anlayışının söz konusu olması, evet bu tarihsel gerçek; bugünün iktidarlı/devletli tarihsel koşullarında kurulacak bir “halk yönetimi” iledevlet/iktidar arasında “zorunlu bir bağlantı”nın olmadığının kanıtı olabilir mi? Denilenin anlamı şu: Kurulacak “halk yönetimi”ne “devlet”, “iktidar” denilemez. Çünkü “doğal toplum”da devletsiz yönetim vardı!! Ama biz “doğal toplum”da değil, bugünün sınıflı, devletli, iktidarlı, hiyerarşili vb. dünyasında yaşıyoruz! “Doğal toplumun” da; ne insanları, ne ilişkileri, ne işbölümü, ne de doğası var artık. Tarihsel olgu bu. Dolayısıyla, kanıtlanması gereken, bugünün sınıflı, devletli, iktidarlı, hiyerarşili vb. dünyasında, bunlar ile yönetim arasında neden bir bağın kurulamayacağıdır. Ve daha önemlisi, bugünün belirtilen koşulları ve ilişkileri içerisinde, nasıl sınıfsız, devletsiz, iktidarsız bir topluma ulaşılacağıdır? Soru ve sorun bu! Ad, kavram değiştirerek, “ideolojisinde devlet yoktur” denilerek, reddetmekle; ne devlet ne iktidar olgusu ortadan kalkmakta, ne de bu duruma ulaşmanın yolu yanıtlanmış olmaktadır. Mesele ama sadece bir olabilirliği savunmak ise, yani ‘devlet her zaman yoktu, devletsiz bir toplum mümkündür’ demek ise, bunu zaten komünistler yüz küsur yıl öncesinde ilan etmişlerdi. Üstelik, bu sömürüsüz-devletsiz topluma (komünist topluma) nasıl varılabileceğini de bilimsel ve gerçekçi bir şekilde, yani spekülasyonlarda bulunmayarak ortaya koymuşlardı.
İktidar kategorisini reddetmenin yetersizliği ortadadır. İktidar, belirli bir güç ilişkisidir. Her ne kadar şeyler arasındaki ilişkiyi kavramlaştırmak soyutlama ediminin eseri ise, bu soyutlamanın şeylerin soyutlaması olduğu, yani ilişkinin maddi ilişki olduğu unutulmamalıdır. Eğer iktidarın reddi, kavramın bir reddi olmayacaksa, iktidarın gerisindeki maddi ilişkilerin, şeylerin iktidarının bertaraf edilmesi gerektiği açık değil mi?
Fakat dostlarımız öyle düşünmüyorlar, sübjektivist bir yaklaşımla yeter ki devlet kavramını reddedelim, doğru yönetim tarifini yapalım diyorlar: “Bugün gündemimize giren ya da genel olarak insanlığın demokratikleşme anlamında bir adım olarak gördüğü öz yönetimler, yerel yönetimler ya da demokratik özerk alanlar kavramı kaynağını işte yukarda değindiğimiz yönetim olgusundan almaktadır. Demek ki bugün biz eğer doğru bir yönetim tarifi ya da gerçeğine ulaşmak istiyorsak, onu kesinlikle toplum dışı, doğal olarak da demokrasi düşmanı olan, esas olarak da yeni egemenlik alanları açma uğruna toplumu yozlaştıran, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktidar ve devlet gibi kurum ya da kavramlarla birlikte ele almaktan uzak durmalıyız.”
Demek, doğru bir yönetim tarifi için, yönetim kavramını iktidar ve devlet gibi kurum ya da kavramlarla birlikte ele almamalıyız. Bu kolay, birlikte ele almayız olur biter; fakat ‘tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok’ benzeri bir durumun doğmaması için, mevcut iktidarı, mevcut devleti ne yapacağız? Nitekim aynı yerde, “iktidar alanlarının yaygınlığı”na dikkat çekiliyor ve toplam yedi “iktidar alanı” saptanıyor (siyasal, ekonomik, toplumsal, ideolojik, askeri, ulusal ve küresel iktidar). O halde, bugünün bu gerçekliği içerisinde, “iktidar-devlet gibi virüslerden” nasıl kurtulacağız? “Doğal toplum” romantizmiyle, sınıflar olgusuna “hiç de doğal olmayan yapay toplumsal ilişki”  diyerek mi? Sınıflar, ama bugünün doğası, ve maalesef hiç de yapay görünmüyorlar! 5 bin yıl öncesine göre “yapay” olmaları, sınıfların bugünkü gerçekliğini ortadan kaldırıyor mu? Hatta tersine; bugünün gerçekliği karşısında, “hiç de doğal olmayan”, “yapay” olan, “doğal toplum”un kendisi değil mi?
Vurgulayalım ki, insanın tarih dışı ne bir özü, ne de mutlak “doğal bir toplumu” var. Zaten tam da bu nedenle Marx, Feuerbach Üzerine Tezleri’nin 6.’nda; “insan özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkilerin ansamblidir” der. Toplumsal ilişkiler tarihsel olduğu için, insanın özü de tarihseldir.
Arkadaşlarımız, “uygarlığı” bir paradigma olarak görüyor, karşısına kendi paradigmalarını koyuyorlar; bir modelin karşısına başka bir model dikiyorlar; Modernitenin karşısına “DemokratikModernite”. Ve tarif ediyorlar “Demokratik Modernite”yi: Onun “yönetim modeli”nin; “devlet, iktidar, hiyerarşinin tamamen zıddı ve ahlak değerler üzerinden toplumun kendini özgürce ifade etmesinin adı” olduğunu belirtiyorlar.  Peki, mevcut “Modernite”den “Demokratik Modernite”ye nasıl geçilecek?! İşin bu püf noktası hakkında ise şunları öğreniyoruz: “O zaman insanlığın tüm hastalıklarının merkezinde yer alan iktidar-devlet gibi virüslerden kurtularak dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu her zamankinden daha güçlü haykırırken, bunun ideolojik-örgütsel alt yapısını insanlık tarihinin deneyimlerine yakışan bir şekilde inşa etmenin arayışı içine mutlaka girilmelidir.”
Ne diyelim ki? Bu durumda, onlara arayışlarında başarılar dilemekten başka bir söz düşmez bize…

DEVLET – ENGEL Mİ, DEĞİL Mİ?
Devlet, iktidar vb. konularda kategoriler temelinde bir reddin yetersizliğini gördük. Daha önemlisi ama, bu reddin, gerçekliğin kendisinin reddine götürmemesidir. “Yeni ideolojik paradigma” açısından böyle bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını anlayabilmek için, genelde sınıflı toplum gerçekliğinin kendisinden ve özelde de devletin objektif varlığından doğan sorunlara bakmamız gerekir.
Biliyoruz ki artık, “Demokratik Konfederalizm”, “her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş açar.” Bu savaşa itirazımız yok. Fakat, yine de, sınıflı toplumun gerçekliğinden doğan bazı pratik sorunlara işaret etmek lazım. Günümüzün “uygarlık sistemi”nin iktidar boşluğunu kaldırmadığını düşündüğümüzde; dolayısıyla da işbirlikçi burjuvazinin kendi devlet ve iktidarı ayaktayken; kendisi devlet olmayan, iktidarı da hedeflemeyen “halkın yönetimi”nin, bu savaşı açabilmek için, önce kendisini bir şekilde tesis etmesi gerekecektir. Diyelim ki, burjuvazi ve devleti, kendisinin yanı sıra, ülkenin geneliyle ilgili söz sahibi olmak isteyen ikinci bir “yönetime” daha müsaade etti. Ve yine diyelim ki, “halkın yönetimi”, başka bir şeye değil de sadece “sınıflaştırmaya” karşı savaş açtı. Ve; “kent meclisleri yerel düşünüp, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte de demokratik tartışmalarla herhangi bir soruna [bu durumda, “sınıflaştırmaya” – A.C.] yönelik çözüm politikalarını şekillendir”diler. “En üstteki konfederal meclis, gelişen bu tartışmaları, kararları ele alıp son biçimini vererek pratik uygulamasına geç”ti dedik. Şimdi tabii bilmiyoruz, “sınıflaştırmaya” karşı savaş başlığı altında tam ne anlaşıldığını. Ama bu savaştan, “cepheden” savaş olarak söz edildiğinden, “sınıflaşma”nın kendisinin ortadan kaldırılması düşünülüyor olmalı. Fakat biz daha gerçekçi bir ihtimalden yola çıkalım; diyelim ki, demokratik tartışmalardan, açlık ve yoksullukla mücadeleye kaynak yaratmak üzere büyük kapitalistlerle büyük toprak sahiplerin gelirlerine yüzde 80 oranında vergi koyma kararı çıktı! Bu durumda, egemen sınıfın reaksiyonunu tahmin etmek zor olmasa gerek. İktidar ve devlet onun hizmetinde; zor ve baskı aygıtını bin bir demagojiyle harekete geçireceği kesin. “Halkın yönetimi”ni dağıtmakta tereddüt göstermeyecektir. “Halkın yönetimi”, bu koşullarda hala ‘iktidar/devlet bir virüs, bizim ideolojimiz reddeder bunları, devletle ilgili bir sorunumuz yok’ mu diyecek? Ne yapacak?
Bu tür hipoteze dayalı soruları çoğaltabiliriz. Ama şurası açıktır; sınıflı toplum gerçekliğinin kendisi, yani sınıflara bölünmüş ve bunların birbirleriyle mücadelesinin cereyan ettiği toplum gerçekliği bizzat, iktidar sorununu gündeme getirmektedir. İster reddedin, ister etmeyin; varlık nedeniniz ve ilan etmiş olduğunuz amaçlar doğrultusunda ciddi, dişe dokunur adımlar attığınız anda, iktidar ve devlet sorunu karşınıza dikilmektedir. Ve mesele iktidarı oldu mu, burjuvazinin hiçbir ahlak ve politikayı tanımayacağından emin olabiliriz!
Türkiye’de egemen ve iktidarda olan sınıf esasta işbirlikçi tekelci burjuvazidir (bunlara kapitalist ilişkilerin dışında bulunmayan büyük toprak sahipleri de dahil edilmelidir), devlet de onun devletidir. Bu somut koşullarda, işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarları doğrultusunda bir ekonomi ve siyasetin yaşama geçirilmesi için, burjuvazi ve devleti, son tahlilde aşılması gereken bir engel midir, değil midir? Sorun budur. Engel değildir demekle, ki DM yazarlarının söylediklerinin anlamı budur, hem kendimizi aldatmaktan, hem de emekçi kitlelerde insani toplumsal koşullara ulaşma konusunda ham hayaller yaratmaktan başka bir şey yapmış olmayız. Bu, öte yandan, belirli somut koşullarda (kapitalist toplumda), ancak o koşulların yıkılmasıyla (devletsiz-sınıfsız topluma geçiş aşamasında) gerçekleşme şansı olan adımların atılabileceği yanılgısına düşmek demektir. Ya da ‘demokratik konfederalizmin; burjuvaziyle, onun devletiyle, burjuva toplumundaki sömürüyle, yağma ve talanla bir problemi yoktur’ denilmek gerektir.
Biz, burjuvazinin ve devletinin; iktidarını ayakta tutmak, kâr ve çıkarlarını büyütmek ve savunmak için olanca gücüyle direneceğini söylüyoruz. Ve aynı şekilde, sizin; onun iktidarı altında, ama onun egemenliğinin altını oyacak bir güce, dahası onun egemenliğini anlamsızlaştıracak ve ona karşı bir zor aygıtını dahi gerektirmeyecek (!) düzeyde bir halk örgütlülüğüne, halk ekonomisine ve kurumlarına vb. tedricen ulaşmanıza seyirci kalmayacaktır diyoruz.
Kısacası, iktidar sorunu ve mevcut devletin tasfiyesi; seçenek, ret, kabul etmeme, uzak durma mevzusu değildir. Sınıflı toplum olma gerçekliğimizin dayattığı ve çözmeden program olarak belirlediklerimizi uygulama şansını sunmayan, sonuçta son derece pratik politik bir sorundur. Dolayısıyla, iktidar ve devlet, siz onu sorun olarak görmeseniz de, –tıpkı bugün olduğu gibi– o sizi sorun görüp karşınıza bir sorun olarak dikilecektir. Çünkü sizin belirlediğiniz hedefler ve bu doğrultuda yapmak istedikleriniz (“her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş”), sizin devlet ve iktidar hakkında ne düşündüğünüzden bağımsız olarak, onları, yani iktidar ve devleti, karşı saldırıya geçmeye mecbur bırakmaktadır.
Kaldı ki, sınıflı toplumda yaşıyor olmamız gerçekliği, devlet ve iktidar sorununu, yukarda ele aldığımız gibi, sadece toplumsal mücadelenin ancak belirli bir safhasında karşımıza çıkartmamaktadır. Ortada uluslararası işçi sınıfının zengin deneyimi durmaktadır. Kabul edilir ki, bu konuda da en ileri deneyim onun tarihsel deneyimleridir. Bu zengin deneyimden doğru sonuçlar çıkartmak mümkün ve gereklidir de. Kitlelerin inisiyatifinin canlılığını koruması, her ne pahasına olursa olsun girişkenliklerinin sürekli gelişmesi, öz deneyimlerine önem verilmesi, kendilerini geliştirecekleri ve daha ileriden sorumluluklar üstlenebilecekleri örgüt biçimlerinin oluşması ve örgütlerinin yaşantısında aktif yer almaları vb. vb.; bu konuda pek çok şey söylenebilir ve söylenmelidir de. Aynı şekilde bugünden, “halkı politikanın direkt içine çeken”, kendi sorunlarını sahiplenmesini, örgütlenmesini ve inisiyatifini geliştiren her türlü devrimci girişim ve çaba desteklenmeli ve ortaklaştırılmalıdır.
Fakat şu açıktır ki; ‘devlet olanlar, aynı zamanda onun tarafından ele geçirilir’ savı hareket noktası yapıldığında, “iktidar-devlet virüsleri”nden gerçekten ve temelli sakınmanın yegane güvenceli yolu, tarih sahnesine çıkmamaktır! Bizim açımızdan ama bu yol, ne önerilebilir, ne de doğrudur.

*
Toparlayalım: “Yeni ideolojik paradigma”da, birincisi; uygarlık, demokrasi, devlet, iktidar, özgürlük, hakikat, ahlak, zeka vb., bütün bu kategori ve kavramlar, tarihsel-toplumsal formasyonlarından ve asıl somut muhtevalarını buldukları maddi ilişkilerinden soyutlanarak ele alınmaktadır. Bu soyutlukta kavram ve kategoriler, formel ve  kendi başlarına, karşıtlıkları içermeksizin oluşturulmakta ve kullanılmaktadır. İkincisi; meseleye doğru ya da yanlış kategorileriyle değil de esas olarak (varoluşsal) “anlamlandırma” olarak bakıldığından, tarih de kolaylıkla bir mite dönüşmekte ya da tarih mitolojik bir dil ve kavrayışla açıklanabilmektedir. Üçüncüsü; bu yaklaşımda, farklılıklar kolaylıkla atlanabilmektedir. Ama farklılığın olmadığı yerde karşıtlık da olamayacağından, tahliller, kolaylıkla, belirli bir politik eksenin (ulusal özgürlük) perspektifiyle uyumlu bir düzleştirmeyle gerçekleşmektedir. Ve dördüncüsü, böylelikle; doğa, toplum ve tarihteki genel bağlamlılık kaybolmaktadır. Genel bağlamlılığın yitimi ise, sadece diyalektiğin “tezahürler dünyası”ndan kovulmasını değil, aynı zamanda nesnellik ve zorunluluk kategorileri “belası”ndan kurtulmayı “mümkün” kılmaktadır. Meseleler, bu durumda; “insanın” ve “zeka”nın “anlamlandırması”, “alternatif” yaratması, “etik bir seçim”de bulunması, eskinin yerine “yeni paradigma”yı oluşturması olarak belirebilmektedir.

SÜBJEKTİVİZM VE İKİ FAKTÖR
Hiç şüphesiz, Kürt ulusal hareketi gibi, bir halk hareketi düzeyine yükselmiş ve anti-emperyalist özelliklere sahip bir hareketin, bugünün koşullarında, sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplumu hedeflediğini açıklaması önemsiz değildir. Sadece bu genel hedef değil, aynı zamanda; kitlelerin örgütlenmesinin geliştirilmesini, siyasete aktif katılımlarının ilerletilmesini, onların inisiyatifini geliştirmeye açık komün, meclis vb. örgüt biçimlerini gündemine alması, bu doğrultuda ülkenin diğer demokrasi güçleriyle birlikte pratik adımlar atması vb. – bütün bunlar son derece önemli ve değerlidir. Fakat belirtilenlerin bizzat bu denli önemli olması; bunların; belirlenen hedefe varmaya hizmet edecek ve gündeme gelen pratik adımları baltalamayacak, enerji israfına yol açmayacak ve amacından saptırmayacak bir kavrayış ve anlayışla yapılmasını gerektirmektedir. Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimlerin eleştiri konusu yapılması da bu gereklilikten doğmaktadır.
Bu arada, Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimleri, tarihte ortaya çıkan ve yer yer nihilizme varan sübjektivist akımlardan ayırt eden özellikleri de göz ardı etmemek gerekir. Bu özellikler arasında öncelikle şu ikisine dikkat çekilmelidir: Birincisi, ulusal özgürlük mücadelesinin bir halk hareketi olarak nesnelliğidir. Ortada bir halkın onurlu ve büyük fedakarlıklarla gerçekleşen haklı bir mücadelesi vardır. Hiç şüphesiz, ulusal halk hareketinin bu kitlesel ve meşru varlığı; sübjektivist eğilimlerin bu mücadeleyi belirlemesini engelleyen, adeta tashih görevi gören bir faktördür.
İkincisi: Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, ezilen ulusu temsil etse de, objektif olarak Türkiye toplumunun ya da Türkiye’nin politik gerçekliğinin bir parçasıdır. Bu olguda yatılı olan ilişki, yalın olduğu kadar diyalektiktir de. Kürt halkının ulusal baskıya uğraması ve ulus gerçeğinin inkarının Türkiye’deki siyasal rejiminin (ve dolayısıyla bu rejim altında yaşayan Türkiye toplumunun) gerçekliği olması, Kürt halkının özgürlük sorununu, bu siyasal gerçekliğin şu ya da bu şekilde değiştirilip aşılmasının konusu haline getirmektedir. Belli ki, Kürt halkı bu gerçekliğe kayıtsız kalamaz, zira özgürlüğünü engellemektedir; öte yandan, başka bir halkı ezen bir ulus da özgür olamayacağından (ezen ulus olması, demokratik bir toplum olamamış olmasının göstergesidir), Türkiye halkı da bu gerçekliğe kayıtsız kalamaz. Açıktır ki, bugün Kürt halkının bu gerçekliğe kayıtsız kalmaması ve ama Türkiye toplumunun da bu gerçekliği aşmada üzerine düşeni henüz yapamaması, belirttiğimiz nesnel ilişkinin kendisini ortadan kaldırmamaktadır. Kürt halkının özgürlüğü Türkiye demokrasisinin bir sorunudur, fakat yalnızca bir sorunudur. Yani, “Kürt sorunu” olduğu için Türkiye’de bir demokrasi sorunu yoktur, tersine, Türkiye’de demokrasi sorunu olduğu için bir “Kürt sorunu” vardır.
Bu gerçeğin anlamı şudur ki, bugün Kürt halkının ana dilde eğitim ve bölgesel özerklik talebinin karşılanması dahi, demokrasi bakımından oldukça önemli bir kazanımı ifade etse de, tek başına demokrasi sorununun çözümü anlamına gelmeyecektir. Tersinden ise; genel demokrasi sorununun çözülmediği bir Türkiye’de, bu demokratik kazanımın kendisi de güvencede olmayacaktır. Ve bu güvencesizlik, Türkiye halklarını topyekun etkileyecek bir demokrasi sorunudur. Kısacası, Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimleri sınırlayan ikinci faktör de, bu diyalektik ilişkide ifadesini bulan demokrasi mücadelesinin bütünlüğü olgusu, halklarımızın ortak çıkarlarının buyurduğu sorumluluktur. Kuşkusuz, bu iki faktörün varlığı, aynı zamanda, sözü edilen sübjektivist eğilimlerin ilham kaynağı olduğu ve daha da olabileceği bir pratiğin neyi riske soktuğuna da işaret etmektedir.

“KÜRT SORUNU” VE SINIFLAR
Şunu dikkate almamız gerekiyor ki, demokrasi; soyut, sınıflar üstü ve verili toplumsal formasyonlardan bağımsız şekillenmiyor. O, toplumsal formasyonlar ve sınıflar üstü bir kategori değildir; her sınıfın ve toplumun demokrasisi somuttur. “O” demokrasi yoktur! Ve bu bakımdan, tarihte, belirli bir toplumsal formasyon ve devlet biçiminin dışında bir demokrasiyle karşılaşmıyor olmamız bir rastlantı değildir.
Fakat uzağa gitmeye gerek yok. Önümüzde somut bir sorun var. Kürt halkının ulusal özgürlük talebi, son tahlilde, burjuva çağının olağan bir demokrasi talebidir. O halde, bugünün Türkiye’sinde çeşitli sınıfların bu talep karşısındaki pozisyonlarına kabaca bir göz atmakta fayda vardır.
Anımsanacağı gibi, yazımızın birinci bölümünde, kapitalist ilişkilerin nispeten gelişmiş olduğu bir ülkede ulusal sorunun çözümünün geciktirilmiş olmasından kaynaklanan kangrenleşmenin, “Kürt sorunu”nun, başka faktörlerle birleşerek, bu ülkenin başta sosyal sorun olmak üzere temel sorunlarını nasıl kapladığına dikkat çekmiştik. Özelin geneli kaplaması olarak tanımladığımız bu spesifik durumun bir de diğer yüzüne bakalım.
Özelin geneli kaplaması ne kadar güçlü olursa olsun, sonuçta özel, genelin içindeki özel olmaktan çıkmamaktadır. Demek ki, özelin geneli kaplaması durumu, onun bu konumu nedeniyle konjonktürel bir özelliğe sahiptir. Konjonktürel olmayan, genelin özeli koşullandırmasıdır.
Bu ilişkinin Kürtlerin özgürlük mücadelesi bakımından taşıdığı anlama gelecek olursak… Ezilen bir ulus olmakla birlikte, Kürt toplumu da sınıflara bölünmüş bir toplumdur. “Kürt sorunu”nun çözümünün geçikmişliği, başka bir ifadeyle, ulusal sorunun kapitalist ilişkilerin nispeten gelişmiş olduğu bir dönemde hala varlığını sürdürmesi, öncelikle ezilen ulus bakımından şu iki önemli sonucu beraberinde getirmektedir: a) burjuvasından köylüsüne, işçisinden küçük burjuvasına kadar, ezilen ulusun sınıfları giderek daha yoğun bir biçimde nispeten (burada; İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlere göre) gelişkin kapitalist ilişkiler içerisinde yer almaktadırlar; ve b) kapitalist ilişkiler sadece bu toplumdaki sınıfsal ayrışmayı derinleştirmiyor, aynı zamanda bu sınıfların her birisinin ulusal özgürlüğün elde edilmesinin yol ve biçimi konusundaki pozisyonlarını da giderek ayrıştırmaya başlıyor; zira gelişen kapitalist ilişkiler, sınıfsal çıkarların da giderek daha fazla olgunlaşmasına neden oluyor. Ve bu, ezilen ulusun özgürlük sorunu bakımından hayati bir önem taşıyan ulusal birliğinin temellerini zorluyor.
Görüldüğü gibi, ulusal sorun ile sosyal sorunun içiçe geçmesindeki bize özgün deformasyon (ve aşağıda göreceğimiz gibi, aynı zamanda potansiyel olanak!) ülke çapında özelin geneli kaplaması olarak yaşanırken, buna neden olan aynı faktörler, ezilen ulusun toplumsal yaşamında genelin özeli kaplaması, yani ulusal özgürlük sorunun giderek sosyal sorun tarafından kaplanmasını beraberinde getirmektedir. Ulusal sorunun çözümündeki gecikmeden kaynaklı bu karakteristik durum (ya da: ulusal sorunun az çok gelişkin kapitalizm koşullarında hala çözülememiş olması olgusu), Türkiye çapında sadece her bir sınıfı şu veya bu ölçüde koşullandırmıyor, aynı zamanda ulusal sorundaki sınıf boyutunu da daha fazla belirginleştiriyor.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye burjuvazisi ve devleti tam da bu gerçekliğe dayanarak, Kürtlerin ulusal birliğini Kürt toplumunun her bir sınıfının öz çıkarlarına seslenerek, yani ulusal birliği sınıfsal/sosyal yoldan parçalamaya çalışıyor. Bunda da tümüyle başarısız olduğu söylenemez. Aksine, Türkiye’deki kapitalizmin son 20-25 yılda katettiği mesafe, onun bu yeni olmayan taktiğinin etki derecesini de büyütmüş bulunmaktadır. Ve bilindiği gibi, etki derecesindeki bu büyümeyi esasta iki yönlü değerlendirmeye çalışmaktadır. Birincisi, politik bakımdan, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerini oldukça dar bir alanda tutmak (yani kendi politik egemenliğinin alanını daraltmamak). İkincisi, ekonomik açıdan, Kürt burjuvazisini, kendisiyle rekabete girmesine olanak tanıyacak bir sermaye birikiminden yoksun bırakmak (yani pazar hakimiyetini korumak). Bu arada Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin; Kürt işçi ve emekçilerinin iş ve aş taleplerini, ulusal özgürlük taleplerinden feragat etmesine ya da bu yönlü bir mücadeleye destek vermemesi olasılığına bağlaması; daha doğrusu bu konuda hem beklenti yaratan hem de tutum değişimini teşvik eden sosyal şantaj politikası izlediği bilinmektedir.
Kürt burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu ise, kendileri için, Türkiye kapitalizminin dışında bir gelecek görmüyorlar. Kürt burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin, son derece özel uluslararası ilişkiler ve dengelerin oluşması dışında, yani bugün ve öngörülebilir bir gelecekte, kendi pazarına tümden egemen olmak üzere bağımsız ayrı bir devlet kurma iddiası yoktur. Zaten mevcut ve öngörülebilir koşullarda, sınıfsal çıkarları da bu amaçlı bir mücadeleye önderlik etmesine salık vermemektedir. Tersine: Türkiye burjuvazisiyle işbirliğini geliştirmek, onun bölge ülkeleriyle ticareti ve yatırımlarından pay kapmak, Türkiye’ye akan sıcak para ve yabancı sermaye yatırımlarından daha fazla faydalanmak – kısacası onun sınıfsal çıkarları, ulusal özgürlük sorununun, bu sınıfsal amaçlarını tehlikeye atmayacak bir şekilde çözümünü gerektirmektedir. Bununla birlikte, ulusal özgürlük sorunun bir şekilde çözümü, onun için de kesin bir şarttır. Bu sorunun kangrenleşmiş varlığı, onun gelişimini iki açıdan da, yani hem Kürt olan bir burjuva ve hem de burjuva olan bir Kürt olması itibarıyla engellemektedir. Bu durumu ve ilişkileri, onun Kürt ulusu içerisinde ulusal özgürlük konusunda neden en tavizkar sınıf olduğunu da açıklamaktadır. Öte yandan, Kürt burjuvazisiyle ilgili belirtilenler, özerkliğin onun sınıfsal çıkarlarıyla çelişen bir çözüm olmadığını da göstermektedir.
Hangi ülkeden olursa olsun, burjuvaziyi niteleyen rekabetse, işçi sınıfını niteleyen dayanışmadır. Bu bakımdan vurgulanmalıdır ki, bu bölümün başında dikkat çektiğimiz karakteristik durum, Kürt işçi, köylü ve emekçi kitleleri açısından, aynı zamanda önemli bir olanağa işaret etmektedir. Nesnel ilişkiler bakımından, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının bu sorun konusunda ortak bir tutuma sahip olmasının koşulları düne göre daha da gelişmiştir. Zira, ulusal sorunda sınıf boyutunun kendisini giderek daha fazla hissettirmesi, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin kendi ortak çıkarlarını daha net görmesinin koşullarını genişletmektedir. Bu, ulusal sorunun, Türkiye işçi sınıfının genel sosyal kurtuluş mücadelesini baltalamayacak, tersine ona ivme kazandıracak bir şekilde çözümünün sağlanması bakımından da bir olanaktır.
Bu olanağın gerçeğe dönüşmesinde en büyük sorumluluğun sınıf bilinçli Türk işçileri ve onların sendikal ve politik örgütlerinde olduğu açıktır. Sınıf bilinçli Türk işçileri, Kürt işçileriyle ortak sınıfsal çıkarlarının sözü edilen olgunlaşması olgusundan da hareketle, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesi açısından aslında bir olanak olduğu, ancak bu olanağın gerçeğe dönüşmesinin, en başta kendi bilinç ve örgütlülük düzeyini ve elbette demokrasi mücadelesini geliştirmesine bağlı olduğunu görmek zorundadır. Bunu yapmadığı ya da yapamadığı durumda; başka bir ifadeyle, Kürt ulusal özgürlük hareketinin en başta ana dilde eğitim ve bölgesel özerklik gibi son derece meşru taleplerinin karşılanmaması, dahası geriye çekilmesi veya bastırılması durumunun; sermaye ve gericiliğe moral verip onları daha da azgınlaştıracağını, demokrasi mücadelesine darbe vuracağını ve dolayısıyla başta kendi sınıfsal çıkarlarına zarar vereceğini kavramak durumundadır. Ve yine açıktır ki, onun bu konudaki mücadelesi ne kadar gelişkin olursa, Kürt işçi ve emekçilerinin de ulusal özgürlük mücadelesine işçi sınıfının damgasını vurma, yani bu sorunun demokrasi bakımından en tutarlı ve ileri bir noktadan çözme olanakları genişleyecektir. Böylesi bir durumun ülke çapındaki genel demokrasi mücadelesini daha ileri bir noktaya taşıyacağını belirtmek bile gereksizdir.
Sınıf bilinçli Kürt işçisi açısından ise bu bağlamda önem arz eden temel husus, ulusal birlik ile sınıfsal birlik arasındaki diyalektiği kendi özgüllüğünde doğru anlamak ve ona göre davranabilmektir. Bunun anlamı şudur ki; bir taraftan Kürt halkının ulusal birliğinin parçalanmasına dönük saldırılara karşı durma, ulusal özgürlük talepli mücadelede özellikle Kürt işçi ve emekçilerinin kendi örgütleriyle birlikte daha ileriden rol oynamalarını teşvik etme, ama diğer taraftan da işçi ve emekçileri kendi sosyal ve politik talepleri doğrultusundaki mücadelelerinde örgütleme, onların saflarında sınıf bilincini yayma ve sınıf kardeşleriyle ortak tutum ve hareketini geliştirme görevlerini aksatmamadır. Ulusal uyanış halindeki bir halkın işçi, köylü, gençlik ve aydınlarının daha ileri bir dünya görüşü ve mücadeleye açık olduğundan şüphe duymamak lazım.
Kısacası, ne tür bir demokrasinin gerçekleşeceği, dikkat çekmeye çalıştığımız bu son derece somut sınıf ilişkilerine ve bu ilişkiler içerisindeki sınıflardan hangisinin sonuçta üstün geleceğine bağlıdır. Demokrasi konusunda, tarihsel bakımdan olsun, şu anki somut sınıf çıkarlarının gerektirdikleri bakımından olsun, en tutarlı ve en ileri demokrasiyi işçi sınıfının ve onun doğal müttefiki olan emekçi kitlelerin temsil ettikleri, dolayısıyla öncelikle onların örgütlenmesi, inisiyatifi ve özgüvenlerinin geliştirilmesi gerektiği açık olsa gerek!

*
Sonuç olarak; Kürt halkı açısından bugün şu ya da bu devlet biçimi (sonuçta özerklik de belirli bir devlet biçimidir), somut durum bakımından gerçekçi ve bugünün aklıselim yolu olabilir. Aynı şekilde, bir ulusal hareketin, pratikte pragmatik bir politika izlemesi de anlaşılırdır. “Yeni ideolojik paradigma”nın “ret ve kabul ölçüleri”, bu bakımdan, ulusal mücadelede izlenen politikanın teorileştirilmesidir esasında. Ama sorun şu ki, “yeni ideolojik paradigma”, sadece politikadaki pragmatizmin teorileştirilmesi değil, aynı zamanda bu pragmatik teorinin evrenselleştirilmesidir. Zira iddia şudur: “Modernite-anti modernite ikileminden çıkış yolu olarak ise bir alternatif modernite biçimi olarak Abdullah Öcalan’ın tanımladığı ‘demokratik modernite’ kavramını bir çıkış yolu olarak sunduk. (…) İşte bu noktada Kürt Siyasal Hareketi artık salt bir ulusal direniş hareketi değil, direnişin ortasında ortak-varoluşu ve onun kurumlarını inşa eden bir alternatif-modernite gücüdür.”
Ne var ki, aslında Kürt sorununda savunulabilir spesifik bir çözüm yolunun bu evrenselleştirilmesi doğru değildir. Örneğin Kürtler açısından “kendisi olma”nın önemi ve anlamı ortadadır. Yüzyıllarca ezilen bir ulusun bu özlemi taşıması ve “kendisi olma”nın onun için özgürleşme anlamına gelmesi son derece açık ve anlaşılırdır. Fakat burada, “kendisi olma” ile özgürleşme arasındaki somut belirlenim atlanılmamalıdır. Zira, bir ulusun “kendisi olma”sını özgürlük konusu kılan şey, o ulusun ezilen bir ulus olması olgusudur. Ezilmeyen ulus, ulus olarak, kendisidir zaten.
Bu bakımdan, Kürt ulusunun özgürleşmesinin önündeki spesifik sorunlara bulunan yanıtları otomatikman evrensel doğrular olarak ele almamakta fayda vardır. Spesifik bir durumdaki doğru yanıt, genel ilişkiler ve sorunlar açısından gayet yetersiz kalıp yanlışlara neden olabilir, hatta bu yanlışlar özeldeki doğruyu da tehlikeye atabilir. Şu açıktır ki, ezilen bir ulusun hal ve durumları, koşulları ve ilişkileri temelinde öngörülen “özgürleşme”, “kendisi olma” ve benzeri, “insanın” “özgürleşmesi”, “kendisi olması”, “anlamlaşması”yla özdeşleştirilemez. Bunlar öylesine özdeş değildirler ki, Kürtler ulus olarak özgürleştikleri halde bile, Kürt işçisi, köylüsü vb. kendisi olarak özgürleşmiş olmaz. Kuşkusuz, bu ikisinin birbirleriyle örtüştüğü tarihsel bir süreç yaşanabilir (Türkiye işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşen bir devrimde örneğin), yaşanmaya da bilir (Türkiye’deki kapitalist sistemin varlığı koşullarında Kürtler ulusal özgürlüklerini elde edebilir). Ancak, ulusal özgürlük ile sosyal özgürlüğü baştan özdeş kılmak doğru değildir.
Kısacası, bu evrenselleştirme pek çok bakımdan sübjektivist bir anlayış üzerinden yükselmektedir. Ve gördüğümüz gibi, özellikle de devlet konusunda yanılsamalı ve bulanık bir bilince yol vermektedir. İradeci, öznel, somut gerçekliği ve bu gerçeklikteki bütünlüğü dikkat almayan tutum ve pratikler, tam da bu anlayışın yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

“21. yy. Sosyalizmi”nin Felsefesi ve Ekonomi Politiği

Dünyadaki politik gelişmeleri az çok izleyen herkesin de bildiği gibi, son birkaç yılda, özellikle Latin Amerika kıtasında bazı dikkat çekici gelişmeler yaşanmaktadır. Nitekim ABD’nin kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü ve sık sık kanlı darbe ve faşist cuntalara sahne olan bu kıtanın çeşitli ülkelerinde, birkaç yıldan beri adeta peş peşe; “halkçı”, “sol demokrat” ve “sol liberal” hükümetler ve devlet başkanları iktidara gelmektedirler. Bunların arasında, özellikle de Venezüella’daki politik-sosyal gelişmeler ve bu çerçevede kendisinden söz ettiren “21. yüzyıl sosyalizmi projesi” öne çıkmaktadır.

Latin Amerika’daki politik gelişmeler ve bunların anlamıyla ilgili dergimizde yayınlanan çeşitli makaleleri[1] gözeterek, biz, bu yazımızda, esas olarak “21. yüzyıl sosyalizmi” ve bu “proje”nin teorisyenlerinden Heinz Dieterich’in tezleri üzerinde duracağız. Ama bu konuya geçmeden önce, sosyalizmin yeniden tartışma konusu olmasıyla ilgili bir iki noktaya işaret etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

YENİDEN KONUŞULAN SOSYALİZM

Bugün görüyoruz ki, Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin 1989-91 yıllarında çökmesi ve bunun üzerine zafer naraları atan uluslararası sermayenin kendi ideologlarına örgütlettiği “sosyalizmin nihai çöküşü” propagandasının ardından 15 yıl gibi çok kısa bir süre geçmesine karşın; bir ülkenin devlet başkanı (Chavez), kazandığı seçimleri kutlamak üzere toplanan kitlelere “Yaşasın sosyalist devrim!” diyerek sesleniyor. Aynı şekilde bugün, Avrupa’nın birçok burjuva gazetesinde “neoliberalizmin artık out – sosyal olanın in” olduğuna dair tespitler yapılıyor. Veya örneğin, uluslararası sermayenin borazanlığını yapan Financial Times gazetesinin editörlerinden John Thornhill, gazetenin 28 Aralık sayısında yayınlanan 2006 değerlendirmesinde, son politik gelişmelerden yola çıkarak ve geçmişte “Marx bir daha hiç gülümseyemeyecek” diyenleri de anımsatarak, şunları söylüyor: “Öyle görünuyor ki, Avrupa’da, Marx’ın düşüncelerinin yeniden canlandırılmasına yönelik yeni girişimler karşısında, Marx yeniden tebessüme başlıyor.

Uluslararası sermayenin pervasız saldırganlığının neden olduğu toplumsal tahribatın artması oranında artan hoşnutsuzluğun yanı sıra; başta Fransa’daki 1995 genel grev ve direniş olmak üzere, 90’lı yılların ortalarından itibaren özellikle de Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan işçi eylemleri ve mücadelelerinin yarattığı genel politik etkinin düşünce dünyasında önünü açtığı “kapitalizmin eleştirisi” eğilimi, bugün yerini, “kapitalizmin dönüştürülmesi” (“transformasyon”) veya “aşılması” (“kapitalizmin ötesi”) eksenli teori ve konseptlere bırakmıştır. Dahası, gelinen yerde, artık giderek daha geniş bir coğrafyada; “Alternatif Küreselleşme”, “Dayanışmacı Ekonomi”, “Dünya Demokrasisi”, “Sosyal Avrupa”, “Bolivarcı Devrim”, “21. Yüzyıl Sosyalizmi”, “Demokratik Sosyalizm”, Özgürlükçü Sosyalizm” vb. türden tez ve teoriler ileri sürülüp savunulmaktadır.

Bütün bu eğilim, teori ve tezler; uluslararası sermayenin saldırganlığının son 15 yılda neden olduğu ekonomik ve sosyal sarsıntılarının, artan sosyal kutuplaşmalarının ve bu gelişmelerin kışkırttığı sınıf mücadelelerinin ideolojik ve politik plandaki yansımalarını oluşturmaktadırlar. Buradan da anlaşılabileceği gibi, bunlar, biten bir dönemin ideolojik yansımaları değildir. Tersine, ileriki yıllarda daha da güçlenecek olan bir eğilimin ilk belirtileridir. Dolayısıyla, bu başlangıç belirtilerinin çarpık olması, bir önceki dönemin koşulladığı ufuk sınırlılığını yeni yeni zorlaması ve haliyle bu sınırlılığın izlerini taşıması doğaldır.

Öte yandan, denilebilir ki, bu son 15 yıl zarfında, sosyalizm konusu, çeşitli sol muhalif kesim ve politik hareketler içerisinde ikinci kez gündeme gelmektedir. Birincisinde (yani 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başı), konunun kaynağını ve doğrultusunu “sosyalizmin yenilgisi” olgusu belirlerken, ikincisinde (günümüzde), tekelci kapitalizmin açmaz ve çelişkilerinin artması oranında “kapitalizme alternatif bulma” arayışları yön vermektedir. Kuşkusuz, önemsiz olmayan bu neden ve yön farklılığını saptamak gerekir, ancak bundan, “yenilgi olgusu”nun genel olarak oluşturduğu ufuk darlığının aşıldığı sonucu da çıkarılmamalıdır. Bu darlığın aşılmasının ise, öncelikle pratik bir sorun olduğu açık olsa gerek.

Ancak bu haliyle bile, yani sınıf mücadeleleri alanındaki gelişmelerle birlikte özellikle de sosyalizmin yeniden tartışılır olması, tekelci burjuvazi açısından, önemli bir ideolojik mevzinin aşınması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı açısından ise, sosyalizmin yeniden tartışma konusu olması, tersine, kesin ele geçirilmiş bir ideolojik mevzi aşamasında olmasa da, anlamını karşı tarafın ideolojik barajının çatlamasında bulan bir açılma, sıyrılmayı ifade etmektedir.

Fakat, nasıl ki burjuvazi kendi açısından sonuçlar çıkartmaktaysa, işçi sınıfının partisi ve temsilcileri de kendi sonuçlarını çıkarmak durumundadır: Bugün dile getirilen sosyalizm sıfatlı teori ve tezler, büyük oranda burjuva, küçük burjuva ve dinsel[2] sosyalizme tekabül etmektedirler. Dolayısıyla, politik planda bugün işçi sınıfının ittifak olanaklarını artıran gelişmelerin ideolojik plandaki bu yansımaları, proletaryanın, Marksist-Leninistler tarafından sürekli korunup geliştirilmeye çalışılan ideolojik ve politik bağımsızlığı sorununu daha da yakıcı hale getirmektedir. Bu görev; gerek işçi sınıfının ittifak olanaklarının heder edilmemesi, gerekse de özellikle genç işçi ve aydın kuşağının sağlam bir proleter sosyalizmi formasyonuna kavuşması bakımından hayati bir anlam taşımaktadır.

Elbette ki, idealistler gibi, gerçek hadiselerin teorik soyutlamalarını –“düşünsel işaretleri”ni– gerçekliğin kendisi olarak ele alma hatasına düşmemek gerekir. Başka bir deyişle; bugünkü koşullardaki gerçek hareketin verili şekliyle bu teorik soyutlamaların arasında bir ilişkinin olduğunu reddetmeksizin (bu ilişki var, açıklanması da tarihsel bir yaklaşımla yapılabilir); bu teorik soyutlamalarla gerçek hareketi aynı kefeye koymamak gerekir. Aksine ve daha önemlisi, gerçeklikte olup bitene bakıldığı ölçüde, hem olup bitenin gerçek niteliği ve önemi görülebilir ve hem de bu yolla bu soyutlamaların eleştirisinin zorunluluğu ve yakıcılığı. Bu görevin ise diyalektik bir ele alışı gerektirdiği ortadadır, sanırız.

Bir hususa daha dikkat çektikten sonra, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin teorisyenlerinden Heinz Dieterich’in birbirinden “orijinal” tezlerine geçebiliriz nihayet: Bugün hangi ad altında çıkarsa çıksın, proleter sosyalizmi dışındaki hemen tüm sosyalizm teori ve tezlerinin ortak özelliği, tamamıyla “yeni” ya da “farklı” (olmuş olanın tahrif edilmiş biçiminin yadsınması itibariyle “farklı”) bir sosyalizmin tasarımlanmasıdır. Bu ortak özelliğin önsel teorik dayanağı, “sosyalizmin çökmüş olması”dır. Oldukça yaygın olan bu pozitivist, sonuçtan hareket etme mantığı, sahiplerini baştan bir çıkmazla yüz yüze getirmektedir: “Yeni” ve “farklı” bir sosyalizme koşullanmışlığa rağmen, “yeni” ve “farklı” bir sosyalizm teorisini üretememe! Görülmektedir ki, sonuçtan hareket etme mantığının beraberinde getirdiği ufuk darlığıyla malul olup, kapitalist sistemin temel çelişkilerinin değişmemesi gerçeğiyle yüz yüze gelindikçe, sosyalist hareketin 150 yıllık tarihinde ortaya çıkmış teori ve tezlerin etrafında dolanılmaktan başka bir yere varılamamaktadır. Teorisyenlerinin hangi sınıfın, tabaka ve sosyal grubun pozisyonundan baktığına göre, değişim her defasında, sadece bu külliyattan yapılan ayıklanmalar veya faydalanmalarda görülmektedir.

Öte yandan ama, sözcülerinin sınıfsal perspektiflerine baktığımızda, “tasarımlanan” sosyalizmin “yeni” ve “farklı” olması koşullanmışlığının gerisinde, aynı zamanda, “proletaryanın başarısızlığı”nın cesaretlendirdiği bir küçük burjuva böbürleniciliğinin de sırıttığını görmekteyiz. Evet; küçük burjuvazi “tarihin arenası”nı boş görmektedir. Ve proletaryanın “ilkel sosyalizmi” yerine; “modern”, adı üstünde, “21. yüzyılın sosyalizmi”ni kuracaktır! Ve bu sosyalizmde; “hem eşitlik, hem özgürlük”[3], “hem katılımcı demokrasi, hem eşdeğer ekonomi”, “hem adalet, hem barış”, kısacası işçi sınıfının iktidarı ve komünizme ulaşma amacı dışında her şey olacaktır!

Bilinebileceği gibi, uluslararası planda etkisi olan ve burjuvazi açısından açıktan bir tehdit oluşturan devrimci bir işçi hareketi ortaya çıkmadığı sürece, bu mantığın ve tavrın cazibesi ve toz kaldırıcılığı tamamen kırılamayacaktır; bununla birlikte, buna karşı bugünden verilmesi gereken ideolojik ve politik mücadele, bu hareketin ortaya çıkması açısından da şüphesiz tartışmasız bir gerekliliktir.

“YENİ BİR TARİHSEL PROJE” GEREK!

Önce muhatabımızı tanıyalım. Heinz Dieterich, Türkçesi henüz yayınlanmayan “21. Yüzyılın Sosyalizmi – Küresel Kapitalizmden Sonraki Ekonomi, Toplum ve Demokrasi” adlı kitabın[4] yazarı. Kendisi, Adorno, Horkheimer ve Habermas’ın yanında sosyoloji öğrenimini görmüş bir 68’li. Almanya’nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ve namlı diğer bir 68’li olan Daniel Cohn-Bendit ile “sokak barikatlarında” omuz omuza mücadele etmiş bir “eski tüfek”. “Latin dünyası”nı yakından tanıyan Dieterich, 1977’den beri Meksika’nın başkentinde öğretim üyeliği yapıyor. Diğer bir özelliği de, Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in danışmanlarından biri olması. “Berlin Duvarı’nın yıkılmasından yaklaşık 10 yıl sonra” kaleme alıp ilkin Latin Amerika’da yayınladığını[5] söylediği kitabında, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin teorik temellerini açıklamaktadır…

Pek adetten olmayan bir şekilde biyografik bilgilerle yazarımız hakkında söz etmeye başlamamız garipsenebilir, ama görüleceği gibi, mazeretimiz var! Zira bu biyografide, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin baş teorisyenlerinden birisi olan Dieterich’in dikkatimizi çeken bir özelliğinin kaynağını görebiliyoruz. Bu özelliği şöyle özetleyebiliriz: Alman tarzı derin ve serinkanlı tahlil yeteneğiyle Latin tarzı tumturaklı ajitasyon ve belagatin bileşimi! Bu bileşimin ne denli bir ihtişama kaynaklık ettiğini tahmin edemeyenlerimiz için, yazarımızın kitabının hemen girişinde sarf ettiği şu sözlerini aktaralım:

Modern toplumun birinci yaşam devresi, sonuna doğru yaklaşıyor. İnsan türü, iki yüzyılı aşkın bir süreden beri, yani Fransız Devrimi’nden günümüze kadar, yüz yüze geldiği evrimin şu iki büyük yolunu aşıp geçti: sınai kapitalizm ile tarihsel (reel varolan) sosyalizm.

Her ikisi de insanlığın; yoksulluk, açlık, sömürü; ekonomik, cinsel ve ırkçı baskı, doğal yaşam temelinin tahribatı ve reel katılımcı demokrasinin yoksunluğu gibi acil sorunlarını çözmeyi başaramadı.

Çağımız bu nedenledir ki, iki dünya-tarihsel emarenin kendisini ortaya koymasıyla yüz yüzedir: burjuvazinin ve tarihsel proletaryanın toplumsal projelerinin tükenişi ile, mevcut burjuva uygarlığının kapitalist olmayan bir dünya toplumuna –evrensel taban demokrasisine– geçişi. (…)

İki sosyal öznenin bir buçuk yüzyıl boyunca kendi tasarımları, ütopyaları ve ordularıyla karşı karşıya geldiği tarihin arenası, bugün, dünya-tarihsel ve bilgi teorisi boyutları itibariyle boşalmıştır. Enkaz ve yığıntıların ötesinde, geleceğin büyük konturları yeniden ufukta görülmekte ve çoktandır oluş halindeki yeni uygarlık günümüzün öznel güç faktörü olarak kendisini açığa vurmaktadır.[6]

Sanırız, mazeretimiz anlaşılmıştır! Aslında doğru ve sağlıklı bir temele oturtulduğunda, bu bileşim, gayet nitelikli bir sonuç doğurabilirdi. Mesela yüzeyde olanın derinleştirilmesi, derinde olanın yüzeye çıkartılması gibi. Ancak, yukarıdaki satırlar, biyografisinin bizde doğurduğu kaygıyı haklı çıkartmış ve maalesef bu ilginç bileşimden, belirtilenin aksine bir sonuç doğmuş: Yüzeyselliğin derinleştirilmesi ve derinliğin yüzeyselleştirilmesi…

Demek öyle; “burjuvazinin ve tarihsel (!) proletaryanın toplumsal projelerinin tükenişi ile” yüz yüzeyiz. Ve onların “tarihsel projeleri”nin tükenişi nedeniyle, bize artık “yeni bir tarihsel proje” gerekmektedir. “Modernitenin ikinci aşaması”nın “tarihsel projesi”ne, yani Dieterich’in “21. yüzyıl sosyalizmi”ne gelmeden önce, ihtişamıyla ikide bir gözümüzü alan şu “toplumsal proje” veya “tarihsel proje” kavramının sırrını çözmeliyiz.

Bu husus, ilk bakışta göründüğünden daha önemlidir ve üstelik “projeciliğin” memleketimizdeki düşünce dünyasına yaygın sirayet edişi nedeniyle ayrı bir önem daha kazanmaktadır. Denilebilir ki, günümüz küçük burjuva sosyalizmi tezlerinin adeta felsefesi bu kavramda billurlaşmaktadır. Kaldı ki, Dieterich’in kendisi bizzat bunu vurgulamakta; demektedir ki: “Bu çalışmanın en önemli teorik kavramı Tarihsel Proje konseptidir.[7]

Dieterich “tarihsel proje”lerden söz ettiğinde, bazıları gibi, öyle bilir bilmez konuşmuyor; dahası, kendisinin de çok önemsediği bu kavramla, Marksizmi soyut kaldığı bir yerde somutlaştırdığını düşünüyor: “İnsanlığın gelişimindeki niteliksel sıçramalar her zaman, büyük sosyal aktörler ve sınıfların çıkarları ve bunları yaşama geçirme tarzlarının ürünü olan Tarihsel Projeler tarafından tetiklenmektedir. Tarihin seyrini, diyalektik hareketi içerisinde sürekli belirlemiş olan ve sınıflı toplumlar oldukça da sürekli belirleyecek olan birbirine karşıt Tarihsel Projelerin mücadelesidir. Bu cümle, Marx’ın, tarihin her zaman sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu doğrultusundaki dahiyane saptamasına karşı durmamakta. Tersine, onu içine almakta ve soyut olmayan bir biçimde somutlaştırmaktadır.[8]

Kuşkusuz, Marx’ın formülasyonuyla Dieterich’ınki arasında “küçük” bir fark var! Ama buna rağmen, bu “somutlaştırmayı” biraz daha somutlaştırmamız lazım.

O halde lafı dolandırmadan soralım: “Tarihsel Projeler” nelerdir? Sınıfların ideolojik ve politik programları, gelecek tasarımları, kurmak istedikleri toplumsal düzen hakkındaki fikirleri. (Dieterich şöyle formüle ediyor: “Tarihsel Projenin oluşturucu belgelerinin genel politik ve ideolojik fonksiyonu, çeşitli sınıflar ve sosyal aktörlere yeni bir dünya konseptinin bilgisini sunmak; onları ‘şimdiye kadar hiç yapılmayan’, ‘gerçekten istenilen’ hakkında, gelecek üzerine bilgilendirmektir.”)[9] Program, tasarım, fikir..; yani teorik belirleme ve öngörüler. Teori ama, kendi başına ele alındığında, somut şeylerin soyut ifadesidir. Somutun sistematik soyutlanmasıdır. Marx, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylerken, besbelli ki, soyut kavranılanı (örneğin dinsel savaşları, daha doğrusu savaşların “dinsel nedenlerle” sürdürülmesi iddiasını) somutlamış, somut ve asıl temellerine oturtmuş oluyor. Dieterich ise, “katkısı”yla, somutlananı yeniden soyutlamış oluyor. Marx, “felsefeyi dünyasallaştırırken”, o, dünyayı yeniden “felsefeselleştiriyor”!

Dieterich’in somut sınıf mücadelesini soyut “projelerin” mücadelesine dönüştürmesi, bize Marx ve Engels’in “Kutsal Aile”de Hegelci spekülatif konstrüksiyonu (kurguyu) açıklarken verdikleri meyve ve elma, armut, çilek vb. örneğini hatırlatmakta. Bu hoş örneği birlikte okuyalım:

Gerçeklikler üzerinde, elmalar, armutlar, çilekler, bademler üzerinde durarak, genel ‘meyve’ fikrini kurduğum zaman; daha da ileri giderek, gerçek meyvelerden çıkarılmış benim soyut ‘meyve’ fikrimin, benim dışımda varolan bir varlık olduğunu ve üstüne üstlük armudun, elmanın vb. gerçek özünü oluşturduğunu imgelediğim zaman –kurgusal dilde- ‘meyve’nin, gerçeklikte armudun, elmanın, bademin vb. ‘töz’ü olduğunu bildiririm. Öyleyse armut ya da elmada özsel olanın, armut ya da elma olmak olmadığını söylerim. Bu şeyler içinde özsel olan, onların gerçek, duyularca algılanabilir varlıkları değil ama benim onlardan soyutlamış ve onlara yüklemiş bulunduğum özdür, benim tasarımımın özüdür: ‘meyve’. O zaman elmanın, armudun, bademin vb., yalın varoluş biçimleri, ‘meyveninkipleri olduklarını bildiririm. Gerçi benim duyularım tarafından desteklenmiş sınırlı anlığım, bir elmayı bir armuttan ve bir armudu da bir bademden ayırdeder; ama kurgusal usum, bu duyulur ayrımın özsel olmayan ve önemsiz bir ayrım olduğunu bildirir. O elmada, armutta gördüğümün tıpkısını ve armutta da bademdekinin tıpkısını, yani ‘meyveyi’ görür. Gerçek tikel meyveler, gerçek özü ‘töz’, ‘meyve’ olan görünürdeki meyvelerden başka bir şey değildirler.[10]

Eğer Dieterich’in tezlerinin asıl özünü kavramak istiyorsak, bu alıntımızdaki konstrüksiyon örneğini yazımız boyunca göz önünde tutmamızda fayda vardır. Şimdilik, “meyve” örneğimizden yola çıkarak, Dieterich’in “katkı”sını ele alalım.

Evet; sınıflar karşı karşıya geldiklerinde, bu mücadelelerini belirli ideolojik görüş ve biçimler altında sürdürürler. Ama açıktır ki, bu doğru saptamadan, sınıfların gerçekte ideolojik nedenlerle karşı karşıya geldikleri sonucunu çıkartamayız. Çıkarttığımız vakit, ideolojilerin, bu durumda “tarihsel projelerin”, sınıfların “dışında varolan bir varlık olduğunu” söylemiş oluruz ve sınıfların tek tek mücadelelerinde esasta “projelerin” “yalın varoluş biçimleri”ni görmeye başlarız. Başka bir deyişle, Dieterich, “projelerin mücadele”sinde sınıfların mücadelesini görmek yerine, sınıfların mücadelesinde “projelerin mücadelesi”ni görüyor! Denebilir ki, ne fark eder, neticede Dieterich, sınıfları ve mücadelelerini reddetmiyor. Doğrudur, ayaklarımın üstünde durmamla, kafamın üstünde durmam arasında, “durup durmadığım” bakımından bir fark yok, ancak dünyaya nasıl baktığım açısından “küçük” bir fark olsa gerek!

Ama yazarımız burada kalmıyor, gerçekte somut şeyleri soyutladıktan ve kurgusuyla yarattığı fikrine (“tarihsel proje”) ayrı bir varlık verdikten sonra, bir de gerçek “töz”ün bu fikrinin olduğunu iddia ediyor: “tarihin seyrini”, soyut düşüncelerin, tasarımların, yani “projelerin” mücadeleleri “belirlemiş” ve “belirleyecek”tir diyor! Yani, “projeci kafa”, insanların tepe üstü yürüdüğünü iddia ediyor!

“Projeci kafa”nın dünyaya, tarihe, toplumlara genel bakış açısının sırrına az çok erdikten sonra, şimdi onun bu bakış açısından birçok şeyin nasıl göründüğü üzerinde durabiliriz. Meselelere tepe üstü bakış ister istemez bir “terslik”le maluldür ve haliyle bu durum, bu bakış açısı sahiplerinin işlerini, “meyve” örneğimizde de belirtildiği gibi, zorlaştırmaktadır.: “… gerçek meyvelerden yola çıkarak soyut ‘meyve’ tasarımını yaratmak ne kadar kolaysa, soyut ‘meyve’ fikrinden yola çıkarak gerçek meyveler yaratmak o kadar güçtür.[11]

“SOSYALİST PROJE” VEYA PROJE KONUSU YAPILAN “SOSYALİZM”

Dieterich’in Marksizme yaptığı “katkı”sının bir önceki saptamasıyla çelişmekte olduğunu, zira bir önceki alıntıda burjuvazinin ve proletaryanın “toplumsal projeleri”nin “tükenişi”nden söz ettiğini iddia edebiliriz. Öyle ya, eğer “projeler”; sınıfların, sınıf çıkarlarının ve bu çıkarları yaşama geçirme tarzlarının ürünüyse; o zaman bu sınıflar ve çıkarları var oldukça, “projeler”in de sürekli yenilenerek var olabilmesinin önündeki engel nedir? Yalandan kim ölmüş ki?! Bir “proje” eskimişse, yenisini masaya koyarsın olur biter! Nitekim projeciliğin gerçek tarihine baktığımızda, 18. yüzyılda, kont ve dükleri, şahane ama bir o kadar da olmadık projeleriyle kandıran “proje dolandırıcıları”nın da[12] peydahlandığını görürüz. Demek ki, sınıflar var oldukça “projeciler” de olacak, dolayısıyla bunların –üstelik toplumsal ve tarihsel!– “projeleri” de tükenmeyecektir. Her iki sınıfın da “toplumsal” ve “tarihsel projeleri”nin tükenebilmesi için, bunların kendilerinin ortadan kalkması lazımdır. Ki bu durumda dahi, kendileri olmamalarına rağmen “projeleri”; yankının veya uzaydaki ışığın, kaynağının kesilmesine karşın algılanıyor olması misali, bir süreliğine zihinlerde, gelenek ve kültürde varlığını devam ettirebilir.

Acaba, soruna böyle yaklaşmakla Dieterich’e bir haksızlık etmiş olmuyor muyuz? O, biraz önce, burjuvazinin ve proletaryanın “tarihsel projeleri”nin “tükenişi”nden söz ederken, bu sınıfların salt program ve tasarımlarından mı bahsediyordu? Program ve gelecek tasarımları yenilenebilir olduğuna göre, o, “tükeniş”le, esasta kapitalist ve sosyalist toplumları, sistemlerin kendisini kastetmiş olmalıdır. Yani; kapitalist düzenin bariz çelişkileri, kriz ve çıkmazları ve öte yandan “sosyalist sistemler”in çökmüş olması gerçeğidir, Dieterich’e bu “tükeniş” saptamasını yaptıran. Evet, bu nesnel gerçekliği kastetmemiş olsaydı, nasıl “tarihin arenası”nın “boşaldığı”ndan dem vurabilirdi ki?

Öyleyse o, “toplumsal proje”yi, proje olmaktan çıkarmış, gerçekliğe geri götürmüş demektir. “Toplumsal proje”, proje değildir artık, kapitalist ve sosyalist toplumdur, bu düzenlerin kendisi ve gerçekliğidir bizzat. Bu durumda da ama, o, “tarihsel projelerin mücadelesi”nin, tarihin seyrini “belirlediği” teziyle ters düşmektedir! Zira, belirtilen nesnel gerçeklikteki gelişmeler, “projelerin” “tükenişi”ni belirlemektedir.

Hangisi şimdi?

Dieterich, Marksizme yaptığı “katkı”sından vazgeçmeyecekse eğer (ki ileride işleyeceğimiz tezleri vazgeçmediğini gösteriyor), o zaman geriye şu seçenek kalıyor: Mücadeleleri tarihin seyrini belirleyen “tarihsel projelerin” “tükenişi”nin nedenleri, dışsal değil, içseldir. O zaman, yanlışlık veya terslik de, “tarihsel proje konsept”lerinin kendisindedir! Bu durumda yapılması gereken şey ortadadır: “Tarihsel proje konsept”lerinin (“tükenişi” ışığında) temelden eleştirisi ve “yeni bir tarihsel proje”nin ortaya konulması! Zaten, Dieterich’in ve bilumum küçük burjuva “sosyalistleri”nin yaptığı da, “yeni” ve “farklı” bir “sosyalizm projesi” ortaya koymak değil midir?!

Ve haliyle; sosyalizm; gerekliliği ve kaçınılmazlığının belirlenimleriyle, somut tarihsel şartlarca koşullanmışlığıyla, varolanı ortadan kaldıran “gerçek hareket”, “zorunlu uğrak” olarak kavranılmadığında; ona bir “proje” olarak bakılacaktır; ve yine haliyle; tarihsel ve nesnel olabilirliğiyle değil de “proje”deki tahayyülde olması gerektiğiyle değerlendirilecektir![13]

Sosyalizmin bir “proje” olarak kavranılması, onun, salt teorik olarak öncelenmesi değil, aynı zamanda nesnel gerçeklik, ilişki ve çelişkilerin dışında ayrı bir ülküsel varlık olarak kavranılması demektir. Marx ve Engels, hiçbir yerde, sosyalizmi veya komünizmi (sosyalizm, komünizmin birinci zorunlu aşamasıdır) bir “proje” olarak ele almamışlardır. Tam tersine, onu; olandan (kapitalizmden) zorunlu olarak çıkan; “insanın kurtuluş ve kendini onarımının gerçek uğrağı, tarihin gelecekteki gelişmesi için zorunlu uğrak[14] olarak görmüşlerdir: “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.[15]

Dieterich, her ne kadar bilimsel sosyalizmin kurucularının, “gelecekteki sosyalizmin ekonomik sisteminin, yeni devlet yapısının ve bunun taşıyıcısı kitlenin örgütüne ilişkin somut öneriyi geliştirmemeleri”ni “zamansızlık” ve “bilimsel bilgi”yle “üretici güçlerdeki ilerleme”nin o yıllardaki “gelişme düzeyinin yetersizliği”yle[16] açıklamaya çalışsa da, asıl meselenin, onun gibi “projeciler”le tam bir tezat oluşturan bir dünyaya bakış ve dünyayı görüş sorunu olduğu son derece açıktır. Nitekim Marx, daha işin başındayken, bu konudaki anlayışını Ruge’ye yazdığı mektupta şu sözlerle dile getirmiştir:

… her birimizin, yarın olacak şey üzerine hiçbir kesin düşüncesi olmadığını yakında kendi kendine itiraf etmesi gerekecek. Öyle de olsa yeni yönelimin değerini işte bu oluşturuyor: Şöyle ki, yarının dünyasını dogmatik düşünce ile öncelemiyoruz, ama tersine yeni dünyayı ancak, eskinin eleştirisi sonunda bulmak istiyoruz. Şimdiye kadar filozoflar bütün sorunların çözümünü çekmecelerinde saklıyorlardı… Eğer geleceği kurmak ve sonsuzluk için kesin planlar düzenlemek bizim işimiz değilse, bu, bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz şey her zamankinden daha açık olduğu için böyle… Us her zaman vardı, ama her zaman usayatkın biçiminde değil. Öyleyse eleştiriyi her türlü teorik ve pratik bilinç biçimine bağlamak ve gerçekliğin özel biçimlerinden kendi Olması-Gerekeni ve son varılacak yeri olarak varolan gerçekliği, gerçek gerçekliği çıkarmak olanaklı bir nitelik taşıyor…

Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgisini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz, ve özbilinç, istensin istenmesin, kazanılması gerekecek bir şeydir.[17]

Marx’tan yaptığımız alıntıyı bu kadar uzun tutmamızın nedeni, Dieterich’in bilimsel sosyalizm tanımının da bir nevi eleştirisini içeriyor olmasıdır. Sosyalizmden bir “proje” olarak söz eden Dieterich, bilimsel sosyalizmden de bir sibernetik bilim teorisi[18] olarak söz etmektedir. Bilimsel sosyalizm, bilimsel olmasına karşın, “bilim teorisi” değildir. Bilimsel sosyalizmin bir “bilim teorisi”, yani bilim hakkında teorisi olduğu söylenebilir, diyalektik materyalist bir bilgi teorisinin de olduğu gibi. Ancak bilimsel sosyalizmi “bilim teorisi” olarak tanımlamak, onu, Kantçı bilgi teorisi derekesine indirgemektir ki, bu, bilimsel sosyalizmin kısırlaştırılmasından, en hafif deyimle tahrif edilmesinden başka bir şey değildir.

Bilimsel sosyalizm, bir eylem kılavuzudur. Dolayısıyla, eylemin kılavuzdan, kılavuzun eylemden ayrıldığı yerde, bilimsel sosyalizmden söz edilemez. Bilimsel sosyalizm, dünyayı salt anlamanın, salt yorumlamanın bilimi değildir; değiştirmenin bilimidir. Teorisi ve varlık biçimi tümüyle değiştirmeye bağlandığından, “gerçek gerçeklik”ten azade ve kopuk olmayı, işlevi ve varoluşuyla bağdaştıramaz. Bağdaştırıldığında, tüm canlılığını yitirir, kendisi olmaktan çıkar. Dahası; gerçeklik, onun hareketi, çelişkileri ve öznelerinin karşısında aklı sıra özgürleşmiş sorumsuz aydının ahkam külliyatına dönüşür; ölü bir teori, salt teori haline gelir. Burada anlatılmaya çalışılan ilişkinin en yalın ifadesini, Engels’in, sosyalizmin ütopyadan bilime dönüşünü açıkladığı kitabında, bilimsel sosyalizmi “proletarya hareketinin teorik ifadesi” olarak tanımlamasında da görmekteyiz.

Ayrıca, “sibernetik” (güdüm bilimi) sıfatı da, Dieterich’in bilimsel sosyalizmi “bilim teorisi” olarak tanımlama mantığının yanlışlığını değiştirmiyor. Dahası, özürü (sibernetik) kabahatinden büyük! Zira bu sıfat, burada, sıfatı olduğu “bilim teorisi”nin; toplumun (sınıfların) güdülme veya yönlendirilmesine dayanan “bilim teorisi” olduğu anlamına geliyor sadece. Buradaki ilişki, bu “bilim teorisi”nin; anlamını, yönlendirmenin gerekliliğinde ve yönlendirilmesi gerekenin varlığının sürmesinde bulduğuna işaret ediyor. Bu anlamın, bilimsel sosyalizm açısından kabul edilemezliği ortada. Fakat doğru saydığımızda dahi, bilimsel sosyalizmin pratikten ayrı bir teori olarak varlığının mutlaklaştırılmasını öngörür. Oysa, bilimsel sosyalizm, bu bakımdan, tam da “yönlendirme”nin gereksizleştirilmesini, somut söyleyecek olursak, işçi sınıfının kendisi için bir sınıf, işçinin de sınıf bilinçli işçi haline gelmesini amaçlar. Çünkü ona göre, işçi sınıfının kurtuluşu kendi kollarının eseri olabilir ancak…

Kısacası; Marx ve Engels, “sosyalist projeler” tasarlamadıkları gibi, bu tür doktrinciliğe de bizzat karşı çıkmışlardır. Zamanları olmadığı veya hayal güçleri yetmediğinden değil, komünizmi (sosyalizmi) mevcut kapitalist sisteme son verecek “gerçek hareket olarak gördükleri için asla doktrinciliğe düşmemişlerdir.

Bununla birlikte, Marx ve Engels, komünizmin (sosyalizmin) temel ilkeleri ve niteliklerini çok açık ve net ortaya koymayı da ihmal etmemişlerdir (Dieterich’in harikulade “eşdeğer ekonomisi” tezini ele alacağımız yerde, bu ilkelerden bazılarına değineceğiz.). Ancak bu ilkeleri de, “hazırlop bir sistem çıkarmak” üzere ortaya koymamışlardır. Bu tür bir davranış, hiç şüphesiz, en başta, onların değiştirmek için uğraştıkları dünyaya, hayata, “gerçek gerçekliğe” bakışlarına ters düşerdi.

VE İŞTE HAKİKAT!

Gelgelelim Dieterich, hayata, tarihe, toplumlara tepe üstü bakmakta ısrarlı. “Projenin teorik durgunluğa” girmesi nedeniyle, bugüne, 21. yüzyıla, yönlendirici bir şeyin geriye bırakılmamış olmasından yola çıkarak, “serinkanlılıkla tasarlanmış teorik gelecek”ten[19] dem vuruyor!

Serinkanlılıkla okuyalım o zaman, 21. yüzyılımızın yeni hakikatini:

Geçmiş zamanların savunucuları bugün artık kendi büyük tarihsel deneylerinin enkazı karşısında durduklarından, tarih, modernitenin ikinci aşamasına yeşil ışık yakıyor. Bu aşamaya, öncellerinin üstesinden gelemedikleri görevleri çözmek düşüyor: Postkapitalist uygarlığın yeni gerçekliğinin dört temel kurumunun inşasını:

1. kullanım değeri ve değer teorisine dayanan, piyasa ekonomisi olmayan ve dolaysız değer yaratıcıları tarafından demokratik şekilde biçimlendirilen eşdeğer ekonomisini;

2. temel toplam toplumsal sorunlarda halk oylamasına dayanan çokluk-demokrasisini;

3. azınlıkların koruyuculuğunu yeterli düzeyde içeren ve genel çıkarların temsilcisi olarak taban demokrasisine dayalı devleti ve

4. eleştirel-sorumlu özneyi; rasyonel, etik ve estetik bakımdan bağımsız yurttaşı.

Eşdeğer ekonomi”, “katılımcı demokrasi”, “sınıf devleti olmayan devlet” ve “eleştirel-rasyonel, etik ve estetik özne”; “Yeni Tarihsel Proje”mizin, “teorik geleceği”mizin köşe taşları işte bunlar…

Şimdi, “teorik gelecek” serinkanlılıkla tasarlandığında, bunun, mutlaka dün ve bugünle ilgili belirli öncülleri vardır. Ancak, tepe üstü duruşun en azından bizim açımızdan oluşturduğu terslik, bunlara ihtiyatlı yaklaşmamızı salık vermektedir. Dolayısıyla, “eşdeğer ekonomisi”ne gelmeden önce, ilk işimiz bu öncülleri gözden geçirmek olmalıdır.[20]

Bu öncüllerden bazıları, Dieterich’in ve onun övgüyle bahsettiği ve sık sık alıntılar yaptığı “eşdeğer ekonomisi” teorisyenlerinden Arno Peters’in ekonominin tarihini altüst eden keşiflerinden meydana geliyor. Özetleyelim bunları: Yerleşik topluma geçilmesiyle birlikte ürünlerin takasından ticaretine geçiliyor, bununla birlikte de, tüccarlar ve meslekten savaşçılar çıkıyor. 5.000 yıl öncesinde, “eşdeğerlerin değişimi”ne dayanan ekonominin yerine “ulusal pazar ekonomisi” geçiyor. Bu ekonomi, ekonomiyi Chrematistike (krematistik), yani para kazanmanın iş edinilmesine dönüştürerek “bozuşması”na yol açıyor. Ticaret ve toprağın özel ellere geçmesi; insanın insan hizmetine sokulmasını, eşitlerin arasındaki eski dayanışmanın yıkılıp, yerine, efendi ile hizmetçi arasındaki emir ve itaatin geçmesine neden oluyor.

Başka bir deyişle, ekonominin tarihi iki “ilkel tip”e bölünüyor: “İnsanlığın ekonomi tarihinin başından beri 800 bin yıl boyunca yaşadığı eşdeğer ekonomi ve yaklaşık 6 bin yıldan beri süregelen eşdeğer olmayan ekonomi. Yazarlarımız; “ekonominin ilk teorisyeni” Aristoteles’e başvurarak, onun ekonomiye dahil etmeyip kınadığı; Sokrates’in de “ticaret ve borç para vermeye” dayandığını söyleyip yegane amacının para kazanmak olduğunu belirttiği Chrematistiki bütün kötülük ve adaletsizliklerin ana kaynağı olarak ileri sürüyorlar. Beş bin yıllık tarihin temel çizgisi diyorlar, “lokal ekonominin ulusal ekonomiye dönüşmesinin” beraberinde getirdiği servet ve iktidar hırsıdır.[21]

Dieterich burada kalmıyor, içeriği gerçi yine de farklı olmayan daha teorik bir gerekçelendirmeyle “taçlandırıyor” tezini: Mücadeleleri tarihin seyrini “belirleyen” her bir “Tarihsel Proje”nin “tayin edici varlık nedeni” diyor dostumuz, “son tahlilde, ekonomik artı-ürüne el koyma mücadelesi”dir. “Neolitik dönemden beri, insanal toplumun evrim dinamiği, artı-emeğe veya onun cisimleşmiş biçimleri olan artı-ürüne ya da artı-değere el koyma, daha doğrusu onun bölüşümü uğruna verilen sosyal mücadeleler tarafından belirlenmiştir. Bu çelişki, denilebilir ki, sınıflı toplumun enerji merkezidir, güneşteki hidrojenin helyuma dönüşmesinin toplumsal benzeşimidir.” Türkçesi: Sınıflar mücadele ediyorlar, ama ne için mücadele ediyorlar, “mücadelelerinin nesnesi” veya “ganimeti” ne diye soruyor yazarımız, ve yanıtlıyor: “artı-emek, artı-ürün, artı-değer”.[22]

Peki, soruna böylesine sonuçtan bakarak doğruyu yanlışa bağlayan birisi, ne sonuç çıkarabilir bu saptamasından? “Sınıflı toplumun enerji merkezi” buysa, “bu çelişki”yse, o zaman, çözümünün de ne olduğu bellidir: emekteki, üründeki, değerdeki “artı”yı kaldıralım ve yerine bu “artı”nın artık olamayacağı bir ekonomi, tüm ürün ve değerlerin eşdeğerleriyle değiştirildiği bir “eşdeğer ekonomisi”ni geçirelim!

Üretim tarzı, üretim ilişkisi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet … bütün bunların bir önemi yok! Mesele artı-ürünün/artı-değerin paylaşımı sorunuysa, “artı”nın olamayacağı bir paylaşım sağlayarak, sınıflı toplumun bütün “adaletsizlik”lerine bir son verebiliriz! Nitekim Dieterich’in teorisyeni Peters, kendisiyle yapılan bir röportajda, “öyle görünüyor ki, eşdeğerlilik ilkesinin gerçekleşmesi bakımından üretim araçlarının mülkiyet biçiminin pek büyük bir önemi bulunmuyor. Doğru mu bu?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Bu doğrudur. Eşdeğer ekonomisi pazar ekonomisini aştığı oranda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kârın yok olmasıyla kendi temelini kaybediyor; kendi kendini ortadan kaldırıyor.[23]

Önce, karşımızdaki bu yaklaşımın “mantığını” anlamaya çalışalım. Sonuçtan hareket etme neye tekabül etmektedir? Görünür hale geleni görmekle yetinmeye. Bununla yetinen, neyin nasıl o şeyi oluşturup görünür hale getirdiğini bilmez henüz, Dieterich gibi, öyle bir şeyi sorun da etmiyorsa, bilemez de. Neyin, nasıl oluştuğunu bilmemek, o şeyin ilişkilerini ve hareketini bilmemektir. Bir şeyin kendi ilişkilerini ve hareketini bilmemek ise, aslında o şeyi bilmemektir. Dolayısıyla, salt sonucu gören; o şeyin neyin sonucu ve nasıl sonucu olduğunu bilmediği gibi, sonuç olduğunu dahi bilmez. Oysa, Hegel’in de dediği gibi, sonuç, gerçekliğin, arkasında bıraktığı leştir! Sonuç, ancak “oluşumuyla birlikte” “gerçek bütündür”. Sonucu, oluşumundan ayırma ve onun neyin sonucu olduğunu görmeme yaklaşımı, insanı, bırakalım teorik sorunları, gündelik hayatta bile çok hazin durumlarla yüz yüze bırakabilir! Örneğin insanlar sevinçten de ağlar, hüzünden de; demek ki, ağlanıyor olunmasının bilgisi, tek başına pek bir şey ifade etmez!

O zaman burada sorulması gereken ve yaptığımız alıntılarda da yanıtlanmayan soru şudur: Bu “artı” neden kavga ve paylaşım konusu oluyor? Nasıl oluyor da, paylaşım öyle değil de böyle oluyor? Öyle ya, “insanal toplumun” “neolitik dönemden” çıkıp artı-ürün elde etme aşamasına gelmesi, büyük bir gelişme olmasına karşın, neden kavgalara yol açıyor? Teorisyen diyor ki, tüccarlar çıktı ve bunlar işi para kazanmaya döktüler! İyi de; tüccarı, tüccarlık yapmakla eleştirmek, “insanal toplumun” “teorik geleceği”ni ne derece ileri götürebilir?

Üretim, paylaşımdan önce gelmiyor mu? Veya tersinden: Ürünün “adaletsiz” ve “eşdeğer olmayan” paylaşımından önce, üretim araçlarının paylaşımının “adaletsizliği” gelmesi gerekmez mi? Bölüşüm tarzı üretim tarzından ayrılabilir mi? Ayrılamazsa, ki ayrılamaz, her üretim tarzının kendine özgün bölüşüm tarzı var demektir. Hayır, üretim tarzı bölüşüm tarzına tekabül eder demek ise, ya bölüşümün üretimden önce geldiği saçmalığını iddia etmek olur, ya da bu gerçek reddedilmeyecekse, üretim araçlarının belirli bir paylaşımından belirli bir üretim tarzının çıktığını söylemeye varır ki, başlangıç sorumuza geri dönmekten başka bir şey elde etmiş olmayız. Kısacası, eğer bölüşümün üretimden sonra geldiği, tersinin de mümkün olmadığı açık ise, o zaman, her bölüşüm tarzının, belirli bir üretim tarzına tekabül ettiği; ki bu durumda da tayin edici olanın –ve elbette bir toplumda bölüşüm tarzının oynayabileceği rolün mutlak sınırlarını da belirleyenin– üretim tarzı ve bu tarzın kendisine has üretim ilişkilerinin olduğu kabullenilmek zorundadır.

Öte yandan; “adalet”ten yalnızca “adalet” ve “adaletsizlik”ten de yalnızca “adaletsizlik” mi doğar? Öyleyse eğer, nasıl oluyor da, “adaletli” “eşdeğer ekonomisi”nden “adaletsiz” “eşdeğer olmayan ekonomi” çıkıyor? Demek ki, paylaşımı “adaletli” bir ekonomiden paylaşımı “adaletsiz” bir ekonomi çıkabilmişse, “adaletin” (adil paylaşımının) ötesinde aranması ve sorgulanması gereken şeyler var!

Diyor ki Dieterich: “İkiyüz yıldan beri Chrematistik, sınai ve daha sonraları sibernetik kapitalizm biçimi altında, durmaksızın üretici güçleri ve sosyal ilişkileri devrimcileştirdi.[24] “Meyve” örneğimizi hatırlamamak mümkün değil, “Chrematistik” (meyve), şimdi gerçek “elma, armut ve bademleri” yaratmaya yelteniyor! Ama daha önceleri neden “Chrematistik”ten “sınai ve sibernetik kapitalizm” çıkmamış? “Para kazanmak”sa (yani nasıl üretildiğinden bağımsız artı-ürün ve onun “adaletsiz” paylaşımıysa) bütün mesele, tüccar ve tefeci için “üretici güçlerin” altüst edilmesi, geliştirilmesi neden (bir kapitalist açısından olduğu gibi) bir zorunluluk, “ölüm kalım meselesi” haline gelsin?

Şu kesin ki, “Chrematistik”i esas alarak ekonominin gerçek tarihini açıklayamıyoruz. Açıklayamayız da, çünkü, adeta, “gerçekliğin arkasında bıraktığı leş”ten bilgi edinmeye çalışıyoruz!

“Chrematistik”in esas alınması, artı-ürünün adil paylaşılmamasının asıl sorun olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, artı-ürünün paylaşım şeklini de belirleyen onun nasıl ve hangi ilişkiler içerisinde üretildiğidir. Köleci toplumda da, feodal toplumda da, kapitalist toplumda da artı-ürün vardır, ama kabul edilir ki, bunun üretiliş şekli ve ilişkileri birbirleriyle adamakıllı farklıdır.

Öte yandan, artı-ürünün üretiliş şekli ve ilişkileri, sadece paylaşımını değiştirmez, toplumsal ilişkileri de değiştirir; toplumlar, üretimin tarzı ve ilişkileri itibariyle birbirinden ayırdedilebilirler. Demek oluyor ki, artı-ürünün “adaletsiz” paylaşımından yola çıktığımızda, bu toplumları birbirinden ayırdedemeyiz. Bunu yapamadığımız gibi, artı-ürünün, ona el koyanlarca, bir toplumda neden büyük oranda tüketildiğini, diğerinde bir kısmının neden yeniden üretimin sermayesi haline getirildiğini de anlayamayız.

Bütün çağlarda, tüketim maddelerinin dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtılış tarzının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtılış, üretim tarzının kendisinin bir niteliğidir.” (Marx)[25] Dolayısıyla, üretim ilişkileri ve tarzını değiştirmeksizin, salt paylaşımı sorun görüp bunu “adil” kılarak, pek bir şey değiştirmiş olmayız. Veya tersinden: asıl sorunu paylaşım sorunu olarak gördüğümüzde dahi, yani mevcut paylaşım ilişkilerini gerçekten niteliksel olarak değiştirmek istediğimizde dahi, üretim tarzını ve ilişkilerini değiştirmemiz gerekmektedir. Zira paylaşım ilişkileri, üretim ilişkilerinin başka bir görüngü biçiminden farklı bir şey değildir. Ama gördük ki, Dieterich, ne mevcut paylaşım ilişkilerini değiştirmek için kapitalist üretim ilişkilerini değiştirmeyi gerekli görmekte, ne de mevcut kapitalist üretim ilişkilerini değiştirerek paylaşım ilişkilerini değiştirmeyi amaçlamaktadır. Kapitalist üretim tarzını “Chrematistik”e indirgemenin, ekonomi politiği bayağılaştırmak olduğu ortadadır sanırız.

Bir de, bu “Chrematistik”in ekonomi politik öncüllerine bakalım. “Eşdeğer ekonominin” üzerinde yükseldiği postulat, günümüz kapitalizminin de “eşdeğer olmayan ekonomi”ye dayanmasıdır. İddia şudur: metaların, gerçek değerleriyle değişimi gerçekleşmemektedir. Metalar, fiyatları temelinde değişilmekte; fakat fiyatlar, metaların içerdiği gerçek değeri yansıtmamakta, aksine fiyatlar, iddia edildiği gibi, arz ve talep üzerinden değil, adeta keyfiyetle, güç ile belirlenmektedir!

Chrematistikte” diyor Dieterich, “bir metanın fiyatı esas olarak, fiyat oluşumuna katılan ekonomik unsurların gücü üzerinden belirlenmektedir.[26] Başka bir yerde de, “burjuva ekonomisindeki fiyatların”, “anti-demokratik bir tarzda güç üstünlüğüyle, çoğu kez keyfi bir biçimde koyulduğu”ndan söz etmektedir.[27]

“Eşdeğer ekonomi”, değer yasasına, daha somut söyleyecek olursak, Ricardo’nun emek değer teorisine dayandırılmaktadır. Bilindiği gibi, bu teoriye göre, metaların değerini belirleyen içerdikleri emek zamanıdır. Dieterich’e göre, “Chrematistik” derekesine düşürdüğü kapitalizmde, bu yasa, her gün ve her adım başı ihlal edilmekte, zira metaların fiyatlarıyla gerçek değerleri birbirine tekabül etmemekte, fiyatlar “çoğu kez keyfi biçimde” ve ekonomik “güç üzerinden belirlenmekte”dir. Sonuç olarak, metalar gerçek değerlerinin üzerinde satılmakta; bu ekonomik “gerçeklik”, bölüşüm “adaletsizliği”ni ve “para kazanmayı iş edinme”yi ayakta tutmaktadır!

Bu tez insana, “deveye sormuşlar …” hikayesini hatırlatıyor. Üstelik Marx gibi bir dahinin “Kapital” gibi eşsiz bir eseri bizlere bırakmasından sonra, hâlâ birilerin bu denli saçmalıkları savunması gerçekten şaşılacak bir durum. Uzatmanın bir gereği yok, sadece şu kadarını belirtelim: Tek tek metaların gerçek değerleriyle, tek tek fiyatları birbirine tekabül etmeyebilir. Ancak bu tekabüliyetsizlikten birilerinin kazançlı çıkabilmesi için, genelde birbirine tekabül etmesi bir zorunluluk değil midir? Zira, tersi durumda, yani genelde tekabül etmediğinde, gücüyle tekil metaya koyduğu değerinin üstündeki fiyattan elde ettiği artıyı başka bir yerde zorunlu olarak kaybedecektir. Bu demektir ki, artı yapanlar, yani metaları değerlerinin üstünde fiyatlandıranlar açısından, değer yasası fiiliyatta işliyor olmalıdır ki, artı kazançlarının bir anlamı olsun. Kaldı ki, değer ile fiyat arasındaki tekil tekabüliyetsizlik sadece mümkün değil, bilinmeyen bir pazar ve rekabet koşullarında gerçekleşen bir üretim tarzında en doğal olanıdır da zaten. Elbette, burada tekil tekabüliyetsizlikten genel tekabüliyetsizliği çıkarsamak kolaydır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zira, “fiyatların meta değerlerinden bu sürekli sapması, meta değerlerinin varolmasını sağlayan biricik gerekli koşuldur. Ancak rekabetteki dalgalanmalar ve bunun sonucu meta fiyatlarındaki dalgalanmalar sayesindedir ki, meta üretiminin değer yasası kendisini ortaya kor ve meta değerinin toplumsal olarak gerekli emek-zamanı ile belirlenmesi bir gerçek haline gelir. Böylece, değerin kendini ortaya koyma biçimi olan fiyatın, kural olarak, ortaya koyduğu değerden farklı bir yön taşıması, değerin, birçok toplumsal ilişki ile birlikte paylaştığı bir yazgıdır.[28]

Açıktır ki, tekelci kapitalizmde, tekel olgusunun mümkün kıldığı tekel fiyatları gerçeği de, değer yasasının yukarda özetlenen işleyişini özünde değiştirmemektedir. Tekel fiyatları, tekel olgusunun verdiği güce dayanır. Ancak tekel, rekabeti tümden ortadan kaldıramaz, tersine tekel, bir anlamıyla rekabetin yoğunlaşması demektir. Tekel fiyatları, her ne kadar fiyatların meta değerlerinden sapmasının büyümesini ifade etse de (tekel fiyatı, açıktan değerin üstünde fiyatlandırmadır), verili toplam toplumsal değerin mutlak sınırlarını değiştiremez; zira birilerinin pastadan daha büyük pay kapması o pastanın hacmini değiştirmez. Tekel de olsa, verili üretim ilişkileri içerisinde değer yasasını ortadan kaldıramaz; başka bir deyişle, ekonomik “gücün ve “keyfiyetin” de, burada, değer yasasınca konulan mutlak sınırları vardır. Zaten, kapitalizmin emperyalist aşamasının da esprisi bu ya: Örneğin serbest rekabetten tekel doğar, bu tekel dönüp rekabeti daha da yoğunlaştırır; oysa tekel, rekabetin karşıtıdır; tekelci rekabet aslında birbirini dışlayanın birleşmesidir; tekelci kapitalizm, bu yönüyle, kapitalizmin tüm temel çelişkilerinin özel ve daha ileri bir düzeyde keskinleşmesi, daha da ağırlaşması demektir. Lenin boşuna, tekelci kapitalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak tanımlamamıştı…

“21. YÜZYIL SOSYALİZMİ”NİN EKONOMİ POLİTİĞİ: “EŞDEĞER EKONOMİSİ”

Bu son bölümde, yazarımız açısından bir açmazla karşı karşıyayız: “Eşdeğer ekonomisi”, gerekliliğini “eşdeğer olmayan ekonomi”den çıkarsamaktaydı. Ancak, Dieterich’in bu gayeyle teorisini üzerine inşa ettiği öncülleri yanlış çıktı. Dahası, “eşdeğer olmayan ekonominin” aslında “eşdeğer ekonomi” olduğu anlaşıldı. “21. yüzyılın sosyalizmi”ni bu çürük çıkan temeller üzerinde nasıl inşa edeceğiz?

Ama abartmanın bir gereği yok. Neticede, tartıştığımız, salt bir “proje”dir! Ve tasarım üzerinde oynanabilir. O zaman, şimdiye kadar belirttiklerimizi, bir süreliğine bir tarafa bırakalım ve Dieterich’in “Tarihsel Projesi”ni gerçekleştirmesi durumunda ne tür bir şeyin ortaya çıkacağına bakalım…

Postulat: sosyalistler olarak “adil bir ekonomi”; burjuva ekonomisinden “daha adil, daha demokratik ve daha ahlaki bir ekonomi” inşa etmek istiyormuşuz![29] Çünkü, “sosyalizmin temel talepleri, a) sosyal adalet ve b) reel katılımcı demokrasi” imiş![30]

Bu postulattan sosyalizmin ekonomisiyle ilgili çıkan sonuç: “Ürünlerin nesnel değerini saptama zorunluluğu sosyalizmin olmazsa olmazıdır.[31]

Denilmekte ki, sosyalizmin ekonomisi “adil paylaşıma” dayanan ekonomidir, “adil ekonomiyi” gerçekleştirebilmek için, yaratılan değerlerin “eşdeğer değişimi”ni sağlamamız gerekir, bunu yapabilmek için de “ürünlerin nesnel değerini saptama”lıyız! Bu teknik saptamayı mümkün kılarak, “katılımcı demokrasi”nin denetleyici ve biçimlendirici rolüyle birlikte “eşdeğer ekonomiye” geçmiş olacağız!

Şöyle ki: tüm ürün ve değerler, kesin bir şekilde eşdeğeriyle değiştirilecek! Böylelikle, her bir emekçi, emeğiyle ürünlere kattığı değer oranında ücret alabilecek. Ne kadar değer katmışsa, o kadar, yaratılan toplam üründen kendi payını alacak. Sömürü de bu şekilde ortadan kalkacak; zira, her şey eşdeğeriyle değiştirildiğinden, kâr yapmak, artı-kazanç elde etmek olanaksızlaşacak. Bu durumda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin de bir anlamı kalmayacak, özel mülkiyet kendi kendisini ortadan kaldıracak!

Fakat öyle görünüyor ki, bay Dieterich, 20. yüzyılda işçi sınıfının kurduğu sosyalist toplumları kitabı boyunca karalamaktan, 21. yüzyılın “sosyalist projesi” üzerine yeterince düşünme fırsatı bulamamış! Diyebilirdik ki, bu “sosyalizmin” bizim bildiğimiz sosyalizmle hiçbir ilgisi ve alakası yok. Ama biliyoruz ki, bu argümanın Dieterich gibileri için bir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira onlar, zaten “farklı” ve “yeni” bir “sosyalizm” tasarlıyorlar. O halde, buradaki sorun, ancak, ileri sürülenin sosyalizm adını hak edip etmediği temelinde tartışılabilir…

Gördük ki, bu “yeni sosyalizm”in, temelleri çürük de olsa, iki ana postulatı var: 1. “eşitlik”; 2. “eşdeğer değişim”.

“Eşitlik” meselesini ele alacak olursak. Bir kere; “eşitlik”, “adil paylaşım” meselesi, sosyalist bir toplumun amaçladığı değil, kapitalizmin bağrından çıkıp gelmiş bir toplum olması gerçekliği itibariyle mecburen, zorunlu olarak dikkate alınması gereken; dahası, ütopik bir konstrüksiyon olmayacaksa eğer, kaçınılmaz olarak hesaba katılması gereken bir meseledir. İnsanlar gibi, toplumlar da somuttur. Komünizme ulaşmayı amaçlasa da, bu yoluna, kapitalist toplumdan çıkarak, yani “bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan” (Marx) bir toplum olarak, mecburen ilkin “herkesin emeğine göre” ilkesini uygulamak durumundadır (ki bunu da, aşağıda göreceğimiz gibi, “gerekli indirimleri” yaptıktan sonra uygulamaktadır). Marx, sosyalizmdeki bu “eşit hak”tan, bu nedenle, “kusurlar” olarak söz eder ve vurgular: “Ama bu gibi kusurlar uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmaz şeylerdir.[32] Ve bu toplum, burada tanıdığı tam eşitlik sağlayamayan eşitliği (bireyler fiziki ve zihinsel yetenekleri ve ihtiyaçları bakımından farklıdırlar çünkü), ancak tanımasını gerektirmeyeceği koşulları (örneğin “bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırdığı” koşulları) yaratarak ve böylece bu “eşitliği” aşmış olarak komünizme ulaşabilecektir.

Marx’ın vurguladığı gibi, “dağıtımı üretim tarzından bağımsız bir şey sayma ve bu yüzden de sosyalizmin özünde dağıtım çevresinde dönüp dolaştığını hayal etme adeti”, “vülger sosyalizm”in “burjuva iktisatçılarından” “miras almış” olduğu bir şeydir.[33] Ancak göründüğü gibi, gerek Dieterich’te ve gerekse sol piyasada bu “miras”a yeniden yaslanma eğilimi belirmiş bulunmaktadır. (Örneğin, “ÖDP 21. yüzyıl sosyalizminin partisidir[34] diyen ÖDP eski Genel Başkanı Kozanoğlu’na göre; “eşitlikle özgürlüğün solun iki temel değeri olduğunun vurgulanması bugün her zamankinden fazla önem taşıyor.)[35]

Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin tezlerinde merkezi bir anlam taşıyan “eşitlik”, “eşit paylaşım” ve “eşdeğer değerlerin değişimi” mevzusunun gerisindeki zihniyeti anlamak bakımından, Marx’ın, Alman İşçi Partisi’nin program taslağındaki “emeğin ürünü, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir” önermesine getirdiği sert eleştiriyi burada hatırlatmakta fayda var. Nitekim bilindiği gibi, Marx orada, “emeğin ürünü” ve onun tümünün “adil paylaşımı”yla ilgili Lassalle’ci görüşleri yerden yere vurmuş; üretim araçlarının ortak mülkiyet olduğu ve kolektif emeğin topluluk tarafından düzenlendiği bir toplumda, burjuva hukukuna dayanan Lassale’ci ‘emeğin tüm ürününü’ ve “adil paylaşım” deyiminin “içi kof” olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan, sosyalist bir toplumda, yaratılan toplumsal üründen belli başlı çıkarmaların zorunlu olduğuna dikkat çekmiştir:

Eğer biz ‘emeğin ürünü’nü (Arbeitsertrag), emek tarafından yaratılan nesne anlamında (Produkt der Arbeit) alırsak, o halde, topluluğun emeğinin ürünü, ‘toplumsal ürünü’nün tamamıdır (das gesellschaftliche Gesamtprodukt).

Bundan şunlar çıkarılmalıdır:

Birincisi: yıpranan üretim araçlarının yenilenmesine ayrılan bir fon;

İkincisi: üretimi artırmak için bir ek bölüm;

Üçüncüsü: kazalara karşı, doğal olaylardan vb. ileri gelen aksamalara karşı güvence ya da yedek bir fon.

Büyüklüğü, “kısmen, söz konusu araçların ve güçlerin durumundan, olasılıklar hesabı yardımıyla belirlenecek olan payın, ‘emeğin tüm ürünü’ üzerinden çıkarılması, ekonomik bir zorunluluktur; her ne olursa olsun, bunlar hiçbir biçimde eşitlik ve adalet temeli üzerinde hesaplanamaz.

Geriye toplam ürünün tüketime sunulacak olan öteki kısmı kalıyor.

Ama bireyler arasında paylaşmaya gidilmeden önce, başka çıkarmalar da yapılmalıdır:

Birincisi: üretimden bağımsız olan yönetimin genel giderleri...

İkincisi: topluluğun gereksinimlerini karşılamaya ayrılanlar: okul, sağlık kurumları vb…

Üçüncüsü: çalışmayanların vb. geçimi için gerekli fonlar, yani bugün resmi kamu yardımı olarak adlandırılanların kapsamına girenler.

Ancak, o zaman, Lassale’ın etkisindeki programın sınırlı bir tarzda gözönünde tuttuğu ‘paylaşmaya’ varmış oluruz, yani tüketim nesnelerinin ortaklığın üreticileri arasında bireysel olarak üleşilecek olan kısmına varmış oluruz.

Her ne kadar üreticiden birey olarak alınan, toplumun üyesi olarak doğrudan ya da dolaylı bir biçimde kendisine geri veriliyorsa da, ‘emeğin tüm ürünü’ daha şimdiden gizlice ‘ürünün bir kısmına’ dönüşmüş bulunmaktadır.

Tıpkı ‘emeğin tüm ürünü’ terimi dağılıp yok olduğu gibi, aynı biçimde, genel olarak ‘emeğin ürünü’ terimi de dağılıp yok olacaktır.

Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa bir toplumsal düzen içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler; aynı biçimde, ürünlerin içerdiği emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı gerçek bir nitelik olarak görünmez, çünkü artık, .. bireyin emekleri, dolambaçlı bir yol izleyerek değil, doğrudan, topluluğun emeğinin bir parçası haline gelmektedir. Tuhaflığından ötürü bugün bile yersiz bulunabilen ‘emeğin ürünü’ deyimi, böylelikle bütün anlamını yitirmiş olmaktadır.[36]

Görülüyor ki, “adil paylaşım”, sosyalizmin olmazsa olmazı değildir. “Adil paylaşım” talebinin aynen uygulanması, toplumun ve ihtiyaçlarının yadsınmasını zorunlu kılar. Burjuva eşitlik hukukunu aynen devraldığı için; toplumu bireyin, bireyi de toplumun karşısına diker. “Adil paylaşım” talebi; ya aynen uygulanarak, üretim araçlarının kolektif nitelikleri ve bununla birlikte üretimin toplumsal karakteri yadsınacak (burjuva “eşitlik” ilkesinin mutlaklaştırılması, yani “eski toplumun damgasının” bizzat bayraklaştırılması ve toplumun “herkesin gereksinimine göre” ilkesine doğru ilerleyişine baştan kapanması) ya da aynen uygulanmamak suretiyle, ister istemez, “emeğin tüm ürünü”nün kaçınılmaz bir biçimde “ürünün bir kısmına” dönüşmesi kabullenilecek (ve tekil “emeğin ürünü” kıstasının, üretimin toplumsal karakterinin reddine vardığı teslim edilecek); ama bu durumda da, “eşdeğer ekonomisi” lafta kalacak!

Dieterich’in “sosyalizmi”ndeki “eşdeğer ekonomi” üretici ile ürünü arasındaki ilişki (“emeğin ürünü”) bakımından; bırakalım üretim araçlarının ortak mülkiyet olduğu gerçek bir sosyalist toplumu, üretim araçlarının kolektif üretimi şart kıldığı ve üretimin toplumsal karakterinin ileri boyutlar kazandığı kapitalist topluma göre bile daha geri olan bir ilişkiyi öngörmektedir. Bu ilişki; üretici ile üretim araçlarının henüz ayrışmadığı bireysel üretimin ilişkilerini geri istemekte; yani üretimin toplumsal karakterinin pratikte yadsınmasını, atlanılmasını şart koşmaktadır. Dahası; toplumsal üretimin artık üretim araçlarının bir zorunluluğu haline geldiği büyük ölçekli sınai üretim koşullarında, bu üretimin ürününün paylaşımının, bireysel üretimin ilke ve ilişkileri temelinde gerçekleştirilmesini öngörmektedir! Bunun ne denli gerçekçi bir ekonomi olduğunu bir tarafa bırakalım. Ama bundan bağımsız olarak; üretim araçlarının gelişmesi temelinde üretimin çoktandır toplumsal nitelik kazandığı ve bu araçları ortak mülkiyet haline getirerek gelişmesinin önündeki ayak bağlarını atma konumunu da yakalayabilecek bir toplum, neden “emeğin ürünü” konusunda üretici ile üretim aracının ayrışmadığı bireysel üretimin geri ilişkilerini benimsesin ki? Bırakalım bu “proje”nin sosyalizm olup olmadığını ve gerçekleşme olanaklarını; böylesi bir toplumun, tarihsel bakımdan ilerlemeye değil de, gerilemeye tekabül ettiği ortada değil mi?

Ne var ki, bize ne kadar anlamsız gelse de, Dieterich’in teorisi açısından bu geriye gidiş anlamlıdır: O, çünkü, tekellerin aşırı baskısı altında inleyen, emeğin değerinin önemli bir kısmından edilen küçük burjuvazinin sözcülüğünü yapmaktadır. Bunun için üretim araçlarının mülkiyet sorununu teğet geçmekte, bu sorunun tayin edici olmadığı saçmalığını iddia etmektedir.

Ancak, ekonomik tezinin açmazları da tam da burada yatmaktadır. Denilebilir ki, son iki yüz yılın politik iktisat tarihi, metaların “emek değerine göre değişimi”ni gerçekleştirmeyi amaçlayan çeşitli “toplumsal kurumlar”ın ve “önlemler”in icadıyla doludur. Dieterich’in referans gösterdiği John Gray’den Proudhon ve Rodbertus’a kadar birçok küçük burjuva teorisyen, bu türden ütopik icatlarla; yani değer yasasının pürüzsüz ve böylelikle onun işlemesini mümkün kılan zorunlu toplumsal koşul ve ilişkilerden azade, adeta bir boşlukta geçerli olacağı “projeler” üretmekle zaman öldürmüşlerdir. Bu bakımdan, ekonomisi; hem kullanım değeri ve değer teorisine dayanan” ve hem de “piyasa ekonomisi olmayan “21. yüzyıl sosyalizmi”, adının telkin ettiği bir orijinalliğe bile sahip değildir. Engels’in şu sözleri sanki Dieterich ve onun gibi düşünenler için söylenmiştir:

Haklarda adalet ve eşitlik, 18. ve 19. yüzyıl burjuvasının, feodal adaletsizliğin, eşitsizliğin ve ayrıcalığın yıkıntıları üzerinde kendi toplumsal yapısını yükseltmeyi arzuladığı temel direklerdir. Ve meta değerlerinin emek ile belirlenmesi ve eşit haklara sahip meta sahipleri arasında bu değer ölçüsüne göre yer alan emek ürünlerinin özgür değişimi, daha önce Marx’ın kanıtladığı gibi, çağdaş burjuvazinin tüm politik, yasal ve felsefi ideolojisinin üzerine oturtulduğu gerçek temellerdir. Bir metanın değer ölçüsünün emek olduğu bir kez kabullenildi mi, adaletin bu temel yasasını sözüm ona kabul eder görünüp de, gerçekte bu yasayı her an vicdan azabı çekmeksizin kenara iten bir dünyanın bu günahkarlığı karşısında, iyi burjuvanın daha da iyi olan duyguları, derinden yaralanmaktan kendini kurtaramaz. Büyük üretim ve makinelerin rekabeti karşısında namuslu emeğinin değeri –bu emek çalıştırdığı işçilerin ve çırakların emeğinden ibaret olsa bile– her geçen gün biraz daha düşen küçük burjuvanın, özellikle bu küçük üreticinin, ürün değişiminin emek değerlerine göre yapıldığı bir toplumu özlemek zorunda olduğu, değişmez bir gerçektir. Bir başka deyişle, yalnızca bir meta üretimi yasasının tek başına ve tam anlamıyla geçerli olduğu, ama bu yasayı etkin kılacak koşulların, yani meta üretiminin ve giderek kapitalist üretimin öteki yasalarının ortadan kaldırılmış bulunduğu bir topluma özlem duymaya mahkumdur.[37]

Diğer bir deyişle; “hem kullanım değeri ve değer teorisine dayanan” ve hem de “piyasa ekonomisi olmayan” bir ekonomi öngörmek; adeta eşyanın tabiatına aykırı olmasını istemektir; değer yasasının, ancak var olabileceği kendi doğal koşullarından ve kaçınılmaz sonuçlarından arındırılmış şekliyle işlemesini arzulamaktır. Değer yasası, değer temelinde değişimi öngörür; bunun söz konusu olması için, değişimi gerçekleşecek metalar, yani meta üretimi olması gerekir; meta üretiminin olduğu yerde de bir piyasa olması gerekir. Dieterich, üretim araçlarının ortak mülkiyetini de savunmadığına göre, onun “eşdeğer ekonomisi”, bölüşümü nispeten daha “adil” düzenlenen bir “piyasa ekonomisi”nden başka bir ekonomi olmayacaktır demektir.

Dieterich’in buradaki ahmaklığı o kadar ileri boyutlardadır ki, o, Kruşçev revizyonizmi dönemi öncesine kadarki Sovyetler Birliği’ni, değer yasasını tam ve tüm alanları kapsayarak uygulamamakla eleştirmektedir! Yenilginin nedenlerini de burada görmektedir! Oysa, başta Kruşçev olmak üzere, tüm modern revizyonistler, değer yasasının etki alanlarını giderek genişletmeyi bizzat kendilerine görev biçmişlerdi ve bu konuda adım attıkça sosyalist ekonomiyi de tahrip etmişlerdi. Sonun başlangıcının da, başka şeylerin yanı sıra, sosyalizmin doğasına aykırı bu “reform süreci”yle geliştiği, bugün, düne göre çok daha geniş bir siyasi çevre tarafından kabul edilmektedir.

Fakat konumuz bu değil, dolayısıyla “eşdeğer ekonomi” tezinin bir yönüne daha dikkat çekerek, bu konuyu kapatalım: Tabiatıyla, ülke içi “adil paylaşım”, ülkeler arası “adil paylaşımı” şart koşmakta, dahası, Dieterich’in de kitabında dile getirdiği gibi, bunu bizzat talep de etmektedir. Sadece değer yasasıyla sınırlı bir açıdan bakıldığında, özellikle son 25 yılda, bu yasanın ilkelerini adeta kaale almayan, “vicdan azabı çekmeksizin kenara iten bir dünyanın” söz konusu olduğu, “günahkarlığı”nın (“neoliberalizm”!) çekilmez boyutlar kazandığı bir gerçektir. Başka tarihsel özgünlük ve nedenlerle birleşerek; bu “günahkarlığa” karşı haklı öfke ve tepkinin, derin toplumsal tahribatla orantılı olarak ve tekel ve işbirlikçilerinin dışında tüm sınıf ve tabakaları kapsayarak (bu olgu, “çokluk” öznesi teorisinin ekonomik temeline de işaret etmektedir), özellikle Latin Amerika kıtasında olağanüstü artması; kıtanın tarihindeki bağımsızlık savaşlarının liderlerinin (Simon Bolivar, Zapata vb.) yeniden hatırlanması, ulusal ekonomiye vurgu ve özlemin büyümesi ve haliyle, “dünya ticaretinin adil” olmasını da talep eden “21. yüzyıl sosyalizmi”nin tam da bu çelişki ve eğilimlerin ortasında yankı bulması bir tesadüf değildir.[38]

*

Dieterich’in “sosyalizmi”, insanlığın evrimi açısından yüzü geriye dönük olan, toplumu ileriye götürmeyen, burjuva bireyciliğin kutsanıp temel ilke haline getirildiği bir “sosyalizm”dir. Gerçekleşebilirliğini söz konusu etmeksizin; projesini çizdiği bu toplumda, toplumun temel ilkesi haline getirdiği “eşdeğerlik ilkesi” bizzat; toplumsal üretimin genişletilerek ilerletilmesi, dolayısıyla toplumsal gelişmenin daha üst bir aşamaya çıkarılmasının temel engelini oluşturmaktadır. Her bireyinin kendi emeğinin tam karşılığını almaya endekslendiği (“ücret, harcanan emek-zamanına tam tekabül eder; her insan, kendisinin ürünlere kattığı değerin tümünü alır[39]), amacının ve ufkunun burada başlayıp burada bittiği bir toplum; temel ilkesi haline getirdiği “eşitliği” sağlayıp koruyabilmesi bir tarafa, toplumsal gelişmeyi amaçlamayan bir toplumdur. Burjuva toplumunun üretim ilişkilerine dokunmadan var olma saçmalığına dayanması yetmediği gibi, burjuvazinin eşitlik ideolojisini de bayrağına yazan bir toplumdur. İnsanlık açısından “eşdeğer”liliği değersiz, ilkesi ilkel bir toplumdur. Ve böylesi bir toplumu, sosyalizm ya da “dünya tarihinin yeni çağı” olarak lanse etmek bayağı bir bayağılık olsa gerek!

“Eşdeğer ekonomisi”, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin; sosyalizmin; komünizmin zorunlu birinci aşaması olarak bir geçiş toplumu olduğunu doğrudan yadsıdığını kanıtlamaktadır. “21. yüzyıl sosyalizmi”, kapitalist üretim ilişkilerinin değiştirilmeksizin sömürünün ortadan kaldırılacağını iddia etmekle, sömürüyü salt “adaletsiz bir paylaşım” sorunu olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Sosyalizmin; “emek ürününün tam karşılığı”nı almaya, “kendisinin ürünlere kattığı değerin tümünü” talep etmeye indirgenmesi, tasarımlanan sosyalizmin, tekellerin aşırı baskısı altında ezilmiş, emeğinin değerinden edilmiş küçük burjuvazinin sosyalizmi olduğunu göstermektedir.

Bay Dieterich ile hemfikir olduğumuz iki hususu belirterek bu yazımızı noktalamak istiyoruz.

Birincisi: Onun, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin asıl “tarihsel özne”sinin işçi sınıfı olmadığı doğrultusundaki fikri[40] doğrudur (Kozanoğlu’na göre de; “toplumsal değişimin tek itici gücünün, ayrıcalıklı öznesinin işçi sınıfı olmadığını da söyleyebiliriz.”).[41] Bu “sosyalizmin” öznesi değildir işçi sınıfı ve olamaz da! İşçi sınıfının tarihsel ufku ve rolü bu denli dar ve bencil amaçlara sığdırılamaz çünkü!

İkincisiyse: Dieterich, saygıdeğer dostu Peters’in “21. yüzyılın sosyalizmi”ni bilgisayar sosyalizmi[42] olarak adlandırdığına dikkat çekmektedir. Yerden göğe kadar haklıdır! Ve, sosyalizmin bu “mimarları”nın, “sosyalist projeleri”ni sanal alemde gerçekleştirebileceklerinden zerre kadar şüphemiz yoktur!



[1] Latin Amerika’daki politik gelişmelerle ilgili çıkan en son yazı dergimizin 171. sayısında yayınlanmıştır (“Latin Amerika; olaylar, gelişmeler ve anlamları”).

[2] Latin Amerika’daki Hıristiyan “Kurtuluş Teolojisi”, “halkın kiliseleri” vb., bugün oradaki mevcut halk hareketleri içerisinde oldukça önemli bir unsurdur. Yemin töreninde, İsa’yı “tarihin en büyük sosyalisti” olarak tanımlayan Chavez, zaman zaman da “Hıristiyan Sosyalizmi”nden söz etmektedir. Türkiye’deki yeni “10 Aralık Hareketi”, “Müslüman Sol” girişimlerinin yanı sıra, Ortadoğu’daki çeşitli dini anti-ABD, yer yer anti-emperyalist hareketlerin içinden veya yanı sıra, dünya çapındaki işçi hareketinin gelişmesiyle birlikte, bir süreliğine de olsa, “Müslüman sosyalizmi”nin doğması büyük bir sürpriz olmayacaktır.

[3] ÖDP eski Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu’nun yeni kitabının adı: “21. yüzyılın sosyalizmi için: Hem Eşitlik, Hem Özgürlük”; İthaki Yay.

[4] Heinz Dieterich, “Der Sozialismus des 21. Jahrhunderts – Wirtschaft, Gesellschaft und Demokratie nach dem globalen Kapitalismus/21. Yüzyılın Sosyalizmi – Küresel Kapitalizmden Sonraki Ekonomi, Toplum ve Demokrasi”, Kai Homilius Verlag, 2006

[5] Kitabının tanıtımında belirtildiğine göre, Dieterich, Küba’da, kitap ve makaleleri en çok yayınlanan “çağdaş politik yazar”dır.

[6] Dieterich, age, sf. 15

[7] age, sf. 65

[8] age, sf. 20

[9] age, sf.68

[10] Marx-Engels, “Felsefe Metinleri”, sf. 41, Sol Yay.

[11] age, sf. 42

[12] Projecilik, Rönesans döneminde, zanaatın bölünmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Zanaatçıların büyük bir bölümü proleterleşmeye başlarken, küçük bir bölümü sanatçı ve bilim adamı (özellikle de matematikçi) oluyor. Yükselenlerin büyük bir kısmı, yetenekleri sayesinde serbest mesleğe geçip, geçimlerini, çizdikleri/yaptıkları projeleri satmakla sağlıyorlardı. Sanatçı olanları, projelerini aristokrasiye, bilim adamı olanları da kale inşaatçılarına satıyorlardı. Açıktır ki, bu yazıda eleştiri konusu yaptığımız, “toplum mühendisliğine tekabül eden projeciliktir, yoksa mühendisliğin ve başka bilim dallarının zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu proje; tasarım, plan, önceleme vb. değildir.

[13] Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin sosyalist toplumların tarihine soyut hukuki ve ahlaki kriterlerle yaklaşmasının bir nedeni de, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.

[14] K. Marx, “1844 El Yazmaları”, sf. 205, Sol Yay.

[15] Marx-Engels, “Felsefe Metinleri”, sf. 62, Sol Yay., altı çizilen yerler bize ait.

[16] Dieterich, age., sf. 77

[17] Marx-Engels, age, sf. 22, abç; sadece altı çizilen yerler Marx’a ait.

[18] Dieterich, age, sf. 86

[19] agy

[20] Yazımızı gereksiz yere uzatmamak için, eleştirimizi burada “eşdeğer ekonomisi” konusuyla sınırlıyoruz. Zaten “21. yüzyıl sosyalizmi”nin felsefesiyle ekonomi politiği ortaya konulduktan sonra, ötesi kendiliğinden hal olmaktadır.

[21] age, sf. 36-42, abç

[22] age, sf. 75

[23] age, sf. 107

[24] age, sf. 58, abç

[25] Marx, Engels: “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Sol Yay., sf. 32

[26] Dieterich, age, sf. 145, abç

[27] age, sf. 149, abç

[28] Friedrich Engels’in Marx’ın “Felsefenin Sefaleti”ne yazdığı önsözden. Sol Yay., sf. 17

[29] Dieterich, age, sf. 149

[30] age, sf. 145

[31] agy

[32] Marx-Engels, “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Sol Yay., sf. 31

[33] age, sf. 32

[34] Hayri Kozanoğlu, age, sf. 19 ve 22. Yuvarlayarak konuşmayı özel bir maharet düzeyine çıkartmış bulunan ÖDP’lilerin, partilerinden söz ederken, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mi, yoksa 21. yüzyılının sosyalizminin partisi oldukları burada tam net anlaşılmamaktadır.

[35] Peki işçi ve emekçilerin günlük mücadelelerinde çeşitli sorunlarla ilgili gündeme gelen “eşitlik”, “eşit paylaşım” vb. talepleri bu durumda yanlış mıdır? Günlük mücadelede bu tür talepler ileri sürülemez mi? Belirtelim ki, kendiliğinden işçi hareketinde bu türden taleplerin dile getirilmesi oldukça doğaldır. Nedeni açıktır: Eşitlik talebi, burjuva devriminin temel taleplerinden birisiydi. Ancak çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, burjuvazi bu talebi, aslında sadece kendisi için ileri sürmekteydi. Bu gerçeklik, burjuva eşitlik ilkesi ile kapitalist pratik arasında giderek  büyük bir çelişkinin doğmasına yol açtı. Zaten kapitalist pratik ile ilkesi çelişmeseydi, işçi ve emekçilerin bu türden talepler ileri sürmesinin de koşulları bulunmazdı. Denilebilir ki, sermayeye karşı mücadele eden işçi ve emekçiler, “eşitlik” talep ettiklerinde, bir yerde, bu kapitalist pratiğin burjuvazinin ilkesiyle örtüşmemesini kınamış, burjuvazinin kendisine tanıdığını işçi ve emekçilere tanımadığını dile getirip eleştirmiş olmaktadırlar. Kendisi için bir sınıf haline gelmeden, işçi ve emekçilerin bu yoksunluğa dikkat çekmeleri ve eşitlik talep etmeleri, bu bakımdan doğaldır. Olandan yola çıkmaları ve olmayanı talep etmeleri anlaşılır bir durum olduğu gibi, burjuva ufkunu, bu türden talepleri de içeren somut sınıf mücadelelerinin içinden geçmeden aşmalarının da olanağı yoktur. Bilinir ki, kendiliğinden bir işçi hareketi gelişmeden devrimci işçi hareketi asla ortaya çıkamaz. Elbette bu gerçek, bu türden taleplerin, özünde burjuva ufku ve hukukuna tekabül etmeleri gerçeğini de değiştirmez. Dolayısıyla, kendisine Marksist diyen, sosyalizmi hedeflediğini söyleyen bir akım ya da parti, buradaki bilinç düzeyini mutlaklaştırmaz; eşitliği “sosyalizmin bir ilkesi” düzeyine çıkartmaz veya eşitliği sosyalistlerin “temel değer”lerinden biri olarak açıklamaz. Öte yandan şu da söylenmelidir kuşkusuz: Sosyalist bir toplumda, özü burjuva hukukuna dayanan bu ilkeyle toplumsal pratik arasındaki çelişki ortadan kalkacaktır. Ama çelişkinin bu çözümü, “eşit hak” ilkesini burjuva hukuku olmaktan çıkarmayacaktır. Ve bu hukukun sınırlarına hapsolan bir toplum da komünizme doğru ilerleyemeyecektir.

[36] Marx, Engels; “Gotha ve Erfurt…”, age, sf. 26-29

[37] Friedrich Engels’in Marx’ın “Felsefenin Sefaleti”ne yazdığı önsözden. Sol Yay., sf. 13, abç.

[38] Bu bakımdan, işçi sınıfının, “yenilgi”nin onun mücadele cesareti ve özgüveni üzerinde yaptığı sarsıntıları henüz aşmadığı koşullarda, bu geniş tepkinin politik ve ideolojik önderliğine burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin temsilcilerinin soyunması da bir sürpriz değildir. Kuşkusuz, nedenleri ve çözümü üzerine olan ideolojik görüş ayrılığı, bu olgunun kendisine (emperyalizmin ve uluslararası tekellerin sınır tanımayan ekonomik ve sosyal taarruzu) ve sonuçlarına karşı mücadelenin gerekliliğini ortadan kaldıramaz. Burada ideolojik mücadeleyi gerekli kılan ise; emperyalizme, uluslararası tekellere ve onların işbirlikçilerine karşı kitlesel mücadelenin politik hegemonyasının hangi sınıfta; küçük burjuvazide mi yoksa işçi sınıfında mı olacağı sorunudur. Yazımızın başında da belirttiğimiz nedenlerle, küçük burjuvazi, bu bakımdan, “tarihin arenası”nın boş olduğuna inanıyor ve özünde yeni olmayan “projeleri”yle bu mücadelenin somut ve tarihsel sınırlarını belirlemeye çalışıyor. İşçi sınıfının cephesinden “işte orada dur!” demenin gerekliliği de, küçük burjuvazinin “meydanı boş görmek”ten kaynaklı bu girişiminden ileri gelmektedir.

[39] age, sf. 99

[40] Dieterich, age, sf. 136

[41] Kozanoğlu, age, sf. 26

[42] Dieterich, age, sf. 91

Avrupa Gençliğinin Uyanışı

Avrupa gençliği bir süreden beri protestolarla kendinden söz ettirmekte. Özellikle son aylarda gündeme gelen gençlik eylemleri ise, gençliğin protesto ve tepkisinin geçici olmadığı, gerisinde temelli faktörlerin rol oynamaya başladığını göstermekte. Anlaşılan o ki, Cebelitarık’ın güney kıyısından kuzeyine, ayaklanma kıvılcımı olmasa da, sermaye ve hükümetlerin saldırılarına karşı direnişe geçme ve daha önemlisi mevcut toplumsal çelişkileri kitlesel mücadeleyle aşma kıvılcımı sıçramış görünmekte.

Hiç şüphesiz, gençlik, Avrupa çapında yeni bir mücadele sürecine girmiş bulunmakta. Bu süreç şimdilik, emperyalizmin egemenlik zincirinde krizle birlikte oluşan yeni zayıf halkalar Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de daha belirgin durumda. Dolayısıyla, Avrupa’daki son gençlik eylemlerini, Arap gençliğine öykünmeye dayanan bir gençlik hevesi olarak değerlendirmek büyük bir siyasi aymazlık olacaktır.

“KAYIP BİR KUŞAK”!

Bugünkü gençlik hareketinin dinamiklerini anlayabilmek için AB’deki gençliğin ekonomik-sosyal durumuna kabaca da olsa göz atmamızda fayda vardır.

Geçtiğimiz yıl ILO, 2007-2009 dünya ekonomik krizinin gençlik üzerindeki etkisiyle ilgili şöyle bir uyarıda bulunmuştu: Yaşanan krizin ağır bir mirası, iş piyasasıyla alakası kesilen “kayıp bir kuşak” olabilir! Ve gerçekten de rakamlar çarpıcıdır: Kriz öncesinde, dünya çapında 25 yaşın altındakiler işsizlikten nüfusun ortalamasından üç misli fazla etkilenirken, krizle birlikte bu konudaki rakamlar adeta tavan yapmıştır. Sadece 2007-2009 yılları arasında işsiz gençlerin sayısı dünya ölçeğinde yaklaşık 8 milyonluk bir artış kaydetmiştir.

Avrupa da bu bakımdan bir istisna oluşturmadı. Avrupa istatistik dairesi Eurostat’ın güncel verilerine göre, AB’de her beş gençten biri işsizdir. Buna ek olarak, “çalışan yoksullar” kategorisi içerisinde yer alan emekçilerin çoğunluğunu da gençler oluşturmaktadır.

AB kendi içinde değerlendirildiğinde, Doğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra, PİİGS devletleri olarak tanımlanan ülkelerde, yani Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya’daki gençlerin işsizlikten bugün ciddi biçimde etkilendikleri görülmekte: İspanya’daki resmi rakamlara göre, gençlik içerisindeki işsizlik oranı % 43; Yunanistan’da % 33; İrlanda ve İtalya’da % 29 ve Portekiz’de % 21’in üzerindedir. Gençliğin bu ülkelerdeki durumu kriz öncesinde zaten ağırdı, kriz ise gençliğin yaşam koşullarını hızla daha çekilmez hale getirdi.*

Ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerin başında gelen Yunanistan ve İspanya’daki gençliğin ekonomik durumunu özetleyecek olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta:

Bir süreden beri Yunanistan’da “600 Avro Kuşağı”ndan söz edilmekte. Bu söylemle kastedilen, aylık brüt gelirleri 600 Avroyu geçmeyen gençlerdir. Meslek eğitimi gören her on gençten sadece biri eğitim sonrası iş bulabilmektedir. Her üç gençten biri ise, ortalama 4 ila 5 yıl boyunca iş aramaktadır. Zaten çalışan gençlerin büyük çoğunluğu, başta hizmet sektöründe olmak üzere, süreli işlerde çalışmaktadırlar. Düşük ücret ve güvencesizlik nedeniyle, birçoğu iki ya da üç işte çalışmaktadır. Bu arada 20 yaş öncesinde velilerinin evini terk edemeyen gençlerin sayısı da giderek artmakta. Ailelerin çocuklarına maddi yardımda bulunma olanakları da oldukça sınırlanmış durumda; zira Yunanistan, Avro Bölgesi’nde en düşük ücretlerin verildiği ülkelerin başında gelmekte. Her beş Yunanlıdan birisi yoksul sayılmakta. Yunanlı emekçi gençliğin yaşam koşullarının krizle birlikte daha da ağırlaştığını ise belirtmek bile gereksiz.

Benzer bir tablo İspanya’da da mevcut. Orada da “Mileuristas” fenomeninden, yani brüt 1000 Avro’yu geçmeyen, son derece vasıflı genç işçilerden söz edilmekte. Çalışanlar kategorisinde yer alan bu “şanslı” gençlerin önemli bir bölümü, aldıkları ücret bir daire kiralamalarına yetmediğinden, aileleriyle birlikte yaşamak zorunda kalmaktalar. Son kriz ülkeyi öylesine derinden sarsmıştır ki, gelinen yerde hemen hemen her iki İspanyol gencinden biri işsizdir. Olanağı olan birçok genç, öğrenimini uzatmaya çalışarak bu sancılı dönemi atlatmaya çalışmakta. Olanağı olmayanlar arasında ise, yurtdışına göç edenlerin sayısı giderek artmakta. Özellikle en vasıflı olanları ülkeyi terk etmekte. Ekim 2007 ile Ekim 2010 arasında 205 bini aşkın genç İspanya’dan başka bir Avrupa ülkesine göç etmiştir. Portekiz ve İrlanda gençliğinin durumu da az çok benzer bir tablo sunmakta.

Gençliğin yaşam koşullarındaki bariz kötüleşme hemen hemen tüm Avrupa ülkelerini kapsamakta. Bu genel trend açısından Almanya ve Fransa bile bir istisna oluşturmuyor. Avrupa’nın tüm ülkelerinde; işsizler arasında, düşük ücretli ve güvencesiz işlerde ve sosyal kısıtlamaların kendisinden ve sonuçlarından etkilenmede gençler ilk sırada yer alıyorlar. Üniversite mezunu olmak (“yüksek gelirli rahat bir yaşamın anahtarı”!); meslek eğitimini tamamlamak (“altın bilezik”!); önceleri az çok güvenceli bir iş ve nispeten rahat bir yaşam sağlayabilen bu tür konumlar, son 10-15 yıldır zaten bu anlamlarını yitirmeye başlamışlardı. Son ekonomik kriz ise, tedricen seyreden bu kötü gidişatı her bakımdan hızlandırmış bulunuyor.

Dolayısıyla, ekonomik ve sosyal yaşamdaki bu ciddi kötüleşme, sadece işçi gençliği değil, üniversiteli/akademisyen genç kesimi de derinden sarstı. Genç aydın kesim, üniversiteyi bitirmesine ve hatta mesleğinde bir iş bulması durumunda dahi, orta sınıfa mensup ailesinin yaşam seviyesine artık zor ulaşacağını görmektedir! Hayal ve umutlar yıkılmakta, gelecek korkusu ve endişesi artmakta. Ve bu belirsizlik, belirli ve güvenli bir hayat özlemini arttırmakta. Ve kaçınılmaz bir şekilde, gençliğin dünyayı algılama ve dünyaya bakışı da değişime uğramakta; ezberler bozulmakta. Denilebilir ki, bugünlerde, Avrupa’daki gençliğin sosyal-kültürel yaşamı ve düşünce dünyası, 68 gençlik hareketinden bu yana, en ciddi ve taşıdığı potansiyel bakımından ondan da büyük bir kırılmayı yaşamakta.

YUNANİSTAN VE İSPANYA ÖRNEKLERİNİN FARKLI ANLAMLARI

Avrupa’daki bugünkü gençlik hareketinde kendisini henüz yeni yeni hissettiren eğilimi daha görünür kılabilmek açısından, son yılların iki önemli gençlik olayını kıyaslamak aydınlatıcı olacaktır. Birincisi, Yunanistan’da Aralık 2008’de patlak veren gençlik isyanı iken, ikincisi geçtiğimiz aylarda kendisinden söz ettiren İspanya’daki “öfkeliler”in 15 Mayıs Hareketi’dir.

Aralarındaki fark dikkate değerdir: Birincisinde; dünya ekonomik krizinin ortasındayken, 15 yaşındaki Alexis Grigoropoulos’un bir polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine patlayan öfkenin hızla bir gençlik isyanına dönüşmesi söz konusu. Burada, gençliğin kendi yaşam koşullarına ve toplumsal sorunlara ilişkin politik bir tutumu ve değerlendirmesi zayıftır. Adeta bir öfke kusması yaşanmıştır.

İkincisinde ise, yani İspanya’daki 15 Mayıs Hareketi’nde ise tersine, öfke şiddete değil bilinçli bir eylem ve harekete dönüşmüştür. Yunanistan’daki gibi, gençlik eylemi emekçi kitlelerin desteğini giderek yitirmemiş, aksine bu destek giderek artmıştır, öylesine ki, kendilerini “işsiz, evsiz, güvencesiz ve korkusuz” olarak tanımlayan İspanyol gençliğinin eylemi adeta bir halk hareketine dönüşmüştür.

Hemen belirtelim ki, ikisi arasındaki esas farkın, birisinin şiddetli diğerinin şiddetsiz olması değildir; bu, son derece yüzeysel bir değerlendirme olacaktır. Aralarındaki asıl farkı oluşturan ve dolayısıyla İspanya’daki “öfkeliler”in hareketindeki yeni unsuru da koşullayan şu iki önemli olgu ve gelişmedir: Birincisi, ekonomik krizin toplumsal sonuçları ve bu büyük krizin büyük faturasının başta gençlik olmak üzere emekçi halka çıkartıldığı gerçeğinin giderek daha geniş kitlelerce görünür hale gelmesi. İkincisi ise, Arap coğrafyasında yaşanan ve önemli bir dinamiğini gençliğin oluşturduğu halk ayaklanmalarının sunduğu çarpıcı ve bir o kadar da öğretici örnektir.

Avrupa’daki gençlik açısından, özellikle de Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa ülkelerinin gençliği açısından, belirtilen son iki olgu ve gelişme, bariz bir çelişkiye işaret etmekteydi: Avrupa’da mali sermaye, hükümetleri ve AB eliyle, krizin faturasını emekçilere çıkartırken, ne Avrupa Sendikalar Birliği, ne de ilgili ülkelerdeki büyük sendikal konfederasyonlar ciddi bir mücadeleyi örgütlüyorlardı. Aynı şekilde, yerleşik burjuva partileri de, iş mali sermayeyi kurtarmaya gelince büyük bir “devlet sorumluluğuyla” hareket ediyorlardı! Dahası, Fransa’da olduğu gibi, üç ayda yedi kez genel greve gidilmesine rağmen, esasta bir şey değişmiyordu; tepki ve mücadeleler sonuçsuz kalıyordu! Öte yandan ama, Magrip’te “rejimler yıkılıyor”, “tarih yazılıyor”du!

Hiç şüphesiz, olup bitenler Avrupa gençliğinin algısı açısından oldukça sarsıcı ve tezat bir duruma işaret ediyordu. Nitekim Arap gençliği; iş, sosyal refah ve demokrasi olmadığı için yürüyordu ve siyasal özgürlüğün yoksunluğu koşullarında belirli bir sonuç alabiliyordu. Avrupa gençliği ise, demokratik tepkisini son yıllarda artan bir sesle dile getiriyordu: 2006’da Fransa’da yeni iş yasası CPE’ye, geçen yıl ise emeklilik reformuna karşı; Hollanda, İngiltere ve İtalya’da üniversiteli gençlik, kısıtlamalara ve harçlara karşı geçtiğimiz sonbahardan beri büyük kitlesel eylemler gerçekleştiriyordu, ancak demokrasi ve siyasal özgürlüğe rağmen talepleri karşılanmıyor, sonuç alınamıyordu! Dolayısıyla, ekonomik ve sosyal koşullarından zaten hoşnutsuz olan Avrupa gençliği, İspanya örneğinde olduğu gibi, artık demokrasisinden de hoşnutsuzluk duyar oluyordu. Ve işte Arap gençliğinin siyasal özgürlük mücadelesi, olay ve gelişmelerin bu biraradalığında, Avrupa gençliğine, içinde yaşadığı demokrasinin sınırlılığını ve biçimselliğini de görünür kılmaktaydı!

“GERÇEK DEMOKRASİ, ŞİMDİ!”

İspanya örneği üzerinde daha ayrıntılı durmanın yararı var. Gelişmeleri kaba hatlarıyla hatırlayalım: 15 Mayıs’ta ana kitlesi gençlik olan yüz bini aşkın insan, “Gerçek demokrasi, şimdi!” şiarıyla ülkenin meydanlarını işgal eder. Madrid’in Puerta del Sol Meydanı 4 hafta boyunca gençliğin işgali altında kalır. 4 hafta sonra ise, meydandaki binlerce gencin ortak kararıyla meydanlar boşaltılır. Ama eylemlere son vermek için değil, çalışmaları semtlere kaydırmak için! (Bu arada bu hareket Yunanistan ve Fransa’ya da sıçrar; Avrupa’nın birçok ülkesinde gençler, bu hareketle dayanışma eylemleri düzenler.)

19 Haziran’da ise, ülke çapında “Avro istikrar paketi”ne karşı büyük bir eylem gerçekleşir. Ülke çapında 80 kentte eylemler olur. Madrid’in köy ve çevresinden gelen yüz binler, 6 koldan parlamentoya doğru yürür. “Onların krizini biz ödemeyeceğiz!”; “Gençlik geleceksiz!” vb. sloganlar öne çıkar. Yürüyüşlere çağrı yapanlar, esasta “Gerçek demokrasi, şimdi!” hareketi, “halk meclisleri” ve “işçi komiteleri”dir. “Halk meclisleri”, Puerta del Sol Meydanı’nın bir aylık işgali boyunca, Madrid’in çeşitli semt, banliyö ve köylerinin meydanlarında oluşan meclislerdir. “İşçi komiteleri” ise, geçtiğimiz Eylül ayındaki genel grevden sonra sol sendikacı çevrelerince Madrid’in bazı işçi semtlerinde kurulan komitelerdir.

Gençliğin “öfkeliler” hareketinin geniş halk kitlelerini harekete geçirebildiği, tüm bu eylemler boyunca görülür. 19 Haziran eylemi yaşlısı ve genciyle, emeklisi ve üniversitelisiyle, emekçilerin aileleriyle katıldığı bir halk eylemine dönüşür. (Bu arada “öfkeliler”, eylemlerine devam edeceklerini, 15 Ekim’de Avrupa çapında, hatta başarılırsa dünya çapında bir eylem örgütlemek istediklerini açıkladılar.)

15 Mayıs Hareketi’nden bir aktivist bu tabloyu şöyle yorumlar: “Dört ay öncesinde Facebook’da yalnızca 20 kişiyle ‘Gerçek demokrasi, şimdi!’ adlı platformumuzu oluşturduk. Bundan beri hareket durmaksızın büyüyor. 15 Mayıs’ta, yani hareketin kendisini 15 Mayıs hareketi olarak ilan ettikten sonra, tüm İspanya’da 130 bin insan sokaklara çıkmıştı. Bugün ise yalnızca Madrid’de yüz binlerceyiz! Halkı uyandırmayı, sosyal bilinci canlandırmayı başardık.

Kuşkusuz, bu gençlik hareketinin içinde farklı siyasi akımlar şu veya bu düzeyde yer alıyorlar. Ancak tayin edici değiller. Zaten bu kendiliğinden hareketin en yaygın sloganlarından birisinin “bizi temsil etmiyorlar” sloganı olması da bir raslantı değildir. Gençler, “bizi temsil etmiyorlar” derken, kastettikleri düzen partileri, merkezi ve yerel meclisler ve başta sendikalar olmak üzere mesleki örgütlerdir!

Gerçek demokrasi, şimdi!” platformunun manifestosuna baktığımızda da şunları not edebiliriz:

> Farklı siyasi eğilim ve görüşlerden gelen gençlerin ortak özelliği; mevcut siyasete ve ekonomik ve toplumsal koşullara öfke duymak;

> Ancak bir araya gelindiğinde, durum değiştirilebilir; daha iyi bir toplum yaratılabilir;

> Modern bir toplumun öncelikleri: Eşitlik, ilerleme, dayanışma, kültürel özgürlük, kalıcı gelişme, insanların refah ve mutluluğu;

> Talep edilen haklar: Konut, iş, kültür, sağlık, eğitim, politik katılım, özgür bireysel gelişme ve tüketim hakkı;

> Mevcut hükümet ve ekonomik sistem insani bir ilerlemenin önünde engeller oluşturuyor. “Mevcut sistemin amacı, ekonomik olup olmadığına, toplumun refahını artırıp artırmadığına bakmaksızın, para birikimidir”;

> “Toplum olarak geleceğimizi artık soyut bir ekonomik sisteme teslim etmemeyi öğrenirsek, hepimizin zararını gördüğü istismarı ortadan kaldırırız”;

> “Bize etik bir devrim gerek. Parayı insanın üstünde tutmaktansa, yeniden kendi hizmetimize sokmalıyız. Bizler ürün değil, insanız.”…

“Arap Dünyasında Ayaklanma” adlı kitapta, halk isyanları, son büyük ekonomik krizin emperyalist kapitalizmin genel bunalımında teşkil ettiği yeni ağırlaşma sürecinin bölgedeki toplumsal çelişkiler temelinde bir dışavurumu olarak saptanmış ve isyanlarda rol oynayan çelişkiler ve ilişkilerin uluslararası dolayımları dikkate alındığında, bu gelişme ve olayların salt Arap coğrafyasına özgü olmadıkları ve başka bölge ve ülkelerde de gerçekleşebileceğine dikkat çekilmişti.** Bu bağlamda, özellikle de İspanya’daki gençlik hareketinin yukarda özetlenen özelliklerine bakıldığında, görülen şudur: Gençliğin dert edinip çözümünü talep ettiği sorunlar oldukça geniş bir alanı kapsamakta. Ve gençliğin bu sorunlarla ilgili mücadelesinin de gelip geçici bir protesto hareketi olmadığı görülmekte. Nitekim hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde, sistem gençliğe gelecek sunamayacak bir durumda ise ve dahası bunun böyle olduğu giderek daha geniş gençlik kitlelerince de algılanıyorsa ve öte yandan toplumsal sorunlar, gençlik kitlelerinin karşısına kapitalist sistemin genel bunalımındaki yeni bir ağırlaşmanın koşulladığı karmaşayla çıkıyorsa; daha temelli bir hareketlenmenin mayalanma koşulları alabildiğine genişliyor demektir.

Hiç kuşku yok ki, 15 Mayıs gençlik hareketi, başlangıçtaki taleplerinde (seçim yasasının reformu ve yolsuzlukla mücadele) süreç içerisinde bir genişleme kaydetmiş olsa da, henüz naif ve öfke duyduğu toplumsal sorun ve çelişkilerin nedenleri ve çözümü konusunda doğru bir bilinçten yoksundur. Örneğin bu hareketin aktivistlerinden birisi olup biteni şöyle açıklıyordu: “Henüz bir devrim olmadı. Ama benim için bir hayal gerçek oldu: Halkın uyanmasını sağladık. Bir tür bilincin devrimini gerçekleştirdik.

Biliyoruz ki, bilinçteki devrim, otomatikman devrimci bilinç anlamına gelmez. Fakat bu anlamı olmadığında da, bunun ilk adımı, önkoşulu olabilir. Başka bir deyişle, yüz yüze olduğumuz, gençliğin siyasal uyanışı sürecidir. Siyasal uyanış ama, her zaman, belirli bir pozisyondan uyanış olduğundan, haliyle başlangıçta, uyanılan o pozisyonun sınırlılıklarını taşır. “Bilincin devrimi” burada, uyanışın kendisidir. Devrimci bilinç haline gelebilmesi için halihazırdaki pozisyonun değişimi gerekmektedir.

Aslında, tarihsel bakımdan değerlendirecek olursak; içinden geçtiğimiz dönem, burjuva ideolojisinin ve özelde de liberalizmin hegemonyasında yeniden büyük bir kırılma safhasına geçişi ifade etmekte. Gençlik, bir yönüyle de, toplumun sismografıdır (depremyazarı). O bize, bu kırılmanın ilk işaretlerini yansıtmaktadır.

Hatırlatmak gerekir ki, bugünkü burjuva ideolojisi ve liberalizmi, komünizmi alt etmiş olma üzerinden “yenilediği” tez ve ideallerle hegemonyasını tahkim etmiş bir ideolojidir. Ne var ki, bu tez ve idealler artık kapitalist toplum ve dünyanın bariz olgularıyla büyük bir tezat oluşturmakta; “yenilenen”*** bu fikirler, günümüzün yeni “hür” kapitalist dünyasının ortaya çıkardığı devasa çelişkilerle hiçbir şekilde örtüşmemekte. Gençliğin bugün görmeye başladığı, ideallerle gerçekliğin arasındaki bu büyük tezat, bu bariz örtüşmemedir.

Bilindiği gibi, SB ve Doğu Blok’un çöküşü üzerinden yenilenen burjuva hegemonya, gençliğin, tarihe bakışı bir anlamsızlık olarak içselleştirmesini sağlamaya çalışmıştır. Oysa bilinçteki devrimin devrimci bilinç olabilmesi için tarihsel süreklilik olmazsa olmazdır. Zira öfke duyulan şeylerin öncesi, arka planı, kısacası oluşumu hakkında bir irdeleme ve fikir olmaksızın, gerçek bir değişimi içeren bir alternatif de ortaya çıkartılamayacaktır.

Başka bir deyişle; kapitalist toplumsal gerçekliğin burjuvazinin kendi normatif ilkeleriyle (eşitlik, özgürlük, sosyal adalet vb.) çelişkisinin bariz bir şekilde ortaya çıkması karşısında; güncel toplumsal çelişkilere öfke duyan, ancak gelenek ile güncellik arasındaki kırılmayı kapitalist güncelliği aşan tarihsel bir perspektifle ele alamayan ve bu anlamda tarihsiz bir “şimdiki zaman”a hapsolmuş bir gençlik durmaktadır. Bir taraftaki örtüşmemeye diğer taraftaki örtüşme karşılık gelmekte. Fakat açıktır ki, bu tür bir durum, muhafaza edilemez, kalıcı kılınamaz bir durumdur. Çünkü “şimdiki zaman”ın ideolojik zincirleri ne denli görünmez ise de, maddi-toplumsal olgu ve çelişkileri de artık o denli hissedilirdir; verdiği acılar, ister istemez, düşünsel zincirleri de farkedilir kılmaktadır.

Zaten şu dikkat çekmekte: İdeolojik plandaki hegemonya ve hapsetmeler ne kadar etkin olsa da, öfke ve mücadelenin neden ve dinamikleri, ister istemez, bu ideolojik zincirleri zorlamakta: Tarih ve tarihsel eylem biçimleri, bir şekilde gündeme gelmekte. Örneğin eylem biçimlerinde, meydanları ele geçirme (tek başına Madrid’de aynı anda 100 semt toplantıları gerçekleşiyordu), konseyler olarak örgütlenme, Franko faşizminin uygulama ve provokasyonlarının hatırlanması vb. olaylar, bu tür düşünsel sınır ve zincirlerin zorlandığının ifadesidir aynı zamanda.

Ve işte bu böyle olduğu için; yani, ilkeler ile gerçekliğin örtüşmemesinin görünür hale gelmesiyle ideolojik hegemonyada beliren kırılma yeni bir sorgulamayı tetiklediği için, olup biteni burjuva ideolojisi sınırları içerisinde yeniden anlamlandırmak burjuva ideologlarının gençlik hareketi karşısındaki ana çabası haline gelir. Örneğin bir taraftan, İspanya’daki gençlik hareketi, burjuva demokrasisinin ciddi bir “temsiliyet krizi” içerisinde oluşuna kanıt kabul edilir, öte taraftan ama, “demek 200 yıl önce başlayan demokratik devrim hala devam ediyor” denilir! Gençliğe böylelikle, burjuva ilkeler ile gerçeklik arasındaki çelişkiyi, burjuva ilkelerini bizzat gerçekleştirerek çözme öğüdü verilir! Kapitalizmin toplumsal gerçekliğinin, ilkesinden sapmasını, ilkeye yeniden sahip çıkarak engelleme çağrısı yapılır!

GENÇLİĞİN MÜCADELESİ VE GENÇLİK İÇİN MÜCADELE

Bugünkü gençlik kuşağı, “sosyalizmsiz bir dünya”nın gençlik kuşağıdır. Aynı zamanda, liberalizmin (ve onunla birlikte bir süreliğine suni talep yaratma ekonomi politikasının) şaha kalktığı bir dönemin kuşağı. Öte yandan ama, emperyalist kapitalist sisteminin ikinci en büyük ekonomik krizinin tanığı ve doğrudan kurbanı olan bir kuşaktır. Kapitalizmin tarihi boyunca belki de hiçbir gençlik kuşağının dünya resmi, bu denli kısa bir sürede altüst olmayla yüz yüze gelmemiştir.

Günümüz gençliğinin mücadele hedefleri ile (iş, eğitim, sosyal refah ve güvence, gerçek temsiliyet ve söz hakkı vb.) ideolojik şekillenişindeki tarihsel sınırlanmışlık arasında öylesine çelişkili bir korelasyon bulunmakta ki, sosyalizmin gençlik hareketinin gündemine girmesi bir yerde kaçınılmazdır. Hatta sosyalizmle, Avrupa’nın 68 gençlik hareketinden çok daha sağlıklı bir zeminde buluşabilir. Avrupa 68’in gençliği, tabiri caiz ise, kafa üstü gitmeye yeltendi; kafa üstü duran bugünkü gençlik hareketinin önünde en azından ayakları üstüne dikilme olanağı bulunmaktadır. Nitekim, bugünkü gençlik hareketinde ne “devrim fetişizmi”, ne de “protesto ideolojisi” var; ne “devrim macerası”nın, ne de “büyük reddin” peşindedir!**** Bununla birlikte, gerçek yaşam ve sınıf mücadelelerine çok daha yakın, onun içinde ve dinamiklerinden biridir. Mayalanmakta olan gençlik hareketi, her şeyden önce, salt bir üniversite hareketi değildir; yoksul-işsiz işçi gençlik bir tarafa; üniversiteden mezun olmuş, bir süre çalışmış veya doğrudan işsiz kalmış genç aydın emekçiler bu hareketin önemli bir yapı taşıdır. Kaldı ki, bugünün koşullarında, üniversiteli gençliğin büyük bir kısmı, en azından düne göre çok daha büyük bir oranı, öğreniminin yanı sıra çalışmak zorundadır. İşte, kapitalizmde atılan her adım, bu sistemin temel çelişkisi nedeniyle, kendi karşıtını bağrında taşıyarak gerçekleştiğinden, üniversiteleri doğrudan piyasanın emrine sokma girişiminin bir başka sonucu da, çalışma ile üniversite yaşamının bu gençlik kuşağında çok daha fazla iç içe geçmesi olmuştur.

Ayrıca, gelinen yerde birçok mesleğin sosyal statüsü ile ekonomik konumu örtüşmemekte; doktor, mühendis, avukat, öğretmen vb. meslek sahipleri, emekçilere nispeten daha yakın bir yaşam sürdürmekte. Bu arada belirtelim ki, gençliğin ekonomik sosyal konumundaki değişiklikler, gençlik ile işçi hareketi arasındaki ilişki bakımından da önemsiz değildir. Bu bağlamda gençlik hareketinin işçi hareketine yapabileceği etki İspanya örneğinde görülürken, tersi etki geçtiğimiz yıl Fransa’da emeklilik reformuna karşı verilen mücadelede görüldü…

Kısacası, çok daha dünyevi olan bu gençlik, hakkını talep etmekte! Büyük oranda tüketim kredilerine dayanan ve “anını yaşa!”, “dert edinme!” vb. suni talebi pazarlamaya dönük sloganlarla kandırılan ve aynı zamanda ufku daraltılan gençlik, şimdi yüz yüze geldiği kapitalizmin çıplak gerçekliği karşısında aldatıldığını hissederek öfkeyle ‘parasız eğitim, iş, müreffeh bir yaşam benim hakkımdır’ diye haykırmakta!

Açıktır ki, etik tepki ve öfke, ahlaki protesto ve başkaldırı; bütün bunlar, gerekli oldukları kadar yetersizdirler de. Dolayısıyla Avrupa gençliğinin önünde, bir taraftan mücadele taleplerinde genişleme (İspanyol gençliği, bir yerde, Avrupa gençliğinin gireceği yönelimi öncelemiş bulunuyor) süreci dururken, diğer taraftan talep ettiği yaşamın kapitalist sistemle ne anlamda ve nereye kadar bağdaşıp bağdaşamayacağını özdeneyimiyle kavrama süreci bulunmaktadır.

Bugün, siyasal uyanış sürecinde bulunan gençliğin gözlemleri değil sorun olan; sorun, bu gözlemlerden doğru politik sonuçlar çıkartıp çıkartamamasındadır. Başka bir deyişle, günümüz gençliğinin olağanüstü bir yardıma ihtiyacı var. Bu yardımı gerçek anlamda yapabilecek yegane siyasal güç ise, sosyalistlerdir.

Elbette sosyalistlerin görevi; ne bugünkü gençliğin naifliği, siyasal illüzyonları ve yanlışları karşısında bilgiçlik taslamak veya sekter davranmak (örneğin Yunanistan’daki gençliğin, “bizi temsil etmiyorsunuz!” haykırışına, aslında onların çıkarlarını bir şekilde temsil eden PAME gibi mücadeleci sendikal güçleri de dahil etmesini, Yunanistan Komünist Partisi/KKE bu hareketin dışında olmayı kabullenmekle karşılamış ve gençliğin bu hareketinin yanlışlarından kendi yanlışlarına mazeret bulmuştur!), ne de ama marjinalleşmemek adına hareketin bilinç düzeyini yükseltme çalışmasından vazgeçmek ya da bu çalışmayı unutmaktır. Mali sermayenin ve devletinin iktidarını yıkmadan “gerçek demokrasi”nin ne “şimdi” ne de sonradan gerçekleşmeyeceği açıktır. Fakat bu böyledir diye, gençliğin halihazırdaki bilinç düzeyi ile ileri sürdüğü taleplerine sahip çıkmamak, hatta onun haklı talep ve istemlerini doğru formüle etmesine yardımcı olmak yerine, teoriyle onun pratiğine dudak bükmek, anlamsız ve esasta da sorumluluk almaktan kaçınmaktır. Burjuva ideolojisi ve onun normatif sınırları içerisinde sorunlarına çare arayan bir gençlik hareketi karşısında, çalışmayı “devrimin gerekliliği” ve “kapitalizm yıkılmadan olmaz”lığı üzerine ahkam kesmeye oturtmak, aslında bu hareket açısından somut olarak hiçbir şey söylememek demektir. Bütünün bir anda değişimi istemiyle ortaya çıkmak, herhangi bir tekil istemde bulunmamaktır ve dolayısıyla objektif olarak hiçbir değişiklik istememektir.

Tekil talepleri doğru ya da yanlış kılan; bütünle ilişkisi, bütündeki yeri ve etkisi, bütünün değişimindeki rolüdür (burada bütünle kastedilen, kapitalist sistemin kendisidir). İşin bu nesnel boyutunun yanı sıra, bir de bu talepleri ileri sürenlerin bütünün kendisi hakkındaki bilinci dikkate alınmak zorundadır. Demek oluyor ki, doğru talepleri formüle etme ve bunlar uğruna mücadeleyi örgütlemede yardım, her zaman, talep edilen şeylerin yoksunluğunun nedeni ve niçini üzerinden bütünün kendisi hakkında doğru bir bilinç oluşturmayla birleşmek zorunda. Çalışmadaki bu bütünlük, her defasında yeniden ve çalışmanın ana karakteri olarak sürekli kılınamadığı vakit, gerçek bir önderlik yardımı da gerçekleşmemiş olur. Kısacası, somut talepler uğruna mücadele, mücadele eden kitlelerin bilinç düzeyini sürekli yükseltme görevini dışlamaz, tersine, bütünlüklü bir anlayışla gerçekleştiğinde, talepler temelindeki mücadele, bunun en verimli ve somut vesilesidir…

Gençliğin siyasal uyanışını koşullayan çelişkilere, bu çelişkiler hakkında gençliğin halihazırdaki bilincine ve burjuva ideologlarının getirmeye çalıştığı yeni anlamlandırmalara dikkat çekildi. Böylesi tarihsel süreçlerde, başta sosyalist gençlerin kendilerini ve gençlik hareketi içerisindeki çalışmalarını yenilemeleri, gençliğin mücadelesinin talep ettiği yeni yetenek ve donanımı hızla kazanmak için olağanüstü bir çabayla öne çıkmaları, hem işçi sınıfına ve hem de tarihe karşı sorumluluklarının bir gereğidir.

Gençliğin mücadelesi, gençliği kazanma mücadelesinde yeni olanaklar anlamını taşır. Bu olanakların gerçeğe dönüşmesi, salt gençliğin mücadelesiyle olacak bir iş değildir, gençlik için mücadeleyi de olağanüstü yükseltmeyi gerektirmektedir. Şu kesindir ki, gençliğin siyasal uyanışı, aynı zamanda, sosyalist çalışma için de bir meydan okumadır.



* Rakamlar: International Labour Office, Global Employment Trends for Youth; Auğustos 2010 ve Eurostat’ın 01.03.2011 tarihli basın bildirgesinden aktaran 04/11 tarihli BdiP dergisi.

** Arap Dünyasında Ayaklanma, Evrensel Basım Yayın, 2. baskı, sf. 120-123

*** Aslında fikri bakımdan gerçek bir yenilenme söz konusu değildir. “Yenilenme”, esasta, kendi ideolojisinin doğruluğunun kanıtını karşıt tarafın, yani sosyalizmin, yenilgisinde keşfetmekten ibaret!]

**** Avrupa 68’indeki “sosyalizm”, esasta, kurulu düzeni ret düzeyine indirgenmiştir. Özellikle Frankfurt Okulu bu konuda olumsuz bir rol oynamıştır. Frankfurt Okulu’nun teorisyenleri Horkheimer ve Adorno’nun “eleştirel teorisi”nin açmazı da bu yetersizliği olmuştur: Hegel’deki yadsıma kavramı, esasta olumsuzlama boyutuyla sınırlanmış (diyalektik de esasta olumsuzlama olarak); belirli bir yadsımanın yerine belirsiz yadsıma geçtiğinden, etik, ahlaki ve politik olarak yadsınanın somut alternatifi de konulmamıştır. Haliyle, yadsınması gereken şeyin kalıcılaşmasına varılmıştır. Özellikle Avrupa 68’i deneyimi, başka şeylerin yanı sıra, salt olanın reddi tutumunun son derece yetersiz olduğunu ortaya koymuştur.

Benediktov’u Okurken…

Yazılama Yayınevi’nde “Kurtuluştan Çözülüşe Dizisi” çerçevesinde Şubat 2008 tarihinde, “Stalin ve Hruşçov Hakkında İ. A. Benediktov ile Söyleşi” adlı bir kitap yayınlandı. Söyleşiyi Sovyet gazetecisi V. Litov 1970’lerin sonunda gerçekleştirir. Ancak, hemen yayınlayamaz. Litov, “materyali uzun yıllar boyu yayınlamadılar ve ancak Molodaya Gvardiya dergisi” 1989’da yayınlamaya “cüret etti” der. “Cüret” gerekmiştir, çünkü Benediktov’un görüşleri “genel çizginin” meşhur “Stalinist cinayetleri” ifşa etme politikasına “tamamen ters” düşmekteydi.

Peki İvan Aleksandroviç Benediktov kimdi? Benediktov, Stalin döneminde, çok genç yaşlarda Tarım Halk Komiseri olur. Stalin’in ölümünden sonra, kısa bir süre Köy İşleri Bakanı (Sovhozlar Bakanı) olarak görevine devam eden Benediktov, “siyasal kariyeri”ni artık “bambaşka bir alanda” sürdürür: Eski Tarım Bakanı Hindistan ve Yugoslavya’da yıllarca büyükelçi olarak çalışır. Söyleşinin yapıldığı dönemde o artık emekli bir diplomattır.

Hiç şüphe yok ki, Sovyetler Birliği’nin Stalin liderliğindeki yılları, insanlık tarihinde, üzerine en çok yalanın üretildiği dönemlerin başında gelmektedir. Özellikle Batılı “kremlinolog” ve “sovyetologların” kaleme aldıkları iftira, “itiraf”, dedikodu ve çarpıtmalar, birkaç büyük kentin üniversite kütüphanelerini dolduracak hacimdedir.

Fakat, tarihsel gerçekler, tüm gerçekler gibi, inatçıdırlar. Bu gerçeğin altı, özellikle bugün, sığ ve idealist bir tarih anlayışın egemen olduğu koşullarda, tarihsel gerçekleri öğrenmek isteyen günümüz genç aydınlarıısından çizilmelidir. Belki tek tek iddialarla da uğraşmayı gerektirmeyecek, hatta burjuva ve revizyonist bakışısıyla yazılmış eserlerin irrasyonelliğindeki rasyonel olanı dahi kavramaya yardımcı olacak olan, diyalektik-materyalist tarih anlayışının kendisinin bizzat özümsenmesidir. Benediktov ile söyleşi, böyle bir çalışmayı teşvik etmesi bakımından da önemlidir.

Sovyetler Birliği’nin önemli tarihsel dönemeçlerinde en ileri düzeyde görev yapmış biri olarak Benediktov, pek çok konuda son derece önemli ve aydınlatıcışünceler dile getirmektedir. Bunları burada tek tek ele almanın bir gereği yok. Bununla birlikte, titizlikle okunmasını önerdiğimiz bu kitapta dile getirilenlerden de yola çıkarak, bazı noktalara işaret etmeyi de gerekli görmekteyiz.

SORULARIN YANITLADIKLARI

Hatırlatmakta fayda vardır ki, Stalin ve onun temsil ettiği devrimci çizginin mahkumiyeti, aralarında amaç ve nüans farklılıkları olmakla birlikte, burjuva ideolojisiyle modern revizyonizmin fiilen ortaklaştığı bir husustu. Bu, iki karşı-devrimci akımın yollarının son derece anlamlı bir tarihsel kesişmesiydi adeta.

Stalin “kötü”ydü, “cani”ydi, “cebberut” ve “acımasız”dı, döneminin eserleri “terörün eserleri”ydi… Bu ve benzer “argüman”larla, tarihsel bir kişilik olarak Stalin, tarih dışına atılmaktaydı! Böylelikle, çizgisi ve eylemleriyle O, tarihin dışındaki bir kişi olarak, ancak kendisinden açıklanabilirdi!

Sovyet (!) gazetecisi Litov’un Stalin ile ilgili belirtilen minval üzerinden yönelttiği ve Benediktov’u da öfkelendiren sorularının işte böyle bir karakteristik özelliği bulunmaktadır. Oysa Litov, sorularıyla salt döneminin egemen anlayışını yansıtıyordu; yani modern revizyonizmin Kruşçev ile birlikte benimsediği tarih anlayışına uygun soruyordu. Benediktov’un yanıtları ise, yer yer sübjektivizme düşse de, esasta tarihsel materyalist bir anlayışı yansıtır. Hiç şüphesiz, bu söyleşideki sorular ve yanıtlarda karşı karşıya gelen iki farklı tarih anlayışıdır.

Bilindiği gibi, 19. yüzyılın sonlarında Alman sosyal demokrasisinde ortaya çıkan Bernstein revizyonizminin partinin çizgisini anti-Marksist bir temelde revize etmesinde, Marksist tarih anlayışının Yeni-Kantçılıkla “tamamlanması” çok özel bir rol oynamıştı. Yeni-Kantçılık, dünya görüşünü büyük oranda Marksizmin oluşturduğu işçi hareketinin karşısına, etik-idealist bir “sosyalizm” ile çıkmıştı. Bernstein’ın hemen benimsediği bu “sosyalizmin” esas işlevi, sosyalizmin gerçekleşmesi için proleter devrimin gerekliliğini inkar etmekti. Böylelikle, bilimsel sosyalizmin yerine, etik bir burjuva sosyalizmi geçirildi. Kant’ın “tarih üstü” ebedi moral yasasıydı artık Alman revizyonizminin tarih ve dolayısıyla mücadele anlayışına esin veren.

Benediktov’un Stalin dönemiyle ilgili sorulara verdiği yanıtlar; diyalektik ve tarihsel materyalizme bağlı kalındığı sürece Stalin’in ve çizgisinin mahkum edilmesinin mümkün olmadığını, olsa olsa çok tali ayrıntılarda eleştirilebileceğini ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, Kruşçev revizyonizmiyle gündeme gelen “Stalin mahkumiyeti”, SBKP’nin diyalektik ve tarihsel materyalizmden sapmasına ve burjuva tarih anlayışının en bayağı tezlerine (kişilerle tarihi açıklama, tarihi de ahlaki kriterlerle değerlendirme) sarılmasına tekabül etmekteydi!

Dünya tarihi, “ahlakın kendisine mesken ettiği yerden çok daha yüksek bir zeminde” cereyan etmesine karşın, Kruşçev revizyonizmi, Stalin’i ve temsil ettiği Marksist-Leninist çizgiyi, aklı sıra sosyalizmin hukuku üzerinden mahkum etmeye çalıştı. Ancak Stalin, gerek kişi olarak ve gerekse çizgisi itibariyle sosyalizmin hukukuna da ters düşmediği için (Benediktov’un yanıtları bu bakımdan çarpıcıdır), Kruşçev revizyonizmi, sosyalizmin hukukunu sosyalizmin kendisinden ayırdı. Oysa, ister sosyalist, isterse burjuva olsun, hiçbir hukuk nesnesiz özne olamaz. Ve böyle olamadığından da, ayrı bir tarihleri de yoktur.

Sosyalizmin hukuku, onunla birlikte tarih anlayışı ve bir bütün olarak ideolojisi, esasında salt farklı bir ifadesi oldukları nesnel ilişkilerin kendisinden; yani mevcut üretim ilişkileri, üretici güçlerin belirli düzeyi, somut tarihsel ilişki ve koşullar ve bunların içerisinde ve bunlara karşı cereyan eden sınıf mücadelelerinden soyutlandığında; bu toplu bağıntılılık politik hesaplar uğruna yadsındığında; sosyalizmin hukuku da, ideolojisi de biçimselleşir; somut içeriklerini yitirir, zira bu durumda belirli bir hukuk, belirli bir ideoloji olmalarını sağlayan belirlenimlerinden soyutlanmışlardır.

Kısacası, işçi sınıfının tarihinde eşsiz değerde bir dönemi “anti-kült” politikasıyla gözden düşürme kütlüğü, modern revizyonizmin çapsızlığının tipik bir tezahürü idi. Engels bir yerde şöyle der:  “Başlangıçtaki kalkış noktasına tamamen zıt bir noktaya nihai varış, kendi nedenleri ve varlık koşulları hakkında net olmayan ve bu nedenle salt hayali hedefleri olan tüm tarihsel hareketlerin kaçınılmaz kaderidir. Bunlar, ‘tarihin cilvesi’ tarafından acımasızca düzeltilmektedirler.

ÖZNEL FAKTÖRLER…

Tarihteki devrimlerin nesnel kaynağının, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkide bulunması, öznel faktörleri önemsiz kılmaz elbette. Toplumların tarihine bakıldığında, öznel faktörlerin (yani toplumun gelişme koşulları ve biçimleri hakkındaki bilinç ve sosyal güçlerin örgütlülük düzeyi) devrimci dönüşümlerdeki rolünün her yeni tarihsel çağla birlikte giderek arttığı görülür. Örneğin köleci toplumdan feodal topluma geçişte, burjuva ya da proleter devrimler tipinde politik bir devrim yaşanmamıştır. Köleci toplumda ezilen sınıf ve grupların, ayaklanma ve eylemlerine rağmen, bilinçli bir devrimci hedeflerinin (programatik) bulunmaması, kuşkusuz, köleci toplumdan feodal topluma geçişin son derece sancılı ve uzun sürmesinde önemli bir rol oynamıştır. Genel olarak denilebilir ki, üretici güçlerin çok yönlü gelişmesi oranında devrimlerdeki öznel faktörün rolü de artmıştır.

Kapitalizmin politik bir devrimle yıkılması ve sosyalist bir toplumun inşa edilmesinde dikkate alınması gereken diğer bir husus da şudur: Önceki toplumların düğüm noktalarında, bir sonraki toplumun üretim ilişkileri eski toplumun bağrında oluşurken, aynı şey sosyalist toplumun üretim ilişkileri açısından söz konusu değildir. Kapitalist toplumda gelişen, sosyalist toplumun maddi önkoşullarıdır sadece.

Bu olgunun öznel faktörler açısından anlamı şu ki, işçi sınıfı, kendisinden önceki sınıflardan farklı olarak, iki şeyi aynı anda başarmalıdır: Hem sınıfının iktidarını kurmalı ve hem de iktidarının sınıfı olmalıdır. Burjuvazi bu bakımdan da avantajlıydı. Yeni hasmı işçi sınıfı karşısına dikildiğinde, burjuvazi, henüz feodal aristokrasiyi tümden siyasi iktidardan kovamamıştı bile. Ancak bu, yeni sömürücü sınıf için aşılamaz bir engel değildi, tersine; eski sömürücü sınıf olan aristokrasiden devlet ve hükümet işlerinde hem faydalanıyor, hem de bu arada kendisi egemen sınıf olmayı öğreniyordu.

Sovyetler Birliği’ne, yani Ekim Devrimi ve Rus proletaryasına gelecek olursak; bu ülke ve proletaryası, yukarıda sözü edilen genel zorlaştırıcı koşullardan da öteye dezavantajlıydı. Ne ülke çapında gelişkin bir işçi sınıfı vardı, ne de bu sınıfın kuracağı toplumsal sistemin maddi önkoşulları ülke çapında gelişkindi. Benediktov bunu şöyle belirtir: “Sorun şu ki, tarih bize ‘normal’ imkanlar vermedi, bize de ‘normal olmayan’, yani zorlanmış tempolarla hareket etmek düştü.” (sf. 82)

İşte Lenin ve Stalin döneminin Sovyetleri’nde sosyalist bir toplumu inşa etme uğruna verilen mücadelenin nesnel koşulları ve bu koşulların gerektirdiği devrimci çalışmanın tarzı, ruhu ve özellikleri ancak bu bağıntılar içerisinde doğru kavranılabilir. Ve kuşkusuz, Benediktov ile söyleşinin bugünün devrimcisi açısından son derece öğretici olan kısmı da, onun, Stalin döneminde parti ve devlette egemen olan devrimci çalışma ruhu, ilkeleri ve tarzına ilişkin anlattıklarıdır.

Pek çok şeyin özetlendiği şu uzun alıntıyı yapmakta fayda vardır:

Stalin’in kendilerine görülmemiş ayrıcalıklar verdiği bürokratlar meselesine gelince, burada tamamen haksızsınız. Stalin esasında çalışmaktan başka bir şey bilmezdi ve tam bir özveriyle emek harcardı, kendine hiç rahat ve gevşeme tanımadan günde 14, 15, 16 saat çalışırdı. Politbüro üyeleri, halk komiserleri, merkezi ve yerel organların sorumluları da onun belirlediği ritme boyun eğerek, aynı gerilim içinde çalışırlardı. 14-16 saatlik iş günü bizim için istisna değil, daha ziyade kuraldı. 5-6 yılda bir tatile çıkardık, o da herkes değil. Tatil günleri pratikte yoktu. Demirden disiplin, sürekli kontrol, maksimum güç harcayarak çalışma ve en önemlisi, somut sonuçlar, işlerin gerçekten iyileşmesi talebi, ki bunları yapamamak geçmişteki hizmetlerin ne olursa olsun görevden alınmak anlamına geliyordu -bütün bunlar idari emeğin öyle bir üretkenlik ve etkililiğine yol açtı ki, bugün bunları ancak rüyada görebilirsiniz. Örneğin Merkez Komitesi, Politbüro ya da bakanlar kurulunun herhangi bir kararının yerine getirilmeden kaldığını hatırlamıyorum. Şimdi ise aksine, diyorlar ki, bir çığ gibi artmış olan bu kararlar arasında hiç olmazsa yarı yarıya hayata geçirilmiş bir tanesini bulamazsın… Bu arada bizim zamanımızda bir işin zorluğuna ya da ‘nesnel koşullara’ atıflar ciddiye alınmazdı. ‘Siz zaten bunları aşmak için yönetici bir mevkidesiniz’ derdi genellikle bu gibi durumlarda Stalin.

Lion Feuchtwanger’in 1937 yılında Sovyetler Birliği’ni ziyaretine ilişkin sözünü ettiğiniz küçük kitabını buldum ve okudum. Feuchtwanger birazcık olsun sorumluluk isteyen bir mevkiyi işgal eden kişiler hakkında şunları yazıyor: ‘Neredeyse yemek için hiç vakit ayırmıyorlar, neredeyse uykuları yok ve tiyatroda oyun izlerken sadece acil bir soru sormak için telefona çağrılmakta ya da gecenin üçünde dördünde telefon edilmesinde hiçbir gariplik görmüyorlar. Ben Moskova dışında hiçbir yerde bu kadar çok sayıda yorulmadan çalışan insana rastlamadım… New York’ta ya da Şikago’da Amerikan çalışma temposunu bulamadıysam da Moskova’da buldum.’ Doğru bir gözlem, aynen böyle idi!

… Başka bir deyişle, hayat tarzı Bolşevik zahitlik (dünya nimetlerine önem vermeyiş -ç.n.) ve püritanizmle belirlenen Stalin, aparatın dizginlerini sıkı tutuyordu, hayatın sayısız cazibelerinin yöneticilerin emek üretkenliğini azaltacağını, sıradan insanların onlara ve dolayısıyla partiye olan güvenini sarsacağını ve ülkemizde çok şeyin buna bağlı olduğunu -zamanla görüldüğü gibi haklı olarak- düşünüyordu.” (sf. 73-75)

DEVRİMCİ ÇALMA TARZI

Burjuva kafası, çizilen bu tablodan bambaşka sonuçlar çıkartabilir; örneğin Stalin’in hayat tarzındaki “Bolşevik zahitlik ve püritanizm”i, onun çocukluk yıllarındaki manastır eğitimiyle ilişkilendirebilir vb. Bir Marksist ise, bu tablodaki nesnel ilişkiyi kavrar; yani bir nesnel ilişkinin her ayrı bir duruma göre farklılaşabilen biçimlerini değil, ilişkinin kendisini ve doğasını özümsemeye çalışır.

Nitekim, Benediktov’un birkaç yerde tekrarladığı bir cümle var; der ki, “Stalin genellikle işin gereğinden yola çıkardı”! İşte bu husus, bugün de devrimci çalışmanın felsefesi ve ruhunun anahtarıdır.

Hangi iş üstlenilirse üstlenilsin, her işin, görevin, çalışmanın kendine dair ve işten işe değişen gerekleri vardır. Ama değişmeyen, işle gereği arasındaki ilişkidir. Bir işin gereğinden hareket etmek demek, amaç-araç birliği temelinde çalışmak demektir. Yani amacın; aracın seçimi ve şekillenmesine damgasını vurması ve bu aracın da amaca uygun bir biçimde kullanılmasıdır.

Her çalışma, özünde, somut bir amaç saptaması ve ilanıdır. Tersi değildir, yani çalışmak amaç değildir! Çalışmalardaki formalizmin ana kaynağı, çalışmaların nedeni ve amacının çalışmanın nasılına (gereklerine) damgasını vuramamasıdır. Bu, aynı zamanda, bir perspektif daralmasıdır.

Zira, çalışmada formalizm, o çalışmada genel bağıntının kopması, bir yerde amaçsızlaşması demektir. Formalizm, bir yerde, çalışmanın yapılmasına rağmen yapılmaması halidir (Bu açıdan Benediktov’un fuar örneği ve Stalin’in eleştirisi çok öğretici bir örnektir. Bkz. sf. 24).

İşin gereği, amaca olabilen en ileri düzeyde hizmet eden nitelikte bir çalışma yürütmektir. Böylesi bir çalışmanın her aşamasında, amaç, çalışmanın her safhasını belirlemeli, şekillendirmeli ve gereklerinin kriterlerini oluşturabilmelidir. Aksi durumda, çalışır, ama, gereğiyle çalışmış sayılmayız, dolayısıyla işin gereğinden de yola çıkmış olmayız!

Benediktov’un, buradaki sorun açısından dikkat çektiği diğer bir husus da, Stalin sonrası dönemde, hayatın (yani genel olarak sınıf mücadelesinin ve somut olarak sosyalist inşanın) talep ettikleriyle, kadrolardan talep edilenler arasındaki ilişkinin bozulmasıdır. Hayatın, çalışmaya talepleri yükseltme görevi koyduğu koşullarda, “kadrolardan talep edilenler”in “azalmaya başladığına” işaret eder.

Denilebilir ki, bu, devrimci bir parti açısından, dün, bugün ve gelecekte de, her zaman kilit bir sorundur. Sınıf mücadelesinin, işçi hareketinin halihazırdaki konumu, ihtiyaç ve gelişiminin ve genel olarak devrimi örgütleme, gerçekleştirme ve sürdürmenin işçi sınıfı partisinden talep ettikleri ile (yani “hayatın talepleri”, ki bunlar hep çok yönlüdürler; ve açıktır ki, bu çok yönlülüğün kapsanması da, ancak parti çalışmasının tam da o dönemdeki doğru halkayı yakalaması suretiyle gerçekleşebilir!), partinin ve çalışmasının, bu taleplerin karşılanması bakımından somut konumu, pratiği, algısı, refleksleri… Bir partinin tarihsel misyonunu yerine getirmesi ve devrimci karakterini kesintisiz yenilemesinin yolu, bu ilişkinin; çalışması ve eyleminin temel kriterini oluşturmasından geçmektedir. Bu ilişkinin belirleyici bir kriter oluşturması, aynı zamanda, “hayatın talepleri”nin doğru okunmasının da güvencesidir. Hatta denilebilir ki, bu ilişki, “hayatın talepleri”ni okuyanların da (parti ve kadroları) “okuma hatasına” düşmemelerinin dayanağıdır.

Benediktov, devlet ve partide bürokratik-hantal bir yapı ve çalışmanın Stalin’in değil, Kruşçev döneminin karakteristik bir özelliği olduğunu söyler. Kapitalizmde; kitlelerin siyaset ve devlet işlerinde devre dışı bırakılması, pasifize edilmesi, pazarın “görünmeyen eli”nin üretimi ve toplumsal yaşamı belirlemesi ne kadar sistemin işleyişinin bir gerekliliğiyse, sosyalizmde bu o kadar tam tersinedir. İşçi sınıfının bilinç ve kültür düzeyinin artması, inisiyatifi ve girişkenliği ve başta devlet işleri olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin rol üstlenmesi olmaksızın, sosyalizm, ne ilerleyebilir, ne de nihayetinde ayakta kalabilir.

Dolayısıyla, ülkenin tüm politik, ekonomik, sosyal karar ve uygulamaları bu amaca ve onun gereklerine odaklanmalıydı. Toplumsal ve ekonomik gelişmişlik bakımından eksiler çoktu, kapatılması gereken mesafe küçük değildi, ama, başarılamaz değildi; tersine, nesnel koşullarda yatılı olanaklar devrimci bir iradeyle, işçi sınıfı davasına şartsız bir adanmışlıkla ve fedakar, disiplinli, yetenekli ve öngörülü bir çalışmayla gerçeğe dönüştürülebilir ve Sovyet işçi sınıfı ve emekçi kitleleri engelleri aşabilir, sosyalizmi kurabilirdi. İşte bu anlamda, “kadrolar her şeyi çözer”di ve “tayin edici”ydiler.

ıktır ki, böylesi bir çalışma (aslında her gerçek devrimci çalışma); tutkusuz, kararsız, eyyamcı ve evet efendimci kişilerle; göreviyle ilişkisi biçimselleşmiş, zayıf kişilikli ve itaatkar “kadro”larla olanaklı değildir. Burjuva propagandanın aksine, Stalin’in kendisinin teşvik ettiği ve liderlik ettiği dönemin karakteristik kadro tipi bu türden değildi. İşinin sorumluluğunu üstlenen, kararlarının arkasında duran, inisiyatifli ve özgüvenli çalışan kadrolara ihtiyaç vardı ve bu türden kadroların partide yükselmesini teşvik edenlerin başında Stalin gelmekteydi. Stalin’in kadro politikasını ayırdeden diğer bir özellik de, gençliğe önem vermesi ve genç kadroların ileri görevlere getirilmesinde özel bir çaba içerisinde olmasıdır. Kruşçev döneminde itaatkar, eyyamcı, evet efendimci yönetici kadroların hızla çoğaldığına dikkat çeken Benediktov, gençlik konusunda şunları belirtir: “Stalin zamanında Sovyet hükümeti, üyelerinin yaş ortalamasıısından neredeyse dünyanın en genç hükümetiydi. Örneğin ben, 35 yaşımda SSCB tarım halk komiseri atandım ve bu istisna olmaktan ziyade kuraldı.” (sf. 17)

Stalin’in kadroların tayin ediciliğiyle ilgili vurgusunu, Benediktov da söyleşinin birçok yerinde tekrarlıyor. Ve bu fikirden yola çıkarak şöyle kıyaslamalarda bulunuyor: “Kruşçev, Stalin değildi. Kötü kaptan en iyi gemiyi karaya oturtmaya yeteneklidir. Böyle de oldu. Kaptanlarımız önce verilen tempoyu yitirerek rotadan çıktılar, daha sonra bir uçtan ötekine savruldular ve en sonunda dümeni hepten elden kaçırarak ekonomiyi çıkmaza soktular.” (sf. 12)

Ancak, bu genel doğru, söyleşinin ilerleyen bölümlerinde giderek sübjektivist bir boyut kazanıyor onun yaklaşımında. Benediktov, söyleşinin sonlarına doğru, gazetecinin “devletimizin başarılı gelişiminin temel koşulu nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Yetkin ve yetenekli bir yönetimin mevcudiyeti. Ülkede yöneticiler nasılsa işler de öyle gidecektir.” (sf. 100) Birkaç sayfa sonra tam ne kastettiğini açıklıyor: “Yetkin bir yönetim ülkenin gelişimini keskince hızlandırırken, yetkin olmayanı ise aynı ölçüde keskince onu frenler ve hatta geriye döndürür. Stalin birincisini kanıtladı, Kruşçev ikincisini. Her şey özü itibariyle bir ara rejim olan bugünkü yönetimin yerine kimin geleceğine bağlıdır. Stalin ve takımı gelirse – öyle adımlarla ilerleriz ki on-on beş yıl içinde o övülen Amerika dahil herkes geride kalır. Fakat eğer Kruşçev tipi küçük burjuva mayasını almış yöneticiler gelirse, kötü olacak. Ülkemiz ikinci bir Kruşçev’e dayanamaz. Düzen kötü ya da devlet zayıf olduğu için de değil. İşe yaramaz kaptan, en çağdaş gemiyi kayalara vurup parçalamaya muktedirdir. Dümeni elden bırakması yeterlidir.” (sf. 103)

Gerçek şuydu ki, 1970’lerin sonunda gemi çoktan karaya oturmuştu! Karaya oturtulmuş bir gemi gerçeği karşısında, yeni ve daha iyi bir kaptan tartışması artık naif bir sübjektivizmdir. Başka bir ifadeyle, sorun artık, “Stalin ve takımı” geldiğinde ne olacağı değil; sorun öncelikle, o dönemde ülke yönetimine böyle bir “takımın” gelmesinin koşullarının bir kere olup olmadığı ve/veya bu koşulların doğması için ne tür bir mücadelenin o yıllarda gerekli olduğuydu. Aksi takdirde, “Stalin ve takımı”nın ülke yönetiminden uzaklaştırılmış olması gerçeğine de bir anlam verilemezdi. Bu anlamsızsa, bu “takımın” gelmesinin de özel bir anlamı olamazdı. Kısacası Benediktov’un, “her şeyi kadrolar çözer” önermesi, artık karşılığı olmayan bir durumu varsayması itibariyle, sübjektivist bir önermeye dönüşştür.

Devrimci kadroların tayin ediciliği, bir an için bile onların ideolojik-politik niteliklerinden soyutlanamaz. Bu yapıldığında, geriye kalan, onların mesleki/teknik yetkinliği ve yeteneğidir. Bu durumda ama beliren sorun açıktır: Yetenekli ve yetkin irade; neyin, hangi sınıfın ya da politikanın iradesi olacaktır?

Evet, kadrolar her şeyi çözer, ama, doğru bir politika izlendiğinde çözer! Doğru politika ise, bu durumda, nesnel koşulların işçi sınıfının çıkarları ve tarihsel misyonu doğrultusunda çok yönlü ve Marksist bir tahlilini gerektirir. Bunun yokluğunda, kadrolar hiçbir şey çözmez ya da tersinden söyleyecek olursak; bunun yokluğunda, kadroların öncelikle çözmesi gereken böyle bir politikanın partide (ve tabii ki devlette de) egemen olmasıdır.

Kaldı ki, evrensel kadrolar yoktur. Yetenek, kapasite, tecrübe, birikim vb. şeyler, her zaman somuttur ve görece sınırlıdırlar hep. İşin somutluğundan kaçınılmaz olarak beliren bu sınırlılıkları aşmanın ve kadrolardaki yeteneklerin belirlenmiş amaçlarla doğrultusunda etkin kullanılabilinmesinin güvencesi, partidir. Parti, evrenselliği temsil eder.

Hiç şüphesiz, devrimci irade şarttır; ancak sübjektivist, kendinde menkul iradecilikle de asla karıştırılmamalıdır. Kadrolar; tutku, fedakarlık, disiplin ve kararlılığın yanı sıra, yetenek, kapasite, pratik tecrübe ve teorik birikim… evet, bu haslet ve nitelikleri sayesinde, gerçekten de imkansız görüneni başarırlar. Ancak, başardıkları şeyleri, maddi koşullarında başarırlar. Maddi koşulları yoktan var edemezler. Dolayısıyla, kadroları, olanaksız görüneni başarır hale getiren, hem maddi ve hem de öznel koşulları iyi ve derinlemesine değerlendirmeleridir. Kadrolar da, belirli maddi şartlarca koşullanmış öznelerdir, ancak onları ayırt eden; olanda salt olanı değil, olgu ve olayların gelişme doğrultusunda olabilir olanı da ve bu olabilir olanı olur haline getirebilmenin (teorik-pratik) gereklerini görme ve bu gereklerin, halihazırdaki pratiği değiştirmede dayanak rolünü oynamalarını sağlayacak bir örgütsel ve manevi ilişkiyi, sürmekte olan çalışmanın ruhu yapabilme maharetidir.

Bu bağlamda diyebiliriz ki, genel olarak sınıf mücadelelerin, özel olarak da işçi sınıfının mücadelesinin sunduğu olanakların gerçekleşmesi, devrimci iradeyle yürütülen bir çalışmayı gerektirir. Olanakları değerlendirmeyi dert edinmeyen bir çalışma da nihayetinde devrimci olamaz.

TARİH MÜHENDİSLİĞİ…

İnsanlar tarihe, işin doğası gereği, hep şimdiki zamandan bakarlar. Ve yine doğası gereği, refleksiyonda bulunarak yaparlar bunu. Burada ama, Marks ve Engels’in “Alman İdeolojisi”nde dikkat çektikleri önemli bir “ayrıntı” vardır: Refleksiyon (düşünüp taşınma), insana bir oyun oynar. İnsanın ve düşüncesinden bağımsız objektif bir gerçekliğin var olduğu bir an için dahi unutulduğunda, “dünya ilişkileri”nin, refleksiyonun bir eseri olduğu hissi doğar. Bu, bir yere kadar öyledir de! Refleksiyon, gerçekten de “dünya ilişkileri”ni kafa üstü gösterir. Zira, refleksiyonda bu ilişkiler, refleksiyonun ürünüdürler.

İşte bu “ayrıntı” atlanıldığında, gerçek ilişkiler, nesnel olgular; refleksiyon yoluyla edinilen kategorilerin varlık biçimlerine dönüşürler. Düşünürün düşüncesi, gerçek dünyanın temeli haline gelir. Felsefi düşünce, kendisine tekabül eden gerçekliği yaratır. Bu spekülatif yöntem tarihe uygulandığında; bilincin/düşüncelerin tarihini; insanın tarihi ve böylelikle de gerçek tarihin kendisi olarak açıklamak işten bile değildir.

Bilimsel sosyalizmin kurucuları, bu nedenle, tarihin felsefesinin Hegel’de, felsefenin tarihi (Hegel’in felsefesinin tarihi!) olduğunu vurgularlar. Onda, spekülatif düşünce, soyut tahayyül; tarihin sürükleyici gücüne ve bu yolla da tarih, salt felsefenin tarihine dönüşür. Hegel’de, tarihte, son tahlilde kendisini ortaya koyanın ve gerçekleşenin “mutlak tin”olması da bundandır.

Gerçek tarih, düşüncelerin tarihinin asıl temeli olmasına karşın, spekülatif düşünce, dönüp gerçek tarihi, kendisinin ete kemiğe bürünmesinin aracı olarak değerlendirir. Ve bunu yaptığı oranda, daha sonraki tarihsel olguyu, daha öncekinin nedeni, yaratıcısı olarak kavrar. İşte esasta idealizmin kaynaklık ettiği ve tüm sübjektivist yaklaşımların şu veya bu ölçüde etkisi altında kaldığı tarih mühendisliği böyle bir şeydir. Böylelikle ama, tarihin kendisine ayrı bir amaç yüklenmiş olur, tarih; “başka kişilerin yanında başka bir kişi” özelliğini kazanır. Oysa tarih, kendinden menkul, ayrı bir “kişi” ya da “özne” değildir. Bugünkü bilgi ve bilincimizle tarihe bakabilir, oradan dersler çıkartabiliriz, ama bunu yaparken, bugünün nesnel olgu ve sonuçlarını tarihteki olayların nedeni ya da amaçlarına dönüştürme yanılsamasından da sakınmalıyız!

Benediktov ile söyleşi bu bakımdan da öğreticidir. Söyleşide Benediktov, Lenin’den şöyle bir alıntı yapar: “Tek tek olgulara değil, fakat incelenen sorunla ilgili bütün olgulara, tek bir istisna olmaksızın bakmak gerekir”. Lenin burada, “bir bütün olarak tarihsel olayların nesnel bağları ve karşılıklı bağımlılıkları”nı göz önünde bulundurmanın gerekliliğini vurgulamaktadır (sf. 52).

Bu gereklidir, çünkü her dönemin kendine özgü koşulları vardır. Her dönem aynı zamanda “bireysel bir durumdur” (Hegel). Öylesine ki, onun hakkındaki değerlendirme onun içinden yapılmak zorundadır. Öte yandan ama, toplumların gelişmesinin de belirli yasaları vardır. Nasıl ki, her dönemin “bireysel bir durumu” oluşturması toplumların gelişmesinin yasalarını ortadan kaldırmıyorsa, aynı şekilde bu yasaların varlığı da her dönemin kendi “bireysel”liğini ortadan kaldırmaz. Aslında bu ikisi, farklı ama, ayrı şeyler değildir. Maharet burada, “bireysel” olanda, genel yasaların belirleyici etkisini ve rolünü görebilmektedir.

Tarih mühendisliğinin yanılsamalarından sıyrılmaksızın hiçbir tarihsel dönem, ama özellikle de Stalin liderliğindeki Sovyet dönemi doğru kavranılamaz. Aksi durumda; ne genç Sovyet insanının liderini kutsaması anlaşılabilir, ne Sovyet aydınının bir Batılı aydının “esaret” diye damgaladığı ilişkileri özgürlüğün kazanımları olarak görmesine anlam verilebilir, ne de yeni bir uygarlık yaratan bu toplumda hümanizm ile zorun yan yanalığındaki nedensellik kavranılabilir.

Okur söyleşide ilerledikçe, piyasada şu veya bu konuda ileri sürülen iddia ile o dönemin bir tanığının dönemin içinden bizzat anlattıkları arasındaki devasa farkı, dahası, soyut/kaba iddiaların somutlaştırılması oranında nasıl buharlaştıklarını görecektir.

OLGUCULUKTAN SÜBJEKTİVİZME…

Bilindiği gibi, idealist felsefenin tarihin ve toplumun bütünlüğünü kendi soyut ilkelerine dayandırarak oluşturma çabaları, bizzat kapitalist sistemin uzlaşmaz nesnel çelişkileri tarafından boşa çıkartıldı. Burjuva ideolojisinin ilke ve normları ile kapitalizmin; kitlesel işsizlik, açlık, mutlak yoksulluk, kriz, savaşlar gibi olgularla karakterize olan toplumsal gerçekliği arasında büyük bir uçurumun açılması, başka şeylerin yanı sıra, bu ilkelere en çok umut bağlayan küçük burjuvazinin merkezinde bulunduğu bir dizi idealist-sübjektivist ideolojik akımların peydahlanmasına neden oldu. Almanya’da 19. yüzyılın radikal genç-hegelci “hakiki sosyalistleri”nden Nietzsche’ye, Sartre’dan Marcuse’a kadar uzanan, yelpazesi oldukça geniş ideolojik bir reaksiyondu bu.

Sübjektivist akımların ortak özelliği, “dünya ilişkileri”ne idealist bir temelden bakmalarıdır. Düşüncelerine tekabül etmeyen gerçekliği mahkum eder, gerektiğinde de reddederler! Onlar sorunu, düşüncelerinin gerçekliğe uymamasında değil, tersine gerçekliğin düşüncelerine uymamasında görürler. Kendilerinden değil, gerçeklikten şüphelenirler; ve onu spekülatif “düzeltirler”, ta ki kitabına uygun hale getirene kadar. İster tarih, isterse şimdiki zaman olsun, bu akımların temsilcisi her aşamada “mühendis”tir! Tasarımı iradesine, iradesi tasarımına bağlıdır! Sübjektivistler için tarih, teorik tezlerinin kanıtlanmasına hizmet etmek için vardır; teorilerinin “tüketim eylemi” (Marks) içindir tarih. Tarihi, ayrı, metafizik bir özne olarak kavrarlar, zira genel olarak özneyi yükleme dönüştürmektedirler.

Bu bakımdan, çarpıcı bir örnek olarak, Kemal Okuyan’ın Yazılama yayınevinin aynı dizisinde çıkan “Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-tezler” adlı kitabı verilebilir. Okuyan, her ne kadar “Sovyetler Birliği’ne ‘çözülüş‘ eksenli sağlam bir yaklaşım geliştir”diğini belirtse de, kitabının bu mütevazi yaklaşımını dahi haklı çıkartmadığını belirtmek gerekir. Muhtelif tezlere “anti-tezler”le karşı çıkmayı maharetin kendisi sayan ve dolayısıyla “anti-tezler”ini herhangi bir biçimde temellendirme derdi de olmayan Okuyan’ın kitabından burada söz etmemizin tek nedeni, kitaba ruhunu veren sübjektivizmidir. Savunduğu sosyalizm anlayışı, “çözülüşe” ilişkin yer yer evlere şenlik çözümlemeleri, tarihi kitabına uydurma çabaları vb. konularda söylenecek çok şey olsa da, burada önemli olan, onun “anti-tezler”ine ruhunu veren şu türden sübjektivist yaklaşımlarıdır: “Devrimin sosyalizmi arayışı” (sf. 16); “sosyalist kuruluş sürecinin ekonominin belirleyiciliğine karşı girişilmiş çok özel bir iradi müdahale olduğu” (sf. 25); “planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir” (sf. 51); “sosyalist kuruluş ise, ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” (sf. 85) vb. vb..

İnsan bir an için kuşkuya kapılmıyor değil, belki de Okuyan sadece “edebiyat parçalamak” istemiştir diye. Yoksa nasıl, devrim sosyalizmi arayacak? Devrim, arayıştaki bir özne mi? O zaman, sosyalizmi bulduğunda devrim, özne olarak, yükleme mi dönüşş oluyor? Yani, sosyalizm, kapitalizmin nesnel uzlaşmaz çelişkilerince koşullanan belirli ve kaçınılmaz bir tarihsel nesnel olay değil de, salt devrim kategorisinin bir varlık biçimi mi?

“Planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir”! Öyle olmalı, zira aksi durumda sosyalist kuruluş da “ekonomi politiğin doğasına aykırı” olamazdı. Dese ki, planlı ekonomi, ‘kapitalizmin ekonomi politiğinin doğasına aykırıdır’, o zaman bir anlamı olurdu bu cümlesinin. Ama hayır, “ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” diyor. Öyleyse, liberal ekonomistler haklı! Onlar da zaten böyle demiyorlar mı? Sosyalist kuruluş ekonomi politiğin doğasına aykırı ise, ve ama ekonomisi olmayan bir sosyalizm de düşünülemeyeceğine göre, nasıl olacak bu kuruluş? Doğaya aykırı olarak! Evet, sübjektivizm için bu hiçbir problem oluşturmaz; o iradesiyle, ekonominin yasalarına aykırı da olsa, kendi “ideolojik ekonomisi”ni inşa eder! Zaten işin içine Okuyan gibi bir “sosyalist” girdiğinde, “ekonominin belirleyiciliği”nden de eser kalmaz, çünkü o bu “belirleyiciliğe” karşı “çok özel bir iradi müdahale”ye girişir!

Kitabında; ülkenin başlangıçtaki geri ekonomik koşulları, savaşın çok yönlü tahribatları, ekonomide orantılılık, işbölümü, köylülük, değer yasası… gibi, bazı nesnel faktörlere ilişkin tavrı, adeta ‘geç bunları‘ havasında! Tüm mesele, “gerekli ideolojik silkiniş”in gerçekleştirilmemesiymiş; “asıl sorun”, “SBKP’nin perspektifsizliği” imiş! “Neden SB’de yeni insan eski düzene yenil”miş? “Çok ama çok basit… Bu kitapta onca anti-tezin arasında hep kendisini hissettiren temel gerçek nedeniyle: Sovyet insanı mücadele etmeyi unut”muş! Okuyan böylelikle, güya, sosyalizmin inşasında ve gelişmesinde öznel faktörlerin olağanüstü öneminin altını çiziyor. Bunun için ama, sübjektivizme düşmeye; özneyi tarihsel koşullardan soyutlamaya ve tarihi de öznenin “tüketim eylemi”ne indirgemeye ne gerek var?

Bilinir ki, öznenin belirleyiciliği her zaman görecelidir. Neye görece? Tarihsel nesnel koşullara görece! Peki, Okuyan’ın “gerekli ideolojik silkiniş”in bir belirlenimi yok mu? “Gerekli”liliği nasıl ve neye göre saptayabileceğiz? Aslında varlığı itibariyle kendisi, aynı zamanda bir “perspektif”i teşkil eden SBKP, nasıl “perspektifsiz”leşebilir ki? Perspektifi “perspektifsizlik”ti desek, yine bunu somutlaştırmamız, belirlenimlerini belirlememiz gerekmez mi? Mücadele etmek unutulabilir mi? Yanlış ya da az mücadele edilebilir veya hiç mücadele edilmeyebilir ama, unutulmaz! Aslında buradaki “unut”ma bile, unutma olamaz. Olsa olsa unutmak istemedir (kişiler kadar toplumlar da kendilerini kandırabilirler kuşkusuz) ya da SBKP’nin unutturmak istemesidir. Öyle veya böyle, bu istek ama, gaipten, durduk yerde gelmiş olamaz, yine somut ve belirli nedenlerini bilmemiz gerekecek. Başka bir deyişle, Okuyan; öznesinden yola çıkıyor, nesnesiz özneyi saptıyor ve bu özneyi kendi öznesinin nesnesi yapıyor! Bir türlü ama, somut ve gerçek tarihe “inmiyor”! Hegel’in tabiriyle, “hiçten hiçle hiçe” varıyor! Görüyoruz ki, SB’deki “çözülüşşöyle dursun, bu sübjektivizmi bile, “çok ama çok basit” değil! Bir Marksistin ama ayakları yere basmalı! Marksistler olgucu olmadıkları gibi, sübjektivist de değillerdir!

Benediktov’un, “iliklerine kadar gerçekçi” dediği Stalin’in, döneminde izlediği politikalarını karakterize eden derin gerçekçilik ile Kruşçev’in “solcu ileri fırlamacılığı” ve “küçük burjuva heyecan”larına ilişkin anlattıkları bu bakımdan da öğretici ve çarpıcıdır kuşkusuz. Ve aynı şekilde, Stalin’in SB’deki ekonomi tartışmalarında nesnel yasaların görmezden gelinemeyeceği dair vurgusunun da ne kadar haklı ve yerinde olduğunu bir kez daha göstermektedir bize.

Küçük burjuva ideolog ve liderlerde, olguculuktan sübjektivizme, sübjektivizmden olguculuğa gelgitler karakteristiktir. Tarihsel kritik dönemeçlerde, duruma göre, olanı kutsamaktan olanı reddetmeye varan (ve tersi) savrulmalar, küçük burjuvazinin tipik ideolojik refleksleridir ve kuşkusuz bu gelgitliğin toplumsal kökü, onun genel olarak iki büyük sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının arasında kalmışlığında aranmalıdır.

Aslında Kruşçev ve ardıllarının pratiği de, bu gerçeğin çarpıcı tarihsel örneklerini kendi özgünlüğü içinde sunmaktadır. Benediktov’un anlattıklarıysa, bütünlüğü içinde okunup değerlendirildiğinde, revizyonistlerin umduklarının aksine, onların; ne geçmişteki olguculuklarını, ne bugünkü sübjektivist eğilimlerini ve ne de SB’ni değerlendirirken başvurdukları tarih mühendisliği yöntemlerini doğrulamaktadır.

TARİHTEN SORUMLULUKLA ÖĞRENMEK…

Bilindiği üzere, SB yıkıldıktan sonra, modern revizyonist mihrak çeşitli akımlara bölündü. Önemli bir kısmı tasfiye oldu ya da açıktan sosyal demokrat partilere dönüştü, diğer kısmı da parti olarak kimliklerini korumayı başararak yollarına devam edebildi. Sonuncular arasında da, kendisini esasında sağ ve sol oportünizm olarak gösteren fiili bir ayrışma yaşandı, bazılarında bu ayrışma süreci parti içinde sürmektedir.

İstisnalar olmakla birlikte, bugünkü revizyonist mihrak uluslararası işçi hareketinde tayin edici bir rol oynamamaktadır. Öte yandan ama, özellikle de revizyonist mihrakın sol oportünist eğilimini temsil edenlerinin bu amaçla yeniden toparlanmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu mihraktan gelme sol söylemli partiler (başta da KKE olmak üzere), Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini yakın zamana kadar savunmuş olmaları gerçeğinden, kendi küçük burjuva ideolojisinin sureti olan bir tarih ve sosyalizm anlayışıyla kurtulmaya çalışmaktadırlar. Kruşçev ve ardıllarını, sol oportünist bir mevziden “mahkum” ederek tarihsel sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanmaktadırlar.

Şüphesiz, buradaki sorun asla, bir tarihsel dönemle ilgili soyut tarih ya da “kim haklı/haksızdı” tartışması yapmak değildir. Bununla birlikte vurgulanmalıdır ki, yenilginin dersleri; SB’de yaşanan süreçte rol oynayanların çizgi ve pratiklerinin, günümüz sınıf mücadelesinin talepleri açısından herhangi bağlayıcı bir sonucu olmayan dar ve soyut ideolojik bir eleştirisiyle de sınırlanamaz. Hele, Kruşçev’den açık çöküşe kadarki süreci bağnazca savunmuş olanların son yıllarda yapmaya çalıştığı gibi, eleştiriyi oportünist bir eksene; yani Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini biçimsel bir eleştiriyle ve bunu da olduğu kadar Stalin döneminden temellendirerek açıklamaya dayandırılamaz. Böyle yapmakla, salt işçi sınıfı sosyalizminin bugünkü kuşaklar açısından derinlemesine bir kavranışı zorlaştırılmış olmaz, aynı zamanda, yüz yüze olduğumuz sorumluluğun gerçek tarihsel boyutu da gölgelenmiş olur. Gerçek o ki, SB’de yaklaşık 40 yıl iktidarda olan modern revizyonizmin, uluslararası işçi sınıfının dünya görüşü ve dolayısıyla mücadele pratiği üzerindeki tahribatı çok yönlü ve derin olmuştur. Bu bakımdan, tarihteki yenilginin sınıfın bugünü ve dolayısıyla geleceği açısından taşıdığı derin anlam, bu yenilginin yol açtığı köklü tahribatları ciddi ve tarihsel bir sorumlulukla ortaya koymak ve bunların aşılması için işçi sınıfının tarihsel misyonunun gereklerinden başka hiçbir şeyi gözetmeyen bir mücadeleyi geliştirmektir.

Dolayısıyla bugünkü sorun; işçi sınıfının yeni kuşağının ne türden bir tarih ve sosyalizm anlayışına, ne türden bir sınıf politikasına, ne türden bir parti çalışması ve kadro tipine kazanılacağı sorunudur. Dünya işçi sınıfı, tarihsel misyonunun ilk büyük eyleminden yenilgiyle çıkmıştır, ama, tarih bitmemiştir. Önemli olan, ileri ve sınıf bilinçli işçilerin bugünkü kuşağının, elindeki bu devasa tarihsel deneyimden doğru sonuçlar çıkartması ve işçi sınıfının değil de kendi teorisinin kurtuluşu derdinde olan tüm oportünist tezlere sırtını dönmesidir. Bu, hiç şüphesiz, bu mihrakın da saflarında bulunan devrimci ileri işçilerin gözetmesi, duyarlı olması gereken bir husustur.

Fakat, bugün ileri ve sınıf bilinçli işçilerin, işçi sınıfının tarihinden doğru dersler çıkartması başka bir açıdan da önemlidir. Bu gereklilik bugün asıl anlamını, uluslararası işçi hareketinin genel olarak bir “nekahat dönemi”ne giriyor olmasında bulmaktadır. Gidişattaki bu özellik dikkate alındığında, girmekte olduğumuz sürecin, uluslararası işçi sınıfının genel olarak yeniden partileşmesi süreci olduğu görülecektir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı partilerinin bulunması, sürecin vurgulanan bu genel karakteristiğini ortadan kaldırmamaktadır. Tersine; bu süreç, var olan devrimci işçi partileri açısından da, sınıf mücadelelerin bu yeni tarihsel döneminde, kendilerini bir tür yeniden inşa etmeleri anlamını taşımaktadır. Bunun esasta, büyük tarihsel deneyimler ve mücadelenin güncel talepleri temelinde gerçekleşebileceği açık olsa gerek.

Benediktov’la söyleşinin belirtilen bağıntılar içerisinde okunmasının özel bir önemi olduğunu düşünüyoruz. Tarihten ders çıkarmanın zorluğu, “her dönemin çok bireysel bir durum” oluşudur elbette. Bu zorluk, ama, aynı zamanda, bu görevin üstesinden gelmenin imkanını da sunar. Burada ihtiyacı duyulacak bütünlüklü bağıntı, diyalektik ve tarihsel materyalizm kılavuzluğunda kurulduğu sürece, ne dönemin bireyselliği, ne de bireysel olanın dönemselliği gözardı edilmiş olunacaktır.

Tarihten çıkartılabilecek derslerin düzeyi, neticede, içinde bulunulan dönemin tarihsel sorumluluklarının ne derece bilincinde olunduğuna bağlıdır. Bu bağ ne denli kuvvetliyse, tarihin günümüze tutabileceği ışık da o kadar güçlü olacaktır. İşçi sınıfının tarihsel misyonu karşısında sorumluluğun bulunmadığı yerde, tarihten devrimci sonuçlar da çıkartılamayacaktır.

sorgulama ve yeniden mevzilenme dönemi

 

Karşı-devrimin 1989-91 yıllarında ilan ettiği zaferinin işçi sınıfı üzerinde en derin ideolojik ve politik tahribata yol açtığı ülkelerin başında kuşkusuz Almanya gelmektedir. Haliyle Almanya’nın bu özgünlüğü, buradaki gelişmelere ayrı bir önem vermektedir. İşçi hareketi ve devrimci-Marksist güçlerin başka ülkelere göre daha zayıf olması, bu ülkede yaşanan gelişmelerin önemini azaltmamaktadır. Tersine; bazı gelişmelerin Almanya’da da cereyan etmeye başlaması, Avrupa işçi hareketi açısından önemli bir dönemecin başlangıcı sayılmalıdır…

 

İŞÇİ HAREKETİNDE OLAN İLE OLMAKTA OLAN

Almanya’daki işçi hareketinin durumuyla ilgili, bugün, şu somut saptamada bulunabilinir: “Almanya’da henüz ülke çapında yükselen ve sermayenin saldırılarını geri püskürten bir işçi hareketinden söz edilemez.” Bu saptama her ne kadar bir doğruyu ifade etse de, yine de, bunun yetersizliğini, gerçekliği tam kapsamadığını vurgulamak gerekir. Denilebilir ki, bu saptamadaki asıl altı çizilmesi gereken kelime, henüzdür! Yani, bugünkü (ve yakın gelecekteki) işçi hareketinin durumunu açıklayan ve asıl üzerinde durulması gereken, onun yükselmemiş ve savunma pozisyonundan çıkmamış olması değildir. Tersi, gerçekliğe daha yakındır: Almanya’daki işçi hareketi bugün bağlarından sıyrılma ve yükselme sancıları çekmektedir.

Vurgulamak gerekir ki, bugün Alman işçi sınıfındaki genel algılama ve ruh değişikliği, pratik hareketiyle dışa vurduğundan daha ileridedir. Buradaki uyumsuzluk doğaldır da. Zira, tarihsel bakımdan, yenilgi döneminin moral bozukluğu ve özgüvensizliğini üstünden atma sürecinde olan bir sınıfın, pratik eylemiyle ruh hali arasındaki ilişki, tabiatıyla “doğal” değildir. Ve özellikle bu tür dönemlerde, sınıf mücadelesinin olgularının, kendilerini, her zamankinden daha çarpık, daha çelişkili ortaya koyduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

İleri kapitalist ülkeler arasında, 1989-91 yıllarından beri; en çok saldırıyla yüz yüze gelmiş, en çok “fedakarlığı” yapmış, sermayenin şantajlarına en çok boyun eğmiş işçi sınıflarının başında Alman işçi sınıfı gelmektedir. Bununla birlikte; sermayenin, burjuva hükümetlerinin ve liberalizmin neo-ideologlarının vaat ettikleriyle, işçilerin gerçek hayatı arasındaki uçurum, Federal Almanya’nın yaklaşık 60 yıllık tarihinin hiçbir döneminde son yıllardaki kadar derinleşmemiştir. Ve Alman işçi sınıfı, akla gelebilecek tüm “feragat” ve “fedakarlık”ların hiçbir temelli yararının bulunmadığını, en son, fabrikalarının kapatılacağını duyan Nokia işçilerinin karşı karşıya bırakıldığı “acı gerçeklik”ten öğrenmek durumunda kalmıştır.

Öte yandan, işçilerin son 10-15 yılda içine itildikleri ekonomik koşullar ve sosyal hayat, gelinen yerde, sadece liberal politika ve teorilerin değil, aynı zamanda kendi “doğruları”nın da sorgulanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Çarpıcıdır ki, sosyal demokrasinin, yani zamanında sınıf işbirliğinin ve “sosyal diyalogun” kalesi Almanya’da, işçiler; 50 küsür yıl “işe yarayan” geleneksel politika ve anlayışların; “sosyal barışı” bozan sermayenin saldırganlığı karşısında artık beş para etmediğini, tam da kendilerini işçi sınıfından saymayan katman ve meslekten grupların son bir iki yıldaki başarılı direnişi ve mücadelelerinden öğrenmek durumunda kalmıştır! İşçi sınıfının tarihsel yenilgisini kendilerinin yenilgisi saymayan (dolayısıyla politik moral bozukluğunun etkisi de sınırlı kalan), ama sermayenin pervasız saldırganlığı sonucunda yaşam ve çalışma koşulları ağırlaşan pilotların, doktor ve hemşirelerin ve lokomotifçilerin nispeten başarılı direnişleri, işçi hareketi açısından adeta uyarıcı ve uyandırıcı olmuştur!

Örneğin lokomotifçilerin küçük sendikası, kendi talepleri için mücadeleci bir çizgi izlerken, aynı işkolundaki “işçi sendikası”, kendisinin demiryolu patronuyla imzaladığı toplu sözleşmeyi haklı olarak yetersiz bulan lokomotifçiler sendikasının greve çıkmasına karşı “mücadele” etmiştir! Sözüm ona, küçük sendikalara karşı “birleşik sendikal örgütlenme” savunulmaktaydı! Oysa çarpıcı bir durum oluşmuştu: Lokomotifçiler sendikası türü sendikalar, sermayenin sendikal hareketi bölme ve işçiler arası rekabeti artırma çabalarının bir eseriydi. Sermayenin bu çizgisi, şimdi, umulanın tersi bir sonuç doğurmuştu! Rekabet, emek-gücünün fiyatını düşürme değil, artırma doğrultusunda patlak vermişti! Aynı şekilde, “birleşik sendikal örgütlenme” de, tarihsel espirisinin tersi bir tablo sergilemişti: sendikaların pazarlık gücünü artırmayan, aksine küçük sendikaların da gerisine düşen bir sendikal birliğin ne anlamı vardı? “Birleşik sendikal örgütlenme”, mevcut durumuyla, artık özüne tekabül etmeyen bir örgütlenme biçimiydi. Lokomotifçiler sendikasının başarısı, ister istemez, bu biçimin özünü boşaltan uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikacılığın pespayeliğini açığa çıkartmaktaydı!

Belirtmek gerekir ki, lokomotifçilerin direnişi, bir süreden beri mücadeleci sendikacılar arasında var olan “birleşik sendikal örgütlenme” tartışmalarını daha da derinleştirecektir. Dahası; genel olarak Almanya’daki sendikal hareket içerisindeki arayışların, daha da güçleneceğini düşünmek gerekir. Örneğin Almanya’nın önemli sanayi bölgelerinden Stuttgart ve çevresindeki mücadeleci metal sendikacılarının “daha mücadeleci sendikalar istiyoruz!” talebiyle başlattıkları imza kampanyası, sadece şimdiye kadar toplanan yüzlerce imza nedeniyle değil, sendikal harekette sınıf mücadelesinin pratik dayatmalarından kaynaklanan bir eğilimi ifade etmesi nedeniyle önemlidir. Politik planda, bugün bu eğilimin bir kısmının Sol Parti tarafınca emilmekte oluşu da (örneğin yüzlerce sendikacının SPD’den çıkıp Sol Parti’ye üye olması), sermayenin saldırıları karşısında sergilenen boyun eğiş ve işbirliğine duyulan bir öfkeden doğan bu eğilimin temelindeki dinamikleri değiştirmemektedir.

Hiç şüphesiz, özellikle politik mücadelede, tarihsel eğilimleri, asla tamamlanmış olgular gibi ele almamak gerekir. Fakat, uluslararası sermayenin nihai zaferini ilan edişi ve bununla birlikte başlattığı genel saldırının oldukça kısa sürede “doğal” toplumsal sonuçlarını göstermesinin ardından, kapitalist toplumun iki temel sınıfının (burjuvazi ve işçi sınıfı) karşı karşıya duruşu bugün artık öylesine bir özellik almıştır ki; sermayenin her saldırısı ve hamlesi, bir adım sonrasında kendi ayağına dolanmasını sağlayacak karşıt faktörleri kışkırtarak ancak gerçekleşebilmektedir. İki sınıfın ilişkilerindeki karşılıklı bağıntının kazandığı bu özellik (aslında bu özellik, yenilgi dönemini izleyen bir olağanlaşmadır), sınıf çelişkilerinin derinleşip yalınlaşması temelinde mücadelelerinin de kaçınılmaz olarak artacağı bir sürecin göstergesidir. Elbette işçilerin önünde daha pek çok yenilgiler durmaktadır. Fakat bu yenilgiler, yaşanacağı sürecin belirtilen özelliği nedeniyle, işçi sınıfı saflarındaki moral bozukluğunu değil, esas olarak sınıf öfkesini ve mücadele azmini bileyecektir.

Açıktır ki, işçi sınıfının saflarında egemen hale getirilmiş politik ve sendikal anlayış ve görüşlerin gerçek yaşamda giderek daha az karşılık bulduğu bir tarihsel süreçte, yaşanan tüm özdeneyimler, ister istemez, bu sınıfın mensupları arasındaki yeniden sorgulamanın çapını da genişletecektir. Toplu sözleşmeler döneminde “feragat dönemi bitti” sloganının öne çıkması, bir sınıf muhasebesinin belki de en “basit” belirtisidir. Bir sınıfın tarihsel birikimi ne kadar köklü ise, sınıf çelişkilerinin kaynaklık ettiği bu kaçınılmaz yönelişin (yeniden sorgulamanın) ürünleri de (yeniden mevzilenme), o kadar ileri olacaktır. Ve kuşkusuz bu sorgulama, yeniden öğrenme ve mevzilenme sürecinde, Alman işçi sınıfının geleneksel teorik gelişmişliği tarihsel bir avantaj olarak mutlaka kendi rolünü oynayacaktır.

 

DOĞRU YANITLARDAN ÖNCE GELEN DOĞRU SORULAR

Almanya’da son 50 yıla damgasını vurmuş ideolojik-politik çizgi, anlayış ve geleneğin tarihsel muhasebesi ve sorgulanmasının, sınıf mücadelelerinin pratik bir sorunu olarak, kendisini giderek daha fazla dayatması, sadece işçi ve sendikal harekette beliren bir eğilim değildir. Bu eğilim, kuşkusuz farklı görüngü biçimleri altında, kendisini Marksist gören parti ve çevrelerde de belirmektedir.

Geçtiğimiz ay Berlin’de düzenlenen 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda yapılan podyum tartışması, bu bakımdan bir örnektir sadece. Konusu, “Sol Parti’nin yanı sıra Marksist bir örgüte ihtiyacımız var mı?” olarak belirlenen ve iki bini aşkın insanın ilgiyle izlediği bu tartışmaya; başka kişilerin yanı sıra, dergimizde bazı yazılarını yayınladığımız ünlü Marksist filozof Hans Heinz Holz ile Sol Parti’den Avrupa Parlamentosu milletvekili Sahra Wagenknecht davet edilmişti. Bu soru orada, tartışmacıların gösterdiği adresin doğru veya yanlış oluşundan bağımsız olarak, esasta “evet” olarak yanıtlanmıştır. Özellikle de Holz’un, gençlerin sayıca dikkat çektiği bir konferansta; “sol olarak bizi birleştiren işçi sınıfının tarihsel misyonu”dur demesi, ve Sol Parti’de de bu perspektifin bulunmamasını şu sözlerle vurgulaması önemliydi: “İşçi sınıfının bu tarihsel misyonunun, onun sınıf çıkarlarının esas alınması suretiyle yerine getirilmesi (ki bu ancak sınıf mücadelesinde gerçekleşebilir); işte bu yaklaşımı bu partinin programında görememekteyiz. Bu nedenle de, bu partinin yanı sıra; işçi hareketi içerisinde, bu tarihsel misyon uğruna verilen tarihsel mücadelede, mücadele bilinci olarak sınıf bilincinin sadece kapitalist sistem içerisindeki iyileştirmeler için değil, sistemin kendisinin değiştirilmesi için canlı tutulmasını esas alan bir örgütlenme biçimi gerekliliktir!

İşçi sınıfı bugün farkında olsun olmasın, 54 milletvekiliyle meclise giren bir Sol Parti’nin varlığına rağmen, Almanya’da komünist bir partiye olan ihtiyacın “sol kamuoyunda” yeniden vurgulanması, kuşkusuz oldukça anlamlı ve önemlidir.

Ama sadece Marksist bir partiye olan ihtiyacın yeniden altının çizilmesi değil (bu altını çizmenin bir yönü Sol Parti’nin eleştirisi iken, diğer yönü, komünist bir partinin gerekliliği vurgusudur); dikkat çekilmesi gereken diğer bir gelişme de, sol çevrelerde bir süreden beri revizyonizm üzerine tartışmalarının ortaya çıkmasıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılışında SBKP’nin 20. Kongresi’nin ve Kruşçev’in rolü ve dolayısıyla Stalin ve onun dönemindeki sosyalist inşa üzerine yürütülen bu tartışmaların, burada altının çizilmesi gereken yönü, verilen yanıtlardan ziyade (ki, bu tartışmalarda, Kruşçev revizyonizmini büyük oranda doğru olarak eleştiren görüşler de ileri sürülmektedir), tartışmanın kendisidir; yani tartışmanın, Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla 20. Kongre’nin ilişkilendirilmesi üzerinden gelişmesi ve kaşarlanmış revizyonistlerin bu tartışmaya katılarak, yanıt vermek zorunda kalmasıdır. Bu arada, Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi DKP’nin içinde Holz’un başını çektiği devrimci bir eğilimin uç vermesi, revizyonizm üzerine yürütülen bu tartışmaların çok yönlü kaynakları konusunda bir fikir vermektedir.

Yeri gelmişken belirtelim ki, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizmi üzerine tartışma, bugün revizyonist gelenekten gelen hiçbir partinin sakınamayacağı bir konudur. Bundan, 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda, “Avrupa’daki komünist hareketin feneri” olarak takdim edilen Yunanistan Komünist Partisi (KKE) de azade değildir. Nitekim bu konferansta bir konuşma yapan KKE Genel Sekreteri Aleka Papariga; bir süreden beri, parti tarihlerini eleştirel bir gözle irdelediklerini, şu sıralar 1949-1974 yılları üzerinde araştırma yaptıklarını, SB’deki süreçle ilgili olarak partide bir iç tartışma başlattıklarını, parti olarak yaptıkları hataları hasıraltı etmeyeceklerini ve bu tartışmanın belgelerini de ileride yayınlayacaklarını açıkladı.

Kısacası, nasıl ki, Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıfları açısından, sözünü ettiğimiz 50 küsur yıllık anlayış ve geleneğin sorgulanması, sınıf mücadelesinin giderek pratik bir dayatması olarak beliriyorsa, benzer bir şekilde, revizyonist gelenekten gelen partilerin de, –eğer günümüz mücadelesinde az çok devrimci bir pozisyonu tutacaklarsa– kendi 50 küsur yıllık tarihlerini sorgulayıp özeleştiri vermeleri, günümüz sınıf mücadelesinin zorladığı tarihsel bir gereklilik özelliğini kazanmıştır. Zira açıktır ki, dünya işçi sınıfı, bugün tarihsel olarak, sadece emperyalist kapitalizme karşı değil, aynı zamanda, onun şahsında, sosyalist devrimi yenmiş bir karşı-devrime karşı da mücadele etmek durumundadır. Bu, tarihsel bir olgudur. Ve bu tarihsel olgu, modern revizyonizminin eleştirisi ve mahkumiyetini, bugün komünist adını taşıyan her bir örgüt ve partinin devrimci niteliğinin pratik bir gereği haline getirmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, işçi sınıfının geçici yenilgisi, gelinen yerde, bu yenilgide tarihsel sorumluluk payı taşıyan Batı’nın revizyonist partilerini böyle bir özeleştiriye adeta mahkum etmektedir. Bu tarihsel sorumluluğundan kaçınmaya çalışan tüm partiler ise, saflarından yeni devrimci eğilimlerin uç vermesinden kaçınamayacaklardır!

 

                                                      *          *          *

Bilindiği gibi, karşı-devrimin zaferi, işçi hareketinde sosyalizme karşı ve sosyalist güçler arasında da işçi sınıfına karşı küçümsenemez güvensizliklerin doğmasına yol açmıştı. Fakat belirtmek bile gereksizdir ki, “proletaryanın sınıf haline gelmesi” (Komünist Manifesto) itibarıyla, yani işçilerin kapitalistler sınıfına karşı ortak mücadeleye atılmaları oranında, yenilgi dönemlerinin bu boğucu havası kendiliğinden dağılacaktır. İşçileri bir sınıf olarak hareket etmeye zorlayan ise, bizzat kapitalistler sınıfının kendisidir. Kapitalistlerin, içinde bulunduğumuz dönemde, bu zorlamayı daha da yoğunlaştırmaktan başka bir seçeneklerinin bulunmadığıysa ortadadır.

Kuşkusuz, bu boğucu havanın dağılması, Almanya’da yokluğu şimdiden hissedilmeye başlanılan gerçek bir komünist partinin kurulması için yeterli değildir. Ama önemli bir ön adımıdır! İşçi hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçları hakkında teorik donanıma sahip her bir komünist açısından, bu yazımızda dikkat çekmeye çalıştığımız gelişme ve eğilimlerin, aslında bir bütünün tek tek parçalarını oluşturdukları tartışmasızdır. Şurası açıktır ki, Almanya’da adını hak eden bir komünist partinin inşası; işçi ve sendikal hareket ile devrimci güç ve çevrelerde gelişen bu eğilimlerin derinleştirilip güçlendirilmesi ve aralarındaki ilişkinin geliştirilmesi suretiyle, pratik bir sorun haline gelecektir. Almanya’da komünist bir partinin inşası; mevcut komünist ve devrimci güçlerin, bu eğilimleri, birlikte, kalıcı bir temele oturtma ve Marksist-Leninist bir platformda birleştirme yeteneğini göstermelerine bağlıdır. Almanya’da sınıf çelişkileri ve mücadelelerinin almakta olduğu yön, bu yeteneğin önümüzdeki dönemde birikip gelişeceğinin de güvencesidir.

Yeni Nato’nun Perde Arkası

İşin içinde olanlar bir tarafa bırakıldığında, yani geniş kamuoyu açısından, NATO’nun “yeni stratejik konsepti”yle ilgili herhangi bir resmi belge açıklanmamıştır. İlgili ülkelerin ne parlamentoları, ne de basını somut bilgi sahibidir. Bilinen sadece; 3-4 Nisan tarihlerinde Kehl/Strassburg (Almanya/Fransa) kentlerinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan NATO’nun, bu zirvesinde “yeni bir stratejik konsepti” ele alacağıdır (İleride de göreceğimiz gibi, NATO’nun yeni misyonunun belirleneceği zirvenin Almanya ve Fransa’nın birbirine komşu iki kentte toplanmasının son derece sembolik bir anlamı vardır!). Kamuoyu açısından bilinen diğer bir şey de, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri dönüş kararıdır.
Anımsanacağı gibi, NATO, 1991 ve 1999 yıllarında “stratejik konsepti”nde bazı değişiklikler yaptı. Bu değişiklikleri şöyle özetleyebiliriz: NATO’ya ilk defa ittifak alanı dışında küresel görevler yükleme (out of area), Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmaksızın operasyonlar düzenleme ve NATO’yu başta Doğu Avrupa olmak üzere Doğu’ya doğru genişletme. Yine bilindiği gibi, 1999’da Yugoslavya’ya karşı düzenlenen saldırı, Afganistan’ın işgali ve NATO’ya üye ülkelerin sayısının 16’dan 26’ya çıkarılması gibi gelişmeler, stratejik konseptte yapılan bu değişiklikler doğrultusunda atılan adımlardı.
Bugün NATO’nun Balkanlar’daki “angajmanları” devam ediyor; Kosova’nın “bağımsızlığı” için “nöbet” tutuluyor; çizilen rotada kararlılıkla devam edileceği, bu zirvede Arnavutluk ile Hırvatistan’ın üye yapılacağı ilanıyla da pekiştirilmiş bulunuyor. Doğu’ya doğru genişleme kararlılığına da gölge düşürülmeyeceği vurgulanıyor, özellikle Ukrayna ile Gürcistan’ın üye yapılması kararının arkasında durulduğu sürekli belirtiliyor. Afganistan’daki savaşla ilgili ise, öylesine bir kararlılıkla konuşuluyor ki, buradaki başarısızlığın “NATO’nun sonu olacağı” söyleniyor. ABD’nin yeni yönetiminin, 17 bin askeri daha Afganistan’da konuşlandırma kararı, bu açıklamaların salt bir söylem olmadığını ortaya koyuyor. Kısacası, NATO, çoktan askeri bir ittifak olarak “global” düzlemde eylemde bulunuyor. Bu olgular karşısında, “stratejik konsept”te daha ne gibi bir “yenilenmeye” gidilebilir ki?
Moskova’nın NATO Büyükelçisi Dmitrij Rogosin, geçtiğimiz günlerde Hamburg’da davet edildiği bir toplantıda, NATO’yla ilgili ilginç bir benzetmede bulundu. Rogosin, NATO’nun Doğu Bloku’nun çökmesinden beri olan halini, karşısında hasmı olmayan bir Sumo güreşçisinin sağa sola sendelemesine benzetti! Bununla birlikte, bu Sumo güreşçisinin pek yaratıcı olduğunu vurgulayanlar da var. Birçok yazar, NATO’nun, Varşova Paktı’nın dağılmasına rağmen, kendisine sürekli yeni misyonlar bularak muazzam bir yaratıcılık sergilediğini belirtiyor. Öyleyse şimdi, 60. yıldönümünde NATO’nun göz kamaştırıcı bir yaratıcılığına daha mı tanık olacağız?
“Yeni stratejik konsept”in izini sürmeden önce, belirtilen yaklaşımların da kusurunu ortaya koyan ve iz sürmemizi de kolaylaştıracak olan bir noktanın altını burada çizmemiz gerekir: Askeri alanda kamuflajın önemi aşikardır. Kamuflaj, ama, çevreye göre değişir. Çevre ise sürekli değişkendir, hele ki etkinlik çevrenizi “global” diye tanımlamışsanız! NATO’nun askeri stratejik konseptlerini birer politik kamuflaj olarak düşündüğümüzde, olup biteni anlamak bakımından bakmamız gereken yerin kamuflajın kendisi değil de, tersine çevrenin olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu durumda, “global” politik ilişkilere bakmamız gerekir. NATO 60. yıldönümünü kutlamaktadır, ama karşımızda olanın 60 yıl önce kurulan NATO olmadığını da unutmamak gerekir. Sadece zamanın yol açtığı “doğal değişimler” değil, bu askeri örgütü o örgüt kılan nitelik ve misyonu bakımından da, NATO, artık bilinen NATO değildir. Tersi zaten olamazdı, çünkü yaklaşık son 20 yılda uluslararası politik koşullar ve ilişkilerde eski NATO’yu (yani Batı Bloku’nun askeri bir saldırı örgütü olarak) temelli değişikliklere zorlayan gelişmeler cereyan etmiştir.
Demek oluyor ki, burada bir askeri örgüt, kendisine sürekli yeni misyonlar bulma yaratıcılığını göstermiyor, tersine politik koşullardaki önemli değişiklikler, bu askeri örgütün politik kamuflajını (stratejik konseptini) sürekli değişime zorluyor! Örneğin Bush dönemindeki NATO’yu Batı Bloku’nun ortak askeri örgütü olarak tanımlayabilmek için, nesnel gerçekliği bir hayli umursamamak gerekirdi. NATO, gerçekte Batı’nın değil, esasta ABD’nin “global” askeri örgütüydü, çünkü ABD, İngiltere dışında hemen hiçbir Batı Avrupalı büyük devlet ile “konsensüsü” aramıyordu. Almanya ve Fransa da, bu koşullarda, AB içinde kendi “global” askeri örgütlerini yaratmak için yoğun bir uğraş veriyordu.
Fakat, bütün bunlar artık tarih oldu! Şimdilerde, yani dünya ekonomik krizinin giderek derinleştiği koşullarda, başta ABD olmak üzere herkes birden “konsensüs” yanlısı kesildi! “Batı”, bir “değerler topluluğu” olarak adeta yeniden diriltiliyor, NATO rönesansını ilan ediyor ve bu “değişimin” (“change”!) cazibesine Fransa bile dayanamıyor, “yes we can!” dercesine hızla NATO’nun askeri kanadına geri dönme kararı alıyor!
Tarih tekerrür mü ediyor?! Ortalıkta ne Sovyetler Birliği (SB) ne de Doğu Bloku var, ama “Batı” yeniden “birleşiyor”!
Ama kime karşı?
Göreceğiz ki, birbirlerine karşı!

GLOBAL DOĞUM SANCILARI!
Almanya’da ortodoks bir liberal iktisat politikasını savunmakla ün yapmış bir ekonomist (H. W. Sinn), geçen günlerde şu sözleri sarfetmişti: “Olaylar öylesine hızlı gelişiyor ki, kelimeler ağzımızdayken bayatlıyor!” Sinn bu sözleriyle ekonomik gelişmeleri kastetmişti, ancak aynı şey uluslararası politik gelişmeler açısından da söylenebilirdi. Hiç kuşkusuz, dünya bugünlerde daha hızlı dönüyor! Politik pozisyonlarda kaydedilen “değişimlerin” hızına yetişmek adeta özel bir çabayı gerektiriyor.
Değişimler hızlı, peki yönü ne? İngiltere Başbakanı Gordon Brown, geçtiğimiz günlerde, içinde bulunduğumuz dünya ekonomik kriziyle ilgili görüşlerini ifade ederken, bu krizi, aynı zamanda, “yeni küresel bir düzenin doğum sancıları” olarak görmek gerektiğini belirtti. Gelgelelim, böylesi tarihi tespitlerde bulunan sadece Gordon Brown değildi!
Nitekim Mart ayı başında toplanan 45. Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle eski kurt Henry Kissinger de, kısa bir açıklamada bulunmuştu. Bu açıklama, Erdoğan’ın tabiriyle “mon cher” dilinde yapılmış olsa da, uluslararası ilişkiler ve politikaların değişmekte olan bazı yönleri konusunda somut ipuçları içermekteydi. Kissinger, Münih’teki konferansa ABD’nin Başkan Yardımcısı Biden’in katılmasının anlamını şöyle açıklıyordu: “Başkan Obama’nın hükümeti, böylelikle, Avrupa ile diyalogun anlamına ilişkin çok net bir tutum sergilemiş oluyor. Dahası, ortak öncelikler üzerine bir konsensüsün sağlanmasının gerekliliğinin altını çizmiş oluyor. Transatlantik ve nihayetinde uluslararası ilişkilerde çok şey tehdit altındadır: en başta da, yeni ve daha etkili bir dünya düzenine başarılı bir geçiş. Karşı karşıya olduğumuz pek çok büyük meydan okumalarını –ve şu anki durumda eşsiz olan da budur–, ancak küresel bir koordinasyon ile aşabiliriz. Eğer ülkeler, kendi saf ulusal çıkarlarını belirli bir ölçüye kadar arka planda tutmaya hazır olurlarsa, o zaman her bir önceliklerini birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfedeceklerdir. Eğer kompatibel [birbiriyle uyumlu-A.C.] çıkarlar çağına girmekte olduğumuzu kabul edersek, mevcut krizden tahmin edilmeyen olanakları yaratmayı başarabiliriz.”
Demek, “kompatibel çıkarlar çağı”na girmekteyiz! Eski kurt Kissinger tilki kadar da kurnaz!
Bu açıklamayı “mon cher” dilinden Türkçeye çevirmemizde fayda var. Diyor ki Kissinger: ‘Tamam; Doğu Bloku ve SB’nin yıkılmasından sonra, ABD olarak dünyaya tek başına hükmedeceğimizi düşünmüştük. Ama işler ters gitti. Siz Avrupalıları kaale almamakla hata yaptık. Dayatmalarda bulunmamız da yanlıştı. Şimdi ama görüyoruz ki, siz de fırsat bu fırsat diyerek öne atılmak istiyorsunuz. Fakat bu doğru olmaz. Tek başına bizim gücümüz yetmedi, sizinki de yetmeyecektir. Ayrıca böylesi bir gidişat sizi de bizi de yıpratır. Bilelim ki, bu sürtüşmeden başkaları, örneğin Rusya, Çin vb. kârlı çıkar. Biz taviz vermeye hazırız, siz de hazırsanız, dünyaya birlikte yeni bir düzen verebiliriz. Bu olanaklar, çıkarlarımızın aslında örtüştüğünü gösteriyor!’
ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma, Kissinger’in işkembeden atmadığını çok yalın bir şekilde göstermekteydi. Obama yönetiminin “yeni Amerikan dış politikası” Biden’in şu sözleriyle özetlenmekteydi:
“Fiziki ile ekonomik güvenliğimizin birbirine ayrılmazcasına bağlı olduğunu bu yıl her zamankinden daha fazla farkına vardık… Bu yüzyıla damgasını vuran başka güçlerin varlığını da kabul etmeliyiz. Kitle imha silahlarının, tehlikeli ve salgın hastalıkların yayılması; yoksul ve zengin arasındaki uçurumun büyümesi; dağılan devletlerdeki etnik farklılıklar; küresel ısınma; enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği. Bu listeye, özgürlük ve güvenliğe radikal köktencilikten yönelen meydan okumaları da eklemek gerekir…
“Silahlarımızın gücüyle bağımsızlığımızı elde ettik ve tarihimizin tüm seyri içinde silahlarımız özgürlüğümüzü korudu. Bu değişmeyecektir…
“Önümüzde ağır kararlar duruyor. Aşırıcılığa karşı ortak mücadelemize kalıcı bir çerçeve bulma arayışında, dünyadaki bütün ülkelerle birlikte çalışmalıyız – ve sizlerin yardımına ihtiyacımız var. Sizlerin yardımına ihtiyacımız olacaktır..
“Bu yüzyılın meydan okumalarına, bu temel üzerinden yeni bir yaklaşım tarzını bulmak istiyoruz. ABD daha aktif olacaktır – iyi olan yenilik budur. Kötü olan yenilik, ABD’nin partnerlerinden de daha çok talep edeceğidir…
“Yapabildiğimiz her yerde partnerlerimizle birlikte hareket edeceğiz ve ancak mecbur kaldığımız yerde tek başına davranacağız.. Dünyanın Amerika’ya olduğu gibi, Amerika’nın da dünyaya ihtiyacı var… Diplomasi, gelişme ve demokrasiye yeniden vurgu yapmak suretiyle ABD, ittifak partnerlerini, bazı hareket tarzlarını gözden geçirmeye çağırıyor – eğer diğer tüm şeyler fayda getirmediğinde zora başvurmaya hazır olma da dahil olmak üzere..
“Ortak güvenliğimizi yeniden benimsemeli ve NATO’yu, 20. yüzyıldaki başarısına denk gelen bir başarıyı 21. yüzyılda da kaydedebilecek şekilde yenilemeliyiz… Amerikalılar ile Avrupalılar; ortak idealleri nedeniyle, daha karmaşık bir dünyada partnerler bulma arayışlarında, hâlâ, başkalarına yönelmeden önce, öncelikle birbirlerine destek veriyorlar. Partnerliğimiz hepimize yarar sağlamaktadır. Onu yenilemenin zamanıdır!”
Durum tahlili ve teklif, yorum gerektirmemektedir…

TEKLİFE EVET, AMA…
ABD’nin bugünlerde hemen herkese (İran da dahil!) dağıttığı mavi boncuklar üzerinde tek tek durmanın olanağı yok. Şöyle ifade edelim: ‘ortak mazimiz var’ diyebileceği Avrupa’ya verdiği mavi boncuğun etkisi ve doğurduğu sonuçları ele almakla, ABD’nin mavi boncuk politikasının en potansiyelli uygulamasının sonuçlarını da değerlendirmiş olacağız.
Batı Avrupa’da, ABD’nin bu tekliflerine dünden razı olmasını bekleyebileceğimiz İngiltere’den başlayalım. 45. Münih Güvenlik Konferansı’nda İngiliz Dışişleri Bakanı David Miliband şöyle konuşuyordu:
“Biliyoruz ki, eğer birlikte hareket ettiğimizde, etrafımızdaki dünyaya şekil vermede hiç kimse bizler kadar buna muktedir değildir. Ve ama yine de, Irak ve yakın geçmişte omuzlanması gereken yükler konusundaki görüş ayrılıklarından ötürü ilişkilerimiz hasar gördü. Öylesine ki, ‘ikiye bölünmüş bir ittifaktan’ söz edilir oldu. Ama şimdi bizim için ittifakı yenilemenin zamanı geldi. Zira, global güç bugün giderek daha çok aktöre yayıldığı için, birbirimize dünden daha fazla ihtiyaç duymaktayız.”
Elbette Almanya ve Fransa ABD’den gelecek olan tekliften habersiz değildi. (Hatta Biden, kamuoyunun “heyecanla” beklediği konuşmasının metnini Sarkozy’e önceden göndermiş ve Sarkozy de bunu konferansta ifşaa etme ihtiyacı duymuştu!) Bu nedenle, Avrupa’nın çekirdek iki ülkesinin temsilcileri, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, ana teması “Düzensiz bir dünya – Değişen güç dengeleri – Bulunmayan stratejiler” olan 45. Münih Güvenlik Konferansı’nın arifesinde ortaklaşa kaleme aldıkları bir makalede, NATO’nun “yeni stratejik konsepti” başlığı altında ne anladıklarını açıkladılar:
“Bizim için şu açıktır: Güvenlik politikası yeni ve genişletilmiş bir anlamda anlaşılmalıdır. Buna; askeri güvenlik sorunları olduğu gibi, dünya çapındaki mali mimarinin sorunları, enerji dağıtımı ve nakli veya göç sorunları da dahildir..
“Bugün artık hiçbir ülke tek başına dünyanın sorunlarını çözemez. Bu bakımdan, AB ve NATO gibi ortak değerlere dayanan ittifaklar daha bir önem kazanmaktadırlar. Dostluklar ağı ne kadar dayanıklı olursa ve ortak politik, ekonomik, askeri ve kalkınma yardımına ilişkin yeteneklerimizin bağlantılığı ne denli kapsayıcı olursa, işte krizi başarılı aşma perspektifleri de bir o kadar iyi olur ve bu elbette güvenliğimiz açısından da o denli yararlı olur.
“(…) Almanya ve Fransa için şu açıktır: Yüz yüze olduğumuz meydan okumalar karşısında, Avrupa’nın ABD’ye gereksinimi ve ABD’nin de güçlü bir Avrupalı partnere ihtiyacı vardır…
“Karşı karşıya bulunduğumuz riskler karşısında, güvenlik ve savunma politikasındaki işbirliğimizi Atlantik ötesinde derinleştirmeye devam etmemiz ve yeni meydan okumalarına karşı uygun hale getirmemiz 21. yüzyılda da vazgeçilmezdir. Bu şu demektir: ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek. Tek yönlü adımlar, bu partnerliğin ruhuna aykırı olurdu. Elbette buradan şu sonuç da çıkmaktadır: Biz Avrupalılar, ortak dış ve güvenlik politikasında çok daha güçlü bir şekilde tek bir sesle konuşmalıyız. Bunun, üye ülkelerinden daha yüksek bir disiplin talep ettiği ortadadır. Ve gerek sivil, gerekse askeri araçlarımız olsun, mevcut yeteneklerimizi daha da toparlamalı ve artırmalıyız. İkisinden meydana gelen sinerji Avrupa güvenlik politikasının ayırdedici bir özelliğidir.”
Görüldüğü gibi, ABD’nin yeni yönetiminin teklifine evet denilmekte, ancak şartlar da belirtilmekte: “ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek”! Almanya ve Fransa, bu arada, “transatlantik ittifakının yeniden temellendirilmesine” evet demelerinin bir diğer sonucuna daha dikkat çekiyorlar: AB’nin diğer üyeleri de buradan gerekli mesajı alsınlar! Artık AB içinde “tek bir sesle konuşulmalı” ve “daha yüksek bir disiplin” içinde olunmalı, yani bazıları ABD’ye yaslanarak diklenmemeli! Bu ortak açıklama, aynı zamanda, yeni NATO’daki aktif angajmanın, AB’nin askeri kapasite ve yeteneklerini geliştirme iddiasından vazgeçilmeyeceğinin bir ilanıydı.
Elbette, Almanya ile Fransa’nın ortak görüşü, her birisinin görüşünün tümü değildir. Bu, adı geçen konferansta yapılan konuşmalardan da belli olmaktaydı.
Nitekim Merkel’in konuşmasında öne çıkan noktalar şunlardı: “Blok sınırları içinde düşünmek artık bugün söz konusu değil.” İttifakın “temelini ortak davranma oluşturmalıdır”. “21. yüzyılın meydan okumalarına verilecek doğru yanıt, bağlantılı güvenlik konseptidir. Yani krizleri aşma ve önleme; politik, kalkınma yardımı, polisiye, kısmen kültürel ve gerekli olduğu yerde elbette ki askeri tedbirlerin de oluşuyla gerçekleştirilmelidir.” Sorun, “bağlantılı güvenlik konsepti”yle, “NATO’nun askeri yeteneklerinin nasıl birleştirileceğidir.”
Öte yandan, AB’nin geliştirdiği “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP), “NATO ile işbirliğinin yeni bir biçimidir”! Şöyle ki: “Artık sadece tek tek üye ülkeler NATO’ya katkı yapmayacak, bazı yerlerde AGSP de NATO’ya katkıda bulunacak.” “Bu bir rekabet değildir”! Ve bunun için de, “NATO, politik tartışmaların yapıldığı bir yer olmalıdır.”! Zira, “bir taraftan bağlantılı güvenlik talep edip, öte taraftan NATO’yu sadece askeri bir ittifak olarak kavramak doğru olmayacaktır. Böyle yürümeyecektir.”!
Almanya’nın NATO’nun “yeni stratejik konsepti” çerçevesinde sürekli “bağlantılı güvenlik”ten söz etmesi, yani güvenliğin; sivil, ekonomik, kalkınma yardımı vb. yönlerinin altını çizmesi boşuna değildir. Böylelikle, bir taraftan ileride kendisini zorlayabilecek angajmanlardan kaçınma olanaklarını yaratmayı çalışırken, diğer taraftan bizzat bu angajmanlara kendisinin lehine yönler verme hesabını yapmaktadır.
Fransa’nın pozisyonu bu bakımdan biraz daha farklıdır. “Bağlantılı güvenliğe” açıktan karşı çıkmamakla birlikte (üstelik AB’nin çizdiği “sivil ve hümanist” emperyalizm imajına da uyuyor!), yeni NATO içerisinde kendisini öne çıkaracak ve daha ileriden rol oynamasını sağlayacak başka “meziyetleri”nin olduğunun biliyor. Bunu dost da düşman da hissediyor! Sarkozy’nin; “Fransa’nın NATO’ya yakınlaşması, Alman-Fransız dostluğunun önemli bir unsurudur” demesi veya Fransa’nın tam da bu hamleyi yaptığı bir zamanda, bir tabur Alman askerinin Fransa topraklarında konuşlandırılmasını “Almanya ve Fransa arasındaki dostluk, Fransa’nın Almanya’da asker bulundurması değil; tersine Fransa’nın, Alman askerlerinin Fransa topraklarında bulunmasından şeref duymasıdır” sözleriyle dile getirmesi, tam tersini; ortada gayet “yanlış anlaşılabilecek” bir şeylerin olduğunu göstermektedir. Emin olabiliriz ki, Merkel “mon cher”i Sarkozy’i yanlış anlamamıştır!
Aslında Fransa bir süreden beri ABD ile ilişkilerinde, ABD’nin açmazlarından yararlanabileceği bir pozisyonu tutmaktaydı. Fransa, Obama yönetiminin bugünkü teklifi henüz ortada yokken, Bush yönetimindeki ABD ile yakın işbirliğini aramış ve bazı konularda da bulmuştu. Dolayısıyla, ABD’nin yeni teklifi Fransa açısından yeni bir yola girme mahiyetini taşımamaktadır. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşü, emperyalist emelleri açısından, bazı Fransız burjuva politikacılarının iddia ettiği gibi bir “egemenlik kaybı”na tekabül etmiyor. Tersine; emperyalist bir devlet olarak sahip olduğu mevzileri daha etkin kılabileceği bir adıma denk düşüyor. Ve bu anlamıyla, bugünkü koşullarda, “transatlantik ilişkilerinin yeniden temellendirilmesi” sürecinden, diğer Batılı devletlere göre (İngiltere de dahil) halihazırda en azami faydayı sağlama olanaklarına sahip devlet durumundadır.
Hiç şüphesiz, Fransa, yeni NATO’nun en aktif ve en saldırgan gücünden biri olmaya hazırdır. Fransız Savunma Bakanı Hervé Morin daha ayağının tozuyla, NATO içerisindeki yük paylaşımında “ittifakın Avrupalı partnerleri”ni suçlamış, Avrupalılardan “ek savunma çabalarında” bulunmalarını talep etmiştir! Bu konuda “bazı devletlerin çocukça tutumlarına” bir son vermelerini isteyerek, “Avrupa artık yetişkin olmalıdır” demiştir!
Bütün bunlar, üslup ve içerik bakımından Sarkozy’nin konferanstaki konuşmasından da yansımaktaydı:
“20 yıl öncesinde Berlin Duvarı yıkıldı. Bazıları, ‘tek kutuplu bir dünyaya’ girdiğimizi düşünmüştü. Ama biz, ‘göreceli güçler’in olduğu bir dünyadayız. Bütün stratejilerimizin merkezinde bu birinci düşünce bulunmalıdır… 21. yüzyıl şunları söyleyen büyük güçlerin yükselişini yaşıyor: ‘Bizler de görüşlerimizi ifade etmek istiyoruz; bizler de varız; bizlerin de temsil ettiği çıkarlar vardır.’ Kaldı ki, savaşan taraflara baskı uygulamak ve barışı sağlamak için de bu yeni büyük güçlere gereksinimiz vardır.
“Eğer ‘göreceli güçler’ dünyasına girdiğimizden yola çıkarsak, o zaman bundan çıkan birinci sonuç dayanışma ve işbirliğinin zorunluluğudur. Eğer sadece tek bir büyük güç olursa, o zaman işbirliğine de gerek yoktur. O durumda sadece birisi karar verir ve diğerleri izler onu…
“Dünya değişiyor, Fransa değişiyor. Seçilmemin hemen ardından, savunma ve güvenlik politikamızı büyük çapta yenileme sürecini başlattım. Şunu belirteyim ki, 2020 yılına kadar ordumuza toplam 377 milyar avro yatırımda bulunacağız. El ele çalışmak istediğimiz İngiltere ile birlikte nükleer caydırıcı gücümüzü muhafaza edeceğiz. Avrupa’nın yegane iki atom gücü nasıl olur da birlikte çalışmaz ki? Bu iki askeri atom gücünün birlikte konuşmadığı, birlikte çalışmadığı bir Avrupa nasıl düşünülebilir ki
“.. Evet, bir de savunmanın Avrupa’sı var. Burada da net olalım. Savunmanın Avrupa’sı bir önceliktir. Almanlarla birlikte, bunun, askeri ve politik bir öncelik olması için çalıştık. Bütün Avrupalılara söylüyorum: Bu bir sınavdır. Avrupa için bir sınavdır. Avrupa barışı mı istiyor, yoksa rahat bırakılmak mı istiyor? Bu ikisi aynı politika, aynı strateji değildir, aynı sonuçları doğurmaz. Barış isteniyorsa, o zaman; ekonomik, mali, politik ve askeri güç olarak varolmanın gerekli araçlarını yaratmak gerekir. Ama eğer rahat bırakılmak isteniliyorsa, o zaman; boynu içe çekmek, köşede oturmak, göz ve kulakları kapatmak, fazla sesli konuşmamak gerekir. Böylelikle bir süre rahat kalınabilir, ta ki kendi savunmasını sağlayacak araçlara sahip olunmadığını tespit edene kadar. Ama o zaman da çok geç olur!
“… Benim tahayyülümde mesele açıktır: Doğrusu, ‘Savunmanın Avrupa’sı mı yoksa NATO mu’ değil, Savunmanın Avrupa’sı ve NATO’dur. İkisi birlikte. Birisini güçlendirmek suretiyle diğerini zayıflatmak büyük bir yanılgıydı.”
Sarkozy’nin “tarihin açtığı pencere”den konuşan bir devlet başkanına dair iddialı üslup, özgüven ve retoriğinin sadece Merkel’in dikkatini çekmediğinden yola çıkabiliriz!

TRAJEDİ VE KOMEDİ
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” (Marx)
Dünya kapitalizminin sadece 20 yıllık sınırsız bir egemenlik dönemi göstermiştir ki, insanlık açısından asıl trajedi kapitalizmin “ebedi zaferi”nin ilanı olmuştur; başka bir deyişle, asıl trajedi, kapitalizmin yıkılmamış olmasıdır. Dünyanın ve toplumların itildiği nokta ortadadır ve 2007/2008 krizi ile bu nokta sadece daha barizleşmedi, aynı zamanda asıl sorun ve sorumlular daha görünür hale geldi.
2007/2008 krizinin tarihçesi, gelişimi, nasıl ortaya çıktığı vb. üzerine birçok şey yazıldı. Buna karşın; strateji ve taktik arasındaki ilişkinin mücadele eden tüm sınıflar açısından yeniden ayrı bir önem arzettiği şu günlerde, 2007/2008 krizinin emperyalizmin tarihindeki yerine ilişkin bugünden bazı olgulara dikkat çekme ve sonuçlar çıkarma gerekliliği ortadadır. Bizim ise, burada, bu çok boyutlu konunun sadece bir yönü üzerinde durduğumuzu belirtelim.
NATO, Batı ittifakının amiral gemisiydi. Hiçbir örgüt, NATO kadar Batılı emperyalistlerin ittifakını ifade ve sembolize etmiyordu. Batılı emperyalistlerin ittifakı ise, en geç SB ve Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte, tarih olup içi boş bir söyleme dönüşmüştü. Hemen hemen bütün Batılı emperyalist devletler açısından NATO, belirtilen anlamdaki o eski NATO olmaktan çıkmıştı. Bu olgu, NATO’nun halklar karşısında emperyalizmin saldırgan askeri örgütü olması gerçeğini hiçbir dönem değiştirmemiş olsa da, ittifakın emperyalist üyeleri açısından son derece netti.
Gördük ki, transatlantik ilişkiler (yani ABD ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiler), yenilenmek ve daha ileri bir düzeyde yeniden temellendirilmek isteniyor. Batılı emperyalist devletler, yeniden birlik olalım diyorlar! Batı’nın “ikinci baharı”nı yaşama arzusunu sembolize edecek NATO’dan başka ideal bir örgüt kuşkusuz bulunamazdı. Ve elbette, “yeni birliği” özellikle NATO üzerinden inşa etme isteği, aynı zamanda, bu yeni birliğin nedenleri ve yönü hakkında da somut bir gösterge olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan ama, 2007/2008 krizi, yakın tarih açısından, esasta da İkinci Dünya Savaşı sonrasının uluslararası politik ilişkileri açısından temelli bir dönüşüme gebelik yapmaktadır. Olan ve olmakta olan, sadece Baba Bush’un 1991’in başında ilan ettiği “yeni dünya düzeni”nin iflası ve bunun resmen tescil edilmesi değildir. Olmakta olan, bu düzenin iflasıyla birlikte, 1991 öncesi düzenin politik-kurumsal kalıntıları ve ilişkilerinin de çözülüp dağılmasıdır. Bu hızlı ve temelli çözülmenin en açık göstergesi, burjuva basını ve yazınında “yeni mimari” kavramından geçilmemesidir: “Yeni bir dünya finans mimarisi”, “yeni dünya ekonomisi mimarisi”, “yeni küresel güvenlik mimarisi” vs. vs.. Deprem her şeyi yerle bir etmiş! Ve işte bu çerçevede, NATO da, şu “mütevazı” hedefi önüne koymuş sadece: “21. yüzyılın meydan okumalarını karşılayacak küresel bir güvenlik mimarisinin oluşturulmasına yapıcı katkıda bulunmak”!
Fakat, içinde bulunan sürecin boyutu ve yönü buysa, nasıl oluyor da bugün, 1991 öncesinin, yani çözülen yapı ve ilişkilerinin “ruhu” yeniden çağrılıyor? 
Dikkate almak gerekir ki, 2007/2008 krizi, öncelikle tüm ileri kapitalist ülkeleri kapsaması ve buralarda hemen hemen aynı sorunlara yol açması itibariyle, emperyalist güçlerin uluslararası pozisyonu ve ama aynı zamanda birbirleriyle ilişkileri bakımından oldukça özel bir durumun doğmasına yol açmıştır. Nitekim köklü ve derin bir kriz, son derece iç içe geçmiş bir dünya ekonomisinde patlak vermiştir. Bu ayırdedici durum; her bir emperyalist güç açısından, yüz yüze gelinen ekonomik, mali, politik, sosyal vb. meydan okumalarının beraberinde getirdiği riskler karşısında, kaçınılmaz geçiciliği ve sınırları belli olsa da, ortak hareketi ve koordinasyonu zorunlu kılmıştır.
Başka bir deyişle; azami kârı artırma ve dünya pazarı ve hegemonyasını ele geçirme dürtüsüyle birbirini boğazlamaya çalışanlar, aynı çukura düşmüşlerdir! Çukurdan çıkma amacı, bir yere kadar, çıkarlarda da ortaklaşmayı sağlamaktadır. Elbette bu, birinin diğerinin sırtına çıkma uyanıklığını ortadan kaldırmıyor, ancak çukur öylesine derin ki, belirli bir yüksekliğe ulaşmadan bu hinliğin yarardan çok zarar vereceği görülebiliyor.
Daha güçlü olanın zayıf düşmesi, daha zayıf olanın ise bu düşüşten güçlenme umudunu/olanağını bulması; güçlü olanın, karşıdakinin bu potansiyel olanağını sınırlamak üzere ona doğru yönelmesi ve tersi, yani zayıf olanın, karşıdakinin bu yönelime mecbur oluşunu güçlenmesinin olanağı olarak görmesi nedeniyle onu geri itmemesi; işte aynı çukurda bulunmaktan kaynaklanan “eşitlenme”nin, güçlü ve nispeten zayıf olanlar arasındaki ilişkiye kattığı yeni öğe bu. Çarpıcı olan, ama şu ki, yenilenmek istenen birliğin tutkalı da bu öğeden ibaret! Ne var ki, bu “tutkal”ın yapıştırıcı kalitesi bayağı kötüdür!
Birinci olarak; çıkarlardaki “uyumluluk”, son derece konjonktürel, yani içinde bulunulan özel durumca belirlenmiştir. Buradaki “uyumluluk”, kaynağını, çıkarların niteliğinden almamaktadır. İkinci olarak; ancak birbirinden farklı olanlar arasında uyumluluk veya uyumsuzluk olabilir. Yani, özdeş olmayan çıkarların “uyumluluğu” söz konusu ve zaten “birlik” de, farklı çıkarların “uyumluluğu” üzerinden sağlanacak. Birlik ama, tabiatı gereği, karşısında, onun içinde olmayanların varlığını gerektirir. Bu durumda, karşıdakilerin çıkarları, birlik içindekilerin çıkarlarını uyumlu kılan öğelerden yoksun olmalıdır. Somut soralım: Rusya veya Çin’in çıkarları, diyelim ki “enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği” konusunda, neden ABD’nin veya Fransa’nın çıkarlarıyla uyumlu kılanamaz olsun? Nedir ki bu dört ülkenin “önceliklerini, birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfetme”lerini engelleyen? Farklı sermaye gruplarının rekabeti ve/veya büyük güç olma emelleri denilecekse, “transatlantik birliğin” büyük devletlerinin her birinin bu “günahtan” azade olmaları gerekirdi, ki olmadıklarını sokaktaki çocuk bile bilmektedir!
Üçüncü olarak; sözü edilen “eşitlenme”nin ayırdedici nedenleri ve çıkarlardaki “uyumluluğun” konjonktürelliği, sağlanmaya çalışılan yeni “Batı birliği”nin stratejik değil, taktik nitelikte olduğunun göstergesidir. Taktikte değişimsizlik, stratejinin fiilen yitimi demektir. Büyük emperyalist güçlerin böyle bir pozisyona düşmesi ancak fiilen tasfiyesiyle mümkün olabilir! Dolayısıyla, “uyumluluğu” bugün olanaklı ve gerekli kılan konjonktürün (esasta kriz koşulları) en geç bitimine doğru, taktiklerin yenilenmesinin kaçınılmazlığı bugünden bile görünmektedir. Kullanılan tutkalın kalitesizliği de en geç o zaman ortaya çıkacaktır.
Kısacası, bu tutkal fazla tutamaz. Dolayısıyla, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hayır, “Batı ittifakı” ve “transatlantik birliği”nin tarihi tekerrür etmeyecektir!
Öte yandan: Hangi ilişkiler içerisinde doğduğuna bakıldığında, belirttiğimiz yeni ögenin iki yönlülüğü rahatlıkla görülmektedir. Bir yönü; yenilenen “birliğin” birbirini bağlama, denetleme ve sapmaları engellemeye hizmet etmesi. Diğer yönü; birinci yönün de anlamsızlaşmaması için, bütün farklı çıkarlara rağmen, “birliğin” somut kazanımlar getirmesidir.
Birinci yönü, buraya kadar belirtilenler dikkate alındığında, açık olsa gerek. İkinci yönüne gelecek olursak; buradan, dünya halkları için çok ciddi bir tehdidin doğduğu tartışmasızdır. Anlaşacaklar ya da anlaşamayacaklar (ki kuvvetli ihtimal anlaşmalarıdır), yeni “birliğin” ömrü uzun ya da kısa olacak (ki uzun olması zayıf bir ihtimaldir, ama kısa olması da halklar açısından yararlı bir sonuç vermeyecektir); bunları bilemeyiz: Fakat bu NATO’nun, oturması halinde, öncesinden daha saldırgan ve pervasız olacağı az çok nettir.
Bir kere; yeni NATO’nun ilanı, dünya çapında yeni bir silahlanma dalgasını kışkırtacaktır. Rusya şimdiden bunu ilan etmiştir. Japonya ve Çin geri kalmayacaklardır. Ama sadece NATO dışında değil, NATO’ya mensup ülkelerde de silahlanmaya ayrılan bütçe artacaktır. ABD, dünya liderliği yükünü hafifletmeye çalışmaktadır. Şöyle ki, bir yandan özellikle Almanya ve Fransa’dan “askeri yetenekleri”ni artırmayı talep etmekte (birileri NATO’nun askeri, birileri de sivil kanadı olmamalı demeye getirilmekte!), öte yandan ise, diğerlerini askeri harcamalarda bulunma mecburiyetine sokma suretiyle kendisini –son derece stratejik harcamalar dışında– bu konuda rahatlatmayı ummaktadır. Almanya ve Fransa, hamama giren terler misali, daha büyük oynamanın askeri ve mali yükünü şu veya bu ölçüde üstlenmek zorunda kalacaktır. ABD açısından bu süreç, “NATO’nun sivil kanadı” imajını başarıyla kullananları politik olarak da yıpratma süreci olacaktır.
İkinci olarak; “savunma örgütü”, artık, ülke topraklarını değil de, “güvenliği” savunma örgütüdür. Güvenliğin tanımı çok kapsamlı tutulduğundan, güvenliği tehdit eden riskler de alan ve bölge bakımından artmakta, dolayısıyla “savunma” da sınırsız olabilmektedir. Sağlanmaya çalışılan “yeni konsensüs”le birlikte, NATO, her yerde ve hemen her konuda devreye sokulabilecektir! Haliyle, böylesi bir “güvenlik ittifakı” son derece esnek olacaktır. Hammaddelerin güvence altına alınması, pazarlara ulaşım ve enerji nakil yollarının denetimi bu askeri örgütün baş görevlerinden biri olacaktır; zira, bütün bunlara erişim ve ulaşım kriz öncesi döneminin “küreselleşme serbestliği”yle gerçekleşmeyecektir artık. Yeni silahlanma dalgası; hammadde ve enerjiye erişim kavgasının kızışmasının sadece farklı bir görüngü biçimidir.
Üçüncü olarak; yeni NATO’nun işleyiş kurallarında “konsensüs ilkesi” değiştirilecek, yani operasyonlar için irade birliğinin şart olmaması sağlanmaya çalışılacak. Sonuçta büyüklerin anlaşması tayin edecek, böylelikle önemli bir mevzi yitirmiş olan küçükler üstlerine düşeni yapmakla mükellef olacaklar!
Bu üç noktada özetlenen değişiklikler, özellikle yeni NATO içerisindeki nispeten zayıf ülkelere daha fazla askeri operasyonları üstlenmelerini dayatmanın birer aracı olarak değerlendirilecektir. Özellikle Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Türkiye’den bu açılardan önemli “katkılar” beklenecektir! Başta bu ülkelerin gençlerinin kanı akıtılacaktır!
Belirtilenlerden de anlaşılacaktır ki, gerek NATO’ya karşı mücadele ve gerekse Türkiye’nin NATO’dan çıkması mücadelesi bugün son derece güncel ve yakıcı bir sorun özelliğini taşımaktadır. Sadece bölge barışı açısından değil, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi halkının güncel ve yakın sosyal ve politik çıkarlarını ilgilendiren bir mücadele olarak da özel bir önem kazanmıştır.
Not: Bu yazıda, konunun Doğu Avrupa ve özellikle Rusya boyutuna değinilmemiştir. Bu önemli husus, ayrı bir yazıyı gerekli kılmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑