Ekim devrimi ya da tarih ve insanlık

Ekim (7 Kasım) 1917’de Rus proletaryası, yoksul köylülükle ittifak kurarak Bolşevik Partisi’nin önderliğinde ayaklandı ve politik iktidarı ele geçirdi. Rus proletaryasının bu büyük tarihsel eylemiyle birlikte insanlık tarihinde yeni bir çağ, proleter devrimler çağı başlatılmış oldu…
Ekim Devrimi, sömürücü sınıfların tasfiyesi, sosyalist inşa, savaş ve ardından sosyalizmden komünizme tedrici geçişin başlatılması; kısacası Sovyetler Birliği’ndeki işçi sınıfının bütün bu dönemde kaydettiği başarılar ve gerçekleştirdikleri, insanlık tarihi açısından “ilkler” dönemi oldu.
1871’de 72 gün boyunca proletarya diktatörlüğü bayrağını dalgalandıran Paris Komünü bir tarafa bırakılırsa, tarihte ilk kez sömürünün olmadığı modern bir toplumsal düzen; varlık koşullarını yok etmek üzere kurulan yeni bir devlet ve gerçekten de “yeni bir hümanizma”ya doğru gelişen bir kültür ortaya çıktı. İnsanlar arasında yepyeni ilişkiler gelişti, toplumsal bilincin tamamıyla yeni biçimleri oluştu. Tarihte ilk defa, insanlığın maddi ve entelektüel güçlerinin kesintisiz ve çok yönlü gelişmesinin koşulları yaratıldı.
Açlık, yoksulluk, işsizlik, cehalet, sömürü ve ulusal baskı, halkların, işçi ve emekçilerin yaşamlarından koparılıp atıldı. Örneğin 1933’te Sovyetler Birliği, işletmelerin çoğunluğunda 7 saatlik işgününün, sağlığa zararlı işyerlerinde de 6 saatlik işgününün uygulandığı ilk ülke oldu. Toplumlar tarihinin en ileri ve en demokratik anayasasında ilk defa bir ülkenin yurttaşlarına iş ve emeğinin niceliği ve niteliğine göre ücretlendirilmesi garantilendi. Kısacası, ilk köle ayaklanmalarından beri yüz milyonlarca ezilenin yüzlerce yıl hayalini kura-geldiği bir toplumsal yaşam, gerçek haline geldi.
Kuşkusuz insanlar, önceleri de kendi tarihlerini kendileri yapıyorlardı, ancak bu o zamana kadar, bütünlüklü bir plana dayanan toplu bir iradeyle olmuyordu. Ekim Devrimi’nden sonradır ki, insanlar kendi tarihlerini ilk defa birlikte ve sadece emekçi halkın çıkarlarını ifade eden bütünlüklü bir plana göre yapmaya başladılar. Ve ancak böylelikle o zamana kadarki “insan akıbetinin ezeli çöpçatanı olan kader”, Ekim Devrimi ile birlikte insanların yaşamlarından sökülüp atılabildi. (Anton Makarenko edebiyatta mutluluk konusunu işlediği makalesinde şunları söyler: “Ancak Ekim Devrimi, ilk kez dünya tarihinde hakiki, esasen temiz ve saf bir mutluluğun doğuşunu sağladı… Bizim mutluluğumuz, Sovyet yurttaşının oldukça karmaşık, ama son derece de zengin duygularının bütünlüğüdür. Bu bütünlükte, aşk sevinci de soluk alır: çünkü bu sevinç yalıtılmış değildir, çünkü asıl ve doğal şeklindeki anlamını yitirmemiş, (aksine) bütün özellikleriyle alevlenmekte, gerçek ve şiddetli sıcaklığıyla yanmakta ve herhangi bir ailenin yoksul kulübesinde insanların acılarını dindiren bir uyuşturucu işlevi görmemektedir… Her duyumumuzda insanları ve insanlığı düşünme yatar ve bu yüzden mutluluğumuz sadece sosyal değil, aynı zamanda tarihsel bir olgudur da. Ve sırf bu yüzdendir ki mutluluğumuz eza verici tesadüflerin ve geçiciliğin etkilerinden arınmıştır ve daha önceleri insan akıbetinin ezeli çöpçatanı olan kaderle hiçbir ilişkisi kalmamıştır.” -Makarenko, Eserler, Cilt 7, s. 39–1–1.-)
Tarihte hiçbir dönem emekçi kitleler, içinde bulundukları tarihsel süreçle bu denli bilinçli ve devrimci bir ilişki kurmadılar. Sosyalist Sovyetler insanının şahsında yepyeni bir insan tipi kristalleşti: Neyi ve ne için yarattığını bilen, yaşamının ve uğraşının amacı konusunda fikri berrak, insan olarak tüm yeteneklerini geliştirebilen, karşısına çıkan engelleri yeni bir tarih bilincinden esinlenerek aşma kudretini gösteren ve geleceğe umutlu ve iyimser bakabilen bir insan tipi.
Sosyalist Sovyetler Birliği, kendisinden önceki toplumların 200 yılda sağladığı gelişmeyi 20 yıla sığdırarak gerçekleştirmişse; uzun savaşlarda harap olmuş geri bir ekonomi devraldığı halde en ileri kapitalist ülkeleri birçok yönden geçebilmişse ve bunu, insanlığı faşizm belasından kurtarmanın ağır yükünü büyük oranda omuzlayarak başarmışsa; kültür ve sanatta, bilim ve teknikte, sosyal ve ekonomik gelişmede dünyanın işçi ve emekçilerine ve aydınlarına ilham ve umut kaynağı olmuşsa; işte bütün bunların sırrı tam da bu yeni insan tipinin belirtilen karakteristik özelliklerinde yatmaktadır.
İnsanlık tarihinin bu en dinamik toplumunu ve yeni insan tipini yaratan ise, dünya görüşü Marksizm-Leninizm olan proletarya partisinin önderliğinde kurulan sosyalist sistemdi.

“KARŞILIKLI GÜVEN”
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin üzerinden 83 yıl geçti.
Bugün, yeni bir yüzyılın (binyılın) başında, dönüp geriye baktığımızda, bu 83 yıllık sürenin insanlık tarihi açısından esas olarak iki farklı dönemi kapsadığını görürüz: İnsanlığın toplumsal gelişmesi bakımından bir doruk oluşturan, tarihte eşi olmayan yepyeni bir uygarlığın kurulduğu dönemle; (ölçü olarak bu düzey ve uygarlık alındığında) giderek geriye doğru savrulduğu, insan toplumu olarak gittikçe kendini tüketmeye ve inkâr etmeye başladığı dönem.
İnsanlık tarihinin sayısız dönemeçleri vardır, ancak hiçbir dönemde insanlık, Ekim Devrimi’nden bu yana geçen dönemde olduğu kadar ileriye doğru gelişmemiş ve aynı zamanda böylesi bir gelişme düzeyinden bu denli geriye savrulmamıştır. (Son 40 yıla ilişkin “geriye savrulma” tespiti ilk bakışta abartılı görülebilir. Hatta kaba bir bakışla “insanlar bugün 100 yıl öncesine göre daha iyi yaşıyorlar” da denilebilir. Ancak insanlığın toplumsal gelişme düzeyine, böylesi zamansal ‘kıyaslama’ yöntemiyle bakılamaz. Gerçek ölçüt burada, toplumsal yaşamın temeli olarak maddi üretimin gelişmişlik düzeyi olabilir ancak. Buradan bakıldığında, toplumsal maddi üretimin bugünkü kapitalist dünyadaki gelişmişlik düzeyiyle, dünya halkları ve emekçilerinin kimseye sır olmayan ağır yaşam koşulları, yoksulluğu ve sefaleti arasındaki uçurum kolaylıkla görülebilir. Aynı uçurum, insanlığın genel kültürel birikimiyle, bugünkü işçi ve emekçi yığınlarının içinde tutuldukları kültürel kölelik arasında da tespit edilebilir.)
Böylesi büyük altüst oluşlara sahne olan bu tarihsel sürecin merkezinde duran sınıf, işçi sınıfıdır. Onun zaferiyle insanlık gelişmesinin doruğuna ulaştı, onun yenilgisiyle de yeniden geriye savruldu. Ve bu nedenle bugün, emperyalist burjuvazi ile ideologlarının mağrur bir edayla ”baldırı-çıplaklar bir daha yeni bir dünya kurma cüretkârlığını göstermesinler!” diyerek, pervasızca uluslararası işçi sınıfına saldırdığı koşullarda yaşıyoruz…
Lenin pek çok eserinde, işçi sınıfının komünizmin zaferinin kaçınılmazlığı konusunda eğitilmesinin önemine dikkat çeker. Seçilen yolun doğruluğu konusundaki kesin inancın devrimci eylem gücünü ve coşkuyu yüz kez artırdığını söyler.
Denilebilir ki, sosyalizmin toplumsal bir sistem olarak ilk yenilgisinin ve karşıdevrimin bu ilk ve geçici yenilgiye yaslanarak boyutlandırdığı ideolojik saldırının modern proletaryanın saflarında yarattığı en büyük tahribat, sosyalizme ve kendi gücüne olan inancı proletaryanın elinden almasıydı.
Her yenilgi inanç yitimine yol açmaz. Nitekim proletaryanın tarihinde, devrime kalkıştığı ama yenildiği pek çok olay vardır. Dolayısıyla, geçici de olsa, bu yenilginin ayırt edici özelliği, yenilginin kapsamında (bu, proletaryanın kaydettiği zafer oranında büyüktü) ve yarattığı tahribatta yatmaktadır. Ve biliyoruz ki, bu tahribat dalgası proletaryanın ileri unsurlarını da kapsayarak gelişti.
Lenin, bir yerde, Bolşevik Parti ile emekçi yığınlar arasındaki ilişkinin özünü tanımlamak için, “karşılıklı güven” ifadesini kullanır. Belirtmeye gerek yok ki, karşıdevrimin ideolojik saldırısının da bütün özü ve amacı, tam da bu “karşılıklı güven”i sarsmak ve yıkmaktır.
Bugün gerek işçi hareketinin sosyalizmle birleşmesinin, gerekse sosyalizmin işçi hareketiyle birleşmesinin çok yönlü ve aynı zamanda çok özgün sorunları vardır. Ancak, “karşılıklı güven” sorunu, bugün bu sorunların en genel ve aynı zamanda en özgün olanıdır.
Kesin inanç… Türkiye’de olsun, dünyanın başka ülkelerinde olsun, proletaryanın sınıf bilinçli ileri unsurlarında bu inanç esas olarak vardır. Nitekim partimiz bu inancın Türkiye topraklarındaki ifadesidir. Fakat bununla birlikte şunu da vurgulanmalıyız ki, modern revizyonist ihanet ile karşıdevrimin ideolojik saldırısının ve genel olarak günümüz burjuva toplumlarının içinde bulundukları tükeniş ve çözülme sürecinin neden olduğu çok yönlü tahribatın etkileri, sınıfın bugünkü ileri unsurları üzerinde de kendisini hissettirmeye devam etmektedir. Ve bu etkiler esas olarak ideolojik biçimler altında ortaya çıkmamakta, aksine: Bireyin “kendine dönüşü” (bireycilik) ve giderek insan olma niteliklerine yabancılaşması sürecinde; işçi sınıfına, partiye, önderliğine, geleceğe, sosyalizmin zaferine karşı gelişmiş bulunan tereddüt, kuşku ve inanç sarsıntısı, daha çok örgütsel çalışma alanında şu veya bu pratik tutum ve eğilime bürünerek ortaya çıkmaktadır… (Bilinmektedir ki, burjuvazi egemen olduğundan bu yana, hiçbir dönem yalnızca tank, tüp ve tüfekle, yalnızca baskı ve zorbalıkla saldırmadı işçi sınıfına. Bunların yanı sıra, ideolojik silahlar da (demagoji, tahrifat, dezenformasyon. Karşı propaganda, satın alma vb. vb.) hiçbir dönem onun savaş cephaneliğinden eksilmedi. Bu silahların seçimini ise, her zaman sınıf mücadelesinin somut durumuna, güçler dengesine, düşmanının o koşullardaki üstünlükleri ve zayıflıklarının somut tahliline göre yaptı. Demek ki, burjuvazinin saldırı silahlarının çok çeşitli oluşu bilgisi değil sadece, aynı zamanda burjuvazinin, sınıf mücadelesinin cereyan ettiği somut tarihsel koşulların özgünlüğünde, hangi silahını öne çıkardığı, hangisine ayrı bir rol biçtiği ve hangisiyle de gerçekten başarı kaydettiği bilgisi de gereklidir. Buradan bakıldığında görülecektir ki, burjuvazinin ideolojik silahlarıyla saldırısı, genellikle proletaryanın iktidar adayı olduğu ya da doğrudan iktidar olduğu dönemlerde ayrı bir ağırlık kazanır. Nitekim Marksizm’in işçi hareketinde egemen olmasından bu yana, sosyalist hareket içersinde Marksizm maskesini kullanan iki ana revizyonist akım ortaya çıkmıştır. Birincisi Almanya’daki Bernstein revizyonizmi, ikincisi SB’deki modern revizyonizmdir. Her iki revizyonist mihrak da, devrimci işçi hareketinin ya nispeten en güçlü olduğu ya da iktidarının zirvesinde olduğu dönemde ortaya çıkmıştır.)
Nesnel olarak tarihsel yazgısı yeni bir dünya kurmak olan bir sınıfın karakterine ve değerlerine tümüyle yabancı bu etkilerin aşılması sorunu; tek başına olmasa da, bir eğitim ve aydınlanma sorunudur. (Eğitim denilirken, anlaşıla-gelen soyut bilgi edinme kastedilmiyor burada. Aksine, burada sözü edilen, esas olarak görev almaya ve iş üzerinden öğrenmeye dayanan bir eğitimdir.) Dünyayı sarsarak son yüzyıla damgasını vuran bir sınıfın ileri öğeleri olarak, burjuva ideologlarının her türlü araçla aşılamaya çalıştığı kuşkuya, nihilizme, pragmatizme ve “boş ver, hayatın tadını çıkar” ilkelliğine daha bilinçli ve kararlı karşı koymak zorundayız. Eğer Marksizm-Leninizm’in ruhu, tarih karşısında yeni bir devrimci tutum almakta yatıyorsa; o zaman ne geçmişi ne de geleceği olan “şimdiki zaman insanının ufuksuzluğuyla değil de, tarihsel materyalist bir bilinçle “dünü bugüne, bugünü yarına bağlayarak”, “insanlığın nereden gelip nereye doğru gittiği” sorusunu iyi özümsemek ve de böylesi bir ufuk genişliği ile işe sarılmak durumundayız.
Yalnızca Ekim Devrimi ve sosyalist düzenin “tarihten bir sapma” olup olmadığı sorusunun açık yanıtı değil, aynı zamanda Sovyet proletaryası ve emekçi halkının kurduğu toplumsal düzenin insanlık tarihindeki gerçek yeri ve değeri de ancak böyle bir perspektiften bakıldığında tam manasıyla anlaşılabilecektir. Geleceğin konusu olan proletarya devriminin kaçınılmazlığının da, Ekim Devrimi’yle birlikte pratik ve tarihsel olarak kanıtlandığı daha bir açıklık kazanacaktır. Yalnızca Ekim Devrimi’nin bugünkü anlamı değil, çalışmamızın ve dolayısıyla sorumluluklarımızın da gerçek boyutları bu perspektiften bakıldığında daha kolay görülebilecektir. Kararlılık ve şevk, kesin inanç ve umut; tarihsel dönemimizin bugünkü devrimci kuşağından talep ettiği daha fazla yeteneği ve daha geniş ufku kazanmanın belli başlı dürtüleri olarak, daha derinden ve daha bilinçli hissedilebilecektir.

HER SINIF TARİHE KENDİ MEVZİSİNDEN BAKAR
Burjuvazinin ideologları, Ekim Devrimi’nin ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin proletaryanın özgüveni açısından taşıdığı derin anlamı bildiklerinden, proletaryaya yalnızca yenilgisini hatırlatmakta, yeni bir dünya kurma amacıyla devrime yönelmenin nafile olduğunu işçi ve emekçilerin beyinlerle kazımaya çalışmaktadırlar.
Burjuva tarih anlayışına göre, tarihte tayin edici rolü oynayan, kitleler değildir. Sömürülen ve ezilen kitleler buna rağmen devrimler gerçekleştirerek sömürüşüz bir toplum kurmaya yeltenmişseler, burjuva kafası tarafından bu, mevcut sömürü “sistemin alternatifi olmadığından” baştan itibaren anlamsız ve yenilmeye mahkûm bir girişim olarak değerlendirilir ve böyle propaganda edilir. Burjuvazinin propaganda aygıtlarının bu konudaki tüm yazılı ve görsel yayınlarının amacı, dünya proletaryasının kendi tarihine bu gözle bakmasını sağlamaktır.
Fakat öte yandan, dizginlerinden boşalmış emperyalist kapitalist saldırganlığın kendisi bizzat, dünya işçi sınıfını kendi tarihini farklı bir mevziden yeniden hatırlamaya sürüklemektedir.
Bugün Rusya’nın yeni “özel girişimciler”i “işsizlere küçük bir gelir kaynağı olsun diye” (!), bu onurlu sınıfın evlatlarını, boyunlarına asılan reklâm panolarıyla Moskova sokaklarında dolaştırmaktadırlar! İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sürekli yanmakta olan “Meçhul Asker”in ateşi, bugün artık sokak çocuklarının körpe bedenlerini geceleri ısıtmaya yaramaktadır! Açlık ve soğuktan telef olmamak için böylesi bir işi ve yaşamı kabullenmek zorunda bırakılan Rus işçisi ve gençliği, kendilerinden önceki işçi kuşaklarının kurduğu düzeni, burjuvazinin ideolojik saldırısıyla engellemeye çalıştığı bir mevziden mutlaka yeniden hatırlayacaktır. Bu mevzi, işçi sınıfının özgücüne güven duyması mevzisidir.
Uluslararası proletarya hareketi, bugün, özellikle özgüvenini yeniden kazanacağı bir süreçten geçmektedir. Ve açıktır ki, gerek kendi saflarından yeni ileri unsurları ortaya çıkarmasının, gerekse partileşmesi ve sosyalizmi yeniden benimsemesinin bir basamağıdır bu süreç. Bu nedenle de, sosyalizmin başta işçi sınıfı olmak üzere insanlığa sağlamış olduğu tarihsel ve toplumsal kazanımlarının somut propagandası sosyalist görevlerimizin başında gelmektedir.

Günümüz dünya proletaryası açısından Ekim Devrimi ve sosyalizm, kendi sınıfının nelere muktedir olduğunun, en modern sınıf olarak en ileri toplumları yaratacak yegâne güç olduğunun tarihsel kanıtıdır. İşçi sınıfının tarihteki en büyük eylemi, en değerli eseri ve insanlığa şimdiye kadar sunabildiği en büyük hizmetidir.
Ekim Devrimi, insana ve yaşama dair inanç ve güvende içerili olan o devasa kudretin ifadesidir aynı zamanda. Demek ki, Ekim Devrimi’nin mücadelemizdeki bugünkü anlamı; başta modern proletaryaya ve onun tarihsel rolüne olmak üzere, insana ve yaşama olan inancın yeniden kazanılması ve kazandırılması, insanın yaratıcılığına ve gücüne ve yaşamın eşsiz güzelliğine dair güvenin ve şevkin yeniden edinilmesi ve edindirilmesidir.
Ekim Devrimi, insanlığın geçmişinde kalmış değil. Bugün onun yol açtığı insani ve toplumsal gelişmeden geriyiz. Ekim Devrimi, insanlığın önünde duruyor.

Kasım 2000

“Sosyal devlet” nedir, ne değildir?

Devlet konusu bir süredir yeniden güncelleşmiş bulunuyor. Günümüzde devlet konusu, özellikle iki açıdan “tartışılmaktadır”: Birincisi, “küreselleşmeci” takımının “globalleşme olgusu”na işaret ederek, “ulusal devlet”in “tarihe karıştığı” ve bir yönüyle bununla da bağlantılı olarak “devletin küçülmesi” gerektiği üzerine demagojileri. İkincisi ise, bu “küçülme” ve sermayenin bununla da bağlantılı olarak gündeme getirdiği saldırılar karşısında; “sosyalist” parti ve akımların, “sol”cu sosyal demokrat ve reformist sendikacı ve aydınların yenilediği “sosyal devlet” söylemi.
Dünya işçi hareketi içindeki etkisi daha büyük olduğundan, burada, “sosyal devlet” konusu üzerinde durmamız gerekmektedir. Nitekim bugün, başta Avrupa olmak üzere hemen tüm emperyalist ülkelerde, “sosyal devlet tasfiye ediliyor” ya da “sosyal devletten vazgeçilmemeli” söylemiyle, mücadele eden işçi sınıfının ufku, yeniden “sol”dan daraltılıyor. Bu söylemi geliştirenlerin, bugün, sermayenin saldırılarına karşı koyan işçi ve emekçilerin “yanında” görünmeleri, onların, günümüzün genç işçi hareketi içinde yeniden geliştirmek istedikleri bu ideolojik deformasyon ve kafa karışıklığının barındırdığı tehlikenin görülmesini engelleyebilmektedir. (Bazıları açısından “sosyal devlet’i bilinçsizce (hareket noktaları esasta “hakları savunma”yla sınırlı olanlar) savunma söz konusuyken, bazıları açısından (özellikle de bugünkü işçi hareketine “içinden” -işbirlikçi sendikacılar- ve dışından -“sol”cu aydınlar- ideolojik önderlik yapanlar) bu, işçi hareketini hep arkadan hançerlemiş ideolojik bir mihrakın temsilcileri olarak bilinçli savunulmaktadır.) Fakat şurası açık olmalıdır ki, devlet üzerine bu tür oportünist görüşlerle kararlı ve açık mücadele edilmeden, ne işçi ve emekçilerin genel olarak burjuvazinin etkisinden kurtulması ne de işçi sınıfının bağımsız politik tutumunun gelişmesi söz konusu olabilir.

* * *
19. yüzyıldan bu yana, başta Marx ve Engels olmak üzere tüm Marksist-Leninistler, çeşitli burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmi akımlarının, reformist ve revizyonistlerin özellikle burjuva devleti hakkındaki görüşleriyle sürekli mücadele ettiler. Esas olarak işçi sınıfını politik iktidar mücadelesinden uzaklaştırmayı hedefleyen bu görüşler, özellikle emek ve sermaye arasındaki mücadelenin keskinleştiği dönemler yeniden dirilmiştir. Her defasında farklı “olgular”a dayanılarak ileri sürülen bu görüşlerle; bazen devletin baskı aygıtı olarak karakteri, bazen de sosyal ve politik niteliği çarpıtılmıştır. Ancak, hangi adla ve hangi dönemde ortaya çıkmış olursa olsun, bütün bu görüşlerin ortak yanını, burjuva devletinin sınıfsal karakterinin reddi oluşturmuştur. Devlet “sınıflar-üstü” görüldüğü için, ona pek çok özellik atfedilebilmiştir. Böylelikle burjuva “devlet baba” birçok ad kazanmıştır: “halk devleti”, “özgür devlet”, “sosyal devlet”, “refah devleti” vb…
Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) bugün hâlâ “işçi sınıfının lideri” olarak göklere çıkardığı Ferdinand Lasalle, işçi sınıfına, Marx’ın tabiriyle “kendine yardım yerine devlet yardımı”nı öğütlemiştir. 1848 devriminin yenilgisinin ardından gelişen uzun gericilik yıllarında işçi derneklerinin kurulmasına öncülük ederek Alman işçi hareketinin yeniden canlanmasında olumlu bir rol oynayan Lasalle’e göre, “devletin asıl doğası”, “insan soyunu özgürlük doğrultusunda eğitmek ve geliştirmek”ti. Bilindiği gibi, Marx ve Engels, Prusya devletinin yardımıyla sosyalizme geçileceğini öğütleyen ve Alman sosyal-demokrat partisinin Gotha ve Erfurt Programlarına da sinen bu devlet anlayışıyla ömür boyu mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Alman işçi sınıfı içinde devletle ilgili burjuva idealist hayallerin fikir babası olan Lasalle; Marx ve Engels’in ölümünün ardından Alman sosyal demokrasisi içinden çıkan tüm oportünistlere de ilham kaynağı olmuştur. Başta Bismarck olmak üzere burjuvazi ve gericilik de, işçi sınıfı saflarında devlet üzerine var olan bu kafa karışıklığından özellikle işçi hareketinin gelişme kaydettiği dönemlerde yararlanmayı bilmiştir. Bismarck döneminin ünlü “sosyalistlere karşı yasa”sı ile sosyal sigorta yasasının aynı yıllara denk düşmesi çarpıcı bir örnektir bu bakımdan.
Bununla birlikte, özellikle “sosyal devlet” söylemini Lasalle’in Prusya devletiyle ilgili görüşlerinin farklı bir ifadesi olarak görmek yanlış olacaktır. Lasalle vb.lerin devlet konusundaki görüş ve yanılgılarına, Marksizm’in henüz tam egemen olmadığı işçi hareketinin gençlik döneminin yetersizlikleri olarak bakılabilirken, “sosyal devlet” teorileri için aynı şey söylenemez. “Sosyal devlet” ve bu söylem üzerinden sonradan geliştirilen tüm teoriler (“örgütlü kapitalizm”, “ekonomik demokrasi”, “işyeri demokrasisi” vb.), sosyalizm için devletten yardım istemekten öteye giden, bizzat kapitalizmin ve onunla birlikte de devletin kendisinin “sosyal bir değişim”e uğradığını savunan görüşlerdir. Başka bir deyişle, devletin politik ve sosyal karakteri konusundaki tartışmaların özü aynı kalmakla birlikte, sorunun kendisi, kapitalizmin tekelci aşamasına varmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.

TEKELCİ KAPİTALİZMİN TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNE DÖNÜŞMESİ
Genel kanının aksine, “sosyal devlet” tezi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılmamıştır. “Sosyal devlet” eksenli söylemlerin kökeni, Birinci Emperyalist Savaş dönemi ve hemen sonrasına kadar uzanmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken, “sosyal devlet” teorisinin, genel olarak tekelci kapitalizm aşamasının, özel olarak ise, tekelci devlet kapitalizmi döneminin bir teorisi olmasıdır. Bu teorinin tarihsel kökenini, en gelişkin biçimiyle ortaya çıktığı ülkeyi, Almanya’yı, örnek alarak kısaca irdelememizde fayda vardır…
Bilindiği gibi, kapitalizm, 19. / 20. yüzyıl dönemecinde, bağrındaki çelişki ve eğilimlerin gelişimi sonucunda, tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Bu nitel değişimin; muhtevası, anlamı ve doğurduğu sonuçlar Lenin tarafından, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde titizlikle irdelenmiştir. Günümüzün gelişmeleri ve sorunları karşısında ayrı bir güncellik kazanan bu değerli eserin tezlerini burada tekrarlamak istemiyoruz. Ancak, konumuz açısından Lenin’in tahlilleri arasından şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor:
Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi; bir yandan her bir sınıfın, toplumsal üretimdeki konumunca belirlenen tarihsel yazgısını olağanüstü hızlandırarak sınıf çelişkilerini köklü bir şekilde keskinleştirirken, diğer yandan bazı sınıfların konumlarında da esaslı değişikliklere neden olur (örneğin burjuvazinin tekelci ve tekel dışı burjuvazi olarak bölünmesi, işçi sınıfının içinden azami kâr kırıntılarıyla beslenen “aristokratik” bir tabakanın ortaya çıkması ya da esas olarak mühendis, teknisyen, muhasebeci vb. gibi “teknik aydınlar”dan meydana gelen “yeni bir orta sınıfın oluşması gibi…). Öte yandan ama tekelci kapitalizm, aynı şekilde, gerek kapitalist devletin ekonomik ve politik konumunda, gerekse kapitalist sınıfın kendi devletiyle ilişkisinde önemli değişikliklere neden olur: Bir yandan; mali oligarşinin temsilcileriyle devlet temsilcilerinin, “özel tekeller ile devlet tekellerinin iç içe” geçmesi gerçekleşir (kuşkusuz, bu, reformizmin iddiasının aksine, “en büyük tekeller arasındaki emperyalist savaşım(ın) halkaları” olarak “dünyanın paylaşılması amacıyla” gerçekleşir). Diğer yandan; kapitalist sömürünün toplumsal koşullarını tahkim etmede ve mali sermayenin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamada devletin fonksiyonlarında bir genişleme yaşanır.
Genel olarak şu söylenebilir: Burjuva devletinin tarihi, aynı zamanda, burjuvazinin kendi aygıtını geliştirme, yenileme, daha rafine örgütleme çabası ve mücadelesinin tarihidir. Burjuva devletinin burjuvazinin devleti olması, bu çaba ve mücadelenin gereksizliğini değil, tersine -devlet aracının özgünlüklerini dikkate aldığımızda- gerekliliğini, zorunluluğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, burjuvazi sürekli -sınıflar-arası mücadeledeki güçler dengesi ve kendisinin dönemsel çıkarlarına bağlı olarak- kendi devletini yeniden yapılandırmış, reorganize etmiştir.
Ancak burada vurgulanmak istenen bu “genel olarak” değildir. Hangi devlet olursa olsun, devletin temeli, toplumdur. Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle, burjuva devleti, serbest rekabetçi dönemin “liberal devlet’i olarak kalamaz. Burjuvazinin devleti, mali oligarşinin devleti haline gelir.
Toplumsal koşulların temelli bir dönüşümünün kaynaklık ettiği bu sürecin, tekelci kapitalizm koşullarında varabileceği tek yerin ne olacağını saptayan yine Lenin olmuştur: “Küçük ve orta işletmelerin gerilemesi ve batması daha da hızlanıyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşması dev boyutlara ulaşıyor. Tekelci kapitalizm tekelci devlet kapitalizmine dönüşüyor.” (“1917”, Inter Yay. sf. 115)
Lenin’e göre, “emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştır”mıştır. (“Devlet ve İhtilal”, önsöz) Tekelci kapitalizmin bu yeni “durumu”; II. Enternasyonal oportünistleri tarafından, devlet eliyle tekellerin egemenliğinin “sınırlanması” ve devletle birlikte kapitalist düzenin “sosyalizasyonu” olarak lanse edilirken, Lenin şu olgunun altını çizmiştir: Tekelci devlet kapitalizmi, “kapitalizmin devasa gücüyle devletin devasa gücünün birleşmesi”, “kaynaşması”dır.
Sosyal demokrat reformistlerin ve bugünkü “sosyal devlet’çi işbirlikçi takımının görüşlerinin gerçek anlamını kavramak açısından Lenin’in “kaynaşma” ile ilgili bu vurgusu çok önemlidir. Zira tekelci devlet kapitalizmi yalnızca basit bir düzenleme sistemi değildir. Tekelci devlet kapitalizmi; devlet ve tekellerin birbirleriyle ilişkisinin, tekelci kapitalizm temeli üzerinde kurulduğu ve esas özelliğinin Lenin’in bu “kaynaşma” kavramıyla vurgulandığı bir “durum”dur. Dolayısıyla, bu “kaynaşma”, “sosyal devletçi” reformistlerin iddia ettikleri gibi, “devletin sosyalleşmesi ve kapitalizmin de “sosyalizme doğru” evrilmesi değil, tam aksine, tekelci kapitalizmin tüm çelişki ve eğilimlerinin alabildiğince keskinleşmesi demektir. Tekelci kapitalizm koşullarında devlet mülkiyeti, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Zira, burada, üretici güçlerin toplumsal karakteri salt biçimsel olarak “tanınmakta”dır. Bir avuç mali oligarkın egemen olduğu tekelci kapitalizmin temeli üzerinde gerçekleşen ve devlet mülkiyeti biçiminde kendisini dışa vuran bu kaynaşmada, ancak devleti sınıflar-üstü görenler, mali sermayenin gücünde bir sınırlanma ve kapitalist devletin kendisinde bir “sosyalleşme”yi görebilirler.
Kapitalist devletin, üretici güçlerin toplumsal niteliğini biçimsel “tanımasından bir yanılsamanın doğduğu ortadadır. Tekelci kapitalizmde bu “tanınma”nın olanaklı oluşu ve gerçekleşmesi, devletin “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirmektedir. Ve reformist ve oportünistler, bu yanılsamayı, kendi idealist devlet teorileri için bir silah olarak kullanmaktadırlar. Fakat bu durum, “insan üzerindeki ilk ideolojik güç” olan devletin sınıfsal yapısıyla çelişmez. Çelişmez, çünkü “daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılan” devlet, “belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.” (Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yay., sf. 52) Sömürücü sınıfların devleti, “bu bağımsızlığı”nı geliştirdiği ölçüde “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirir; “sınıflar-üstü” görünümü pekiştiği oranda, hizmetinde olduğu sınıf için daha işlevli ve yetenekli olur. “Sosyal devlet” görünümü (ve reformizmin bu safsatası), bu bakımdan, tekellerin egemenliğinin hüküm sürdüğü koşullardaki burjuva devleti açısından sınıfsal kimliğini gizlemek için ideal bir maskedir.

TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ VE “SOSYAL DEVLET”
Belirtildiği gibi, özellikle Almanya’da Birinci Emperyalist Savaşın, “tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırdığı koşullarda, devletin savaş olgusu nedeniyle (toplumun tüm üretici güçlerini seferber etme zorunluluğu, “arka cepheyi” sükûnet İçinde tutma gerekliliği) izlediği politika ve müdahaleler, sosyal demokratlar tarafından “sosyal devlete gidiş”in ilk adımları olarak açıklandı.
Savaş yıllarında devletin ekonomik alandaki fonksiyonlarında bir genişleme yaşandı; kısmi kamulaştırmalar; çalışma zorunluluğunun getirilmesi; işletmelerin yer yer bir işkolunu kapsayacak düzeyde “savaş şirketleri” olarak birleştirilerek devlet komiserlerinin yönetimine bağlanması; AEG tekelinin denetim kurulu başkanı Walther Rathenau gibi tekel temsilcilerinin ekonominin yönetiminden sorumlu devlet görevlerine getirilmesi; savaş ve gıda sanayisinden sorumlu “savaş daireleri”ne metal işçileri sendikası başkanı Alexander Schlicke ya da kooperatif birliği yöneticisi August Müller gibi sosyal demokratların müsteşar olarak atanması vb.; “tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme süreci”nin somut göstergeleriydi.
Öte yandan bu gelişmelerin yanı sıra; özellikle de Kasım 1918 devriminin öngününde kurulan ve SPD ve bazı sendika yöneticilerinin de içinde yer aldığı (Ekim Devrimi’nin etkisini sınırlamak ve yaklaşan Kasım devrimi karşısında, karşı-devrimci reformist Friedrich Ebert’in de belirttiği gibi, “Almanya’nın kaderini devrimin partisine terk etmemek” amacıyla) hükümet tarafından devrim öncesi ve sonrasında bazı politik ve sosyal reformlar gerçekleştirildi. Bu reformlar çerçevesinde; bir yandan parlamentonun yetkilen artırılıyor, diğer yandan ilk defa işsizlik sigortası uygulamasına geçiliyor; Alman sermayesinin, “çapulcu örgütü” olarak aşağılaya geldiği sendikalar ilk defa yasal olarak tanınıyor; sendikacılara, devlet ve sermaye temsilcilerinin de içinde yer aldığı çeşitli kurumlarda işçilerin temsilcisi olarak yer alma hakkı veriliyor; sekiz saatlik işgünü kabul ediliyor; devletin sosyal harcamaları artıyor…
Gerçekte 1917 Ekim Devrimi ve 1918 Kasım devriminin kazanımları olan bu “sosyal ilerlemeler”, işbirlikçi sosyal demokrasi tarafından tersyüz edilerek, tekelci kapitalist düzenin temelli bir “dönüşüm”ü olarak gösterildi. Bu “dönüşüm”; 1917 Kasımı’nda sendikaların “politik-sosyal işçi programı” adıyla açıkladığı ve başka sosyal reformların yanı sıra, “sosyalleştirme”nin bir hazırlığı olarak tekel işletmelerini devletin yönetimi ve denetimine bırakmayı öngören program ile SPD’nin Mayıs 1918’de açıkladığı ve 1891 Erfurt Programı’nın devrimci içeriğini “tamamlayan” ve “devletin demokratikleştirilmesi”ni, “halk iktidarının kurulması”nı ve “demokratik-sosyalist idari devlet’in oluşmasını “sağlayacak” politik reformlar içeren “eylem programı”nda formüle edildi. Dönek Kautsky de Alman proletaryasını devrimden alıkoymak için devreye girdi. İlkin, “savaştan barışa geçişte” iktidarı almanın uygun olmayacağını savunan “Geçiş Ekonomisi”yle ilgili tezlerini (kamulaştırmalar, işletmelerde ortak yönetim, 8 saatlik işgünü vb. talepler) açıkladı. İşçilerdeki ayaklanma eğiliminin güçlenmeye devam etmesi karşısında ise, SPD ile birlikte Bolşeviklere ve Spartakistlere saldırdı; bu saldırının bir parçası olarak Ağustos 1918’de “Proletarya Diktatörlüğü” adil broşürünü yayınladı. Kautsky bu broşürde, burjuva devletiyle ilgili hayalleri ve “üçüncü yol” çizgisini “Marksist açıdan” sözüm ona teorize ediyordu. (Lenin, “Marksist açıdan” yapılan bu saldırının özellikle Almanya devrimi için barındırdığı tehlikeyi görerek, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” adlı kitabıyla bu saldırıyı geri püskürtür.)
Böylelikle, devrimin öngünündeki Almanya proletaryasına, kapitalizmin ve komünizmin dışında “üçüncü bir yol” gösteriliyordu: Devrim ve proletarya diktatörlüğü olmaksızın, sömürücü sınıflarla işbirliği içinde ve “parlamenter demokrasiye dayanarak”, barışçıl ve tedrici yoldan “sosyalizme geçiş”. “Rus yolu”, “Almanya gibi politik bakımdan gelişmiş ileri sanayi ülkelerinde mümkün değil”di!
Savaşın sona ermesi, “Wilhelm Almanyası”nın yerini nispeten daha ilerici bir anayasayla birlikte “Weimar Cumhuriyeti”nin alması ve SPD’nin doğrudan iktidara gelmesi vb, gelişmeler; Kasım 1918 devriminin kanla bastırılması ve devrimin önderlerinden Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kontrgerilla yöntemleriyle katledilmesinde önemli bir rol oynayan Alman sosyal demokrasisi tarafından, devlet ve tekelci kapitalizmin “dönüşümü” konusundaki görüşlerin giderek sistematize edilmesinin birer dayanağı olarak kullanıldı.
Nitekim “sosyal cumhuriyet” (Weimar Cumhuriyeti) dönemi ve bunu “devrim dalgasını atlatmış dünya kapitalizminin nispi istikrar döneminin izlemesi, o zamana kadar genel söylem düzeyinde tutturulan “sosyal devlet” ütopyasına yeni “dayanaklar” sağladı. 20’li yıllar, reformizmin teorik bakımdan da “şahlandığı” yıllar oldu. “Sosyal devlet” söylemi, “yeni” teorilerle tamamlandı. II. Enternasyonal partilerinin yayın organlarında kapitalizmi kutsayan “yeni” teoriler birbirini izledi: “Etkisi bakımından yüzyıl öncesinden geri kalmayacak yeni sınaî devrim”den söz ediliyor; “serbest rekabetin yerine yalnızca tröstlerin tekelinin geçmediği”, “bunun yanı sıra, emeğin serbest rekabetinin yerini işçilerin toplu iş sözleşmelerinin aldığı”, “işsizlik sigortasının on yedi büyük ülkede uygulamaya sokulduğu”; bütün bunların “sermayenin yapısını değiştirdiği” vb. “olgular” saptanıyor ve kapitalizmin artık “savaş öncesi kapitalizm olmadığı”, aksine “örgütlü kapitalizm”e ve “ekonomik demokrasiye” geçildiği iddia ediliyordu, “Örgütlü kapitalizm” teorisinin de sahibi olan SPD ideologu Rudolf Hilferding, 1927’de SPD parti kongresinde yaptığı konuşmada daha ileri gidiyor ve tekelci devlet düzenlemelerinin geliştirilmesiyle, “kapitalist serbest rekabet ilkesinin yerini, sosyalist planlı üretim ilkesi”nin alacağını duyuruyordu. Kapitalizmden sosyalizme tedrici geçiş devam ediyordu! 1928’de de dönemin Meclis Başkanı sosyal demokrat Paul Löbe şöyle açıklıyordu: “ister kabul edelim, ister etmeyelim; devlet, kaçınılmaz olarak hem ekonomik devlet (bu tanım kapitalistlere aitti -A.C.) ve hem de sosyal devlet haline geldi.”
Bu teoriler üzerinde daha fazla durmanın bir gereği yok. Nitekim Hilferding’in 1927’deki iddiası, iki yıl sonra, 1929’da patlak veren büyük genel bunalım tarafından yanıtlandı! “Sosyalizme tedrici geçiş”in kutsal dayanağı olarak ileri sürülen “parlamenter demokrasi” tezi ise, Hitler faşizmi olgusuyla birlikte “gökten yere” indirildi…
Dünya kapitalizminin, batı edebiyatına “çılgın 20’li yıllar” diye geçen “yüksek uçuş”undan 1929 bunalımıyla birlikte yere çakılmasının ağır faturası, yine işçi ve emekçi sınıflara çıkartıldı. Hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde tam bir toplumsal çöküş yaşandı. Bu durum ve bu yıllarda sosyalist inşasını tamamlamak üzere olan Sovyetler Birliği’nin peş peşe kaydettiği ekonomik ve sosyal başarılar, işçi ve emekçileri sosyalist düşüncelere daha açık hale getirdi. İngiltere’de bu eğilim yeniden bir İşçi Partisi hükümetinin kurulmasıyla kucaklanmaya çalışılırken, krizin tüm şiddetiyle ortaya çıktığı ABD’de Demokratların adayı Roosevelt’in başkan seçilmesine yol açtı. Milyonlarca işsizin katıldığı “açlık yürüyüşlerinin düzenlendiği, grevlerin hızla arttığı, her şeyini kaybeden çiftçilerin kendiliğinden kitlesel hareketinin patlak verdiği ve aynı zamanda zenci işçi ve emekçileri hedefleyen ırkçı terör eylemlerin yayıldığı koşullarda başkan seçilen Roosevelt, bu toplumsal çöküşü “New Deal” adıyla ünlenen tekelci devlet politikalarıyla aşmaya çalıştı. “New Deal”, özü bakımından “sosyal devlet”çi politikalardan ayrılmamaktaydı. “Sosyal devlet”çi politikaların, ABD toplumu ve ekonomisinin ulusal şekillenmesine uyarlanmış biçimiydi. Bununla birlikte, daha “mütevazı”ydi; “sosyalizm”e ulaşma iddiası yoktu! Özellikle de İngiliz ekonomisti Keynes’in “yatırımların devletleştirilmesi” vb. tezlerinden esinlenmişti. (Başta İngiliz İşçi Partisi olmak üzere, sosyal demokrasi, özellikle 50’li yılların sonu, 60’lı yılların başında, vaat ettikleri “demokratik sosyalizmin gelişi geciktikçe ve Marksist söylemden uzaklaştıkları ölçüde Keynes’i “keşfetmiş”lerdir. Sosyal reformist oportünistlerle kıyaslanacak olursa, Keynes’in tekelci devlet kapitalizminin “açık sözlü” bir ideologu olduğunu belirtmek gerekir.)
II. Enternasyonalci sosyal oportünistlerimize geri dönelim… Mevcut kapitalist sistemi yıkma diye bir hedefi olmayan, aksine elindeki bütün olanaklarıyla devrimi bastırmada karşı-devrime paha biçilmez hizmetler sunan ideolojik bir mihrakın; tekelci devlet kapitalizminin görünüş biçimlerini “sosyal devlet’in veya “sosyalizme barışçıl geçiş”in tezahürü olarak açıklamasında, öte yandan günlük politikada emek ile sermaye arasında işbirliğini savunmasında sağılacak bir şey yoktur kuşkusuz.
Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinin önsözünde, “bu tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temelinin neye dayandığını şöyle açıklıyordu: “Bu kökler, kuşkusuz, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir.
“… Kapitalizm, bugün basit bir ‘kupon kırpma’ işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (…) devleti ileriye geçirmiş bulunmaktadır,
“Anlaşılıyor ki, sağlanan bu muazzam aşırı karlarla (…) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisinin yüksek tabakasını bozmak olanaklı olabilmektedir. ‘İleri’ ülkelerin kapitalistleri de, dolaylı ya da dolaysız, açık ya da maskeli, bin türlü yola başvurarak, onu bozmaktan geri kalmamaktadır.
“Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, II. Enternasyonal’in başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir. Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları (…), reformizmin ve şovenizmin gerçek yaylalarıdır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta, bunlar, kaçınılmaz olarak ve oldukça önemli bir sayıda, burjuvazinin yanında, ‘komüncülere karşı ‘Versailles’cıların yanında yer alırlar.
“Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.”
Savaş yıllarında beliren tekelci devlet kapitalizminin savaş sonrası yıllardaki görüngü biçimlerinde değişiklikler yaşanırken, diğer taraftan işçi aristokrasisinin devlet ve sermaye ile ilişkilerinde önemli ilerlemeler cereyan etti. Mali oligarşi, işçi sınıfına verilmek zorunda kalman tavizleri, başka yollardan telafi etmekteydi.
Denilebilir ki, tekelci devlet kapitalizmi süreci, aynı zamanda, burjuvazinin “başlıca toplumsal desteği” olan işçi aristokrasisinin, özellikle de onun üst tabakasının, devlet ve mali sermaye ile ilişkilerinin çok daha derinlesin kökleştiği bir süreç oldu. Bir dizi tekelci kapitalist devletlerde, rüşvetin ve “bozmanın” bir yolu olarak geniş bir işçi bürokrasisi yaratıldı. Kamu bankaları, kamu işletmeleri, devlet daireleri, bakanlıklar ve hükümet kabinelerinde “koltuk” sahibi işçi ve sendika bürokratının sayısı arttı. Yalnızca şahıslar düzeyinde değil; devlet ve mali sermaye, sendika kasaları ve işçi emeklileri sandıklarında biriken işçi aidatları ve primlerini de bu burjuvalaşmış işçi bürokratları aracılığıyla sermayeye dönüştürdü…
İşçi aristokrasisi deyince; yalnızca satılmış birkaç sendika bürokratı, bir avuç işbirlikçi sendika lideri ya da çok yüksek ücret alan bazı vasıflı işçileri anlamamak gerekir. İşçi aristokrasisi, tekelci kapitalist devlet ile mali sermayenin bin bir yoldan kendisine bağladığı örgütlü sosyal bir tabakadır. Sosyal bir tabaka olarak işçi aristokrasisinin varlığı ve kaderi nesnel olarak emperyalist kapitalist düzenin varlığı ve kaderine bağlanmıştır. Sosyal konumunun bu nesnel karakteri nedeniyle, işçi sınıfı içindeki her türlü oportünizmin, işbirlikçiliğin ve kapitalist düzenle ilgili hayallerin kaynağı, taşıyıcısı ve temsilcisi olabilmektedir. Asalak ve çürüyen kapitalizm olarak emperyalizm, böylelikle, gerici ve asalak özelliklerini de işçi sınıfı saflarına taşımaktadır. (Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde ise işçi aristokrasisinin kitle tabanı çok zayıf olmakla birlikte, buralarda bu tabakanın durumu, emperyalist ülkelere göre, piramidin ters hali gibidir. Aşağı indikçe daralan, ama özellikle sendika bürokrasisi nezdinde deneyimli bir kesimi teşkil etmektedir.)
Kısacası; tarihsel bakımdan, bir yandan uluslararası işçi hareketinin emperyalizm tarafından bölündüğü, diğer yandan ilk büyük sosyalist devrimin gerçekleştiği koşullarda ortaya çıkan “sosyal devlet” görüşü (reformizmin “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş”, “arı demokrasi” vb. teorileri gibi), tekelci burjuvazinin işçi sınıfı saflarındaki toplumsal dayanağı işçi aristokrasisi ve onun ideolojik temsilcisi reformizmin aracılığıyla proletaryayı devrim ve iktidar mücadelesinden alıkoymak için ortaya atılan bir teoridir, işçi sınıfı saflarında, devletin; sınıfların “üstünde” olduğu, tüm toplumsal sınıfların çıkarlarını temel alarak hareket ettiği ve ekonomiyi “düzenleyerek”, “yöneterek” üretimdeki anarşiyi, krizleri ve işsizliği yok edebileceği doğrultusundaki ideolojik hayalleri özel olarak yayan “sosyal devlet” anlayışı, emperyalist burjuvazinin iktidarının pekişmesine hizmet etmiş, proletaryanın ise, büyük yenilgi ve acılara sürüklenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

“SOSYAL DEVLET” VE TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ
Hitler faşizminin, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefik güçlerce yenilmesi ve faşizme karşı savaşta Sovyet halkının yaptığı sonsuz fedakârlıklar, sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırdı. Bir dizi ülkede halk demokrasileri kurulur ve emperyalist sömürgecilik ağır darbeler almaya başlarken, dünya kapitalizmi genel krizinin yeni bir aşamasına girmişti. Bu koşullarda, dünya gericiliğini kendi önderliğinde birleştiren ve savaştan en güçlü emperyalist mihrak olarak çıkan ABD emperyalizminin bütün stratejisinin özü şuydu: Dünya devriminin peş peşe kazandığı zaferlerin Batı kampına, özellikle de Batı Avrupa’ya sıçramasını önlemek. Devrim dalgası bunun için ilkin batıda kırılmak zorundaydı!
Savaş ve sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmiş ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere, sosyalizme ve bu toplumsal öğretinin kararlı temsilcileri komünist partilerine büyük bir prestij kazandırmıştı. (Komünist Partilerinin gücü, faşizme karşı savaşta en büyük kayıpları vermelerine karşın, savaş sonrasında muazzam ölçülerde arttı. Örneğin, savaş öncesinde, 1939 yılında, dünya çapında toplam üye sayısı 4 milyon olan 61 komünist partisi vardı (kapitalist ülkelerdeki üye sayısı 1,5 milyondu). Savaş sonrasında, 1947 yılında, komünist parti sayısı 76’ya çıkarken, toplam üyesi sayısı 20 milyona, kapitalist ülkelerdeki üye sayısı ise 4,8 milyona yükselmişti. Avrupa’dan bir örnek vermek gerekirse: Fransız Komünist Partisi’nin üye sayısı 1945 yılında 900 bine ulaşmıştı. 1945 Ekimi’nde düzenlenen kurucu meclis seçimlerinde FKP 5 milyondan fazla (yüzde 26) oy alarak ülkenin en güçlü partisi haline gelmişti.) Savaşın ardından, yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri değil, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi.
Savaşın sona ermesi, seferberliğin kaldırılması ve savaş sanayisindeki istihdamın gerilemesi; işsizliğin hızla artmasına, reel ücretlerin süratle düşmesine, açlık ve yoksulluğun giderek büyümesine yol açtı. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler arasında; bir yandan iş ve ücretlere zam gibi acil ekonomik talepler yükselirken, diğer yandan savaşın sorumlusu tekellerin mülksüzleştirilmesi, demokratik ve sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusundaki talepler de süratle yayılmaktaydı. Örneğin ABD’de 1945–1946 yılları arasında ekonomik grevlerin sayısı (4750 ve 4985) görülmedik derecede arttı. Tek başına 1946 yılında 4,6 milyon işçi ve emekçi greve gitmişti. Almanya’da 1946/47 kışı ve özellikle 1947 ilkbaharında kitle hareketinde bir yükseliş yaşandı. İşçi ve emekçiler, çeşitli işkolları ve işletmelerin kamulaştırılmasını ve başta Nazilerin devlet kurumlarından temizlenmesi olmak üzere devlet kurumlarının demokratikleşmesini talep ediyorlardı. Bu taleplerle halk oylamaları yapılıyor, politik grevlere gidiliyordu. 3. Nisan 1947’de 334 000 madencinin katıldığı
24 saatlik genel grevde ekonomik sabotaj olayları protesto edilirken, devlet kurumlarının demokratikleşmesi ve maden ocakları sahiplerinin mülklerine el konulması talep ediliyordu. Benzer örnekler hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri için verilebilir…
Savaş sonrası koşullarının anlaşılması açısından bir gelişmeye daha dikkat çekilmelidir. Bilindiği gibi, Birinci Emperyalist Savaş öncesinde uluslararası işçi ve sosyalist hareket ikiye bölünmüştü. İkinci Dünya Savaşı sonrasının yukarda özetlenen koşulları ise, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bu bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Faşizme karşı komünist sınıf kardeşleriyle birlikte omuz omuza direnen sosyal demokrat işçiler arasında bu eğilim oldukça güçlenmişti. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin komünist partileri, geniş işçi kitleleri arasında popülerleşen bu düşünceye destek verdiler; hatta 194547 yılları arasında bu konuda komünist partilerinin somut girişimleri de oldu. Ancak, sosyal demokrat, “sosyalist” partilerin tabanındaki bu eğilim ve düşünce, mali sermaye ve tekelci kapitalist devletle iç içe geçmiş işbirlikçi reformist yönetimler tarafından bin bir yol ve yöntemle engellenmeye çalışıldı. ABD ve İngiliz emperyalizminin örgütlediği “soğuk savaş” stratejisinin işçi hareketi saflarındaki ajanlığını üstlenen bu karşı-devrimci güruh, bunda maalesef başarılı da oldu. Böylelikle, uluslararası işçi hareketi, saflarını ikiye bölen emperyalizm karşısında yakaladığı büyük bir tarihsel olanağı da kaçırmış oldu. (Dünya proletaryası birlikten yanaydı. Bu eğilimin en somut ifadesi, işçi hareketi içindeki devrimci güçlerin inisiyatifi üzerine, 1945 Eylül’ünde Paris’te Dünya Sendikalar Birliği’nin kurulmasıydı. 56 ülkeden 67 milyon işçi ve emekçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Birliği, işçi sınıfının tarihinde ilk defa, çeşitli siyasi akımların -komünist, sosyal reformist, anarşist ve hatta katolik- etkisi altındaki işçi ve emekçi sendikalarını bir örgüt çatısı altında birleştirmişti.)
Dünyanın savaş sonrasında değişen koşulları, Batılı emperyalist güçleri, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında gösterilecek kayıtsızlığın bedelinin çok ağır olacağı bir pozisyona itmiş bulunuyordu. Yeni tavizlerin verilmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
1940’lı yılların sonuna kadar işçi ve emekçiler, sermayenin genellikle büyük direnişleriyle karşılaşmaksızın (bu tutum 50’li yıllardan itibaren değişir), pek çok yeni kazanımlar elde eder: Bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde (Fransa, İtalya, Almanya vb.), pek çok yeni demokratik hak ve özgürlükler içeren yeni anayasalar kabul edilir, bazılarında da toprak reformu gerçekleşir ve boyutları ve pratik uygulaması ülkelere göre değişmekle birlikte yaygın kamulaştırma olayları (İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya vb.) yaşanırken, diğer yandan yeni ekonomik-sosyal hak ve özgürlükler tanınır (ciddi ücret artışlarının yanı sıra, çalışma sürelerin kısaltılması, çalışma koşullarının düzeltilmesi, iş güvenliğinin artırılması; sendikal hakların artırılması; sosyal sigortaların genişletilmesi; -ya da İngiltere’de olduğu gibi, sağlık bakımının parasız olması, sendikal hakları 1927’den beri sınırlayan yasaların kaldırılması, çocuk parası ödenmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi-; eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin büyütülmesi; vergilerin düşürülmesi; kadın ve erkeklere eşit ücret ödenmesinin yasalaştırılması vb. vb.)
İngiliz İşçi Partisi başta olmak üzere, Avrupa’nın hemen tüm önemli ülkelerinin sosyal demokrat ve “sosyalist” partileri, emperyalist burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bütün bu ekonomik ve sosyal tavizleri, bu sefer, “demokratik sosyalizm”e doğru yönelimin göstergeleri olarak lanse ederler. “Sosyalist Enternasyonalin 1951’de Frankfurt’ta gerçekleştirdiği konferansın “Demokratik sosyalizmin hedef ve görevleri” adlı belgesinin önsözünde şunlar ilan edilir: “Denetimden yoksun olan kapitalizm, birçok ülkede gerçekleştirilen ekonomik reformlar sayesinde geriletilmektedir. Bu reformlar sonucunda; devlet, düzenlemek üzere ekonomiye müdahale etmekte ve üretim araçları üzerinde giderek artmakta olan kamu mülkiyeti, özel sermayenin etkinlik alanını daraltmaktadır. Ekonomik planlama zorunluluğu, giderek daha geniş kitleler tarafından kabul edilmektedir. Sosyal güvenlik ve ekonominin demokratikleştirilmesi artan oranda gerçekleştirilmektedir. Bu, onlarca yıl sürmekte olan sosyalist ve sendikal mücadelelerinin bir sonucudur. Çok güçlü sosyalist partilerin var olduğu ülkelerde yeni bir düzen oluşmaktadır.”
Son cümleyle kastedilen ülkelerin başında, seçimleri çok büyük bir farkla kazanan işçi Partisi’nin “iktidar” olduğu İngiltere gelmektedir. Savaş sonrasının İngiltere’sinde gündeme gelen yaygın “kamulaştırmalarla sözüm ona “yeni bir düzen oluşmaktandı! Oysa Bismarck’ın “devlet sosyalizmi” ne kadar “yeni bir düzen”diyse, işte Labour hükümetinin “kamulaştırma”sı da o denli “yeni bir düzen” oluşturmaktandı.
Aslında İngiltere’deki “kamulaştırma” olayı, tekelci kapitalizm koşullarında gerçekleşen “kamulaştırma”ların gerçek karakterinin ne olduğunu anlamak bakımından çarpıcı bir örneği oluşturmaktadır.
(Belirtelim ki, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda gerçekleşen ve doğrudan denetimi ve yönetiminde işçi temsilcilerinin de yer aldığı kamulaştırmalar kapitalizm koşullarında mümkündür ve şartlara bağlı olarak bu doğrultuda taleplerin ileri sürülmesi de kendi başına yanlış değildir. Yeter ki, bunun ister istemez sınırlı bir “kamulaştırma” olacağı, tekelci kapitalizm koşullarında bu türden kamulaştırmalarla üretim araçlarının genel sermaye niteliklerinin ortadan kaldırılamayacağı ve dolayısıyla salt bu yoldan sömürüşüz bir topluma gidilemeyeceği konusunda işçi ve emekçiler aydınlatılıp boş hayallere kapılmaları engellensin.) İşçi Partili Attlee hükümetinin gerçekleştirdiği ve Avrupa’nın tüm sosyal demokrat basınının “mülksüzleştirme” olarak göklere çıkardığı “kamulaştırmalar”, esas olarak maden, elektrik, ulaşım işkolları ile “Bank of England”ı kapsıyordu. Ocak 1948 yılına varıldığında büyük işletmelerin yaklaşık yüzde 20’si “kamulaştırıl”mıştı. “Kamulaştırılan” işletmelerde ise toplam 2 milyon kişi çalışıyordu. Peki, “mülklerinden olan” kapitalistlere ne oldu? “Mülksüzleştirilen” kapitalistlere, tazminat olarak dönemin parasıyla 1,6 milyar pound değerinde sabit faizli devlet tahvilleri dağıtıldı. Bu tahvillerin yıllık faiz bedeli ise, 50 milyon poundu buluyordu. Yani işçi ve emekçiler her yıl tazminat ödemeye devam ediyorlardı! Öte yandan, “kamulaştırılan” işletmelerin yönetimlerine ya da yönetimi için kurulan “müdürlükler”e ya doğrudan mali oligarşinin mensupları ya da menajerleri getirildi. Eski/yeni tekel temsilcilerinin “yönetim anlayışı ve tarzı”na kendini bilmez” sosyalist siyasetçilerce müdahaleler olmaması için de, “kamulaştırılan” tüm işletmelerin idari özerkliği yasalarca güvence altına alındı.
İşçi Partisi ve sosyal demokrasi tarafınca, “yeni bir düzen”in oluşumunun “altyapısı” olarak görülen “kamulaştırma”lar, böyle bir gelişmeye yol açmadı. Olan şuydu: 1. Tekelci kapitalizmin “sosyalizasyon” yoluyla “demokratik sosyalizme” götürüleceği konusunda işçi ve emekçileri aldatmanın “nesnel koşulları” yaratılarak, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için politik mevziler kazandırılmıştı; 2. Savaşın da etkisiyle yıpranmış söz konusu işletme ve sektörlerin gerekli modernizasyonu gerçekleştirilerek ve maliyetini de vergiler yoluyla -devlet işletmeleri ya!- işçi ve emekçilerin sırtına yükleyerek, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için ekonomik mevziler sağlanmıştı. Bir diğer “ayrıntı” da şuydu ki, “kamulaştırılan” bu işletmelerin yeniden özelleştirilmesini engelleyen hiçbir yasa da çıkartılmamıştı. Ve bilindiği gibi, bu “ayrıntı”yı unutmayan İngiliz mali oligarşisi, 1970’li ve sonraki yıllarda bir kez daha öncülük ederek, bugüne kadar uzanan özelleştirme dalgasını başlatmıştı! Tekelci devlet kapitalizmi koşullarında “oluşacak” “demokratik sosyalizm” hülyasının bütün geçmiş ve geleceği bundan ibarettir! Lenin’in de belirttiği gibi; “… kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.” (“Emperyalizm”, Sol Yay. sf. 47)
Özetlemek gerekirse; Sosyal demokrasi; ikinci Dünya Savaşı sonrasında, tekelci burjuvazinin öncellikle en ileri kapitalist ülkelerde vermek zorunda kaldığı tavizleri “sosyal devlet’in etkinliğinin dolaysız sonuçları olarak yansıttı. Sosyal demokrasi böylelikle; bir yandan faşizm, savaş ve yoksulluktan yorgun düşmüş; öte yandan barış ve refah özlemiyle tutuşan işçi ve emekçiler arasında gelecekle ilgili yeni hayaller yaratmaktaydı. Sosyal demokrasi, “sosyal devlet’i “demokratik sosyalizm”e gidişin önbelirtisi olarak göstererek, yalnızca toplumsal gerçekleri tersyüz etmiyordu, aynı zamanda, iki dünya savaşını yaşamış Avrupa emekçi halklarının derin barış ve refah özlemini ve bu özlemiyle ilgili sosyalist Sovyetler Birliği gerçekliğinden hareketle kapıldığı iyimserlik duygusunu da istismar etmekteydi. (“Sosyal devlet”, “refah devleti” ve “hukuk devleti”; bu üç devlet tanımının da, faşizm ve savaşı yaşamış Avrupa halklarının en yakıcı özlemlerine tekabül etmesi bir tesadüf değildi kuşkusuz.)
İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminden farklı olarak, “sosyal devlet” teorisi, bu sefer, dünya gericiliği ve karşı-devriminin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor, iki dünya savaşını, faşizmi ve dünya krizlerini ortaya çıkarmış olan emperyalist kapitalizm, böylelikle, sosyalizm karşısında daha da tartışılır hale gelen varlığının politik temellerini de “yenilemeye” çalışıyordu.
Ne var ki, ABD emperyalizminin önderliğinde birleşmiş dünya gericiliğinin, savaşın ilk yıllarında izlemek zorunda kaldığı taviz politikasını, ne ebediyen sürdürme niyeti vardı, ne de mecali. Savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra; 40’lı yılların sonu, 50’li yılların başında, tutum değişmeye başlar: Bismarck’a rahmet okutacak bir taktiğin izlenmesi sonucunda, “sosyal devlet”in zirvesi sayılan dönem, aynı zamanda “soğuk savaş”ın tırmandırıldığı döneme tekabül eder.
“Soğuk savaş”; barış ortamında, yani ekonomiyi militaristleştirmeden, terör ve baskıya başvurmadan sosyalizme karşı koyma mecali gösteremeyen emperyalizmin, sosyalizme karşı ördüğü duvardı. “Sosyal devlet” ise, bu karşı-devrimci duvarın iç kısmını süsleyen dekordu.
Tarihsel evrimleri sonucunda mali sermayenin partilerine dönüşen sosyal demokrat partiler, “demokratik sosyalizm” söylemlerini artık bir tarafa bırakmış bulunuyorlar. Bugün sosyal demokrasinin, “sosyal devletin yeniden yapılandırılması” demagojileriyle, temel hak ve özgürlüklere yönelik azgın saldırıları meşrulaştırma politikasını izlediği koşullarda, “demokratik sosyalizm” ve “sosyal devlet” safsatası, sosyal demokrasiden “boşalan” yeri işgal etmekle meşgul olan “sosyalist” parti ve akımların ve onlarla flört eden “sol”cu sosyal demokrat ve sendikacıların elinde yeniden bayraklaşmaktadır…

“SOSYAL DEVLET” VE KARIŞTIRILMAMASI GEREKEN BAZI NOKTALAR
“Sosyal devlet”çi politikalar, Avrupa işçi hareketinin yakın tarihinin de kanıtladığı gibi, işçi sınıfını iktidar mücadelesinden, devrimden alıkoymak için emperyalist burjuvazinin başvurduğu en sinsi politikalardan biridir. “Sosyal devlet” ise, bu adla uygulanan politikaların asıl sınıfsal dayanağı olan işçi aristokrasisinin ideolojik temsilcisi akım ve partilerinin proletaryanın karşısına çıkardığı bir safsata; oportünizmin bir uydurmasıdır.
Sosyal demokrasinin bu konuda yarattığı kafa karışıklığı bugün öylesine büyüktür ki, işçi ve emekçiler arasında “özelleştirmeler” bile “sosyal devletin tasfiyesi” olarak algılanılmaktadır. Bu algılamanın da gerisinde, sosyal demokrat mihrakın onlarca yıl; tekelci devlet kapitalizminin belirtilen nedenlerle gerçekleştirdiği uygulama ve politikaları “sosyal devlet’in tezahürü olarak açıklaması, böylelikle, gerçek bir olguyla teorik bir safsatayı özdeş göstermesi durmaktadır. Bu özdeş gösterme sayesindedir ki, bugün, tekelci devlet; elindeki bütün olanaklarıyla ve en pervasız bir şekilde mali oligarşinin hizmetine koştuğu bir sırada; “devletin küçüldüğü”, “ekonomiden çekildiği”, “ekonominin, politika üzerinde tahakkümünü kurduğu”, “ekonomiye değil, politikaya yeniden öncelik verilmesi gerektiği” vb. türünden “neoliberalizm” karşıtı (!) “sol”cu görüşler ortalıkta dolaşmaktadır.
Oysa gerçekte, “devletin ekonomiden çekilmesi” gibi bir durum veya eğilim söz konusu değildir. Aksine; tekelci devletin yeniden yapılandığı, daha doğrusu devletin, tekelci burjuvazinin kısa ve orta vadeli çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden mevzilendirildiği bir süreci yaşamaktayız. (Özelleştirmeler furyası, günümüzün sosyal reformistlerince “devletin ekonomiden çekilmesi” vb. olarak gösterilmektedir. Oysa devlet mülkiyeti, tekelci devlet düzenlemeleri araçlarından yalnızca birisidir. Tarihten bir örnek vermek gerekirse: Nazi Almanyası, tekelci devlet kapitalizminin en çarpıcı örneklerinden biri olarak bilinir. Bununla birlikte, Hitler faşizmi iktidar geldikten sonra, yoğun bir “yeniden özelleştirmelere” girişmiştir. Bu çerçevede, devletin; büyük bankalara, büyük çelik fabrikalarına, tekstil sanayi, maden kömürü işletmeleri, nehir ve deniz ulaştırma şirketlerine iştirakleri hızla yeniden özelleştirilmiştir. Hatta belediye işletmeleri bile özel sermayeye devredilmiştir. Alman Sermayesinin Sömürü olanaklarını genişleten bütün bu özelleştirmeler, Nazi Almanyası’daki tekelci devlet kapitalizminin tasfiyesi sonucunu (ya da “devletin ekonomiden çekilmesi” sonucunu) doğurmamıştır.) Tekelci devlet kapitalizminin yalnızca görüngü biçimlerinin değişime uğradığı bu süreçte, gelişmenin doğrultusunun, temsil gücü olan organların yerine, giderek, temsil özelliği olmayan devlet organlarının (esasta devlet bürokrasisinin) rol ve yetkilerinin artırılması yönünde seyrettiğini görmekteyiz. Örneğin merkez bankaları “özerklikleri”nin pekiştirilmesi, ekonomik konseylerin kurumlaştırılması vb. gelişmelerle de kendisini dışa vuran bu gelişmenin doğrultusu; merkezileşmiş, ve bürokratik aygıtının rol ve yetkilerini daha da artırmış, “devlet işlerinin kotarılmasını burjuva parlamentoculuğun siyasi konjonktür ve kaprislerinden daha da bağımsızlaştırmış bir devletin biçimlendirilmesi yönündedir.
Açıktır ki, bütün bu belirtilenlerden şöyle bir sonuç çıkartılamaz: Kapitalizm koşullarında devlet mülkiyetinin (yani “kamu işletmeleri”nin) olup olmamasının, işletmelerin özelleştirilmesi ya da özelleştirilmemesinin işçi ve emekçiler açısından hiçbir önemi yoktur! ileri kapitalist ülkeler bir yana, özellikle ülkemiz gibi, emperyalizme bağımlı ülkeler için böyle bir sonucu çıkartmak demek, işçi ve emekçi halka, onun en temel çıkarlarına karşı kayıtsız ve sorumsuz davranmak, dahası emperyalist yağma ve talanı desteklemek demektir. Ülkemizdeki işbirlikçi sendikacı takımı, özelleştirmelere karşı mücadeleyi her ne kadar “sosyal devlet’i savunma platformuna çekmeye çalışsa da, işçi ve emekçiler açısından özelleştirme saldırısına karşı mücadele etmenin gerekliliği ortadadır: Yalnızca ekmeğini, işini, belirli sosyal haklarını savunmak bakımından değil, aynı zamanda ülkemizin bir tür tam sömürgeleşmesi sürecine karşı koymak bakımından da bu mücadele zorunlu ve önemlidir.
Aslında, sorunun bu yönü, yalnızca özelleştirmeye karşı mücadelede karşımıza çıkmıyor. İşçi ve emekçi halkın mücadelesinin gerçek muhtevası ve kapsamıyla, başta işbirlikçi sendika bürokrasisi olmak üzere reformizmin bu mücadeleyi baltalama ve saptırma amacıyla ona koyduğu sınırlar sorunu, belki de en çarpıcı özellikleriyle Emek Programı’nda kendisini göstermektedir.
Nitekim işçi ve emekçilerin mücadelesini baltalamak için “sosyal devlete sahip çık” mitingleri düzenleyen sendika bürokratları ve reformistler, aynı amaçlarla Emek Programı’nı da “sosyal devlet’çi bir platformla sınırlamaya çalışmaktadırlar. Başka ülkelerin sömürü ve yağmasından elde edilen özel kâr ve gelirlere sahip olmayan, başka bir deyişle, “sosyal devletçi” politikalar için nesnel koşulları bile doğru dürüst bulunmayan ve her şey bir yana, tek başına sigortasız işçilerin sayısının milyonlarla ifade edildiği ülkemizde, “sosyal devlet” safsatasının geliştirilmesinin amacı bellidir: işçi ve emekçi hareketini devrimci yolundan saptırmak, gelişmesini baltalamak, politik hedef ve talepleri bakımından sınırlamak, hareket içindeki kitleler arasında kafa karışıklığı ve boş hayaller yaymak…
İşçi sınıfının ileri unsurları açısından bu durum karşısında alınacak tutum, işçi hareketinin aynı zamanda mevcut gelişme aşamasının bir ürünü ve -tüm olumluluk ve olumsuzluklarıyla- bir yansıması olan Emek Programı’na, içerdiği ciddi eksikliklerden ötürü dudak bükmek olamaz kuşkusuz. (Bunu yapan siyasi çevreler vardır; aslında onlar bu tutumlarıyla işçi hareketi karşısındaki “sorumluluk”larının gerçek derecesini ortaya koymaktadırlar!) Programın ortaya çıkmasını belirleyen nesnel nedenleri ve varlığının önemini kavrayan ileri unsurlar açısından belirtilen durum, programın ekonomik ve politik taleplerinin genişletilmesi için mücadelenin çok yönlü yükseltilmesi gerekliliğinden başka bir anlama gelmemektedir. Bunun için de, başta sınıf bilinçli işçiler olmak üzere, namuslu sendikacılar, ilerici emekçiler ve emekten yana aydınlar; işbirlikçi sendika bürokrasisi ve reformizmin “sosyal devlet” söylemleri ve manevraları karşısında uyanık olmak ve geniş kitleleri uyarmak durumundadırlar.
Uluslararası işçi sınıfının zengin deneyimi ve Marksizm’in devlet öğretisi, bu konuda gösterilmesi gereken uyanıklık ve hassasiyet bakımından oldukça aydınlatıcı ve öğreticidir.

Mayıs 2001

emeğin üretkenliği ve ücretler

I.
emeğin üretkenliği ve ücretler
AHMET CENGİZ

Günlük yaşamda işçinin “emeğinin karşılığı”nı almasından, genellikle, geçimini sağlayabileceği bir ücreti alması anlaşılır. “İşçinin sömürülmesi” olayı da, yanlış olarak; işçinin “emeğinin karşılığı” olarak görülemeyeceği, geçimini sağlayamayacağı bir ücretin ödenmesi şeklinde algılanır. “Adil ücret”, “eşit ücret” vb. istem ve formülasyonlar, bu tür algılanmalardan kaynaklanan düşüncelerdir.
Oysa, “şeylerin yalnızca aldatıcı görünümlerini yakalayan günlük deneyime” dayanılarak oluşmuş bulunan bu tür gözlem ve düşünceler, bilimsel gerçek ile örtüşmemektedir. Karl Marx’ın artı-değer teorisi sayesinde biliyoruz ki, işçinin ücret olarak aldığı, emeğinin değil, emek-gücünün değeri ya da bunun parasal ifadesi olan fiyatıdır. Dolayısıyla, sömürü olayı da, ücretin, emek-gücünün gerçek değerinin altında ya da üstünde olmasına rağmen gerçekleşen bir olaydır. Sömürü; işçinin, emek-gücünün değeri karşılığında bir ücreti alması koşullarında, daha doğrusu, buna rağmen gerçekleşen ve esas olarak karşılığı ödenmeden kapitaliste çalışmasıyla (artı-emek) cereyan eden bir husustur.  Görüntüde ama, emeğin bütünü, ödenmiş emek gibi görünür. “İşte bu yanlış görünümdür ki” der Marx, “ücretli emeği emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırt eder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile, ödenmiş emek gibi görünür. Kölelikte ise durum tam tersinedir: emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş emek gibi görünür.”
Demek oluyor ki, işçiler, nispeten rahat geçinebilecekleri bir ücreti alsalar dahi, sömürülmekten kurtulmuş olmuyorlar. Fakat, sınıf bilincine erişmemiş işçi bunu böyle algılamamaktadır. Kapitalistler de, ideologları da, sömürü olayını reddettiklerinde, hep bu yanılsamayı kendilerine dayanak yapmaktadırlar. Derler ki, işçi çalışıyorsa, harcadığı emeğin karşılığı olarak da ücretini almaktadır! Vurgulamak gerekir ki, bu yanılsama ve ona dayanılarak geliştirilen demagojiler, özellikle işsizliğin yüksek olmadığı ve geçim koşullarının az çok rahat olduğu dönemlerde, işçi kitleleri üzerinde küçümsenemez bir etki yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, özellikle sosyalizmin işçiler arasında yaygınlaşmasını kırmak amacıyla gündeme gelen “sosyal devlet” politikalarında, bu yanılsamayı pekiştirmek için hiç şüphesiz özel bir çaba sarf edilmiştir.
Fakat bizi burada asıl olarak ilgilendiren, ücret konusunun başka bir yönüdür: İş süresiyle ilgili yazımızda da  ortaya koymaya çalıştığımız gibi, başta emeğin üretkenliği olmak üzere, toplumsal üretken güçlerde devasa boyutlarda bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Gördük ki, bu gelişme; işsizlik gibi toplumu kemiren bir sorunla mücadelenin yanı sıra, işçilerin entelektüel ve sosyal-toplumsal gereksinmelerini karşılamak için, genel olarak iş sürelerinin ve işgününün kısaltılmasını dayatmaktadır.
Peki, üretici güçlerdeki gelişme, iş süresiyle ilgili belirtilen adımları zorunlu kılarken, işçilerin ücretleri açısından ne gibi sonuçları doğurmaktadır?
Bilindiği gibi, emek-gücünün değeri, “biri salt fiziksel, ötekisi ise tarihsel ya da toplumsal olan iki öğeden” oluşmaktadır. Fiziksel öğe, emek-gücünün değerinin “en uç sınırını” belirler. Geleneksel yaşam düzeyi olarak da ifade edilen tarihsel ya da toplumsal öğe ise, “artabilir ya da azalabilir, büsbütün ortadan kalkabilir, öyle ki geriye fiziksel sınırdan başka bir şey kalmaz”. Başka bir deyişle, emek-gücünün değerini, sabit değil, “değişken bir büyüklük” olarak kavramamız gerekmektedir. Bu yönüyle; işgününün süresi olduğu gibi, emek-gücünün değeri ve fiyatı sorunu da, “sermaye ile emek arasındaki kesintisiz mücadele tarafından”, bunların “karşılıklı güçler dengesi” tarafından belirlenmektedir.
Öncesi bir yana, yalnızca İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme baktığımızda, bu tespitin doğrulandığını görürüz. Nitekim, 1940’lı yılların ortalarından 70’li yılların sonlarına kadarki dönemi (bazı ülkelerde bu 80’li yılların ilk çeyreğine kadar uzanır), kapitalistlerin “durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürme” çabalarına büyük darbeler indirildiği bir dönem olarak değerlendirebiliriz. Sermaye ile emek arasındaki güçler dengesinde işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine önemli değişikliklerin olduğu bu süreçte, yalnızca işgününde kısalmalar yaşanmadı, aynı zamanda, başta ücret artışları olmak üzere, işçi ve emekçi sınıfların genel olarak yaşam düzeylerinde gözle görülür bir iyileşme ve gelişme kaydedildi.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim tarzı; kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, “üretim araçlarının toplanmasını”, “her ayrı üretim süreci içindeki elbirliğini, işbölümünü, toplum tarafından doğa güçlerinin denetim altına alınmasını ve üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken güçlerin gelişmesini” bir zorunluluk haline getirmektedir. Bu genel zorunluluk, yani üretici güçleri geliştirmek, sosyalizme karşı mücadele eden bir burjuvazi için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti. Fakat, üretici güçler genel olarak gelişiyorsa, onun en önemli unsuru ve öznesi olarak işçi sınıfı da gelişiyor demektir. Gereksinmelerdeki çeşitlilik ve genişleme de, başta üretici güçlerdeki gelişme olmak üzere, genel olarak kapitalizmin gelişmesinin bir sonucudur, ve aynı zamanda, üretim kâr amacıyla yapılıyor olsa da, bir nedenidir. 
O halde, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreci, farklı bir yönünü vurgulamak üzere, şu şekilde de ifade edebiliriz: İnsanların gereksinmeleri, “içinde yaşadıkları ve içinde yetiştirilmiş oldukları toplumsal koşullardan” doğduğundan, bu süreç, aynı zamanda, işçi ve emekçilerin “toplumsal gereksinmeleri”nin öncesine göre daha çok büyüdüğü, çeşitlenip genişlediği bir süreç olmuştur.
Burjuva ideologları, işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddetmek için, ‘proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri vardır’ diyerek, işçilerin artık özel otomobil sahibi oldukları, öncesine göre lüks sayılabilecek tüketim maddelerini, dayanıklı beyaz eşyaları kullandıkları vb. göstergeleri ileri sürerler. İlginçtir ki, burjuva propagandasında prim yapan bu argümanlar; işçinin ücretinin, genişleyen gereksinmelerini de kapsayan bir düzeyde olması gerektiği sorununa geldiğinde, pek çabuk unutulabilmektedir! Kaldı ki; insanların gereksinim ve zevkleri toplumdan kaynaklandığından, bunların ölçütü de, ancak, “toplumsal gelişmenin düzeyi” olabilir; dolayısıyla, bu gereksinim ve zevkler, “tatmin edildikleri nesnelerle ölçülemez”.
Öte yandan ama vurgulamak gerekir ki, burjuva kafasının işçi sınıfına karşı kullandığı bu tür argümanlar, aslında kendisini zora sokan olgular üzerinden yükselmektedir. 19. yüzyıl proleterleri ile bugünkü işçileri bir kıyaslayalım bakalım.
19. yüzyıl işçi sınıfı, hemen hemen bütünüyle basit fiziki emek harcayan işçilerden meydana gelmekteydi. İşçiler arasında okuma yazma oranı çok düşüktü, vasıflı işçi sayısı çok azdı… Sözü uzatmadan söyleyecek olursak; işçilerin emeklerinin niteliği ile genel eğitim düzeyleri arasında belirgin bir orantısızlık görülmüyordu.
Peki, bu bakımdan bugünkü durum nedir? Günümüz ileri kapitalist ülkelerindeki modern işçi sınıfı; entelektüel bakımdan gelişmiş, teknik eğitimi olduğu gibi, genel eğitim ve kültür düzeyi kıyaslanamayacak boyutlarda yükselmiş, sosyal bakımdan ufku genişlemiş, çağdaş bilimsel ve teknik bilgilerle tanışmış işçilerden meydana gelmektedir. Ama yalnızca eğitim ve bilgi düzeyi bakımdan değil, aynı zamanda işçinin yaşantısının kendisinde ve ögelerinde bir zenginleşme, yani yaşam düzeyi ve koşullarında (oturduğu konuttan giyim kuşamına kadar) bir iyileşme gerçekleşmiştir. Bunlar, işçilerin tüketim alışkanlıkları ve nesnelerini değiştirdiği gibi, zevklerini ve estetik duyularını da geliştirmiştir. 
Buna karşılık; işçinin genel-teknik eğitim ve kültür düzeyi ile, emek-sürecinde üstlendiği somut rol ve pratikte icra ettiği iş arasında (“grup çalışması” ekseninde geliştirilen “birlikte belirleme ve yönetme” demagojilerini bir tarafa bıraktığımızda ) gözardı edilemez ve giderek büyüyen bir orantısızlık meydana gelmiş bulunmaktadır. Buradaki orantısızlığı, belki de en bariz şekilde hareketli bant üretiminde (seri üretim) çalışan işçinin konumu yansıtmaktadır: İşçinin genel eğitim ve kültür düzeyi ile (ki artan oranda da mesleki eğitim sahibi işçiler bantta çalışmaktadır), bantta harcadığı emeğin niteliği arasında derin bir çelişki bulunmaktadır.
Burada karşımıza çıkan çelişki; emek-gücünün sahibi olan işçinin gelişkin bir toplumsal varlık olma niteliğiyle, onun emek-gücünün meta olması arasındaki çelişkidir. Kapitalist, bir yandan bir meta olarak emek-gücünün değerini düşürmek (yani işçinin kendisini olabildiğince ucuzlatmak) üzere emeğin üretkenliğini  artırır, ama bunu bu yoldan yaptığı ve başardığı oranda da, ister istemez bu metayı satan işçinin doğrudan ve dolaylı yoldan vasıflarını, entelektüel dünyasını ve toplumsal gereksinmelerini genişletir. Bu gelişme ise, emek-sürecinde bu sefer; tek düze, monoton, muhtevasız ve parçalı-bütünlüksüz işin, işçinin giderek artan kültür ve eğitim düzeyi ile çelişmesine neden olur. Hiç şüphesiz, bu çelişki; açık dayatma ve emire, iş aşamalarının parçalanması ve işçinin yalıtılmasına dayanan “Fordist” ve “Taylorist” yöntemlerinin artık hiç kimse tarafından inkar edilmeyen iflasına yol açan temel nedenlerden birisidir.
Fakat açıktır ki, işçi sınıfının eğitim ve kültürel düzey bakımdan gelişmesinin beraberinde getirdiği çelişkiler, emek-sürecinde sözü edilen “sorunlar”la sınırlı değil. Emek-sürecindeki bu orantısızlığa, işçinin toplumsal yaşamındaki orantısızlık tekabül eder. Başka bir deyişle, genel olarak toplumsal gereksinmelerdeki artış ile, işçi kitlelerin somut yaşam düzeyi arasında bir orantısızlık belirir.
Örneğin, bugün işçilerin aldıkları ücret, genişleyen gereksinmelerini karşılamak şöyle dursun, birçok gereksinmelerini sınırlamak koşuluyla, aybaşını getirmeye zar zor yetmektedir (Almanya’da işçilerin %30’u aybaşını getirememektedir, öte yandan bir kısmı da çalışmasına rağmen giderek borçlanmaktadır.) Nitekim, ileri kapitalist ülkelerde 70’li yılların sonları ile 80’li yılları başından itibaren, işçilerin reel ücretlerinde giderek belirginleşen bir düşüş yaşanmaktadır.  Giderek kuvvetlenen bu düşüş eğrisi, bugün hızlanarak sürmektedir. Başka bir deyişle, sermaye ile emek arasındaki uluslararası güç dengesinin sermayenin lehine değişmesiyle birlikte, belirtilen tarihlerde başlayan ve bugün artık olumsuz sonuçlarıyla kendisini açıktan gösteren genel bir süreçle; ücretlerin yeniden fiziksel asgariye  doğru düşürülmesi süreciyle yüz yüzeyiz. (Bugün böyle bir süreçten söz etmekle, öncesinde sermayenin böyle bir çaba içinde olmadığını söylemiş olmuyoruz. Bu çabalar var olmasına rağmen; ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfının, mücadelesiyle bunları geri püskürtmüş olup, genel bir süreç haline gelmesini engelleyebilmiş olmasını belirtmiş oluyoruz.)
Bugün sermayenin ve devletinin ekonomik ve sosyal saldırıları, işçilerin genişlemiş bulunan gereksinmelerinin yeniden daraltılmasından ve bu özelliğiyle, aslında işçilerin emek-gücünün verili değerinin altına düşürülmesinden başka bir anlama gelmiyor. Toplumsal açıdan bakıldığında da, bu kuşkusuz, “uygarlık düzeyi”nin ilerletilmesine değil, daha geri bir noktaya çekilmesine tekabül etmektedir. Sermaye ve hükümetleri, işçilerin fiziksel gereksinmeleri ötesindeki “ikinci bir doğa haline gelen, tarihsel olarak gelişmiş toplumsal gereksinmeler”ini  daraltarak, genel olarak emek-gücünün yeniden üretim giderlerini sınırlamak, böylelikle de emeği olabildiğince ucuzlatmakla; bir yandan düşme eğilimindeki kâr oranlarını artırmayı, diğer yandan uluslararası rekabetteki mevzilerini daha da güçlendirmeyi hedefliyor.
Neticede, sorun gelip şu noktada düğümleniyor: Modern işçi sınıfı; sermayenin; işçinin, emek-gücünün yeniden üretiminde asgarisiyle yetinmesi; sağlıksız ve ihtiyaçlarının gerisindeki konutlarda oturması, daha kötü beslenmesi, daha sağlıksız yaşaması ve sağlığını korumak için daha az hizmet alması, çocuklarının eğitiminin düzeyinin düşürülmesi, sosyal-kültürel yaşantısının daraltılması vb. dayatmalarını sineye çekecek mi; yoksa gereksinmeleri gelişen, çeşitlenen ve genişleyen insanlar olarak işçilerin, başta emeğin üretkenliğinin artması olmak üzere, üretici güçlerin gelişmesinin bu gereksinmeleri karşılamak için sunduğu muazzam olanakları, işçi ve emekçi kitlelerin yararına kullanılmasının mücadelesini verecek mi? Besbelli ki, ücret sorunun bu çerçevede ele alınışı, işçinin mevcut alım gücünün korunması veya enflasyon artışı oranında zam talep etmesi ve/veya bir önceki yıla göre olan üretkenlik artışının esas alınması ötesinde duran bir perspektifi gerekli kılmaktadır. “Gerekli geçim araçları”, bir bütün olarak gelişmiş ve genişlemiştir; dolayısıyla bu olgu esas alınmak ve ücret mücadelelerinde vazgeçilmez bir kriter olarak değerlendirilmek durumundadır.  Aksi durumda, işçi sınıfı emek-gücünün değerini koruyamayacak, giderek daha geri ve sefil bir yaşama itilecektir.
Demek oluyor ki, işçinin yalnızca daha çok serbest zamana ihtiyacı yok, aynı şekilde bu zamanı, insani gelişiminin mekanı olarak değerlendirebilmesi için, gerekli maddi araç ve olanaklara kavuşması gerekmektedir. Bilimsel-teknik devrimin, emeğin üretkenliğinin, kısacası üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey ve bunun beraberinde getirdiği olanak ve potansiyeller, bu maddi araç ve imkanlar için yeterli, hatta fazladan bir kaynak sunmaktadır.
II.
Ücretlerin tarihsel gelişimi
Nasıl ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artış, kapitalizmde, otomatikman işgününün kısalmasını beraberinde getirmiyorsa, aynı şekilde, toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanın artan üretkenlik nedeniyle kısalmış olması da, tekelci kapitalizm koşullarında, emek-gücünün yeniden üretimi için gereksinim duyduğu ürünlerin fiyatlarının doğrudan ucuzlamasına yol açmamaktadır. Gerekli emek-zamanının -genelde üretici güçlerin gelişmesi, özelde emeğin toplumsal üretkenliğinin katlanarak artması sonucunda- oldukça kısalmış olması gerçeğiyle; tekel fiyatı olgusu  arasındaki ters orantılı ilişki, yalnızca gerekli emek-zamanının azalmasından kazanılan zamanın artı-emek zamanına çevrilmesiyle işçinin emek-gücü ve yaşamının heder edilmesinin boyutunu göstermekle kalmıyor; bu ters orantılı ilişki, aynı zamanda, bir avuç tekelin, işçi kitleleriyle emekçi halkları insanlığın toplumsal üretkenliğinin nimetlerinden nasıl mahrum bıraktığını ; tekelci küçük bir zümrenin tüm toplumu (alt ve orta sınıfları) ne kadar yoğun sömürdüğü ve çarptığını, dünya halklarını nasıl pervasızca yağmaladığını gözler önüne seriyor. Bu yönüyle tekel fiyatları, aynı zamanda, emeğin bugünkü üretkenlik derecesini gizleyen bir örtüdür hiç şüphesiz.

Bir kıyaslama
Fiyatlar ile ücretlerin gelişim doğrultusuna bir göz atalım. İngiliz Marksist iktisatçısı Maurice Dobb “Ücret” adlı kitabında, İngiltere’de meta fiyatlarının 1800 ile 1900 yılları arasında (yani kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde) genel olarak yarı yarıya düştüğüne dikkat çekiyor: Fiyatlar, “1848’e kadar düştü, 1860’a kadar ise yüzde 14 arttıktan sonra, 1870’den 1890’lı yılların ortalarına kadar yeniden yaklaşık yüzde 25 geriledi.”  Dobb, bu kıyaslamayı, Dr. Bowley’in 19. yüzyıldaki nominal ücretlerin (“para ücreti”) gelişimiyle ilgili oluşturduğu endeks rakamlarının reel ücretler açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak için yapmaktadır. Dr. Bowley’in İngiltere için hesapladığı nominal ücret endeksi ise şöyledir:

1800-1810            55-65
1820-1830            65
1840-1850            60
1860-1870            75
1870-1880            95
1880-1890            90
1890-1899                 100

Nominal ücret artışlarıyla meta fiyatlarını kıyasladıktan sonra Dobb şu sonuca ulaşıyor: “Reel ücretler yüzyıl boyunca üçe hatta dörde katlanmış gibi gözüküyor. Reel ücretlerin bu artışı, yüzyıl dönemecinde noktalanıyor ve 1900’lardan sonra, fiyatlar 1896 ile 1914 yılları arasında yeniden yükseldiğinden, düşme eğilimine giriyor. Nominal ücretler, gerçi Birinci Dünya Savaşı’na kadarki 17-18 yıllık sürede bir artış gösteriyor, ancak bu, fiyatların gerisinde kalıyor.” 
Bilindiği gibi, ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı; Ekim Devrimi, emek-sermaye arasındaki güç dengesindeki değişiklikler vb. etkenler sonucunda, reel ücretlerdeki kaybını, Birinci Dünya Savaşı sonrasında belirli ölçülerde yeniden telafi edebildi. Ancak, bu “kazanımlar” fazla sürmedi: 20’li yılların rasyonalleşme dalgası, emeğin üretkenliğindeki artışlar, onunla beraber ve onu izleyen emek yoğunluğundaki büyüme, ardından; Almanya’daki bir matbaa işçisinin 1920 yılında 244,60 Rayş Markı olan nominal ücretini, üç yıl sonra, yani 1923’de, 14 milyon 958 bin Rayş Markına “sıçratan” büyük enflasyon dalgası, 1929 buhranı, işsizler ordusunun büyümesi, faşizm, dünya savaşı… İki dünya savaşı arası dönem için genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfı, verdiği mücadelelerle ekonomik alandaki kayıplarını, kısmi kazanımlara rağmen, esasta telafi edememiştir. Örneğin 1938 yılında, ABD’de, “dört kişilik bir işçi ailesinin asgari geçim indirimi” yılda 2177 dolar olarak hesaplanırken, aynı yılda bir sanayi işçisinin yıllık ortalama ücreti 1176 doları ancak bulmaktaydı. İngiltere’de ise, 1937 yılında, “ortalama bir işçi ailesi için haftada, son derece düşük olan 55 şilinlik bir asgari geçim indirimi” hesaplanırken, “kömür işçilerinin % 80’i, ekstraktif sanayi (kömür madenleri hariç) işçilerinin % 75’i ve belediye işçilerinin % 57’si bu asgari geçim indiriminin altında kazanıyordu.”
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme geçmeden önce belki şu olguyu eklemek gerekir ki, inişler ve çıkışlar içerse de, geçim masrafları, tekelci kapitalizmde söz konusu döneme kadar genel olarak bir yükseliş eğrisi çizmiştir. (Ücretler ise, genel olarak bu yükseliş karşısında zorlanmıştır.) Rayş Almanyası’ndaki geçim masraflarını yansıtan aşağıdaki endeks  bunu çarpıcı bir biçimde göstermektedir:

1900 = 100
Yıl            Endeks
1870 – 1879          97
1880 – 1889          94
1890 – 1899          97
1900 – 1909        107
1910 – 1914*        127
1924 – 1932        172
1932 **        157
1933 – 1939*        162
___________________________
* 1. Yarım yıl
** Krizin dibe vurduğu nokta

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem
Hiç şüphesiz, 1950-1980 arası dönem, ileri kapitalist ülke işçileri ve emekçileri açısından düz bir eğri çizerek, sürekli iyileşme ve refah artışı olarak yaşanmadı. Bu dönemde işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı pek çok ağır saldırı olduğu gibi, bir çok çetin mücadeleler de yaşandı.  Başka bir deyişle, bu dönemde ileri kapitalist ülke işçilerinin ücretleri ve yaşam düzeylerinde genel olarak bir artış ve iyileşmenin yaşandığı göz ardı edilemez bir gerçekse, bu, tam da bu mücadelelerin ve emek ile sermaye (kapitalizm ile sosyalizm) arasındaki uluslararası güç dengesinin bir sonucuydu. Aşağıda aktardığımız reel ücretlerle ilgili endeks, bu gelişmeyi somut bir şekilde göstermektedir:
“Reel ücretlerin gelişimi
(1950-1960; 1960-1970 ve 1970-1980* arası dönemler endeksi)

Yıl             ABD            Japonya            Almanya            Fransa           İngiltere           İtalya                

I. Dönem
1950          100,0        100,0              100,0               100,0               100,0              100,0
1955          115,0        134,1              129,0               132,6               112,1              103,9
1960          123,3        168,3              161,7               147,8               130,1              118,8

II. Dönem
1960          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1965          112,4        119,1              135,9              125,2                111,9              130,9
1970          115,9        180,3              171,4              157,4                124,9              177,6

III. Dönem
1970          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1971          101,8        108,3              104,6              105,1                100,8              106,8
1972          106,0        119,8              107,1              111,2                109,0              110,3
1973          106,0        130,6              110,9              123,7                114,0              122,5
1974          101,6        132,9              112,1              129,3                116,8              123,4
1975            98,5        135,8              111,4              135,7                115,2               135,1
1976            99,9        140,4              116,1              142,3                110,7               139,7
1977          101,0        142,5              120,1              147,2                104,4               150,4
1978          101,3        147,2              123,3              151,8                104,3               156,2
1979            98,3        151,8              128,4              157,5                 107,0              181,6
1980**         97,1        208,5              129,4              168,9                 113,0              215,9
___________________________________________________________________________
* Hesaplamalar şuna dayanıyor: ABD ve F. Almanya için haftalık ücretler, İtalya ve Fransa için saat ücretleri, Japonya için aylık ücretler, İngiltere için erkek işçilerin haftalık ücretleri.
** Veriler yılın IV. çeyreği için.” 

Açıktır ki, reel ücretlerdeki bu genel artış, salt nominal ücretlerin artışından kaynaklanmadı. İşçilerin alım gücünü artıran ve emek-gücünün yeniden üretim giderlerini kısmen ucuzlatan, kısmen de “sosyal devlet” tarafınca üstlenilmesinden kaynaklanan bir dizi sosyal hak ve hizmeti, bu artışı etkileyen faktörler arasında saymak gerekir. Öte yandan; sermayenin emek-gücünün fiyatını düşürmesinde önemli bir etken olan işsizliğin bugüne göre oldukça düşük olması (F. Almanya’da örneğin işsizlik oranı 1970’de yüzde 0,7; Japonya’da yüzde 1,2 veya Fransa’da yüzde 1,3 idi); ekonomik gelişme temposunun yüksek olması (1949-1973 yılları arasında kapitalist ülkelerdeki sınai üretimin yıllık artış ortalaması yüzde 5,8 oranındaydı – bazı ülkelerde daha da yüksekti: Japonya % 15,2; F. Almanya % 9,1 ve İtalya’da % 7,8 idi. Bu oran, 1920-1937 yılları arasında kapitalist ülkelerde % 3,9’du ancak ) ya da ulusal gelirdeki bütçe payını artıran devletin, ulusal gelirin dağılımında “sosyal barışı” gözeten ve şüphesiz emek cephesinin örgütlülüğü ve gücünü de dikkate almak zorunda olan bir ekonomi ve sosyal politikayı izlemesi; dahası, sosyal yardımdan sağlık hizmetine, eğitimden sosyal konut yapımına kadar, nispeten ileri bir “sosyal altyapı”nın oluşturulması vb. vb. gelişmeleri, reel ücretlerin gelişim seyrinden ayrı düşünmemek gerekir kuşkusuz…    
“Kapitalist üretimin genel eğilimi”, der Marx, “ücretlerin ortalama standardını yükseltmek değil, düşürmek yolundadır.”  Bu eğilime dikkat çeken Marx, aynı zamanda, işçilerin “sürekli olarak karşıt yönde” baskı yapmak durumunda olduklarını, dolayısıyla bütün sorunun gelip “mücadele eden tarafların karşılıklı güçler dengesine” dayandığını vurgular.
Aslında, bu ilişki, kapitalizmin bütün eğilimleri için şu veya bu ölçüde geçerlidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası tekelci devlet kapitalizminin koşullarında, ücret konusu da dahil ekonomik, sosyal ve politik bakımdan, genel olarak işçi ve emekçilerin lehine yaşanan değişiklikler (bu süreç yaklaşık olarak 1980’ne kadar uzanır), yukarda sözü edilen ilişkiden bağımsız ve soyutlanarak ele alınamaz. Yani; 1950-1970’li yılların kapitalizmi, genel görünümünde; “sosyal refahın” büyüdüğü, “ekonominin serpilip geliştiği”, “demokratik hak ve özgürlüklerin genişlediği”  bir kapitalizm profili çiziyorsa; bu olgunun; kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanmadığını, aksine, -faşizm üzerinde kazanılan zafer, sosyalist kampın teşekkülü ve artan prestiji, uluslararası işçi ve komünist hareketinin muazzam boyutlarda güçlenmesi gibi bilinen tarihsel olgular karşısında- devrim ile karşı-devrim arasındaki uluslararası güç dengesinin değişmiş olmasının bir sonucu olduğunu özellikle ve üstüne basa basa vurgulamak gerekir.
Bugün bu vurgu neden bu kadar önemlidir? Esas olarak iki açıdan önemlidir: 1. Söz konusu edilen kapitalizm, sosyalizme karşı ölüm-kalım savaşı vermiş bir kapitalizmdir (bu durum, onun doğasındaki yasa ve eğilimleri ortadan kaldırmamışsa da, doğrudan etkilemiş, yer yer sınırlamıştır). Bu olguyla da bağlantılı olarak; ileri kapitalist ülkelerdeki sınıflar arasında (esasta işçi sınıfı ile burjuvazi) “olağan” tarihsel koşullarda bu şekliyle gerçekleşme olanağı bulamayan ve “olağanüstü” bir döneme tekabül eden “olağanüstü bir güç dengesi” oluşmuştur. Kuşkusuz, kapitalizm açısından, bu “olağanüstü” dönemin ürünü ekonomik-sosyal-politik olgular; içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreçte, onun temel çelişkilerini daha da ağırlaştıran olgular olarak rol oynayacak ve bir avuçluk burjuva zümre ve temsilcisinin tarihin çarkını geriye çevirmeye çalıştıklarını geniş kitleler açısından daha görünür kılacaktır. (Örneğin eğitim-kültür ve yaşam düzeyi yükselmiş işçi sınıfına, geri ve ilkel yaşam koşullarının dayatılması gibi.) 2. Yukardaki vurguyu önemli kılan ikinci nokta ise; gerçekte belirtilen tarihsel koşulların ve mücadelenin ürünü ekonomik-sosyal-politik olguları, kapitalizmin mutlak ve olağan olguları olarak gören ve propaganda eden burjuva reformist anlayış ve akımların teşhiri sorunudur. Bu akımlar; burjuvazinin kapitalist üretim tarzının tarihsel niteliğini reddetmesi gibi, tekelci kapitalizmin “sosyal devletçi” döneminin de özel tarihsel koşulların ürünü olduğunu inkar etmekte; sosyalizmin ve uluslararası işçi sınıfının vurduğu zincirleri kırmayı başaran kapitalizmin pervasız saldırganlığı karşısında, “sosyal devlet”in muhafaza edilebileceği hayallerini yaymakta ve böylelikle bütün sorunun kapitalist üretim tarzının kendisinden değil, “neo-liberalizm” ve ona özgü politikalardan kaynaklandığını telkin etmektedirler. Neticede, mücadeleye atılan işçi, emekçi ve gençliğin ufkunu daraltmaktadırlar.

Son on yıllar
Genel olarak şu saptanabilir: ABD ve İngiltere’de nispeten daha erken başlamakla birlikte, 1980’li yılların ilk çeyreğinden beri, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretlerin; kısmi olarak birkaç yıl yerinde seyretmelerine rağmen, esasta giderek düştüğü bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan işsizliğin yükselişe geçtiği, diğer yandan kapitalist ekonominin büyüme oranlarında küçülmelerin görüldüğü bu dönem; “sosyal devlet”in de, “kollektif kapitalist” olarak, bir önceki dönemin güçler dengesine göre oynadığı “dengeleyici” rolünü giderek terk ettiği ve kapitalist üretim tarzının doğasındaki “vahşilikleri” sınırlama doğrultusundaki “düzenleyici” görevinin içeriğini yenileyip, açıktan sermayenin kârını ve rekabet gücünü artırmak için elinden geleni ardına koymadığı bir dönem özelliğini kazanmaya başladı. Birçok faktörle ilintili bu dönüşümün, konumuz açısından belki de en çarpıcı göstergesi, ücretlerin milli gelirlerdeki payında yaşanan belirgin düşüşlerdir. 
Avrupa Birliği’ndeki ücretlilerin (“bağımlı çalışanlar”ın) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki payları; 1960’ta yüzde 72,5’lerden 1981’de yüzde 76’ya kadar yükseldikten sonra, hemen hemen kesintisiz bir düşüş eğrisi çizerek 2000 yılında yüzde 68’e kadar gerilemiştir.  Hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde gözlemlenen bu eğriyle ilgili Almanya’dan da şu veri aktarılabilir: Net ücret ve maaşların milli gelirdeki payı 1980 yılında yüzde 52,7 iken, bu oran 1997’de ancak yüzde 41,9’u bulmaktaydı (bu sürede işçi ve emekçilerin sayısının da arttığını hatırlatmakta fayda var); aynı sürede “net kazanç”ların oranı yüzde 17,9’dan yüzde 26,3’e çıkmıştır.  İşçi ve emekçilerin gelirlerindeki bu düşüş eğrisinin son 5 yılda da devam ettiğini belirtmek gerekir.
ABD’de ise, enflasyondan arındırılmış kişi başına reel GSMH, 1973’ten 1995 ortasına kadar %36 artmasına karşın, “vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri %14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları, işgücünün ilk %20’sine gitti ve inanılmaz bir %64 ise ilk %1’in cebine girdi.”  “Bütün yıl tam gün çalışan erkeklerin ortalama kazançları 1973 ve 1993 yılları arasında %11 düştü (34.048 dolardan 1993’de 30.047 dolara); oysa aynı dönem boyunca reel olarak kişi başına GSYİH %29 artış gösterdi. (…) Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.”
Tabii bu arada; ücret vergisi ve sosyal kesintilerdeki artýþ (Almanya’da ücret vergisi ve sosyal kesintilerin brüt ücret ve maaþlardaki payý 1980’de yüzde 29 iken, 1995 yýlýnda yüzde 36’ya çýkmýþtýr); genel geçim giderlerindeki (kiralar, saðlýk hizmetleri, ulaþým, gýda vb.) pahalýlýðýn artarak devam etmesi gibi faktörleri de unutmamak gerekir. Kýsacasý; çok yönlü bir saldýrý sonucunda, bugün iþçi ve emekçilerin reel ücretleri, son 20 yýlýn en geri düzeyine çekilmiþ bulunmaktadýr. Öte yandan, iþçilerin ücret kategorileri arasýndaki farklýlýklar da büyümüþ; baþta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerde, çeþitli “iþ piyasalarý” (birinci, ikinci ve hatta üçüncü “iþ piyasalarý”) türemiþtir. Bu süreç; TÝS’lerin kapsamýný daraltma, iþ sürelerini yeniden uzatma, toplu çýkýþlar vb. saldýrýlarla paralel ilerlemektedir.
İleri kapitalist ülkelerdeki işçilerin ücretleriyle ilgili son on yılların genel manzarası yaklaşık olarak budur. Sermaye ve hükümetleri 80’li yıllardan başlamak üzere (89/90 dönemecinden sonra ayrı bir yoğunluk ve pervasızlık kazanarak), genel bir taarruzu başlatmış ve ücretlerin itildiği noktaya bakılırsa, emek-gücünün değerini düşürmek için bütün olanak ve imkanlarını seferber etme çabalarında gözle görülür başarılar kaydetmiştir.
ABD’li ekonomist Lester C. Thurow “garip” bir durumu tespit etmekteydi: “Tam kapitalizmin düşmanları yok olurken, kapitalizmin temel gerçeklikleri olan büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler de yok oluyor.”  Fakat, ücretlerin tarihsel gelişimiyle ilgili buraya kadar yazılanlardan da anlaşılacağı üzere, bu durum kapitalist üretim tarzı açısından oldukça “doğal”dır. Dolayısıyla, asıl şaşkınlık, işçilerin; “büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler”i, kapitalizmin “temel gerçeklikleri” sanmalarında başlayacaktır. Ve haliyle, kendi gücünü ve rolünü görmeyecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasından bugüne kadar uzanan süreç (gerek işçi sınıfının mevziler kazanması ve gerekse mevziler yitirmesi yönüyle), işçi sınıfının, bugünü için, yakın tarihinden yeniden çıkarması gereken iki “eski”, ama hâlâ önemli dersi içermesi bakımından da önemlidir: Birincisi; örgütlenen (hem mesleki ve hem de politik örgütte); dünya görüşüyle kendisini donatan, ve kararlılık ve ustalıkla mücadele eden bir sınıf ancak muzaffer olabilir. İkincisi; “salt ekonomik eylem”de güçlü olan sermayedir, işçi sınıfı, sermayeyi ciddi anlamda ancak “genel siyasal eylem”iyle geri püskürtebilir.  Bu perspektif; mevcut kapitalist devletin, işçilerin ücretini etkileyen faktörler üzerindeki artan rolü nedeniyle daha özel bir önem kazanmıştır şüphesiz.
İleri kapitalist ülke işçi sınıfı, yakın tarihinden vurgulanan yönleriyle dersler çıkarmadığında; bu süreci tersine döndürmek şöyle dursun, sermayenin ücretleri mutlak asgariye çekme eğilimini sınırlamak dahi mümkün olmayacaktır.
III.

İşçi sınıfının eğitim ve kültürel düzeyi
İkinci Dünya Savaşı sonrası süreç, aynı zamanda, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının genel eðitim ve kültürel düzeyinde bir sıçramaya sahne oldu. Japonya’da örneðin sınai işçileri arasında, mezun olsun olmasın, 9 ila 12 yıllık eðitimden geçenlerin oranı 1950’de % 15,3 iken 1971’de %34,9’a çıkıp iki mislinden fazla bir artış kaydetti. 1977 yılında da, sınai işçilerinin % 36,49’u lise diplomasını elde etmişti; % 4,69’u ise kolej ya da üniversite mezunuydu.
F. Almanya’da 1977 yılında, sınai işçilerinin % 90’dan fazlası orta okul mezunu (9 yıllık eğitim) veya meslek okulu mezunu (9 yıllık eğitim artı 2-3 yıllık çıraklık eğitimi) idi. Bu oran, 1960’lı yılların başına göre, yaklaşık iki misli bir artışı ifade ediyordu. ABD işçilerinin eğitim düzeyinde ise, daha çarpıcı bir gelişme kaydedildi. 1962 yılında kentlerde 12 yıllık eğitim görmeyen işçilerin oranı % 75,4 iken, 1970’de % 60,6’a ve 1979’da da % 38,9’a düşmüştür. Bir ya da birkaç yıl koleje giden işçilerin oranı 70’li yıllarda ikiye katlanarak % 15,7’i bulmuştu. 
Eğitim düzeyi açısından, bugün her ne kadar tersi bir süreç işliyor ve dayatılıyorsa da, işçileri olduğu gibi, genel olarak toplumun diğer katmanlarını da kapsayan bir gelişmenin yaşanmış olduğu ortadadır. Örneğin, Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat’ın yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki nüfusun eğitim düzeyi, son 30 yılda da artmaya devam etmiştir: Gelinen yerde; AB’ne üye ülkelerde 25-29 yaş grubundakilerin % 71’nin lise diploması veya ona eşdeğer bir diploması bulunmaktadır (Danimarka’da % 89; İsveç’te % 87; Finlandiya ve Avusturya’da % 85 ve Almanya’da % 83). 50-64 yaş grubu içinde ise bu oran % 48’e varmaktadır.  
Vasıflı işçilerin sayısı, ABD’de 1950 yılında 7,7 milyon iken, 1978 yılında 12 milyon 390 bine çıkmıştı. Genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfının çekirdeğini oluşturan sınai işçileri arasında, bilimsel-teknik devrim ve onun işkolları ve emek-sürecindeki etkileri neticesinde yeni mesleklerin ortaya çıkmasıyla, yüksek nitelikli emek harcayan işçilerin sayısında da göze görülür bir artış yaşandı: ABD’de örneğin teknisyen işçilerin sayısı 1960’da 815 bini bulurken, 1970 yılında 1,25 milyona yükselmiştir. Fransa’da bu sayı, 334 binden (1962) 759 bine (1975) çıkmıştır. İngiltere’de 365 bin (1961) olan “sınai teknisyen”lerin sayısı, 10 yıl sonra üçte iki artmıştır (Teknik çizimci ve laborant sayısındaki artış 1971’de, 1921’e göre, yedi misli olmuştur).
Dikkat çekildiği gibi, işçinin entelektüel ve toplumsal gereksinmelerin büyüklüğü ile sayısını, “toplumsal ilerlemenin genel durumu” belirlemektedir. Kapitalizmin “altın yılları” olarak da tanımlanan 1950-70 arası sürecin, toplumsal ilerlemenin ivme kazandığı bir dönem olarak, yalnızca işçinin eğitim ve mesleki düzeyinde bir etkide bulunmakla sınırlı kalmadığı açık olsa gerek. Denilebilir ki, bazıları, eskiden yalnızca üst sınıflara mahsus olan şeyler, günümüz modern işçisinin yaşamının parçası ve en önemlisi ihtiyaç duyduğu etkinlikler haline gelmiştir: Klasik müzik dinlemek; sinema, tiyatro ve konserlere gitmek; doğa ve tarihi yerleri ve müzeleri gezmek; gazete ve kitap okumak; başta spor olmak üzere çeşitli kulüplere üye olup etkinlik ve faaliyetlerine düzenli katılmak vb… Her şey bir yana, ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin önemli bir çoğunluğunun bir “hobi” (yararlı kültür alanları anlamında kullanıyoruz bu kavramı) sahibi olabilmesi ve olması bile, işçi yaşamındaki ilerleme ve zenginleşmenin bir göstergesidir. İşçilerin yaşama süresinin uzaması, sağlık hizmetinin gelişmiş olması, daha sağlıklı konutlarda oturması; işçinin dinlenmesi ve fiziksel-ruhsal bakımdan kendisini “yeniden üretmesi”, ailesiyle ilgilenmesi ve sosyal ilişkilerini canlı tutabilmesi için ihtiyaç duyduğu serbest zamanı öncesine göre artırabilmiş olması; yılda yaklaşık bir ay düzenli tatil yapabilmesi vb.; bütün bunlar, hiç şüphesiz, işçinin fiziki, manevi, entelektüel ve sosyal bakımdan gelişmişliğinin somut göstergeleridir.
*
10 yıllık eğitimin zorunlu olduğu Almanya’da, bugün, çalışanların % 25’nin meslek eğitimi yoktur (bunlar, “düşük nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturuyorlar); % 63’ü ise meslek eğitimi görmüştür (bunlar, “normal nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturup vasıflı emekçi kategorisine giriyorlar);  % 12’si ise yüksek okul mezunudur (“yüksek nitelikli emek-gücü”nü temsil ediyorlar).  Yukarda özetlenenlerle bu veriler kıyaslandığında, bir süredir kendisini hissettiren bir eğilimin belirtilerini görebilmekteyiz. Sermayenin, değişen güçler dengesiyle birlikte zincirlerinden boşanarak gerçekleştirdiği temelli ve çok yönlü saldırıların kaynaklık ettiği bu eğilimi, şöyle özetleyebiliriz: İleri bir noktadan geriye gidişi ifade etse de, önümüzdeki dönemde işçi sınıfı içersinde gerek meslek eğitimi görenlerin ve gerekse lise mezunu olanların sayısı giderek düşecektir. Mevcut durumla ilgili bir çok sosyolog şu olguyu saptamaktadır: Toplumun genel eğitim düzeyi yükselmiş olmasına karşın, “sosyal tabakaların arasındaki farklar sabit kalmıştır”.  Görünen o ki, tarihsel bakımdan göreceli olarak daha ileri bir noktada kendisini ortaya koyan bu farklar, sabit de kalmayıp daha da büyüyecektir.
Bu eğilimin yansımaları, kuşkusuz alanlarına göre değişmektedir. Ancak, eğitim alanında, kendisini, üstelik Almanya gibi bir ülkede, çoktan açıktan belli etmiştir. Daha geçtiğimiz ay, Eğitim Bakanı; “eğitim makası”nın giderek açıldığını, işçi kökenli ailelerden gelen çocukların yüksek öğrenim görenlerin arasındaki oranın gerilediğini itiraf etmek durumundaydı. Nitekim, 1982-1997 yılları arasında “alt tabakalar”dan gelme öğrencilerin yüksek öğrenim görenler içindeki oranı, yüzde 23’den yüzde 14’e düşmüştür. Bugün işçi ailelerinden gelme çocukların üniversiteye gidenlerin arasındaki oranı, 1960’lı yılların başlarındaki seviyeye gerilemiş bulunmaktadır. Bu gelişmenin lise öğrenimine de (gymnasium) yansıdığını ekleyelim.
Eğitim alanındaki bu gelişmenin çalışma alanındaki başka bir gelişmeyle paralel ilerlediği görülmektedir. Bu gelişme şöyle tarif edilebilir: Nispeten yüksek ücret alan vasıflı bir işçi çekirdeğinin etrafında; düşük ücretli, iş güvencesi olmayan, süreli sözleşmeli ve bu nedenle kolaylıkla ağır işlere koşturulan, “preker iş ilişkisi”  içinde tutulan bir işçiler ordusu.
İleri kapitalist ülkelerde bu tarz bir iş ilişkisi içersinde çalışan işçilerin sayısı hızla artmaktadır. Mevcut oranı, sınai ülkelerde yüzde 35’i bulmuş bile (Almanya’da yıllık yeni işe alınların üçte ikisinden fazlası belirtilen türde bir iş ilişkisine sahiptir ). Elbette; bu gelişme işçilerin genel eğitim düzeyini etkilediği gibi, sendikal örgütlülüğünü zayıflatmakta, ücretlerini bariz bir şekilde aşağıya çekmekte ve bununla birlikte yaşam düzeyini düşürmekte, yoksulluğu çalışan işçilerin de yaşamına sokmaktadır.
Bu eğilimin kültürel cephesi de vardır kuşkusuz. Bir yönü, ekonomik koşullardaki kötüleşmeyle birlikte, işçinin yaşamının boyutlarındaki maddi daralmadır. Diğer yönü ise, bununla da atbaşı ilerleyen ve egemen sınıfın da özel olarak geliştirdiği “kültürel köleliğin” artmasıdır. “Kültürel kölelik”, çok geniş bir alanda cereyan eden bir husustur. İşçinin; özgüvenini yitirmesi, dayanışma ruhunun zayıflaması, kendi kabuğuna çekilmesi -yani bir yandan sosyal ufkunun daralması, diğer yandan sosyal ilişki alanlarının sınırlanması-; bunlar sorunun bir boyutu iken, bununla da bağlantılı diğer boyutu ise; entelektüel dünyasının sığlaşması, estetik duyusunun körelmesi, zevklerinin basitleşmesi; başka bir deyişle, içgüdülerine seslenen yoz kültür karşısında toplumsal birey olarak çözülmesidir.  
Açıktır ki, politik faydaları bir yana, böyle bir noktaya getirilmiş olan bir işçi sınıfı, sermaye açısından “ekonomik kılınmış” bir sınıf olacaktır. Bu sınıfın “gerekli geçim araçları” ile, diyelim ki, bir-iki kuşak öncesi sınıfın “gerekli geçim araçları”nın aynı olamayacağı ortadadır. Sermayenin, kuyruğuna basılmışcasına “emek faktörü pahalılanmıştır” diye feryat etmesi bundandır. Ve bunun için tüm gücüyle, emek-gücünün değerinde tarihsel olarak gelişmiş ve oluşmuş bulunan gereksinim ve alışkanlıkları azami ölçüde sınırlamaya çalışmaktadır.
Sermayenin eğilimi ve amacı ortadadır; sorun, uluslararası işçi sınıfının bugünkü kuşaklarının ne yapacağı ve neyi başaracağıdır. Genel bilgi, kültür düzeyi ve birikmiş tarihi deneyim bakımından kaygılanması için hiçbir neden yoktur; bu açıdan önceki kuşaklardan çok daha şanslı sayılabilir! 

“Avrupa solu partisi” ve “Avrupa anti-kapitalist sol” : al birini vur ötekine!

Geçtiğimiz Ocak ayında Berlin’de 17 ülkeden 19 sol parti bir araya gelip, “Avrupa Solu Partisi”nin (“Party of the European Left” – EL) temellerini attı. Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)’in ev sahipliği yaptığı konferansta, 11 partinin altına imza attığı bir kuruluş çağrısı da onaylandı. İmzalayan ve dolayısıyla böyle bir uluslararası partinin kuruluş sürecine aktif katılacağını açıklayan bu partiler şunlardı: Estonya’dan Sosyal Demokratik İşçi Partisi; Fransız Komünist Partisi (FKP); Yunanistan’dan SYNASPİSMOS (“Solcuların, Hareketlerin ve Ekolojinin Koalisyonu”); İtalya’dan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (PRC); Lüksemburg’dan Solcular; Avusturya Komünist Partisi (AKP); Slovakya Komünist Partisi; İspanya’dan Birleşik Sol; Çek Cumhuriyeti’nden Bohemya ve Moravya Komünist Partisi; yine Çek Cumhuriyeti’nden Demokratik Sosyalizm Partisi ve Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS).
Konferansa katılan ancak çağrıya imza atmayıp gözlemci statüsünde kalmayı tercih eden partiler ise şunlardı: Finlandiya’dan Sol Birlik; İtalyan Komünistlerinin Partisi (1998’de Armando Cossutta’nın önderliğinde PRC’den çıkan sağcı bir hizip); Letonya’dan Eşit Haklar Partisi; Hollanda’dan Sosyalist Parti; Norveç’ten Sosyalist Sol Parti; Polonya Sosyalist Partisi; Portekiz Komünist Partisi (PKP); Kıbrıs’tan Emekçi Halkın Partisi (AKEL).
Berlin’de düzenlenen “tarihi konferans”, tarihi bir mekanda (“milletvekilleri binası”) gerçekleşmişti. Nitekim, bundan tam 86 yıl önce, 1918 yılında, Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg, zamanın Prusya meclisinin odalarında Almanya Komünist Partisi (KPD)’nin kuruluş kongresine öncülük etmişlerdi. Şimdi aynı mekanda, Avrupa’nın dört bir tarafından 19 “sol parti” bir araya gelmiş ve yeni bir “uluslararası parti”yi kurma kararını almışlardı!
Şükür ki, PDS’nin dış politika sözcüsü Wolfgang Gehrcke, Frankfurter Rundschau gazetesi muhabirinin sorusundaki derin kaygıyı hissederek, kamuoyunu sakinleştirmede gecikmemişti: “Hayır, hayır; yeni bir Komintern, yeni bir otoriter ya da merkezci bir kadro örgütü kurulmuyor burada”!  Ama, “ikinci bir Sosyalist Enternasyonal de kurulmuyor”du; bunu da Gehrcke, özürü kabahatinden büyük bir “çünkü”yle açıklıyordu: “çünkü; Sosyalist Enternasyonal Willy Brandt ya da Olof Palme’nin geleneklerinden uzaklaşmış ve artık neoliberalizmin bir projesine dönüşmüştür”!
Basına dağıttıkları çağrıda, kendilerini “başka bir politika talep eden hareketin bir parçası” olarak değerlendiren partiler, şuna inandıklarını açıklıyorlardı: “Başka bir dünya, başka bir Avrupa mümkündür: demokratik, sosyal, ekolojik, feminist, barışçıl; kısacası dayanışmanın Avrupası mümkündür.” Bunun için; “Avrupa Solu Partisi’ni kurmanın zamanı gelmiştir. Bu partiyi, Avrupa 2004 seçimlerinden önce kurmak istiyoruz.”
Avrupa’dan 29 parti davet edilmesine rağmen, ancak 19’unun katıldığı konferansta karar altına alınan diğer bir husus da, EL’nin kuruluş kongresinin önümüzdeki Nisan ayında yapılması (Avrupa parlamentosu seçimleri Haziran’da!) ve bu süre zarfında da partinin tüzüğü üzerinde anlaşılmasıydı.
İşin espirisi açık olsa gerek: Sürece katılan her parti, bir “Avrupa Partisi”nin her bir partiye kazandıracağı politik ve finansal avantajlardan faydalanmak istiyor. Nitekim bu seferki Avrupa parlamentosu seçimlerinde bir “ilk” gerçekleşecek; Avrupa Birliği (AB) bütçesinden “Avrupa partileri”ne (en azından 6 ülkede temsil edilen partilere yani) toplam 8,2 milyon euro dağıtılacak. EL’e katılacak ve barajı geçecek olan partiler açısından bu, parti başına en azından 200 bin euronun elde edilmesi demektir. Başka bir deyişle, özellikle Almanya’dan PDS gibi, ülkesinde durumu kritik olan partilerin bu “açık proje”nin (PDS Başkanı Lothar Bisky’nin tanımı) ilerletilmesinde gayrete gelmesi “anlayışla” karşılanabilecek bir durum!
Ne var ki, “proje”nin ideolojik-politik boyutu pürüzlüymüş gibi gözüküyor. Komintern değil de, “açık bir proje”  ile karşı karşıya olduklarını anlayan basın mensupları, “projenin heterojen yapısı”nın çıkaracağı sorunlara dikkat çeken sorular yöneltip durdular. Bileşimden de anlaşılacağı gibi, bazı partiler, (AKEL gibi) iktidarda ya da iktidar ortağı; bazılarıysa parlamento dışı muhalefeti esas alıyor; başkaları (davet edilen İsveç “Sol Parti” gibi) AB’ni reddederken, diğerleri (Yunan SYNASPİSMOS gibi) “Avrupai entegrasyona” önem veriyorlar. EL, öncelikle “barış partisi” olmak istediğini söylerken, süreçte yer alan İspanyol “İzquierda Unida” örgütü “ABD karşısında bir karşıt kutup olarak Avrupa askeri gücün oluşması”ndan dem vuruyor. Doğu Avrupa’dan eski “devlet partileri”, “sol sosyalist” partiler, “komünist” adını taşıyan partiler, “sol Yeşiller” vb. vb.. Bunun, “politik ve programatik ortaklığı nerede?”
Belli ki, özellikle Almanya’dan PDS, İtalya’dan PRC ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS acele ediyorlardı (ülkelerinde pek güçlü olmayan PDS ve SYNASPİSMOS’un gayretkeşliği anlaşılmaz değil; PRC ise, aşağıda da göreceğimiz gibi, daha büyük “projeler” peşinde). Buna karşın bazı partiler de, süreçten kopmamak üzere oradaydılar, ama ihtiyatlıydılar da. Örneğin bir “Avrupa partisi”ni kurmanın zamanının uygun olup olmadığından emin olmayan Hollanda Sosyalist Partisi’nin temsilcisi senatör Tiny Kox, böyle bir partinin “doğru argümanlara, doğru temellere ve nihayet tek tek ülkelerde güçlü sol partilere ihtiyaç duyduğuna” dikkat çekiyordu. Belirttiğine göre, partisi son on yılda durmaksızın gelişmiş, üye sayısını 43 bine ulaştırmış; bugün ise, Hollanda parlamentosunda dördüncü büyük fraksiyonu oluşturuyormuş. “Biz” diyordu, “ne tanrıdan, ne de herhangi başka bir partiden bir mucize bekliyoruz”.
Gelgelelim, “mucize, en sevdiği çocuğudur inancın”! “Avrupa Partisi” umudunun; durumu zayıf olanların gözlerini ne kadar kamaştırdığını FKP’nin konferanstaki temsilcisi Jose Cordon’un değerlendirmesi ortaya koyuyordu. Yapının dikkat çeken “heterojenliği çok abartılmamalı” diyen Cordon “sorunu” şöyle çözüyordu: “Farklılıkları ve ayrılıkları inkar etmeyeceğiz, aksine bunları verimli bir yönde değerlendireceğiz”; zira “açık bir proje” olarak EL, Avrupa’nın “tüm dönüşümcü sol güçleriyle işbirliğini” arayacaktır!
Bu hoş ama “boş” formülasyonu bir kez daha tekrarlamak gerekir: “Dönüşümcü sol güçler”;  buyrun işte size “politik ve programatik ortaklık”! “Proje” sahiplerinin bu sorun olmayan sorunla ilgili yaptıkları açıklamaları inandırıcı bulur ya da bulmazsınız, ama her şeyden önce şu olguyu bir kere saptamak gerekir ki; 11 partinin “biz varız!” demiş olması, AB paralarının, bu partilerin “ortak bir kimlik bulma süreçleri”nin güvenilir bir “garantörü” olduğunu kanıtlamaktadır. Demek ki, bu bakımdan da “kaygılanacak” bir durum yokmuş!
“Heterojen yapı”nın ideolojik ve politik bakımdan ne tür bir “homojenlik” içerdiğini anlamak için ise, PDS Parti Başkanı Lothar Bisky’nin konferansta yaptığı konuşmaya biraz kulak kabartmamız gerekiyor:
– Kurmak istediğimiz partinin bir örneği yoktur, diyordu Bisky: “Yeni bir alana adım atıyoruz ve eski düşünce tarzlarını yıkmak durumundayız.” Bununla birlikte, “tarihsiz bir mekanda durmuyoruz.” “Saflarımızda; faşizme karşı mücadelenin, Resistance’ın, partizan hareketlerinin canlı tecrübesi var. Düşünce tarihimizde; aydınlanma, işçi hareketi, Marx ve Engels, Antonio Gramsci; İspanya Cumhuriyeti; Yunanistan’da darbeci albayların, Portekiz’de Salazar’ın, İspanya’da Franco’nun alaşağı edilmesi bulunmaktadır.” (Bu adam için, koca 20. yüzyılı şekillendiren Büyük Ekim Devrimi, Sosyalist Sovyetler Birliği vb. yaşanmamıştır! Bu açıdan onun için sadece, “komünizm adına yapılan hatalar, yanlışlıklar ve işlenen suçlar” söz konusu olmuştur! Ey dalkavukluk, ne güçlüsün, ne büyüksün, etkin ne kadar geniş!!)
– Bu “yeni proje” ile; “eyleme geçme özelliğine” sahip, “bir tüzük ve programı olan politik bir birlik” hedeflenmekte.
– Bu “proje”; “Avrupa’nın sosyal demokrat, muhafazakar veya liberal güçlerinin sahip olduğu gevşek çatı örgütü gibi” olmayacak, tersine: “sosyalist, komünist ve diğer sol reformcu partilerin yeni tipte bir ortak çalışması projesi” olarak düşünülmelidir. Yeni yapının bir Genel Başkanı, bir Yönetim Kurulu (üye partilerin iki temsilcisinin yer aldığı) ve bir bürosu olmalı (bu konular nisanda kararlaştırılacak).
– “Dört ana noktası olacak:
1. Savaş karşıtı partisi;
2. Sosyal adalet partisi;
3. Dünyaya açıklığın ve ABD karşısında Avrupa’nın emansipasyonunun partisi;
4. Cinsiyet eşitliğinin partisi.”
– Seçimlerde, herkes, “yeni kardeşlerin desteğini de arkasında hissederek”, “kendi ulusal kürsüsünde” güreşecek.
– Avrupa parlamentosundaki mevcut “sol fraksiyon”, özellikle Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Kıbrıs’tan yeni katılımlarla güçleneceğini umuyor. Bu proje, şimdiye kadarki işbirliği biçimlerine (Avrupa parlamentosundaki Birleşik Sol Fraksiyonu ve Yeni Avrupa Solu Forumu -NELF- gibi) alternatif olmayacak, bunlar korunacak…
Bisky’nin burada çizdiği çerçeve üç aşağı beş yukarı konferans kararlarında da ifadesini buldu. Dört ana noktaya seçimler açısından bakıldığında, EL “ilkelerinin” işlevi net görülüyor: Seçimlerde, kapitalizmin mevcut gidişatından hoşnut olmayan en geniş kesimler yönünden seçilebilir olmak!
Oluşturulan platformun ideolojik-politik bakımdan “çoğulcu” ve “kucaklayıcı” olmayı hedeflediği, her bir katılımcı partinin kendi kurullarında ele alıp onaylaması şartıyla kararlaştırılan “Avrupa Solu Partisi’nin Programı”ndan da anlaşılıyor. Ana noktalarına bir göz atacak olursak:
– “Bizim için Avrupa, uluslararası politikada başka bir toplum için mücadelenin yeniden başlatılmasının bir mekanıdır. Bu mücadelenin hedefi barış ve mevcut kapitalist ilişkilerin dönüşümüdür. Kapitalist ve ataerkil mantığı aşan bir toplumu hedeflemekteyiz.”
– Program, Avrupa’daki solun rolü ve görevi olarak, “politikanın radikal değişimi için geniş bir sosyal ve politik ittifakın kurulmasına katkıda bulunmayı” görmekte; bunu da “mevcut kapitalist toplumların zorunlu dönüşümü için somut alternatif ve önerileri geliştirme” suretiyle yapmayı öngörmektedir.
– “Yeni sosyal hareketler”, bu “dönüşüm politikasına yeni güç” katmaktadırlar.
– Son yıllara damgasını vuran saldırılar sıralanıp; yaşam koşullarının kötüleşmesi, artan gericilik vb. gelişmeye işaret edildikten sonra: “Sosyal demokrasinin ‘Üçüncü Yol’ konsepti Avrupa’da iflas etmiştir, çünkü bu gelişmenin karşısına dikilmemiş ve böylelikle de aslında teşvik etmiştir. Bu durum, yeni olanaklar sağlamaktadır ve aynı zamanda günümüz dünyasını değiştirmek isteyen solun da sorumluluklarını artırmıştır.”
– Program, bugünkü Avrupa solunun “20. yüzyılın geleneksel yoluna geri dönemeyeceğini” vurguluyor (zira bu yol, “devrimci düşüncelere sahip güçlere büyük başarılar sağladığı gibi, büyük yenilgiler ve trajediler de yaşattırmıştır”!).
– “Yeni dönemin Avrupa’da şimdi talep ettiği; alternatif, radikal, ekolojik ve feminist bir solun yaratılmasıdır.”
– “Başka bir Avrupa’nın taslağını sunmak ve AB’ne başka bir içerik vermek istiyoruz: ABD’nin hegemonyasından bağımsız; güney yerküresine açık; kapitalizme alternatif sosyal ve politik bir model; artan militaristleşmeye ve savaşa karşı aktif; sosyal ve ekonomik alanlardaki haklar da dahil olmak üzere insan haklarına saygılı.”
– “DTÖ ve IMF’nin anti-demokratik ve neoliberal politikalarından kurtulmuş; NATO’yu, yabancı askeri üsleri, ve orduların rekabetini ve dünyadaki silahlanmayı daha da kızıştıran Avrupa Savunma Ordusu’nun her tür modelini reddeden bir Avrupa istiyoruz.”
– Avrupa Solu Partisi ile, “yeni bir politik öznenin yaratılmasına çabalıyoruz”.
– Program, “Avrupa’nın sosyal ve demokratik yönden derin bir dönüşümünün zorunluluğunu” vurguluyor ve bu bakımdan da “serbest rekabetçi pazar ekonomisinin kutsallığı dogmasına, mali piyasaların ve çok uluslu tekellerin gücüne karşı mücadelenin güçlendirilmesinin zamanının geldiğine” işaret ediyor.
– Program, AB’nin emperyalist bir kurum ve örgütlenme olarak varlığını hiçbir şekilde sorgulamıyor. Bunun yerine, “istikrar paktı ve Avrupa Merkez Bankası’nın yönelimleri”ni tartışma konusu ediyor; “başka sosyal ve ekonomi politikalarının izlenmesi gerektiği”ni belirtiyor; “tam istihdam ve meslek eğitimi için”, “kamu hizmetleri için” “sosyal önceliklerden”, “cesur yatırımlardan”, “sermaye hareketlerin vergilendirilmesi”nden söz ediyor. Kısacası, AB’nde “paranın değil de, insanın önde durduğu öncelikler” egemen kılınmalıdır deniliyor.
– Bununla birlikte program, Avrupa’daki gidişatta da değişiklikler saptıyor: “Sosyal hareketlerin, sendikaların, işçilerin ve yurttaşların savaşa karşı büyük mücadeleleri durumu değiştiriyor.” EL, “sosyal dönüşümün politik güçleri olarak, neoliberal politikaya karşı yönelen bu yeni dinamiğe katkıda bulunmak istiyor”.
– Program şöyle bitiyor: “Birlikte yeni bir toplum için, savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya için mücadele edelim. Bugün şunu söylüyoruz: Başka bir dünya mümkündür. Gelecek buradadır. Tarihin sonu yoktur.”
Kuşkusuz, burada bu programı detaylı tartışacak değiliz, buna gerek de yok zaten. Fakat şu hemen baştan anlaşılıyor: Seçim ittifakı sorunun bir yönü, diğer yönü ise, orta vadede sosyal demokrasiden boşalan yeri doldurma hedefidir. Bununla birlikte bu programı karakterize eden diğer bir husus da, onda günümüz sosyal reformizmini (buna “sosyal hareketler” de dahildir) yönlendiren fikirlerin genel hatlarıyla formüle edilmiş olmasıdır.
Dikkat edilirse, “tarihin sonu yoktur” tespitini yapan bu programın bir tarihsel vizyonu yoktur. “Yeni bir toplum” ya da “savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya” derken kasıtlı olarak sıfatsızdır. Bu sıfatsızlığı kendi içinde mantıklıdır da, çünkü kapitalizmi bir toplumsal ve tarihsel sistem olarak mahkum etmemektedir. Bu durumda ama, programdaki “yeni toplum”; iç bağıntısı ve yasaları olan tarihin gelişmesinin zorunlu kıldığı bir aşama değildir. Yani programın mantığı vardır, ancak bu mantık irrasyoneldir. Oysa, programın eleştiri konusu yaptığı tüm toplumsal olgu ve sonuçların rasyonel ve tarihsel çözümü; işçi sınıfının örgütlenmesi, onun önderliğinde bir devrimle kapitalist düzenin yıkılması ve sosyalizmin inşasıdır. İşte nedenleri anlaşılmaz olmasa da, günümüzün ideolojik yapılanmasının orijinalitesi budur: sosyalizmsiz sosyalistler! 
Denilebilir ki, bu “anormal” durumu “normal” kılan, ideolojik alanda, tabiri caizse eğer, bir tür “fetret dönemi”nden geçiyor olmamızdır. Günümüz sosyal reformizmi de, bu “fetret dönemi”nin beraberinde getirdiği “boşluğu” ideolojik bir nitelik düzeyine çıkarmakta, “ideolojisizliği” ideoloji haline getirmektedir. Örneğin “sosyal hareketler” tanımını ele alalım. Bu tanımda, kasıtlı olarak, “sosyal” olanla “politik” olan arasında bir ayrıma gidilmektedir. Kapitalizmin genel krizine tepki vardır (“sosyal hareket”), ancak bu “krizin bilinci” (ideolojik-politik hareket) yoktur. “Sosyal hareketler”de politik bilincin kasıtlı olarak dışta tutulması çabasının gerçek anlamı ve tüm espirisi, işçi sınıfının dünya görüşünü dışta tutmaktır. Daha özlü söyleyecek olursak; “sosyal” ile “politik” olanın ayrılması, “sınıf” ile “bilincin” ayrılması, hareket içinde sınıf bilincinin oluşmasının engellenmesi demektir.
Bu durum, aynı zamanda; ufuksuz, daha doğrusu tarihsel olarak daha ileriye açılamayan bir hayalciliği de beslemektedir.  Kapitalizm “kötüleşmiş”tir, yerine “iyi”, “insancıl”, “barışçıl”, “adaletli” bir kapitalizm vaat ediliyor; işte bu programın ve günümüz reformist-muhalif “solu” ve “sosyalistleri”nin bütün ufku ve vizyonu bundan ibarettir.
Şüphesiz, karşı karşıya bulunduğumuz sosyal reformizm, ideolojik ve politik bakımdan son şeklini almış bir akım değildir. Bugün muğlak olan sınırları ve ayrım çizgileri, işçi ve emekçi hareketinin gelişimine ve tabii ki devrimci ve komünist parti ve güçlerin kazanacakları mevzilere göre değişkenlik gösterecektir. Dün olduğu gibi, bugün de, reformizmin radikallik derecesini devrimci işçi ve komünist hareketinin (devrimin gücünün) gelişme derecesi tayin edecektir.
Şu saptamayı yaparak bu konuyu noktalayabiliriz: Bugün iki ideolojik akım, giderek daha artan ve etkin çabalarla kendine yol açmaya çalışıyor. “Avrupa Solu Partisi” ile salt Avrupa ölçeğindeki girişim ve politik biçimlenişini ele aldığımız bu akımlardan birisi ve şimdilik en güçlü olanı günümüz sosyal reformizmidir. Diğeri ise, son atraksiyonlarını aşağıda ele alacağımız Troçkizmdir.

“AVRUPA ANTİ-KAPİTALİST SOL” (EAL)
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünü ve onu izleyen “küreselleşme” kampanyasını kendi teorisinin (tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı ve devrimin ancak uluslararası planda gerçekleşebileceği tezleri) doğrulanması olarak propaganda edegelen; ve bu arada kendine özgü “işçi iktidarı” hayalinin propagandasını, burjuva ideolojisinin sosyalizm hakkında yaydığı önyargı ve şüpheleri teyit ederek sürdüren Troçkizmin, uzun bir süreden beri çok yoğun ve çok yönlü bir faaliyet içinde olduğu aşikardır. Bu bakımdan nispeten yeni bir yönelim olarak değerlendirilebilecek gelişme ise, Troçkizmin, uluslararası planda “klasik” çevresinden sayılamayacak çevrelere de yönelmesi ve buralarda da etkili olmaya başlamasıdır. Bu gelişmenin tek olmasa da çarpıcı bir örneğini, Troçkist olanlarla olmayanların (hatta eskiden anti-troçkist olarak bilinenlerin) bir araya geldiği “Avrupa Anti-kapitalist Sol” (EAL) diye adlandıran uluslararası girişim teşkil etmektedir.
Yazımızın başında İtalya’dan PRC’nin daha büyük “proje”lerin peşinde olduğunu belirtmiştik. Ve nitekim; “sevdasız gezginci şövalye olmaz” misali, PRC, iki ayrı düğünde damat olarak karşımıza çıkmaktadır! PRC’nin; daha çok Troçkist parti ve akımların etkin olduğu EAL içinde de yer almasının iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi ve en önemlisi, PRC’nin, Avrupa’nın en büyük “komünist” partilerinden biri olarak, Avrupa’daki tüm sol ve sosyal hareketlerin birleştirilmesi “projesi”ne sahip olması; ikincisi ise, parti içindeki (azınlıktaki) Troçkist fraksiyonun da PRC’nin uluslararası ilişkilerinde Troçkist cenahın güçlenmesi doğrultusunda çalışmasıdır. (PRC’yi bir fraksiyonlar partisi olarak görmek daha doğru olacaktır.)
PRC’deki egemen görüşe göre, örneğin mevcut “sosyal hareketler, hareketlerin hareketidir”. Dolayısıyla, Avrupa çapında yeni bir işçi hareketi çıkacaksa da, bunun içinden çıkacaktır. Önderlik rolü, “harekete” devredilmelidir; PRC burada, “eşit olanlarla eşit konumda” olacaktır. Gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda “yeni bir politik özne” yaratılmalı ve bunun için de tüm solu, “çoğulcu sol bir formasyon içinde” bir araya getirmek gerekmektedir. (Dikkat edilirse, EL, “sosyal hareketler” açısından da Avrupa çapındaki en uygun “yeni politik özne” olmayı gözeten bir yapılanmaya gitmektedir.) PRC Başkanı Fausto Bertinotti bu konudaki düşüncelerini üç yıl önce yapılan bir röportajda şöyle dile getirmişti: “Düşünceme göre, solcuların yeniden yapılanmasıyla ilgili üç temel aşamadan söz edilebilir: Komünist bir kitle partisinin yeniden kuruluşu ve gerçekçelendirilişi. Bu komünist partisinin de bir parçası olacağı, ama ondan daha geniş olan antagonist, alternatif ve anti-kapitalist bir solun yeniden inşası. Ve nihayet, sözünü ettiğim alternatif solcular ile ılımlı solculardan (anti-kapitalist bir pozisyonu olmayan solcuları kastediyorum) meydana gelen çoğulcu bir solun kuruluşu.” (3.2.2001 tarihli “il manifesto” gazetesinden)
Anlaşılabileceği gibi, Bertinotti aradan geçen süre içinde “solcuların yeniden yapılanması”yla ilgili çalışmalarını istikrarlı bir şekilde sürdürmüştür. EL ve EAL bu planın uluslararası boyutunu oluşturuyorlar. Ve yine anlaşılabileceği gibi, bu planın, bir komünist partisinin geniş halk kitlelerini birleştirmek, geniş ittifaklar kurmak, güç birliğini oluşturmak vb. gibi, politik bakımdan doğru ve zorunlu adımlarıyla da bir ilgisi yoktur. Zira burada söz konusu olan; işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin ve hareketinin politik bağımsızlığının reddi ve gereksizliği düşüncesidir.
Aynı potansiyeli ve gücü taşımasa da, kendince iddia sahibi olan ve PRC gibi iki ayrı düğünde damatlık yapmaya çalışan diğer bir örgüt de, SYNASPİSMOS’tur (1990’lı yıllarının başında Yunanistan Komünist Partisi -KKE-‘den çıkan sağ-oportünist-“Gorbaçovcu” bir hizip). Tayin edici olmasalar da, Yunan Troçkistleri bu örgüt içinde de çalışmaktadırlar. SYNASPİSMOS’un her iki ipte oynamasının temel nedeni, kıyasıya mücadele ettiği KKE karşısında uluslararası cephede de örgütlenmek ve güç toplamaktır. Kısacası, EL ve EAL içinde olup da sözünü etmeye değer iki örgüt bunlardır.
Peki, EAL hangi örgütlerden meydana gelmektedir? Bu sorunun yanıtını EAL’nin 9-10 Haziran 2003 tarihlerinde Atina’da gerçekleşen 6. Konferansı’nın katılımcılar listesine bakarak öğrenebiliriz: Danimarka’dan “Red Green Alliance” (çeşitli politik güçlerden meydana gelen bir ittifak), İngiltere’den “Socialist Alliance” ve “Socialist Workers Party” (ikisi de Troçkist), İskoçya’dan “Scottish Socialist Party”, Fransa’dan “Ligue Communiste Revolutionnaire” (LCR; Troçkist), Portekiz’den “Bloco de Esquerda” (Troçkist), İspanya’dan “Espacio Alternativo”, İtalya’dan PRC, İsviçre’den “solidariteS”, Türkiye’den ÖDP, İrlanda’dan “Socialist Party”, İngiltere’den “Socialist Party”, İspanya’dan “Esquerra Unida i Alternativa”, Almanya’dan DKP (Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi) ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS.  
Adından da anlaşılabileceği üzere, EAL, EL’den farklı olarak “anti-kapitalist”tir. EAL’nin katılım kriterleri arasında esas olarak şunlar yer almaktadır: “Anti-kapitalizm; solcuların çoğulculuğu ve birliğinin benimsenmesi; katılan partilerin asgari bir temsil gücüne sahip olması.” EL gibi EAL mensupları da, “sosyal demokrasinin sağa kayışı, sol güçler için bir alan yaratmıştır” tespitini yapmaktadırlar. Doğrudur: sınıf mücadelesi boşluk kaldırmaz, o halde bu boşluğu soldan doldurmak gerekir! EAL’in terminolojisinde bu şöyle ifade ediliyor: Avrupa’daki “sosyal solun bir parçası” olarak EAL, “sosyal hareketi ortaklaşa inşa etmek ve güçlendirmek için; radikal, birliğe dönük ve çoğulcu bir temelde ortak çalışmak istemektedir.” 
EAL’in ilk konferansı 2000 yılında Lizbon’da gerçekleşmiş, en sonuncusu olan 7. Konferansı ise geçtiğimiz Aralık ayında Paris’te düzenlenmişti. Bu konferansta, Avrupa partisi olarak örgütlenme sorununun çözümü için zamanın henüz erken olduğu sonucuna varıldı. EAL, tek tek ülkelerdeki ulusal koşullara göre, “Avrupa parlamentosu seçimlerine çeşitli biçimlerde müdahale edecek”tir.
Bertinotti, “büyük projeleri”nin bir gereği olarak EAL bileşenlerine EL içinde yer alma çağrısını yapmaktadır (amaç, aslında Troçkist cenahı da EL gemisine almaktır). Ne var ki, Troçkistler, Bertinotti’den az yaman değiller! Şimdilik, EL’nin gelişimini ve seçim sınavını gözlemeyi yeğliyorlar. Örneğin, Avrupa’nın en güçlü Troçkist partileri arasında yer alan Fransız LCR ile LO (Lutte Ouvriere), yaptıkları seçim ittifakına da güvenerek, Avrupa seçimlerinde FKP’ye darbe indirecek bir çıkış yapmayı umuyorlar. Kısacası, Troçkistler seçimin sunacağı politik tabloya göre, EL ile birleşme (bu durumda da daha etkin bir konumdan) veya EAL aracılığıyla daha aktif olmaya karar vereceklerdir.
Atina konferansına Almanya’dan DKP katılmakla birlikte, EAL sürecine Almanya’dan iştirak edenler DKP ile sınırlı değil. Nitekim, 10 Mayıs 2003 tarihinde “Avrupa Anti-kapitalist Sol’un Almanya dostları” adlı bir girişim oluşturuldu. (EAL’nin EL’i nasıl yakından gözlemlediği şu “raslantı”dan da anlaşılabilir: EL’nin yukarda sözünü ettiğimiz “tarihi konferansı”nın gerçekleştiği aynı günlerde Berlin’de EAL’in “Almanya dostları”nın da bir toplantısı düzenlenmişti!)  EAL’in Troçkist kimliğini “Almanya dostları”nın bileşiminden de net görebiliyoruz: PDS’in Gera kenti örgütünden Geralı Solcu Diyalog, DKP, Sosyalist Alternatif İleri (SAV), Linksruck, Uluslararası Sosyalist Sol (ISL), Devrimci Sosyalist Birlik (RSB), Marksist Forum, SoZ-Redaksiyonu (“Dostların” toplantılarına zaman zaman gözlemci başka “dostlar” da katılıyor tabii. Fakat genel olarak şu söylenebilir: İlk iki örgütün dışında, hepsi Troçkist ya da bu zihniyetin etkisi altında olan örgütlerdir.)
DKP’nin haftalık yayın organı UZ’in “Almanya dostları”nın Berlin toplantısıyla ilgili haberinde, adeta Troçkizmle yatanın şaşı kalktığını kanıtlayan bir saptama yapılmıştı. EAL süreci kastedilerek, şu söyleniyordu: “Kim ki bu canlı sürece ciddi bir şekilde dahil oluyorsa, o, kendisinin de bu süreçte değişebileceğinin bilincinde olmalı.” Ve gerçekten de DKP’nin birkaç yıldır geçirdiği ve kuşkusuz birçok nedeni olan “serüveni”, Troçkist akımlarla “dost meclisleri”nde koyulaşan muhabbetlerle birlikte, önemli bir dönemece yaklaşmış görünüyor. 89-91 dönemecinde ağır darbeler yiyen bir zamanların 40 bin üyelik partisi, tüm toparlanma çabalarına rağmen, belini doğrultamayarak, şimdi bir “yol ayrımına” gelmiş bulunuyor. Parti yönetiminde çoğunluğu oluşturan sağ kanatın “ideolojik açılımlar”ıyla; Kautsky’ci, Negri’ci ve kısmen Troçkist tezler arasındaki özdeşlik giderek belirginleşiyor. DKP’nin hep gündeminde olmasına karşın yıllardır yeni bir program üzerine anlaşamaması, göründüğü gibi partideki krizin nedeni değil, bir sonucu sayılmalıdır.
Programın da içeriğini etkileyen bu “açılımları” şöyle özetleyebiliriz: Emperyalizm tahlili-sınıf tahlili-parti tahlili. Açıktır ki, farklı bir emperyalizm tahlilinden, farklı bir sınıf tahliline ve buradan da farklı bir parti anlayışına varılabilir. Örneğin sağ kanat gibi, “kolektif emperyalizm” tahlili yapıyorsanız, yani “bugünkü kapitalizmin yapısını belirleyen sermaye ilişkisi olarak, ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları”nı görüyorsanız; o zaman “küreselleşmiş” ve ulusal kimlik bakımdan sıfatsız bu emperyalizme karşı “direnişin de küresel” olması gerektiği; çeşitli insanları ve katmanları etkileyen bu “ulus üstü” emperyalizmin “aşılmasının” da “çeşitli politik, ideolojik ve sosyal güçlerin” ortak ve “global mücadelesi”nin bir eseri olabileceği; dolayısıyla asıl devrimci özne olarak, bu geniş kesimlerle ittifak içinde olan işçi sınıfı değil , aksine bu öznenin; işçi sınıfının da içinde yer alması gereken “geniş ittifakın” kendisi olduğu sonucuna varırsınız. Haliyle, bu durumda, “işçi sınıfının partisi” ilkesinin de bir anlamı kalmamaktadır. (Zaten “kolektif emperyalizm” teorisini savunanlara göre, “global hareketin bir parçası olması gereken” komünistler, “en geç şimdi öncü düşüncelerinden vazgeçmeli”dirler!)
DKP’nin Ruhr-Vestfalya örgütü başkanı Patrik Köbele, parti yönetim kurulu toplantısında, DKP yönetimini, EAL girişimleri hakkında partiyi çok sınırlı ve tek yönlü bildirmekle eleştirdiği konuşmasında, bu gidişatın vardığı noktayı şöyle özetliyordu: “Düşünceme göre, partimizdeki sorunların kaynağı, partimiz içinde bilinçli olarak ya da olmayarak farklı parti konseptlerinin oluşmaya başlamış olmasıdır.” “Kollektif emperyalizm” teorisi yanlılarının başında gelen parti yönetim kurulu üyesi Leo Mayer’in “EAL projesi”yle ilgili yaptığı açıklama, Köbele’nin değerlendirmesini doğruluyor: “Bu projemiz” diyordu Mayer, “seçimlerden öteye gidiyor. Zira, stratejik karakteri olan bir projedir.”
DKP’deki gidişatın neyle sonuçlanacağı bilinmez; ancak Troçkizmin “radikal solcu” söylemli EAL aracılığıyla nispeten daha geniş bir alana el attığı ve bu sayede hem örgütsel ve hem de ideolojik olarak etkin bir mevziyi tutabildiği, DKP içindeki tartışmaların giderek bir yol ayrımını gündeme getirmesinden de anlaşılıyor.
Tabii ki, burada, neden ile sonucu birbirine karıştırmamak gerekir. DKP örneğimizden açıklayacak olursak: DKP’yi içinde bulunduğu sürece iten Troçkizm değildir. Troçkizm; bu süreçten faydalanan, dönemin sunduğu olanaklardan yararlanan akımdır. Nitekim, yukarda “fetret dönemi” diye tanımladığımız dönem; bir yandan “sosyalizmin yenilgisi” olgusu, diğer yandan “emperyalizmin yeni bir aşamasına girildiği” (“küreselleşme”, sınıfların ve kapitalizmin “yapısal değişimi”, “ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları” vb.) tezleri üzerinde yükselmektedir. Bu olgu ve tezlerle Troçkist teoriler arasındaki simetrik ilişki kolaylıkla görülebilmektedir.
Bu dönem öte yandan, çeşitli ideolojik akımlar arasındaki ayrım çizgilerinin “anlamsızlığı” düşüncesine de yol vermiştir. Öyle ya: “sosyalizm yenilmişse”; “emperyalizmin yeni aşaması”yla birlikte, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi yasası “geçersiz”leşip tek ülkede devrim bir “çıkmaz sokak”sa ve emperyalist kapitalizmin geçirdiği “yapısal değişim nedeniyle” işçi sınıfı artık “o tarihsel devrimci özne değil”se; “anti-kapitalist sol” arasındaki ideolojik ayrımlarının da “bir anlamı kalmamış”tır demektir!
Kısacası, içinde bulunduğumuz dönem; bir yönüyle ideolojik birlikten yoksunluk, diğer yönüyle yeni bir ideolojik biçimlenmeyle karakterize olmaktadır. Yani, deformasyonla formasyonun iç içe geçtiği bir dönem. EL ve EAL, diğer bir yönüyle, aynı zamanda bu gelişmenin Avrupa çapındaki görüngü biçimleridir. Bu süreçten yeni bir formasyonun doğuşunun mu, yoksa mevcut deformasyonun daha da derinleşmesinin mi çıkacağı, burada açıklamasına girişemeyeceğimiz pek çok faktör ve gelişmeye bağlıdır. Bununla birlikte, en azından EAL ve DKP’nin onunla ilişkisi için şu söylenebilir: Büyük oranda, kendi aralarında bile birlikten yoksun olan Troçkistlerden meydana gelen EAL’in geleceğinin olmadığı ve burada birlik yerine bölünme ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu belirtmek gerekir.  Zira, her şey bira yana; Troçkizmin eski mayasına istediğiniz kadar erdem çalın, “kolay değişmez cibiliyeti”! EAL’in bu “yapısal sorunu”nun yanı sıra, DKP’nin içinde de ayrıca bu gidişata tepkili olan ve nispeten devrimci bir mevzi tutan bir kesimin de var olduğunu unutmamak gerekir…
Fakat şurası kesindir: Günümüz Marksist-Leninistleri kendilerini bu tür serüvenlere kaptırmayacaklardır. Zira onlar; ne “ideolojik gettoculuk”, ne de “saplantı”yla hareket ederler; aksine tarihsel ve diyalektik materyalizmle yeniden donanmış olarak şunun bilincindedirler: İşçi sınıfı günümüzün de tayin edici tarihsel devrimci öznesidir. Dolayısıyla parti, işçi sınıfının partisi olmak zorundadır. İşçi hareketinin parti olarak örgütlenmesi ve ideolojik-politik bağımsızlığını koruması, geniş sosyal ve politik ittifakların engeli değildir. Aksine bu, geniş halk tabaka ve kitlelerinin de davalarının başarıya ulaşmasının güvencesidir.

Kürt ulusal hareketinde sübjektivist eğilimler

Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde Kürt ulusal özgürlük hareketinin hiç şüphesiz ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Bugün pek çok özgünlükleri ve bu özgünlüklere ayrı bir dinamizm veren belli başlı özel siyasal-sosyal koşullar nedeniyle Kürt ulusal hareketinin etkisi, ulusal sorunun demokrasinin bir gereği olarak çözümü konusunu da aşan özellikler göstermektedir.
Ülkemizdeki ulusal sorununun en bariz göstergesi olarak “Kürt sorunu”nu herhangi bir ulusal sorundan ayırt eden ve yazımızın konusu bakımından da altı çizilmesi gereken iki önemli özgünlüğünden söz etmeliyiz: Birincisi; anakronist özelliği. İkincisi; çözümünün, tezahür ettiği ülkenin kapitalist gelişme düzeyiyle ters orantılı gecikmişliği.
Birincisi: Bizdeki ulusal sorun, şu ya da bu ezilen halka siyasal haklarının tanınıp tanınmamasının ötesinde, egemen ulusun varlığı dışındaki tüm ulus ve azınlıkların varlığının inkarı üzerinde şekillenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılları bir tarafa bırakıldığında, Kürtlerin halk olarak varlığı birkaç yıl öncesine kadar inkar edilmiştir. Bir halka siyasal ulusal haklarının verilip verilmemesiyle, o halkın varlığının topyekun inkarı arasındaki fark açık olsa gerek.
İkincisi: Kapitalist ilişkilerin hızla yayıldığı ülkelerde yüzyıllar öncesinde çözülmüş bir sorun, bizde siyasal anlamda adeta tersi bir gelişim seyri göstermiştir. Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist ilişkiler yayıldığı ölçüde, Kürtlerin bu ekonomik ilişkiler öncesi aslında doğrudan ulusal baskıya dayanmayan siyasal statüsü tasfiye sürecine girmiştir. Denilebilir ki, “Kürt sorunu”, çözümü ekonomik gelişmeler itibarıyla kendisini dayattığı ölçüde ertelenmiş bir siyasal sorun olmuştur. Bizdeki ulusal sorunun çözümünün, kapitalist ekonomik ilişkilerin gelişme düzeyiyle ters orantılı bir siyasal sorun olarak sürekli ertelenebilmiş olması, bu sorununun, özellikle Kürt halkının varlığının inkarı politikalarıyla birlikte, adeta kronikleşip kangrenleşmesine yol açmıştır. Kangrenleşme öylesine derin olmuştur ki, ekonomik gelişmelerin kendi kaçınılmaz siyasal biçimleri dahi, bir süreliğine de olsa, ulus olma konusunda anakronist bir çizgi izleyen siyasal bir irade tarafınca her defasında zorbalıkla ötelenebilmiştir. Ezen ulus cephesindeki bu “başarının bedeli” bugün şudur ki, siyasal demokrasinin konusu olan bir sorun, ülkenin iç ve dış ilişkilerinin, ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlarının düğüm noktası olma özelliğini kazanmıştır. Gelinen yerde, varlığı inkar edilen halkın mücadelesi, inkar eden devletin varlık felsefesini ve siyasal rejimini tehdit eder noktadadır.
Kuşkusuz burada, “Kürt sorunu”nun bir düğüm noktası olması özelliğinin başka nedenleri ve yönleri üzerinde de durulabilir. Fakat yazımızın konusu gereği, meseleyi ezilen ulus, yani Kürt halkı ve onun ulusal hareketi açısından irdelediğimizde, burada dikkat çeken nokta şu olmaktadır: Ulusal sorunun çözümünün, kapitalist ilişkilerin nispeten gelişkin olduğu bir ülkede geciktirilip kangrenleşmiş olması; ulusal sorun ile, ondan kapsam ve nitelik bakımından çok daha geniş ve köklü olan sosyal sorun arasındaki iç bağıntıyı deforme etmiştir. Ulusal ile sosyal sorunun bir aradalığındaki bu özgün deformasyon öylesinedir ki; ulusal sorunun, başta sosyal sorun olmak üzere başka sorunlarla yüklenilmesi ve tersi, yani başka sorunların ulusal soruna bağlanılması ya da ulusal sorunun diğer sorunları kaplaması işten bile değildir. Buradaki özgünlük iki sorunun iç içe geçmesinden ziyade (bu tabii ve kaçınılmazdır), ulusal sorunun doğası itibarıyla kapsayamayacağı sosyal sorunu fiilen kaplaması ve tersinden, sosyal sorunun aslında niteliği gereği kapsadığı ulusal sorunu henüz fiilen kaplama mecalinde olmamasıdır. Kuşkusuz, ülkemiz işçi sınıfının 12 Eylül’ün koyduğu sınırları parçalama ve aşma hamlelerinin oldukça kısa bir sürede Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve uluslararası sermayenin şahlanışı süreciyle çakışması sonucu (işçi hareketimizin şekillenişinin başka tarihsel-siyasal özgünlükleriyle de birleşerek), aşma pozisyonunda olduğu zayıflık ve zaaflarını aşamaması ve bunların nispeten uzun bir sürece yayılmış olması, belirtilen özgün durumun oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kısacası, sorunların özneleri ve siyasal temsilcileri kabul etsin etmesin, işin çeşitli yanılsamalara ve eğilimlere yol veren özgün şekillenişi bu mahiyettedir.
Açıktır ki, ulusal ve sosyal sorun ilişkisindeki bu fiili deformasyon, hangi sorunun hangi soruna bağlı olarak çözümleneceği konusunu son derece pratik ama bir o kadar karmaşık bir mesele olarak gündeme getirmektedir. Gelinen yerde, bizdeki özgün durumu karakterize eden, iç bağıntısı fiili bir deformasyonla karşı karşıya olan bu sorunların her birisinin objektif konumuna ters orantılı bir siyasal güç dengesinin halihazırdaki halk güçleri safında oluşmuş olmasıdır. Bu durum; Kürt ulusal hareketi dışındaki güçler arasında, bir süreliğine de olsa, ulusal sorunu önemsememe, sosyal sorunun çözümüyle birlikte kendiliğinden çözülebilecek bir sorun olarak değerlendirme eğilimlerine (oportünizm kaynaklı objektivist-determinist eğilimlere) olanak tanıdığı gibi; demokrasi mücadelesinde halihazırda en güçlü kesimi temsil eden Kürt ulusal hareketi saflarında da, daha kapsamlı sosyal sorunlara, kapsamı bunlara göre nispeten daha dar olan ulusal sorunun politik verileri ve gerçekliğinden bakma eğilimine (sübjektivist-indirgemeci eğilimlere) yol verebilmektedir.
İşte bu ikinci eğilimin teorisi, bir süreden beri özellikle de “Demokratik Modernite” dergisinde geliştirilmeye çalışılmaktadır. “Demokratik Modernite”de dillendirilen ve bir yerde özelin geneli kaplaması eğilimi olarak da ifade edebileceğimiz bu eğilimle ilgili eleştirilerimizi, kuşku yok ki esas olarak genelin, yani Türkiye halklarının ve emekçi sınıflarının ortak çıkarlarını gözeterek yöneltmekteyiz.

I.
“YENİ İDEOLOJİK PARADİGMA”
“Demokratik Modernite”nin yazarlarına göre, artık “21. yüzyılda toplumu heyecanlandıran, lakin kapitalizmi irkilten” yeni bir “ideolojik paradigma” bulunmaktadır. Bu “yeni ideolojik paradigma, ahlaki politik toplum odaklı, demokratik konfederalizm sistemli toplumsal yaşamın eşitliği ve özgürlüğü”dür.
Bilindiği gibi, Batı dillerinde ulus kavramı “Nation” kelimesiyle karşılanmaktadır. “Nation”, Latincedeki “natio”dan türetilmiştir. “Natio”; doğum, cinsiyet, halk, ve “nasci” de doğmak, bir şeyin doğması, doğum anlamlarına gelmektedir. Başka bir deyişle, ulus bir tür doğum olarak tasvir edilmiştir; ulusal uyanış ve şuur bir halkın bir tür doğuşudur. Kuşkusuz bu bakımdan, ulusal bilinci ve direnişi şahlanmış ezilen bir halkın kendi ulusal doğuşuna yeni bir ideolojik temel yaratmaya yönelmesi doğal bir şeydir. “Demokratik Modernite”de geliştirilmeye çalışılan “yeni ideolojik paradigma”ya ilişkin makaleleri bu gözle okuyabiliriz.
Fakat, tam da bu “doğallığı” nedeniyle dikkat çekmekten sakınılmaması gereken diğer bir tarihsel deneyim de şudur ki, bu tür ulusal ideolojik temel yaratımlarında sübjektivist-indirgemeci eğilimlerin çok kolay gelişebildiğidir. Kolaydır, çünkü ulusal uyanışa içkin olan bir tür yeni doğuş, tüm değerlerin ve tanımların yeniden değerlendirilmesi, tanımlanması ve anlamlandırılmasını adeta kışkırtmaktadır. Alman ulusal uyanışının tutkulu sözcülüğünü yapmış olan Fichte’nin “karakter sahibi” olmayı “Alman olmakla” özdeştirmiş olması bunun tipik bir örneğidir. Kendi ulus gerçeğini, insanlığın asıl gerçeğine dönüştürme (her ne kadar kendi ulus gerçeği insanlığın genel gerçekliğinin bir parçası olsa da) ya da insanlığın tarihini kendi ulusal şekillenişinin özgünlükleri ve ulus olarak yaşayabilme önkoşulları temelinde değerlendirme –bu gibi yaklaşımlar, genellikle katı bir sübjektivizme götürmüştür. Fichte’nin “Ben, Ben-Olmayan’ı belirler” diyecek kadar koyu bir sübjektivizmi savunmuş olması, bu bakımdan bir rastlantı değildi. Ve aşağıda göreceğimiz gibi, Fichte ve “tüm değerlerin yeniden değerlendirmesini” muştulayan Nietzsche’ye sempatiyle yaklaşan Kürt ulusal hareketinin teorisyenleri de, bu tür sapmalardan maalesef kaçınamamaktadırlar. Buradaki sübjektivizm tehlikesi, yeni doğuşla zordan özgürlüğe gidişin, zorunluluğun kendisinden kurtuluş olarak anlaşılmasındadır. Oysa özgürlük, istenildiği gibi yeniden tanımlansın ya da “anlamlandırılsın”, doğa ve toplum yasaları karşısındaki özgürlüğümüzün esasta zorunluluğun kendisinin anlaşılması ve kavranmasında yatılı olduğu gerçeği değişmemektedir.

“Paradigma”nın tarih anlayışı ve mitoloji
Ulusal doğuşun “yeni ideolojik paradigma”sı, tarihin yeniden açıklanması üzerinden yükselmektedir. “Demokratik Modernite” sayfalarında tarih, esas olarak üç döneme ayrılmaktadır. 1) “Kök toplum” veya “doğal toplum”; 2) “Modernite” dönemi ya da toplum ve yaşamın “ihanete uğradı”ğı “uygarlık sistemi” ve 3) “Demokratik Modernite” ya da “demokratik uygarlık sistemi”.
Hemen baştan belirtip geçelim ki, tarihin bu şekilde dönemleştirilmesinde “Demokratik Modernite”nin sayfalarında dile getirilen pozitivizm eleştirisinin, tek olmasa da, önemli bir payı bulunmaktadır. Zamanında “Bilim ve Düşünce” kitap dizisinin iki kitabını (“Pozitivizm” ve “Neo-Pozitivizm”)  özel olarak pozitivizm eleştirisine ayıran siyasal bir mihrak olarak, “Demokratik Modernite” dergisinde bu yönlü eleştirilerin yapılmış olmasıyla bir sorunumuz olamaz elbette. Bize göre, özellikle Türkiye’de pozitivizm ne kadar eleştirilse azdır. Kaldı ki, devlet felsefesi pozitivist olan bir ülkenin ezilen ulusunun teorisyenlerinin pozitivizme öfke duyup onu hedef tahtasına oturtmaları da, son derece anlaşılır bir durumdur.
Bununla birlikte ama, pozitivizm eleştirisi sübjektivizme varmamalıdır, pozitif olanın ve ondaki ussallığın reddine götürmemelidir. Örneğin, “analiz ve nesnellik en kötü metafizik olarak Avrupa merkezli bilimin temel kusurlarıdır”  ya da “nesnel yasallığın eski ‘tanrı sözü’ deyiminin modern biçimi olduğu”  türünden saptamalar, paylaştığımız bu amaca pek hizmet etmemektedir.
Pozitivizmin; başta doğa bilimlerinin gelişmesi ve özellikle de Newton’un “Fizik, kendini metafizikten koru” öğüdünden sonra genel olarak yayılmış olması, belirli dönemlerde peydahlanan tersi eğilimleri doğru kılmaz. Biz, analizi, diyalektik düşünüşün bir momenti olarak gören Lenin’in, “bütün olanı bölme ve birbirleriyle çelişen unsurlarının bilgisine varma, diyalektiğin özüdür” doğrultusundaki tespitini önemsiyoruz.  Kaldı ki; analiz, nesnellik, pozitif olgu vb. olmadan, hangi merkezli olursa olsun, bilim olamaz. Nasıl ki öznenin varlığı ve etkinliği kendi başına öznelcilik olarak görülemez ise, belirtilen kategori ve yöntemler de kendi başına pozitivizm olarak reddedilemez. Pozitivizme asıl darbe, pozitif olarak kabul ettiği üzerinden değil, tersine; genel bağlamlılık ilişkisini pozitif olarak saptamayarak inkar etmesi üzerinden vurulabilir. Bunun önkoşulu da, diyalektik materyalist bir perspektifle, özneyi; nesnelliğin, nedensellik ve genel bağlamlılığın dışında görmemektir. Ve elbette; “Tüm kutsallıklardan akan bir ses daha vardır ki, ‘Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil, hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!’ der… Demokratik uygarlık sistemi bu sesin teorisidir.” sözleriyle bir tür Doğu deizmini tercih etmek değildir.
Fakat uzatmayalım. Sözü, “doğal toplum”la başlamak üzere, “Demokratik Modernite”ye bırakalım:
“İnsanın toplum, toplumun insanı inşa etme eylemi, başlangıçta doğanın işleyiş halinde olduğu gibi uyum ve denge üzerinde korunarak gelişmiş ve yaşam bulmuştur. Doğal toplum, bu ilişki biçiminin en güçlü ve canlı yaşandığı, adeta yücelikler düzeyinde seyreden bir anlam alanıdır. Anlam, toplumsal yaşamın özü ve özgürlük nişanesi olarak görülüp değerlendirilmektedir… Sanılanın ve iddia edilenin aksine, ilkel değil, ilkleri gerçekleştiren toplum olmanın erdemine sahiptir. … kurguladığı mitolojilerle günümüzün birçok düşünce örgüsü karşısında bile daha yoğun ve derin bir anlam zenginliğini üretmiş olması, bunun en somut göstergesidir. İnsanın doğal toplum deneyimi, insanlığın varoluşunu anlamlandırarak kendini tanımasında, kişilik ve kimlik kazanmasında belirleyici bir role sahiptir.”
Son derece belirgin bir “doğal toplum”, “doğal insan” romantizmiyle yüz yüze olduğumuz açık olsa gerek. Hemen belirtelim ki, bu, bir yazarın romantizmi değildir. Aksine, “doğal toplum” romantizmi, “yeni paradigma”nın teorik temellerinden biridir. Bu nedenle zaten, konusu farklı olan birçok makalede karşımıza çıkmaktadır. Örneğin başka bir yazarın makalesine göz atalım: “Temel üretimin ağırlıkla avcılığa ve toplayıcılığa dayandığı bir süreçti bu. Bu süreçte ciddi bir toplumsal sorun yaşanmıyordu, çünkü yaşam hala doğal evrimin yasalarına göre ilerliyordu. İnsan-insan, insan-doğa, insan-toplum dengesi vardı ve bozulmamıştı. Yaşama damgasını vuran ve ilerleten duygusal zekaydı.(…) yaşam yalansızdı, hilesizdi.”
Aslında romantizmin bu türü, belirli tarihsel dönemeçlerde sürekli nükseder. Mesela “doğal durum”un insan doğasının “hakiki durumu” olarak değerlendirilmesi, 18. yüzyılın yaygın bir kurgusuydu. Marx, Almanya’da ortaya çıkan “tarihsel hukuk okulu” akımını eleştirdiği makalesinde bu olguya dikkat çeker. Nitekim 18. yüzyılın son on yıllarında, “doğal halklarda kök bilgeliğinin bulunduğu”na dair tahminler oldukça yaygındı, bu amaçla bir tür “doğal insan” yaratılmaktaydı. Oysa, Marx’ın da dikkat çektiği gibi, her yüzyılın kendine özgü bir doğası bulunduğu gibi, her defasında kendine has “doğal insanı” da üretmektedir.
Romantizmin diğer bir boyutu da, geçmişe bakışın bugün ile hoşnutsuzluğun bir sonucu olmasıdır. Bugün ile hoşnutsuzluk, geçmişi romantikleştiriyorsa, bugünü anlamada ve yolunu bulmada bir şekilde zorlanış da söz konusudur. Aynı, yolunu kaybeden bir insanın, bildiği yere geri dönerek yolunu yeniden başlatması gibi…
Fakat, romantizm konusunu burada kesip “İnsan Toplumuyla İnsandır” başlıklı makaleye geri dönelim: “Merkezi uygarlık sisteminin dünya sahnesinde yer almaya başlamasıyla birlikte denebilir ki dünyanın büyüsü bozuldu. Hakikat yerini hakikatsizliğe, anlam ve tefekkür yerini yabancılaşma ve sıradanlaşmaya, nesneleşme ve şeyleşmeye bıraktı…”  (Makale, “uygarlık sistemi”nin akla gelebilecek bütün “kötülükleri”ni sıralayarak devam eder.)
Peki, “doğal insan”, o “doğal toplumun” “anlam zenginliği”nden, “yücelikler düzeyinde seyreden anlam alanı”ndan; “anlamsızlığa”, “yabancılaşmaya”, “hakikatsizliğe” nasıl savrulmuştur? İhanete uğramıştır! Evet, aynen; “toplum ve yaşam”, “uygarlık sistemiyle” “ihanete uğradı” denilmektedir! Zaten “uygarlık sistemi” de, “‘Kurnaz ve Güçlü Avcı Erkek’ zihniyetinin bir sonucu olarak”ortaya çıkmıştır!  Belirtelim ki, bu saptama da sadece bir yazara ait değildir. Aynı tespiti derginin birçok yazarı yapmaktadır. (Birkaç örnek: “‘Analitik zeka müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak, komplo kurma yeteneği gelişmiştir. Doğayı taklit ederek her tür icadı geliştirebilir. Planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine ulaşabilme yeteneği, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına neden olur.’”  Veya: “İlişkilerin, toplumsallığın lanetlenmesi, ağır darbe alması, ‘güçlü kurnaz adamın’ hile, zorbalık sanatıyla, hiyerarşik düzeni oluşturmasıyla başlamıştır.”  Ya da: “Doğayı gözlemleyen insan, doğaya karşı taklide, hileye, tuzağa ve komploya başladı. Duygularla denetlenemeyen analitik zeka, Rousseau’nun bir arazi parçasına sınır çizip ‘burası benimdir’ diyen insanında somutlaştı… Bütünlüğünü yitiren toplum, hiyerarşik bir güce ulaşan analitik zeka karşısında gün geçtikçe gerilemekten kurtulamadı.” )
Elbette burada, dostlarımızın makalelerinde o çok yerdikleri “analitik zeka”yla birçok şey sorulabilir ve sorgulanabilir. Ama amacımız polemik değil. Fakat şu açık sanırız; tarihin bu şekilde ele alınışı bilimsel değil, mitseldir. Halkların zamanında dini fantezilerinde geliştirdikleri tarih anlayışını hatırlatmaktadır. Bu fantezilerde tarih; “günahın” gerçekleşmediği “altın çağ”a, yani henüz sözünü etmeye değer ciddi bir tarihsel gelişmenin gerçekleşmediği tarih öncesine kaydırılmak suretiyle, mahkum edilirdi. Oysa, her gelişmeye (dolayısıyla da tarihe de) içkin olan yadsımadır. Bu dini fantezilerdeyse, yadsımanın yerini inkar almaktadır. Zira “yadsıma, ahlakın diline çevrildiğinde inkar demektir” (Marx). “Demokratik Modernite”de ise, yadsıma kategorisinin yerini “zihniyet” aldığından, “inkar” edilen, bu zihniyetin “ihanet”iyle doldurulmaktadır.
“Uyum ve denge üzerinde korunarak” gerçekleşen bir gelişme, tarih ya da uygarlık (buna “demokratik” olanı da dahildir!) mitolojik bir hayaldir sadece. Karşıtlık olmaksızın hiçbir ilerleme mümkün değildir. Bu, sadece bugüne kadarki “uygarlık sistemi”nin ya da “modernite”nin değil, her tür uygarlığın, dolayısıyla “demokratik modernite”nin de uymak durumunda olduğu bir yasadır.
Uygarlık, toplumsal üretimle başlar. Üretim ise, üretim araçlarını gerektirir. Meselenin özü; hangi üretim ilişkileri içerisinde hangi üretici güçlerle üretimin gerçekleştiği ve tersinden hangi üretici güçlerin hangi üretim ilişkilerini gerektirdiğinde yatılıdır. Toplumsal değişimlerin, altüst oluşların, ilerleme-gerilemenin, uygarlıkların doğuşu ya da batışının nedenleri; son tahlilde o toplumlardaki mevcut üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkilerin kendisinde, onların keskinleşme düzeyinde ve içinde hareket edebilecekleri biçimlerin hâlâ bulunup bulunmadığında aranmalıdır.
Öte yandan, uygarlık ile üretim/üretim araçları arasındaki ilişki “Batı’nın” ya da “modernite”sinin bir uydurması değildir. Örneğin bu ilişki, “Kazmanın Yaratılışı”nı konu edinen Sümer efsanesinde de karşımıza çıkar: Tanrı Enlil, yerden tohumu çıkartır, bütün yaratılanları büyütür. Ve: “O (Enlil) kazmayı var etti, gün doğdu”. Ama kazma ile sadece gün doğmaz: “Kazmayı karabaşlıların verdi eline” (böylelikle Enlil kazmaya Sümerli işçilerin kullanması kaderini verir). “Kazma ve sepet şehirleri inşa eder… Krala başkaldıran evi, Krala boyun eğmeyen evi, Kazma krala boyun eğdirir.”
Enlil tanrıdır, kazmayı yoktan var edebilir. Ama biliyoruz ki, bu yalnızca mitolojinin “gerçekliği”dir. Önemli olan zaten, o kazmayı kimin var ettiği değil, tersine, ne tür üretim ilişkilerinin, tanrı Enlil’in kazmaya verdiği “kaderi” gerçekleştirdiğidir. Kazmanın “krala boyun eğdire”bilmesi, kazmanın kendisinin kudretinde değil, üretim aracı olarak kazmaya o kudreti veren üretim ilişkilerinde aranmalıdır.
Sümerlilerin bu konuda gerçek tarihe ne denli yakın bir anlayış içerisinde olduklarının diğer bir örneği olarak, Sümer edebiyatının çarpıcı eserlerinden sayılabilecek “Saban İle Kazma’nın Tartışması” verilebilir. Bu edebi metinde saban ile kazmanın birbirine meydan okuyan çok hoş ve anlamlı bir tartışmasına tanık olmaktayız. Tartışmanın konusu, “hangisinin daha yararlı olduğu”dur. Tartışmanın sonucunda, “ikisi birden yüce tanrımız Enlil’e giderek ‘insanlık için hangimiz daha yararlıyız?’” diye sorarlar: “Tanrı kazmayı daha yararlı bulmuş… ‘Saban yalnız karın doyurmayı, buna karşın kazma evleriyle, görkemli tapınaklarıyla, düzgün yollarıyla, evsiz barksız, yiyeceksiz bırakılmayan işçileriyle koskoca bir uygarlığı simgeliyor.’”
Bu tartışmada nüveler halinde olsa da, kentleşmeyle, yani uygarlığa geçişle birlikte; kent ile kırın karşıtlığı, kent emekçileriyle köylülüğün karşı karşıya gelişi, aralarındaki mücadelelerin edebi bir yansımasını görmekteyiz. Ve çarpıcı olan şudur ki, bu tartışma; üretim araçlarının her birisinin toplumsal ihtiyaçlar karşısındaki konumları ve birbirleriyle ilişkileri; onları kullananların gereksinimleri ve gereksinim duyanların onları kullanma koşullarının dayandığı işbölümü ve toplumsal ilişkiler üzerinden sürdürülmektedir. Tartışmada; “kral”, “prens”, “saygın kimseler”, “halk”, “dullar”, “yoksullar”, “köle”, “işçiler”, “tarlada çalışanlar”, “marangoz” vb. vardır; ama ne “analitik akıl”, ne “hile ve komplo”, ne “güçlü kurnaz adam”, ne de “ihanet” söz konusu edilmektedir.
“İhanet” gibi sonuçta ahlaki kriterlerle tarihin ve toplumların gelişiminin derinliklerine inemeyiz. Ahlak, tarihte önemli bir öge olmakla birlikte, onunla tarihi ne açıklayabilir ne de yargılayabiliriz. Ahlak, hiç bir zaman gerçek tarihi açıklamanın kriteri olamaz; ama buna karşın,tarihi açıklama girişimin kendisinin, gerçekçiliğinin bir kriteri olarak ele alınabilir.
Kısacası, uygarlıkla büyüsü bozulan gerçek dünya değil, mitolojiyle bu dünyaya verdiğimiz anlamlardır.

Dilin mitolojisi

Tarih, antropolojik bir perspektifle mitolojik açıklandığında, dilinin de mitsel olması doğaldır. Zaten mitsel dil genel olarak “Demokratik Modernite” yazarlarının üslubunu karakterize etmektedir. Bu ilginçtir. Zira, “üslup insandır” (Marx). Üslubun, şu ya da bu öznenin özelliklerinden öteye genelleşmesi, bir üslup olması, kullanılan dilde de programatik bir boyutun bulunduğunun işaretidir. O halde, günümüzde, yani 21. yüzyılda, yüzlerce yıl pek çok yönüyle tartışılmış, netleştirilmiş ve belli başlı bilimsel sonuçlara ulaşılmış konularda (tarih, toplum, insan, doğa, ahlak, hakikat, devlet, iktidar vb. vb.) mitsel bir dilin kullanılıyor olmasını biraz daha yakından irdelememiz gerekmektedir.
Geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz Alman Marksist filozof Hans Heinz Holz, “Mitlerin Dil Biçimleri” üzerine yaptığı bir konuşmada , “dinsel anlam aktarımı” olarak mitlerin dil biçimlerinin şu özelliklerine dikkat çekmekteydi: Birincisi, imajinasyon (imgelem; “kutsal bir şeyin izleniminin” yaratılması); ikincisi, mitsel düşünmede, niteliklerin mutlak önceliği olduğundan (nitelikler, tözlerin yerine geçer, hatta kendileri töz gibi kavranır), mitsel konuşma aşırı bir şekilde sıfatlandırmaya meyleder ve üçüncüsü, “anlam aktarımı” olarak yorumlanmaya muhtaçtırlar, yorumlanmayı gerektirirler. Özellikleri bu olan bir dilde; kavramların yerini, mevcut bir “niteliği gözler önüne seren semboller” alır. Ve mitin, “söylenenle kastedilenin iki katlılığına dayanan yoruma açıklığı”, mitsel konuşmada, alegorik konuşmanın türü olarak metaforik bir dilin kullanılmasını beraberinde getirir.
Sonuç olarak; mit, zaman-öncesinden konuştuğundan, zamansal değil, tarzsal ayrıştırmalarda bulunur.  Bu bakımdan dili tarihsel değildir. Tanrısal hadiseler olarak sergilendiklerinden, mitte tarih, “ideal özlerin olduğu bir aleme” kaydırılmakta ve orada “kadersel kaçınılamazlık olarak muhafaza edilmekte”dir. Ve nihayetinde, bir metafor olarak içerdiği anlamlar; döneme ve koşullara göre oldukça değişebilir. Örneğin Prometus’un ateşi çalması; dolandırıcılık, haddini aşma olarak yorumlanabileceği gibi, isyan ve kurtuluş eylemi olarak da anlamlandırabilir.
“Demokratik Modernite”de, “doğal toplum”dan “uygarlık sistemi”ne geçişin neye bağlandığını gördük. Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş, antropolojik bir perspektiften, yani esas olarak insanın nitelikleri ve ahlakı temelinde açıklanmaktaydı. “Doğal toplum”, kutsal bir toplum olarak karşımıza çıkmaktaydı. İnsan, ahlaki nitelikleri ve tarzıyla (“ihaneti”, “komplo”culuğu, “hile”si vb.) değerlendirilmekteydi. Dilinin tarihsel olmayışı, ileride göreceğimiz gibi, çeşitli toplum, sınıflar ve ideolojileri arasındaki ayrım ve farklılıkların da düzleştirmesini sağlamaktadır.
Ama önce, “ideal özlerin olduğu bir alem” gibi ele alınan “ikinci doğa” (“toplumsallık” vb.) ve insan-doğa ilişkisinin mitsel bir dil ile anlatımının bir örneği olarak şu satırlara göz atalım:
“Evrenin dile gelme ısrarının, başka bir deyimle anlaşılma-farkına varılma isteminin en bariz örneği insanda gelişen akıldır. Akıl şüphesiz ki salt birinci doğanın ürünü olsaydı, diğer canlıları niteliksel olarak aşabilen bir seviyede insan gelişemezdi. (…) Atalarımızın aklına ve beynine bakmadan aklın gelişimini anlamamız zor…[B]irinci doğanın ikinci doğaya evrilmesi ve muhteşem gelişmelere ulaşması çoook uzun bir zaman aldı. Atalarımız bu yolculuğun henüz başındaydılar. Evrenin kendini dile getirme arzusunun çocuklarıydılar. Ama evren de henüz kendisini neyle ve nasıl dile getireceğini belirgin kılmamıştı.
“(…) İnsanımsılar yeni bitki örtüsü, savana ortamında yaşamak için iki ayak üzerinde dik dura dura diğer iki ayaklarını el’lere dönüştürecekti. Belki de evren nasıl ve nerede dile geleceğine eskisine oranla daha kararlı yaklaşmaya başladı. Evren ısrarlı. Dile gelecek bir dil yaratacak. Bu yüzden iki ayağı el yapacak. (…) Kültür, ikinci doğa olarak birinci doğanın bağrında tutunmaya kararlı, çünkü evren illa da dile gelecek.”
Bu aşamada henüz “duygusal akıl” egemendir. “İçgüdüselliği aşan akıl”, yani “analitik akıl” henüz hakim değildir… Derken: “Analitik aklı yaratan evrenin bir şartı vardı, insan bu şartı unuttu. Kız kardeşini [duygusal akıl] –ki ondan çok çok eskiydi– asla terk etmeyecekti. Onun elini hiçbir koşulda bırakmayacaktı. Yoksa ikisi de kaybolacaktı. Ama analitik akıl kız kardeşini küçümsemeye başladı, aşağıladı. Hatta ne kadar azalırsa o kadar güçlü saydı kendini. İlkel gördü… En sonunda elini bıraktı. İkisi de kayboldu ve o günden beri evrenin dile gelme ısrarı olarak insan hep yarım ve sakat kaldı.”
Açıktır ki, bu mitsel dil karşısında, rasyonel sorular yöneltilemez. Mesela sorsak ki: Bu makalenin yazarı arkadaşımız, sonuçta senin benim gibi ölümlü bir özne olarak, “evrenin kendini dile getirme arzusu”na sahip olduğunu nasıl bilebiliyor? Böyle bir soru burada yersizdir. Böylelikle ama, rasyonel soruları baştan yersiz kılan mitsel dilin “üstünlüğü”nün farkına geçiyoruz: Hiçbir şekilde dogmatik olmayan bu dil; usa, başta çelişki olmak üzere kategorilere, rasyonel mantığa, doğru-yanlış kriterlerine vb. uymak zorunda değildir. Mitsel dil; “tarih”, “toplum” ve “insanı” “anlamlandırmak” isteyen özne için, tam bir “özgürlük” alanıdır. Ama göreceğimiz gibi, bu “özgürlük” aldatıcıdır.
Yukarıdaki sorumuzun yersiz olması, “anlam aktarımı”nı gerçekleştiren mitsel dil ile anlatılanların da anlamsız olduğu anlamına gelmemektedir. Somutlayalım: Nesne ve öznelerin bütünü, dahası her şeyi kapsayan “evrenin” bir özne tarafından özne yapılması, antropomorfist bir analojidir. Antropomorfizm ise, yani insan niteliklerinin başka bir varlığa (örneğin tanrıya, doğaya ya da bu durumda evrene) aktarılması, özellikle Yunan mitolojisinde karşılaştığımız bir analoji türüdür. Daha eski olan Sümer mitolojisinde ise, genellikle tersi geçerliydi, yani doğa nitelikleri insan ya da tanrılara aktarılırdı (Ekur Tapınağı’ndan “dünya gibi kalıcı, deniz gibi korkutucu” diye söz edilirdi. Tanrıça İnanna, “gök gibi yüksek, yer gibi geniş”tir. Birbiri ardından durmadan konuşmaya “sel gibi konuştu” denilirdi. Kahraman Lugalbanda Uruk’a bir an evvel gitmek için “bir alev gibi yükseleyim, bir şimşek gibi çakayım” derdi vb.)
Uygarlığın ilk çağlarında, esas olarak analojiye başvurulması anlaşılırdır, çünkü gelişme düzeyi bakımından bir yerde kaçınılmazdı. Dünyayı açıklamanın en eski biçimi olarak analoji, Yunan filozofu Anaxagoras’a göre, “gözlemlenir olmayanın gözlemlenir olan üzerinden görünür kılınması”dır. Süreç içerisinde ama, antropomorfist analojinin belirttiğimiz iki türünün yerini giderek konu odaklı analoji aldı. Bu analoji türünde ise, dışsal bir durum başka bir dışsal durum üzerinden açıklanmaya başlanır. Bu, başka şeylerle birlikte, analojiler üzerinden nesnel nedensellikleri fark etmenin ve böylece de bilimsel açıklamanın yolunu açmıştır. Ve hala bugün de analoji, doğru kullanıldığında, özellikle pozitivist kafanın ufuksuzluğunun ve ayrıca genel olarak karmaşık dolayım ve bağıntıların görünür kılınmasında etkin bir araçtır. Ama sorun burada, pozitivizmin yerini, antropomorfist analoji yoluyla sübjektif idealizmin almasındadır.
Şöyle ki: İnsan, doğanın (evrenin) bir parçasıdır. Gelgelelim insan, doğayı yalnızca kendi öznesi üzerinden deneyimlediğinden; kendisi, kendi türü ve evren hakkında düşündüğünde, yani refleksiyonda , bu basit gerçeği çok çabuk unutabilmektedir. Ve gerçekten de; her ne kadar pratikte, bilgisine ulaşılan nesnenin bilgiyi edinen özneye mesafesi ortadan kalkıp özne-nesne birliği gerçekleşiyorsa da, refleksiyonun kendisinin böyle bir “hilesi” söz konusudur.  İnsan, dünyanın bir parçası olmasına ve onun tarafından içerilmesine karşın, refleksiyon esnasında insan ile dünya arasındaki ilişki tersyüz olmaktadır: Dünya burada, insanın düşünmesinin muhtevasından ibarettir.
Oysa, insan-doğa ilişkisinin karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” (Holz) olmasıdır. İnsan (insan türü) açısından bu ilişki, emekte gerçekleşir. Özne, kendini (kendi emeğini) şeylerde ve şeyler aracılığıyla yansıtmaktadır. Kuşkusuz tersi de söylenebilir: doğa nesnesi, kendini (kendi maddiliğini) insanda ve çalışan insan aracılığıyla yansıtır. Yani; doğa, insan üzerinden de kendi kendisiyle ilişkidedir, yine emek üzerinden. Fakat bu ilişki de, insan-doğa ilişkisindeki yansıma ilişkisinin sadece bir momentidir. Yani ancak diğer momentin (insanın, “kendini şeylerde ve şeyler aracılığıyla ancak yansıtabileceği) varlığı koşullarında ve ancak onunla birlikte söz konusudur.”
Kuşkusuz, kendisiyle doğa arasındaki bir süreç olarak insanın emek üzerinden doğayla metabolizması, insanın doğa karşısında özel bir konumuna işaret eder –insanın doğaya müdahale etmesi, amacı doğrultusunda dönüştürmesi, doğadan ham bulduğunu işlemden geçirmesi ve bu etkinliği içerisinde kültürünü yaratması, yani doğal çevresini emekle değişime uğratması vb.. Ancak bu özel konumundan, insanın doğa karşısında otonom olduğu sonucu çıkartılamaz. Çünkü insan kendini doğanın dışına çıkartamaz. Marx’ın da vurguladığı gibi: “Doğası kendi dışında olmayan bir varlık doğal bir varlık değildir, doğanın varlığına katılmaz. Kendi dışında hiçbir nesne olmayan bir varlık, nesnel bir varlık değildir. Bir üçüncü varlık için kendisi nesne olmayan bir varlık, nesne olarak hiç bir varlığa sahip değildir, yani nesnel biçimde davranmaz, varlığı nesnel değildir.”
Öte yandan, insan-doğa ilişkisi karşılıklı ama, eşitler arası bir ilişki değildir. Doğa (evren), insandan bağımsız (objektif gerçeklik) olarak vardır. Dolayısıyla, insan (türünün) dilinin gelişmesinde (“evrenin kendini dile getirmesi”nde), insan türü üzerinden bu şekilde “özneleşen” evrenin nesnel evrenin yalnızca küçücük bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır.
Başka bir ifadeyle; evrenin son derece küçük bir parçasındaki bir gelişmenin “evrenin dile gelmesi” olarak açıklanması, sonuçta evren ile insan türünü özdeşleştirmektir. Ben ile, evren dile gelmiş oluyorsa, evren Ben’dir ve Ben evrenimdir! Bu özdeşleştirme ama, koyu bir sübjektif idealizmden başka bir şey değildir. “İnsan, ne Birçok’un tümdengelim noktası, ne de Tek’in indirgendiği nokta olabilir. Çünkü insanın kendisi, doğa yaratığı olarak, onu kapsayan bütünün bir parçasıdır.” (Holz)
Evet, insan-doğa ilişkisini özel bir ilişki olarak değerlendirebiliriz. Ama Leibniz’in söylediği anlamda; “dünyanın varlık tarzını karakterize eden genel doğal yansıma ilişkisinin oldukça özel bir hali” olarak! İnsanın bu “özel hal”ini unutmak, ya da tersinden genel doğal yansıma ilişkisinin dışında mutlaklaştırmak, insanı evrenin merkezine koyan eski ve bir o kadar da yanlış bir kurgu ve kuruntudur.
Ne ki, 80’li yılların “modernitediskurs”u (“dünyanın, insanın çabasının bir tasarımı olarak yorumlanması”), sosyalizmin tarihsel yenilgisinin belirginleşmesiyle birlikte yayılmış, ve bu kurgu ve kuruntu, işin sırrına “insanın özü ne?” sorusu (“insan nedir?”, “doğası nedir?” vb.) yanıtlanarak varılacağı iddiasını taşıyan felsefi antropolojiyle maalesef yeniden moda olabilmiştir. Ve şimdi de özel bir boyutuyla; “insanın özü”nü sorgulayıp bunu “ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz” diyen “yeni ideolojik paradigma”da karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

“İkinci Doğa” ve eseri “akıl”
Uzun alıntımızın başını hatırlayalım: “Evrenin dile gelme ısrarının, başka bir deyimle anlaşılma-farkına varılma isteminin en bariz örneği insanda gelişen akıldır. Akıl şüphesiz ki salt birinci doğanın ürünü olsaydı, diğer canlıları niteliksel olarak aşabilen bir seviyede insan gelişemezdi.”
Açıktır ki, özne, ancak nesnesi karşısında öznedir ya da nesne yoktur diyeceğiz. Ancak yukarda, sadece insan özne değil, evren de öznedir, öylesine ki “anlaşılma-farkına varılma istemi” içindedir. Görüldüğü gibi, bu ilişkide nesne yoktur.
Öte yandan; özne insan, özne evrenin bu istemini yerine getirmiştir. Neyle? “Akıl” ile! “Akıl” ki, evrenin “dile gelmesi”dir! Bu durumda Hegel haklıdır demeliyiz, üstelik en idealist iddiasıyla: dünya, tinin dışsallaşmasıdır! Besbelli ki, burada, genellikle de tanrıyla özdeşleştirilen bir “dünya ruhu”yla, teleolojik (erek bilimsel) bir etkinlik içerisinde olan o ünlü “yaratıcı doğa” ile yüz yüzeyiz.
Ama devam edelim. Bu “gelişen akıl”, “salt birinci doğanın ürünü” değil! Dolayısıyla, onun yaratımında başka bir doğa daha devreye girmiş olmalı. Bu doğadan başka doğa; “toplum”, “toplumsallık”, “kültürel toplum” olarak ifade edilen “ikinci doğa”dır. Bu “ikinci doğa”da ama insan, doğanın kendisinin bir nevi başkalaşma biçimi değil. İnsan, toplumsallığıyla adeta doğanın dışına çıkmıştır. Böyledir, çünkü insanın “aklı”, “salt birinci doğanın ürünü” olamayacak kadar başkadır. Söylenen, insanın; bir doğa yaratığı olarak, doğanın bir parçası olarak, kendi evrimi içinde başkalaşması, evriminin niteliksel bir değişime uğraması değil. Kısacası, doğadaki inorganik varlıktan bilince doğru gerçekleşen evrimin; maddenin hareket biçimlerindeki bir farklılaşma olması değil. Söylenen; insanın, “toplumsallığı”yla doğayı aşarak “ikinci bir doğa” oluşturmasıdır! Açıktır ki, bu “ikinci doğa”, bu şekliyle, bildiğimiz doğa kavramının doğasına aykırıdır.
Uzun sözün kısası; toplum, toplumsallık ve kültürden, bir metafor olarak “ikinci doğa” diye söz edilebilir. Ama mitsel dilin yapısı aracılığıyla, bu metafor; toplum ve kültürün doğadan-maddi ilişkilerden soyutlanmasının aracına dönüştürülemez. Zira, insansal ile insansal olmayan doğa arasındaki bağıntı ve karşıtlığın kendisi bir doğa bağıntısıdır; dolayısıyla insanın özel konumu da bu bağıntıdan soyutlanamaz.
Bir toplum teorisinin geliştirilmesinde; doğa ve onun diyalektiği oluşturucu temel olarak esas alınmadığında, sübjektivist idealist fikirlere kayılması işten bile değildir. Nitekim, “toplumu doğa olarak değerlendirmek bir paradigma yaklaşımıdır” tezinin savunulduğu “Demokratik Modernite”de, toplum ve toplumsal ilişkiler,“ikinci doğa” olarak, gerçek doğa ve onun maddi karşılıklı ilişkinliğinden sıyrılıp özerkleşebilmektedir. Bu özerklikte, doğa; toplum ve toplumsallıkta (yani insanlar arası sosyal, ekonomik ve politik ilişkilerde) kendi kendisinin nesnesi olmasının bir momenti olmaktan çıkartılmıştır. Ve toplum ve toplumsallık ondan özerk, ayrı ve bağımsız bir gerçekliğe (doğaya) dönüştürülmüştür. Toplum, “ikinci doğa” olarak, artık kendi kendinin nesnesidir. Zira denilmektedir ki: “İkinci doğanın”, “kendi kendini üretme, yürütme ve kendi kendine yeterli bir yapısı vardır.” Ve “kültürel toplum”; “kolay kolay sınıflaşmaya, değerlerin tek elde birikimine izin vermez… Kültürel toplum; tek-tek bireylerin toplamı olarak değil, kendi başına özerk, birey-üstü bir varlık ve anlam kazanma sürecinin kendisidir.”
İşte bu postulatlardan sonra, toplum ve toplumsal sorun ve çelişkiler artık; öznenin niteliklerine, kararına, tercihine, seçimine, ahlakına, yeteneğine, zekasına, iyi ya da kötü olmasına, anlamlandırıp anlamlandırmamasına, kısacası salt “akıl”a göre ele alınabilir hale gelir. Ve haliyle, bu postulatlardan yola çıkıldığında da, pozitivizmi mahkum etme çabası, ekonominin antropolojiye bağlanmasıyla sonuçlanır. Halbuki tersi doğru olmasına karşın: yani insanın “antropolojik özü” ekonomi ve onun ilişkilerinden ancak anlaşılabilir.
Hatırlayalım: Mit, zaman-öncesinden konuştuğundan, zamansal değildi. “Kültürel toplum” da, “kendi zamanı-ruhu olan”dır.  Mitsel düşünmede, mutlak nitelikler tözlerin yerine geçmekte, hatta töz gibi kavranmaktaydılar. “Yeni paradigma”da, nesnel koşullar ve süreçlerin karşısında insan türünün en ayırt edici niteliği “akıl” bu özelliği kazanır! Tanrılara yakıştırılan sıfatları hak edecek kadar muktedir olan “muhteşem insan aklı”, “evrensel gelişimin en yetkin halkası” olarak eylemdedir: “Her yönüyle belirlenme, herhangi bir aktivede bulunamama anlamına gelen nesne olma algısının tümden ortadan kalktığı bir zihinsel devrim süreci, pozitivist bilim anlayışının hakimiyetine rağmen gerçekleşmiştir.”
Bu nedenle zaten “Demokratik Modernite”de, Spinoza’nın “ANLAM ÖZGÜRLÜKTÜR” savı büyük harflerle yazılmaktadır. Bu nedenle, K. Janpes’in “özgürlük kendini hakikatin ışığında olgunlaştırmaktır” vurgusunun veya Öcalan’ın “Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz” hükmünün altı çizilmektedir.  Bundan ötürü “Demokratik Modernite”nin savunduğu “ahlaki ve politik toplum”; “Tarih felsefesinin ‘insan nedir?’ sorusuna, insanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinerek, insanın ne olabileceğini göstererek” yanıt vermektedir: “Buna göre insan, evrenin en zeki varlığı, evrensel tarihin özeti ve evrensel zekanın birikimidir. Ahlaki ve politik toplum burada da oluşmaz; evrenin nihai amacını sorgularken ‘Ben kimim?’ sorusunu ortaya atan ve buna ‘Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası yakını-uzağı olmayan zaman ve mekanım’ yanıtını verir.”
Ve “yeni ideolojik paradigma”, nesnel bir zemin ve gerçeklikte kurgulanmasına ve nihayetinde gerçekleşmek istemesine karşın, manifestosuyla birlikte bu zeminden kopup yükselişe geçer: “… biliyoruz ki, evrensel tarihin kendisi biziz. Evren ve tarih bizde gerçekleşmektedir. Biz anlamlaştıkça, ya da anlam yaratan pratikleşmelerin özneleri olma gücüne eriştikçe insansal ve evrensel hakikate kavuşacak, tahayyülünü kurduğumuz yeni yaşamımızın ve toplumsallığımızın temellerini atmış olacağız.”
Sanırız “yeni ideolojik paradigma”nın felsefesinin niteliği, sıfatlandırmayı gerektirmeyecek kadar nettir. Bu yönüyle ama “yeni ideolojik paradigma”, bir yerde, yağmurdan (pozitivizm-determinizm) kaçayım derken doluya (sübjektif idealizm) tutulmanın düşün dünyasındaki klasik paradigmalarından biridir sadece.
Gelinen nokta bakımından Feuerbach’ın şu uyarısını hatırlatmak yerinde olacaktır: “Felsefe kendisinden değil, kendi anti-tezinden, Felsefe-Olmayan ile başlamalıdır.”

*
Son bir hususa daha değinerek yazımızın bu birinci bölümünü noktalayalım. Bilindiği gibi, Hegel idealizminin aşılmasında Feuerbach’ın materyalist eleştirilerinin özel bir katkısı olmuştu (Marx’a göre Feuerbach, “eski felsefeyi hakiki olarak aşandı”). Fakat Marx ve Engels, Hegel’e dönük bu eleştirileri dikkate alırken, Hegel diyalektiğini bir tarafa atmadıkları gibi, Feuerbach materyalizmini eleştirmekten de geri durmadılar. Başka bir ifadeyle, Marksizm, sadece Alman idealizmi ve başta “hakiki sosyalistler”de cisimleşen çeşitli öznelci akımlarla boğuşmamıştır. Aynı zamanda kaba materyalizmle de mücadele etmiştir.
Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezleri”, kaba materyalizminin en özlü eleştirisini içerir. Der ki orada Marx: “Bugüne kadarki materyalizmin (Feuerbach’ınki de dahil) başlıca eksikliği; nesnenin, gerçekliğin, duyusallığın sadece objekt veya seyredalma  biçimi altında kavranmasıdır”. Oysa Marx’a göre; nesne, gerçeklik, duyusallık; “insansal duyusal faaliyet, praksis” olarak, “sübjektif olarak” kavranmalıdır. Ve devam eder: “Bu nedenle, faal taraf, materyalizme karşıt olarak, idealizm tarafından geliştirilmiş oldu.” (Elbette, idealizm bunu sadece soyut olarak geliştirmişti, yani kafa üstü durarak.)
Belirtelim ki, Marksizmi kaba materyalist bir temelde anlayan ya da kaba materyalizminin postulatları üzerinden Marksizmi mahkum etmeye çalışan akımların temel hatasını anlamak bakımından, Marx’ın Feuerbach materyalizmine getirdiği eleştiriler çok özel bir önem arz etmektedir.
Gördük ki, insan bir doğa varlığı olarak, kendini, hangi ad altında olursa olsun, doğanın dışına atamaz. İnsan; “tabiatı itibarıyla doğadır”, nesnel bir varlıktır, maddidir. Objektif gerçeklik, insandan bağımsız olarak vardır. İnsan-doğa ilişkisinin de karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Şeyler arasında sadece karşılıklı bir ilişki yoktur, bu ilişkinin niteliği de önemlidir. Marx; “Bir başka varlığın nesnesi olmayan bir varlık, demek ki, hiçbir nesnel varlığın var olmadığını varsayar. Ben bir nesneye sahip olur olmaz, o nesne de bana nesne olarak sahip olur” der.  Yani, insanın nesneyle ilişkisi, karşılıklı bir belirlenim ilişkisidir. O halde, insanın kendisi de, her varlık gibi, ancak kendi dışındaki bu objektif gerçeklikle bağıntısı temelinde ne ise, odur.
İnsan-doğa ilişkisinin bu nesnel yapısı karşısında, haliyle insanın çalışması, emeği, faaliyeti de kaçınılmaz olarak “nesnel faaliyet”tir, hatta bir tür “doğa gücü”dür. Bu durumda, bu somut belirlenmişlik içerisindeki insanın faaliyeti de, salt duyusal bir faaliyet (örneğin nesneleri salt algılayıcı bir pozisyonda) olamaz. Doğa, insanın karşısına sırf bir gözlem nesnesi ya da “düşünce şeyi” olarak çıkmamaktadır. Ve insan, refleksiyon esnasında da, yani doğayı düşüncesinin nesnesi yaptığında da doğanın dışında değildir. Özne olarak etkin olduğunda da, “nesne evrenin” dışında olmadığından, bu “arı etkinliğiyle” “nesne evrenine düşmüş” olmamaktadır. Özne olan da, esasta şunu bunu düşünmesi, belirlemesi ya da koyması değil, “kendi gerçek nesnel özsel güçleri”dir.
Öyleyse, refleksiyonda kendini adeta doğanın dışına çıkartan ve nesnelliği kendi öznesinin eseri olarak kavrayan sübjektivist öznenin bu etkinliğinin (örneğin teorik düşünmesinin ya da düşüncelerinin) nesnel kaynaklarına dikkat çekme; özneyi, madde karşısındaki bu pozisyonunda dondurup bırakmamalı; ikisinin arasındaki ilişkiyi, birbirinden izole olanların ilişkisi olarak kavramamalıdır. Tersine; gerek maddi varlıklar arasındaki etki ilişkisi ve gerekse öznelliğin kendisi maddeliğin bir momenti olarak kavranmalıdır. Marx’ın “nesnel faaliyet” kavramı, tam da nesnellik ile öznellik arasındaki bu çift yansımalı maddi bütünlüğü vurgular. Burada nesne, öznelliğin bir koşulu olarak, öznelliğe dahil olur ve orada gereksinim, amaç vb. olarak, öznelliğin itici gücüne dönüşür. Elbette, insanın bu maddi ilişki içerisinde kendi öz bilincine ulaşması, tefekkürde bulunabilmesi ve giderek birebir somut durumdan ayrı olarak, başta totalite, genel ve türe dair kategoriler olmak üzere, kavramlar oluşturması, bu öznel faaliyetinin diğer boyutunu teşkil etmektedir. Böylelikle, “amaç belirleme ve kavram oluşturma; öznenin nesneyi ve onunla ilişkisini yansıttığı bir ilişkinin ürünü haline gelir”.
Ama öznelliği dünyanın maddeliği içinde kavrayan bu tamamlayıcı adım atılmadığında, insan faaliyeti salt duyusal, gerçeklik de sanki bu gerçekliğin dışındaki bir öznenin salt gözlemlediği objekt olur. Faal özne, nesnelliğin belirli bir biçimi olmaktan çıkar. Ve nesnel kavranmayan bu faaliyette, özne-nesne birliği gerçekleşemez. Özne-nesne ayrımı, donup mutlaklaşır. Teori-pratik birliği ortadan kalkar; ve teori, pratiğin bir momenti olarak kavranamaz.
Bu durumda, Feuerbach’ın Hegel idealizmi karşısında sistem dağıtıcı argümanı olan “olgusal insan” ya da “insanın olgusallığı” tersine döner: Bir tarafta doğa, diğer tarafta insan vardır. Özne-nesne arasındaki çift yansıma burada ortadan kalktığından, bu insan için de nesne ya da gerçeklik, sadece dışındaki bir şey/şeyler olarak, “sadece objekt biçimi altında kavran”ır. Faaliyetine, salt faaliyet olarak bakılır. Ya da faaliyet, salt onun faaliyeti olur. Bu durumda emek, insanın faaliyetinden başka bir şey değildir! Ve emeğin bu şekilde kavranışı, ister istemez, insanı doğa karşısında otonom bir konuma yükseltir. Bu otonomluğuyla Feuerbach’ın “olgusal insan”ı, idealizmin sübjektivist öznesiyle benzeşir. Böylelikle, materyalist bir görünüm altında, özne-nesne bağıntısının sübjektivist yorumunun önü sonuna kadar açılmış olur.  Kaba materyalizm, idealist sübjektivizme evrilir.
Marx’ın Feuerbach eleştirisinin arka planında, diyalektik materyalizminin insan-doğa ilişkisinin belirtilen yapısına dair anlayışının durduğu açıktır. Belirtilenler, aynı şekilde, doğanın diyalektiğine dayanmaksızın toplumsal diyalektiğin de materyalistçe temellendirilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Diyalektik kavranmayan bir materyalizmin nasıl sübjektif idealizme götürdüğünün bir başka örneğini de “Demokratik Modernite”den verelim. Denilmektedir ki: “Tarih olarak toplum zeka düzeyini gerektirir. İnsan türünün zeka düzeyi toplumsallığını belirlemiştir. Toplumsallık da bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya, gelişmeye zorlamıştır.”
Bu satırlarda esasta üç öge var: İnsan türü, zeka düzeyi ve toplumsallık. Ve “insan türü” bağlamında, ikisi, yani “zeka düzeyi” ile “toplumsallık” arasındaki bir ilişkiden söz edilmektedir. Ama bu kavramların temel özelliği, soyut olmalarıdır. Örneğin masanın üzerindeki bilgisayar ya da yanan sigara gibi doğrudan işaret edilebilecek maddi şeyler değiller. Ancak, soyut olmalarına karşın, belirli maddi ilişkileri içeriyorlar. Nasıl ki köleliği masadaki bilgisayar gibi birebir işaret edememem köleliğin gerçekliğini ortadan kaldırmıyorsa, bu ögelerin de soyut oluşları, onların maddi bir ilişkiyi ifade ettiklerini ortadan kaldırmaz. Sorun, ama şu ki, onların karşılıksız olmadıklarını, dahası soyutluklarına karşın belirli maddi ilişkilerin ifadeleri olduklarını ortaya koyabilmem için onları somutlayabilmem lazım. Zira bilinir ki, maddi ilişkiler, tabiatları gereği, yansıma ilişkileridir. Fakat bunun için, bu üç ögenin “dışına” çıkmam lazım ki, yapılmayan da budur!
Alıntımızdaki “zeka düzeyi”, “insan türünün”dür. Toplumsallık? O da sonuçta “insan türünün” “toplumsallığı”dır. Yani, “insan türünün” bir özelliği (“zeka düzeyi”), başka bir özelliğini (“toplumsallığını”) belirliyor. (Elbette “zeka düzeyi” ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsanın dili ve zekasının ortaya çıkışı, insanın tabiatı gereği toplumsal bir yaratık olmasından kopuk değildir. Fakat vurgulanması gereken, insanın biyolojik, anatomik vb. özellikleriyle çıplak ve tehlikeli doğa koşulları arasındaki ilişkidir. Ve bilinen özellikleriyle bu ilişki içerisinde toplum olmasıdır. İnsan kendi doğasıyla doğanın bir parçasıdır, ve ancak bu ilişki temelinde kendi doğası söz konusudur. Bu temellerinden soyutlanmış olarak “zeka düzeyi” ile onun “toplumsallığı” ya da “toplumsallık” ile “zeka düzeyi” arasında bir ilişki kurmak, ister istemez totolojiye varır. Çünkü bu saptama, oluşturucu temellerinden yoksun olarak, kavramın kendi kendinin içine geri yansımasıdır sadece). Besbelli ki, burada “insan türünün” sadece bir iç ilişkisi söz konusu edilmektedir. Bununla birlikte, soyut ve hatta içerdikleri maddi ilişkiler bakımından kısmen örtüşen kavramların karşılıklı ilişkilerine hapsolmuş durumdayız.
Nitekim, insan türünden söz ettiğimiz vakit, toplumsallığı baştan kapsamışız demektir. Toplumsallık, insan türünün tür olmasının oluşturucu bir öğesidir. Yani, yukarıdaki cümleyi, “insan türünün zeka düzeyi türselliğini belirlemiştir” şeklinde değiştirdiğimizde dahi, ciddi bir anlam kaybına uğramayacaktır. (Tür ile toplumsallık aynı şey değildir denilebilir. Evet, ama, toplumsallık kavramı toplumun türsel bağıntısının altını çizer, yani toplumdan toplumsallık olarak söz etmek, tam da türsel bir özelliği temelinde toplumdan söz etmek demektir. Bir şeyin özünün bilgisi, o şeyin türsel belirlenimlerinin bilgisidir.)
Ama alıntıda, insan türünün bir özelliğinin (zeka düzeyi), başka bir özelliğine (toplumsallığına) bir şeyler kattığı, değişime uğrattığı, onu belirlediği söylenmektedir: ‘Zeka düzeyi belirliyor toplumsallığını, ama, toplumsallık da onu çalışmaya ve gelişmeye zorluyor’ deniliyor. Fakat “zeka düzeyi”, insan türünün bu iç ilişkisinde bir şeylerle (maddi kaynak olarak ne denirse densin) ilişkiye girmeden, söylenen rolü nasıl oynayabilmiştir ki? Ya da “toplumsallık”, nasıl ve neyle “bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya, gelişmeye zorlamıştır”? “Toplumsallık”, bir şeyde somutlaşmalı ki, maddi ilişki olarak insan zihniyetini gelişmeye, çalışmaya zorlasın. Ete kemiğe bürünmeden, bu soyutluğu içerisinde hiçbir şeyi hiçbir şeye zorlayamaz.
Ama alıntımızdaki saptamalar, böyle maddi dışsal bir zemini/ilişkiyi söz konusu dahi etmemektedir. Bu durumda, insan türünün bu soyut, otonom ve kendi kendine dönük ele alınışında, türün zeka düzeyine ilişkin bu saptamalar ancak şöyle okunabilir: ‘Kendi zeka düzeyi, kendini belirliyor. Kendi zekası, kendi düzeyini belirliyor. Zeka kendi kendini belirliyor. ‘Ya da: ‘Zeka düzeyi insan türünü belirliyor. İnsan türünün düzeyini zeka belirliyor. Zeka belirliyor!’
Açıktır ki bu, sübjektif idealizmin kendisidir!
Sonuç olarak; “Demokratik Modernite”deki yazılara sinen ve esasta Marksizmi determinist-kaba materyalist bir nesnelciliğe indirgeyen kavrayışla (“kaba materyalist ve olgucu-eril doğa ve toplum anlayışları”, “düz-çizgisel ilerlemeci tarih anlayışı”; “pozitivizmin girdaplarını aşamama”, “ekonomizmin iyi niyetli bir dillendiricisi” vb.), Marksizmin kendisinin, bunları eleştirmek ve mahkum etmek dışında, ne bir ilgisi ne de alakası vardır.
Ama gördüğümüz gibi, tersi alaka fazlasıyla söz konusudur. Kaldı ki, kaba materyalizmden sübjektif idealizme varmanın içsel bağıntılarının çarpıcı örneklerini, sorunlara antropolojik bir perspektiften bakan “insancıl sosyalizm” akımları hep sunmuştur ve hâlâ sunmaktadırlar (Ve bu bağlamda, “tüm yeni antropolojinin izinin”, gerisin geriye takip edildiğinde, “bir çıkış noktasına, Ludwig Feuerbach’ın felsefesine çıkması” bir rastlantı değildir).  Bu akımlar, Marx’ın gençlik El Yazmaları’nı tersyüz ederek, Marksizmi antropolojiye dönüştürmeye çalışırlar. Oysa antropolojik konular, Marksizmin ekonomi politiğinde asıl temellerini bulmuş ve onun tarafından gerçek bağıntılarıyla kapsanmıştır. Şimdilerde ise, Marksist ekonomi politik antropolojinin bir alt dalı derekesine düşürülmek istenmektedir…
Marksizme göre, “tarih, yalnızca öz bilinçli organizmaların gelişme süreci olarak doğanın tarihinden farklıdır.” (Engels)  İnsanın doğayla farklılığını öz bilinçle ifade eden Marksizm, nesnelliği kutsayan, öznesiz ve soyut bir determinizmi esas alan bir dünya görüşü değildir. Marksizm, öz bilinçli özneyi; nesne ve olgular karşısında edilgenliğe mahkum etmek şöyle dursun, ona “dünyayı değiştirmeyi” önermektedir. Bununla birlikte ama, insanın öz bilincinin ayakları yerden kesilip uçuşa geçmemeli; “tarihsel yaratık” olmasının onu doğa yaratığı olmaktan çıkarmadığını; refleksiyondaki “sınırsızlığı”nın sınırının pratik olduğunu; doğası bu olan öz bilinç olarak nesnel koşullar ve ilişkilerin, somut belirlenimlerin, doğa ve toplum yasalarının içinde hareket etmek durumunda olduğunu unutmamalıdır.
Akıl, bütün muhteşemliğine rağmen, yine de akli olmak zorundadır!

*
“Modernite” konusuna bu metinde değinmedik, zira bu sayıyla birlikte yayınladığımız “Karşı Aydınlanmanın Göstergesi” başlıklı çeviri metni bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.
İkinci bölümde, doğa ve nesnellik karşısında özerkleşen “ikinci doğa”nın kendi tabiatını (“ahlaki ve politik”!) ve bu tabiatıyla nelere muktedir olup olmadığını anlamaya çalışacağız.

Dipnotlar:

Ulusal ile sosyal sorunun bir aradalığındaki özgün deformasyon öylesinedir ki; ulusal sorunun doğası itibarıyla kapsayamayacağı sosyal sorunu fiilen kaplaması ve tersinden, sosyal sorunun aslında niteliği gereği kapsadığı ulusal sorunu henüz fiilen kaplama mecalinde olmamasıdır. Bu durumu karakterize eden, bu sorunların objektif konumuna ters orantılı bir siyasal güç dengesinin oluşmuş olmasıdır. Bu; Kürt ulusal hareketi dışındaki güçler arasında, bir süreliğine de olsa, ulusal sorunu önemsememe, sosyal sorunun çözümüyle birlikte kendiliğinden çözülebilecek bir sorun olarak değerlendirme eğilimlerine (oportünizm kaynaklı objektivist-determinist eğilimlere) olanak tanıdığı gibi; demokrasi mücadelesinde halihazırda en güçlü kesimi temsil eden Kürt ulusal hareketi saflarında da, daha kapsamlı sosyal sorunlara, kapsamı bunlara göre nispeten daha dar olan ulusal sorunun politik verileri ve gerçekliğinden bakma eğilimine (sübjektivist-indirgemeci eğilimlere) yol verebilmektedir.

İnsan, doğanın (evrenin) bir parçasıdır. Gelgelelim insan, doğayı yalnızca kendi öznesi üzerinden deneyimlediğinden; kendisi, kendi türü ve evren hakkında düşündüğünde, yani refleksiyonda, bu basit gerçeği çok çabuk unutabilmektedir. Ve gerçekten de; her ne kadar pratikte, bilgisine ulaşılan nesnenin bilgiyi edinen özneye mesafesi ortadan kalkıp özne-nesne birliği gerçekleşiyorsa da, refleksiyonun kendisinin böyle bir “hilesi” söz konusudur. İnsan, dünyanın bir parçası olmasına ve onun tarafından içerilmesine karşın, refleksiyon esnasında insan ile dünya arasındaki ilişki tersyüz olmaktadır: Dünya burada, insanın düşünmesinin muhtevasından ibarettir.

80’li yılların “modernitediskurs”u (“dünyanın, insanın çabasının bir tasarımı olarak yorumlanması”), sosyalizmin tarihsel yenilgisinin belirginleşmesiyle birlikte yayılmış, ve bu kurgu ve kuruntu, işin sırrına “insanın özü ne?” sorusu (“insan nedir?”, “doğası nedir?” vb.) yanıtlanarak varılacağı iddiasını taşıyan felsefi antropolojiyle maalesef yeniden moda olabilmiştir. Ve şimdi de “Demokratik Modernite”de özel bir boyutuyla; “insanın özü”nü sorgulayıp bunu “ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz” diyen “yeni ideolojik paradigma”da karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Mitsel düşünmede, mutlak nitelikler tözlerin yerine geçmekte, hatta töz gibi kavranmaktaydılar. “Yeni paradigma”da, nesnel koşullar ve süreçlerin karşısında insan türünün en ayırt edici niteliği “akıl” bu özelliği kazanır! Tanrılara yakıştırılan sıfatları hak edecek kadar muktedir olan “muhteşem insan aklı”, “evrensel gelişimin en yetkin halkası” olarak eylemdedir.
Bu nedenle zaten “Demokratik Modernite”de, Spinoza’nın “ANLAM ÖZGÜRLÜKTÜR” savı büyük harflerle yazılmaktadır. Bu nedenle, K. Janpes’in “özgürlük kendini hakikatin ışığında olgunlaştırmaktır” vurgusunun veya Öcalan’ın “Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz” hükmünün altı çizilmektedir. Bundan ötürü “Demokratik Modernite”nin savunduğu “ahlaki ve politik toplum”; “Tarih felsefesinin ‘insan nedir?’ sorusuna, insanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinerek, insanın ne olabileceğini göstererek” yanıt vermektedir.

Sanırız “yeni ideolojik paradigma”nın felsefesinin niteliği, sıfatlandırmayı gerektirmeyecek kadar nettir. Bu yönüyle ama “yeni ideolojik paradigma”, bir yerde, yağmurdan (pozitivizm-determinizm) kaçayım derken doluya (sübjektif idealizm) tutulmanın düşün dünyasındaki klasik paradigmalarından biridir sadece.

İnsan bir doğa varlığı olarak, kendini, hangi ad altında olursa olsun, doğanın dışına atamaz. İnsan; “tabiatı itibarıyla doğadır”, nesnel bir varlıktır, maddidir. Objektif gerçeklik, insandan bağımsız olarak vardır. İnsan-doğa ilişkisinin de karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Şeyler arasında sadece karşılıklı bir ilişki yoktur, bu ilişkinin niteliği de önemlidir. Marx; “Bir başka varlığın nesnesi olmayan bir varlık, demek ki, hiçbir nesnel varlığın var olmadığını varsayar. Ben bir nesneye sahip olur olmaz, o nesne de bana nesne olarak sahip olur” der. Yani, insanın nesneyle ilişkisi, karşılıklı bir belirlenim ilişkisidir. O halde, insanın kendisi de, her varlık gibi, ancak kendi dışındaki bu objektif gerçeklikle bağıntısı temelinde ne ise, odur.

Refleksiyonda kendini adeta doğanın dışına çıkartan ve nesnelliği kendi öznesinin eseri olarak kavrayan sübjektivist öznenin bu etkinliğinin (örneğin teorik düşünmesinin ya da düşüncelerinin) nesnel kaynaklarına dikkat çekme; özneyi, madde karşısındaki bu pozisyonunda dondurup bırakmamalı; ikisinin arasındaki ilişkiyi, birbirinden izole olanların ilişkisi olarak kavramamalıdır. Tersine; gerek maddi varlıklar arasındaki etki ilişkisi ve gerekse öznelliğin kendisi maddeliğin bir momenti olarak kavranmalıdır. Marx’ın “nesnel faaliyet” kavramı, tam da nesnellik ile öznellik arasındaki bu çift yansımalı maddi bütünlüğü vurgular. Burada nesne, öznelliğin bir koşulu olarak, öznelliğe dahil olur ve orada gereksinim, amaç vb. olarak, öznelliğin itici gücüne dönüşür. Elbette, insanın bu maddi ilişki içerisinde kendi öz bilincine ulaşması, tefekkürde bulunabilmesi ve giderek birebir somut durumdan ayrı olarak, başta totalite, genel ve türe dair kategoriler olmak üzere, kavramlar oluşturması, bu öznel faaliyetinin diğer boyutunu teşkil etmektedir. Böylelikle, “amaç belirleme ve kavram oluşturma; öznenin nesneyi ve onunla ilişkisini yansıttığı bir ilişkinin ürünü haline gelir”.

İnsan türünden söz ettiğimiz vakit, toplumsallığı baştan kapsamışız demektir. Toplumsallık, insan türünün tür olmasının oluşturucu bir öğesidir. Yani, yukarıdaki cümleyi, “insan türünün zeka düzeyi türselliğini belirlemiştir” şeklinde değiştirdiğimizde dahi, ciddi bir anlam kaybına uğramayacaktır. (Tür ile toplumsallık aynı şey değildir denilebilir. Evet, ama, toplumsallık kavramı toplumun türsel bağıntısının altını çizer, yani toplumdan toplumsallık olarak söz etmek, tam da türsel bir özelliği temelinde toplumdan söz etmek demektir. Bir şeyin özünün bilgisi, o şeyin türsel belirlenimlerinin bilgisidir.)

“Demokratik Modernite”deki yazılara sinen ve esasta Marksizmi determinist-kaba materyalist bir nesnelciliğe indirgeyen kavrayışla (“kaba materyalist ve olgucu-eril doğa ve toplum anlayışları”, “düz-çizgisel ilerlemeci tarih anlayışı”; “pozitivizmin girdaplarını aşamama”, “ekonomizmin iyi niyetli bir dillendiricisi” vb.), Marksizmin kendisinin, bunları eleştirmek ve mahkum etmek dışında, ne bir ilgisi ne de alakası vardır.

Kaba materyalizmden sübjektif idealizme varmanın içsel bağıntılarının çarpıcı örneklerini, sorunlara antropolojik bir perspektiften bakan “insancıl sosyalizm” akımları hep sunmuştur ve hâlâ sunmaktadırlar (Ve bu bağlamda, “tüm yeni antropolojinin izinin”, gerisin geriye takip edildiğinde, “bir çıkış noktasına, Ludwig Feuerbach’ın felsefesine çıkması” bir rastlantı değildir). Bu akımlar, Marx’ın gençlik El Yazmaları’nı tersyüz ederek, Marksizmi antropolojiye dönüştürmeye çalışırlar. Oysa antropolojik konular, Marksizmin ekonomi politiğinde asıl temellerini bulmuş ve onun tarafından gerçek bağıntılarıyla kapsanmıştır. Şimdilerde ise, Marksist ekonomi politik antropolojinin bir alt dalı derekesine düşürülmek istenmektedir.

İnsanın doğayla farklılığını öz bilinçle ifade eden Marksizm, nesnelliği kutsayan, öznesiz ve soyut bir determinizmi esas alan bir dünya görüşü değildir. Marksizm, öz bilinçli özneyi; nesne ve olgular karşısında edilgenliğe mahkum etmek şöyle dursun, ona “dünyayı değiştirmeyi” önermektedir. Bununla birlikte ama, insanın öz bilincinin ayakları yerden kesilip uçuşa geçmemeli; “tarihsel yaratık” olmasının onu doğa yaratığı olmaktan çıkarmadığını; refleksiyondaki “sınırsızlığı”nın sınırının pratik olduğunu; doğası bu olan öz bilinç olarak nesnel koşullar ve ilişkilerin, somut belirlenimlerin, doğa ve toplum yasalarının içinde hareket etmek durumunda olduğunu unutmamalıdır.

Hans Heinz Holz’un Anısına…

11 Aralık 2011’de yaşama veda eden ünlü Marksist filozof Hans Heinz Holz’un felsefe ve sanat alanındaki çalışmaları ülkemizde maalesef fazla bilinmiyor. Bunun ana nedeni, bu alandaki başlıca eserlerinin henüz Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır (Bu bakımdan Evrensel BasımYayın’ın Holz’un “Frankfurt Okulu’nun Eleştirisi”ne ilişkin bir çalışmasını yakında yayınlama kararı sevindiricidir kuşkusuz).
Hans Heinz geniş felsefi çalışmalarının en azından bir yönünü tamamlayarak aramızdan ayrıldı. Son eseri, 5 ciltlik “Diyalektik: Antik çağdan günümüze problem tarihi” idi. Vefatından yaklaşık dokuz ay önce, “Junge Welt” gazetesinin yaptığı bir röportajda, kendisinin felsefeye yönelişinin nedenlerini açıklarken, bir yerde izlediği felsefi hattın ipuçlarını da vermekteydi: “Politika, politik olaylara refleks olarak felsefe, Hegel, Lenin, Marx bilgisi ve Leibniz – işte bütün bunlar bir araya gelmekteydi o yıllarda. İlerideki tüm yaşamım boyunca çalışmalarımın gelişimini sağlayan bu felsefi malzemeydi. Eğer Leibniz’den, Hegel üzerinden Marx’a ve oradan Lenin’e kadar düz bir problem çizgisinin bulunduğu saptaması benim keşfim ise, işte bu keşfin, 1945-1948 yılları arasında yaşadığım ilk gençlik dönemimin hadiseleriyle bağlantısı vardır.”
Leibniz ve Hegel, onun felsefi çalışmalarında özel bir yer tutmaktaydı. Sözü geçen röportajda da vurguladığı gibi, “Hegel ve Lenin’in Hegel özetlemelerinin birlikte” okunmasını gerekli görmekteydi. “Her öğrencime dediğim gibi, Lenin’in, yani onun Felsefe Defterleri’nde Hegel’in eserlerine ilişkin notlarının yanı sıra okunduğunda, Hegel’i anlamak çok daha kolaylaşmaktadır.” “Bu sayede Hegel benim için asla idealizme götüren bir yol olmamıştır, tersine her defasında sadece reel bir diyalektiğe götürmüştür.” (Bu arada, sol adına piyasada Lenin’i felsefi bakımdan küçümseyenler hâlâ kalem oynatırken, dünyaca ünlü Marksist bir filozofun bu uyarısı oldukça anlamlıdır!)
Marx’ın da özel değer verdiği Leibniz ise, 1946 yılında, yani filozofun 300. doğum yıldönümü dolayısıyla Holz’un yaşamına girer. “Frankfurter Rundschau” gazetesinin genç bir yazarı olarak, ülkedeki Leibniz sunumlarını izlemek ve haber yazmakla görevlendirilir. “O zamanları Leibniz, yaşamım boyunca bana eşlik edecek bir düşünme itkisine dönüştü. Onu okurken anladım ki, moderniteye doğru asıl dönüşüm onda gerçekleşmekte… Tözlerin çekirdeği olarak Leibnizci monadı teşkil eden şey, onun töz olarak ne olduğu değil, onu o yapan asıl özelliği tüm dünyanın yansıması olması, yani özelliğini bağıntı ilişkisinde bulmasıdır. Böylelikle, klasik felsefeden diyalektik felsefeye geçişin tohumu atılmıştı aslında.”
Hans Heinz’ın felsefi ve ideolojik plandaki uğraşının bir başka özelliği de, İkinci Dünya Savaşı sonrasının bilinen ve öne çıkan birçok burjuva ve küçük burjuva akımlarıyla mücadeleyi de bir şekilde içermesidir. O, ideolojik bakımdan bu son derece yoğun ve çalkantılı dönemin canlı tanığı idi. Sartre’ın varoluşçuluğu, Frankfurt Okulu, 68 Hareketi’nin Yeni Solu, sivil toplumculuk, Avrupa Komünizmi vb., pek çoğuyla tartışma ve polemik içerisinde geçmiştir yaşamının bu dönemi. Ülkemizde bazı entelektüel ve politik çevrelerin sübjektivist teorileri yeni ya da yeniden keşfettikleri bir dönemde, Holz’un bu alandaki eserlerinin ayrı bir değerinin bulunduğunu belirtmek bile gereksizdir. Onun “Maceracı İsyan – Felsefede burjuva protesto hareketleri. Stirner-Nietzsche-Sartre-Marcuse-Yeni Sol” adlı kitabı bunun sadece bir örneğidir. Kuşkusuz önemli olanlarıyla uğraşmıştı. (bir özel sohbetimizde, Althusser ile ilgili bir çalışmasının olup olmadığına dair sorumuza, “onu yüzeysel bulmuştum, uğraşmaya değmiyordu” demişti!)
Kısaca, Hans Heinz Holz’un özelde felsefe ve genelde teori alanındaki eser ve uğraşının şu karakteristik özelliğinden söz edilebilir: Yaşadığı dönem, uluslararası işçi sınıfının önce alttan alta, sonrasında giderek açıktan peş peşe mevzi yitirdiği bir dönemdi. Ve modern revizyonizm hakim ideolojik akımdı işçi sınıfı saflarında. Kendisi revizyonist bir partinin üyesiydi. Fakat buna rağmen, gerek partisi içerisinde (örneğin Stalin’in çizgisini ve dönemini savunması), gerekse parti dışında esasta Marksist-Leninist bir çizgiyi savunmaya çalıştı. Eserleri bu bakımdan, Marksist teorinin sözü edilen dönemde uğradığı bozuşturma ve yüzeyselleştirmeyle büyük oranda bir tezat oluşturmaktadır. Hakim modern revizyonizmin pek çok tanınmış Marksist aydını yolundan saptırdığı bir süreçte, o, başta Kruşçev revizyonizmi olmak üzere, bu sapmalara karşı, şu ya da bu eksikliği içerse de, esasta direnmiştir. Onun felsefe ve teoriye ilişkin kitap ve yazılarını değerli kılan ve çok önemsediği genç aydın kuşağının gelecekte üzerinde eleştirel incelemede bulunmasını önemli kılan da, bu seviyeli direnişidir.
Almanya’nın önde gelen muhafazakar gazetesi “Franfurter Allgemeine Zeitung”da, Hans Heinz Holz’un vefatı üzerine yayınlanan bir makalede dikkate değer bir saptamada bulunulmaktaydı: “Partisi DKP Gorbaçov’un etkisi altında Lenin’i savunmada oldukça zorlanırken, Leninist Holz partisini savundu.”
Hiç şüphesiz, Hans Heinz için “partiyi savunma”, partisinde egemen olan revizyonizmi savunma değildi. O, Lenin’i, revizyonist bir parti içerisinde savunmakta olduğunun farkındaydı. Fakat, dünyaca ünlü ve kendi alanındaki yetkinliği dost ve düşmanca saygıyla kabul edilen bir aydın olarak, Hans Heinz, partili yaşamı komünist olmanın olmazsa olmazı olarak görmekteydi. Zira onun için parti, yanılgıya düştüğü anda bile, “tarihsel gerçeğin yeri” olmaktan çıkmamaktaydı!
“Tarihsel gerçek”, insanlığı kapitalist sömürüden kurtarma kudretine sahip yegane sınıfın işçi sınıfı olmasıdır. İşçi sınıfı partisi, bu “tarihsel gerçeğin” ideolojik, politik ve örgütsel cisimlenmesidir. Dolayısıyla, bu cisimlenmeyi dert edinmeyen, onun vuku bulması sürecinde sorumluluk üstlenmeyen bir aydın komünist olamazdı. Hiç şüphesiz, Hans Heinz, tüm eksikliklerine rağmen, müstesna bir komünist aydın ve işçi sınıfı militanıydı. Almanya’nın haftalık liberal sol gazetelerinden “Der Freitag”da denildiği gibi, “davasına sadık”tı!
Hans Heinz için, sözü edilen “tarihsel gerçek” karşısında tarihsel sorumluluk üstlenme, salt teorik çalışmada bulunmaktan ibaret bir husus değildi. Hastalığının el verdiği son ana kadar, Almanya’nın bir ucundan diğerine, ileri yaşına rağmen, koşturmaktan sakınmadı. Öyle ki, sevgili eşi Silvia, artık onu ondan korumak zorunda kalıyordu! Pratik koşuşturmada bulunma olanağını yitirdiği süreçte evinde yaptığımız pek çok görüşmede de bunu bizzat gözlemleyebiliyorduk. Oturmanın bile acı verdiği bir dönemde, o, görüşebilmek için özel ağrı kesiciler almaktaydı. Görüşmeyi yapabilmenin bedelinin iki gün takatten düşme ve daha fazla ağrı çekme olduğunu bilmesine rağmen.
Son dönem görüşmelerimizin ana teması, Almanya’da revizyonist parti geleneğinin ötesinde, Marksist bir işçi partisinin politik-ideolojik platformunu oluşturma idi. Aşağıda yayınladığımız makalesi, bu yönlü bir çalışmanın temel unsurlarından birisine (revizyonizm konusu) ilişkin ilk taslaktı. Maalesef, başta sağlık nedenleriyle bu çalışma ve onunla bağlantılı tartışma daha da ileriye götürülemedi…
Sevgili Hans Heinz, seni saygıyla anıyoruz!

Murat Belge; yaman bir “boşluk avcısı”!

Murat Belge, Eylül’ün başından beri, ‘Marksizm ve sosyalizm’, ‘antagonist çelişki’, ‘tarihi bir zorunluluk olarak devrim’, ‘devrimin öznesi proletarya’ vb. konularda oldukça enteresan bir yazı dizisi başlattı Taraf gazetesindeki köşesinde. Belge, kafası estikçe bu konulara ilişkin görüşlerini okurlarıyla paylaşıyor ve anlaşıldığı kadarıyla daha da devam edecek.
Elbette “dizi”yi ilginç kılan sadece bu zamansal serbestliği değil. Yazarının tarzı da dikkat çekici: Marksist teorinin pek karmaşık konu ve sorunları, neredeyse bir kahve sohbeti tadıyla anlatılıyor bu “dizi”de. Felsefe, ekonomi politik, politika, tarih… bunların hepsi, o köşeciğe sığıveriyor.
Dizinin zamansal rahatlığı yazarının tarzıyla birleştiğinde, ortaya çıkan sohbet de pek düzeyli (!) oluyor tabii. Bir örnek verelim: “Masa başına geçiyoruz, eldeki verilerle kurduğumuz ‘kapitalist toplum’ modeline bir daha bakıyoruz: her şey, devrimin ‘zorunlu’ olduğunu gösteriyor – ‘tarihi zorunluluk’! Pencereyi açıp dışarı, gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata bakıyoruz. Orada bir devrim hazırlığı görünmüyor. Niye böyle?
“Kapitalizmin kendi eliyle yaratacağı ‘mezar kazıcıları’ nerede? Yoksa kapitalizm başına gelecekleri sezip onları yaratmaktan mı vazgeçti? Yoo, işte, oradalar, işte proletarya. Ama belli ki proletarya dalga geçiyor! Bu durumun sorumlusu o! Yapması gerekeni yapmıyor.”
Belge kimle alay ediyor acaba? Proletarya ile mi, ona “mezar kazıcıları” misyonunu biçen Marksizmle mi yoksa buna “inanmış olarak” kendisiyle mi? Kime gülmek gerekir? Belge, sanki Marx ya da proletarya şu türden bir söz vermiş gibi fikir yürütüyor: “Sen, 2011’in Eylül’ünde camdan dışarıya baktığında ‘bir devrim hazırlığı’ göreceksin!”
Neticede zorunluluk, tarihlendirilmek suretiyle tarih dışına atılıyor. Bundan daha kolayı ne: Örneğin; sayın Belge ve ben, bir gün öleceğiz – “biyolojik zorunluluk”! Ama şimdi kalkıp, ‘insanın biyolojik’ modeli böyle buyurmasına rağmen, neden hala ölmediğini soracak ya da neden ölmediniz sayın Belge diyecek halde değilim!
Öyleyse?
Eylül 2011’de ‘pencereden dışarı baktığımızda’ “devrim hazırlığı görünmüyor”sa, suçu “tarihi zorunluluğa” atamayız. Zira bu, baştan yanlış bir yaklaşımdır. Bilmeliyiz ki, devrimin, belirli bir tarihe kadar ya da belirli bir tarihte vuku bulmayışından, onun tarihsel zorunluluğunun yadsınması sonucu çıkmaz. Neden? Çünkü bu olgu (devrimin olmamış olması), devrimin olamazlığıyla ilgili ne bir bilgi ne de bir kanıt sunar bize. Olmayışı, olabilirliğini yadsımaz ya da tersinden olamazlığının kanıtı değildir. Olabilirliği söz konusu olduğu sürece, olmamışlığa dayanan bir argümantasyon anlamsızdır.
Haliyle, tarihsel zorunluluğun yadsınması için, bu zorunluluğun teorik dayanaklarının yanlışlığı ya da geçersizliği kanıtlanması gerekir. Belirtelim ki, örneğini verdiğimiz türden anlamsız espiriler içerse de, “dizi”nin asıl amacı budur. Belge, son dönemde uluslararası planda cereyan eden olaylara (büyük ekonomik kriz, Arap Dünyası’nda ayaklanmalar, gençlik eylemleri, gelişen sosyal öfke ve protestolar vb.) bakıyor ve “önemli gelişmeler”in gerçekleştiğini görüyor. Ne yazık ki, onun tabiriyle “kriz avcılığı” yapan “sol”un hali içler acısı; proletaryadan da tık yok! Bu durum nasıl açıklanabilir diye soruyor ve bir şekilde bu basiretsizliğin, etkisizliğin gerisinde Marksist teorinin pek çok “boşluklar”ının olduğu sonucuna varıyor.
Peki Belge, “dizi”sinin bu muradına erişebiliyor mu? Marksist teorinin varlığını iddia ettiği “boşlukları” temellendirebiliyor mu? Yoksa kendi “boşlukları”nı mı açığa vuruyor?

EPEY ÜST NOKTALARDA!
Evet, devrim bir türlü olamıyorduysa, Belge için sorulacak soru da belliydi: “İyi, peki de, senin bu teorin doğruysa niye devrim olmuyor? Devrim bir türlü olamadığına göre teorin neye göre doğru?”.  Öyleyse, ne kadar ürkütücü olursa olsun, bakalım şu “boşluklara”.
Bir kere Marx, “Hegel’den aldığı ‘çelişki’ kavramını hayatın tamamını açıklayan bir olgu olarak işledi. … kapitalizmi incelerken de bu kavramı işin içine sokmaması mümkün değildi (çelişki kavramını işin içine sokmak! Harikulade! – A.C.). Marx, kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı olduğunu düşündü ve yazdı.”
Yanlış mıydı? Aslında değildi: “… epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde konuşuyoruz ve bu soyutluk derecesinde Marx’ın bu tespitinin doğru olduğunu düşünüyorum.”  Ama! “Ancak, gene somut tarihe baktığımızda, oradaki somut akışın Marx’ın bu tespitlerine pek fazla uymadığını da görüyoruz.
Demek tespit, çok çok soyut anlamda doğruydu da, lakin tarihin bu tespiti pek ırgaladığı yoktu! Nitekim: “‘İçsel çelişki’ tesbiti doğruysa, kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında bir orantı olmalı; dolayısıyla, Marx’ın kendisinin inandığı gibi, sistemin çöküşü, en fazla gelişip olgunlaştığı yerde, Britanya’da, Amerika’da, Almanya’da, böyle bir ‘ileri kapitalist’ zeminde gerçekleşmeli.”  Ama böyle olmadı: “İlk büyük devrimin Rusya’da gerçekleşmesinde kapitalizmin iç çelişkilerinden önce savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu.”
“Çelişki kavramı” üzerine saptamalar bitmedi. Ancak, devam etmeden önce; Belge’nin, Ekim Devrimi’nin Marksizmin “içsel çelişki tespiti”yle alakasızlığına dair görüşünü biraz daha yakından irdelememiz gerekecek. Zira bu görüş, piyasada Marksizmin “bir bileni” olarak dolaşıp, bazıların Marksizmle ilgili vülger yorumlarını yere vurarak tutturulagelinen düzeyin de asıl gerçekliğini gösteriyor bize.
Burada, Marx’ın beklentisinin olduğu kadar, Rusya’daki devrime Marksist bir işçi partisinin önderlik yapmış olmasının da bir önemi yok; çünkü gördük ki, Belge’nin eleştirisi teorinin özüne ilişkin. Yani, “kapitalizmin kendi içinde barındırdığı çelişkilerin onun kendi mezar kazıcısı” olması ve bu suretle de devrimin tarihsel bir zorunluluk olması konusuna dairdir. Ona göre, Ekim Devrimi, Marx’ın belirtilen “içsel çelişki” tezinin bir doğrulanması değildir…
Murat beyin yukarıdaki görüşünün o pek eleştirdiği vülger görüşlerden çok da farklı olmadığını göstermeye şu iki hatırlatma yetecektir:
Birincisi; Marx, ekonomi politiğin eleştirisiyle ilgili yaptığı tüm plan tasarılarında “dünya pazarı”nı en son işlenecek madde olarak sıralar. Neden acaba?
Bunun nedeni, Marx’ın, ekonomi politiğin eleştirisinde benimsenmesi gerektiğini düşündüğü yöntemin soyuttan somuta olmasıdır. Dünya pazarı, bu anlamıyla, kapitalist ekonominin ve ilişkilerinin nihai somutlanış halidir. Bu demektir ki, dünya pazarı teşekkül ettikten ve kapitalizm bir dünya ekonomik sistemi olarak şekil aldıktan sonra, şu ya da bu kapitalist ülkenin gerçekliği (ekonomisinin durumundan, sınıfların ilişkilerine kadar ve haliyle toplumsal çelişkilere de) dünya pazarı olgusu ve tüm kapitalist sınıf ve devletlerin bu pazar ve nüfuz alanları uğruna birbirleriyle girdikleri kıyasıya rekabet ilişkilerinden soyutlanarak ele alınamaz. Alınırsa ne olur? Bu totalite (Taha Akyol gibi “totaliter rejim” uzmanların bir türlü göremediği bu asıl totalite) gözardı edilirse, tekildeki bütün görülemez ve bütün görülemediğinden tekil de asla doğru değerlendirilemez.
Örneğin ABD ekonomisinin somut durumunu ancak dünya ekonomisine bakarak, onun burada teşkil ettiği yer ve bu yerin ona sunduğu ya da sunmadığı olanaklar üzerinden anlayabiliriz.
Başka bir deyişle: Belge’nin sözünü ettiği “orantı”; onun yaptığı gibi, bir kapitalist ülkeyi (bu en ilerisi olsa dahi) kendi başına alıp “içsel çelişki”sini kendi gelişkinliğiyle kıyaslayarak kavranılamaz. Kapitalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının parçasıdırlar; daha ileri kapitalist ülkeler ise çok daha ileriden etkin parçasıdırlar. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskinleşme derecesi ve bu çelişkinin yıkıcılığının kapitalizmin gelişkinliğiyle “orantısı”, özellikle de dünya pazarı ve uluslararası rekabet koşullanması ve dolayımından soyutlanarak somutlandırılamaz.
“Çok soyut anlamda doğru” denilen tespiti tarihin doğrulamadığını iddia etmeden önce, şunu dikkate almak gerekirdi: İlişkiler ve belirlenimleri, ancak soyutlamayla ifade edilebilirler. Bu soyutlamalar ama, soyutlamadaki rafineliğiyle tarihin “somut akışı”nda görülmezler. Soyutlamada ifade edilen çelişkiler, gerçek hayatta pek çok keskinleştirici ya da yumuşatıcı faktör ve eğilimlerle dolayımlanarak somutlanır. Yasalar da, zaten, eğilimler olarak, karşıt eğilimleriyle birlikte kendilerini hissettirirler. Belge, ya bu zahmete katlanmıyor ya da böyle bir kavrayıştan yoksun. Bu sorumsuzluğu ya da eksikliği nedeniyle de, bizzat dünya pazarı, uluslararası rekabet ve sınıf mücadelelerinin uluslararası dolayımlarının, o sözünü ettiği “orantı”yı, en orantılı zemininde bile “orantısız”laştırabildiğini görmüyor. Görünen o ki, Marx’ın “Kapital”indeki diyalektiği de anlamamış. Lenin’in bu konudaki uyarısını ciddiye almasını tavsiye ederiz: “Hegel’in Mantık’ının tümü iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın, Marx’ın ‘Kapital’ini anlamak olanaksızdır.”
Gelelim dikkate alınması gereken ikinci hususa. Birinci hususta belirttiklerimiz, sözü edilen orantının yalnızca pozitif yanıydı. Pozitif, çünkü ileri kapitalist ülkeler bakımından, konumları gereği (yüksek sermaye birikimi, devasa tekeller, ileri teknoloji vb.) onların elini güçlendiren bu koşullanma ve dolayımlar, üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin içinde hareket ettiği biçimin koşullarını sunmaktadır. Böylelikle bu çelişki elbette bu ülkelerde ne ortadan kalkmış ne de antagonist niteliğini yitirmiş olur. Ama, “olgunlaştığı yerde” kapitalist kabuğu atmaksızın, içinde bir süreliğine de olsa hareket edebildiği bir biçime kavuşabilmektedir.
Bununla birlikte, çelişkinin içinde hareket edebildiği bu biçimi bulabilmesinden de doğan sonuçlar vardır. Ya da şöyle de ifade edebiliriz; işin, pozitif yanının varlığı itibarıyla koyulmuş bir de negatif yanı bulunmaktadır. İşte, bunun negatif yanının en yalın ifadesi de, bu durumda, Ekim Devrimi’dir.
Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin “bir ülkede çatışmalara yol açması için, o ülkenin kendisinde uç noktada olması gerekmez” der ve hemen eklerler: “Sınai bakımdan gelişkin ülkelerle geniş uluslararası alış veriş nedeniyle ortaya çıkan rekabet, daha az gelişkin sanayiye sahip ülkelerde de benzer bir çelişkinin meydana gelmesine yeter.”
Bu alıntı neyi kanıtlamaktadır? Birincisi, Marx ve Engels’in, belirtilen çelişkinin yıkıcılığı “orantı”sına Belge gibi mekanik bakmadıklarını. İkincisi, bu çelişkinin, uluslararası rekabet (dünya ticareti ve ekonomisi) dolayımları üzerinden nispeten geri kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığını. Ve üçüncüsü, bu ilişki ve dolayımlar nedeniyle, bu çelişkinin geri ülkelerde çatışmalara yol açabilmesi için o ülkelerde de en uç noktada olması gerekmediğini.
Unutmamak gerekir ki, Marx ve Engels bu saptamaları 1845-46 yıllarında yapıyorlar. Ve bilindiği gibi, onların burada, şu veya bu tekil örnekten derin bir analiz yeteneğiyle saptadıkları ve bir yönüyle de önceledikleri gelişme, tekelci kapitalizmin (emperyalizmin) ortaya çıkmasıyla çok daha geniş ve derin boyutlar kazanır. Lenin’in emperyalizm tahlillerinde de vurgulandığı gibi, tek tek ulusal ekonomiler, artık dünya ekonomisi olarak, “yekpare bir zincirin halkalarına dönüşür”ler.
Gelgelelim, Belge bey tam da bu noktada, meselenin doğasındaki bu bütünlüğü basit bir hinlikle yok sayıyor. Oysa, biliyor olmalıdır ki, yok saymakla meseleler çözülmez, olsa olsa mesele edilmez! Çözmek amacıyla mesele edip soralım o zaman: İnsanlığın tanık olduğu ilk büyük ve o zamana kadarki en yıkıcı emperyalist paylaşım savaşı; dünya pazarı ve bu pazarlarda nüfuz sahibi olma mücadelelerinden soyutlanabilir mi? Bu mücadele ve kapışmalar, tersinden, emperyalist ülkeler açısından pazar sorununun ne denli yakıcı bir hal aldığının ifadesi değil mi? Emperyalist dünya savaşları, şu veya bu sorumsuz siyasetçinin ya da bir delinin keyfiyetinin eseri olmasa gerek.
Devam edelim: Paylaşım savaşının, politikanın başka biçimlerle sürdürülmesi olarak kendisini adeta dayatması, bu savaşı kışkırtan ve başını çeken emperyalist ülkelerdeki kapitalizmin iç çelişkilerinden soyutlanabilir mi? Bu savaşın bir dünya savaşı olarak gündeme gelmesi, kapitalizmin genel bunalımının bariz bir dışavurumu değil mi? Bu durumda, Belge’nin Rusya’daki devrimde, “savaş ortamının getirdiği, dolayısıyla ‘konjonktürel’ dediğimiz türden olgular belirleyici oldu” savı, tam tersini doğrulamıyor mu? Emperyalist savaş, “kapitalizmin iç çelişkilerin”den soyutlanamıyorsa, bu savaşın getirdiği “konjonktürel” ortam da, Rusya’nın da parçası olduğu kapitalist sistemin çelişkilerinden soyutlanamaz.
“Kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında” Belge’nin bulamadığı “orantı”nın göstergeleri sadece savaşla da sınırlı değil: Rusya, ileri olmasa da, kapitalist bir ülke idi. İşçilerin belli başlı sanayi havzalarında ve şirketlerde yoğunlaşması bakımından Avrupa’nın birçok sanayi ülkesini geçmekteydi. O yıllarda dünyanın en çok yabancı sermaye yatırımlarını çeken ülkelerin başında gelmekteydi. Bu olguların anlamı şuydu ki, geneli itibarıyla ileri bir kapitalist ülke olmasa da, Rusya’da emek ile sermaye arasındaki çelişkinin devrimci bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını olanaklı kılacak düzeye kadar keskinleşmesinin tüm koşulları mevcuttu. Ve nitekim bu hareket ortaya çıkmakla da kalmadı; Bolşeviklerin liderliğinde partileşti ve sosyalist bir devrimi gerçekleştirdi!
Kısacası; “kapitalizmin gelişkinliği ile çelişkinin yıkıcılığı arasında”ki orantının, kendisini; “orantılı olması gereken” zeminde “orantısız” ve “orantısız olması gereken” yerde “orantılı” göstermesi “fenomeni”ni anlayabilmek için; kapitalizmin bir dünya sistemi olduğunu, bu evrensel doğası itibarıyla “içsel çelişkileri”ni de (sermaye ihracı, doğrudan yatırımlar, uluslararası işbölümü, krizler vb. yoldan) dolaylı olarak evrenselleştirdiğini göz önünde tutmak gerekir. Buradan bakıldığında görülecektir ki, gelişkinlikle çelişkinin yıkıcılığının bir taraftaki “orantı”sızlığı; diğer taraftaki çelişkinin yıkıcılığını nispi gelişmemişliğe hiç de “orantı”lı olmayan bir yoğunlukta geliştirmektedir.

ÇELİŞKİNİN YIKICILIĞI!
Belge’nin “içsel çelişki” ve “orantı” konusundaki yüzeyselliği neyle açıklanabilir? Bunun için çelişki meselesine biraz daha yakından bakmalıyız.
“Bilim ve Utopya” başlıklı makalesinde , yazarımız, “önce ‘çelişki’, sonra da ‘proletarya’ kavramlarının bilimsel olmayan, dilek ve beklentilerimizi yansıtan tanımlar edindi”ğini ileri sürer.
Peki, nedir çelişkinin bilimsel tanımı? Ya da daha kestirmeden soralım; çelişki nedir? “‘Çelişki’ dediğimiz şey son analizde bir kavram. Yani bizim, dünyayı daha iyi anlamak için zihnimizde kurduğumuz bir şey. Burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.”  Ve aynı makalenin sonunda: “… zaten, ‘çelişki’nin dahi onu şöyle ya da böyle, antagonist ya da ‘mülayim’ yapan bir özü yok.”
Lafı dolandırmadan buradaki “bilimsel”liğin sırrını hemen açıklayalım: Şu bu, “son analizde” şöyle ya da böyledir! Belge, bu söylemiyle muazzam bir şeyi başarıyor; nesnel ilişkilerin kavramlarıyla bu ilişkilerin kendisini yadsıyor. Öyle ya; eğer “çelişki” son analizde “bir kavram” ise, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne” durmuyordur!
İşin ilginç yanı ama şu ki, bu “son analizde” söylenen şeyler, tam da “son analizde” değilken doğrudurlar, ya da tersinden; tam da “son analizde” yanlıştırlar! Denilebilir ki şimdi, “çelişki” dediğimiz şey, “bir kavram” değil midir?! “Antagonizm”, “gene bir soyutlama” değil mi?! Bir anlamıyla “evet” ama,  tam da “son analizde” değil! Örneğin, “köpek kavramı havlamaz” denilir. İyi de, bu böyledir diye, köpek de “son analizde” havlamamamızlık etmez herhalde!
Çelişkinin özü yok! İllahi Belge, bu savınız doğru olsaydı, birçok yüzeysel fikrinize referans aldığınız “dünyadaki değişim” vakası söz konusu olabilir miydi hiç? Çelişkinin özsüz, “son analizde” salt kavramsal varlığı, her türlü hareketin olanaksızlığı demektir. Çünkü, “çelişki her türlü hareketin ve canlılığın kökeni”dir.
Hatta daha ileri gidip şunu bile iddia edebiliriz: Çelişki son analizde özsüz bir kavram olsaydı, son analizde soyun kendisini sürdürmesinin ürünü olan Murat beyin kendisi bile olmazdı! Yoksa Murat Belge son analizde salt bir isim, soyadı ve köşe fotoğrafından mı ibaret?!
Kendisiyle böylesi “mülayim” özlü çelişkilere düşen yazarımız, adı geçen makalede , Lenin’in, “çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” dediğine dikkat çekiyor. Niye bu referans? Burjuvazi ile proletarya “çelişkisi”nin antagonist olmadığını iddia etmek için: “‘Uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’, geri kalandan ve uluslararası konjonktürden izole edilmiş, arenaya atılmış iki gladyatör gibi karşı karşıya duran bir Burjuvazi ile bir Proletarya’nın arasındaki ilişki ile değil, bütün bu yumağın içinde hareket halinde olan eğilimler, mücadeleler, konuşlanmalar sonucunda biçimleniyor.”  Duruma, konjonktüre göre yani. Bilim ya bu, öyle katı dogmalarla konuşmuyor!
Açıkçası, Belge’nin antagonist çelişkiyi reddetmek üzere tam da Lenin’i referans göstermesi, tek kelimeyle gülünçtür. Bırakalım Lenin’in birçok yerde “burjuvazi ve proletarya antagonizması”ndan söz etmiş olmasını; yaptığı alıntı neyi ispatlamaktadır? “Çelişki ile antagonizm aynı şey değildir” saptaması, bir kere baştan, çelişki ve antagonizmin farklı şeyler olduğunu içermektedir. Aynı olsalardı, onlarla ilgili “aynı şey değildir” diyemezdik. Başka bir deyişle, bu saptamayla Belge, antagonizmin kendisini kabul etmiş olmaktadır. Antagonizm kabul edildiği vakit, antagonist çelişki de kabul edilmiş olunur, çünkü her çelişki antagonist olmaz ama, çelişki içermeyen antagonizm hiç olmaz! O halde, antagonist çelişkiyi reddetmek için çelişkinin kendisi reddedilmelidir. İşte Belge’ye ‘çelişki son analizde bir kavramdır’ dedirten tam da bu zorunluluktur!
Diyor ki Murat Belge, “burjuvazi ile proletarya arasında ‘çelişki’ diye bir nesne durup onları birbirlerinden uzağa itmiyor.” Bu cümle doğru mu? Evet, “doğru”, ama tam da Belge’nin telkin ettiği fikri (bu ilişkideki antagonizmayı reddetmesini) yanlışlayan anlamda doğrudur! Neden? Çünkü, burjuvazi ve proletarya, ancak karşıtıyla kendileridir. Burjuvazi, proletarya olmadan var olamaz; burjuvazi olarak varlığı, karşıtının, yani proletaryanın varlığına bağlıdır. Proletarya da, burjuvazi olmadan var olamaz; proletarya olarak varlığı, karşıtının, yani burjuvazinin varlığına bağlıdır. Bu ilişkide, birbirini, birbirinin karşıtı olarak koyan ve bu doğası itibarıyla uzlaşmaz olan bir karşıtlık söz konusudur. Bu nedenle, ikisinin arasında bir çelişki olduğunu söylemek de yetmez. Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, asıl “sorun, onlardan her birinin bu karşıtlık içinde hangi belirli yeri tuttuğunu bilmektir.” Burjuvazi; kendisini, ve böylelikle karşıtını muhafaza ederek varoluşunu sürdürmek zorundadır. O, bu nedenle, bu karşıtlığın “olumlu yanıdır.” Proletarya ise, tersine; “proletarya olarak, kendi kendini kaldırmak ve böylece bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtını, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır.” Proletarya, karşıtlığın “olumsuz yönü”dür. Bu karşıtlığın içinde, “demek ki özel mülkiyet sahibi tutucu partidir, proletarya ise yıkıcı parti.” Karşıtlığı “koruyup sürdüren etkinlik birinciden, yıkıp yokeden etki ise ikinciden kaynaklanır.”
Bir şey, kendi karşıtıyla koyulmuş ise, o şey kendi kendisiyle çelişkide demektir. Dolayısıyla, çelişki, burada bir nesne gibi onların arasında durmuyor, ama bu karşıtlığın kendi içinde yatılı, içkindir zaten.
Fakat bu antagonizm, sadece “epey üst noktalarda bir ‘soyutlama düzeyi’nde” karşımıza çıkmaz. “Pencereyi açıp dışarı”, “gerçek hayata” baktığımızda da görürüz kendisini. Örneğin Alman ekonomisi dünya ihracat şampiyonu olurken, aynı zamanda Batı Avrupa ülkeleri arasında “Hartz IV reformu”yla emek gücünün fiyatını en çok düşüren ülke unvanını kazanmıştır. Hartz IV ve ihracat şampiyonluğu birbirleriyle alakasız değildir sadece, aralarında nedensel bir ilişki de vardır. Bu nedensel ilişkinin gerisinde ise, kapitalist ekonominin belirli yasaları durmaktadır. Aynı şekilde, son derece yüksek sınai üretkenliği ile iş sürelerin milyonlarca işsize rağmen uzatılması arasında da nedensel bir ilişki vardır. Peki, işçiler bir sınıf olarak mücadele edip sermayenin bu saldırısını geri püskürtebilir mi? Evet püskürtebilir; ücretlerin artırılmasını ve iş sürelerin kısaltılmasını sağlayabilirler. Ancak, ne kadar hayati ve devrimci bir işçi hareketin gelişmesinin önkoşulları  açısından elzem olsalar da, bu tür mevzi zaferler dahi, sermaye ve ücretli emek ilişkisinde içkin ve bu örneklerimizde de etkin olan antagonist çelişkileri (örneğin gerekli emek zamanının kısaltılması koşuluyla artı-emek zamanının artırılabilmesi çelişkisini vb.) ortadan kaldırmaz.
Bu çelişkiler mücadeleye yol açmaktadır; mücadeleye ise çelişkilerin antagonist doğası hakkında doğru bir bilinç yön vermedikçe, en iyi durumda kısmi zaferler elde edilir. Kısmi zaferler, ama, çelişkinin kendisinin henüz (bu çelişkiyi kökten kaldırma amaçlı bir işçi hareketinin de kısmi zaferleri olabilir) ortadan kaldırılması anlamına gelmediklerinden, sermaye, ilk fırsatta, kaybettiğini geri almak için can atar. Bu can atış, ortadan kalkmamış olan çelişkinin de “can atışı”dır! Nitekim, Alman sermayesi de Alman işçilerinin 35 saatlik iş haftası kazanımını pratikte geçersiz kılmıştır; 20 yıl öncesinin ücret kazanımlarını da yok ettiği gibi.
Kısacası, hiçbir oportünizm fayda etmez: Burjuvazi ve proletarya karşıtlığı, doğası gereği uzlaşmaz, antagonisttir! Ve bu karşıtlığın doğası böyle olduğundan, ikisinin teşkil ettiği karşıtlığın “‘uzlaşmazlık’ veya onun tersi, ‘uzlaşabilirlik’” olup olmadığı; dünyanın hali, “uluslararası konjonktür” vb. şeyler “sonucunda biçimlen”mez. “Yumağın içinde” sözü edilen şeylerin tek önemi, bu karşıtlığın uzlaşmazlığını değil ama, bu uzlaşmaz karşıtlığın kendisini ortaya koyuş biçimi ve yoğunluğunu etkilemesidir; iki sınıfın arasındaki güç dengesinin ve mücadelelerin gidişatının verilerini sunmasıdır…
Toparlayalım: Belge’nin bu konudaki bariz yanlışı, çelişkiyi şeylere içkin kavramamasıdır. Ona göre çelişki, dıştan, refleksiyonla işin içine sokulan bir kavramdır salt. İlişkiler, bağıntılar, haliyle ancak soyutlamayla ‘ide’lerde ifade edilebildiği için; soyutlamada bulunan kişinin, bu soyutlama esnasında oluşturduğu veya kullandığı kavramları, aslında sadece teorik ifadesi oldukları maddi ilişkilerin yerine geçirmesi pek “mantıki” ve “akla yatkın” görünür. Elbette, bu yanılsamaya kapılan açısından çelişki, sadece onun öznel refleksiyonun bir eseri olarak belirir. Ve iş artık bu tür teorisyenlerin keyfine kalır; ilişkilendirme ve kıyaslamayla çelişkiyi “işin içine” sokar ya da sokmaz!
Bu tek boyutlu kavrayış; entelektüel top çevirme ve keyfiyetin de kaynağıdır. Şeylerin öz hareketi, içkinliği, belirli koyulmuşluğu ve koyulmuş belirliliği yoktur bu anlayışta. Bu zihniyet sahiplerini tutan bir nesnellik olmadığından, tutarsızlığı tutturur, tutarlılığı da tutmazlar!

ZORUNLULUK OLARAK DEVRİM

Tabii, insanın felsefesi bu olunca, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” sonucu da gayet mantıkidir. Devrim de, elde tüfek siyasi iktidarı ele geçirmek değildir, zira siyasi iktidar, “her türlü el değiştirebilir ama hiçbir devrim de olmaz. Devrim, son analizde, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde gerçekleşecek olan dönüşümdür.”
Artık bıkkınlık veren aynı mantık/yöntem: ‘Devrim son analizde toplumsal değişim ve dönüşümdür. Bu değilse, iktidarın el değiştirmesinin ne önemi var’?! Bu kavrayış, bir türlü söylediğinin tersini akıl etmiyor: Siyasi iktidar sorunu çözülmeden, bu dönüşümün hangi sınıf(lar)ın çıkarları doğrultusunda gerçekleşeceği sorunu nasıl çözülecek? Siyasal iktidarın alınması neden bu dönüşümün bir gereği değil? Bu dönüşüm, maddi hayatın mevcut üretimi ve yeniden üretiminden niteliksel olarak farklı bir dönüşüm olacaksa, önce siyasi iktidar “el değiştir”mek zorunda değil mi?
Fakat bu “son analiz”ler boşuna yapılmamaktadır. Neymiş; “bilimsel sosyalizm tanımı”, “sosyalizme neredeyse ‘ontolojik’ bir karakter” yüklemiş . Engels’in bu formülasyonu, “taraftarların elinde tam bir teolojiye dönüştürül”müş, “‘tarihin zorunlu akışı’, ‘şaşmaz akışı’, falan derken, ‘kendi içsel çelişkilerinin kazdığı mezara gömülmeye mahkum kapitalizm’ anlayışı iyice köklen”miş!
Hatırlatalım ki, bu “teolojiyi” yaratanlar Marksistler değildi. Tersine; Alman sosyal demokrasisi içerisinde Belge gibi devrimi reddeden sosyal reformistlerdi bu “teoloji”nin teorisyenleri. Bunlar, aynı Belge gibi, proletarya diktatörlüğüne “saçmalık” diyen, ‘hareket her şey, amaç hiçbir şey!’ (Bernstein) sloganıyla kapitalizmden sosyalizme devrimsiz bir transformasyonla varılacağını iddia edenlerdi! Ve bilindiği gibi, bu revizyonizme karşı çıkanların başında da Lenin geliyordu.
Murat bey kendi fikir yoldaşlarının (böyledir, çünkü kendisi de siyasal iktidarın el değiştirmesini devrimin bir gerekliliği olarak görmüyor) Marksizmde yaptığı tahrifatın sorumluluğunu da Marx ve Engels’e yıkmaya çalışıyor. Öyle ki, bu tahrifatı referans göstererek sosyalizmin bilimselliğine gölge düşürüyor. Ne ki, bir süpriz bile değil; gölge düşürmek, şüphe yaymak Belge’nin ezelden “meslek” edindiği işler değil mi?
Belge’nin, çelişkiyi şeylere içkin olmayan, ‘son tahlilde bir kavramdır’ anlayışı, zorunluluk konusunda da onu yanlışa götürüyor. Çelişkinin ondaki ‘dışsallığı’, devrimin zorunluluğunu da mevcut ilişki ve karşıtlıklarda görmesini engelliyor. Zorunluluk, mevcut şeylerden soyutlanmış, gelecekle ilgili bir tahmin olarak anlaşılıyor. Oysa, devrimin zorunluluğu meselesi, Marx ve Engels’in, geleceğin falına bakarken keşfettikleri bir tez olarak okunamaz. Böylesine spekülatif bir yaklaşım, başta onların felsefesine aykırıdır. Kapitalizmin “tarihsel bir zorunluluk” olarak çöküşü saptaması, gelecekle ilgili bir tahmin değil, mevcut-somut kapitalist sistemin kendi yasaları ve çelişkilerinin somut bir tahlilidir. (Tersinden: Belge, ‘tarihi bir zorunluluk olarak bir devrim yok’ derken, geleceğin şaşmaz bilgisine sahip olduğunu iddia etmiyor olsa gerek!) İşçi sınıfının sosyal devrime yönelmesini, Marx bu nedenle, “mevcut sistemin kendisinin zorunlu, tarihsel, kaçınılmaz bir ürünü” olarak değerlendirmiştir. Zorunluluğun kendisi, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkide içkindir bizzat.
Aslında, devrimin tarihsel zorunluluğu saptaması, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmazlığının başka bir açıdan ifadesidir. Zorunluluk, kapitalist üretim tarzına içkin çelişkilerin uzlaşmaz, antagonist karakterinden kaynaklanmaktadır. Revizyonizmin bunu, ‘tarihin otomatik pilota bağlanması’ şeklinde yorumlamasının nedeni, burjuvazi ile işçi sınıfı karşıtlığın uzlaşmaz karakterinin gerektirdiği sınıf mücadelelerinden sakınması, eldeki kazanımları yitirmemek pahasına oportünizmi yeğlemesindendi. Tarihin “şaşmaz akışı” burjuvaziyle işbirliğinin teorik bir kılıfıydı. Sanki tarih; o günkü mücadelelerden bağımsız bir yerlerde şekilleniyordu da!
Keza, büyük ekonomik krizler neyin göstergesidir? Kapitalist üretim, öyle bir seviyeye gelmiştir ki, toplumun çoğunluğu, üretilmiş bu yaşam vb. araçlarını kapitalist üretim ilişkisinin koyduğu sınırlar nedeniyle tüketemiyor. Krizler, bu dengesizliği/orantısızlığı zoraki bir biçimde yeni bir “dengeye” oturtuyor. Bu da ancak, gerek üretilmiş yaşam araçlarını, gerekse üretici güçlerin bir kısmını tahrip etmek pahasına gerçekleşiyor. Ve sanılmasın ki, bu “denge” bir daire olarak mütemadiyen yenilenip duruyor; süreç burada daha çok sarmal şeklinde giderek derinleşiyor.
Bütün bu olup bitenler, soyut bir alemde cereyan etmediklerinden; sınıfların karşılıklı ilişkilerini, onların günlük mücadelelerini ve kollektif algılarını doğrudan koşulluyor ve yeniden şekillendiriyor. Büyük krizlerin, özellikle işçi sınıfı ve halkların bağımsız hareketinin koşullarının gelişmesi bakımından güçlü bir manivela olduğunun güncel bir örneğini, Arap dünyasından ABD’ye kadar uzanan ve özellikle de gençliği kapsayan mücadelelerde ve uyanışta görmekteyiz. Üstelik, bu siyasal uyanış sürecinin de başındayız henüz!
Kısacası, “‘tarihi bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok” demek, kapitalist üretim tarzının temel çelişkilerinin uzlaşabilir, kapitalizmin sınırları içerisinde ve devrimsiz çözülebilir olduğunu iddia etmektir. Bu görüş, burjuvazi ve proletarya karşıtlığını uzlaşmaz görmeyen bir anlayış açısından her ne kadar tutarlı sayılabilse de, bilimsel değildir. Çünkü kapitalizmin nesnel ilişki ve çelişkileri hakkında subjektif ve vülger tesbitlere dayanmakta, tam da yazarımızın “bilimsel olmayan, dilek ve beklentileri”ni yansıtmaktadır.
Sonuç olarak, evet; “gerçek ‘tarihin’ yaşanmakta olduğu yere, hayata” bakmak gerekir. Her türlü spekülasyonun bittiği yerdir orası. Ama bakarken görebilmeyi de bilmek gerekir! Göremiyorsak, önce kendi “boşlukları”mıza bakmalıyız!

“Medeniyetler çatışması” kitabı üzerine notlar

Samuel Huntington’un 1996 yılında kaleme aldığı “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında geliştirdiği tezlerle bugün polemik yürütmenin bir gereği var mıdır? Tezlerin kendisine bakarak yanıtlayacak olursak, “hayır bir gereği yok” demek lazım. Ancak bu soruyu, bu tezlerin, gerek günlük politikada ve gerekse entellektüel yaşamda işgal ettiği yer ve yüklendirildiği boyutları dikkate alarak yanıtlayacak olursak, hiç şüphesiz “evet bir gereği var” demek gerekiyor. 1996 yılında yazılmış bir kitapta dile getirilen görüşlerle bugün polemik yürütmemizin nedeni de işte bundan ibarettir…
Huntington’ın tezlerine iki açıdan yaklaşılabilir: Birincisi, bu tezler; adeta dünyaya gözlerini yeni açmış birinin, etrafında gördüğü en çarpıcı olay ve gelişmeleri abartıp mutlaklaştırması, dünyanın tayin edici olay ve gelişmelerinin bunlar olduğunu düşünmesi olarak yorumlanabilir. Zira, Huntington, bu tezleri, “Soğuk Savaş”ın sona ermesini izleyen ilk yıllarda kaleme almıştır; aklı sıra, söz konusu yıllarda ortaya çıkan olay ve gelişmeleri “derinlemesine” tahlil ederek, “Soğuk Savaş sonrasının doğası”nı ortaya koymaktadır. Bu, kuşkusuz “iyimser” bir yaklaşımdır ve olsa olsa Huntington’ın yüzeyselliğini açıklayabilir. Fakat bu tezler, bir de şöyle değerlendirilebilir: “Soğuk Savaş”ın sona ermesi gibi tarihi bir dönemeçte ortaya çıkan olay ve gelişmeleri; insanlığın ilerleme eğilimine, sosyalizmin yenilgisiyle vurulmuş olan darbelerden daha ağır darbeler indirecek ve uygun bir şekilde devreye sokulduğunda başarı vaat eden emperyalist bir stratejinin unsuru olarak görme, ve bu olanaktan hareketle, bu olay ve gelişmeleri teorize etme. Bu yaklaşım, Huntington’ın boyunu aşmakta, ama hizmetinde çalıştığı devlet aygıtları ve strateji kuruluşlarının onun gibi “uzman” ve “araştırmacılar”dan faydalanma düzeyi ve tarzını ortaya koymaktadır. Sanırız Huntington’ın tezlerinin bu iki boyutu dikkate alınmadan; bu denli yüzeysel ve dar bir “bilimsel çalışma”nın, bu kadar kendinden söz ettirmesi ve dünya kamuoyunun gündemine sokulması çelişkisinin başka bir açıklaması yapılamaz.
Nitekim, ilginç bir durumla karşı karşıyayız: Huntington’ın temel tezlerine dayanak yaptığı argümanlar, hiçbir ciddi bilimsel tartışmaya dayanamayacak kadar yüzeysel ve keyfidir. Gelgelelim, yakın geçmişin bazı olayları; 11. Eylül ve 11. Mart tipi saldırılar, “Haçlı Seferi” söylemleri, “medeniyetler çatışması”nı öngören Huntington’ı haklı çıkartıyor gibi görünüyor. “İslam fobisi”nin yer yer histerikce yaygınlaştırılmaya çalışıldığı “Batı” ülkelerinde; “İslami terör”, “İslamcı köktendincilik”, “terör ve İslam” tartışmalarından geçilmiyor. Bu çerçevede; terörü, İslam dininin felsefesinde içselleşmiş bir eğilim olarak açıklayan tezlerle karşılaşılabildiği gibi; “Avrupa’da dini çatışmalar: Haç ve Yarım Ay” vb. gazete başlıklarına da rastlanılabiliyor.
Öte yandan, türbanın politik bir sorun haline getirilip gündem konusu kılınabildiği Batı Avrupa’da, “Avrupa Birliği’nin değerleri”yle ilgili burjuva siyasetçileri ve aydınları arasında yürüyen bazı tartışmalar da, bu yönde işaretler veriyor. “Avrupa’nın değerleri – Hıristiyan kökenli mi değil mi?” tartışmaları sadece bazı gazetelerin sayfalarını işgal eden bir konu olarak gündeme gelmiyor. Bu konu, “Batı’yı Batı yapan değerler”de, bireysel ve toplumsal özgürlüklerde vb. “Hıristiyanlığın ayırdedici bir yeri ve rolü” olduğunu savunan Avrupa’nın gerici çevrelerinin bu doğrultudaki görüşlerinin Avrupa anayasasının önsözüne yazılması talebiyle politik bir sorun haline gelebiliyor. Bu gelişmeler karşısında, bazı siyasal ve entelektüel çevreler, “Hıristiyanlığın rönesansı” saptamasında dahi bulunuyorlar. “Siyasal İslam” karşısında giderek aktifleşen bir “Siyasal Hıristiyanlık” eğilimini gözlemleyebiliyorlar…

DÜNYA NEREYE GIDIYOR?
Elbette 500 sayfayı aşkın bir kitapla ilgili birkaç sayfalık bir yazıda, sorunu tüm genişliğiyle ele almamız mümkün değil. Sorunun kültür ve tarih felsefesiyle, antropolojiyle, ekonomiyle vb. ilgili pek çok yönü bulunmakta. Burada bu yönlerine değinmeyeceğiz; çünkü bizi, Huntington’ın felsefeden, tarihten vb. kendi temel tezlerini haklı göstermek için aldığı referanslar ilgilendirmiyor, bizi burada tezlerin kendisi ilgilendiriyor.
Huntington’ın ifadesine göre, “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı, “Soğuk Savaş’tan sonra küresel siyasetin evriminin bir yorumunu yapmayı amaçlamaktadır.”  Bu evrimin yönü ise; “ortaya çıkmakta olan küresel siyasetin en temel ve en tehlikeli boyutu”nun, “farklı medeniyetlerdeki gruplar arasında çatışmalar olacağı” tezinde formüle edilmektedir.  Evrimin kendisi ise, şu gelişmelerde ifadesini bulmaktadır:
“Soğuk Savaş’tan sonraki yıllar halkların kimliklerinde ve bu kimliklerin sembollerinde” -henüz devam eden- “değişikliklere tanık oldu.”
– “Soğuk Savaş sonrasında, dünyada bayraklar, haçlar, hilaller ve hatta baş örtüsü de dahil olmak üzere kültürel kimliğin diğer sembolleri göz önünde tutulmak durumundadır. Çünkü kültür önemlidir ve birçok insan için kültürel kimlik en anlamlı şeydir. İnsanlar yeni ama çok kez de eski kimliklerini keşfetmekte…”
– “Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak en tehlikeli düşmanlıklar dünyanın en büyük medeniyetleri arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır.”
Günümüz dünyasının belli başlı “çağdaş medeniyetleri” ise şunlardır: Sinik (Çin), Japon, Hindu, İslam, Batı, Latin Amerika ve “muhtemelen Afrika”.
Huntington, 1989/90 sonrasında, “çok kutuplu, çok medeniyetli” bir dünyada yaşadığımızı saptıyor. Ona göre, medeniyetlerin “çekirdek devletleri”, Soğuk Savaş döneminin süper güçlerinin yerini almaktadırlar:
– “Artık Soğuk Savaş sonrası dünyada halklar arasındaki en önemli farklılıklar ideolojik, politik veya ekonomik değil, kültüreldir. Halklar ve uluslar insanoğlunun karşı karşıya kaldığı en temel soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar: Kimiz biz?”
– “Ulus devletler dünya olaylarında temel aktörler olarak kalmaktadır.”
– “Bu yeni dünyada yöresel politika, etnik duruma dayalı veya en azından ona bağlı politikadır. Küresel politika da medeniyetler politikası olmaktadır. Süper güçlerin rekabeti yerini medeniyetlerin çarpışmasına bırakmıştır.
“Bu yeni dünyada en yaygın, önemli ve tehlikeli anlaşmazlıklar sosyal sınıflar, zengin ve yoksul veya diğer ekonomik olarak tanımlanmış gruplar arasında değil, farklı kültürel varlıklara ait halklar arasında ortaya çıkacaktır.”
Aslında bu çatışma başlamıştır bile. Diyor ki: “Şayet Müslümanlar, Batı’nın İslam’a savaş açtığını ileri sürüyorsa ve Batılılar da İslami grupların Batı’ya savaş açtığını ileri sürüyorsa, savaşa çok benzeyen bir şeyin seyretmekte olduğu sonucunu çıkarmak akla yatkın gibidir.”
Ona göre; Somali, Ruanda, Bosna, Kafkasya, Orta Asya veya Keşmir’de yaşananlar, “medeniyetlerin kanlı çarpışmaları”yla karşı karşıya olduğumuzun göstergeleridir. Bu çatışmaların “akraba ülkeler”i harekete geçirdiğini; Rusya’nın, Sırplar’a; Suudiler, Türkiye, İran ve Libya’nın da Boşnaklar’a destek vermesini bunun kanıtı olarak ileri sürüyor.
Özetleyelim: “Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel ekseni böylece Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü ve iktidarı arasındaki etkilenmeler olmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dünyanın yedi veya sekiz medeniyetten oluştuğunu söyleyebiliriz. Kültürel benzerlikler ve farklılıklar, devletlerin birlikte hareket etmelerini, menfaatlerini ve husumetlerini biçimlendirmektedir. Çok etkileyici bir gerçek de şu ki, dünyadaki en önemli ülkeler farklı medeniyetlerden çıkmaktadır. (…) Uluslararası gündemdeki anahtar sorunlar Medeniyetler arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. İktidar veya güç uzun bir dönemdir egemen olan Batı’dan, kutuplu, Batılı olmayan medeniyetlere kaymaktadır. Küresel politika çok kutuplu ve çok medeniyetli bir duruma gelmiştir.”

CİDDİ BİR CİDDİYETSİZLİK!
Görüldüğü gibi, “çok orijinal” algılama ve yorumlama kapasitesine sahip bir kafayla karşı karşıyayız! Bu kafaya göre, “kültürün güçlü olduğu bir dünyada klanlar ve etnik gruplar birer takıdır, uluslar birer alaydır ve medeniyetler birer ordudur.”  Huntington için, “Doğu Asya’nın yükselişi ekonomik büyümedeki büyük başarılarından kaynaklanırken, İslamcı Yeniden Doğuşun başlaması ise nüfus artışından hız almıştır.” Bunun için o, Müslümanlar hakkında konuştuğunda, öncelikle “Müslüman demografik istila sorunu”ndan söz açmaktadır.  Ve tehdit tablosu hazırdır: “…toplam olarak Müslümanlar 1980’de dünya nüfusunun yüzde 18’ni oluştururken, muhtemelen 2000 yılında yüzde 20’sini ve 2025 yılında da yüzde 30’nu oluşturacaklardır.”  Yani, sayıları hızla büyüyen Müslümanlar Batı’yı istila ediyorlar! Ve daha kötüsü, “Avrupa’nın ‘İslamlaşma’ tehlikesini Avrupa’nın ‘Afrikalaşması’ tehlikesi izleyecek”miş!
“İslam’ın kanlı sınırları” reddedilemezmiş. Zira: “Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne Müslümanların ne de Müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl sonu olgularıdır.”
Huntington bu incileriyle, sadece günümüz dünyasında kol gezen “İslam fobisi”nin teorik temellerini sunmuyor (“Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslam”dır! ); o, aynı zamanda, “İslamcı Yeniden Doğuş”un temelini oluşturan nüfus artışının daha “derin” anlamlarını kavramamıza yardımcı oluyor: “İlk olarak” diyor, “genç insanların protestoya, istikrarsızlığa, reforma ve devrime önayak olan kimseler olduğu belirtilmelidir.”  Bu böyle olduğu için, şu, bir rastlantı sayılmamalıymış: “Belki de İran nüfusu içinde genç nüfusun 1970’lerde aşırı bir biçimde artması … ve 79 yılında İran Devrimi’nin olması … bütünüyle rastlantısal değildir.”  Böylelikle, onun sayesinde, devrimlerin kısa formülünü keşfetmiş bulunuyoruz: Gençliğin nüfusa oranı (15-24 yaş arası nüfus) sakın yüzde 20’yi geçmesin! Geçerse; devrimlerin, ayaklanmaların gündeme gelmesi işten bile değildir!
Nedenini bilmiyoruz ama, bu incilerin yer aldığı sayfalardaki Huntington’ın başka “önemli” bir saptaması, Türkçe çevirisinde yer almamış. Ya yayınevinin genel bir dikkatsizliği ya da çevirmenin anlaşılabilir bir işgüzarlığı (‘bu saçmalığı da çevirmeyeyim’ anlamında!) olabilir. Önce çevrilen kısmı okuyalım: “Veriler gerekli özen gösterilerek ele alınmalı ve gerekli uyarılarla birlikte, tahminlerin Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının yeni yüzyıla girerken hızlı bir biçimde düşeceğini gösterdiği belirtilmelidir.”  Bundan hemen sonraki, atlanılan yan cümlede ise, Huntington şu saptamayı yapıyor: “Bu durum”, yani Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının hızlı bir biçimde düşmesi, “ya  eski Yugoslavya’da bir barışın sağlanmasını kolaylaştırabilir ya da ama Sırplar ve Hırvatlar’ın Müslümanlar’a karşı yeni saldırılarının önünü açabilir.”
Müslüman halk ne yapsın şimdi? Çocuk yapmaya devam ederse, barış ihtimalini düşürecek, yok çocuk yapmayıp genç nüfusun oranının düşmesini sağlarsa, Sırp ve Hırvatların saldırısıyla karşı karşıya kalacak. Üstü bıyık, altı sakal yani! 
Huntington genel olarak, “Batı’nın İslam’la hiçbir sorunu olmadığı” görüşüne katılmıyor, “1400 yıllık tarih aksini kanıtlıyor” diyor. Ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasında 1400 yıldır süren ve “derinden derine çatışma eğilimli” olan bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkiyle kıyaslandığında, “liberal demokrasi ve Marksizm-Leninizm arasındaki yirminci yüzyıl çatışması”, “kısa ömürlü yüzeysel bir tarihsel olgudur”!  Başka bir deyişle, Ekim Devrimi, sosyalizm, işçi iktidarları vb., bütün bunlar, tarihte bir sapmadan ibarettir! Dolayısıyla, sosyalizmin yenilgisiyle birlikte, dünya ve tarih yeniden asıl mecrasına girmiş, 1400 yıllık asıl çelişki ve savaşlarına dönmüş bulunuyor! (Zira; “komünizmin çöküşü, Batı ve İslam’ın ortak düşmanını ortadan kaldırdı ve her birinin, diğerini büyük tehlike olarak algılamasına yol açtı.”
Müslümanlar Avrupa için “ivedi bir sorun yaratırken, Meksikalılar da aynı sorunu ABD için yaratıyor.”  ABD için buradan doğan sorun şöyle tarif ediliyor: ABD’ye göç eden Meksikalılar “kimliklerini koruma eğilimindeler”, üstelik bunların ABD’de “yerleştiği bölge on dokuzuncu yüzyıl ortasında Meksika’nın yenilgiye uğramasının ardından ABD’nin yönetimine” geçen bir bölgedir. Bu ise şu anlama gelebilir: “Meksika’nın ekonomik gelişmesi neredeyse kesin bir şekilde Meksikalıların yitirdikleri toprakları tekrar elde etmeye yönelik bir politika izlemeleriyle sonuçlanacak öç duygularını uyandıracak. Zamanı gelince, on dokuzuncu yüzyıldaki Amerikan askeri yayılmasının sonuçları, yirmi birinci yüzyılda Meksika’nın demografik genişlemesiyle tehdit edilebilir ve muhtemelen tersine çevrilebilir.”
“Muhtemelen”! Huntington “bilim adamı” titizliğinden de hiç prim vermiyor gerçekten! Ama elden ne gelir? Emperyalist “Batı” ve onun “tanrı buyruğu”yla lideri olan ABD “gerilemekte” bir kere! Irk ve kökene göre ABD nüfusu verileri de, İspanyol kökenli olmayan beyazların oranını giderek yüzde 50’lilere çekecek (tahminen 2050’de), geri kalanını da İspanyol kökenliler, siyahlar, Asyalı ve Pasifik Adaları’ndan gelenler oluşturacak!
Huntington çizdiği genel tablodan “Batı” için şu sonuçları çıkarıyor: “Medeniyetler arasındaki değişen güç dengesi, (kitap boyunca, bu değişimin, “Batı”nın bir bütün olarak gerilemesi anlamına gelen ciddi herhangi bir verisiyle karşılaşmak mümkün olmadı; ama “tehditleri” gerekçelendirmek için bu korkuluğu iddia etmek gerekiyor! -A.C.) Batı’nın silahlanma, insan hakları, göç ve diğer meselelerle ilişkili olarak amaçlarına ulaşmasını giderek daha da zorlaştırıyor. Bu durumda kayıplarını en aza indirmesi ise, Batı’nın diğer toplumlarla ilgilenirken ekonomik kaynaklarını bir ödüllendirme ve cezalandırma stratejisiyle (yani havuç-sopa politikasıyla -A.C.) ustaca kullanmasını, diğer toplumların Batılı ülkeleri birbirine düşürmesini zorlaştıracak biçimde bütünlüğünü desteklemesini ve politikalarını koordine etmesini ve Batılı olmayan uluslar arasındaki farklılıkları destekleyip (yani bölme, kışkırtma ve istikrarsızlık politikaları -A.C.) bunları kendi lehine kullanmasını gerektiriyor.”
İşte çıkarılan bu sonuçlarda, Huntingtoncu ciddiyetsizliğin gerisindeki ciddiyeti görüyoruz: Demek oluyor ki, bu tezler, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle varlık gerekçesini yitiren “Batı kampı”na yeni bir varlık gerekçesi ve platformu sunmayı amaçlıyor. “Hür dünya”, “Batı medeniyeti”ne indirgeniyor; haliyle düşmanlar da değişiyor: “Hür dünya”nın hasımı “komünizm” iken, “Batı medeniyeti”nin düşmanı da, başta İslam (petrol ve nakil yolları) ve Konfüçyusçu (koca Asya pazarının yanı sıra, esasta Çin) olmak üzere diğer medeniyetler oluyor. Eh, her bir medeniyetin de bir “çekirdek devleti” olduğundan ya da olması gerektiğinden, “Batı medeniyeti”nin çekirdek devleti de kendiliğinden anlaşılıyor: ABD! Başka bir deyişle, uluslararası planda tam da, “ABD’nin dünya önderliği ve hegemonyası için artık bir neden kalmadı” denilebilecekken, Huntington ileriye fırlıyor: “Hayır efendim, var!” diyor.
Böylelikle, “medeniyetler çatışması” tezinin özünün, ABD emperyalizminin dünya egemenliğini zorunlu ve meşru kılmaya hizmet eden bir platform yenilemesi olduğu ortaya çıkıyor.

HUNTİNGTON DÜNYASI
Tabii, insan “acaba, bu kişiyle aynı dünyada ve aynı tarihte mi yaşıyoruz?” diye sormadan edemiyor. Hiç şüphesiz, Huntington’ın tezi baştan yanlış ve hedef saptırıcı. Dünyanın mevcut güçleri arasındaki bölünmeyi, kültür-medeniyet platformuna oturtuyor ve rekabet ve çatışmanın bu temel üzerinde cereyan ettiğini iddia ediyor.
Çizdiği dünya tablosunun, bizim yaşadığımız, gördüğümüz dünyayla hiçbir ilgisi yok. Kuşkusuz medeniyetler vardır, ancak medeniyet “kampları” yoktur. Huntington’ın dile getirdiği, nesnel gerçeklik değil, istemdir. Onun en homojen yansıttığı “Batı medeniyeti”, aslında en kıyasıya rekabetin ve dalaşmaların yaşandığı kamptır. Bu kampın gerçek niteliği de emperyalist olmasıdır. Üstelik “Batılı ülkelerle” de sınırlı değildir: Japonya, Rusya “Batılı” değillerdir ama, emperyalisttirler. Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkeler vardır ama, bir “İslam medeniyeti” temelinde bir araya gelmiş bir “İslam dünyası” yoktur. Huntington, “Batı’nın gücünün azalması”ndan, “gerileyen Batı’dan” söz ediyor. Ama bugün aklı başında hiçbir insan, “güç” kavramının unsurları sayılabilecek hiçbir alanda bu iddiayı doğrulayacak bir veri ileri süremeyecektir. 
Huntington’ın kitabı, kelimenin tam anlamıyla, “orijinallikler”le doludur. Örneğin “akraba ülkeler”i kastederek diyor ki, “bu ülkeler bu yardımları, güç sağlamak, ekonomik çıkar veya ideolojik nedenlerle değil, kültürel açıdan kendilerini bu insanlara yakın hissettiklerinden yapmışlardır.” !
“Kültürel ve ekonomik işbirliği” ara başlıklı bölümde ise, şunları okuyoruz: “Bölgeler ancak söz konusu coğrafyanın kültürle çakışması ölçüsünde bir işbirliği temeli oluşturabilir. Kültürel yakınlığı içermeyen bölgesel yakınlık tek başına birliktelikle sonuçlanmadığı gibi, bunun tam tersini besleyebilir. Askeri ittifaklar ve ekonomik ortaklıklar, mensupları arasında işbirliği olmasını gerektirir, işbirliği güvene dayanır ve güven de en fazla, ortak değerlere ve ortak kültüre sahip toplumlarda serpilir.”  Yani ekonomi de, askeri ittifak da “kültürü izler”! Demek oluyor ki; Türkiye, ABD ile ortak değer ve kültüre sahip olduğu ve bu ortaklıklara dayanan bir güven üzerinden işbirliği yapabildiği için NATO’nun üyesidir!
“Gelgelelim, günümüzün dünyasında bir ülkenin içinde yer aldığı ortaklıkları ve düşmanlıkları biçimlendiren temel etken kültürel kimliktir. Bir ülke Soğuk Savaş dönemine özgü kamplaşmalardan uzak durabilir ama kimliksiz yapamaz. ‘Hangi taraftansınız’ sorusunun yerini çok daha temel bir soru, ‘Kimsiniz?’ sorusu almıştır. Her devlet bu soruya bir yanıt vermek zorundadır. Bu yanıt, yani bir devletin kültürel kimliği, o devletin dünya siyasetindeki yerini, dostlarını ve düşmanlarını tanımlar.”
Öyle ise; Türkiye, AB’ne girmek istiyor olmayacaktı; Kazakların, Kırgızların, Taciklerin, Özbeklerin dinmeyen talepleri karşısında Türki Cumhuriyetler Birliği’ni kurmuş olacak; İsrail ile stratejik ortaklık tekliflerine “hayır!” deyip, çoktan, bu ortaklığı Filistin ile kurmuş olacaktı; Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Baltık ülkeleri, Bulgaristan, Romanya vb., AB ve NATO’yla değil, Slavların doğal lideri Rusya ile ittifak kurmuş olacak; Meksika, ABD ile değil Latin Amerika ülkeleriyle büyük bir ittifak içinde yer alıyor olacaktı! Çin ile Japonya, ortaklaşa kurdukları bir Doğu Asya Birliği içinde bir araya gelmiş olmalıydılar ve Avrupa, barındırdığı çeşitli kültürlerden insanlarıyla, tam bir barut fıçısına dönüşmeye başlamalıydı! vb. vb.
Huntington, başka bir alemden konuşuyor mutlaka: “Günümüzde ortaya çıkmakta olan dünyada küresel gücün modası geçmiştir, küresel bir topluluk ise gerçekliğe uzak bir düştür. ABD dahil olmak üzere hiçbir ülkenin küresel ölçekte önemli bir güvenlik çıkarı yoktur.”
Burada, bu hafifliği hafifletecek şöyle bir neden ileri sürülebilir: Huntington, bunu 11. Eylül 2001’den çok önce yazdı, yani, ABD’nin 11 Eylül üzerine tüm dünyayı kendi güvenlik alanı olarak ilan edeceğini bilemezdi. Kabul edelim, ama, bu durumda da, şöyle bir sorun doğuyor: Huntington’ın tezleri, 11 Eylül gibi olayları genel olarak öngörmekteydi (kültürel ve dini motifli saldırılar). Görüldüğü gibi, bir tezinin doğrulanması, diğer tezinin yalanlamasını beraberinde getiren pek “sistematik bir konsept” ile karşı karşıyayız!
Onun literatüründe İkinci Dünya Savaşı, “Batı’nın 1939 ile 1945 yılları arasında cereyan eden iç savaşı” oluveriyor! Peki, şu “hepsinden farklı” olan “yalnız ülke”, kendine özgü medeniyeti olan Japonya; peki, başta Sovyetler olmak üzere Slav halkları veya Magrip ülkeleri; onlar bu “iç savaş”ın dışında mıydılar?
Tabii genel olarak şöyle bir sorun daha çıkıyor: Farklı medeniyetler ya da onun tabiriyle medeniyetlerin fay hatlarındaki çatışmalar, kültürel kaynaklı çıkıyor diyelim. Bir an için nesnel gerçeğin bu olduğunu kabul edelim; peki “Batı medeniyeti”nin kendi içindeki çatışmaları ve rekabeti (ABD ile Avrupa, Avrupa’nın kendi içinde vb.) bugün nasıl açıklayacağız? Bunları “iç savaş” olarak geçiştirsek de, günümüz dünyasında kavga ve çatışmaların kaynağı kültürel olduğu tezini, yine ayakta tutamayacağız. Zira dünyayı etkileyen bu çatışmalar “kültürün belirleyici olduğu günümüz dünyasında” bir olguysa, o zaman, ancak “kültürel kaynaklı olmaları” gerekmiyor mu?
Huntington’ın kitabındaki “orijinallikler” bir yönden yüzeysellik kaynaklıyken, diğer yönden keyfiyetiyle göze batmaktadırlar. Örneğin Avrupa nedir, doğu sınırları nerede başlar, nerede biter sorusuna da çok basit yanıtlar buluyor. Şöyle diyor: “Bu sorulara verilebilecek en cazip ve kapsamlı yanıtlar, yüzyıllar boyunca Batılı Hıristiyan halkları Müslüman ve Ortodoks halklardan ayıran büyük tarihsel çizgi tarafından sağlanmaktadır. Bu çizginin varlığı dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bölünmesine ve onuncu yüzyılda Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına kadar gerilere uzanır.”  Burada da “kültürel sınır çizgisi”, “siyasal ve ekonomik sınırı” belirliyor. Başka bir deyişle, 21. yüzyılın siyasal ve ekonomik sınırlarını, 4. yüzyıl ile 10. yüzyılda oluşan “tarihsel çizgi” belirliyor!
“Medeniyetler mantığı”nı, işine geldiğinde, NATO’ya da uyarlıyor: Ona göre, “Soğuk Savaş sonrası dünyada NATO, Batı medeniyetinin güvenlik örgütüdür.”  Bu mantık, Yunanistan ve Türkiye’nin üyeliğinin devamını açıklayamadığı gibi, Batı’nın “Avrupa’daki varlığı”nın (AB) çekirdek ülkeleri Almanya ve Fransa’nın NATO’ya rağmen, Avrupa Ordusu’nu inşa etme gayretlerini de açıklayamamaktadır.
Kısacası, “medeniyetler mantığı”nın kaçınılmaz bir şekilde gündeme getirdiği sorunları, Huntington, kitabının tümüne egemen olan keyfiyetiyle “çözüveriyor”: “Doğru” diyor, “Batılı olmayan” Türkiye’nin üyeliği “medeniyetler mantığına” uymuyor, ama bu, zaten “Soğuk Savaş döneminin birer ürünüydü”  deyip işin içinden çıkıyor. Yunanistan da “Batı medeniyetinin bir parçası değil” ama, “Batı medeniyetinin önemli bir kaynağı olarak Klasik medeniyete ev sahipliği yapmıştır.”! 21. yüzyılın siyasal ve askeri ilişki ve olgularını açıklarken, duruma göre, ve keyfiyete dayalı mantığa nasıl uygun düşüyorsa, kah 20. yüzyılın, kah 20. yüzyıl öncesinin “tarihsel olgular”ına dayanmaktadır. Tabii, biz de, bu keyfiyeti örnek alarak, şöyle iddia edebiliriz: Yunanistan Klasik medeniyete ev sahipliği yapmışsa, İslami düşünürler ve Arap medeniyeti de bu klasik medeniyetin kaybolup gitmesini engellemiş ve sonraki çağlara aktarılmasını sağlamıştır!
Huntington, Soğuk Savaş’ın bitimiyle yeni bir dönem başlatıyor. Ama bu yeni dönem, sanki bir boşlukta başlıyor! Bir önceki dönemin devrettiği hiçbir şey yok. Yeni başlayan dönemin kalkış noktası, bir önceki dönemde olup bitenlerin oluşturduğu şartlar, bıraktığı/biriktirdiği sorunlar yok!
Soğuk Savaş döneminde, kültür ve medeniyetlerden bağımsız ve heterojen ittifaklar kurulmuş. (“ABD, … geniş, çeşitli, çok-medeniyetli ülkelerden oluşan bir gruplaşmanın merkezinde yer alıyordu.”  Bu bir olguydu yani. Soğuk Savaş bittikten sonra, bu ittifaklar dağılmış, dahası, yeni ittifaklaşmalara gidilmektedir. Bunlar da, bu sefer, güya kültürel ve medeniyetsel ortaklıklara göre oluşmaktadır. Peki neden? Neden şimdi medeniyete göre bir araya gelinecektir? Soğuk Savaş’taki kamplaşmayı belirleyen, sadece soyut düşünsel ve dünya görüşüyle ilgili farklılıklar mıydı? Yani, salt bir fikir savaşı mıydı? Değilse, bu kamplaşmayı belirleyen nesnel neden ve somut çıkarlar, “Batı-Doğu kamplaşması”nın ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan mı kalkmıştır? Huntington’ın bütün kitabında bu soruya verilmiş bir yanıt yoktur; onun açısından bu soru gündeme de gelmemektedir. Çünkü o, bütün meseleyi düşünsel planda ele almaktadır: Marksist-Leninist ideoloji çökmüş, çöküşü bir ideolojik boşluk yaratmıştır, bu boşluğu, şimdi din ve medeniyetler doldurmaktadır. Dolayısıyla şimdi, bunların arasında gerçekleşen bir çatışmayla karşı karşıyayız. Bu kadar!
Tarihte “medeniyetler arası savaşlar” olmuş mudur? Olmuştur kuşkusuz, ama olduğu her yerde medeniyet farklılığı ve buna dayandırılan kültürel, dini, ahlaki vb. gerekçeler, gerçek nedenleri gizleyen gerekçeler olarak işlev görmüşlerdir. Ama tarihte, salt medeniyetler savaşı olmamış, ondan daha fazla “medeniyet içi savaşlar” olmuştur. Ortaçağın mezhep savaşlarını, 30 Yıllık Savaşı, köylü savaşlarını vb. neyle açıklayacağız? Bütün Ortaçağ; dinin ve tanrıbiliminin (teolojinin), nasıl, nesnel sınıf çelişkileri ve çıkarlarının bir kisvesi olarak işlev gördüğünün sayısız trajik ve kanlı örnekleriyle doludur. Kısacası, dünya politikalarında medeniyetler ve dinler, her zaman, egemenlik ve hegemonya amaçlarına ulaşmada araç olarak kullanılmıştır. Medeniyet ve dinlerin, egemenlik politikalarının bir unsuru haline gelmesi, bu bakımdan, yeni bir olay değildir. Yakın geçmişte Balkanlar’da “başarılı” bir şekilde de uygulanmıştır. Huntington’ın demagojisi şudur ki, o, bu yöntemin, kendi başına bir amaç haline geldiğini iddia etmektedir. Aslında bu demagoji, bizzat, bu yöntemin bir parçası ve ifadesidir.
Bu bakımdan, “medeniyetler çatışması” tezi, teorik bakımdan, çatışmaların görüngü biçimiyle gerçek nedenlerini kasıtlı olarak tersyüz etmekten ibarettir. Bu tersyüz edilme de zorunludur. Zira, aksi durumda, Soğuk Savaş sonrası yükselen milliyetçilik ve bu kisve altında sürdürülen çatışma ve savaşlara bakılarak, artık kültürler (dinler) arası çatışmalar dönemine geçildi iddiası gerekçelendirilemez.
Gelgelelim, ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasındaki çatışmanın nedenleri, “…on ikinci yüzyıl Hıristiyan özlemleri veya yirminci yüzyıl Müslüman köktendinciliği gibi geçici fenomenlerde yatmaz. İki dinin doğasından ve bu dinlere dayalı medeniyetlerden kaynaklanır.”  Bu zatın dediklerini ciddiye alacak olursak, şunu düşünmemiz gerekecek: Bu 1400 yıllık sürede çıkan çatışma ve savaşların nedenleri, uhrevidir! Dünyevi nedenleri yoktur; bunlar, olsa olsa bu uhrevi amaç ve nedenleri etkileyen faktörlerdir! Zira; “İslam ve Hıristiyanlık arasındaki şiddetli çatışmanın düzeyi, zaman içinde, demografik büyüme ve küçülmelerden, ekonomik kalkınmalardan, teknolojik değişikliklerden ve dini bağlanımın yoğunluğundan etkilenmiştir.”  Başka bir deyişle, “ekonomik gelişme”, “nüfus artışı” ve filanca “tarikatın dirilmesi” gibi dünyevi olgu ve faktörler, uhrevi amaçlı “Haçlı Seferleri”ni olanaklı kılmışlardır sadece!
Görüldüğü gibi, neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi tersyüz eden sakat bir tarih anlayışına sahip tam bir ortaçağ kafasıyla karşı karşıyayız! Ve elbette, buradaki olay, tarihin öyle ya da böyle yorumlanmasıyla sınırlı değil, bu ortaçağ kafası, günümüzün koşulları ve gelişmelerini de böyle değerlendiriyor ve öngörüyor. Ona göre, yukarıda belirtilenlerle “mukayese edilebilir bir etkenler karışımı, 20. yüzyıl sonlarında İslam ve Batı arasındaki çatışmayı” artırmış bulunuyor.  (sf.312)
Huntington’ı ciddiye alalım ve bu tezlerini, güncel olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilişkilendirelim: Yani; demokrasi, liberalizm, hukuk devleti ve benzerlerini “Batı medeniyetine özgü” ve sırf ona ait değerler olarak düşündüğümüzde, o zaman BOP’u “çöken Batı’nın” Ortadoğu ve Asya’ya kendi medeniyetini dayatması olarak yorumlamamız gerekir; o zaman BOP’un, kelimenin tam anlamıyla, bir Haçlı Seferi’nden ibaret olduğunu söylememiz lazım! (Tabii ki, işin gerçeği öyle değildir. Zira, BOP bir “medeniyet taaruzu” değildir. Aslında BOP çıkarması, ABD cephesinden bakıldığında, Huntingtoncu platform yenilemesi girişiminin geri tepmiş olduğunun, manevra ve söylem değişikliğinin zorunlu hale geldiğinin somut bir göstergesidir.)

“TEKİL MEDENİYET İLE ÇOĞUL MEDENİYET” İKİLEMİ
Huntington, şu saptamasıyla okuru şaşırtıyor: “Bir medeniyet, ancak emperyal olduğunda evrensel olabilmekte”dir!  Dolayısıyla, evrensel medeniyeti savunmak, “emperyal” bir medeniyeti önkoşullamaktadır. Neden? Çünkü ancak “emperyal” konuma gelmiş medeniyetler, evrensel medeniyet mertebesine ulaşmışlardır!
Haliyle o, evrensel medeniyete karşı çıkıyor. Ama burada bir sorun bulunuyor: İnsanlığın genel gelişme aşamasının ifadesi ve kazanımı olmuş uygarlık ürünleri ve nimetleri yok mu? Var. Peki, medeniyetlerin varlığı (çok kültürlülük) evrenselliğin inkarı olarak ele alındığında, bu genel uygarlık ürünleri ve nimetlerini sahiplenme ve onlardan faydalanma sorununu ortaya çıkarmayacak mı? Huntington’a göre, çıkarmayacaktır, çünkü o, bir sokak sihirbazının kıvraklığıyla, bu evrensel ürünleri ve nimetleri “Batı medeniyeti”nin mülkiyetine geçirmiş bulunmaktadır. Basit ama, “Batılı olmayan medeniyetler”den toplumlar için pek ağır sonuçları olan bir hamle! Nitekim böylelikle, örneğin demokrasi, “Batı medeniyeti”yle eşitlenmekte, özdeşleşmektedir. Dolayısıyla, “Batı kültürü” dışında demokrasi bir paradoks haline gelmektedir. Demokrasinin, insanlığın evrensel bir kazanımı olarak değil, “Batıya dair” ve “Batı”nın egemenliği dışında uygulanamayacak bir “değer” olarak ele alınışını görmekteyiz burada!
Huntington aynen şöyle yazmaktadır: “Müslüman toplumlarda liberal demokrasinin kök tutmasındaki genel başarısızlık, 1800’lerin sonunda başlayan ve bütün yüzyıl boyunca yinelenen ve hâlâ da devam eden bir olgudur. Bu başarısızlığın kaynağı, bir ölçüde İslam kültürünün doğasının ve toplumunun Batılı liberal kavramları sevmemesi, onlara barınak sağlamamasında yatmaktadır.”
Anlaşıldı: demokrasi, Müslüman toplumlar için uygun değil! Tabii, Müslüman toplumlar, kendi medeniyetlerinin inkarı üzerinden demokrasiyi isteyebilirler. Huntington, bu bakımdan, Kemalizm’i örnek gösteriyor. Onun, başarılı görmediği Kemalizm tarifinde, Kemalizm, adeta “Batı”nın karşısında bir boyun eğiş ve ulusal olanın inkarı olarak görünüyor!
Huntington için medeniyet, her şeyden önce değerler, din, ideoloji ve siyasal rejim biçimleri vb. olarak, üstyapısal ögelerdir. Oysa medeniyet, her şeyden önce, neyin, nasıl ve neyle üretildiğiyle ölçülür, üretim tarzıyla ayrışır…
Modern uygarlık (yani kapitalist uygarlık); sınai devrimi, bilim ve teknoloji, gelişkin üretici güçler gibi, günümüz uygarlığının üzerinde yükseldiği esas temelden ayrı ele alındığında, bu uygarlığa tekabül eden tüm üstyapı unsur ve öğeleri de maddi koşullarından soyutlanmış ve koparılmış olur. Huntington’ın bütün medeniyet “teorisi”, bu ayrıma, bu soyutlanmaya dayanmaktadır. Bu bilimdışı ve vülger yönteme başvurmak zorunda. Zira, aksi taktirde, Hıristiyanlıktan burjuva demokrasisini geliştiremez ya da demokrasiyi Hıristiyanlığa dayandıramaz.
Bunu da, “tekil medeniyet ile çoğul medeniyetler arasında bir farklılığı” saptayarak  yapıyor. Çoğul medeniyet altında, “her biri kendine göre medeni olan birçok sayıda medeniyet” kastedilmektedir.  Kendisi de zaten, “çoğul anlamda medeniyeti” bu kitabında incelediğini belirtmektedir.
Fakat sorun şu: çoğul anlamda medeniyetler soyutlaması, olsa olsa her bir medeniyetin kendisini ve özelliklerini açıklamak bakımından anlamlı olur. Ama o, burada durmuyor: “Batı medeniyeti” ile “tekil medeniyeti” özdeşleştiriyor. Buradan, “Batılı olmayan medeniyetler”, ister istemez, tekil medeniyet (genel uygarlık) ile karşı karşıya getirilmiş oluyor. Daha doğrusu; “Batılı olmayan medeniyetler” ile tekil medeniyet arasında bir uyuşmazlık çıkıyor!
Huntington, ideolojinin yerini kültürel kimlik ve bunun temel öğesi olarak da din aldı, diyor, ve böylelikle, aslında kültürel kimliği, daha doğrusu dini asıl ve tek ideoloji olarak karşımıza çıkarıyor.
Huntington’ın tezlerinde genel olarak insanlık yok. Homojen bir bütün olarak yansıttığı “medeniyetler”de ise, sınıflar ve onların nesnel çıkarları ve bu çıkarların koşullandırdığı çatışmalar yok. “Huntington dünyası” bir faraziyedir. Sunduğu perspektifle, bizi, dinden başka bir ideoloji bilmeyen ortaçağ karanlığına sürüklemek istemektedir.
“Medeniyetler çatışması” tezinin “küresel politika” alanındaki misyonu ise, açık olsa gerek: “Batı dünyası”nda ABD’nin hegemonyasının teorik gerekçelerini sunmak; “İslam fobisi”yle, petrol ve diğer enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde emperyalist denetim ve boyunduruğu meşru ve zorunlu kılmanın gerekçelerini ortaya koymak, ve başta Çin olmak üzere Asya’da, ABD emperyalizminin aleyhine gelişecek bütün potansiyel gelişmeleri boğmanın gerekçelerini var etmek, yeni bölme ve parçalama hamlelerinin teorik kılıflarını hazırlamak.
“Huntington dünyası”nın nesnel gerçek dünyayla ilişkisi de, bu politik misyondan ibarettir. Başta ABD olmak üzere, dünya gericiliği, bu tür tezlerden faydalanmaya çalışmıştır ve ileride de faydalanacaktır. Ancak, 11 Eylül gibi, Huntington’a “alın işte kanıtı” dedirtebilecek bir olayın yaşanmasına rağmen, dünya, “Huntington dünyası”na dönüşmemiştir.
Türkiye’de ise, AKP şahsında, Müslüman, ama ülke tarihinin en Amerikancı hükümetinin bulunması gerçeği, Huntingtoncu tezleri pratik olarak çoktan yalanlamış bulunmaktadır!

Gençlik ve İdeolojik Bunalim

Geçtiğimiz yaz ünlü bir sigara markası ilginç bir reklam kampanyasıyla dikkatleri üzerine çekmişti. Kampanyanın ilgi çekmesinde, öne çıkartılan reklam sloganı özel bir rol oynamıştı. Slogan çarpıcıydı gerçekten: “Don´t be a Maybe – be a Marlboro” (“Kararsız olma, Marlboro ol”). Esas olarak genç tüketicileri hedefleyen bu sloganda, Marlboro içmek bir kararlılık ifadesi olarak gösteriliyordu. Tahmin edilebileceği gibi, kampanya kamuoyunda tepkilere yol açtı. ‘Gençliği sigara içmeye teşvik ediyor’ eleştirilerinin artması üzerine, şirket kampanyanın sloganını değiştirmek zorunda kaldı.
Sonrasında ama, çok daha çarpıcı bir sloganla piyasaya çıkıldı: “Maybe never makes history” (“Belki hiç bir zaman tarih yapmaz”). Gerçi bu slogan daha dolaylıydı. Ama hiçbir şekilde kampanyanın amacı ve telkin etmek istediği şeyden taviz vermiyordu. Dahası, reklam stratejistleri sanki Hegel’in “Tarih Felsefesi”ndeki, “Dünyada hiçbir büyük şey tutkusuz gerçekleşmez” sözünden esinlenmişlerdi!
Fakat, sigara içip içmemeyle, “tarih yapma”nın alakası neydi?! “Sigara içmeden de tarih yapılamaz” mıydı?! Gençliğe ne söylenmek isteniyordu? “Tarih yapacak kararlılığın yok, bari sigara içme kararlılığını göster!” mi deniliyordu? Ya da verilen mesaj şu muydu: “Hiçbir şeyle kendini özdeşleştirmiyorsun, en azından Marlboro ile özdeşleş be kardeşim!”?
HER NEYSE; BELLİ OLAN ŞUYDU Kİ, SLOGANIN ÖN VARSAYIMI, GENÇLİĞE YÖNELİK CİDDİ BİR İTHAM İÇERMEKTEYDİ. BU İTHAMA KARŞI GENÇLİKTEN VERİLEN TEPKİ, REKLAM SLOGANININ, “ZAMANE GENÇLİĞİ”NİN, ESASTA DA BATI DÜNYASI GENÇLİĞİNİN HALET-İ RUHİYESİNİ AÇIĞA VURDUĞUNU GÖSTERMEKTEYDİ.

“KARARSIZLAR KUŞAĞI”
Nitekim, kampanya gençlik arasında tartışmalara yol açtı. Örneğin Almanya’da bir genç gazeteci, bu reklam sloganından yola çıkarak dikkate değer bir makale kaleme aldı. Welt gazetesinde “Kararsızlar kuşağı ‘ya – ya da’da yolunu kaybetti” başlığıyla yayınlanan bu makale, gençler arasında büyük bir ilgi gördü; özellikle sosyal medyada çeşitli tartışmalara neden oldu.
GENÇ GAZETECİ OLIVER JEGES, KAMPANYANIN SLOGANINDAKİ ÖN VARSAYIMI, “EVET BİZ TAM DA O ‘MAYBE’CİLERİZ; O SÖZÜ EDİLEN KARARSIZLAR, TEREDDÜT GÖSTERENLERİZ” SÖZLERİYLE KABUL EDİYORDU. AMA DAHA ÖNEMLİSİ, BATI ÜLKELERİ GENÇLİĞİNİN İÇİNDE BULUNDUĞU İDEOLOJİK BUNALIMI YANSITAN ÖNEMLİ SAPTAMALARDA BULUNUYORDU. BİRKAÇ ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE:
– “11 Eylül saldırısının, Irak ve Afganistan savaşının medya üzerinden tanığız ve sökülüp sürüklenen buz parçalarının üzerindeki çaresiz kutup ayıların görüntüsü karşısında küresel ısınmaya karşı duyarlılık içerisindeyiz. Akıllı telefonları, megapixel kameraları, Nano saniyeleri ve Terabit’leri biliyoruz. Olanaklar, gerekli olduğundan çok, öyle görünüyor. Nasıl kararlar verilir, bunu unuttuk. Ve kararsızlığımızın içerisinde kendimize rahat bir yer yaptık. Robert Musil’in ‘Özelliksiz Adam’ adlı romanından yola çıkılarak, bugün ‘özelliksiz bir kuşak’tan söz edilebilir.”
– “MUSİL’İN ROMANINDA UFUKTA BELİREN VE İNSANLARI GÜVENCESİZLİĞE İTEN, PARÇALI MODERNİTEYDİ. BUGÜN İSE GENÇ İNSANLARIN ÜSTESİNDEN GELEMEDİĞİ HETEROJEN POSTMODERNİTEDİR. (…) ÖZELLİKLERİ OLMAYAN KUŞAK DEMEK, BU KUŞAĞIN YETENEKLERİ OLMADIĞI ANLAMINA GELMİYOR. TAM TERSİ SÖZ KONUSU. YÜKSEK ÖĞRENİM GÖRMÜŞ, AKADEMİK UNVANLARI OLAN, BİRKAÇ YABANCI DİL BİLEN GENÇ İNSANLARDAN SÖZ EDİYORUZ.”
– “Ama ne elde etmek istiyorlar? Bizden önceki her kuşak, dünyayı değiştirmek istiyordu. Fakat biz ne istiyoruz?”
– “BUGÜNÜN YİRMİLİLERİNİ, BİR KAVRAM ALTINDA TOPARLAMAK ŞÖYLE DURSUN, ORTAK BİR DÜŞÜNCE ETRAFINDA TANIMLAMAK DAHİ ZOR. BİZİM KUŞAĞIMIZ PARÇALANMIŞTIR; ORTALIKTA TEK BAŞINA SAĞA SOLA SAVRULMASINA NEDEN OLAN AŞIRI BÜYÜK BİR BİREYSEL DÜŞÜNCEYE KAPILMIŞTIR. VE AMA TABİİ, BU DURUM, KOLEKTİF TOPLUMSALLAŞTIRMANIN HER BİÇİMİNDEN DAHA İYİDİR YİNE DE. FAKAT BU BİREYSELLİK BASKISININ DIŞINDA BİZİ TANIMLAYAN NEDİR?”
– “Neye karşı çıkıyoruz? (…) Yoksa her şeyi aynı anda mı istiyoruz? İdeal vücuda sahip olmak ve ama yine de keyif insanı mı kalmak? Aile kurmak ve ama yine de bekar olmanın özgürlüğünden mi vazgeçmemek? Ekolojik bilince sahip olmak, ama buna rağmen devasa ciplere mi binmek? (…) Emin değiliz. Ve korkuyoruz. Yerimizde sayıyoruz. (…) Reşit olmak istemiyoruz, ya da bunu hiç olmazsa olabildiğince ileriye atmak istiyoruz.”
– “GEÇENLERDE YAPILAN BİR ANKETE GÖRE, 30 YAŞIN ALTINDAKİ HER BEŞİNCİ KİŞİ AUSCHWİTZ TOPLAMA KAMPINI BİLMİYOR… ANCAK SADECE KESKİN BİR BİLİNÇ DEĞİL, ANLAŞILAN CESARETİMİZ DE YOLDA KALDI. NE MESLEK YAŞAMINDA (‘MEDYAYLA İLGİLİ BİR ŞEYLER’), NE DE ÖZEL YAŞAMDA (‘BİR VAKİT BEN DE ÇOCUK SAHİBİ OLMAK İSTİYORUM’) KENDİMİZİ BAĞLAMAK İSTİYORUZ. PLAN KURMAK İSTEMİYORUZ, TERSİNE ÖYLESİNE GÜNÜMÜZÜ YAŞAMAYI ARZULUYORUZ. ÖZELLİKTEN YOKSUN OLANLARIN PUSULASI YOK.”

İDEOLOJİK TAHRİBAT VE KRİZ
Elbette bugünün genç bir gazetecisinden gençliğin içinde bulunduğu derin ideolojik bunalımı her bakımdan analiz etmesini bekleyemeyiz. Yine de bu makaleyi önemsemek gerekir. Zira makaleyi ayırdedici kılan, gençliğin bugünkü ruh halini, özellikle de ideolojik bunalımını çarpıcı bir şekilde betimlemesidir. Şüphesiz, meselenin boyutları karşısında betimleme yetersizdir; ve yine, düşünsel planda alametifarikası bütünselliğin reddi olan bir dönemin gencinin, tam da sitem ettiği düşünsel parçalanmışlığın temellerini açığa çıkaramaması bir rastlantı değildir. Dolayısıyla, bu durumda, bilincin bunalımının bilinci de ileriye doğru bir adımdır. Ve bu adımın ilerletilmesi gerekmektedir.
Makalenin ortaya koyduğu diğer bir gerçek daha var: Anımsanacağı gibi, Avrupa’da 1970’li yılların ortalarından itibaren yeniden peydahlanan irrasyonalizmin (özellikle de Fransa’nın Lévy ve Glucksmann gibi “yeni filozofları” ve elbette fikir babaları Foucault), uluslararası işçi sınıfının tarihsel büyük yenilgisinin 1989/91’de açığa çıkmasının ardından ideolojilerin ve tarihin sonunu ilan eden postmodernizmle füzyonu, düşünce dünyasında ender görülen bir durumun doğmasına yol açmıştı. Öyle ki, dünya görüşlerinin yerini, görüşler dünyası almıştı. “Çoğulculuk” ve “merkezsiz özne”, daha sonraları da bu öznelerin “çokluk”u, başta sınıf kategorisi olmak üzere, her tür reel genel kategorinin ya da “tümleştirici” bilginin yerine geçirilmişti. İrrasyonalizm, yapıbozumculuk ve postmodernizmin, düşünce dünyasında açtığı derin yaralar ve tahribatlar, “küreselleşme” rüzgarlarıyla birlikte izlenen ve o yıllarda suni talep yaratma odaklı liberal ekonomi politikaların uyuşturucu etkisiyle de, özellikle genç aydınlar kitlesince ne hissediliyor, ne de farkına varılıyordu.
GELGELELİM, 2007-2009 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ VE DOĞURDUĞU SOSYAL-TOPLUMSAL SONUÇLAR, YENİ BİR DURUMUN VE GİDEREK DE YENİ BİR ALGININ DOĞMASINA NEDEN OLDU. BURADA, TEK BAŞINA AVRUPA’DAKİ GENÇLER ARASINDAKİ BUGÜNKÜ İŞSİZLİK VERİLERİNİ HATIRLATMAK YETERLİDİR: 25 YAŞ ALTINDAKİ GENÇLERİN İSPANYA’DA YÜZDE 55’İ, YUNANİSTAN’DA YÜZDE 60’DAN FAZLASI, İTALYA VE PORTEKİZ’DE YÜZDE 38’İ VE FRANSA’DA YÜZDE 27’Sİ İŞSİZ. ALMANYA’DA İSE, “SADECE” (!) YÜZDE 8’İ İŞSİZ. BU TABLO KARŞISINDA, ALMANYA VE FRANSA “NEW DEAL FOR EUROPE” ADI ALTINDA SÖZÜM ONA “GENÇ İŞSİZLİKLE MÜCADELE İNİSİYATİFİ” BAŞLATMA KARARI ALADURSUN; GELİNEN YERDE, EKONOMİK KRİZ ÇOKTAN ENTELEKTÜEL BİR KRİZE YOL AÇMIŞ BULUNMAKTADIR.
Kısacası, söz konusu makale, gençliğin, krizin artırdığı kontrast sayesinde aynada görmeye başladıklarının samimi bir itirafıdır aynı zamanda. Aynada şimdi görülen ise; parçalanmış, anlam boşluğuna düşmüş, tereddütlü, kararsız, tutkusuz ve pusulasız bir gençliktir! Sorun şimdi, gençliğin kendi sureti karşısında nasıl bir tavır alacağıdır. Ya “evet, bu benim”, ya da “hayır, ben bu olamam!” demek durumundadır. En azından hayat artık, ‘ya – ya da’lığın birlikteliğine daha fazla olanak tanımamaktadır.
KUŞKUSUZ, GENÇLİĞİN DÜŞÜNCE DÜNYASI VE RUH HALİ BAKIMINDAN DA ÜLKELER ARASI ÖNEMLİ FARKLILIKLAR SÖZ KONUSUDUR. KRİZLE BİRLİKTE ALTÜST OLAN HAYAT KOŞULLARININ, ‘YA – YA DA’ İLE OYALANMAK ŞÖYLE DURSUN, SEÇENEĞİNE DAHİ HİÇ OLANAK TANIMADIĞI GÜNEY AVRUPA ÜLKELERİNİN GENÇLİĞİNİN DURUMUYLA, İSKANDİNAV VEYA ALMANYA GENÇLİĞİNİN DURUMU AYNI DEĞİLDİR. FAKAT BU FARKLILIKLAR, GENEL OLARAK GENÇLİĞİN RUH HALİ VE DÜŞÜNCE DÜNYASINDAKİ PARÇALANMIŞLIK VE ORYANTASYON KRİZİNİN DÖNEMSEL ÖZELLİĞİNİ ORTADAN KALDIRMIYOR. BU BAKIMDAN, SÖZ KONUSU MAKALEDE DİLE GETİRİLEN VE GÜNEY AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ AKRANLARINA GÖRE EKONOMİK DURUMU NİSPETEN “İYİ OLAN” ALMANYA GENÇLİĞİNİN BU KONUMUNA BİR YERDE TERS ORANTILI HALET-İ RUHİYESİ YETERİNCE UYARICI BİR VERİDİR. TERSİNDEN İSE; YAŞAMIN TEREDDÜT VE KARARSIZLIĞA FAZLA SEÇENEK TANIMADIĞI GÜNEY AVRUPA GENÇLİĞİNİN, ÖFKESİNİ KİTLELER HALİNDE SOKAKLARDA DİLE GETİRMEYE BAŞLAMASIYLA, GENÇLİĞİN DÜŞÜNCE DÜNYASI VE RUH HALİ BAKIMINDAN BELİRTİLEN DÖNEMSEL ÖZELLİK VE ZAAFLARININ AŞILDIĞI SONUCU ÇIKARTILMAMALIDIR.

PUSULA YA DA DÜNYA GÖRÜŞÜ SORUNU
Genç gazetecimiz makalesini şu cümleyle bitirmiş: “Yeniden gerekli olan, karar verme cesaretidir. Bazen hoş olmasa da.”
Karar verme cesareti, kararsızlık karşısında iyidir elbette. Ancak, karar verme cesareti, doğru kararı almaya yetmeyecektir. Kuşkusuz öyle anlar olur ki, cesaret, doğrunun kendisi olur. Fakat burada söz konusu olan anlar değil, bir dönemin şekillendirdiği özelliklerdir. O bakımdan, bu koşullarda kararsızlığın varlığı, nedeninin cesaretsizlik olamayacağına işaret etmektedir. Gençlikteki kararsızlık; aynı anda herkesin “kendi gerçeği”nin ve “her şeyin mümkün” olduğunun telkin edildiği bir dünyada olup biteni anlamlandıramamadan, bağlamsızlık teorilerinin etkisi altında yönünü tayin edememeden kaynaklanmaktadır. Rasyonel ve sistematik düşüncenin genel olarak karalandığı, “büyük anlatı”ların reddiyle sistematik dünya görüşü mefhumunun kendisinin yadsındığı, kuşkuculuk ve görececiliğin yaygınlaştırıldığı bir dönemin gençliğinin, nesnel ilişkiler ve çelişkiler illüzyonları sarstıkça, kendisini kararsız, tereddütlü, parçalı ve özelliksiz hissetmesi sürpriz değildir.
ÖTE YANDAN, BELİRTİLEN MAKALEDE, GENÇLİĞİN İÇİNE İTİLDİĞİ İDEOLOJİK BUNALIMDAN ÇIKIŞ YOLUNA İŞARET EDEN, FAKAT DAHA DA DEŞİLMESİ GEREKEN ŞU TESPİT DE BULUNUYOR: “ÖZELLİKTEN YOKSUN OLANLARIN PUSULASI YOK”! AÇIKTIR Kİ, İDEOLOJİK ANLAMIYLA BURADAKİ “PUSULA”, DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR. NE VAR Kİ, ÖZELLİKLE DE BUGÜNÜN GENÇLİĞİNİN AZAMİ ÖLÇÜDE GEREKSİNİMİNİ DUYDUĞU, HERHANGİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ DEĞİL (BU ANLAMDA, AKSİSİ İDDİA EDİLSE DE, BELİRLİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜN YOKLUĞU OLANAKSIZDIR), TERSİNE BİLİMSEL BİR DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR. MESELEYE BÖYLE BAKMAMAK, BUGÜNKÜ GENÇLİĞİN İDEOLOJİK BUNALIMINI SALT BİR ORYANTASYON KRİZİ OLARAK GÖRMEK ANLAMINA GELİR Kİ, BU YAKLAŞIM, ÖZELLİKLE TÜRKİYE GİBİ DÜŞÜNSEL PLANDA İRRASYONALİZMİN VE DİNSEL TEORİLERİN ETKİN OLDUĞU ÜLKELERDE CİDDİ YANLIŞ SONUÇLARA GÖTÜREBİLİR. UNUTMAMAK GEREKİR Kİ, POSTMODERNİST FİKİRLERİN YAYILDIĞI BİR DÖNEMDE, TEOLOJİ/İLAHİYAT TEMELLİ VE GAYET SİSTEMATİK DÜNYA GÖRÜŞLERİ, KARMAŞIK, PARÇALI VE ÇOK FARKLI OLAY VE GELİŞMELER KARŞISINDA ENTEGRE EDİCİ VE YÖN VERİCİ BİR İŞLEV GÖREBİLİR. Kİ BİZDE OLAN DA BİR ÖLÇÜDE BUDUR: LİBERAL VE MUHAFAZAKAR DÜŞÜNCE DÜNYASI, İRRASYONALİZMDE BULUŞMUŞTUR. NEOPOZİTİVİZMİN KOLAYLIKLA İRRASYONALİZME DÖNÜŞEBİLECEĞİ BİR KEZ DAHA GÖRÜLMÜŞTÜR. AYNI DÖNEMDE İSE, İŞÇİ HAREKETİNİN ZAYIFLIĞI KOŞULLARINDA LİBERAL SOL AYDINLARIMIZ, NİETZSCHE VE FOUCAULT GİBİ RASYONEL DÜŞÜNME VE TUTUM NORMLARININ YIKIMINI HEDEFLEYEN AKIMLARDA TESELLİ BULMUŞLARDIR…
Konumuza geri dönüp, kısaca da olsa, bilimsel bir dünya görüşünün neden gerekli olduğuna değinecek olursak: Gottfried Wilhelm Leibniz’in, görece ile mutlak gerçek arasındaki ilişkiyi bilimsel anlamamıza yardımcı olan ünlü bir örneği var. Bu örnekte, bir kentin etrafında dolaşan bir gezginden söz edilir. Bu kişi belirli aralıklarla durup kente bakar. Gördüğü kent resmi, her defasında, duruş noktasına göre, değişir. Duruş noktasına göre, kentin sokakları, ağaçları, evleri ona farklı bir görünümde görünür. Oysa, etrafında dolaştığı bir ve aynı kenttir!
LEİBNİZ’İN BU ÖRNEĞİNDEN YOLA ÇIKARAK, BİLGİ EDİMİNİN İKİ YAPISAL ÖZELLİĞİ VURGULANABİLİR:
a) Dünya (evren) bizim için, dışardan gözlemlediğimiz bir nesne değildir. Dünyanın içinden onu deneyimliyor, gözlemliyor, değerlendiriyoruz.
b) DÜNYANIN BİR PARÇASIYIZ. O HALDE; BİREBİR, DOLAYSIZ PRATİK DENEYİMİMİZİN NESNESİ, HER ZAMAN, DÜNYANIN YALNIZCA BİR KISMI, BİR NOKTASIDIR. DÜNYAYI AYNI ANDA BİRDEN, TÜMÜNÜ KAPSAYARAK (BÜTÜNSEL, TOTALİTE OLARAK) DENEYİMLEYEMEYİZ.
Bilgi ediminin bu yapısal özellikleri, aynı zamanda sınırlarını da ortaya koymakta: Ancak belirli bir noktadan (duruş noktası) dünyayı deneyimliyor olmamız, edindiğimiz bilginin içeriğini göreceli kılmaktadır. Bu görecelik, varlıksal bir durumdur (Elbette gerçeğin göreceliği, görececilerin iddia ettiği gibi, nesnel bir gerçeğin kendisinin yokluğu ya da olanaksızlığı anlamına gelmemektedir. Nitekim, gezginin etrafında dolaştığı kentin kendisi, nesnel bir gerçektir. Dolayısıyla, gerçeğin göreceliği, onun doğruluğunun saptanamazlığı anlamına gelmez. Bu anlamda zaten, görece gerçeğin karşıtı da mutlak gerçek değil, yanılgıdır. Gerçek, göreceliği içinde mutlaktır).
BİLGİ EDİMİNİN BU YAPISAL ÖZELLİKLERİ NEDENİYLE, MECBUREN BÜTÜN HAKKINDA BİR “MODEL” TASARLIYORUZ. BİR KENTİN BÜTÜNÜ HAKKINDA AZ ÇOK BİR TASAVVURUMUZ OLMADAN, O KENTİN HERHANGİ BİR NOKTASINDAN YOLUMUZU BULAMAYIZ. DÜNYADAKİ HER BİR ŞEYİ (OLAYLAR, GELİŞMELER, TEORİLER VB.), DOĞRU YA DA YANLIŞ AMA HER ZAMAN BELİRLİ DÜNYA RESMİ TASARIMINDAN, YANİ BELİRLİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRMEKTEYİZ. DOLAYISIYLA, BU ANLAMIYLA “PUSULASIZLIK” MÜMKÜN DEĞİLDİR. BURADA MESELE ŞUDUR: PUSULAMIZ ÇALIŞIYOR MU GERÇEKTEN? KARMAŞIK GELİŞME VE OLAYLAR KARŞISINDA NESNEL DURUMLA ÖRTÜŞEN BİR ORYANTASYON SAĞLIYOR MU? BUGÜNÜN GENÇLİĞİ İÇİN “PUSULASI YOK” DENİYORSA, DEMEK Kİ; ONA TELKİN EDİLEN DÜŞÜNCELERİN BEŞ PARALIK DEĞERİ BULUNMUYOR, HEGEMONYASI ALTINDA BULUNDUĞU MEVCUT DÜNYA GÖRÜŞÜ ONA YARDIMCI OLAMIYOR, DAHASI ONU BUNALIMA SÜRÜKLÜYOR.
Bu bakımdan bir genç gazetecinin bu gerçeklik karşısında, gençliğin “pusulası yok” sonucu çıkartması, postmodernizmin “ideolojiler öldü” propagandasının hem etkisinin ve ama hem de iflasının bir göstergesidir. “Özelliksiz kuşak” tanımı da aynı çelişkilere işaret etmektedir. “Pusulasız”lık gibi, “özelliksiz”lik de olanaksızdır. Bir kuşağın özelliğinin “özelliksizlik” olarak belirmesi, bu kuşağın kendi kendisi olmasının engellenmiş olması ya da onu o yapan özelliklerin deformasyona uğramış olması demektir. “Özelliksiz kuşak”; bu genç kuşağın, kendi “gençlik bilinci”ne yabancılaştırılması ya da egemen kılınan “gençlik bilinci”nin genç olmanın bazı özelliklerini aşırı teşvik ederken, başka özelliklerini alabildiğince köreltmiş olması anlamına gelmektedir. Bu kuşağın “şimdiki zamana” hapsedilerek, bir yandan kendisinden önceki kuşaktan tamamıyla kopması ve diğer yandan kendisinden sonraki kuşağa karşı yeterince sorumluluk geliştirememesi, bu, bir “özelliksizlik”ten ziyade, özelliğinin tam da bu olmasının hedeflenmesinin bir sonucudur.
ÇARPICI OLAN AMA, BU DURUMUN, TAM DA “BİREY OLMA BASKISI” KOŞULLARINDA OLUŞMUŞ OLMASIDIR. OYSA BU DURUM, TAM DA BİREY OLAMAMA HALİDİR; ZİRA SIFATI “ÖZELLİKSİZLİK” OLARAK ALGILANAN BİR KUŞAĞIN MENSUPLARI NASIL GERÇEK BİREYLER OLABİLİRLER Kİ? ÖZELLİKSİZ BİREY, SALT BİREYSEL ÖZEL’DİR; Kİ TEŞVİK EDİLEN DE ZATEN ÖZEL YAŞAMA BU İLTİCA DEĞİL Mİ? BU İLTİCA AMA, TAM DA SÜBJEKTİVİZME ÖZGÜ BİR İRTİCADIR. HALBUKİ, TEKİL OLANI TAM DA TEKİL KILAN, GENEL OLANLA ORTAKLIĞIDIR. AYNI ŞEKİLDE BİREY DE ANCAK TOPLUMLA BİRLİKTE BİREYDİR. ZİRA TOPLUM NE KADAR GELİŞKİNSE, BİREY DE O KADAR GELİŞKİN BİR BİREY OLMA KOŞULLARINA SAHİPTİR. O BAKIMDAN, “BİREYSELLİK BASKISINI”, YİNE DE “KOLEKTİF TOPLUMSALLAŞTIRMANIN HER BİÇİMİNDEN DAHA İYİ” GÖREN GENÇ GAZETECİMİZ, TOPLUMLA BİREY ARASINDAKİ BU BÜTÜNSELLİĞİ GÖRMEDİĞİNDEN BÜYÜK BİR YANILGI İÇERİSİNDEDİR.
Kısacası, bütün postmodern ve yapıbozumcu teorilerin en büyük tahribatı tam da bütünsellik düşüncesi konusunda vermiş olmaları anlamsız değildir. Gençliğe, özelliğinin “özelliksizlik” ve pusulasının “pusulasızlık” olarak görünmesi, burjuva ideolojisinin “pusulasızlığı” pusula kılan bu tahribatının dolaysız bir ürünüdür. Öte yandan ama, “özellikten yoksun” olmakla “pusula yok”luğu arasında bir ilişkinin kurulmuş olması bile; kendini, dünyayı ve olayları anlamakta zorlanan bugünün gençliğine “tikel bilgiler”, “tikel kimlikler”, “tikel bireyler” ve “tikel gerçekler”in son derece yetersiz geldiğinin bir ifadesidir.
SONUÇ OLARAK; DÜNYA GÖRÜŞÜ VARDIR, DÜNYA GÖRÜŞÜ VARDIR. GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİN, YANİ; AŞIRI IŞIĞIN GÖZÜ ALMASI GİBİ, KOPUK, PARÇALI, BAĞLANTISIZ, TEKİL “BİLGİ”LERLE AN BE AN VE KESİNTİSİZ BOMBARDIMAN ALTINDA TUTULAN, HER ŞEYDEN HABERDAR OLDUĞUNU SANARAK HER BİR ŞEYİN DİĞER ŞEYLERLE BAĞLAMINI GÖRME VE ANLAMAYA GEREKSİNİM DUYMAYAN BİR GENÇLİĞİN; RASYONEL, SİSTEMATİK VE BÜTÜNSEL, YANİ BİLİMSEL BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNE GEREKSİNİMİ VARDIR.
Bilimsel bir dünya görüşünün ama sahip olması gereken bazı kıstasları bulunmaktadır. Konumuz açısından burada vurgulanması gerekenler esas olarak şunlardır: a) Tek tek olgu, olay ve gelişmeler arasındaki içsel bağlamı ve onların arasındaki çelişkileri bütünsel ve sistematik bir temelde rasyonel olarak açıklayabilmeli; b) Teori-pratik birliğine dayanmalı; hem teoriyi pratiğin bir momenti olarak kavramalı ve hem de pratiği insanın maddi ve düşünsel etkinliğiyle birlikte kavrayan bir teori olmalı; c) Her zaman belirli bir duruş noktasından görece gerçeği saptadığımızı dikkate almalı, bu göreceliğin sadece mekandaki yere göre değil, aynı şekilde zamandaki yere göre de görece olduğunu, ve dolayısıyla görece gerçeğin de tarihsel ve toplumsal bakımdan koşullandığını hesaba katmalı; d) Sınıflı toplumlarda duruş noktasının, öznenin mensubu olduğu sınıfın konumu tarafından belirlendiğini öngörmeli; bu bakımdan hiçbir ideolojinin saf, arı bir objektiviteyi teşkil etmediğini göz önünde bulundurmalı ve bu soruna, sahip olunan dünya görüşünün insanlığın nesnel tarihsel gelişme doğrultusuyla örtüşüp örtüşmediğini irdeleyerek yaklaşmalı.
“BILGI ÇAĞI”NIN GEREKLİ KILDIĞI BU BİLİMSEL KISTASLARI KARŞILAYABİLECEK TEK DÜNYA GÖRÜŞÜ, TARİHSEL VE DİYALEKTİK MATERYALİZME DAYANAN BİLİMSEL SOSYALİZMDİR. EVET, BU DÜNYA GÖRÜŞÜ, İŞÇİ SINIFININ PERSPEKTİFİNDEN DÜNYAYA BAKMAKTADIR. BU ANLAMDA BİR İDEOLOJİDİR. ANCAK, İNSANLIĞIN GELİŞME SÜRECİYLE ÖRTÜŞMESI NEDENİYLE –İŞÇİ SINIFININ SÖMÜRÜ VE ÜCRETLİ KÖLELİKTEN KURTULUŞUNUN BÜTÜN SINIFLARIN KALDIRILMASINI GEREKTİRDİĞİNDEN – OBJEKTIF GERÇEĞİN BİLİMSEL İFADESİDİR.
Bu bilimsel dünya görüşünü titizlikle irdeleyip özümsemeden, günümüz gençliği, ne içine itildiği labirentten bir çıkış yolu bulabilir, ne günlük mücadelesine doğru bir yön verebilir, ne de kendisi olabilir!

Dr.Kurt Gossweiler*ile söyleşi

(* 5.11.1917’de, Suttgart’ta doğan Dr. Kurt Gossweiler, 1928’de annesiyle birlikte Berlin’e taşınır. 1931 yılından itibaren önce Sosyalist Öğrenci Birliği’nin (SSB), ardından Almanya Komünist Gençlik Birliği’nin (KJVD) üyesi olarak mücadeleye katılır. KJVD’deki çalışmalarını, illegalite koşullarında sürdürür. 1939’da Alman Ordusu Wehrmacht’a alınır. 1943’te Kızılordu’ya sığınır. Ekim 1943 – Temmuz 1947 tarihleri arasında, önce öğrenci, ardından asistan olarak Taliza Antifaşist okuluna devam eder. 1947-1955 arasında, Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) Berlin Bölge Örgütü’nün yöneticiliğini yapar. 1955-1958 arasında, Berlin Humboldt Üniversitesi’nde doktora tezini hazırlar. 1958-1970 yılları arasında, Humboldt Üniversitesi’nin Tarih Kürsüsü’nde bilimsel çalışmalar sürdürür.
Bilimsel çalışmalarını, 1970’ten emekliye ayrıldığı 1983 yılına dek, DDR Bilimler Akademisi bünyesindeki Merkezi Tarih Enstitüsü’nde sürdürür. 1964’te “1934 Röhm Skandalı” konulu doktora tezini tamamlar. 1971’de, “Büyük Bankalar, Sanayi Tekelleri ve Devlet” adlı kitabıyla, habilitasyonunu elde eder. 1988’de, Berlin Humboldt Üniversitesi’nin fahri doktorluk ünvanını elde eder.)

– Genel bir tespit ile başlayalım: Geçtiğimiz yüzyıl, işçi sınıfının büyük zaferleri ile dolu bir yüzyıldı. Öte yandan yine geçtiğimiz yüzyıl, işçi sınıfının en büyük yenilgisine, yani sosyalizmin çöküşüne sahne oldu. Dünya gericiliği üstünlüğü ele geçirerek, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını birbiri ardından tasfiye etmeye başladı ve etmeye devam ediyor. “Taubenfuss-Chronik” adlı kitabınızda da belirttiğiniz gibi, bu yenilginin sonucu olarak, bir “insanlık felaketi” ile karşı karşıyayız.
Bunun nedenlerine gelmeden önce, 14 yaşından beri komünizm için mücadele eden birisi olarak size şunu sormak istiyorum: Sosyalizmin bir ütopya olmadığı inancınızı nasıl koruyorsunuz? Sosyalist bir geleceğe olan güveninizin kaynağı nerededir?
Bir komünist olarak, değindiğiniz bu yenilgiyle ilk kez yüzyüze gelmedim. İlk kez 1933’te, yani Nazilerin Almanya’da iktidara gelmeleriyle birlikte, kimsenin aklından bile geçiremeyeceği bir yenilgi yaşadım. O zaman henüz 15 yaşımdaydım. Yani “yaşlılıktan kaynaklanan bir inatçılık” nedeniyle komünizme sadık kalmış olduğum söylenemez. Biz genç komünistler açısından faşizme teslim olmak söz konusu olamazdı. Aynı şekilde bugün de, 70 yıl daha yaşlanmış olsam da, karşıdevrimin dönemsel bir zafer kazanmış olmasından hareketle, inandığımız davanın yanlış olduğu sonucuna varanların saflarına katılmam da mümkün değil. O dönem mücadeleyi sürdürmemizin nedeni ile bugün mücadeleye devam etmemin nedenleri aynıdır. Gençlik örgütümüzde, –gerek 1933’ten önce, gerekse de sonrasında illegaliteye geçince– Marx, Engels ve Lenin’i incelemiştik ve karşımızda bizlere coşku veren Sovyetler Birliği örneği durmaktaydı. Eğer Marksizm-Leninizm’in, tarihi, rastlantıların eseri olarak değil, toplumsal gelişimin yasalarının temeli üzerinde yükselen bir süreç olarak açıklayan bir bilim olduğunu kavramışsanız ve kapitalizmi gittikçe derinleşen krizlere sürükleyen ve nihayetinde onun sonunu getirecek çelişkilerin var olduğunu biliyorsanız, onun indirdiği darbelerin sizi yere sermesi mümkün değildir. Lenin, 1916’da Junius Broşürü üzerine kaleme aldığı bir çalışmasında şöyle diyordu (Bu arada, onun bu sözlerini devrimcilerin bir an için bile unutmaması gerektiğini belirtmeden geçmeyelim): “Dünya tarihinin pürüzsüz ve bazen büyük geri sıçramalar yapmadan eşit ilerlediğine inanmak diyalektik değildir, bilim dışıdır ve teorik açıdan da yanlıştır.” Ama 1989/90 yıllarında yaşadığımız gibi bir büyük geri sıçrama, bugün de gördüğümüz gibi, çelişkilerin devasa boyutlarda derinleşmesine ve kapitalizmin insanlık düşmanı yüzünü daha açıktan ortaya çıkarmasına yol açar. Çelişkilerdeki bu derinleşme o kadar güçlüdür ki; toplumun büyük çoğunluğu açısından, bu kapitalist sisteme son vermekten başka çıkar yol bırakmaz.

Bugünkü günlük yaşamda, sizin bu güveninizi, iyimserliğinizi sağlayan gelişmeler var mı?
Elbette var. Schröder hükümeti “zenginlerin” ve büyük sermayenin çıkarlarını o kadar açıktan savunuyor ki; hoşnutsuzluk ve çelişkiler sadece onun partisi SPD içinde ortaya çıkmıyor, tersine, üyelerinin bir kısmı yeni bir sol parti kurmak üzere SPD’yi terk ediyor. Elbette bütün bu yaşananlar, bir devrimci durumun henüz çok uzağında. Ancak “bu böyle gitmez” düşüncesi, bugün çoğunluğun düşüncesi haline gelmiş durumda. Doğu Almanya’da yapılan anketlerde, hangi sistemin (Günümüzdeki Federal Almanya Cumhuriyeti mi, yoksa eski DDR mi?) daha fazla sosyal adaletli olduğu sorusuna, çoğunluk, gözünü kırpmadan “eski DDR düzeni” yanıtını veriyor. Bu, insanların düşüncesindeki ilerlemeyi açığa çıkaran somut bir sinyaldir. Ancak bu ilerlemenin fazla yavaş olduğunu da eklemek gerekir. Ben, böylesi bir devrimci durumu görebilmek için ömrümün yetmesini isterdim. Ama yaşım o kadar ilerledi ki; gerçekçi olmak zorundayım ve bu yönde bir gelişmenin başladığını ve güçlendiğini görmekle yetinmem gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu umudumun boşa olmadığından eminim. Biz komünistler, doğamız gereği iyimser insanlarız.

Ancak bu, sosyalizmin büyük bir yenilgiye uğradığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu yenilgi nasıl oluştu? Bir yenilgiyi kaçınılmaz kılan objektif nedenler mi vardı? Yoksa beceriksiz yöneticiler, yanlış zaman ve yerde yanlış kararlar aldıkları için mi bu yenilgi yaşandı? Ya da objektif ve sübjektif nedenler birlikte bir rol mü oynadı?
Bu sorulara bir kelimeyle yanıt vermek ve yenilgiyi bir tek nedene bağlamak mümkün değil. Ancak kesin olan, bu yenilginin kaçınılmaz olmadığıdır. Birçok insan, Sovyetler Birliği’ndeki ve diğer sosyalist ülkelerdeki ekonomik gerilik nedeniyle yenilginin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Oysa Sovyetler Birliği, kapitalizm karşısında ekonomik açıdan en güçsüz olduğu dönemde değil, tersine dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olduğu dönemde çöktü. Bu yüzden çöküşün kaynağı olarak gösterilen bu gerekçe yanıltıcıdır.
Stalin, faşizme karşı kazanılan zaferden sonra haklı olarak şöyle diyordu: Sovyet toplum düzeninin, Sovyetik olmayan diğer düzenlerden daha sağlam ve hayatta kalabilir olduğu, toplumun bu örgütlenme biçiminin bütün diğer biçimlerden daha iyi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gerçek, faşist Almanya’ya karşı kazanılan zaferden sonra o kadar yalın ve açık bir şekilde ortada duruyordu ki; hiç kimse Sovyetler Birliği’nin çökmesinin kazanılmaz olduğu tezini ileri süremezdi. Aksi halde gülünç duruma düşerdi. Çünkü Sovyetler Birliği, tarihte eşi görülmemiş çetin bir sınavdan büyük bir zaferle çıkmıştı.
Ancak bir kaç yıl sonra, Sovyet halkı ve ülkesi, gelişiminde bir kırılma yaşadı. Gelişme devam etmeyerek, gerileme ve çökme yoluna girildi. Bu da, Stalin’in ölümünden sonra, o güne dek yaşanan gelişmenin kaynağını ve itici güçlerini zarara uğratan ya da tümüyle ortadan kaldıran bir şeylerin yaşanmış olduğunun açık belirtisidir.
İşbaşına gelen yönetimin izlediği siyasete yakından bakıldığında, olup bitenleri görmezden gelmek mümkün değil: Yeni Genel Sekreter Kruşçev, partinin bilimsel temellere dayandırılmış Leninist genel çizgisinden sapmasını sağladı. Bunun farkına varmak ilk başta kolay değildi. Şahsen ben de, 1956 sonbaharında yaşanan Macaristan olaylarına dek bunun farkına varamadım. Bu sonuca varmak kolay olmadı ve bu yolu, “Die Taubenfusschronik ve Kruşçevciler” adlı siyasi günlüğümün ilk bölümünde kağıda döktüm. Vardığım bu sonucu, 19 Ocak 1957 tarihinde, öz bir cümleyle şu şekilde not düştüm: “Şüphe yok: Lenin’in ve Stalin’in partisinin tepesinde bir düşman oluşmakta. Oraya, başta ABD olmak üzere, emperyalist gizli servislerin bir güvenilir kişisi, çoktan Gizli Servis ve CİA’nin ajanı olmuş Tito’nun bir işbirlikçisi çöreklenmekte.”

Bu nasıl olabildi? Kruşçev ve yakın suç ortağı Mikoyan bilinmeyen, tanınmayan yeni kişiler değildi ki. Bunlar, yıllardan beri Merkez Komitesi’nin ve Stalin önderliğindeki Politbüro’nun üyeleri değil miydi?
Kruşçev’in şu hakkını açıktan teslim etmek gerekiyor: Stalin’in güvenini kazanmayı başarmıştı. Yoksa Ukrayna’da ve Moskova’da en üst noktalara gelemezdi. Peki Stalin’in ölümünden sonra böylesi kötü bir rol oynayan bir adam, nasıl oldu da bu noktalara gelebildi?
Elbette köylü kurnazıydı ve sinsi birisiydi. Ancak tek başına bu özellikleri, bu konuma yükselmesine yetmezdi. Ne zaman Stalin’in düşmanı oldu, düşmanlık faaliyetleri ne zaman başladı? Bence bu konudaki en akla yatkın yanıt, Kruşçev’in (Mikoyan için de geçerli) uzun zamandan beri böylesi parti düşmanı bir veya birkaç grubun üyesi olduğudur. Bunlar bilinçli bir şekilde yedekte bekletilerek, uğranılacak bir yenilgi durumunda, “sicili temiz” kişiler olarak “parti aygıtı” içinde kalmaları ve “görevlerini” sürdürmeleri, uygun zamanda da iktidara gelmeleri sağlanmak istendi. Bu şekilde, “kızaktakiler” olarak, Moskova Mahkemeleri’ne düşmekten kurtulmakla kalmadılar, bunun ötesinde konumlarını elde tutarak genişletebildiler.

Yaptıklarını yapabilmeleri için Kruşçev ve çetesinin ille de ajan olması gerekmiyordu. Sizce de, Kruşçev’in emperyalizmin uzaktan yönlendirdiği uzatmalı ajanlar olduğu tezi, biraz aksayan bir tespit değil mi? Örneğin Enver Hoca bu bağlamda, Stalin’in sağlığında da böylesi zararlı bir düşünce tarzının parti kadroları içinde, ki bunlara iyi bir geçmişe sahip proleter kökenli kadrolar da dahildir, hatta denenmiş Merkez Komitesi Divanı üyeleri arasında bile yaygınlaştığına dikkat çekiyor. Enver Hoca, bu süreçte, ayrıca, “SBKP içerisinde bürokrat kadrolar içerisinden bir işçi aristokrasisinin doğduğunu” söylüyor.
Bence bu, Kruşçev ve Mikoyan’ın faaliyetlerini açıklamak için yeterli değil. Enver Hoca’nın söyledikleri belki başkaları için geçerli olabilir, ama bu ikisi için değil. Çünkü bu ikisi, haşere misali, uzun vadeli ve hedefli bir zarar verme faaliyeti sürdürdüler.

Zaten Enver Hoca da bu ikisine dikkat çekiyor.
Evet, bu ikisinin özel bir düşmanlıkla Stalin’e karşı çıktıkları, zaten daha XX. Kongre’de görülüyordu. Ayrıca şunu da belirteyim: Emperyalistlerin, Stalin’in ölümünden sonra (5 Mart 1953) işbaşına gelecek yeni yönetim hakkında ne kadar büyük bir umut besledikleri çok dikkat çekicidir. Burada örnek olması açısından, Eisenhower ve Churchill’in söylediklerinden alıntılar yapmak istiyorum.
ABD’nin yeni başkanı Eisenhower, 16 Nisan 1953 tarihli açıklamasında şöyle diyordu:
“Bütün dünya, Stalin’in ölümüyle birlikte bir çağın kapandığını biliyor. (…) Şimdi Sovyetler Birliği’nde yeni bir yönetici kuşağı iktidara gelmiştir. Onları geçmişlerine bağlayan bağlar ne kadar güçlü olursa olsun, bu, onların geçmişlerine sıkı sıkıya bağlı oldukları anlamına gelmiyor. (…) Geleceğin biçimlendirilmesi, büyük ölçüde onların iradesine bağlı. (…) Yeni Sovyet yöneticileri böylece, bugün genel tehdidin hangi boyutlara ulaştığını, tarihin akışını değiştirmek üzere paylarına düşeni yapmaları gerektiğini anlamaları için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat yakalamışlardır.”
Aradan bir ay geçmeden, 11 Mayıs 1953 tarihinde, İngiltere Başbakanı Churchill, Avam Kamarası’nda, çok daha açık bir şekilde şu sözleri sarfediyordu:
“Bugün en önemli olan şey elbette, Stalin’in ölümünden bu yana Sovyet bölgesinde ve özellikle de Kremlin’de yaşanan tutum değişikliğidir. Ve hep birlikte bir ruhsal değişimin yaşanmasını da umut ediyoruz. (…) İngiliz hükümetinin siyaseti, elindeki bütün imkanlarıyla, olası her olumlu gelişmeye köstek olacak bir adım atılmasından ya da açıklama yapılmasından imtina edilmesidir. Siyasetimiz ayrıca, Rusya ile olan ilişkilerimizde yaşanacak her türlü iyileşmeyi selamlamayı öngörür.”
Her iki açıklama da, gerek Washington’a, gerekse Londra’ya, Moskova’da sadece bir yönetici değişikliğinin değil, tersine buna bağlı olarak bir çizgi değişikliğinin de yaşanacağına dair bir sinyal gönderildiğini açıkça gösteriyor. (Belki bunun da ötesinde, ajan Tito aracılığıyla mesaj gönderilmiştir.)
Bu çizgi değişikliğinin yaşanacağına dair umutları besleyen gelişmeler de vardı. 1953 yılının ilk yarısında, başta Kruşçev olmak üzere yeni yönetimin, DDR ve Macaristan’daki sınanmış parti önderleri Ulbricht ile Rakosi’yi iktidardan düşürmek ve yerlerine kendi adamları olan Herrnstadt ile Zaisser’i (DDR) ve İmre Nagy’i (Macaristan) geçirmek için ilk girişimde bulunması, söz konusu gelişmelerin bir örneği olarak anılabilir.

Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum konusundaki bilgiler açısından, Malenkov tarafından 19. Parti Kongresi’ne sunulan rapora veya Stalin’in çeşitli makalelerine dikkat çekilebilir. Yani SSCB’de bazı şeylerin yolunda gitmediği, savaşın verdiği zararların, gerek ekonomik açıdan, gerekse parti kadroları açısından oldukça büyük olduğu, toplumda yavaş yavaş yorgunluk eğiliminin başladığı gibi konular, emperyalistlerin de bilgisi dahilindeydi. Kaldı ki, büyük dünya savaşları sonrasında bu tür reflekslerin ortaya çıkması, beklenmeyen bir durum da değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan “vahşi 20’li yıllar”ı hatırlayalım. Bu açıdan bakıldığında Sovyet toplumunun böylesi bir refleks göstermiş olması son derece normal. Özellikle de bu, halka Ekim Devrimi’nden bu yana dünya gericiliğinin rahat vermediği ve baskı altında tuttuğu göz önünde bulundurulursa, daha iyi görülüyor. Gerek emperyalistler, gerekse de Stalin ve parti önderliği bütün bunları biliyordu. Bu benzersiz ve özel durumdan herkes kendisine göre gerekli sonuçları çıkardı. Emperyalizme göre çözüm, soğuk savaşın örgütlenmesinde yatıyordu. Stalin’e ve partiye göre ise, ideolojik-politik ve ahlaki platform vb.’nin yenilenmesinde. Bu koşullar altında, Stalin gibi büyük bir şahsiyetin ölümünden sonra geri kalan yönetimin gerekli öngörüden yoksun, sürdürülmesi gerekli olan mücadeleyi devam ettirme cesaretini gösterememiş, bunun yerine mevcut ve kendilerini de sarmış eğilimlere teslim olmuş ve mücadele yerine, daha kolay bir yol olan ve emperyalistlerce de özellikle teşvik edilen uzlaşma yolunu seçmiş olması mümkün değil mi?
Burada birden fazla soruya değiniyorsunuz. Bunlardan birincisi; ülke içindeki durum neydi, yorucu savaş yıllarından sonra kitlelerin ruh hali nasıldı? İkincisi; Stalin önderliğinin buna tepkisi ne oldu? Üçüncüsü de; Kruşçev yönetiminin izlediği çizgi, öngörü ve cesaretten yoksun olması ve “kendilerini sarmış olan eğilimlere teslim olması” ile açıklanamaz mı?
Kitlelerin ruh haline ileride değineceğim. Ama önce, Kruşçev’in eyleminin öngörü ve cesaret yoksunluğu ve genel ruh haline karşı çıkamamış olması ile açıklanabileceği görüşüne altını çizerek karşı çıkmak istiyorum.
Bu, Kruşçev’i aklama çabalarının dayanaksız olduğunu kanıtlamak için, bir tek noktaya işaret ediyorum: Kruşçev’in davranışı ve Tito ile ilişkisi. Kruşçev’in de emperyalizmin bir ajanı olduğu konusunda aslında görüş farklılıkları olmaması gerekir. Şöyle ki: birincisi; bilindiği gibi, 1948 Haziran’ının ilk yarısında, Komünist Partilerin Enformasyon Bürosu’nun bir toplantısı gerçekleştirildi ve burada, Yugoslavya Komünist Partisi’nin içinde bulunduğu durum ele alındı. SBKP’nin Jdanov, Malenkov ve Suslov tarafından temsil edildiği görüşmenin sonunda, katılan partiler bir ortak açıklama yayınladı. Söz konusu metin, elbette öncesinde, SBKP Siyasi Bürosu’nda da, yani Kruşçev tarafından da incelenmiş ve onaylanmıştı. Metin, Enformasyon Bürosu’na üye bütün partilerin temsilcileri tarafından imzalanmıştı. Bu bütün komünist hareket açsından önemli bir bilgiydi, deyim yerindeyse tehlikeli bir virüse karşı yapılan bir koruyucu aşıydı.
İkincisi; peki Kruşçev ne yaptı? Bu aşının koruyucu özelliğini ortadan kaldıran, baştan sona ikiyüzlülüğe bulaşmış bir açıklama yayınladı. Mayıs 1955’te Kruşçev başkanlığındaki bir heyet, iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden normale döndürmek üzere Belgrad’a gitti. Kruşçev bu fırsatı, Belgrad havaalanına ayak basar basmaz, önceden kararlaştırılmamış keyfi bir açıklama yapmak üzere kullandı. Daha sonradan ortaya çıktığı gibi, önceden gündeme gelmiş olsaydı, böyle bir açıklamaya kesinlikle onay verilmezdi. Kruşçev şöyle diyordu: “Değerli Yoldaş Tito! Yaşananlardan son derece üzüntü duyduğumuzu belirtmek istiyoruz. Bu dönemde biriken bütün tortuları kararlılıkla bir kenara süpürelim. Burada kastettiğimiz tortular, gerçek yüzleri ortaya çıkartılmış Beria ve Abakumov gibi hainlerin ülkelerimiz arasındaki ilişkilerde oynadığı provokatif roldür.”
Üçüncü olarak; Ekim 1956’da, Macaristan’daki karşıdevrim sırasında, Tito’nun karşıdevrimci güçlere esin kaynağı olarak oynadığı rol, bariz bir şekilde açığa çıkmıştı. Bu yüzden, elbette Kruşçev’in konumu da, özellikle Tito’ya itibarını iade ettiği için, tehlikeye düşmüştü. Böylesi bir durumda bir ajan ne yapar? Ani bir dönüş yaparak, Tito savunuculuğunu bir yana bırakıp, Tito revizyonizmine karşı amansız bir mücadeleci olarak ortaya atıldı.
Haziran 1958’de, Bulgaristan Komünist Partisi’nin VII. Kongre’sinde yaptığı konuşmada, başka şeylerin yanı sıra şunları söylüyordu: “Enformasyon Bürosu’nun 1948 yılında gerçekleştirilen konferansında, Yugoslavya KP’nin içinde bulunduğu durum üzerine bir açıklama kararlaştırıldı. Bu açıklamada haklı olarak, Yugoslavya KP’nin bir dizi sorunda oynadığı rol eleştirildi. Söz konusu açıklama özü itibarıyla doğruydu ve devrimci hareketin çıkarlarına denk düşüyordu.”
Bu sözleri sarfeden, daha birkaç hafta önce, Tito ile Brioni ile Kırım Yarımadası’nda görüşmelerde bulunan, Rakosi’nin halefi Gerö’yü Macaristan’da iktidardan indirip yerine İmre Nagy’yi geçirme konusunda ortak kararlar alan ve bunları hayata geçiren, böylece Washington ve Londra’daki dostlarının yüreğine su serpen Kruşçev’in kendisiydi.
Enver Hoca, “Süper Güçler” başlığıyla kitap halinde yayınlanan (Tiran, 1986) siyasi günlüğüne, 13 Aralık 1962 tarihi için şu notu düşmüş:
“Kruşçev, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti’nin dünkü oturumunda, uluslararası durum ve Sovyetler Birliği’nin dış politikası konulu bir konuşma yaptı. Oturuma başkanlık eden divanda, kendisinin yanında, kardeşi ve yakın yoldaşı hain Tito da yerini almıştı…
Konuşmasının ikinci hedefi, resmi ve kamuoyunun dikkatini çekecek bir şekilde, Titocu döneklere hem devletsel, ama özellikle de ideolojik açıdan itibarlarını iade etmekti… Arnavutluk Emek Partisi’nin öngörülerinin doğruluğu kanıtlandı… Revizyonist Kruşçev grubunun, (sosyalist Ç.N.) bloğu dağıtmayı ve Amerikan emperyalizmine yakınlaşmak için canla başla çalışan yeni bir uluslararası revizyonist blok oluşturmayı hedefleyen ihanetçi tutumu, her gün bir kez daha açığa çıkıyor.”
Böyle hedefli bir şekilde, kendi partisinin ve bütün diğer komünist partilerin kararlarını çiğneyerek, emperyalizmin Truva Atı olan Tito’yu “sadık yoldaş” ilan eden ve kendi elleriyle kalesine alan birisinin, emperyalizmin bilinçli yardımcısı olmadığını, aksine “bazı hatalara düşmüş” bir kul olduğunu düşünmek mümkün müdür?

Kitlelerin tavrı ve ruh hali konusunda da birşeyler söyleyecektiniz.
Bu konuda öncelikle kendi kişisel izlenimlerimi aktarmak istiyorum. 1947 yazında diğer arkadaşlarımla birlikte Antifaşist Okulu terk edip vatanıma dönüş yolculuğuna çıktığımda, bize refakat eden Kızıl Ordu mensuplarıyla konuşma fırsatım oldu. Bu, İngilizlerin ve Amerikalıların “Soğuk Savaş”a çark etmeye başladıkları döneme denk geliyordu. Kızıl Ordu mensupları, Amerika’dan yükselen düşmanca sesler konusunda şöyle diyordu: “Amerikalılar bizimle kavgaya tutuşacaklarsa, kendileri bilir, biz hazırız.” Yani, “Mesele bu noktaya varmasın, biz artık barış içinde yaşamak istiyoruz” gibi bir ruh haline sahip değildiler. Tam tersine, Sovyetler Birliği’ne saldırmaya cesaret edecek herkesi, Almanları yendikleri gibi yenebileceklerine yürekten inanıyorlardı. Ama bu, artık barış istemedikleri anlamına da gelmiyordu.
Sovyet halkı, savaştan önce de emperyalizmin tehdidi ve kuşatması altında yaşamıştı ve ülkesini, bütün güçlerini birleştirerek fethedilemez bir kale haline getirmişti. Ardından, 25 milyon insanın yaşamına mal olan ve bir dönem işgal altında kalmış bölgeleri viran eden faşist saldırı geldi.
Şimdi barış içinde, faşizme karşı elde edilen zaferin ve ülkenin inşasının meyvelerini toplama arzusunun güçlü ve herkes tarafından paylaşılmış olması şaşılacak bir durum değildi.
Savaş, önderlik için de yeni bir sorun doğurmuştu.
Milyonlarca Sovyet vatandaşı, Kızıl Ordu’nun üyesi olarak Almanya’ya kadar gitmişti. Bu insanlar, ülkelerinin sahip olduğu güçle ve faşist Alman düşmana karşı sağlanan üstünlükle gurur duyuyorlardı.Ama aynı zamanda, kapitalist Batı’da çalışan insanların sosyalizme oranla daha zor koşullarda yaşadıkları düşüncesi bir darbe almıştı. Çünkü prensipte doğru olan bu tespit, onların kafasında insanların maddi sefalet içinde yaşadığı, kötü koşullarda barındığı ve kültürel açıdan geri olduğu bir dünya fikrini canlandırmıştı. Oysa şimdi Almanya’ya doğru ilerlerken geçtikleri ve özellikle de Almanya’da karşılaştıkları şehirleri ve köyleri görünce şaşkına uğradılar. Çünkü görüldüğü kadarıyla, kapitalist Almanya’daki işçiler, kendilerinden daha rahat evlerde oturuyor, daha büyük bir refah içinde yaşıyorlardı. Bu durum da, elbette taşıdıkları, her açıdan daha ileri bir ülkenin vatandaşı olma bilincini kemirmeye başladı.
Alman Ordusu için zorunlu askerlik yapan birisi olarak, ben de kişisel olarak benzeri bir şaşırtıcı tecrübe yaşadım. Ama benimkisi tersten bir tecrübeydi. Benim kafamda canlandırdığım Sovyetler Birliği manzarası, Weimar Cumhuriyeti döneminde oluşmuştu. Özellikle de AİZ (Resimli İşçi Gazetesi)’nin her sayısında yayınlanan, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşa konulu resimli haberlere dayanıyordu. Bu haberlerde elbette, Yeni Rusya resmediliyordu: Burada gerçekleşen inanılmaz çalışmalar; yeni toplu konutlar; yeni, büyük ve modern işletmeler; ilk beş yıllık planın hedeflerine ulaşmasını sağlayan kitlelerin coşkusu v.b.
AİZ’de yer verilmeyen, ya da kenarından değinilen şey ise, Rusya’ya ilişkin dışarıda ağır basan düşüncelerdi. Yani örneğin eski Rusya’nın kalıntıları ve barbarca bir yönetimin devrettiği miras olarak süren gerilik, maddi yokluklar. Biz komünistler de, Tolstoy, Dostoyevski ve Gorki’nin romanlarından almış olduğumuz bilgilere rağmen, bu gerçekleri aklımıza getirmiyorduk. Oysa Stalin de, 1931’de yaptığı bir konuşmada bu gerçekleri hatırlatmış ve Sovyetler Birliği’nin gelişmiş kapitalist ülkelerin 50 ila 100 yıl gerisinde olduğunu söylemişti.
Şimdi artık benim açımdan, bir devrim sonrasında, eskinin, henüz güçsüz olan yeninin yanında varlığını sürdürdüğü cümlesinin sadece teoride değil, pratikte de ne anlama geldiğini öğrenmemin zamanı gelmişti. Eski olana ait örnekleri özellikle köylerde, Batı ile kıyaslandığında oldukça ilkel olan bina yapım tarzında, Makina-Traktör İstasyonlarındaki çürümeye bırakılmış araçlarda görüyordum. Yeni olanın örnekleri ise, yine aynı “ilkel” köylerdeki çocukların ders kitaplarında karşıma çıkıyordu. Burada, Sovyet iktidarının en ücra köylerde bile genç kuşaklara bilgiyi ulaştırmaya çalıştığı, yabancı dil öğretme uğraşında olduğu görülüyordu. Oysa Almanya’daki çocuklar bu hizmetleri akıllarının ucundan bile geçiremezdi.
Sovyet yönetimi, kapitalist Batı ile tanışan Sovyet vatandaşlarının özgüvenlerinin olumsuz etkilenmesini engelleme göreviyle karşı karşıyaydı. Bunu da, birincisi uzun bir süre Rus bilimcilerinin ve mucitlerinin buluşlarını öne çıkararak yaptı. İkincisi; Batı’nın propagandasını yaptığı burjuva-emperyalist ideolojilerin ve moda akımların hayranlıkla benimsenmesine ve yayılmasına karşı bir set kurmaya çalıştı ve “kozmopolitizm”e karşı mücadele için bir kampanya örgütledi.
Kruşçev yönetimi, Stalin’in ölümünden sonra bunun tersini yaptı. Sovyet insanının haklı barış arzusunu kendi amaçları doğrultusunda kullandı. Sovyet insanının Stalin önderliğindeki antiemperyalist politikasına duyduğu güvenin altını oymak için, bu politikanın yapay ve tehlikeli gerginliklere yol açtığını ileri sürdü ve bunun yerine, “yumuşama politikası” şiarıyla yeni bir politikaya ihtiyaç olduğunu propaganda etti. Kruşçev yönetimine göre, ancak bu “yumuşama politikası” ile, ve el ele verilerek nükleer savaş tehlikesi giderilebilirdi. Bunun için de, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçlerle işbirliğine güven duymak gerekirdi.
Kruşçev, bu demagojik gerekçelerle halkın güvenini kazandı, halkının arzu ve özlemlerini tanıyan ve kendisine baş tacı eden adam pozlarına büründü.

Belirleyici olan da bu değil mi? Kruşçev ve şürekası, işte tam da halkta varolan bu eğilimlere hitap etti ve bu eğilimleri kullandı.
Evet, aynen öyle. Yani, Kruşçev’in “tabandan gelen bir baskı” ile revizyonist çizgiye itilmiş olması söz konusu değil. Tersine, kitleleri bilinçli bir şekilde kandırarak, arzularının gerçekleşmesinin en kısa yolunun buradan geçtiği yalanını yaydı. Bunu da son derece ustaca yaptı. XX. Kongre’ye kadar, halk içinde Stalin’e karşı duyulan ve eksilmemiş hayranlığı da hesaba katarak, Stalin’in yolunda sadakatla ilerleyen önder pozunu sürdürdü. Hatta XX. Kongre’den sonra bile, konuşmalarının neredeyse tamamında, halkın yakından tanıdığı tezlere ve temel düşüncelere yer verdi. Bu temel düşüncelerden sapmayı içeren, revizyonist ve düşmanca düşünceler, ilk başlarda konuşmalarında küçük bir yer işgal ediyordu ve akla yatkın, inanılır tarzda gerekçelendiriliyordu. Örneğin XX. Kongre’de, sosyal demokrasiye ait, sosyalizme geçişin parlamenter, “barışçı” yoldan mümkün olduğu tezini işlerken, bunun eskiden belki mümkün olmadığını, ama günümüz koşullarında Sovyetler Birliği’nin ve dünya komünist hareketinin artan gücü sayesinde mümkün olduğunu söylüyordu.
Bir başka örnek: Üretim araçları sanayiinin geliştirilmesine en büyük önceliğin tanınmasını öngören anlayış terk edilerek, bunun yerine önceliğin tüketim maddeleri sanayisinin geliştirilmesine tanınması gerektiğini –oysa bu gerçekte, ekonominin faciaya sürüklenmesinin yolunu açmıştır– söylerken, bunu, ekonominin yeterli güce ulaştığı, artık halkın ihtiyaçlarının giderilmesine öncelik tanınması gerektiği şeklinde gerekçelendiriyordu.

Stalin’in, sosyalizmin ekonomik sorunları üzerine eseri de, zaten üretim araçları sanayii ile tüketim malları sanayii arasındaki öncelik sorununu ele alıyor. Bu eserinde de, bu ilişkinin değişime uğramasının kapitalizmin restorasyonuna yol açacağı ikazında bulunuyor. Yani Kruşçev’in daha sonraları dile getirdiği ve hayata geçirdiği bu tez bilinmekteydi ve tartışılarak sonuçlandırılmıştı.
Evet, tartışılmış ve sonuçlandırılmıştı. İşte bu yüzden bu durum, Kruşçev’in tüketim malları sanayiine öncelik tanınmasına geçmesinin bilinçli bir zarar verme eylemi olduğunun da kanıtıdır. Çünkü Marksizm-Leninizm eğitimi almıştı ve üretim malları sanayiinin gelişimine öncelik tanınması sorununun, Marx’ın Kapital’de ele aldığı bir sorun olduğunu, Lenin’in de bunun, genişletilmiş yeniden üretimin güvence altına alınması, böylelikle sosyalist ekonominin inşasının başarısı için önemli bir ekonomi yasası olduğunun altını çizdiğini biliyordu.

Görüldüğü kadarıyla, ajanlık meselesinde fikir birliği sağlayamayacağız. Bu konuya daha fazla girmeden, bir başka soruna geçmek istiyorum. Sizce, bir arada yaşama siyasetine getirilen oportünist yorumlama ile, üretim araçları ve tüketim malları sanayilerindeki öncelik ilişkisinin ters çevrilmesi arasında bir bağlantı var mı?
Tabii ki var. Her ikisi de, Sovyet iktidarının ekonomik ve politik temellerinin oyulması stratejisinin parçalarıdır. Bu stratejinin özünü, MLPD’nin gazetesi olan “Rote Fahne”ye bundan 15 yıl önce yazdığım bir mektupta şöyle tanımlamıştım: “Sovyet iktidarının savunulması için geçen yaklaşık 40 yıl ve kitlelerin 1917’den itibaren sosyalizmin inşası için çalışmış olması, sosyalizm ve Sovyetik yaşam tarzının Sovyet halkı içerisinde derin ve sağlam kökler salmasına yol açtı. Bu dönemde, açıktan bu düzenin düşmanı ve kapitalizme geri dönüşün taraftarı olarak ortaya çıkmaya cesaret edecek herkes, sıradan insanlar tarafından güvenlik organlarına teslim edilirdi.”
Herşeyden önce kapitalizme geri dönüş, asla açıktan gerçekleşmemeli, göze çarpmamalıydı. Tam tersine, bu yola giriş, son ana kadar, sosyalizmin iyileştirilmesi için atılması zorunlu adımlar olarak lanse edilmeliydi.
İkincisi; insanların Sovyet düzenine bağlılıklarının altı oyulmalı, bu düzeni savunmaya hazır olduklarını gösteren ateşli tutum, yavaş yavaş soğutulmalıydı.
Üçüncüsü; halkın ve parti üyelerinin emperyalizmi savaşın temel kaynağı değil, barışın korunması için birlikte davranılacak bir partner olarak görmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu şekilde, Marksizm-Leninizm’den ilkesel tarzda kopularak, sınıf savaşının yerine sınıf uzlaşmasının geçirildiğinin görülmesini engellemek hedefleniyordu.
Birinci hedefe ulaşmak için, yapılan herşeyin hızla komünizme geçişe hizmet ettiği hayali yaratıldı.
Bu bağlamda Kruşçev ayarındaki demagoglar, vaatlerle kandırılan insanlarda komünizmin zirvesine ulaşılacağına dair ilk başta yaratılan coşkulu umutların yerini, bir süre sonra kaçınılmaz olarak hayal kırıklıklarının, umutsuzluğun, kayıtsızlığın ve hatta parti düşmanlığının alacağının farkındaydılar. Bununla yetinmeyip, bu dönüşümün bir an önce ve radikal tarzda gerçekleşmesi için çabaladılar. Çünkü ikinci hedefe ulaşmanın yolu buradan geçiyordu: İnsanların Sovyet iktidarına olan bağlılıklarının ortadan kaldırılması. Yakından incelendiğinde, ekonomi politikası alanındaki Kruşçevci “reformların”, bilinçli olarak seçilmiş bir dizi zarara uğratma eylemi olduğu görülecektir. Bu eylemlerin sonucu ise, örgütsüzleştirme, darboğazların ortaya çıkması ve Sovyet ekonomisinin emperyalist ülkelere bağımlılığının giderek artmasından başka bir şey olamazdı. Gerçekten öyle de oldu. Sorduğunuz bağlantı konusundaki görüşüm budur.

Eğer sizi doğru anladıysam, Kruşçev ile şürekasının sistemin eksikliklerini derinleştirerek, böylelikle kapitalizme açıktan geçişin koşullarını yaratmaya çalıştıklarını söylüyorsunuz. Peki bu öncelik tartışmasının, eski sosyalist ülkelerin neredeyse tamamında sürdürülmüş olmasını neye bağlıyorsunuz? Neden hep bu tartışmaya geri dönüldü?
Hepimizin bildiği gibi, emperyalizm zinciri önce ileri kapitalist ülkelerde değil, en zayıf halkaların olduğu bölgelerde kırıldı. Bu halka 1917’de, bilinen nedenlerden dolayı Rusya idi. Halka, o günden bu yana da, ekonomik açıdan en gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, Çin, Küba, Vietnam, Kore gibi 3. dünya ülkeleri oldu. Günümüzde de özellikle Latin Amerika ülkeleri; bunun için Venezüella örneğini hatırlayalım.
Herkesin bildiği gibi, bunun nedeni, Rusya’daki ve sonraları diğer sosyalist ülkelerdeki üretkenliğin, ileri kapitalist ülkelerdeki üretkenliğin çok gerisinde olmasında yatıyor. Buna bağlı olarak, halkın tüketim mallarına olan ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda kronikleşmiş bir yetersizlik yaşandı. Bu yüzden, tüketim mallarına olan ihtiyacın nasıl hızlı ve kalıcı bir şekilde giderileceği sorunu hep gündemde oldu. Bu durum elbette DDR’de de derinden yaşandı. Halk, zengin doğal kaynaklara sahip Federal Cumhuriyet’te herşey fazlasıyla mevcutken, kendisinin birçok tüketim maddesine ulaşamamasını önemli bir eksiklik olarak hissediyordu.
Bu koşullarda, sosyalist ülkelerde, gerek halkın, gerekse de önderliğin, eksikliklere yol açan ekonomiden nasıl kurtulunacağı ve tüketim mallarına olan ihtiyacının nasıl giderileceği sorusuyla meşgul olması son derece doğaldır. Bu tartışmalar çerçevesinde, tüketim malları arzının genişletilmesi için, tüketim malları sanayiinin kapasitesinin genişletilmesi gerektiği yönlü gerekçe de şaşırtıcı olmaktan uzak. Bu talebi dile getirenlerin halk yığınları tarafından düşman olarak görülmesi gerekmez. Aksine, ekonomi politiğin bağlantılarını ve yasalarını bilmezseniz, bunun haklı bir talep olduğunu düşünürsünüz.
Öte yandan işte tam da bu durum, Kruşçev gibi düşmanlara, bu talebe sahip çıkıp, sosyalist devlet ekonomisinin altını oyacağını bildikleri bu talebi hayata geçirmeleri, böylece öte yandan halkın yaşam standardını yükseltmekten, komünizm hedefine daha çabuk ulaşmak için canla başla çalışmaktan başka kaygısı olmayan önderler pozuna bürünmeleri için gerekli koşulları yarattı. Aynı nedenlerle bu politika, sadece Kruşçev tarafından değil, Polonya’da Gomulka ve Macaristan’da Kadar tarafından uygulandı ve Batı tarafından övgüye layık bulundu. Ama Walter Ulbricht’in partinin önderliğinde bulunduğu sürece bizde uygulanmadı.

Öte yandan, zamanla giderek derinleşen gelir farklarının da bir rol oynadığı tezi var.
Ben bunu ilk kez duyuyorum. Gerçi bu konuda elimde somut veri yok. Ama edindiğim tecrübelere göre, bu sorun, öncelik tartışmalarında rol oynamadı. Belki Polonya’da, Macaristan’da veya Sovyetler Birliği’nde durum farklı olmuştur.
Ama DDR’de yaşayan bizlerin, satın alma gücü fazlalığı vardı. Bu fazlalık, iç piyasada bulunmayan, değerli ürünlerin yüksek fiyatlardan satıldığı lüks mağazalarda yapılan alışverişlerde harcanırdı. Denizci, bilim insanı, sanatçı, yazar, gazeteci, diplomat gibi, ücretlerini Batı Markı olarak alan yabancıların ve DDR vatandaşlarının alışveriş yapabildikleri, Batı’dan gelen ürünlerin döviz karşılığı satın alınabildiği Intershop gibi mağazalar vardı.
DDR’ye gelince: Burada belli bir yozlaşma süreci var mıydı; yoksa Gorbaçov tarzı taviz politikasının kurbanı mı oldu?
Yozlaşma süreci demek istemiyorum. Ben her zaman Walter Ulbricht’in, en geç XX. Kongre’den sonra SB’de yaşananları doğru değerlendirdiğine inandım ve bu inancımı bugün de koruyorum. Kendisi gerçekten bir revizyonist değil, revizyonizme karşı mücadele eden birisiydi.
Bir yanda bize düşman olan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin, diğer yanda artık bize karşı düşmanlık beslemeye başlamış olan Sovyetler Birliği’nin kıskacına düşmüştük. Sovyetler Birliği, Stalin döneminde temel dayanağımız, her zaman güvenebileceğimiz bir müttefikimiz olmuştu. Ama Kruşçev çetesi iktidara geldikten sonra, bize açıktan düşmanlığını ilan etmişti. Ülkemiz, Federal Almanya ile, biçimsel olarak bizimle ittifakını sürdüren, ama yönetiminde gizli bir şekilde bize karşı emperyalizmle işbirliğine girişmiş birinin bulunduğu bir güç arasında yer alıyordu. Bu durum, bence 80’li ve 90’lı yılların Kruşçev’i olan Gorbaçov döneminde açıktan ortaya çıktı. Gorbaçov’un 1989/90’da yaptığı şey, yani bizi Federal Almanya’ya satması, 50’li veya 60’lı yıllarda mümkün olan bir durum değildi. O yıllarda SBKP yönetiminde, SB hükümetinde ve ordusunda, Kruşçev’i, gerçek niyetini bilseler, bir an bile tereddüt etmeden kovacak güçler yar alıyordu.
DDR ve onun yönetimine gelince: Ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tamamen Sovyetler Birliği’ne bağımlıydık. Kızıl Ordu korumasa, Batı’nın ülkemizi ele geçirmesi uzun sürmezdi. Gomulka’nın Polonya’sı ve Kadar’ın Macaristan’ı zaten çoktan Tito Yugoslavyası’nın yolunda yürüyordu. Revizyonizm yoluna girmek istemeyecek diğer ülkeler açısından –ben, DDR dışında, Çekoslavakya’yı, ayrıca belli sınırlandırmalarla birlikte Bulgaristan ve Romanya’yı bu ülkelerden sayıyorum– ya böyle davranacak ya da Arnavutluk ve Çin’in yaptığı gibi açıktan, Sovyetler Birliği’nde bir revizyonistin iktidarda olduğunu ve ona karşı mücadele edilmesi gerektiğini ilan edeceklerdi. Bu ise, DDR’nin sonu anlamına gelirdi.

Niçin? DDR’nin ekonomik durumu, Arnavutluk’tan daha iyiydi.
Kruşçev’in adamlarının bize hammadde satışını durdurmaları yeterli olurdu. O zaman halimiz ne olurdu? Zaten ekonomide sıkıntılar vardı. SB’den gelen maddeler olmasa, tamamen Batı’ya bağımlı hale gelirdik. Onlar da bize kendi koşullarını dayatırdı.

Peki şöyle soralım: Bütün MK ve parti örgütleri biraraya getirilerek, SB’de revizyonist bir kliğin iktidara geldiği, bu kliğin DDR’yi köşeye sıkıştırdığı, partinin bu yeni durumun bilincinde olması gerektiği konusunda bilgilendirildi mi?
İsterseniz bir düşünün. Bunun yol açacağı sonuçlar, Kruşçev çetesinin buna karşı tepkisi ne olurdu?

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑