ÖDP-Yeniden çizgisi ya da uslanmış solculuk

Uluslararası burjuvazinin, proletaryanın devrimci davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesine karşı sürdürdüğü çok boyutlu saldırının, kendilerine devrimci ve “sosyalist” diyen çeşitli grup ve çevreler üzerindeki etkisi, bu grup ve çevreleri liberal reformist ve anti-Marksist bir konuma savurmuş bulunuyor. Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme üzerine geliştirilen ve adına “gerçekçi politika” denilen burjuva propagandası proletarya ve emekçilere teslimiyeti öneriyor. Sosyalizmin önce Sovyetler Birliği’nde ve sonra 1990 başlarında Arnavutluk’ta tasfiye edilmesinin tahrip edici etkileriyle de birleşen bu propaganda, devrimci ve “sosyalist” örgüt ve partilerin saflarında yalnızca dağılmalara ve kargaşaya değil; giderek açıklık kazanan bir biçimde devrim ve sosyalizm davasının reddedilmesi eğilimlerinin güç kazanmasına da yol açıyor. Modern revizyonist, Avrupa komünisti ve Troçkist grup, çevre ve yazarların elbirliğiyle Marksist devrim teorisine, proletaryanın burjuvaziden bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi çabasına ve iktidar mücadelesine karşı savaşı, bugünkü ardıllarınca ideolojik, politik ve örgütsel planda devam ettiriliyor. Bu çevreler elbirliğiyle Marksist-Leninist teoriye, sosyalist inşa pratiğine ve proletaryanın bağımsız politik örgütlenmesine karşı, ideolojik unsurları burjuvazinin uluslararası cephaneliğinden alınmış bir savaş sürdürüyorlar. Sosyalizmin bilimsel teorisinden ikiyüzlüce söz eden bu çevreler, Marksist devrim teorisinde ısrarı dogmacılık; reformizme karşı mücadeleyi sekterlik; tek ülkede sosyalizm mücadelesini “sonuçsuz kalmaya mahkûm gereksiz bir gayret”; işçi sınıfı ve devrimci partilerin enternasyonal dayanışmasını zamansız ve sekter bir girişim olarak görmekte; proletaryanın devrimci partisinin yönlendirici konumuna çokseslilik adına karşı çıkmaktadırlar.
Globalizm ve Gorbaçovculuk rüzgârı bu grup ve çevrelerin saflarında reformizm ve burjuva liberalizmi eğilimini güçlendirirken, bu gibilerinin “devrim mi, reform mu?” sorusuna cevapları dolaysız bir biçimde “Rus devriminin akıbeti”ne bağlanmış bulunuyor. Söz konusu grupların çoğu “düzen karşıtlığı” çizgisinden düzenle uyuşma çizgisine gerilemiş durumdadırlar. Gorbaçovculuk ve globalizm rüzgârı, TKP (TBKP)’nin burjuvaziyle “ortak çıkarlarda buluşma”sını sağlamış; eski Kurtuluş ve Dev-Yol gibi grupları, temel teorik tezlerinin Kruşçevcilikten esinlenmiş içeriklerinin de etkisiyle TKP’den boşalan platforma sürüklemiş ve bu iki gruptan gelme insanların kuruluşunda aktif rol oynadıkları ÖDP, burjuva reformist ve uzlaşmacı çizgide bu grupların vardığı yerin son adı olmuştur. (Gorbaçovcu yeni dünya solculuğu hemen tüm küçük burjuva grupları sağ ya da görünürde sol ancak gerçekte sağ reformist bir çizgiye çekti. Burada bu gruplara değinmiyoruz. Ancak yeri geldiğince, bu grupların işçi sınıfı ve emekçi halk hareketine zarar veren anlayışlarını ve mücadele biçim ve yöntemlerini de ele alacağız.)
Yakın geçmişte, ara tabakalara dayanarak politik mücadeleye katılan “orta-yolcular”, 12 Eylül faşist yıldırıcılığının da etkisiyle, Carillo ve Berlinguer’in tezlerini benimsemekte birleştiler. Bu çizginin en “parlak” temsilcisi ÖDP ve Yeniden dergisi çevresidir. Bir dönem sıkıyönetim mahkemelerinde ısrarla “örgüt değil dergi çevresi olduklarını” kanıtlamaya çalışanlarla, “artık örgütsel politik faaliyet yürütmenin koşulları kalmamıştır” diyerek devrimci politik faaliyeti tatil edenlerin, değişen “koşullara uygun” ve burjuvazi ve kapitalizm yararına izledikleri “reel politika”yla ÖDP gibi bir reformcu-liberal partide buluşmaları bir bakıma kaçınılmazdı. ÖDP’nin kuruluşunda yer alan eski Dev-Yol çevresi ve Yeniden dergisi yazarları, emperyalist kapitalizmin özellikleri, emperyalist bunalım ve emperyalistler arası çelişkiler; devrim ve savaş ilişkisi; tek ülkede devrim ve sosyalizmi inşa olanakları; proletaryanın sınıf niteliği, örgütlenmesi ve mücadelesi; proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü konularında on yedi yıldır sürdürdükleri “tartışma”dan, Marksizm-Leninizm’in “eski” tezlerinin ve sorunları çözüm yöntemlerinin değiştiği sonucunu çıkardıklarını açıkladılar.
Onlara göre, Marx ve Engels’in Avrupa devrimi beklentileri gerçekleşmediğine ve tek ülkede sosyalizmi inşa pratiği başarısızlıkla sonuçlandığına göre, Marksist-Leninist teori ile sosyalizm pratiği ve proletaryanın uluslararası diğer kazanımlarından devralıp savunulacak fazla bir şey yoktur; geçmişin esas yanını yanılgılar oluşturmaktadır ve bu yanılgı ve yanlışlarda Marx ve Lenin’le birlikte Stalin ve III. Enternasyonalin önemli rolü vardır vb.

KOŞULLARA SIĞINMA VE DEVRİMİN YADSINMASI
“Çok seslilik” adına içerdiği tüm karmaşaya karşın, Dev-Yol/ÖDP çizgisinin savunuculuğunu üstlenmiş bulunan Yeniden dergisi, Aralık ’96 sayısını Marx, Engels ve Lenin’in, devrim, proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü üzerine düşünceleriyle Lenin ve Stalin’in tek ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmasının olanaklarına ilişkin düşüncelerinin reddine ayırdı. Yeniden yazarları kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrası gösterdiği nicel değişiklikleri gerekçe edinerek, Marksist-Leninist devrim teorisini ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizm pratiğini reddediyor, Titocu ve Kruşçevci tezlere sarılıyor ve burjuva-liberal çizgilerini buna bağlı olarak temellendirmeye çalışıyorlar. Yeniden sayfaları baştan sona bu reformist liberal düşüncelerle dolu. Bunu yaparken Marksizm’in diğer tüm reformist ve revizyonist muhalifleri gibi, koşullara ve kapitalizmin niteliklerinin değişmesi gerekçesine sığmıyorlar. Kapitalizmin temel özelliklerinin “değiştiği”ni ileri süren Yenidenciler, bunu şöyle izah ediyorlar:
“Bu sürecin (bolüm başlığı sermayenin yeniden yapılanma süreci ve ele alınan dönem 1970’li yıllardır-y.a.) ikinci vs belki de daha belirleyici boyutunu kapitalist dünya sisteminin, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşanan değişmelere uygun yeniden yapılanma arayışı olarak gündeme gelen entegrasyon, serbestleşme ve liberalizasyon politikaları oluşturmaktadır.
Radikal teknolojik gelişmelerin üretimin teknik temelinde yarattığı köklü atılımlar sonucunda sermayenin akış hızı önceki tarihsel dönemlere göre niteliksel olarak sıçrama göstermiştir.
Öte yandan sermayenin yoğunlaşma düzeyi ise, yerel (ulusal) tekellerin iç pazarda, uluslararası tekellerin ise dünya pazarındaki gücünü köklü olarak sıçratmış, bu bakımdan devlete duyulan ihtiyaç önemli oranda azalmıştır.
Sermayenin akış hızında ve yoğunlaşma düzeyinde yaşanan bu iki belirleyici gelişme, ulusal pazara yönelik üretimin giderek dünya pazarına yönelmesine, ekonomik ve siyasal bakımdan uluslar-üstüleşme sürecinin derinleşmesine yol açmıştır.” (Yeniden Devrim s.2, sf.4) (abç)
Günümüz oportünizminin en önemli iddialarından biri “uluslar-üstü” bir ekonomik sistemin, emperyalizmden farklı özellikleriyle gerçekleşmiş olduğudur. Yeniden Devrim yazarı da aynı demagojik varsayıma sarılıyor. O, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşandığını ileri sürdüğü ”değişmelerin nitel ya da nicel mi olduğunu belirtmemekle birlikte, bir temel değişikliğin olduğundan kuşku duymuyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşmasını ve tekellerin etki alanlarının geçmişe göre daha fazla büyümesini yeni bir olgu gibi göstererek, kapitalist ekonomik sistemde gerçekleştiğini ileri sürdüğü “temel değişiklikleri bununla izah etmeye çalışıyor.
Yeniden yazarı iddialarını güçlendirmek için globalizm ve “uluslar-üstüleşme”ye sarılmaktadır. Kapitalist ekonomik sistemde ve tekeller çağında kaçınılmaz olarak gerçekleşen uluslararasılaşma, Yeniden çevresi tarafından burjuva liberal görüşlerin dayanağı haline getirilmekte, bu olgu devrim için mücadelenin olanakları yönünde değil; emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayenin ekonomik ve politik engeller oluşturma olanakları bakımından yorumlanmaktadır. Yeniden çevresi ve ÖDP yöneticileri ideolojik-politik görüşlerini globalist ve Gorbaçovcu görüşlere uyarlamakta, uzun süreden beri burjuvazi, burjuva liberalleri ve reformist liberal “sol” grup ve partiler tarafından sürdürülen “uluslar-üstüleşme” propagandasına dayandırmaktadırlar. “Globalist” anlayışın temel dayanağı yapılan “yeni” gelişme şudur: Mali sermayenin uluslararası dolaşımının büyük boyutlar kazanması, sermayenin spekülatif hareketinin geçmiş dönemlere göre daha fazla genişlemesi, iletişim ve haberleşme araçlarıyla genel olarak teknolojide kaydedilen gelişme ve bu gelişmenin üretim ve ürün dolaşımı sürecinde yol açtığı değişiklikler; sermayenin kapitalizmin ana ülkelerinden işgücü, nakliye ve kaynakların ucuz olduğu geri ülkelere doğru hareketinin yoğunluk ve yaygınlık kazanması sayılmaktadır. NAFTA, AT, ASEAN gibi bölgesel oluşumlar ve bilimsel teknolojik alandaki gelişmeler, bu “yeni aşama”nın göstergeleridir. Bu propagandaya göre, “global” bütünleşme ve yeni değişim koşullan yalnızca ulusal devlet sınırlarını yıkmak ve ulusal politikaları boşa çıkarmakla kalmamış; kapitalizmin temel çelişkisini (emek-sermaye çelişkisini ve bunun sınıfsal plandaki yansıması olan proletarya-burjuvazi çatışmasını) de “yumuşatarak” geri plana atmış, üretici sermayenin rolünü tali duruma düşürmüş ve yeni ve farklı özellikleri olan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. Bilgisayarlar aracılığıyla bütün dünyada her yöne akıp duran spekülatif sermaye bütün toplumsal yaşamı yönlendirdiği gibi, sınıf ilişkilerinin eski uzlaşmaz özelliklerine de son vermiştir. O halde bu yeni koşullarda bütün toplumsal kesimler, daha iyi yaşamak için işbirliği yapmalı ve işbirliği içinde çalışmalıdırlar.
Her türlü reformcu ve uzlaşmacı anlayışın dayanağı haline getirilen bu değişmede, bilgisayar ve iletişim teknolojisi alanında kaydedilen gelişmeler dışında yeni sayılabilecek fazla bir şey yoktur. “Küreselleşme” ya da “yeni aşama” tezi esasen ultra-emperyalizmin bir tür yeni savunusundan ibarettir. Küreselleşme ya da aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin “yeni bir aşaması” tezi reformist liberal çevreler tarafından, işçi sınıfı ve emekçilere tam bir teslimiyeti dayatmak ve reformist siyasal görüşlere dayanak yapılmak üzere gündeme getirilmekte ve proletarya devrimleri ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine karşı bu çevrelerce kullanılmaktadır. Bunlara göre, uluslararası mali sermaye bütün toplumları ve toplumsal tüm hareketi çekip çevirecek ana etken haline gelmekle kalmamış; bu değişimin ulaştığı boyutlar, sınıf bileşimleri ve sınıfların üretim içindeki konumlarını da değişime uğratmış ve bu nedenle proletaryanın tarihsel rolü niteliksel bir değişime uğramıştır. Bu yeni sınıf şekillenmesi ve yeni ilişkiler ‘eski’ devrimci teorik düşünceleri geçersiz hale getirmiş ve bu yeni duruma ve yeni ilişkilere uygun yeni teorilerin geliştirilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Sağcı liberal görüşlerin yeniden öne çıkarılmasının nedeni de budur.

AYNILAŞTIRILMIŞ SÜREÇLER VE DEVRİMİN YASALARININ REDDİ
Bir toplumsal formasyonun (üretim biçimi) son bulması, ya da bir devrim için, (ekonomiyle politika, felsefe, siyaset, din vb. arasındaki ilişkileri de belirlemek üzere) Marx, genel geçer bir ilişkiye dikkat çekmektedir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte koskoca üstyapı yavaş veya hızlı bir şekilde altüst olur. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, ekonomik üretim koşullarındaki maddi, doğal bilim kesinliğiyle saptanabilir altüst oluşla, hukuki, siyasi, dini, sanatsal ya da felsefî biçimleri, kısaca insanların bu çatışmaların bilincine vardıkları ve kesin sonuç alıncaya kadar kavgasını verdikleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş çağı hakkında da, onun kendi bilinciyle hüküm verilemez, tam tersine, bu bilinç maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çatışmayla açıklamak gerekir. Bir toplumsal formasyon, kendisinin onlar için yeterince geniş olduğu bütün üretici güçler gelişmeden asla batmaz ve yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bunların maddi varlık koşulları bizzat eski toplumun bağrında yumurtasından çıkmadan (olgunlaşmadan ç.n) asla (eskilerinin-ç.n) yerine geçmezler.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dan aktaran Proleter Devrimin Teorisi – ikinci Defter s. 10)
Marx, bu özlü sözleriyle, toplumsal gelişme süreçlerini, bir alt toplumsal biçimden üst biçime geçişin yasasını; devrimin olabilmesi için zorunlu olan üretici güçlerin üretim ilişkileriyle çatışmasını; bu çatışma tarafından belirlenen devrimle üstyapının “yavaş ya da hızlı” değişmesi ve yıkılmasını ve ekonomi ile politika arasındaki ilişkiyi özetlemektedir.
Bir toplumsal devrimin olabilmesi için öncelikle, içinde bulunulan toplumsal ekonomik sistemin üretici güçlerinin, içinde hareket ettikleri üretim ilişkileriyle -gelişmeleri engellendiği için- çatışmaya girmeleri gerekir. Böyle bir çatışmanın yaşanması için, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmiş olmalarını gerektirmektedir. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerini mümkün kılacak maddi koşullar önceki toplumun bağrında ortaya çıkıp gelişmeden ve eski toplumun üretici güçlerin gelişmesine katkısı tümüyle son sınırına gelmeden eski toplum son bulmaz.
Sınıflı toplumların tarihinin analizinden çıkarılan bu yasa, tüm toplumsal gelişme ve değişmelerin temel yasasıdır. Kapitalizme gelince, o, gelişmesi içinde kaçınılmaz olarak fabrika işçileri kitlesini yaratarak, işçilerin burjuvaziye karşı mücadelesini doğurur ve geliştirir. Kapitalizmin ana ve temel ürünü olan işçi sınıfı, ücretli emek sömürüsünün farkına vardıkça, kapitalist özel mülkiyet sistemine son vermek amacıyla eyleme geçer ve siyasal ve sosyal bir devrimle kapitalist topluma son vererek, onun yerine, emek sömürüsünün olmadığı, üretim araçlarının tüm toplumun kolektif mülkiyetine geçirildiği yeni -sosyalist- toplumu kurar.
Kapitalizm, kaçınılmaz biçimde sermayenin merkezileşmesi ve üretimin yoğunlaşması yönünde gelişir. Kapitalizmin uluslararası karakter kazanmasıyla birlikte, pazarları ve üretim araçlarını ellerine geçirip, küçük işletmeleri saf dışı bırakan sermaye kodamanlarının sayısı giderek azalır. Üretim araçlarını ellerinde toplayan kapitalistler ile sayıları sürekli artan ve “kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen” işçi sınıfı arasındaki mücadele keskinlesin Sanayinin gelişmesiyle işçiler yalnızca sayı olarak büyümekle kalmazlar, daha büyük yığınlar halinde birleşmeleriyle güçleri de büyür. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu “kabuk” ile bağdaşmaz hale gelerek bu kabuğun paramparça olmasını kaçınılmaz hale getirir. “Kapitalist özel mülkiyetin ölüm saati gelmiştir. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”
Marx, kapitalist ekonomik sistemi tahlil ederken, kapitalist gelişmenin işçi sınıfını kaçınılmaz biçimde, onu sömüren ve sınıfsal baskı ve egemenlik altında tutan kapitalistler sınıfına -burjuvazi- karşı mücadeleye sürüklediğini ortaya koymakta ve üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmiş olmasını daha ileri bir toplumsal sistemin -sosyalizm-devrimle kurulması için gerekli saymaktadır.
Marx’ın, temel önemdeki bu belirlemesi, Marx sonrasında, iki bakımdan saptırıldı ve çeşitli revizyonist tezlerin dayanağı yapılmaya çalışıldı. Birinci olarak, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmediği ülkelerde devrimin olanaksız olduğu savıyla ve ikincisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kendiliğinden bir devrime yol açacağı varsayımıyla.
Marx’ın devrimci teorisinin bu biçimde revizyonu, başka şeylerin yanı sıra geri ülkelerde devrim için mücadeleyi baltaladı, geri ülkelerin köleliğinin kaçınılmazlığına “inancı” güçlendirdi ve devrimin kendiliğindenliği üzerine hayallerin beslenmesine yol açtı.
Marx’a göre, üretici güçlerin en ileri düzeyde geliştiği ve sınıfın hazırlık düzeyinin yüksek olduğu yerde, devrimin başarıya ulaşma olanağı daha genişti. Bu tür ülkeler devrimin gerçekleşmesi için gereken koşullara sahip olmaları nedeniyle, devrim öncelikle bu gibi ülkelerde gerçekleşecekti. 1830, 1848 Avrupa devrimleri ve Paris Komünü deneyi de bunu doğrular nitelikteydi. 1789, 1830, 1848 ve 1871 devrimleri yalnızca Fransa’da değil, bütün Avrupa’da etkili oldular. Bu durum, devrimin üretim araçlarının en yüksek derecede geliştiği İngiltere gibi ülkelerde başlayarak tüm Avrupa’ya yayılacağı fikrinin gelişmesine yol açtı.
Marx ve Engels, tezlerinde bu nesnel durumu gözetmelerinin yanı sıra, henüz burjuva demokratik devrimlerin yükseliş döneminde ve serbest rekabetçi kapitalizmin gelişmesini sürdürdüğü koşullarda, bir tek ülkede devrimin burjuvazi tarafından boğulacağı kaygısını da taşımaktaydılar ve kıta Avrupa’sında peş peşe gelişen üç devrim dalgası tarafından kanıtlanan sonuçlardan hareketle -bir ülkede başlayan devrim tüm gelişmiş batı ülkelerini etkilemişti- Avrupa çapında bir devrimi öngörüyorlardı. Marx ve Engels, Paris proletaryasının ayaklanmasını ve Komün deneyini gördükten sonra burjuvaziyle proletarya arasındaki hesaplaşmanın amansız bir iktidar kapışmasını zorunlu kıldığını bir kez daha vurguladılar ve kapitalizmin dengesiz gelişme yasası gereğince, üretici güçlerin bütün ülkelerde aynı zamanda ve aynı düzeyde gelişmesinin olanaksızlığı yönünde ön düşünceleri de oluşmaya başladı. (Marks ve Engels, 1882’de Komünist Manifesto’nun Rusça baskısının önsözünde “Rusya Avrupa’da devrimci hareketin öncülüğünü oluşturuyor” diye yazdılar. Engels, daha sonra da (yaşasaydı Marx’ın da katılacağından kuşku duymamız için herhangi bir neden bulunmayan), devrimin doğuya doğru kaydığını yazdı.)
Serbest rekabetçi kapitalizm bir dünya pazarına doğru gelişirken geri ülkeler de bu pazara çekildi. Daha önce proletaryanın ya olmadığı, ya da yok denecek kadar az olduğu bu ülkelerde böylece kapitalizmin ve proletaryanın gelişmesinin koşulları oluştu. Kapitalist gelişme ve sermaye ihracının öne geçmesi sistemin çelişkilerini keskinleştirici bir rol oynadı. 19. yüzyılın sonunda dünya esas olarak gelişmiş birkaç emperyalist ülke tarafından paylaşılmıştı. Dengesiz gelişme sıçramak bir özellik kazandı, ileri kapitalist ülkelerde kapitalist gelişmeyi bir ölçüde yavaşlatma pahasına, ihraç olunan sermaye geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, proletaryayı da geliştirdi. Geri ülkeler emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline geldiler. Artık söz konusu olan yeni bir paylaşımdı ve bunu belirleyecek olan da güç ilişkileriydi. Daha önce geride bulunan bir ülke, üretici güçlerin gösterdiği gelişmeyle, önde giden ülkeyi geride bırakarak, pazarlara egemen olmaya çalışıyor ve bu durum çelişkilerin bir savaşa doğru keskinleşmesine yol açıyordu. I. ve II. Dünya Savaşları güç ilişkilerindeki değişmeye bağlı olarak gündeme gelen yeniden paylaşım taleplerinin silah zoruyla çözümlenmesi çabasından başka bir şey değildi.
Kapitalist gelişmenin ulusların ve sınıfların yaşamında büyük bir değişime işaret eden yeni bir evreye, mali sermaye ve tekeller evresine; emperyalizm evresine ulaşması tek tek ülkelerin ekonomilerinin, sermaye ihracı yoluyla emperyalist ekonomi zincirine bağlanmasını ve sermaye ve emek hareketinin uluslararası niteliğinin daha fazla gelişmesini sağlamakla kalmadı; aynı zamanda üretimin toplumsal karakterinin evrensel ölçekte büyümesine; sermaye ve üretimin başlıca büyük emperyalist ülkeler ve tekellerin ellerinde merkezileşip yoğunlaşmasına ve kapitalizmin dengesiz -eşit olmayan- gelişmesi sonucu, dünya toprakları, pazarları ve hammadde kaynaklarıyla ucuz işgücü alanlarının paylaşımı için güçlerin karşı karşıya gelmesinin zorunlu hale gelmesine yol açtı. Bu, başka şeylerin yanı sıra, proletaryanın uluslararası hareketinin yeni olanaklara kavuşması demekti. Tek tek ülkelerde ve genel olarak dünya ölçeğinde proletaryanın safları büyüdü ve onun toplumsal kurtuluş devrimini başarıya ulaştırma olanağına sahip sınıf olarak rolü daha fazla belirginleşti. Kapitalizmin yeni (emperyalist) aşamasında, meta ve sermayenin uluslararası hareketinin ulaştığı düzey ve kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin sıçramak olarak gerçekleşmesiyle yol açtığı değişme ve bunun neden olduğu çelişkiler, devrimin, üretici güçlerin daha ileri düzeyde geliştiği ülkelerde başarı şansını ortadan kaldırmıyordu kuşkusuz. Ancak ortada yeni bir durum vardı. Kapitalizmin dengesiz ve sıçramak gelişmesi ve tekellerin ortaya çıkmasıyla, mali sermayenin dünyayı yeniden paylaşım kavgalarının gündeme gelmesi, emperyalist kapitalizmi yeni çelişkilerle yüz yüze getirdi ve devrimin, emperyalist zincirin en zayıf halkasını oluşturan ülke ya da ülkelerde gerçekleşmesi olanaklı hale geldi. Devrimin olanakları, hareketin uluslararası niteliği nedeniyle genişlerken; eşitsiz ve sıçramalı gelişme, devrim için koşulların en uygun olduğu, en zayıf halkada -ya da halkalarda- emperyalist zincirin parçalanması için koşulları olgunlaştırdı. Artık devrim, üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde de gerçekleşebilirdi ve geri Rusya’nın, ileri Almanya’yı beklemesine gerek yoktu. (Marks ve özellikle de Engels, daha yaşıyorlarken, İngiltere’de kapitalizmin ulaştığı düzey ve uluslararasılaşma yönündeki gelişmeleri dikkate alarak, kapitalist tekellerin doğmakta olduğuna, devrimci bir öngörüyle işaret etmişlerdi. Onlar aynı zamanda, devrimin merkezinin “Slavlara doğru”; Doğu’ya doğru kaydığını da -bu, on üç yıl Marx’tan daha fazla yaşamış olan Engels tarafından oldukça açık bir biçimde belirtilmiştir-, yazılarında belirtmekteydiler.)
Birinci Dünya Savaşı devrimci bir duruma yol açtı. Ancak oldukça hazırlıksız yakalanan Avrupa partileri, bu durumu devrim yönünde değerlendirme gücü gösteremediler. Üçüncü Enternasyonal’in en etkin partisinin Bolşevik Partisi olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu partinin Marksist devrimci çizgisi ve devrim için canla başla çalışması, koşullan doğru tahlil ederek on milyonlarca Rus emekçisinin istekleri doğrultusunda devrimci bir tutum almasıydı.
Sermaye ve meta dolaşımının uluslararası özellik kazanması, emperyalist büyük devletlerarasında keskinleşen rekabet ve pazarların paylaşımı için sürdürülen kıyasıya mücadele, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olarak güçlerinin büyümesi vb. gibi gelişmeler daha önce ortaya çıkmış ve yaşanmış olmalarına karşın, işçi sınıfı ve partilerinin devrimci stratejisini devrimden vazgeçme yönünde değiştiren yeni ve temel gelişmeler olarak gösterildi. Oportünistler, görünür değişmelerden nitel değişmelere denk düşen sonuçlar çıkararak, idealist-mekanik bir anlayışı hakim kılmak için çabalarını artırdılar ve toplumsal hareketin ve toplumların yaşamının değişme zorunluluğunu, oportünist politikalarına dayanak yapmaya soyundular. Oysa sorun bir değişme ve gelişmenin olup olmadığı değil; bu gelişme ve değişmenin sınıflar-arası mücadeleye ne tür etkide bulunduğuydu. Koşullardaki değişmeyi gözetmeyen mekanik bir devrim stratejisinin başarıya ulaşması elbette olanaklı değildi.
Marx’ın devrimci teorisini yeni koşulları da gözeterek geliştiren Lenin, emperyalist kapitalizmin çelişkilerine dikkat çekerek, devrimin, zincirin en zayıf halkasında gerçekleşmesinin olanaklarını gözler önüne serdi. (Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi yönetimindeki proletaryanın, çarlık rejimini ve emperyalist Rus gericiliğini alaşağı etme mücadelesi, dünya proleter devrimine hizmet ediyordu. Lenin tarafından uluslar arası toplumsal ve politik sorunların somut tahliliyle geliştirilen enternasyonal devrimci teori, bütün ülkelerin işçi ve ezilen halklarına, sermayeye karşı mücadelelerinde gerçek bir hizmetti.) Lenin, Avrupa proletaryasını, emperyalist burjuvaziyle işbirliğine ikna etmeye çalışan ikinci Enternasyonal partilerine karşı ve onların en gelişkin teorisyeni Kari Kautsky ile giriştiği bütün polemiklerinde, bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin, sermaye egemenliğinden kurtulması amacını güttü ve Rus devriminin deneylerini, uluslararası işçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesinin başarısı için yorumladı, sonuçlar çıkardı; bununla da yetinmedi, işçi hareketinin saptırılmasına karşı, sol ve sağ sapmaların ortaya çıktığı Avrupa partilerinde, devrimci Marksist çizginin hâkim olması için çaba gösterdi.
Lenin, emperyalizmin, sosyalist devrimin önkoşullarını olgunlaştırdığına dikkat çekerek, sınıf bilinçli işçilerin bir partide örgütlenerek, “iktidarı ele geçirmeyi ve sosyalist dünya devriminin zaferine kadar korumayı bildikleri takdirde…” yenilmez olduklarına dikkat çekti.
Emperyalizmin ekonomik özelliklerini tahlil ederken, Lenin, “Artık” diyordu, “dünyanın tipik ‘hükümdarı’, özellikle güçlü bir biçimde iç içe geçmiş olan, özellikle isimsiz ve doğrudan üretimden kopuk olan, müthiş bir kolaylıkla yoğunlaşan ve hâlihazırda olağanüstü ölçüde yoğunlaşmış bulunan mali sermayedir, öyle ki kelimenin gerçek anlamında birkaç yüz milyarder ve milyoner (bugün bunların bir kısmı trilyoner ve katrilyoner haline gelmişlerdir- y.a.), tüm dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar.”
Dünyanın, az sayıda büyük tekelci birlik, ya da tröst tarafından paylaşılmasından hareketle, bunun giderek “ultra-emperyalist” bir birlik haline geleceği ve emperyalistler arasındaki çelişkilerin son bulacağı yönündeki düşünce, tekelci rekabet olgusunu ve özel mülkiyet çatışmasını göz ardı etmektedir. Lenin, bu tür bir “vargıya”, soyut ve teorik olarak ulaşmanın mümkün olduğunu belirterek şöyle diyordu: “… Bu sermaye kodamanlarının yekpare bir dünya tröstü halinde, rekabetin ve devletsel olarak ayrılmış mali sermayelerin mücadelesinin yerine uluslararası birleşmiş bir mali sermayeyi geçirerek bir dünya tröstü halinde uluslararası birleşmesi hâlihazırda artık uzak değildir. Bu vargı, tıpkı geçen yüzyılın doksanlı yıllarındaki ‘Struvist’ ve ‘Ekonomistlerimizin, kapitalizmin ilerici karakterinden, bunun kaçınılmazlığından, Rusya’daki nihai zaferinden kâh savunucu sonuçlar (sermayeye tapma, onunla uzlaşma, sermayeyle mücadele etmek yerine onu yüceleştiren), kâh apolitik sonuçlar (yani ‘Ekonomistlerin özgül hatası olarak politikanın yadsınması ya da politikanın öneminin, genel siyasi sarsıntılar ihtimalinin yadsınması vs.), kâh grev hareketinin ilahlaştırılması olarak doğrudan ‘grevci’ (‘genel grev’) sonuçlar çıkarırkenki benzer vargısı gibi soyut, basitleştirilmiş ve yanlıştır…” (aktaran C.Hill. agb sf. 25)
Karl Kautsky, 1916’da “Emperyalizmin şimdiki aşaması kapitalizmin en son görüngü biçimi olmayabilir” diyordu. Kautsky, kapitalizmin “yeni bir çağı”ndan söz ederek, çürüyen ve çelişkilerinin had safhaya vardığı emperyalizmin, “kapitalizmin en son ve yüksek aşaması”, sonrasında sosyalizmin başlamasının kaçınılmaz olduğu aşamasını reddediyordu. Kautsky, emperyalizmin yeni bir “ultra-emperyalist” aşamasının düşünülebilir olduğunu söylerken Lenin, bunu şöyle değerlendiriyordu.
“Ama kapitalizmin emperyalizmden sonra yeni bir aşamasının, ultra-emperyalizm aşamasının soyut olarak ‘düşünülebilirliği’ yadsınabilir mi? Hayır. Soyut olarak böyle bir aşama düşünülebilir. Ne var ki, pratikte, gelecekte acil olmayan görevler üzerine böyle hayaller kurma adına bugünün acil görevlerini bir yana iten bir oportünist olmak anlamına gelir. Teoride bu, gerçeklikte cereyan etmekte olan gelişmeye dayanmayıp, bu hayal uğruna ona peşinen sırt çevirmek demektir. Gelişmenin istisnasız tüm işletmeleri, tüm devletleri kapsayan bir dünya tröstü yönünde olduğuna kuşku yoktur. Ama gelişme oraya doğru öylesi koşullarda, öylesi bir tempoyla, öylesi çelişkilerle çatışmalarla ve sarsıntılarla -bunlar asla yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, ulusal niteliktedir vb.- olmaktadır ki, mesele ulusal mali sermayelerin bir tek dünya tröstü, ‘ultra-emperyalist’ bir dünya birliğine varmadan önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak çökmek, kapitalizm karşıtına dönüşmek zorundadır.” (Buharin’in ‘Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm broşürüne önsöz’den ak. agb sf. 28)
Lenin, ‘ultra-emperyalizm’ saçmalığını eleştirirken, şöyle yazıyordu: ” Çünkü kapitalist ilişkiler altında çıkar ve nüfus alanlarının, sömürgelerin vb. dağıtımının temeli olarak, buna katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Ama buna katılanların güçler dengesi eşitsiz bir biçimde değişir; çünkü kapitalizmde tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi kollarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz… On yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki güç dengesinin değişmeden kalacağı varsayımı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
‘Inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist ittifaklar bu nedenle, bu ittifaklar hangi nedenle olursa olsun, ister bir emperyalist koalisyona karşı başka bir emperyalist koalisyon biçiminde, isterse bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun kaçınılmaz olarak savaşlar arasında yalnızca bir ‘nefes molası’dır. Barışçıl ittifaklar savaşları hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırırlar, bir ve aynı zemin üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve karşılıklı ilişkileri zemini üzerinde, barışçıl ve barışçıl olmayan mücadele biçimlerinin değişmesini getirirler.” (Emperyalizm broşürü)

TEK (YA DA BİRDEN FAZLA) ÜLKEDE SOSYALİZMİN ZAFERİ OLANAĞININ REDDİ
Devrim ile ilgili tartışmanın can alıcı sorusu şudur: Devrimin saatinin gelip çattığı, burjuvazi ile proletarya ve sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişkinin iç ve dış etkenlerle de birleşerek keskinleştiği, emperyalist zincirin, çelişkinin bu en keskin ve bu nedenle de en zayıf halkasında yarılmasının somut bir sorun olarak proletaryaya gelip dayandığı noktada, devrim partisi olma iddiasındaki bir parti, iktidarın alınması için bütün ezilenlerin gücünü proletaryanın öncülüğünde burjuvaziye karşı ayağa kaldırmalı mıdır?
Yeniden yazarlarının bu soruya olumsuz cevap verdikleri görülüyor. Onlar kendilerinden önce kapitalizmin (ve üretici güçlerin) gelişme düzeyine bağlanarak izah edilmeye çalışılan geri ülkelerde sosyalizmin kurulamayacağı tezini ve buradan çıkarılan Rusya gibi nispeten geri bir ülkede devrimin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu sonucunu şimdi daha da ileri götürüyor ve “Tek bir ülkede sosyalizm kurulamaz” biçimindeki Troçkist tezi yeniden piyasaya çıkarmaya çalışıyorlar. Ali Öztürk, yazısını tümüyle bu “retçi” liberal görüşün savunulmasına ayırmış.
“… Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçirmeyi başardılar ama sosyalizmi inşa etme konusunda aynı başarıyı gösteremediler. Yani sosyalizm siyasal iktidarı ele geçirip, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında geri bir ülkede gerçekleşebilir ama yine de sosyalizm insanın ve toplumun dönüştürülmesi, toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi anlamında geri kapitalist ülkede veya gelişmiş kapitalist tek bir ülkede gerçekleşemez.” (s.89) (abç)
“Toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi…”yle Yeniden yazarı neyi anlatmaya çalışıyor? Yeniden sayfalarında sergilenen anti-Marksist anlayış, ‘özgürlükçü’ denen sosyalizmin, proletaryanın devrimci iktidarı altında ve kitlesel katılımıyla gerçekleştirilen sosyalizm olmadığına işaret etmektedir. Gerçekte yazar bu sözleriyle burjuva demokratizmine benzer bir yapıya özlemini dile getirmektedir. Sosyalizmin burjuvaziye, eski cennetini geri getirmek üzere serbestçe faaliyet gösterme olanağı tanımaması, Yeniden yazarlarını endişelendiriyor. Onlar, burjuva kesimleri de kapsayan bir “katılımcı”lığı, “otoriter sosyalizme” tercih etmektedirler.
Yeniden yazarının sosyalist inşadan ne anladığı gerçekte belirsizdir. İktidarı alan proletaryanın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesinin ve onları toplumsallaştırmasının sosyalizm olup olmadığını yazar bilmemektedir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi ve üretim araçlarının proletarya devletinin denetimi altında tüm toplumun malına dönüştürülerek kolektifleştirilmesinin başlı başına sosyalist bir uygulama olduğu; üstyapıyla sınırlı kalmayan ve tüm toplumsal yaşamı kapsayan bir uygulama olduğu; ekonomiyle siyaset arasında doğru bir ilişki kurma yeteneği ve bilinci gösteren herkes için açıktır. “İnsanın ve toplumun dönüştürülmesi” tam da bu uygulama başlar başlamaz, başlatılmış demektir. Ama bunun hemen sonuca ulaşması da olanaksız değildir. İnsanın ve toplumun tümüyle dönüşümü, yalnızca üretimdeki büyük özel mülkiyetin son bulması ve karşıt sınıfların kaldırılmasıyla gerçekleşmez, aksine bunun için kapitalizmden gelen bütün kalıntıların, yaşamda ve düşüncedeki burjuva etkilerin ve kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkın ortadan kalkması gerekir. Bu ise oldukça uzun bir süreci gereksinen kapsamlı bir hedeftir.
Yazarın da aralarında yer aldığı Marksizm’in muhalifleri, tek ülkede devrimin zaferinin “olanaksızlığı” fikrine, Marx’ta dayanak bulduklarını sanırlar. Bu tümüyle bir küçük burjuva riyakârlığıdır. Yeniden Devrim yazarı Ali Öztürk’ün diğerlerinden farkı, bu “olanaksızlığın” yalnızca Rusya gibi nispeten geri bir ülke için değil, ama tek tek hemen bütün kapitalist ülkeler için geçerli olduğunu ileri sürmüş olmasıdır. Geriye bir tek yol kalıyor. “Dünya devrimi!”
O gün gelene kadar, iktidarın alınması görevi şu ya da bu ülkede proletaryaya gelip dayansa bile, onun burjuvaziden koparılıp alınması ve burjuva egemenliğine son verilmesinin bir kıymeti-harbiyesi olmayacaktır. Yazarın düşüncesinin ve iddialarına yol gösteren mantığının vardığı yer burasıdır.
Lenin 1915 yılında bir makalesinde, “Ekonomik ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk başta birkaç kapitalist ülkede, ya da hata tek başına alınmış bir ülkede mümkündür.” diyordu.
“Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır.” (C.15. s.287 aktaran agb sf78)
A. Öztürk, (ve kuşkusuz düşünce birliği içinde olduğu Yenidenci Dev-Yol çevresi) Lenin’in, tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olacağına “inanmadığını Lenin’i tahrif ederek ileri sürerken, tarihi de bir kez daha tersten okuyor. Yeniden Devrim yazarları, Lenin’in “kendilerini çok akıllı sayan” dediği türden kişilerdir. Rus proletaryasının büyük Ekim Devrimi’ne öncülük eden Bolşevik Partisi’nin lideri olarak Lenin’in, devrimden sonra da bütün çabasını yeni toplumun -sosyalist toplum- örgütlenmesine ayırdığını, bırakalım Marksistleri, sosyalizmin azılı düşmanı kapitalist politikacılar ve olayları bir burjuva tarihçinin objektif gözlemiyle aktaran burjuva tarihçileri de söylemişlerdir. Bu yargı, yazarın kaynak olarak gösterdiği Troçkist yazarların eserlerinde de vardır. İngiliz siyaset tarihçisi Chistopher Hill, “Lenin ve Rus Devrimi” adlı çalışmasında, Yeniden yazarlarını yalanlayan bir dizi canlı olayı sergileyerek, Lenin’in Sovyet ülkesinde sosyalizmi inşa çalışmalarına önderlik ettiğini anlatmaktadır. O, (burada zorunlu olarak sık sık aktaracağımız tanıklıkların yanı sıra), Lenin’den, Rusya’da ne yapıldığına ilişkin bir soru sorulsaydı, nasıl bir cevap vereceklerini anlatan şu sözleri aktarır, kitabının 162. sayfasında. “Sosyalizmin temelinin büyük ölçekli üretim olduğunu, eski kapitalist ekonomik sistemi yeniden kalıba döktüğümüzü… söylerdik. Bir bütün olarak devletin gereksinmelerini karşılamak üzere, ülkenin her tarafında, örgütlü ücretsiz emek biçiminde bir gelenek, tüm eski kapitalist kuralları çiğneyen tamamıyla yeni bir gelenek, kapitalizm üzerinde zafer kazanan sosyalist topluma yaraşır bir gelenek yaratıldı.” Küçük üretimin yaygın ve küçük üreticilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede, gelişmiş kapitalist ülkelerde belki de -ya da büyük oranda- gerekmeyen bir dizi özel geçiş önleminin alınması sonucu sosyalist devrimi tamamlamanın “mümkün” olduğunu söyleyen Lenin’dir. Bu amaç doğrultusunda 1917 Ekimi’nden sonra önce “savaş komünizmi”, ardından, ekonomiyi canlandırmak ve işçi kitlelerinin açlıktan kırılmalarını önlemek üzere küçük üreticilerin ve orta köylülüğün serbest ticaretinin yanı sıra, devlet kapitalizmini geliştirmeyi ve dış sermayeye yatırım kolaylıkları sağlama vb. ‘nefes alma’ya yönelik geri adımların atılmasını isteyen ve bunun gerçekleşmesi için partide ve Sovyetlerin yönetimleri içinde ciddi mücadeleler yürüten Lenin’dir. O, komünizm için “Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonu” gerekir derken de ne söylediğinin bilincindeydi. Yeni Ekonomi Politika (NEP) Sovyet iktidarı altında ekonominin, sosyalizmin inşası için uygun hale getirilmesini hedefleyen bir geri adımdı, ancak bilinçlice atılan bu adım sosyalizmin maddi temelinin güçlendirilmesine hizmet etti. Parça başı ücret ve Taylor sistemi diye bilinen kapitalist üretim yöntemleri bilinçli ve kontrollü uygulamaya sokuldu. Burjuva teknik adamlardan yararlanmanın kaçınılmazlığına dikkat çekildi ve onların sabotaj vb. eylemlerinin proleterlerin kuşatmasına alınarak engellenmesi kaydıyla daha fazla çalıştırılmaları ve bunun karşılığında işçilerin aldıklarıyla kıyaslandığında oldukça fazla olan özel ücret ödemeleriyle mükâfatlandırılmaları kabul edildi.
İç savaşın ve Alman, İngiliz, Fransız, Japon ve Amerikan emperyalistlerinin fiili müdahaleleriyle desteklenen çarcı generallerin isyanları, bugün, Sovyet devrimi üzerinde çok kolay söz söyleyenlerin çoğunun aklının alamayacağı büyük bir tahribat yaratmıştı ve ek olarak yaşanan kıtlıktan dolayı açlık kol geziyordu. Nitekim bu gelişmelerin etkisi sonucu, daha önce Bolşeviklerin büyük destek gördükleri Kronştad’da 1921 Martı’nda “genç köylülerden oluşan garnizon askerleri arasında” bir ayaklanma baş göstermişti (Yeniden yazarları Kronştad’ın hesabını da devrimcilerden ve Lenin’in izleyenlerinden sormaktadırlar).
1921’de, daha önce -çarlık döneminde- sahip olunan toprakların % 40’ında askeri denetim kaybedilmiş, toprakların yitirilmesiyle elde edilen gelir düzeyi gerilemişti. Ağır sanayi savaş öncesinin % 13’ü ve hafif sanayinin % 44’ü kadar bir verimlilik içindeydi. Ulaşım harap olmuş, açlık ve savaş nedeniyle milyonlarca insan kaybedilmişti. Dahası bu aynı dönemde dış saldırganlara ve ayaklanmacı beyaz ordulara karşı savaşan halkın içinde yer alan 280 bin parti üyesi zorunlu olarak üretim dışı kalmıştı. Bütün bunların yarattığı baskı, sosyalist ekonominin inşası çalışmalarını baltalamaktaydı.
Bir proleter devrimin, yalnızca siyasal iktidarın alınmasıyla sonuçlanmayacağı, aksine, bunun bir başlangıç ve daha da sertleşen sınıf mücadelesinin yeni keskin biçimlerinin yaşanacağı bir sürecin ilk basamağı olduğu bilinmektedir. Lenin bu konuda şöyle yazıyordu: “Sosyalist devrimi başlatmak zorunda olan ülke, ne kadar geri kalmış ise, eski kapitalist ilişkileri aşmak o kadar güçtür. İç düşman karşısında zafer kazanma görevi kolay bir görevdi. Politik iktidarı inşa etme görevi de kolaydı, çünkü halk yığınları bize yapının iskeletini, bu yeni iktidarın (Sovyetler) temelini verdi… ancak şimdi karşı karşıya olduğumuz görevler çok daha zordur… Sadece sanayinin önemsiz bir üst katmanını gerçek anlamda etkileyebilmiş, tarıma hiç ulaşamamış gelişkin kapitalist biçimleri dışarıda tutarsak, Sovyet iktidarı -proletarya iktidarı- hiçbir hazır ilişkiyi miras almamıştır. Büyük ölçekli girişimlerde hesaplama ve denetimi örgütlemek; ülkenin ekonomik mekanizmasının bütününü, büyük tek bir örgüt içinde, yüz milyonlarca insana tek bir planın rehberlik etmesiyle işleyecek bir ekonomik örgütleme içinde dönüştürmek, omuzlarımıza yüklenmiş büyük örgütleme görevi budur.” (Aktaran C. Hill s. 143)
Devamında Lenin, Rusya’da devrimin başarısını belirleyenin işçilerin nüfus içindeki çoğunluğu değil ama yoksul köylü kitlelerinden aldıkları destek olduğunu belirtmektedir. Lenin, “Biz” diyordu, “politik yapımız bakımından, işçilerin politik iktidarının gücü bakımından İngiltere ya da Almanya’nın önündeyiz; bununla birlikte, etkili bir devlet kapitalizminin örgütlenmesi konusunda, kültürel düzeyimiz ve sosyalizmin kurulması için materyal ve üretken hazırlıklarımız konusunda Batı Avrupa ülkelerinin çok gerisindeyiz.” (age sf. 143)
Ekonomide girişilen seferberliğin, sosyalist cumartesilerin, NEP’in vb. diğer uygulamaların hedefi sosyalizmin ekonomik altyapısını güçlendirmekti. Lenin, “ne pahasına olursa olsun ilk olarak ekonomiyi geliştirmeliyiz” diyordu. Çünkü sosyalist ekonominin inşası büyük oranda ülkenin elektrifikasyonu, ağır sanayinin planlı gelişmesi ve tarımın kolektifleştirilmesine bağlıydı. İlk aşamada kapitalizmin belli bir anlamda yeniden geliştirilmesi bu hedefe ulaşmanın yolunu açmak içindi ve sosyalizmin bu “geri ülkede” inşası için, Lenin, devlet iktidarının ve üretim araçlarının proletaryanın elinde olduğu yeni dönemde, halkı (üretici köylülüğü) kooperatif işletmeler içinde örgütlenmesinin büyük önemine işaret ediyordu.
Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği yıllar, özelikle Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ve çelişkiler, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde de devrim için proletarya ve halkların mücadelesinin geliştiği yıllardı. Avrupa’da proletarya partileri, yığınlar içinde açık çalışmanın olanaklarından yararlanmaları sonucu önemli bir güce de sahip bulunuyorlardı. Ancak savaş, bu partilerin saflarında oportünist akımın güçlü etkisini açığa çıkardı ve Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı sosyal yurtseverler, “anavatan savunusu” adı altında emperyalist burjuvazilerine yardıma koşarak proletaryaya ihanet etmekten kaçınmadılar. Söylediklerine bakılırsa, bu, koşullardaki değişmeye uygun gerçekçi bir davranış ve politikaydı! Sosyal-Şovenizm bu partilerin saflarında önemli bir tahribata yol açtı. İkircikli tutum içindeki bu ülkelerin partileri, kapitalizme karşı yeterince kararlı bir mücadele sürdüremediler ve Ekim Devrimi’nin deneyleriyle, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa pratiğinden devrimci tarzda öğrenmek için yeterli bir çaba göstermediler. Avrupa partilerinin bu tutumu, Almanya, İtalya, Macaristan, Avusturya başta olmak üzere, proletaryanın devrimci iktidar için ayaklandığı ve birçok bölgede burjuva militarist aygıtı işlevsiz kıldığı koşullarda güç ilişkilerinin proletarya ve emekçiler aleyhine dönmesini ve devrimin başarısızlığa uğramasını etkileyen nedenlerden biri oldu. Burjuvazi iktidarını yeniden sağlamlaştırdı ve sermayenin yeni saldırı dalgası başladı. Bu başarısızlık ve yeni saldırı dalgası yeni bir eğilim doğurdu. Avrupa devriminin yenilgisi, Rusya’da ve Avrupa’nın merkez ülkelerinde; tek ülkede devrimin ve Sovyet Devrimi’nin başarısı ve sosyalizmin inşası olanağının yadsınması yönündeki inançsız görüşlerin yeniden güç bulmasına yol açtı. Marksist devrim teorisine kuşkuyla bakanlar yeniden kolları sıvadılar. Oportünist teorisyenler, kapitalizmin çelişkilerinin onu yıkıma mahkûm ettiğine ve proletaryanın devrimci girişkenlikle iktidarı almasının mümkün ve kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken; kapitalist toplumun yol açtığı sınıf çatışmasının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceği ve proletaryanın, sınıf diktatörlüğünü; toplumu, sömürü ilişkilerinden, sınıflardan ve sınıf ayrıcalıklarından arındırıp kurtarmanın devrimci aracı olarak kullanarak, sınıfsız sömürüşüz topluma ulaşacağı biçimindeki Marksist-Leninist tezi reddettiler. “Öngörülerin” gerçekleşmediği ve kapitalizmin kendini yeniden üretme olanaklarını yarattığı burjuva düşüncesi giderek güç kazandı.
Avrupa devriminin başarısızlığı ve ardından Sovyetler Birliği’nde; emperyalist burjuvaziyle bürokrat ihanet çetesinin sosyalizme karşı giriştiği saldırganlığın başarıyla sonuçlanması, kökleri Troçkizme ve yüzyılın başına uzanan “tek ülkede devrim ve sosyalizmin olanaksızlığı” oportünist teorisinin sonraki yıllarda yeniden ve yenilgiden alınan güçle savunulmasına yol açtı. Avrupa Komünist Partileri’nin saflarında ortaya çıkan bu eğilim, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonraki süreçte burjuva işbirlikçi politikaların belirginleşmesiyle sonuçlandı. “Euro-komünizm” olarak reklam edilen işbirlikçi burjuva reformist ve revizyonist akım, başlıca Avrupa ülkelerinde, tarihsel bağlantılarından da güç alarak tüm komünist partilere egemen oldu. Fransa’da Marchais, İtalya’da Togliatti ve Berlinguer, İspanya’da Carillo’nun başını çektiği “Euro-komünistler, içine girilen yeni dönemin, proletaryanın devrimci ayaklanmalarını ve devrimci sınıf iktidarı için mücadelesini gereksiz hale getirdiğini yazıp, propaganda etmeye başladılar. Onlara göre, kapitalist sistem içinde, burjuva devlet kurumlarını ideolojik propaganda yoluyla etkileyerek dönüştürme ve reformlar yoluyla kapitalizmi sosyalizme dönüştürme artık mümkündü. Kapitalist-emperyalist gelişme düzeyi toplumun, bir avuç tekelci dışındaki tüm kesimlerinin proletarya ile birlikte davranmasını olanaklı kılmaktaydı. “Euro-komünistler”, kapitalist çürümenin işçi hareketi içindeki tortusu ve onların teorisi de emperyalist burjuvaziye teslimiyetin teorisi olmasına karşın; bu ihanet çizgisi, Avrupa koşullarına ve yeni döneme en uygun “en gelişkin ve en gerçekçi” Marksizm olarak sunuldu. Yeniden Devrim yazarları bu anti-Marksist geleneği izleyerek görüşlerine da: yanak oluşturmaya çalışırlarken, Lenin ve Marx’ın görüşlerini çarpıtmaktan da kaçınmıyorlar. Ekim Devrimi ve ‘tek ülkede sosyalizm’ üzerine yazdıkları bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Yeniden yazarı Ali Öztürk, Lenin’in görüşlerini liberal anlayışları doğrultusunda kullanmaya çalışırken şunları yazıyor:
“Lenin, ‘sosyalizm’den söz ederken iki farklı anlam yükler. Birincisi siyasal iktidarın burjuvaziden alınması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması (dar anlamda böyle bir üst yapının ”sosyalist’ olarak nitelendirilebilmesi mümkündür). İkincisi ise sosyalizmin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal olarak yaşama geçirildiği ve sosyalist insan tipinin yaratıldığı, yani sosyalizmin toplumsal hayatın bütün ilişkilerini belirleyen olduğu bir dönemdir sözü edilen. Bu anlamda da Lenin, Rusya’da proletarya diktatörlüğünden ve sosyalizmden siyasal iktidardaki ve ekonomideki değişiklik anlamında söz ederken haklıdır…” (s.88)
“Lenin, sosyalizmin (iktidarın ele geçirilmesi anlamında değil!) (ünlemli parantez yazara aittir- y.a), tek ülkede gerçekleşebileceğine inanmamaktadır. Bu nedenle sosyalizmin Rusya’da kurulabilmesi için Avrupa ‘da gerçekleşecek devrimlerin ne kadar önemli olduğunu her dönemde dile getirmiştir.” (s.88)
Yazar trajikomik bir görüntü sunuyor. Ona göre Lenin, iktidarın alınması, proletarya diktatörlüğünün kurulması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi anlamında sosyalizmin kurulmasından söz ederken “haklıdır” ama gene de o, hiçbir biçimde tek ülkede sosyalizmin kurulabileceğine “inanmamaktadır.”! Yazar Lenin ve Sovyet proletaryasını “iktidar oyunu oynayan tiyatrocular” konumuna düşürüyor. İktidarı alacaksın fakat sosyalizmi kurmayacaksın! Çünkü tek ülkede sosyalizm zaten kurulamaz! Bu ünlü Troçkist tez, Troçkistleri bile utandıracak biçimde sulandırılmış olarak karşımıza çıkarılıyor.
Sovyet Partisi ve Lenin’in çabası, devrimin bir dünya devrimine doğru yol almasına hizmet ediyordu. Avrupa partilerini desteklemek, onların maddi ve moral güç bulmalarına yardımcı olmak ve proletarya ve emekçilere, kendisiyle birlikte mücadele edebilecekleri devrimci bir örgütün bulunduğunu göstermek için “acele edildi.”
Gerek Lenin’in düşüncelerinin daha iyi anlaşılması, gerekse de Yeniden yazarının suçlamalarının temelsizliğinin görülebilmesi için, yazarın da kullandığı alıntıları kullanmakta yarar var. Evet, Lenin, gelişen devrimci olaylardan hareketle ve büyük devrimci iyimserlikle “Bütün dünyada proletarya devriminin zaferi kesindir. Dünya Sovyetleri Cumhuriyeti’nin kurulma saati yakındır.” (Ekim Devrimi Üzerine s.92) diyebiliyordu. Avrupa emperyalizminin proletaryanın eylemiyle yıkılacağını ve devrimin bir dünya devrimine doğru genişleyerek gelişeceğini düşünüyordu Lenin. “Bugün değilse yarın; tüm Avrupa emperyalizminin çökmesi her an beklenebilir” derken, tümüyle o günün somut verilerine dayanıyordu.
Lenin gelişmelerin yönüne işaret ediyordu kuşkusuz. Dünya devriminin uzun olmayacak bir zaman içinde gerçekleşebileceğini; bunun için koşulların uygun olduğunu ve ancak, Avrupa ülkelerinde proletarya ve emekçilerin devrimci eylemini bir devrimci ayaklanma biçiminde örgütleme başarısı gösterecek partilerin bulunmaması nedeniyle, bu beklentisinin gerçekleşmeyebileceği ve bu nedenle dünya devriminin “tehlikeye girebileceği”ni de belirtmekten geri durmuyordu.
Yazar diyor ki; “Bütün bu alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Lenin, devrimlerin Avrupa ülkelerinde kaçınılmaz bir şekilde yayılacağına inanmaktadır. Çünkü o, sosyalist devrimin tek bir ülkede yaşayamayacağının farkındadır.” (s.88)
Birinci cümle doğruyu, ikincisi ise Lenin’e yapılmış bir iftirayı dile getirmektedir. Evet, Lenin devrimin Avrupa ülkelerinde yayılacağını düşünmektedir ve nitekim onun bu beklentisi, kesin sonuç alınmamasına ve devrimci ayaklanmalar zaferle sonuçlanmamalarına karşın gerçekleşti. Başta Almanya olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde devrimci ayaklanmalar baş gösterdi ve yenilgiye uğradı.
İkinci cümlede ifade edilen yargının Lenin’le bir ilişkisi yok. Lenin konuşma ve yazılarının hiçbir yerinde sosyalist devrimin bir tek ülkede -burada SSCB- “yaşayamayacağını ileri sürmedi. Aksi iddialar, Lenin’i bir “kaderci” düzeyine düşürür. Eğer “nasılsa yenilecek ve tarih sahnesinden silineceğiz” diye bir düşünceye sahip olsalardı Bolşeviklerin ve Sovyet proletaryasıyla emekçi köylülüğünün devrim yaparak burjuva iktidarına son vermesinin bir anlamı olmazdı. Aradan geçen onca süre sonunda, sosyalizmi inşa sürecinin bir döneminde, burjuvazi yeniden zafer kazandı diye, Lenin’in “tek ülkede zafer kazanılacağına inanmadığı”nı söylemek, aslında koşullardan kopuk spekülasyon yapmaktan başka bir şeyi ifade etmez.
Bugünden geçmişe dönerek devrim ve sosyalizm sorunlarını yeniden tartışmaya açanlar -bunu yapmalarının önünde elbette bir engel yoktur-, Marx’ın ve Lenin’in o günün koşullarının tahlili temelinde söylenmiş sözlerini işine geldiği gibi yorumlayıp çarpıtarak, sözde Marx ve Lenin’in nasıl da yanıldıklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Tarihin akışını, sınıf mücadelesinin ve toplumsal yaşamın sürekli değişikliklerle zenginleştiğini bir an olsun anımsamak istemeyen bu çevreler, bir devrim beklentisinin, beklentiye uygun olarak devrime dönüşmemiş olmasını da büyük bir “yanlış” olarak “tespit etmektedirler.”
Lenin, Rus Devrimi’nin geleceğini, her şeyiyle Batı Avrupa’daki ve özellikle de Almanya’daki devrime bağlamaya yeltenen Troçki ve diğer Rus Troçkistlerine karşı mücadele ederken, Sovyet Cumhuriyeti’ni korumanın parti ve proletaryanın birinci görevi olduğunu söylüyordu. Lenin, sosyalist dış politikanın “dünya devrimi” hakkındaki spekülasyonlara bağlanamayacağını belirtmekteydi.
“Bunu hoşuma gittiği için değil, başka yolumuz olmadığı için; tarih devrimi her yerde aynı anda olgunlaştıracak kadar hoş olmadığı için öneriyorum.” diyerek, devrimci ayaklanma kararına katılma çağrısı yapıyordu. Yani Lenin, tek ülkede sosyalizmin kazanacağına inanıyordu.
Sovyet halkları ve proletaryasının onca fedakârlığı da hep devrimin ve sosyalizmin zaferi için idi. Aynı amaçla, İngiliz-Alman ve Japon saldırılarının bir anda Rusya’ya karşı birleşmesini engellemek için, üstelik büyük tavizler verilerek Almanlarla Brest-Litovsk barışı imzalandı ve bir nefes molası kazanıldı. Brest-Litovsk ile Sovyet Cumhuriyeti, kömür ve demir madenlerinin dörtte üçünü, toprakların dörtte birini, nüfusun üçte birini kaybetti. Devrime İngiliz, Fransız, Alman, Japon ve Amerikan orduları müdahale ettiler, askeri müdahale uluslararası sermayenin ileri kıtalarının devrimin boğulması ve Orta Avrupa’da yayılmasının engellenmesi hedefini güdüyordu. Sovyet Devrimi’ni o gün için boğmayı başaramadılar ama Avrupa’da yeni devrimci ayaklanmaların başarıyla gelişmesini engellemeyi başardılar. 1919’da Macaristan’da Sovyetler iktidarı varlığını koruma mücadelesindeydi. Bela Kun hükümetinin yıkılması gerçekte Sovyet Devrimi’nin büyük bir yara alması ve önemli bir müttefikini kaybetmesiydi.
Sovyet Devrimi umuttu, güç kaynağıydı, kapitalizme karşı proletaryanın zaferinin mümkün olabilirliğinin kanıtıydı.
Sosyalizmin inşasının Rusya gibi geri ülkelerde, ekonomik altyapının ve bununla birlikte devrimi inşa edecek maddi güçlerin zayıflığı nedeniyle daha da zor olduğu ya da olacağı bir gerçektir. Ancak bundan devrimin ve sosyalizmin zaferinin bir tek ülkede ya da geri ülkelerde mümkün olmadığı sonucu çıkarılamaz. Hele hele, nedenleri ayrıca tartışılması gereken daha sonraki yenilgi gerekçe gösterilerek böyle saçma bir teze kanıt aranması daha da saçmadır. Bu konuda örneğin bir burjuva demokratı olan İngiliz tarih araştırmacısı C. Hill’in şu sözleri, sözde devrimci bir yığın gevezenin laf cambazlığından çok daha objektif bir değer taşımaktadır. “Sovyet yönetiminin başarılarını ya da başarısızlıklarını, ideal sosyalist devlet gibi soyut mutlak ölçütlerle değil; her yönüyle olağanüstü güç koşullarda, çaresiz bir biçimde yetersiz kaynak, malzeme ve insan gücü ile ve uygar dünyanın hemen bütün hükümetlerinin açıkça söylenmiş düşmanlığı karşısında, umulmadık bir biçimde getirmiş bir deneyimin parçası olarak değerlendirmeliyiz.” (age sf.134)
Batı Avrupa ülkelerinde beklenen devrim olmadı. Bolşevikler ya direnecek ve yeni devrimler gerçekleşene kadar sosyalist inşayı daha ileri düzeyde gerçekleştirerek sosyalist bir örnek ve destek üssü oluşturacak, ya da burjuvaziye iktidarı yeniden kendi elleriyle teslim edeceklerdi. İhanet demek olan ikinci yolu reddederek ve Sovyet proletaryası ve yoksul köylülerini bütün güçlükleri göğüslemeye çağırarak sosyalizm yolunda yürüdüler. Başka bir yol yoktu. Lenin, Rus Devrimi’nin, Rus proletaryasının “diğerlerinden daha ileri oluşu yüzünden” değil; tarihsel gelişmelerin sonucu ve zorlayıcı toplumsal-tarihsel etkenlerle gerçekleştiğini ve Rusya proletaryasının oturup beklemek yerine, dünya proletaryasının öncü kolu olmayı seçtiğini bütün açıklığıyla ve hemen her fırsatta dile getirmekteydi.
Tek ülkede devrimin ve sosyalizmin zaferine olan inançsızlığını Lenin gibi bir Marksist diyalektikçi ve siyasal dehaya yıkmaya çalışan Yeniden yazarı, Lenin’den aktardığı alıntıların ayrımında da değil. Onun aktardığı alıntının bir bölümünü biz de aktararak, açık çelişkisini görmesine yardımcı olalım. Lenin şöyle devam ediyor: “Rusya ‘da durumun farklı olduğunu, yani endüstri işçilerinin azınlıkta ve küçük tarım üreticilerinin çoğunlukta olduğunu bir dizi yazıda, açıklamalarımızda ve basında belirttik. Böyle bir ülkede sosyalizmin zafere ulaşması için iki şartın önceden oluşmuş olması gerekir: Birincisi bunun (böyle bir devrimin -ç.n) bir veya birden fazla kapitalist ülkede gerçekleşen devrimler tarafından desteklenmiş olması gerekir. Önceki durumla karşılaştırılınca bildiğiniz gibi, bu alanda çok şey yaptık, ama yaptıklarımız böyle bir şartın oluşması için yeterli olmaktan çok uzaktır.
İkinci şart ise kendi diktatörlüğünü kuran veya devlet aygıtını elinde bulunduran proletaryanın köylü çoğunluğu ile anlaşmaya varmış olmasıdır… Sadece köylülerle yapılacak böyle bir anlaşmanın sosyalist devrimi (eğer başka ülkelerde devrim olmazsa) kurtaracağını biliyoruz.” (Seçme Eserler s.484)
Yazar daha önce, ısrarla Lenin’in tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını, ya da yazarın kelimesini kullanırsak, “sosyalizmin zaferinin” mümkün olamayacağını düşündüğü iddiasını ileri sürüyor ve kanıtlamak için ıkınıp duruyordu.
Lenin ve Bolşevikler, bir yandan Rusya’nın geriliğinin oluşturduğu engelleri, uyguladıkları NEP politikasıyla etkisizleştirmeye çalışırken, diğer yandan bu politikanın kapitalizmi canlandırma politikası olduğunun bilinciyle, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin iktidarını güçlendiren ve üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetini gerçekleştiren uygulamaları pes peşe yürürlüğe sokuyorlardı.
Başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Bolşevik Partisi savaş komünizmi uygulaması sırasında “ileri gidildiği”ni, “fazla sert davranıldığı”nı biliyor ve söylüyorlardı. Ama başka çare de yoktu. İlk nefes alma molasında ekonominin on milyonlarca köylünün yükünü hafifleterek yeniden inşasını gerçekleştirmek gerekiyordu. Hem ağır ve hafif sanayi geliştirilerek elektrifikasyon ve tarımda kolektif çiftliklerin oluşturulması teşvik edilecek ve tarımsal ekonomiye tohumluk, makina ve traktör desteği sağlanacaktı, hem de halkın -devrim öncesi % 90’ı okuma/yazma bilmeyen- uygarlaştırılması için çaba gösterilerek, emekçilerin bilinçli katılımı sağlanacaktı. Bu öyle sanıldığı kadar kolay gerçekleşen ve kararnameler yayınlamakla sağlanacak bir gelişme değildi. Genel bir okuma/yazma seferberliği ve halkın uygarlaştırılması, kültürel gelişme ve bununla birlikte kooperatiflerde birleşmenin sağlanması yoluyla köylülerin devrimin sürdürülmesi politikasına kazanılması, sosyalizmin başarıyla inşa edilmesi için zorunluydu.
Lenin, ‘Marksizm’in Bir Karikatürü’nde, bir kez daha kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve devrimin öncelikle bir ya da birkaç ülkede başlaması olanağı üzerinde durdu. “Sosyal devrim, bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eylemi olamaz, şu basit nedenden ötürü ki, ülkelerin çoğunluğu ve dünya sakinlerinin çoğunluğu şu ana değin henüz kapitalist gelişme aşamasında bile değil ya da kapitalist gelişme aşamasının ancak başlangıcında henüz… Sosyalizm için yalnızca Batının ve Kuzey Amerika’nın gelişmiş ülkeleri olgunlaşmıştır ve… ” (S.E.Cilt 5 s.311)
Lenin’in sosyal devrimin ‘bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eyleminin ürünü’ olamayacağı yönündeki itirazının, bugün kat edilen gelişme nedeniyle geçersiz hale geldiği düşünülebilir mi? Elbette hayır! Kapitalizm bugün dünyanın hemen tüm ülkelerinde egemenliğini kurmuş ve sermaye ihracının büyük boyutlar kazanması sonucu, bu ülkeler emperyalist ekonomik zincirin birer halkası haline gelmişlerdir. Ancak bu gelişme yine de sosyal devrimin Avrupa kıtasında ya da gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda eşzamanlı ve işçilerin uluslararası bir tek ve birleşik eyleminin sonucu olarak gerçekleşmesini sağlamaktan uzaktır. Devrim, diğer ülkelerin işçilerinin kendi burjuva hükümetleri ve devletlerine karşı sürdürdükleri mücadelenin dolaylı etkisi ve manevi yardımıyla, ancak her ülke proletaryasının kendi eylemiyle gerçekleşecektir ya da esas olarak bu yolu izleyecektir. Diğer yandan devrim için batının büyük ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri daha olgun olmalarına; maddi önkoşulların bu ülkelerde fazlasıyla var olmasına karşın, devrimin bir başka ülkede; ekonomik olarak geri ve proletaryasının örgütlenme düzeyi nispeten düşük bir ülkede gerçekleşmesi, bir başka şeye işaret eder. Devrim, ancak proletarya, geniş halk kitlelerinin desteğini de sağlayacak bir örgütlenme sağlayabilmiş ve devrim için dövüşmeye karar vermişse mümkün olabilmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, üretimin büyük oranda merkezileşmesi ve yoğunlaşması, büyük proleter kitlelerinin sosyalizmi kurma girişimi için bir ön dayanak oluşturmaktadır. Bir toplumsal devrimin öncelikle ileri kapitalist ülkelerde başlaması öngörüsü bu nesnel temele dayanır. Ancak, bu ülkeler aynı zamanda dünya pazarlarından büyük kazanç sağlayan, gelişmemiş ülkeleri sömüren ve elde ettikleri artı-değerin bir kısmını işçi hareketini yozlaştırmak ve sisteme bağlamak üzere işçi aristokrasisini beslemeye ayırma olanağına sahip ülkelerdir. Bu durum onlara, işçi hareketini yatıştırma, “uykuya salma” olanağı sağlamaktadır. Devrim, bu bakımdan çelişkilerin en keskin, proletaryanın dövüşmeye en kararlı, parti olarak örgütlenmiş proletaryanın ezilen kitlelerin desteğini almayı en iyi başardığı ülke ya da ülkelerde gerçekleşmektedir. Sovyet
Devrimi’ni olanaklı kılan, uluslararası koşullarla birlikte bu iç koşullar ve proletaryanın hazırlık derecesidir. Lenin, devrim için yalnızca nesnel koşulların yetmediğini, nesnel koşullarla birlikte öznel koşulların da oluşması gerektiğini birçok yazısında dile getirdi ve çeşitli “sol” partileri eleştirerek, partilerin görevlerine dikkat çekti.
Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi, 1919 yılında, uluslararası durumu tahlil ederken, içinde bulunulan anın komünist partiler bakımından durumunu şöyle özetlemekteydi. “Kapitalist ülkelerin çok büyük çoğunluğunda proletaryanın kendi diktatörlüğünü gerçekleştirme hazırlığının henüz tamamlanmamış olması, evet çoğu kez hata, henüz sistematik bir biçimde başlamamış olması ile karakterizedir. Bundan hiç de proleter devrimin çok yakın bir gelecekte olanaksız olduğu sonucu çıkmaz. Bu tamamen olanaklıdır, çünkü tüm ekonomik ve siyasi durum, patlayıcı maddeler ve beklenmedik patlama nedenleri bakımından son derece zengindir. Proletaryanın hazırlığı dışında, devrimin bir başka ön koşulu, yani tüm egemen partilerde ve tüm burjuva partilerde genel bunalım durumu da mevcuttur. Ama bu söylenenlerden, komünist partilerin güncel görevinin devrimi çabuklaştırmak değil, proletaryanın hazırlığını güçlendirmek olduğu sonucu çıkar.” (agb sf.44)
Devrim için maddi önkoşullar olgun olmasına karşın, proletaryanın örgütlenme ve bilinç düzeyi, bir devrimi zafere ulaştırma görevinin altından kalkamayacak kadar geri ise, orada devrimin iradi zorlamayla başlatılması ya da bunun için “devrimi çabuklaştırıcı” eylemlere başvurmak, yenilgi nedeni olacaktır. Bunun yerine komünist partileri proletaryanın hazırlık düzeyini yükseltmek için, geniş işçi kitleleri ve emekçiler içinde bilinçlendirme ve örgütleme faaliyetini artırma yolunu tutmak zorundadırlar. Burnu Kaf Dağına ermiş yazar, Marksizm’in temel ilkelerinin, kapitalizmin tahliline ilişkin önermelerinin, “sermayenin kendini yeniden üretim süreçleri” sonucu değiştiğini düşünmekte ve bunun sonucu olarak; Marx-Engels ve Lenin’in devrimci beklenti ve öngörülerinin geçersizleştiğini ve proletarya partisinin öncülüğünü yaptığı sosyalizm pratiği ve uygulamasının tek parti yönetimi, merkezi planlama vb. “bürokratik” uygulamalar nedeniyle iflas ettiğini düşünmektedirler. Dayanak olarak da “her şeyin değişime tabi olduğu” kuralını öne sürmektedirler. (Her şey değişir, ama nasıl ve hangi anlamda?)
Yeniden yazarı, Lenin’in ölümünden sonra, Stalin önderliğindeki SBKP’nin, “Ya sosyalizm, ya kapitalizm” şiarıyla ‘”tek ülkede sosyalizmi’ inşa etmek için işe koyulması”nı, yapılmış bir yanlış olarak görüyor. SBKP bu kritik soruyu şöyle ifade ediyordu: “Ekonomik yapı hangi yöne çevrilmek zorunda, sosyalizme mi, yoksa başka bir yöne mi? Sosyalist bir yapı kurmalı mıyız, kurabilir miyiz yoksa yeryüzünde başka bir yapının, kapitalist yapının önünü açmaya mahkûm muyuz? Yani genel anlamı ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi kurmak mümkün mü, eğer mümkünse, kapitalist devletlerde devrimlerin geciktiği ve kapitalizmin stabilize olduğu bir dönemde bunu yapmak mümkün mü?”(SBKP(B) Tarihi sf. 272)
Bu soruya parti tarafından “Evet” diye cevap verildi ve mücadeleye devanı edildi. A. Öztürk’e göre bu sorunun olumlu olarak cevaplanması ve mücadelenin sürdürülmesi, “ülke içindeki durumu olduğu kadar, uluslararası komünist hareketi de temelden etkilemeye başlıyordu. Bu süreç sosyalistler ve komünistler (aradaki fark ne ola ki?-y.a.) için hem teorik hem pratik olarak onarılması güç yaraların açıldığı bir dönemin başlangıcını ifade ediyordu.” (s.97)
Yazar diyor ki; “Bugün şunu biliyoruz. Lenin’in Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde olmasını beklediği devrimlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Sosyalistler, bu konu ortaya atılınca sorumluluğu “ihanetçi” sosyal demokrasiye yıkma eğilimi göstermekte. Peki, ama sosyal demokrasinin bunu başarabilmesinin arkasındaki gerçekler neler? Sosyalistler, sosyal demokrasinin veya başka reformist liberal akımların kitleler üzerindeki etkisini kırabildikleri oranda sınıf mücadelesinin gerçek rayına oturmasını sağlayabilirler. Bir ikinci nokta, bu yaklaşım (sosyal demokrasinin ihaneti) belli açılardan doğru olsa bile, somut koşulların analizi konusunda Lenin ve Bolşeviklerin o dönemde söylediklerinin pratik tarafından reddedildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Lenin çok kısa bir süre içinde devrimlerin patlak vereceğine inanıyordu…” (s. 99)
“Lenin’in Dünya Devrimi zaferinin hızla yaklaştığı öngörüsünün arkasında batı proletaryasının devrimci bir partinin ortaya çıkması durumunda oportünist/reformist önderlere sırt çevireceği ve devrimci partiye katılacağı inancı (tıpkı Rusya’da olduğu gibi!), vardır.” (sf.100)
“Bu arada önemli olan konu Lenin ‘in, reformist politika ve önderlerin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı üzerindeki psikolojik gücünü ne kadar göz ardı etmiş olduğu gerçeğidir.” “Peki, ama işçi sınıfı neden ihanetçi reformist partilerin ve önderlerin arkasından gitmiştir?”
Yeniden yazarı Lenin’e açıkça iftira ediyor. Lenin bu partilerin oportünist kanatlarına ve ihanetçi sosyal demokrasiye karşı sürekli mücadele etti ve Avrupa proletaryasının bu reformist politika nedeniyle burjuvazinin yedeğine düşürüldüğünü yazdı. İşçi sınıfı içinde burjuvazi yararına iş gören işçi aristokrasisine dikkat çekti ve sağ ve sol sapmalara karşı kesintisiz bir mücadele yürüttü. Lenin’in başında bulunduğu devrimci Marksistlerin bu mücadelesi işçi sınıfının ve komünist partilerin uluslar arası sermayeye karşı mücadelesinin ileri mevziler kazanmasına hizmet etti ve önemli kazanımlar sağlandı. Ekim Devrimi’nin önemini küçümseyen küçük burjuva oportünizmi, emperyalizm cephesinde meydana gelen devrimci sarsıntıları da görmezden gelmektedir. Oysa Ekim Devrimi’nin etkisi Avrupa, Asya ve sonraki süreçte Latin Amerika’da bir dizi devrimci girişimin, ayaklanmanın ve bağımlı, sömürge halkların ulusal başkaldırısının başlıca etkenlerinden biri oldu. Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmeler bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Uluslararası işçi hareketinin belgelerinde bu gelişmeler şöyle özetleniyor: Ocak 1918- Finlandiya’da işçi devrimi; Ağustos 1918- Japonya’da “Pirinç Ayaklanmaları”; Kasım 1918- Avusturya ve Almanya’da yarı-feodal monarşileri yıkan devrimler; Mart
1919- Macaristan’da proleter devrim; Kore’de ayaklanma; Nisan 1919- Bavyera’da Sovyet iktidarı; Ocak 1920 Türkiye’de burjuva ulusal devrim; Eylül 1920- İtalya’da fabrikaların işçilerce işgali; Mart 1921- Almanya’da ayaklanma; Eylül 1923- Bulgaristan’da ayaklanma; Aralık 1924- Estonya’da ayaklanma; Ağustos 1925- Suriye’de ayaklanma; Nisan 1925- Fas’ta ayaklanma; Mayıs 1926- İngiltere’de genel grev; Temmuz 1927- Viyana’da işçi ayaklanması ve bir dizi ülkede, özellikle Uzakdoğu Asya’da; Çin, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerde halkların baskıya başkaldırıları görüldü.
Kapitalizmin bunalımı 1918–1921 yıllarında üst boyutlara çıktı. Bunalım birçok ülkede ayaklanmalara yol açtı; Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü için yürütülen mücadele zaferle sonuçlanırken, diğer birçok ülkede ayaklanmalar yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgilerin belli başlı nedenleri arasında, proletaryanın henüz komünist partilerde yeterince örgütlenmemiş olması, sosyal demokrat partilerin işçiler üzerindeki etkilerini burjuvazi yararına ve işçilere karşı kullanmaları ve güçlü komünist partilerin bulunmaması gibi olanlarını saymak mümkündür. Emperyalizmin genel bunalımı, 1921 yılında üst boyutlara tırmanırken, Batı Avrupa proletaryasının bir dizi ayaklanması ve devrim girişimi yenilgiyle sonuçlandı. Bu dönem Alman proletaryasının 1923 yılındaki yenilgisiyle sona ererken, bunalımın yeni dönemleri öncesinde, nispi bir istikrar dönemi yaşandı.
Kapitalizmin ilk evrelerinde koşulların devrim için uygunluğu ya da uygunsuzluğunu ancak, bu gelişmenin düzeyine göre şu ya da bu ülke bakımından tespit etmek mümkündü. Emperyalizm, bütün ülke ekonomilerini bir tek dünya ekonomi zinciri halinde birleştirince bu durum değişti ve artık bütün sistemin koşulları bakımından durumu değerlendirmek gerekmektedir ve emperyalizm yol açtığı çelişkileriyle bu genel olgunluğu sağlamaktadır. Bugün sistem bir bütün olarak devrim için olgunlaşmıştır ve artık devrim için, sanayinin en üst düzeyde gelişmiş olması zorunlu önkoşul olmaktan çıkmıştır. Ancak, bu zorunlu koşul olmaktan çıkış, bu unsurların önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Aksine, devrimin zaferi ve sosyalizmin inşasının başarılması için, bu koşulların varlığı gene de büyük bir önem taşır. Devrim, kapitalizmin çelişkilerinin en keskin, proletaryanın en fazla hazırlıklı ve ezilen sınıflarla ittifakının en gelişmiş olduğu ve aynı zamanda egemen sınıfların en güçsüz oldukları yerde gerçekleşebilir ve gerçekleşecektir.
Lenin, Rus Devrimi’ni yadsıma ya da geri ülkelerde devrimi olanaksız görme eğilimine karşı, bu görüş sahiplerini; kapitalist ekonominin gelişme yasalarını ve emperyalizm çağında herhangi bir ülkenin genel kapitalist ekonomi içindeki yeri nedeniyle, “dünyanın genel gelişim çizgisi içinde” yer almasını görmezden gelmekle suçladı.
“Örneğin” diyordu Lenin, “Bu adamların Batı Avrupa sosyal demokrasisinin gelişmesi sırasında ezbere öğrenmiş oldukları ve sosyalizm için henüz gelişmemiş olduğumuz biçimindeki ve içlerinden bazı ‘bilgili’ bayların belirttikleri gibi, bizde sosyalizmin nesnel ekonomik önkoşullarının olmadığı biçimindeki savları da sınırsız şabloncu bir iddiadır. Ve hiç kimsenin aklına da şu soruyu sormak gelmiyor; iyi ama önünde devrimci bir durum, birinci emperyalist savaşta ortaya çıktığı gibi bir durum bulan bir halk, durumunun çaresizliğinin etkisiyle, yine de uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarını mücadeleyle elde etme şansını kendine sunan bir savaşa atılamaz mıydı?
‘Rusya, üretici güçlerin, sosyalizmin mümkün olduğu gelişme aşamasına erişmemiştir. ‘ içlerinde elbette Zuhanov’un da bulunduğu bütün 2. Enternasyonal kahramanları, bu cümleyle resmigeçit yapıyorlar. Bu yadsınmaz cümleyi bin-bir şekilde ağızlarına sakız ediyorlar ve devrimimizin değerlendirilmesinde bunun tayin edici olduğunu söylüyorlar.
Peki, ama ya durumun kendine özgüllüğü, Rusya’yı, birincisi, herhangi bir şekilde nüfuz sahibi tüm Batı Avrupa ülkelerinin karışmış oldukları emperyalist dünya savaşı içine soktuysa, Rusya’nın gelişmesini, Doğu’da başlayan ve kısmen de başlamış olan devrimlerin sınırına, tam da ‘Köylü Savaşları’nın işçi hareketiyle ittifakını -Marx gibi bir ‘Marksist’in 1856 yılında Prusya ile ilgili olarak olanaklı perspektiflerden biri diye yazdığı ittifakı- gerçekleştirebildiğimiz koşullar içine soktuysa ne olacak?
Peki, ya durumun tüm çaresizliği işçilerin ve köylülerin güçlerini on katına çıkardıysa ve uygarlığın temel koşullarını yaratmak için bize, diğer tüm Batı Avrupa ülkelerinden olduğundan daha başka bir geçiş olanağı tanıdıysa ne olacak? Dünya tarihinin genel gidişatına çekilen veya daha önce çekilmiş olan her devlet içindeki ana sınıflar arasındaki temel ilişkiler bununla değişmiş mi oluyor acaba?
Eğer sosyalizmin kurutması için belli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli “kültür düzeyi”nin ne olduğunu kimse söyleyemez), neden ise ilk önce bu belli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet sistemi temeli üzerinde, diğer halklara ‘yetişmek için yola koyulmayalım?” (Seçme Eserler Cilt: 6 Devrimimiz Üzerine sf.521)
Rusya, kapitalizmin gelişme düzeyi bakımından İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD’den daha geri olmasına karşın, Bolşevik Partisi’nin yığınlar içindeki istikrarlı çalışmayla proletaryanın örgütlenme ve mücadele düzeyinin gelişmiş kapitalist ülkeleri geride bırakacak düzeye ulaşması; büyük toprak sahipleri ve çarlık otokrasisi tarafından ezilen ve baskı altında inletilen on milyonlarca köylü ile proletaryanın ittifakını gerçekleştirerek, savaşın, zincirin en zayıf halkası haline getirdiği Rusya’da, devrim için dövüşme kararlılığı ve cesaretini göstermesi, emperyalist zincirin en zayıf halkasından parçalamasını sağladı.
“Niye bu devrimi yaptık?” diyenler az değildi. Onların gerekçesi de yukarıdan beri belirtildiği gibi, Rusya’nın geriliği idi. Yenilginin “geri ülke gerçeği”ne ya da “tek ülkede sosyalizmin zaten yaşayamayacağı” varsayımına bağlı olduğunun söylenmesi dayanağı olmayan gerici bir anlayışın ürünüdür.
Stalin, emperyalist zincirin zayıflığı için “Bu ülkenin sınaî gelişmesinin ve uygarlığının belli bir asgariye erişmiş olması”nın, sanayi proletaryasının belli bir varlığının ve proletarya ile öncüsünün devrimci ruhunun ve ezilen kitlelerin proletarya ile birleşme olanağının var olmasının gerekli olduğunu” belirtiyordu.
Lenin daha 1908’de şunları söylemişti: “Rus devrimi hem Avrupa’da, hem de Asya’da uluslararası büyük bir müttefike sahiptir; ancak aynı zamanda ve tam da bu yüzden, sadece ulusal ya da sadece Rus değil, uluslararası bir düşmana da sahiptir.” (C. Hill. age s. 107)
Sovyet Partisi’ni ve Lenin’i, diğer partilere dayatmada bulunma gibi bir suçlamaya layık gören günümüzün reformcuları, kendilerinden ne denli Marksist diye söz etseler de, bu tutumlarıyla İkinci Enternasyonal partilerinin çizgisine düşmekten kurtulmuyorlar. Onların “diktatörlük” suçlamalarıyla, bugünkülerin “merkezi bürokratik ve otoriter devlet yapısı”ndan şikâyetleri aynı paydada buluşuyor.
“Tek ülkede sosyalizmin zaferi” diyordu Stalin, “tek başına alınan bir görev değildir. Muzaffer ülkenin devrimi kendini, kendi kendine yeten bir büyüklük olarak değil, tersine tüm ülkelerde proletaryanın zaferinin hızlandırılması için dayanak, araç olarak görmelidir. Çünkü tek ülkede -bu durumda Rusya’da- devrimin zaferi, sadece, emperyalizmin eşitsiz gelişmesinin ve ilerleyen çürümesinin ürünü değildir. O aynı zamanda dünya devriminin başlangıcı ve önkoşuludur.” (Leninizm’in Sorunları)
Devrim, bir dizi yeni ülkenin emperyalist dünya sisteminden ayrılmasıyla gelişecektir. Zafer kazanan ilk ülkenin proletaryasını destekleme görevi bütün diğer ülkelerin işçi ve emekçileri bakımından büyük bir görev oluştururken; zafer kazanmış ülkede sosyalizmin eksiksiz inşası ve bu ülkenin iktidardaki proletaryasının, diğer ülkelerin devrimci gelişmesi için ülkesini bir “üs” olarak kullanmayı başarması, diğer ülkelerin devrim yoluna girmesi üzerinde etkide bulunacaktır.
Kendini kurtaran ilk ülkede, sosyalizmin nihai zaferi, birden fazla ülkenin proleterlerinin ortak çabalarına bağlıdır ve devrim bu ülkelerin proletaryasının desteğine ihtiyaç duyar. Aynı biçimde, ilk sosyalist ülke sosyalizmin daha ileri inşasını başararak ve diğer ülkelerin işçi ve emekçi kitlelerine destek vererek, dünya devriminin hızla gelişmesi üzerinde etkide bulunur.
Lenin, devrimini yapmış ülkenin proletaryasının “kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra, kendisini, diğer, kapitalist dünyanın karşısına koyması ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekip, onlarda kapitalistlere karşı ayaklanmayı körüklemesi ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletine karşı hatta silah zoruyla bile harekete geçmesi” halinde görevini yerine getirmiş sayılacağına dikkat çekiyordu.
Bu ülkenin proletaryasının görevini gerçekten yerine getirmesi, her şeyden önce, kendi ülkesinde sosyalizmin inşasını gerçekleştirmesi ve sosyalizmin nihai zaferini güvenceye almasıyla mümkündür. Bunun için, muzaffer ülkenin sınıf bilinçli proletaryasının, bilimsel sosyalizmin ideolojisinden tüm sapmalara, küçük üretim temelinde ortaya çıkan küçük burjuva kesimlerin bir sınıf halinde davranma ve ayrıcalıklarını sürdürme çabalarına ve zorunlu olarak geçiş sürecinde varlığını sürdürecek devlet örgütlenmesi içinde yer alan görevlilerin bürokratik bir kast haline gelmesine karşı kararlı bir mücadele yürütmesi gerekir.

MERKEZİ OLMAYAN “DEMOKRATİK” SOSYALİZM
Yeniden’in söz konusu sayısında Ali Öztürk imzasıyla yayınlanan “Tek Ülkede Sosyalizm Tezleri ve III. Enternasyonal’in Sonu” başlıklı yazıda ortaya konan görüşler, yüzyılın başından beri Marksizm-Leninizm’e karşı savunula-gelen oportünist düşüncelerin acemice bir özetinden ibarettir. Troçkistlerden ve Euro-komünistlerden çalınma zırvaları bu yazıda bol miktarda sergileyen Yeniden yazarları Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulanan sosyalizm pratiğini “otoriter ve bürokratik” bulmaktadırlar. Temel gerekçeleri, işçi sınıfının yönetime katılmasında yaşanan problemler ve proletarya diktatörlüğü sisteminde “çok sesliliğin engellenmiş olması”dır. Onlar, ÖDP yöneticileri ile birlikte, Marx, Engels ve Lenin tarafından kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde öngörülen proletarya diktatörlüğü uygulamasını yanlış saymakta ve Lenin ve Stalin tarafından inşasına girişilen sosyalizm pratiğini de, dayatmacı, otoriter, “katılımcı olmayan” bürokratik bir sosyalizm olarak görmektedirler.
Ali Öztürk, ÖDP’nin “özgünlükleri”ni sıralarken şunları yazıyor: “Sadece yeni bir sol dalganın değil, buna önderlik edecek yeni bir politika yapma tarzını ve mücadele anlayışını geliştire geliştire ilerliyorlar. ÖDP, sadece gericilikle, faşizmle, liberalizmle değil aynı zamanda bürokratik ve otoriter bir sosyalizm anlayışıyla da hesaplaşmanın adımlarını atıyor.” (sf 8)
“Bürokratik” bir “sosyalizm anlayışı”! Bunu hiçbir Marksist ne savundu, ne de böyle bir “sosyalizm” için çaba gösterdi. Bürokrat olan Kruşçevciler ve Titoculardı; bürokratik olan da onların uygulayıp, Yeniden yazarlarının da aralarında bulunduğu oportünistlerin her şeyin maskesiz ve açıktan ortaya çıktığı 1990’lı yıllara kadar savunuculuğunu yaptıkları kapitalizm. Otoriterlikle suçlanan ise gerçekte proletarya diktatörlüğü uygulamasıdır. Proletarya diktatörlüğünün ve proletarya partisinin otoritesine duyulan öfke, Yeniden yazarına bunları söyletiyor. Çünkü o ve fikirdaşları Marksizm-Leninizm’in değil, Kruşçevciliğin izinde yürüyorlar.
Otoriter olmayan bir sosyalizm hangi toplumsal koşullarda ve nasıl mümkün olacaktır? Yeniden’in burnu Kaf Dağı’na ermiş sorumsuz yazarını bu ilgilendirmiyor. O, burjuva liberalizminin sahte demokratizm söyleminden hareketle sorunlara bakıyor ve kapitalist kuşatma altındaki bir ülkede -ya da ülkelerde- iktidarı alan proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı kendi iktidarını ve sistemini korumak için uygulayacağı merkezi politikayı otoriter ve antidemokratik buluyor, ama sınıf mücadelesinin aracı olan bir devletin işlevinin ne olması gerektiği sorunuyla ilgilenmiyor. Yeniden yazarları ya da ÖDP’nin “çok seslilik hayranı bürokratları, sosyalizmin yıkılmasının nedeni olarak Kruşçevci bürokrat burjuvaziyi değil; Lenin ve Stalin’in uygulanmasında ısrarlı oldukları proletaryanın merkezi devrimci devletini görüyorlar. Yeniden’in sosyalizm anlayışı Titocu “özyönetim sosyalizmi” anlayışıyla aynıdır. Ancak Titocuların ve Kruşçevci revizyonistlerin, kapitalist sınıf egemenliğinin yeniden tesisi için tek tek işletmelerin proletaryanın merkezi denetim aygıtının kontrolü dışında ve pazar ekonomisinin yasaları uyarınca faaliyet göstermelerini; savundukları ve kapitalist üretim yasalarının sosyalizm için de geçerli olabileceğini söyleyen sağcı liberallerin görüşlerini pratiğe geçirerek, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin yeniden emperyalist tahakküm altına alınmaları ve kapitalist sömürünün yeniden gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaptıkları da bilinen bir gerçektir. Yeniden çevresi Kruşçevciliği ve Titocu özyönetimci kapitalizmin uygulanmasını savunmaktadır ve buna karşı çıktıkları için de Marksistleri eleştiri hedefine koymaktadır.
Sosyalizm, proletaryanın yalnızca üretime değil, gereksinimlerin belirlenmesi ve ülkenin politik yönetimi görevlerine de etkili biçimde katılmasını öngörür ve bunun toplumsal koşullarının yaratılması için proletarya diktatörlüğünün tavizsiz bir biçimde uygulanması zorunludur. Yenidenciler ve ÖDP’liler için onlardan çok önceleri “otoriter sosyalizm” karşıtlığı yapanların bugün emperyalist burjuvazinin kampında açık proletarya ve halk düşmanlığı yapıyor olmaları bile, uyarıcı olmuyor. Yeniden yazarlarına göre Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulananlar sosyalizm değil, sosyalizm adına yaşama geçirilen yanlışlardı. Bunun için de özgürlük ve kurtuluş davasına olan umut yitirilmiş oldu. “En önemlisi” diyor yazar, “var olan sömürü sistemine karşı alternatif olarak sunulan ve sosyalizm adına yaşama geçirilen uygulamalar, başarısızlığa uğramakla kalmadı; ‘insanlığın özgürlük ve kurtuluş umudu’ düşüncesi siyasal planda prestijini yitirdi, inandırıcı olmaktan uzaklaştı.” (Solun Durumu, ÖDP ve Devrimci Siyaset başlıklı yazı sf.16)
Sosyalizmin nasıl ve hangi gelişmeler sonucu prestij yitirdiği sorununa da yanaşmıyor Kruşçevci ve Titocu yazar. Sosyalizmin prestijinin Stalin döneminde en üst düzeye ulaştığını, dünyanın birçok ülkesinde sosyalizm mücadelesinin ilerlediğini, ezilen halkların sosyalizmin varlığından güç alarak emperyalizme karşı mücadeleye atıldığını ve Doğu Avrupa’da halk demokrasisi devletlerinin kurulduğunu yazar hatırlamak istemiyor ve unutturmaya çalışıyor, Sosyalizmin prestij yitirmesinin sorumluları ise, Kruşçevciler ve Titocular başta olmak üzere bütün oportünistler oldular.
Yeniden yazarı, nispeten uzun sayılabilecek bir tarih kesitinde yaşanan birbirlerinden farklı nitelikleriyle öne çıkmış olaylar ve uygulamalar arasındaki farklılıkları yok sayan toptancı bir yargıyla ortaya çıkıyor. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen “reel sosyalizm” söylemi üzerinden 1917–1956 ve 1956, ya da 1960’lardan 1990’lara uzanan iki farklı tarihi dönemin olayları ve uygulamaları aynı kalıba dökülüyor ve sosyalizm ve kapitalizm aynı kaba konarak sunuluyor. Birbirlerinden ayrılmaları kesin bir zorunluluk gösteren iki dönemden ilk dönemin sosyalizmi inşa ve ikinci dönemin sosyalizmi yıkma dönemi olarak yaşandığı böylece bir kalem darbesiyle yok sayılıyor. Bilinçli tarzda farklı nitelikteki iki süreç birbiriyle aynılaştırılıyor. Sovyet bürokrat burjuvazisinin sosyalizme savaş açtığı ve onu içten çökerterek kapitalist entegrasyonu başardığı altmış sonrası süreç ile Lenin ve Stalin öncülüğünde başlatılan ve yaklaşık otuz beş yıl sürdürülen sosyalizmin inşası uygulaması bir ve aynı gösteriliyor. Kuşkusuz buna en fazla sevinenler tekellerin patronları ve burjuvazinin uluslararası kıtalarıdır. Aralarında Yeniden yazarlarının da bulunduğu birçok çevrenin 1980 öncesi revizyonist bürokrat burjuvaziyi savunma ve onun değnekçiliğine soyundukları unutulmuş değil. Bu biliniyor kuşkusuz. Ama bu sorunun bir yanı. “Bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” eleştirdiklerine göre, bu yazarlar çevresinin neyi ya da ne tür bir sosyalizm uygulamasını önerdikleri merak edilir. Ama baştan beri belirttiğimiz nedenlerle cevaplarının Titocu özyönetim olduğu da anlaşılmış olmalı. Sınıf sorununa vurgu yapılmasına karşı çıkan, proletarya partisinin yönetici işlevine gerek görmeyen, sözde katılımcılık adına çoğulculuğu savunan bu yazarların önerdikleri açık piyasa sosyalizmi, yani “toplumsallaşmış” kapitalist demokrasidir. “Sovyet çizgisinin bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” sözleri bu anlayışı bütün açıklığıyla göz önüne seriyor.
ÖDP’nin “farklılığının altını çizen yazar ya da yazarlar grubu, onun nasıl politika yapacağını şöyle anlatıyorlar. “ÖDP bu anlamda da siyasete bir davettir ve emekçilerin, nasıl bir parti istiyorlarsa, öyle inşa edebilecekleri partileşmeye aday bir yapıdır.” (sf 18)
Burada sözde emekçilere birleşme adına yavan bir popülizm ve kuyrukçu politikayla karşı karşıyayız. Kitle kuyrukçuluğunun devrimci politika sayılamayacağı ise işin abc’sidir. “Emekçilerin nasıl isterlerse” öyle inşa edebilecekleri bir partiden söz etmek, her türden küçük mülkiyet sahiplerinden, küçük esnaf ve memur kitlesine, işçilerden küçük işletme sahiplerine, çeşitli kesimlerin kendi çıkarlarını esas alan bir örgütlenmeyi gerçekleştirme olanağına sahip oldukları bir parti anlayışını savunmak demektir ve bu tür bir “örgüt” asla bir işçi sınıfı partisi olamaz.
Söz konusu yazı, ÖDP’nin farklılıklarını sıralayarak şöyle devam ediyor:  ‘”Demokratik’ sözcüğünün içi boş ve zavallı kaldığı, merkezi olanın çizgi haline geldiği, katılımcıların özne değil nesne görüldüğü anlayışların olumsuzluklarım artırarak sıralamaya devam edebiliriz. Asıl üzerinde durduğumuz bu sorunları görmeyen, yok sayan ve kavramayan siyasal hattın ‘gelecek’ vaat edemeyeceğini kaim bir biçimde çizmektir.” (sf.19)
ÖDP ve Yeniden yazarları esas olarak Sovyetler Birliği’nde uygulanan sosyalizmden, proletarya diktatörlüğü ve proletaryanın tek parti uygulamasından rahatsızlıklarını dile getirmektedirler. “Bürokratik ve otoriter” olarak gördükleri bu uygulama ve yönetim tarzıdır. Onlara göre bürokrasiyi engellemenin ilk koşulu “otoriter” olmayan “çoksesli” bir partinin varlığıdır. Bu tür bir partinin yönetim tarzını ise şöyle izah ediyorlar. “Yerel inisiyatiflerin öne çıkması, politikanın aşağıdan yukarı yapılması, yeni bir demokrasi kültürünün oluşturulması, katılımcıların söz ve karar sahibi olması.”
Politikanın aşağıdan yukarıya doğru yapılması; bu öneri yalnızca bugüne ilişkin olarak yapılmıyor. Sosyalizm koşullarında proletarya partisinin yönetici konumuna yönelttikleri eleştiri bu anlayışın sosyalizmin inşası süreci için de savunulduğunu gösteriyor. Yani alttan üste sosyalizm inşası! Sosyalizmin proletaryanın iktidarı almasıyla, doğrudan devlet iktidarına dayanarak ve merkezi yönetimle ve işçilerin katılımıyla kurulup sağlamlaştırılabilecek bir toplumsal sistem olduğunu Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri bilmiyor değil, ama burjuva demokratizmi hayranlığı onlara bunları söyletiyor. Partide demokratik bir işleyiş için, üstte ya da altta olsun herkesin tartışmalara katılması, düşüncelerini savunmaları ve bu düşünceler bileşiminin ortaya çıkardığı kararın herkes için bağlayıcı olması, başarılı bir adım atmanın tek koşulu değil mi? Herkesin kendi görüşleri doğrultusunda davranması durumunda, partide yaşam ve karar birliği sağlanamayacağı açık değil midir? Bürokratik yozlaşmaya karşı mücadele asla çoksesli yerel inisiyatiflerin “bağımsız” tutumlarıyla sürdürülemez. Bunun gibi sosyalizmde bürokratik yozlaşmanın alternatifi de “özyönetim”ci şirket sosyalizmi değil; işçi kitlelerinin ekonominin inşasına ve politik yaşama aktif katılımının sağlanmasındadır. Bürokratik yozlaşmaya karşı en etkili panzehir işçilerin yönetime katılmaları ve ücret farklılıklarının bir süreç içinde ortadan kaldırılması, göreve getirilenlerin geri alınması hakkının emekçilerde olması ve parti ve devlet görevlilerinin işçi denetimine tabi tutulmalarıdır. Marx, Engels ve Lenin’in bu konudaki görüşleri ile -Stalin bu görüşlerin ısrarlı bir takipçisi oldu- Yenidencilerin liberal burjuva görüşleri arasında tam bir uzlaşmazlık vardır. Bürokrasiye karşı açılan bu sözde savaşın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ilişkilerinin niteliği, bulundukları konum, savundukları anlayış vb. gibi nedenlerle, Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerini liberal birer bürokrat olmaktan kurtarmadığı ise bir diğer gerçektir.
“Bürokratik merkeziyetçi yapı” diyerek devrimci parti fikrine saldırıya geçenler, açıkça ifade ettikleri gibi, Lenin’in görüşlerine savaş açmışlardır. Lenin, Yeniden yazarlarının da payına düşecek biçimde konuya ilişkin olarak şöyle yazıyor: “Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığı sürdükçe, basit ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ savunması, özel mülkiyeti bir anda kaldırabilecek durumda hiçbir zaman olmayacak olan proletarya diktatörlüğü altında, burjuvaziyle işçi sınıfı iktidarını doğrudan baltalayan bir ‘işbirliği’ne dönüşür.”
Yeniden yazarı Üçüncü Enternasyonal’in kurulmasını Lenin’in zamansız bir dayatması sayarken, reformizme karşı mücadeleyi de sosyalistleri tecrit eden gereksiz bir uğraş olarak değerlendirmektedir. Komintern’in Lenin’in baskısıyla ve Sovyet Partisi tarafından “emrivaki” olarak kurulduğunu düşünen yazar düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Lenin, …  Yeni bir enternasyonalin yaratılmasının zorunlu olduğunu 10 Nisan 1917’de söylemişti. ‘Bizim partimiz beklemeden hemen Üçüncü Enternasyonali kurmalı’. Üçüncü Enternasyonal bu sözlerden iki sene sonra, yani 1919’da kuruldu. Rusya’da başlayan devrim dalgasının gelişmiş kapitalist ülkelere de yayılacağından hareket eden Lenin, Avrupa’da Bolşevik Parti’ye benzeyen bir partinin olmamasından endişe ediyor ve böyle bir partinin yaratılmaması durumunda dünya devriminin tehlikeye gireceğini düşünüyordu. Bolşevikler zamanla yarışa girdiler ve 1 Mart 1919’da Alman Spartakistleri’nin farklı yaklaşımlarına aldırmadan Komünist Enternasyonali (Komintern) kurdular. Bu süreç sosyalizmin yenilgisiyle biten birinci dönemin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.” (sf.87) (abç)
Lenin’in acele ettiğini ve bu acelenin sonucunda yenilginin geldiğini üstü örtülü biçimde ifade eden yazar, Lenin’in yönetimindeki Sovyet Partisi’nin “Spartakistlerin farklı yaklaşımlarına aldırmadan” bu örgütü kurduğunu, yani bir dayatmada bulunduğunu belirtmektedir. Bu düşünce yazı boyunca daha açıktan ve sonraki süreçlere ilişkin olarak daha da kesin biçimde dile getiriliyor.
Yeniden yazarı, Üçüncü Komünist Enternasyonal’in kuruluş sürecini, o günkü koşulları ve çeşitli ülkelerdeki gelişmeleri bir kenara bırakarak değerlendirmekte, emperyalist kapitalist sistemin keskinleşen çelişkilerinin bir savaşa yol açması ve savaşın emperyalist cephe zincirinin en zayıf noktasında yarılmasıyla sonuçlanmasını, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede savaştan yorulmuş ve yoksulluk ve açlıkla boğuşan işçi ve asker kitlelerinin (ve köylülerin) şurada burada başvurdukları isyanları görmezden gelmektedir.
Yeniden yazarları reformist liberal bir çizgiyi benimsemişlerdir ve işçi hareketi içinde reformizmin gücünün kırılması ve işçilerin reformist, önderlerin, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasinin etkisi altında hareket etmelerinin engellenmesi için yürütülmesi zorunlu olan mücadeleyi “tecrit edici” gereksiz bir uğraş saymaktadırlar. Sergiledikleri mantığa göre Lenin ve Komünist Enternasyonal’in reformist sosyal demokrasiye karşı mücadelesi yarardan çok işçi hareketine zarar vermiştir.
Ali Öztürk bunu şöyle dile getiriyor:”… Fakat Bernstein’in yenilgisi sözde kalan bir yenilgi oldu; zira onun kitabında sessizce anlatılanlar yavaş yavaş partisinin uygulamaları olmaya başlamıştı. Hiç farkına varmadan Bernstein’in düşünceleri süreç içinde sosyal demokrat ideolojinin temel söylemleri olarak karşımıza çıktı. Lenin’in sosyal demokrat hareketin kitleselleşme potansiyelini değerlendirme konusundaki yanılgısı burada ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü tarihsel örnekler reformist hareketin çok daha kitleselleşebildiğini gösteriyor… Aslında teorik ve ideolojik olarak reformizmin açmaz olduğunu göstermek hiç de zor değil ama komünistler, yetmiş yıllık uğraşları ve bütün argümanlara sahip olmalarına rağmen reformistlerin güçlenmesinin arkasındaki nedenleri mutlaka araştırmalıdır…” (s.90)
İşçi sınıfının bağımsız siyasal sınıf tutumuyla ortaya çıkmasından bu yana ve işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı, devrimci mücadele stratejisinin ve toplumsal kurtuluşu sağlamanın bilimsel teorisi olarak Marksizm’in işçi sınıfı hareketi içinde maddi bir güce dönüşme olanağına kavuştuğu yüz elli yıl öncesinden başlayarak, işçi hareketinde reformizm ve oportünizm her zaman var oldu. Bernstein, üretici güçlerin gelişmesinin kendiliğinden sosyalizme yol açacağı mantığına dayandırılan bir “devrim teorisi”ni Marksizm’in karşısına çıkararak, Marksizm’in revizyonunu açıkça savunurken reformcu bir çizgide bulunuyordu. Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı II. Enternasyonal oportünizmi yalnızca reformcu-parlamentarist görüşleri nedeniyle değil, kendi ülkelerinin burjuvazisiyle birleşmemeyi öngören sosyal şoven tutumlarıyla da proletarya davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine zarar verdiler. Kautskist ultra-emperyalizm teorisini, dünya ekonomisinin bütünleşmesine bağlı olarak, proletaryanın devrimci ihtilaline gerek kalmaksızın, burjuvaziyle demokratik mücadele içinde ve barışçıl yollarla iktidarın alınacağına kadar genişletenler eksik olmadı. Kautsky, Bernstein’in yolunu izleyerek, emperyalist tekellerin ve büyük devletlerin dünyayı yeniden paylaşım savaşının yarattığı koşullardan ve emperyalistler arası çelişkilerden devrim için yararlanma devrimci teorisini reddetti ve ultra-emperyalizm teorisiyle emperyalistlerin çelişkilerinin, kapitalist sistemin yok edilmesi mücadelesine yeni olanaklar açtığını da görmezden geldi.
İkinci Enternasyonal oportünistleri, kapitalizmin tekelci aşamaya varmasıyla ortaya çıkan yeni durumu, işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci kurtuluşu için, sistemin devrim yoluyla aşılması yönünde değil; barışçıl reformlar yoluyla sistem içinde kalarak işçi ve emekçiler yararına kısmi iyileştirmelerin sağlanması yönünde; sınıf işbirliğini güçlendirici bir biçimde yorumlayarak buna uygun bir pratik tutum aldılar. Bunun için Lenin, her zaman reformizme karşı mücadele edilmesini önemsedi. Aynı tutumu kendi dönemlerinde Marx ve Engels de almışlardı. Lenin’in şu sözleri yalnızca reformizme karşı mücadelenin önemine işaret etmiyor; aynı zamanda Yeniden çevresinin liberal sağcı mezhep genişliğini de gözler önüne seriyor: “Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en kesin ve en devrimci biçimidir. Bu mücadele ancak, proletaryanın ezici çoğunluğu, proletaryanın en devrimci öncüsünün arkasında ise zafer kazanabilir. Bu nedenle, proletarya diktatörlüğünün hazırlanması, yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin varlığı sürdükçe her türlü reformizmin ve her türlü demokrasi savunusunun burjuva karakterini aydınlatmayı; gerçekte işçi hareketi içinde burjuvazinin savunulması anlamına gelen eğilimlerin ortaya çıkışının teşhirini gerektirmekle kalmaz, bilakis aynı zamanda, yalnızca siyasal değil, sendikal, kooperatifsel, kültürel vb. tüm proleter örgütlerinde eski önderlerin yerine komünistlerin geçirilmesini de gerektirir.”‘(Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nin Temel Görevleri Üzerine Tezler’den ak. agb sf.46)
İşçi hareketinde reformizm her zaman oportünizmin baş dayanaklarından biri oldu. Reformizm burjuva siyaseti olarak işçi hareketi üzerindeki etkisini, burjuva ideolojinin işçi sınıfı ideolojisinden daha eski oluşu ve güçlü maddi olanaklara ve kurumlaşmış organlara dayanmasına borçludur. Reformizm, özel mülkiyet sisteminin ve burjuva bireyciliğinin ideolojisidir ve işçi sınıfının burjuva hainleri eliyle içeriden bir akım olarak doğup gelişmesi nedeniyle hareket üzerindeki etkisi daha da güçlüdür. Ancak, tarihin şu ya da bu döneminde işçi hareketi üzerinde etkinlik kurmuş herhangi bir burjuva ideolojisi ve siyasal hareketinin gücü de koşullara, sınıf mücadelesinin gelişme ve proletaryanın bağımsız örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişmektedir.
Yeniden yazarı, reformizme karşı mücadeleyi yadsıyor ya da önemsiz görüyor. ÖDP ve Yeniden çevresi reformizme karşı mücadeleyi hiçbir dönem bir görev saymadılar; aksine işçi sınıfının devrimci partisine karşı reformist liberal ne kadar çevre, grup ya da parti varsa onlarla işbirliğine girdiler ve en pespaye reformist görüşleri mücadele taktiği adına benimsediler. Yeniden yazarlarının kaleminden bu görüşler şimdi yeniden dile getiriliyor. Devam ediyor Yeniden yazarı: “Ama proletarya gerçekten devrimcileşmiş miydi? İşçi sınıfı hareketi üzerinde egemen olan sendikal ve siyasal reformist bürokrasi gerçekten proletaryanın vücuduna girmiş yabancı bir madde olarak açıklanabilir miydi? Büyük bir ekonomik kriz ve özellikle savaş gibi bir kriz anında proletaryanın reformistlerden kopacağı tezi doğru muydu? Bu soruların yanıtlarını tarih verdi Bu yanıtlar komünistlerin öngörülerini doğrular nitelikte değil!” (sf. 101)
İşçi hareketi içinde, reformizmin her türüne karşı mücadele yürütülmedikçe, ne sınıfın devrimci eğitimi gerçekleşir, ne işçi sınıfı gerçek ve örtülü düşmanlarını tanıma olanağı bulur, ne de devrimin başarıyla sonuçlanması için gereken hazırlık tam olarak yapılmış sayılır. Burjuva demokrasisinin egemen olduğu ve uzun süre yaşadığı gelişmiş kapitalist ülkelerde reformizmin işçi hareketi içindeki etkisi daha da güçlüdür. Yeniden yazarı, işçi hareketi üzerinde reformist etkiyi sürdüren yozlaşmış ve işçi hareketini burjuvazinin buyruğuna sokan hain önderlerin uzaklaştırılmasını “işçi kitlelerini böler” endişesiyle reddetmektedir. Bu sözüm ona iyi niyetli karşı çıkış gerçekte işçi hareketinin burjuvaziye teslim edilmesi anlamına gelmektedir.
Yeniden yazarı, reformist sosyal demokrasiye karşı, Marksistlerin sekterliğini eleştirirken sosyal demokrasiyi aklamaya yöneliyor. Oysa sosyal demokrasi hemen her zaman kapitalizmin emrinde ve Marksizm’in ve işçi hareketinin karşısında yer aldı. Dünya savaşı sırasında “anavatan savunması” adına emperyalist burjuvaziyi desteklerken, emperyalist gericiliğin Sovyetler Birliği’ne saldırısını desteklemekten de geri durmadı. Sosyal demokrasi sürekli emperyalizm ve tekellerle uzlaşma çizgisi izleyerek, burjuvaziye karşı mücadeleyi baltaladı ve kapitalist ekonominin bunalımlarının aşılması amacıyla bunalımın yükünün işçi-emekçi kitlelere aktarılması için çaba gösterdi. Reformist sosyal demokrasiye karşı mücadele, bunun için, işçi hareketinin ilerlemesi ve işçi ve emekçiler yararına sonuçlar elde edilmesi için kaçınılmaz ve zorunludur. Reformizme karşı mücadelenin işçi hareketinde bölünmeye yol açacağı gerekçesine sarılarak, reformizmle araya sınır çekilmesine karşı çıkanlar, reformizm aracılığıyla işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin sömürü düzenine ve burjuvaziye bağlanmasını savunmaktan kurtulamazlar.
Reformizmi ve revizyonizmi çizgi olarak benimseyen bir siyasal akımın, reformizmden kopuş için yürütülen mücadeleyi sekter ve bölücü bulması kaçınılmazdır. İşçi hareketinde reformizmin ve revizyonizmin etkisine karşı kesintisiz bir mücadele; ideolojik ve politik sınırların belirginleştirilmesi ve bunun, sınıfın çıkarlarınca belirlenen eylem içinde işçi kitlelerini birleştirme çabasıyla birlikte sürdürülmesi zorunludur. Sosyal demokrat-reformist partilerle araya kesin sınır çekerek işçi kitlelerinin onlardan ayrılıp devrimci partiyle birleşmesi için çaba göstermeyenler işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci eyleminin başarıya ulaşması için üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiş sayılamazlar. Kapitalizm koşullarında burjuva ideolojisi ve burjuva politikasının etkisi altında olup, çeşitli burjuva partilerinin oy deposu durumunda olan işçi ve emekçilerin esas kitlesini, aralarında reformist partilerin de bulunduğu gerici partilerin etkisinden kurtarmanın yolu, başka şeylerin yanı sıra reformizmle ayrım çizgilerinin netleştirilmesi ve reformizme karşı kararlı mücadeleden geçer. Reformistlerden kopmamayı, kitlelerin onların etkisi altında bulunması gerekçesiyle haklı gösterenlerin, başka koşullarda başka düzen partileriyle işbirliğine gitmeleri de şaşırtıcı olmaz.
Komünistlerin ve Bolşevik Partisi ve Komintern partilerinin “sol sekter çizgileri” üzerine bunca vaazdan sonra yazar, hükmünü verir gibi oluyor ve şu satırları yazıyor: “Sosyalistlerin son on yıllık süreç içinde bile sosyal demokrat ideolojinin etkisini kıramamış olmaları düşündürücüdür. Bu nedenle bugün sosyalizmin yeniden çıkış yapabilmesi için, ittifaklar sorununu ve reformist hareketlere karşı nasıl yaklaşılması gerektiğini, basit reçetelerle açıklamaya çalışmak dışında düşünmek zorundayız.
Geçmişte yapılan en büyük yanlışlardan biri, reformizmden kopuşun, kitlelere ‘reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla’ olabileceği yaklaşımından kaynaklanıyordu. Bugüne kadar yaşananlar, bunun bu kadar kolay olmadığını kanıtlamaktadır… Bugün reformizmden kopuş ancak ve ancak kitlelerin bu kopuşu gerçekleştirebileceği bir süreç olarak örgütlenmek zorundadır.” (sf.106)
Reformizme karşı mücadele diye bir sorunun yazar bakımından bulunmaması bir yana; sorun bu kadarla da kalmıyor: Yeniden yazarı, “kopuş”un kendiliğinden olacağına ve bu gerçekleşene kadar, Marksistlerin bölücü ve sekter “olmamak için” “ittifaklar sorununu” eskisi gibi ele almamaları, yani reformistlerle bir arada bulunmaları gerektiğini vaaz ediyor. Yazara göre kitleler nasılsa günün birinde reformistlerin “tu kaka” olduklarını görecek ve “kopuşu gerçekleştireceklerdir.” “Reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla” bir şeyin değişmeyeceğini düşünen yazar koyu bir kendiliğindenciliği öneriyor. Kitlelerin sosyalist eğitimi ve aydınlatılması, işçi hareketine etkide bulunan burjuva ideolojisi ve onun bir türü olarak sosyal demokrasiye karşı mücadelenin her sorun vesilesiyle aralıksız sürdürülmesi olmaksızın, ideolojik mücadelenin ve kopuşun gerçekleştirilemeyeceğini yazar “es geçmek”tedir.
Yazar, sosyalizmin kazanacağına duyduğu kuşkuyu dile getirirken, Sovyet Devrimi’nin ve sonraki yıllarda halk demokrasisi ülkelerinde işçi sınıfının önemli devrimci atılımlar içine girerek reformizme ve Marksist yaftalı sosyal devrimci politikalara güçlü şamar attığını, Bolşevizm’in de böyle bir eylem içinde egemen olduğunu düşünmek istemiyor bile.

BİRKAÇ SÖZ DAHA
Adında özgürlük ve dayanışma kelimelerinin yer aldığı ve kendinin, piyasada “aşkın ve devrimin partisi” olarak tanınmasından özel bir zevk duyan ÖDP ve onun çizgisini savunan Yeniden yazarları, özgürlüğün, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri için ne anlama geldiği ve nasıl elde edileceği sorununu da yeterince açık bir biçimde ortaya koymuş değildirler. ÖDP yöneticileri ve Yeniden yazarları, kapitalizm koşullarında, işçi ve emekçiler için özgürlüğün gerçekte hiçbir zaman var olamayacağı gibi temel bir sorunu muğlâklaştırarak, proletarya ve emekçilerin burjuva diktatörlüğüne karşı mücadelesinin, zorunlu olarak kapitalizmin tasfiyesi mücadelesine genişlemesi gerektiğini göz ardı ederek, ezilenlerin saflarında kapitalizm yönünde iyimser beklentilerin doğmasına yol açan görüşler geliştirmektedirler. Demokrasi ve özgürlük sorununun üretim araçlarının kimin mülkiyetinde bulunduğu sorunundan bağımsız olmadığı; kapitalist özel mülkiyet koşullarında işçi sınıfı ve diğer tüm emekçiler için özgürlüğün göstermelik bir durum olduğu ve bu kesimlerin en “demokratik” ve “özgürlükçü” kapitalist ülkelerde bile burjuva diktatörlüğü altında tutulduğu; kapitalist sömürünün niteliği nedeniyle zaten “kölece” bir bağımlılık ilişkisi içinde bulundukları böylece bu partinin yöneticileri ve Yeniden yazarları tarafından göz ardı edilmektedir. Yeniden yazarlarının savunuculuğunu üstlendikleri ÖDP’nin program ve taktikleri, biri sosyalizm mücadelesi ve diğeri demokratik özgürlükler ve demokrasi mücadelesi bakımından olmak üzere, iki açıdan da tutarsız, muğlâk ve reformist karakterdedir. ÖDP, siyasal özgürlüklerin reformcu yöntemlerle elde edileceği düşüncesindedir ve siyasal özgürlükler için mücadeleyi devrim için mücadeleye bağlamayı önemsememektedir. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler için siyasal demokratik ve sendikal hak ve özgürlükler, burjuva diktatörlüğüne karşı tutarlı biçimde yürütülecek bir mücadeleyle elde edilebilirler ancak. İşçi ve emekçilerin demokratik yönetimine dayalı bir demokratik halk iktidarı da ancak böyle bir mücadele sonucu kurulabilir. Seçimler yoluyla ya da parlamenter ittifaklar yaparak bunu gerçekleştirmek bugünün Türkiye koşullarında olanaklı değildir. İşçi sınıfı (ve partisi) önderliğindeki bir proleter devrimi konusunda ise ÖDP büsbütün reformist ve liberal bir konumda bulunmaktadır.
ÖDP yöneticileri ve Yeniden dergisi yazarları, işçi sınıfının üretimdeki yerinden kaynaklanan devrimci sınıf özellikleri konusunda da kuşkular yaymakta ve sözde işçilerin saflarının “onun gibi sömürülen” başka kesimlerin katılmasıyla büyüdüğüne dikkat çekme adına; sosyalizmi kurmaya yetenekli tek sınıf olma niteliğinin, proletarya dışındaki diğer ezilen ve sömürülen kesimler açısından da “geçerli hale geldiğini ileri sürerek; bu yeni durumda yetersiz kaldığını belirtmekte, bu kavramın terk edilerek yerine “çalışanlar sınıfı” kavramının geçirilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sözde olgulara dayandırıldığı ileri sürülen bu iddianın gerçekle bağdaşmazlığı bir yana; bu bir kez daha Euro-komünistlerin izinde yüründüğünü de göstermektedir. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, kaşarlanmış Euro-komünistlerin yolunu izleyerek Marksist sınıf teorisini burjuvazi yararına revizyona tabi tutuyorlar. İşçi sınıfı devrimi ve kapitalizmin tasfiyesi sorunuyla doğrudan ilişkili olan bu devrim işçi sınıfının sosyalizm koşullarındaki görevleriyle de bağlıdır. Sorun bu nedenle bir kavram yerine “daha kapsayıcı” olduğu düşünülen bir başka kavramın kullanılması gibi, nispeten iyi niyetli bir girişim olarak görülemez. Bilindiği gibi, işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sisteminin tasfiyesi görevini sonuna dek götürebilecek tek sınıf olmasını sağlayan şey, onun üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan tek sınıf olmasıdır. Kapitalizm koşullarında bütün diğer sınıflar güç kaybederken, bu sınıfların saflarından yoksullaşarak gelenlerle birlikte safları sürekli büyüyen sınıf proletaryadır. O, dolaysız olarak artı-değer üretimi yoluyla sermayenin genişleyen yeniden üretimini gerçekleştirirken aynı zamanda kendi yoksulluğunu, mülkiyetsizliğini ve emek ürününe yabancılaşmasını da üretir. Kapitalizmin tekelci aşamasıyla birlikte, sanayi işçilerinin yanı sıra, inşaat, tekstil vb. işkollarında çalışan işçiler kitlesinin büyümesine yol açar, tarım proletaryasını geliştirir ve “hizmet sektörü”nde bir kısmı işçi olan geniş bir emekçiler kitlesinin oluşmasını sağlar. Böylece işçilerin safları giderek büyür ve genişler. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli kamu işlerini yapan geniş bir emekçiler kitlesi oluşur. Bu kesimlerin burjuvazi tarafından baskı altında tutulması ve sömürülmesi, onları artan bir biçimde proletaryanın yanına sürükler ve proletarya ile birlikte burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin koşullarını yaratır. Kamu emekçileri; öğretmenler, sağlıkçılar ve diğerleri, işçilerle birlikte üretim alanında çalışan teknik elemanlar vb. emek harcamalarına, baskı görmelerine ve biçimi değişmek üzere sömürülmelerine karşın, ne bunların yaşam tarzı ve üretim sürecindeki rolleri işçilerinkiyle aynıdır; ne de üretim araçları karşısındaki konumlan. İşçi sınıfının üretim sürecindeki toplumsal konumu ise, bütün ezilenlerin başına geçerek kapitalizmi tasfiye görevini yerine getirmesini olanaklı kılmaktadır. Çünkü sosyalizm üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin lağvedilmesini ve üretim araçlarının toplumsal kolektif mülkiyete dönüştürülmesini öngörür ve üretim sürecindeki yeri nedeniyle bunu yapabilecek tek sınıf proletaryadır. Proletarya bu yolla tüm sınıf ayrıcalıklarının ve sınıfların ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratırken, kendisiyle birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkların ortadan kalkmasının tarihsel ve toplumsal temellerini de oluşturur. Proletaryadan başka bunu gerçekleştirebilecek bir sınıf ya da kesim yoktur. Bu nedenle, proletaryanın sınıf özelliklerini “bütün çalışanları” eşitlemeye çalışanlar, proletaryanın kapitalizmi tasfiye ve sosyalizmi kurma tarihsel görevini geriye atarak bunu burjuvazi yararına reformlar düzeyine çekmiş olurlar. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, şimdi tamamen sosyal demokrat düzen savunucuları haline gelmiş Avrupa komünistleri gibi, “çalışan emekçilerin” sosyalizmi kurabileceğini söylerken tam da bunu yapmaktadırlar. ÖDP yöneticilerinin açıklama ve söylevlerinin tüm içeriği sistem içi reformlar sınırlarını aşmamaktadır.
Marksizm karşıtı revizyonist akımların hemen tümünün üzerinde birleştiği teoriyi “değiştirme” ya da “düzeltme” gerekçesi, teknolojik buluşların üretimde kullanılmasıyla üretimde sağlanan gelişmedir. II. Enternasyonal oportünizminin üretici güçler teorisi, böylece, yeni liberal bir modern kılıf içine gizlenmekte ve sosyalizme gidişin, üretici güçlerin gelişmesinin doğal sonucu olarak, kendiliğinden gerçekleşeceği vaazına dönüşmektedir. Üretici güçlerin düşük seviyede geliştiği ülkelerde devrim böylece bütünüyle rafa kaldırılır ve bu ülkelerin gericiliğinin şahsında emperyalist burjuvaziye garanti verilirken, sosyalizmin gerçekleştiği ülkelerde geri dönüşün de aynı nedenlere dayalı olduğu kaderci görüşü proletarya ve halklar arasında yaygınlaştırılmaktadır. Bu revizyonist teze inanılacak olunursa, proletarya, kapitalizmin en üst düzeyde gelişmesini beklemeli ve o ana kadar, devrimci girişkenlikten geri durarak, sendikal ekonomik taleplerin reformcu evrilmelerle elde edilmesiyle yetinmelidir. Bu tez bir başka biçimde Rus Narodniklerinin ve Menşeviklerinin, işçi sınıfının mücadelesini ve gücünü küçümseyen halkçı görüşleriyle birleşmektedir.
Bugün “reel sosyalizm uygulamaları” üzerine kılıç keskinliğiyle yargılar oluşturanlar, devrimin hangi koşullarda ve hangi tür zorluklar göğüslenerek, büyük oranda kapitalizmden devralınmış insan malzemesiyle ve bütün gelişmiş -uygar- ülkelerin hükümetlerinin açıktan ilan edilmiş düşmanca davranışları etkisiz kılınarak başarılıp geliştirildiğini hafife alıyorlar.
Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerinin işçi sınıfı partisi, emperyalist zincirin en zayıf halkasında devrimle yarılması ve proletarya diktatörlüğü vb. konularda ortaya koydukları görüşlerin Marksist-Leninist devrim teorisi ve tutarlı devrimci pratikle ortak herhangi bir yanı yoktur. ÖDP sosyalizm karşısında liberal reformist bir konumda bulunmakla kalmıyor, tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmekte de ayak sürüyor. Kendileri reformcu liberal bir platformda bulunanların reformizme karşı mücadele yürütmeleri ise zaten oldukça zordur.

Ekim 1997

Toplumsal koşullar, hareketin nesnel yasaları ve iradi etken

Sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede, işçi sınıfının devrimci partisi için temel sorunun, iktidarın proletarya tarafından alınması olduğu, devrimci politik çevrelerde genellikle “kabul edilir.” Bu, daha baştan, proletaryanın sınıf hareketi, proletarya partisi ve tüm toplumsal hareketin Marksist materyalist dünya görüşü temelinde ve diyalektik ilişki içinde ele alınmasını ve kavranmasını zorunlu kılar. Türkiye’de ise, 1980 öncesiyle kıyaslandığında sayıları önemli oranda azalmakla birlikte, siyasal grup kimliklerini bugün de sürdüren, ya da bazıları, ’80 sonrası koşullarda, yenilgi ve gerileme döneminin ideolojik-politik etkileriyle şekillenen çeşitli küçük burjuva devrimci örgüt -bunlara yenilgi koşullarının ve Gorbaçovculuğun etkisiyle iyice sağa savrulan burjuva liberal ve reformist (ÖDP gibi) kimi parti ve gruplar da eklenebilir-, hareketin nesnel yasalarının işleyişi ile devrimin öznel (sübjektif) etkenleri ve unsurları arasındaki bağı oportünist bir yoruma tabi tutmaktadırlar.
Bunlardan bazıları, devrimin çeşitli temel sorunlarını uluslararası ve iç gelişme ve koşullardan büsbütün kopararak, 20–25 yıl önce yanlışlığı, Türkiye’de de Marksist hareket tarafından ortaya konmuş ve esasen tarihsel hareket tarafından da mahkûm edilmiş bir anlayışı yeniden gündeme getirmektedirler. Bu çevreler, sınıfın ve sınıf hareketinin tarihsel gelişme sürecine ve mücadele deney ve geleneklerine gözlerini kapamakta; sınıf güç ilişkilerini ve proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyini gözetmeyen bir tarzda “denge” tespitleri yapmaktadırlar. (Son on yılını “zafer”, ya da “ulusal kurtuluşun final yılı” ilan eden PKK; Türkiye’de, “Kürt ulusal devriminin bir ‘denge’ durumu yarattığı” yönündeki tespitleriyle Atılım gazetesi çevresi ve onlardan bir adım “daha ileri” giderek, ülkede “bir devrimci durum yaşandığı” tespitleriyle Devrimci Emek dergisi çevresi, örnek gösterilebilir.)
Küçük burjuva solculuğu (aralarındaki nüans farklılıklarına karşın, ülkemizde sınıf mücadelesini ve derimin yasalarını idealistçe ele alan nispeten geniş küçük burjuva çevreler çeşitli adlar altında politik olarak gruplaşmıştır) bundan, politik olarak örgütlenmiş aktif bir azınlığın, tüm toplumu devrim yönünde “uyarması” ve “harekete geçirmesi” için “koşulların uygun olduğu” sonucunu çıkarmakta ve proletarya ve emekçilerin politik eğitimi ve kendi deneyi üzerinden örgütlenmesi ihtiyacını bir-yana bırakarak, uyduruk denge teorileriyle, bir yanı burjuva uzlaşmacılığına, diğer yanı maceracılığa uzanan eklektik bir çizgiyi, “devrimci çizgi” adına yığınlara sunmaya çalışmaktadır.
Bu çevreler, Leninist emperyalizm teorisinin revizyonu üzerinden Leninist devrim teorisini de bulanıklaştırmış ve yozlaştırmış bulunuyorlar, ileri sürdüklerine göre, emperyalizmin genel bunalımı (bunu “üçüncü bunalım dönemi” ve “kapitalizmin uzun kriz dalgaları dönemi” olarak izah edenler çıktı; dördüncü, beşinci bunalım dönemleri diye ayıranların çıkması da şaşırtıcı olmaz), ayrıca tek tek ülkelerde bir kriz ve devrim durumunu gereksiz kılacak biçimde devrim için koşulları olgunlaştırmıştır ve devrim yapmak için gerekli olan birinci şey, politik olarak örgütlenmiş “öncü güç”ün aktif eylemini örgütlemek, inanmış ve atak öncüyü harekete geçirmektir.
Siyasal-toplumsal devrimi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin sorunlarını ve sınıf ilişkilerini ele alırken, küçük burjuva devrimci örgütlerin hemen tamamının idealist bakış açısına sarıldıkları görülmektedir. Bunun başta gelen nedeni, bu grup ve partilerin, toplumsal sistemlerden birinden ötekine geçişi, nesnel değişim ve gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu; eski üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelmesinin zorunlu hale getirdiği değişim ihtiyacının, üretimin toplumsal karakterine uygun olarak yeni toplumun güçleri tarafından gerçekleştirilmesi olarak değil, ama inanmış kişilerin (ya da onların oluşturdukları örgütün) enerjik ve kahramanca eyleminin ürünü olarak görmeleridir. Bunlara göre işçi sınıfının (ve onunla birlikte tüm ezilenlerin) sömürüden kurtulmak için yürütmek zorunda oldukları mücadele, onun adına, “Marksizm’i benimsemiş”, devrime inanmış, azimli, çalışkan ve kararlı, zorluklardan yılmayan bir azınlığın oluşturduğu “devrimci öncü” tarafından yürütülebileceği gibi, zafere de ulaştırılabilir.
Böylece, işçi sınıfı ve emekçiler ile sömürücü egemen sınıflar arasındaki mücadele ve bu mücadelenin seyri, bu gruplar tarafından koşullardan ve sınıflar-arası ilişkilerden koparılıp, bu örgüt, kişi ve gruplarla, sermaye ve gericiliğin güçleri arasında gerçekleşen bir çatışma düzeyine indirgenmiş oluyor. Kuşkusuz bu grup ve çevrelerin hiçbiri, açık biçimde sınıf mücadelesini reddetmiyor, ya da onu, kendileriyle diktatörlük güçleri arasındaki mücadeleye -buna kimi durumlarda düello da denebilir- indirgediklerini açıkça söylemiyorlar. Zaten sorun bu denli yalın olarak ortaya konsaydı, devrim isteyen genç kuşakların bir bölümünün bu gruplar tarafından aldatılması bu denli kolay gerçekleşemez ve bu grupların çoğunun varlığı tehlikeye düşerdi. Ama bu grup ve çevreler, daha dolaylı yollara başvurarak, “militan mücadeleci” bir demagoji yürütmekte, ancak ekonomik-sosyal ve siyasal tahlilleriyle, siyasal durum tespitine bağlı siyasal taktik önermeleriyle, dayatmaya çalıştıkları mücadele biçim ve yöntemleriyle, hareketin ve işçi sınıfı ve emekçilerin önüne yeni engeller çıkarmaktadırlar. Sağ ve sol oportünizm olarak emekçi hareketine sokulmak istenen bu etki, işçi sınıfı ve emekçilerin özellikle genç kuşaklarının mücadelesi bakımından hareketi zayıflatıcı bir rol oynamakta, işçi sınıfının ileri kitlesinin ve genç kuşakların devrimci Marksist dünya görüşüyle donanması çabasına zarar vermektedir.
Bugün hareketin karşı karşıya bulunduğu sorunların kavranması ve engellerin aşılması bakımından, işçi ve halk hareketinin nesnel-tarihsel durumu, mücadele geleneği ve deneyimi, örgütlenme ve bilinç düzeyi vb. ile politik parti (ya da örgüt) çalışmasının bağının doğru biçimde kurulması önem taşımaktadır. Anti-Marksist küçük burjuva sağ ve “sol” anlayışlara karşı mücadele bu durumda daha da önem kazanmaktadır.

YAŞAMIN VE SINIF MÜCADELESİNİN İDEALİST YORUMU
İdealizmi, maddenin temel bir gerçeklik olarak varlığı ve rolünün yadsınması ve bilincin birincil unsur durumuna çıkarılması, varlığı “mutlak akıl”ın yaratısı sayma ya da devleti her şeyin üzerindeki “kutsal ve dokunulamaz yetke” konumuna çıkarmayla sınırlı görmek yanıltıcıdır. Toplumsal alanda idealizm, kaderci ideolojik bir motif olarak tüm emekçileri kuşatmakla kalmamış, toplumun devrimci dönüşümü ya da değiştirilmesi fikriyle ve sömürüye karşı mücadele eden ilerici ve devrimci düşünür ve grupların, toplumsal koşullardan ve toplumun gelişme düzeyinden kopuk ‘ütopik’ amaçlar için uğraşlarında da etkili olmuştur.
Ama bütün bunlar esas olarak geçmişte kaldı. Marksist diyalektik materyalizm, günümüzden 150 yıl öncesinden başlayarak, “yeniyi kurma” mücadelesi yürüten proletaryanın elinde, onu devrimci tarzda kullandığı ölçüde, burjuvazi ve kapitalizme karşı gerçek bir silaha dönüşen bilimsel bir yol göstericidir. Ne var ki, tarihi sınıf mücadelesinin tarihi saymalarına, proletaryayı, kendini ve kendi kurtuluşu aracılığıyla tüm toplumu kurtaracak tek devrimci sınıf olarak ilan etmelerine ve “işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birliği olarak parti”den söz etmelerine karşın; birey, örgüt, sınıf ve toplum ilişkilerinde bireyin rolünü abartan, parti ya da “öncü örgüt”ün çalışması ve siyasal mücadeledeki rolünü, toplumsal hareketi ve gelişmenin yönünü belirleyen tek ya da esas etken sayanlar eksik olmadı. Üzerinden onca yıl geçmesine karşın, bu görüşün çeşitli türevleri bugün de hâlâ savunulabiliyor. (25 yıl önce M. Çayan ve İ. Kaypakkaya, Türkiye’nin toplumsal sorunlarını bu yöntemle irdelemeye çalıştılar. Günümüzde onların düşüncelerini esas olarak oportünizm yönünde “geliştirmiş” bulunan çeşitli gruplar –DHKPC, MLKP vb.- ise, bi işi ifrata vardırmış bulunuyorlar.)
Marksist devrim teorisini, “Marx’ın determinizmi”yle açıklayan, küçük burjuva idealistleri, Marx’ın, ekonomik gelişmenin, kapitalizmin ürünü proletaryanın, sömürüye ve burjuva sınıf egemenliğine karşı mücadelesi olmaksızın, kendiliğinden devrime yol açacağını düşündüğünü ileri sürmektedirler. Varsayıma dayalı bu düşünce iki yönlü olarak geliştirilirken, ya politik çalışmanın önemi yadsınarak, ekonomik hareket, her şeyi ve bütün gelişmeyi belirleyen tek etken sayılmakta, ya da iradenin “belirleyici rolü” üzerine idealist zorlamalarla, sınıfın sınıfa karşı mücadelesi, bireylerin, “öncü”nün, partinin eylemi düzeyine çekilmektedir. Küçük burjuva idealist yazar ve çevreler bu mantık yürütme yöntemini, bilinçli politik eylem ile nesnel toplumsal hareket arasındaki diyalektik ilişkiyi, iki ayrı yanın matematik toplamı olarak ele almaya kadar vardırırlarken, Marx’ı, açık ya da örtülü “determinizm” ile suçlamakta, proletarya partisinin, sınıfın politik eğitimi, aydınlatılması ve örgütlenmesi görevine Lenin tarafından yapılan vurguyu da oportünist bir tarzda yorumlayarak, onu, toplumsal hareketin diyalektiğini göz ardı eden bir idealist-iradeci durumuna düşürmeye çalışmaktadırlar.
Ekonomist-indirgemeci bu tür bir anlayışın, diyalektik tarihsel materyalizm ve proletaryanın sınıf konumu, devrimdeki rolü, eyleminin niteliği ve devrimci sınıf sorumluluğunun, Marksist yorumuyla ortak bir yanı yoktur. Marx’a ve onun gerçek izleyicilerine, sosyo-ekonomik gelişmenin, proletaryanın eylemi olmaksızın ve kendiliğinden bir devrime yol açacağı görüşünü mal eden oportünizm ve küçük burjuva solculuğu, Marksist teoriyi kaderci bir düzeye indirgemekte, ona anti-Marksist özellikler atfetmekte, sınıf ile birey; öncü örgüt ile sınıf arasındaki bağı da idealist bir biçimde tersten kurmaktadır.
İndirgemeci ve idealist “öncü” anlayışına göre, sınıfların eylemiyle küçük grup eylemlerinin toplamını özdeşleştirmekte herhangi bir sakınca yoktur. Aristocu mantık yürütme yöntemiyle varılan bu düşünceye göre, bireyler sınıfları oluştururlar ve tek tek ya da gruplar halinde bireylerin eyleminin matematiksel toplamı sınıfın eylemine denk düşer. Bu varsayımsal düşünce gerçeğe aykırıdır, çünkü sınıflar bireylerden oluşmasına karşın, kapsamı, niteliği ve nicelik durumu bakımından, sınıfların rolü, birey ve grup eylemleri toplamından farklılıklar gösterir. Proletaryanın tarihsel devrimci eylemi de, tek tek işçilerin ve onların eylemlerinin toplamı olarak ortaya çıkmaz; aksine, kapitalist üretim sektörlerinde, fabrika ve işyeri disiplini içinde, kapitalistler ve burjuvazinin sınıf diktatörlüğü ile çatışma ortamında, ekonomik ve özellikle politik mücadele deneyimi edinerek gelişen sınıfsal etkinlik, proletaryayı devrimci iktidar mücadelesine yetenekli duruma getirir.

TOPLUMSAL HAREKET VE TOPLUMSAL DEVRİM
Gerek Marx ve Engels, gerekse Lenin ve Stalin, toplumsal sistemleri irdelerlerken, birinden ötekine, geri ve çürüyenden ileri ve gelişmekte olana geçişi toplumsal yasaların işleyişi ve üretim ilişkileri-üretici güçler ilişkisi kapsamında ele almışlar, proletarya devrimi ve sosyalizmin kurulması zorunluluğu ve kaçınılmazlığını da kapitalizmin çelişkileri, krizi ve yıkıma gidişiyle ilişkilendirmişlerdir. Bununla da yetinmemişler; bir devrimin gerçekleşebilmesi için, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü yıkacak ve yeni sınıfın devrimci devletini kurarak toplumu kurtuluşa götürecek tek sınıf olan proletaryanın devrimci eyleminin zorunluluğuna dikkat çekmişler, yaşamlarını da bu eylemin örgütlenmesine hasretmişlerdir. Marx’ın genel olarak altyapı-üstyapı ilişkisini ele aldığını ve herhangi bir toplumsal sistemden bir diğerine geçişte, temel etkenin, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki olduğunu belirttiğini biliyoruz. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde Marx tarafından özetlenen bu düşünce, -özellikle burada ele alınan sorunun özü bakımından-, her zaman dikkate alınması gereken temel bir hareket noktasıdır. Marx’ın tarihsel önemdeki vargısı şudur: “Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır… Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelemesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. … İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”
Marx’ın bu düşüncelerini salt altyapı-üstyapı ilişkileri bakımından değerlendirmek doğru değildir. Marx, burada, bununla birlikte, insanların üretim süreci içinde kurdukları ilişkilerle, bu ilişkilerin oluşturduğu koşullar bütünüyle, insanın eylemi (bizim açımızdan proletaryanın eylemi) arasındaki bağa dikkat çekmekte; üretimin toplumsal karakteri ile, mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri parçalayan değiştirici devrimci eylemin maddi zeminini yarattığını ve siyasal-toplumsal devrimin bu zemin üzerinde gerçekleştiğini belirtmekte; buna dikkat çekmektedir. Daha da önemlisi, Marx, yalnızca teorik görüşleriyle değil, siyasal eylemiyle de indirgemeci oportünizmi mahkûm etmiş, burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve proletaryanın politik iktidarının kurulması zorunluluğunun altını çizerek, Engels ile birlikte proletaryanın uluslararası örgütlenmesi için çaba göstermiş, Birinci Enternasyonalin kuruluşu da onların önderliğinde gerçekleşmiştir.

İŞÇİ SINIFI: DEVRİMİN ÖNCÜ GÜCÜ
Kapitalizm, proletaryayı yaratırken, ya da küçük üreticiyi topraktan ve üretim araçlarından koparıp yaşamını, ancak işgücünü kapitaliste belli bir ücret karşılığında satarak sürdürebilir duruma getirirken, işçi hareketinin ayrı (ve karşıt) bir hareket olarak gelişmesinin koşullarını da yaratmış olur. Kapitalizmde bütün diğer sınıflar erime sürecine girer, çürür ve zayıflarken, kaçınılmaz biçimde safları büyüyenin esas olarak yalnızca proletarya olması, başka şeylerin yanı sıra, işçi sınıfının yok olduğu, zayıfladığı ya da mülk sahibi haline gelerek burjuvaziye eklemlendiği yönündeki revizyonist burjuva görüşleri de geçersiz kılmaktadır. Proleterleşme ve proletaryanın saflarının, özel mülk sahibi sınıfların, özellikle de küçük üreticilerin kapitalist rekabet -20. yüzyıldan itibaren tekelci baskı ve rekabet- vb. nedenlerle mülksüzleşmesiyle büyümesi tarihsel bir olgudur ve kaçınılmazdır. Çünkü sermayenin genişleyen yeniden üretim faaliyeti başka türlü gerçekleşemez ve kapitalizm başka türlü varlığını sürdüremez.
İşçi sınıfı daha ortaya çıkar çıkmaz, kapitalistlerle çelişkiye düşer. İşgücü sömürüsü; işçinin yarattığı artı değere kapitalist tarafından karşılıksız el konması, işçi ile kapitalisti karşı karşıya getirir. Ancak bu çelişki hemen ve ilk günden tüm toplumsal süreci belirleyen bir kapsama genişleyemez. Kapitalizmin, bir toplumsal sistem olarak ömrünü tamamlamasının nedeni, kapitalist üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesinin engeli hâline gelmiş olmasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde, işçi kendini, kendisi için üretim yapan ve ürettiğinin sahibi olan bir unsur olarak görmez. İşçi, ancak üretim süreci dışında kalan boş zamanlarında kendine aittir. Üretimin toplumsal karakteri, mülk edinmenin özel kapitalist biçimiyle çelişki içindedir. Mülk edinmenin özel kapitalist biçimi ve kapitalist üretim ilişkileri, emek-sermaye çelişkisini ve onun sınıfsal planda ifadesi olan proletarya-burjuvazi çelişkisini geliştirerek toplumsal bir devrim (proleter devrim) zorunluluğunu doğurur. Bu çelişki, ancak, üretimin toplumsal karakterine ve üretici güçlerin gelişmesine uygun düşen üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin temeli haline gelmesiyle aşılabilir; bu da üretim araçlarının kolektif-toplumsal mülkiyetinin gerçekleşmesiyle mümkündür. Sosyalizmin kurulabilmesi için zorunlu maddi koşullar; üretimin toplumsal karakteri ve kapitalist tekel tarafından oluşturulmuş bulunmaktadır. Tekeller ve emperyalizm, sosyalizmin arifesi olarak, proletarya devriminin maddi koşullarını olgunlaştırmıştır.
Üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey, proletaryanın, partisinin önderliğinde, üzerinde yeni toplumu inşa edeceği maddi koşulları bugün daha da ileri boyutlarda olgunlaştırmıştır. Kapitalizmin kendini yenilemesi, aynı amaçlı yeni buluşların üretime sokulması meta ve sermaye ihracının bütün dünya ülkelerini bir tek ekonomik zincirin halkaları haline getirmesi vb. gelişmeler, proletaryanın eyleminin uluslararası zeminini oluşturan ve onun eylemini dünya çapında etkili kılan gelişmelerdir.
Proletaryanın toplumsal ilerleme ve devrim için tarihsel önemdeki rolü, öncelikle onun üretim içindeki konumundan, üretim araçları mülkiyetine sahip olamamasından kaynaklanır. Proletarya, kapitalist gelişmenin dolaysız ürünü ve ana unsurlarından biri olarak, bizzat bu üretim tarafından birleştirilir, disipline edilir ve mücadeleye sürüklenir. Bu iki özellik onu kaçınılmaz biçimde tüm ezilen sınıfların mücadelesinin öncü gücü haline getirmekte, devrime önderlik göreviyle yükümlü kılmaktadır. Benzer ya da aynı yaşam koşulları ve karşı karşıya bulundukları sorunların ortaklığı, işçilerin birlikte hareketinin ve dayanışmasının maddi zeminini güçlendirmektedir.
Proletarya, burjuvaziye karşı mücadelesinde, günlük ekonomik mücadele sınırları içinde kaldığı sürece, iktidarı alamaz ve sınıf olarak kurtuluşunu gerçekleştiremez. O, burjuvaziden bağımsız olarak örgütlenmeli ve sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini iktidarın alınması hedefiyle birleştirmek için, sınıfın çoğunluğunun -Lenin’in deyişiyle hiç değilse aklı eren ve politik bakımdan gelişmiş çoğunluğu- desteğini alacak biçimde işçi sınıfı içinde örgütlenmiş bir partinin önderliğine sahip olmalıdır. İşçi sınıfının doğrudan kapitalist üretim sürecinde ve üretim birimlerinde yatan devindirici-değiştirici ve yeniden kurucu gücünü, tarihten gelme deneyiyle burjuvazi, işçilerden çok daha iyi ve onlardan önce bilmektedir. Burjuvazi, işçilerin gücünün, kapitalizm için oluşturduğu tehdidi zayıflatmak ve sınırlamak için, egemen sistemin tüm ilişki biçimlerinden ve burjuva devlet örgütlenmesinden yararlanmakta; kapitalist işbölümünün işçiler arasında yarattığı parçalanmayı ve işsizliğin yol açtığı rekabeti kullanmaktadır.
Bunun içindir ki, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi, yaşamın her alanını kapsamak zorundadır ve onun başlıca temel biçimleri -ekonomik, politik ve ideolojik (teorik-felsefi)- birbirine bağlı olarak ele alınmalıdır. Bu temel mücadele biçimlerinden herhangi birinin ihmali ya da küçümsenmesi, kaçınılmaz biçimde proletaryanın sınıf mücadelesine darbe vurmakta, onu zaafa uğratmakta, eksik ve yarım kalmasına yol açmaktadır. Proletaryanın sınıf mücadelesinin en üst biçimi olarak siyasal mücadele, dolaysız olarak, üretim sürecinin maddi zeminini oluşturduğu günlük sınıf çatışması içinde; sınıfların ilişki alanında gerçekleşir ve tüm toplumsal sınıfların burjuva devleti ile ilişkilerinin ortaya çıkardığı sorunların çözümü çabasıyla çeşitlenir.

TOPLUMSAL GELİŞME, İŞÇİ HAREKETİ VE PARTİNİN ROLÜ
Gelişmiş ya da gelişmekte olan herhangi bir kapitalist ülke için olduğu kadar, Türkiye’de de, bugünkü temel sorun işçi sınıfı kitlelerinin (ve ezilen emekçi yığınlarının -kır ve şehir yoksullarının-) devrim için örgütlenmesidir.
Kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte, tek tek ülkelerin ekonomisinin genel emperyalist ekonomik zincirin bir halkası haline gelmesi, kapitalizmin çelişkilerinin çeşitlenmesine ve ona niteliksel özellikler kazandıran sıçramalı (ve dengesiz) gelişmenin yol açtığı yeni çelişkilerle zenginleşmesine; devrimin olanaklarının genel olarak olgunlaşmasına ve bunun, zincirin, en zayıf halkasında parçalanmasını olanaklı hale getirmesin’.’ yol açmıştır. Çünkü, “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başlamış olduğu ve dünyadaki toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay, sf.111)
Emperyalizm, kapitalizmin en gelişmiş evresi olarak yüz yıla yakın bir süredir proletarya ve ezilen halkların açlık, yoksulluk, işsizlik, savaşlar vb. sorunlarla bir arada yaşamalarına neden olmakta, eğitim, sağlık ve barınma alanındaki sorunlarla boğuşarak mutsuz bir yaşam sürdürmelerine; çocukların ve kadınların, kapitalist meta üretimi ve dolaşımı sürecinde insanlık dışı uygulamaya tabi tutulmalarına yol açmaktadır. Emperyalist uygarlık, insan köleliğini, inşanın sınırlanmasını ve yetmez duruma düşürülmesini kaçınılmaz sayan uygarlıktır. Büyük emperyalist ülkelerin geri ülkelerle bağları, hegemonya ve kaynaklarını ele geçirme temelinde biçimlenmiştir.
Emperyalist sermaye ihracı, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. “Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimini taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğu unutulmamalı.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay, sf.78)
İhraç olan sermaye böylece, bağımlı ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırabilmekte, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde hafif ya da ağır sanayi yatırımlarına girişebilmekte ve toplumsal ilişkilerin etkenlerinden biri olarak rol oynamaktadır. Ancak bu, ilişkinin bir yanıdır ve diğer yandan emperyalist sermaye, ihraç olduğu ülkenin ekonomisini tahakküm altına almakta, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklan üzerinde tekelci hâkimiyet kurmakta ve o ülkelerin ekonomisinin sanayi temelinde gelişmesine set çekerek tekelci vurgunu ve kaynakların transferini gerçekleştirmektedir.
Türkiye, kapitalizmin bağımlı özelliği ve gecikerek gelişmesi, işçi hareketinin kırla bağlarının nispeten güçlü oluşu, geniş küçük üretimin varlığı, çok uluslu yapısı ve Kürt sorununun yüzyıllık bir süreç geride bırakılmış olmasına karşın hâlâ temel önemdeki bir sorun olarak durması, proletarya ve emekçilerin güçlü bir demokrasi mücadelesi geleneğine sahip olamayışı vb. özellikleri nedeniyle kimi özgünlükler göstermekte ve bu durum, işçi sınıfının mücadelesi ve parti çalışması üzerinde etkili olmaktadır. Türkiye’de sınıf mücadelesinden söz edildiğinde bugün akla ilk gelen ve gelmesi gereken proletarya ve burjuvazi (esas olarak işbirlikçi tekelci burjuvazi) arasındaki mücadeledir. Bunun kapitalizmin gelişme seyri ve düzeyine bağlı olarak şekillenmesi doğaldır. İşçilerle birlikte, toplumun ezilen diğer kesimlerinin, emperyalizm, işbirlikçi büyük burjuvazi ve faşizmin sömürü ve baskısı altında olması, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin sınıf temeli ve sosyal dayanaklarını güçlendiren bir diğer olgudur. İşçi sınıfının, henüz çok zayıf bir durumda bulunduğu 1920’li yıllarda bile, genel olarak Avrupa işçi hareketinin ve özel olarak Sovyet Devrimi’nin etkisiyle Türkiye’de işçilerin ilk toplandıkları merkezlerde ve liman kentlerinde, başlıca tütün, liman ve ray işçilerinin çeşitli direnişleri görülmüş; işçilerin burjuvaziden bağımsız örgütlenmesi yönünde ilk adımlar bu yıllarda atılmıştır. Henüz kapitalizmin ancak çok cılız biçimde geliştiği ya da yabancı kapitalizmin mallarının pazarlamasına aracılık yapan liman burjuvazisi (tefeci tüccarlar ve giderek komprador), aracılıktan aldığı pay üzerinden kendi hesabına yeni kapitalist işletmeler kurduğu bu yıllarda, buna bağlı olarak zayıf bir işçi kitlesi de oluşmuştur. 1927 sayımlarına göre 13 milyon civarındaki nüfusun 257.000’i “sanayi alanında” ve ülkenin çeşitli bölgelerinde küçük işletmeler halinde dağınık olarak çalışmaktadır. 1930’lu yıllarda devletçilik uygulamasına geçilirken, hedeflenen tüketim maddeleri ve ara malları üretimi yoluyla “sanayinin altyapısını oluşturmak”tır. Bu uygulama sonucu Sümerbank ve Etibank işletmeleri, çimento sanayisi, demir çelik, bakır ve demir işleme tesisleri, tuğla ve kiremit fabrikası, tekel, şeker fabrikaları, telefon ve telgraf işletmesi vb. gibi işletmeler işçilerin esas olarak yoğunlaştığı yerler olmuşlardır.
Türkiye kapitalizmi 1950’li yıllarda yabancı sermaye girişinin hızlanmasıyla, bağımlı bir kapitalizm olarak daha hızlı bir gelişme sürecine girdi. 1960 sonrası yıllarda kapitalist gelişme hızı arttı. Özel sektör işletmeleri sayı, çalıştırdıkları işçi ve üretim kolları bakımından çeşitlenip gelişirken, “kalkınma planı” uygulamalarıyla devlet yatırımlarında da artış görüldü. İstanbul, İzmir gibi başlıca liman kentlerinin yanı sıra, Bursa, Adana, Zonguldak ve Antep, işçilerin biriktiği kentler oldular. Giderek artan oranda küçük üreticinin topraktan kopması ve proleterlerin safına, çalışan ya da işsiz olarak katılması, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf kavgasının büyümesine; binler yerine yüz binler ve milyonlarla ifade edilen sayıdaki işçinin sendikalarda toplanarak, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, grev ve sendika hakkının genelleştirilmesi vb. taleplerle işbirlikçi gericiliğin karşısına dikildiği yıllar oldu. (Burada işçi hareketinin tarihini yazmıyor olmakla birlikte, bu gelişmenin bugün işçi ve emekçi hareketinin önündeki sorunların devrimci tarzda aşılması için gereken sınıf temelini sağladığını belirtmek bakımından bu bilgiyi yararlı görüyoruz.)
Bugün kapitalist gelişme ülkenin hemen bütün önemli kentlerini içine almıştır ve genel olarak ülkede, özel olarak kent nüfusunun günlük yaşamı üzerinde işçiler kesin bir etkide bulunmaktadırlar. Yeni işçi merkezleri oluşmuştur ve işçiler, toplumsal düzeyde görülen çürümeye karşın, sınıf kardeşliğini gösteren örnekler sergileyerek, çoğu işyeri ve fabrikada, şu ya da bu zamanda grev, direniş, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, miting ve yürüyüş yapma gibi eylemlerle, burjuvaziye karşı hak mücadelesi vermektedirler. Yeni işçi merkezleri arasında Denizli, Batman, Malatya, Çorum, Konya, Maraş gibi iller ve yakın gelecekte çok önemli bir tarımsal ve sanayi işçi alanı olacak GAP bölgesi sayılabilir.
İşçilerin, bu gelişme sonucu, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin başındaki yürüyüşlerini daha güçlü olarak sürdürecekleri kuşkusuzdur. İşçi sınıfının, halk kitlelerini de ezen sermaye sistemine, emperyalist gericiliğe ve burjuvazinin sınıf diktatörlüğüne karşı mücadelenin başında yürümesinin nesnel koşulları bugün çok daha fazla olgunlaşmıştır. İşbirlikçi gericiliğin yeni vahşi saldırı ve sömürü yöntemleri, açlık, yoksulluk ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılan kitleler içinde öfkeli başkaldırıları engelleyemez. Ancak işçi sınıfı, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin başarısını, kapitalist gelişmeyle artan sayısına ve kendiliğinden birleşik eyleminin gücüne bağlamakla yetinemez. İşçi sınıfı, zafer için, sınıf mücadelesi tarihinin derslerini özümleme-li, bilimsel sosyalist teoriyle silahlanmak, ve mücadelenin önüne çeşitli engeller çıkaran küçük burjuva parti ve örgütlerin ideo-lojik-politik etkisine karşı kararlı bir mücadele yürütmelidir. İşçi sınıfı (ve onun ileri kesimleri), uluslararası ve ulusal alanda süren mücadelenin başarı ve başarısızlıklarından doğru sonuçlar çıkarmalı, tecrübe ve deneylerden yararlanmalı, toplumsal devrimin yasalarının bilgisini edinmelidir.
Her şeyden önce burjuvazi, sınıf egemenliğini, burjuva devlet aygıtına dayanarak sürdürmekte ve onun kurumlarıyla işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Burjuvazinin, üretim araçları mülkiyetini elinde tutarak, işçileri sömürme ve onlara verdiklerini geri alma imkanına sahip olması, ekonomik mücadele sınırları içinde onun temelli bir yenilgiye uğratılmasını olanaksız kıldığı gibi; burjuvaziye karşı politik mücadeleyi de zorunlu kılmaktadır. Ekonomik ve toplumsal kurtuluşu için Türkiye işçi sınıfı, öncelikle politik bir devrimle, burjuvazinin sınıf diktatörlüğüne son vermelidir.
Devrimci mücadelenin temel sorunu siyasal iktidarın proletarya (ve müttefikleri) tarafından alınması ve proletaryanın devrimci iktidarı yoluyla sosyalizmin inşasıdır. Marksizm-Leninizm’in sınıf mücadelesine ilişkin öğretilerinin özümlenmesi, yaygınlaştırılması, geliştirilmesi ve sınıfa mal edilerek, toplumsal sürecin değişiminde etkili bir araca dönüştürülmesi gerekli ve zorunludur. İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünün bilincine ulaşmasında partinin politik faaliyeti büyük bir rol oynar. İşçiler, kapitalistler ve burjuva devlet gücü ile ilişkilerinde mücadelenin zorunluluğunu duyumsar ve kavrarlar, ancak siyasal iktidarın alınması gerekliliğini tek başına bu hareket içinde algılama olanakları yok ya da son derece sınırlıdır. Çünkü kendiliğinden ekonomik hareket, ideolojik bakımdan ancak burjuva bir karakter gösterir ve düzen sınırları içinde, iş, ücret çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı olarak kalır. Devrim ise, genel olarak “var olan egemen erkin devrilmesi ve var olan toplumsal ilişkilerin çözülmesidir.
Proletarya, bu nitelikteki eyleme, ancak partisinin öncülüğünde hazırlanabil;, ve girişebilir. Marksizm, proletaryanın birleşik faaliyetini yönetebilecek, proletaryaya ve onun aracılığıyla bütün emekçi yığınlara siyasal liderlik yapacak, işçi ve emekçilerin öncüsünü birleştirmeye, eğitmeye ve örgütlemeye yalnızca komünist partisinin yetenekli olduğunu öğretmektedir. Bunun için her şeyden önce, “proleterleri iktidar için mücadeleye yöneltecek kadar cesur, devrimci bir durumun çapraşık koşulları içinde yolunu şaşırmayacak kadar deneyim sahibi ve hedefe giden yolda hiçbir çeşit kayaya çarpmadan yol alabilecek esnek, mücadeleci bir parti”nin (Stalin), inşa edilmesi ve bu partinin sınıf içindeki çalışmasının yardımıyla devrim için ayağa kalkmış ve emekçilerin desteğini yanına almış proletaryanın politik eylemine ihtiyaç vardır. (Burada devrimin gerçekleşmesi için, nesnel ve öznel tüm gerekli koşulları ve tüm toplumsal sınıfları etkileyen ve yönetenlerle yönetilenler bakımından işlerin eskisi gibi yürütülmesini olanaksızlaştıran ulusal ölçekteki kriz vb. etkenler üzerinde durmuyoruz. Sorunu belli sınırlar içinde ve partiye ilişkin yanı ile ele alıyoruz.) Parti, burjuvazinin engelleme ve bastırmalarına karşın, toplumsal hareketin sınıflar arasındaki ilişkileri altüst ederek geliştiğini ve farklı çıkarlara sahip sınıflar arasındaki çelişkileri derinleştirdiğini göz önünde tutarak, hareketin devrimci gelişimi için, bilinçli müdahale görevini en etkin biçimde yerine getirmek zorundadır.
Marx ve Engels, “Biz sınıfların ortadan kalkmasını istiyoruz; bunu elde etmenin yolu nedir?” diye sorarak, cevabını şöyle veriyorlardı. “Tek yol proletaryanın politik hakimiyetidir.,. Devrim en yüksek bir politik harekettir ve devrim isteyenler, onu elde etmenin yolunu da istemelidirler. Bu yol, devrim için yolu hazırlayan ve işçilere devrimci eğitim veren politik eylemdir. Bu eğitim olmaksızın işçiler ertesi sabahı Favres’lerin ve Pyat’ların aletleri haline gelmeye mahkûmdurlar. Öte yandan, bizim politikamız, işçi sınıfı politikası olmak zorundadır. İşçi partisi, asla herhangi bir burjuva partinin kuyruğuna takılmamalıdır. Bu parti bağımsız olmalı, kendi amacına ve kendi politikasına sahip olmalıdır.” (Birinci Enternasyonalde Örgütlenme Sorunları)
Lenin, Marx ve Engels’in teorisini yeni koşullarda geliştirirken, bu sorunu çeşitli yanlarıyla irdeledi ve ekonomi ile politika, kendiliğinden eylem ile siyasal eylem ve parti örgütlenmesi arasındaki bağı ortaya koydu. Lenin, “Bizim başlıca ve temel görevimiz, işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişimini kolaylaştırmaktır. Bu görevi arka plana itenler, mücadelenin her türlü özel metotlarını ve diğer bütün görevlerini buna tabi kılmayı reddedenler, yanlış bir yol izlemekte ve harekete ciddi zararlar vermektedirler” diyordu.
İşçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik eğitimi, işçilerin kapitalistlere karşı günlük ekonomik-demokratik mücadelesinin içinde yer almaksızın; bütün toplamsal sınıfların devletle ilişkileri konusunda sınıfın aydınlatılmasını ve bununla bağlı olarak devrimci müdahalesini gerçekleştirmeden, sağlanamaz.
Stalin, Leninizm’in Sorunları adlı eserinde, Lenin’in şu sözlerini aktararak, parti, sınıf ve sınıfın devrimci mücadelesinin bağına dikkat çekiyordu. “Biz bir sınıf partisiyiz. Bu yüzden hemen hemen bütün sınıfın (ve savaş sırasında, iç savaş sırasında bütün sınıfın) bizim partimizin önderliğinde hareket etmesi, mümkün olduğu kadar yakından bizim partimize bağlanması gerekir…”
Sınıfın geniş kesimlerinin ve halk kitlelerinin sevgisi, desteği ve bağlılığıyla güçlenmiş bir parti olmaksızın, burjuvaziye karşı siyasal iktidar mücadelesinin zaferi olanaksızdır. Parti, sınıfın bir parçası, varlığının bütün kökleriyle ona sıkı sıkıya bağlı olarak sınıfın bütün kesimleri ve bütün üretim birimlerinde örgütlenmiş bir güç haline gelmemişse, bir devrimci durumda, iktidarın alınması başarılamaz; ya da bir başka biçimde söylersek, böyle bir partinin yol gösterici yönetimi altında değilse, burjuvaziye karşı mücadelede zafere ulaşamaz. Sınıfın geniş kitleleri içinde örgütlenmemiş, örgütünün bütün temel organlarını başlıca büyük işçi merkezlerinde ve büyük fabrikalar başta gelmek üzere üretim ve yerleşim (ve eğitim, sağlık, ulaşım ve iletişim başta olmak üzere hizmet işkolunda ve bütün emekçiler içinde) birimlerinde oluşturmamış bir sınıf partisinin, sınıfın en ileri, en devrimci öğelerini saflarında birleştirmesi ve onların devrimci ruhunu ve mücadele kararlılığını edinmesi mümkün değildir. Partinin gücü işçi sınıfı hareketindedir; parti çalışmasının olanaklarını olduğu kadar, bu çalışmanın başarılı olmasının koşullarını yaratan da bu harekettir. Aynı nedenle, parti çalışması işçi sınıfı hareketinin zig-zaglarından, alçalış ve yükselişlerinden etkilenir; işçi sınıfı ile birlikte tüm toplumsal sınıfların ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal koşullar içinde, bu koşulların genel etkisi altında gerçekleşir.
Parti ancak işçileri, her koşulda görev yapacak ve çalışma yeteneği gösterecek örgütlerde birleştirerek, onlara “sınıf mücadelesi ruhunu aşılayarak”, amaçlarını net biçimde ortaya koyarak ve gerçek materyalist dünya görüşüyle işçileri eğiterek bu görevini yerine getirebilir. Siyasal mücadele tarihi, zamanı, gücü ve koşulları doğru değerlendiremeyen, düşmanına, onun zayıf düştüğü anda saldırmasını ve öldürücü darbe vurmasını başaramayan sınıfın kaybettiğini; yeni bir saldırı için güçlerini toparlaması ve hazırlanması için yeni bir zamana ihtiyacı bulunduğunu göstermektedir. Devrimci örgütün, ya da partinin en önemli görevlerinden biri de, somut durum ve koşullardaki değişmeleri doğru biçimde tespit etmek ve buna uygun bir pratik siyasal tutum geliştirmektir. Bir Marksist, der Lenin, gerçek durumu, sınıf ilişkilerinin durumunu ve koşulları doğru değerlendirmeli, “belirli bir durumu değerlendirirken, olurluluklardan değil, gerçeklerden hareket etmelidir.” Koşullara uygun düşmeyen keskin devrimci lafazanlığın, duygu, dilek, öfke vb. ile kendini ifade etmenin ve eldekiyle avunmanın dışında herhangi bir yararı olmamaktadır. Lenin’in deyişiyle, sloganların “çok iyi, parlak, soluk kesici” olması, bu sloganların koşullar gözetilmeden tekrarlanması, işçi hareketine ve yığınların mücadelesine, bu mücadelenin ilerletilmesi bakımından herhangi bir hizmette bulunmamaktadır.
Proletaryanın devrimci partisi, burjuva ilişkiler ağının işçileri kuşattığını bilerek, sınıfın geniş kesimleri ve emekçi kitleler içinde faaliyet yürütür. Parti, işçileri kuşatan kapitalist ilişkiler ağının yol açtığı burjuva etkinin kırılması, işbölümü ve rekabetin neden olduğu parçalanmanın, sınıfın birliği yönünde giderilmesi için çalışır ve ekonomik-kendiliğinden mücadelenin bir araya getirdiği işçi kitleleri içinde proletaryanın devrimci ideolojisinin etkisini yağma yoluyla, proletaryayı politik iktidar mücadelesine hazırlar.
Parti bu çalışmayı yürütürken, gelişmeyi belirleyenin yalnızca kendi çabası ya da etkisi olmadığını bilerek hareket etmek zorundadır. Koşullardaki ve sınıf ilişkilerindeki değişiklikler, ekonomik ve politik durum, kriz ya da nispi istikrar durumu, burjuva hükümetlerinin ve burjuva devletin işçi kitleleri ve emekçi yığınlar nezdinde yıpranmış olup olmaması, uluslararası koşullar, sınıf hareketinin mücadele geleneği vb. parti çalışmasını etkileyen ve ilgilendiren unsurlardır.
Sosyalist teorinin sınıf hareketiyle birliği, yani teorinin sınıf hareketine “sokulması” ise ancak bu süreçte gerçekleştirilebilir. Sürecin başında, bu, devrimci aydınların işçi ve emekçilerin günlük ekonomik-politik mücadelesine katılması ve tüm toplumsal sınıfların devletle ilişkilerinden hareketle propaganda, siyasal teşhir ve ajitasyon yoluyla gerçekleştirilmekle birlikte, proletaryanın geniş kesimlerinin politik eğitimi esas olarak, proletaryanın öncü unsurları tarafından gerçekleştirilebilir. Partinin (ve partili aydınlar) en önemli görevlerinden biri de proleter sınıf mücadelesinin ilerletilmesi ve yönetimi için “aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılacak” (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir, Sol yay. sf.230) bir çalışmayı hedefleyerek, bu işin öncü-ileri proleterlerce gerçekleştirilmesinin olanak ve araçlarını etkin bir biçimde oluşturmaktır. İşçi sınıfının eğitimi ve aydınlatılması ancak sınıfın öz-deneyimi temelinde gerçekleştirilebilir. Bütün toplumsal gerçeklerin anlaşılmasını olanaklı kılan ve merkezi ve yerel düzeyde sürdürülen siyasal teşhir ve bununla birleşen devrimci siyasal ajitasyon işçilerin devrimci eğitimi için zorunludur. Öyle ki işçi sınıfı, hangi sınıfları ve kesimleri etkiliyor olursa olsun baskı, zor ve suiistimalin her çeşidine karşı Marksist (sosyalist) açıdan tepki göstermeli, siyasal gericiliğe karşı mücadelenin öncülüğünü üstlenmelidir.
Proletarya ve emekçi halk kitlelerinin, ekonomik ve politik taleplerini elde etmek için burjuvaziye karşı yürüttükleri mücadele içinde yer alarak, onları aydınlatmak, sosyalizm bilinci ve toplumsal mücadelenin yasalarının bilgisini edinmeleri için çaba göstermek ve işçileri yeni toplumun kurucuları olarak örgütlemek partinin görevidir.

İNSAN OLARAK PARTİLİ; SINIRLILIKLAR VE DAYANAKLAR
Türkiyeli işçiler, burjuvaziden bağımsız politik bir örgüte sahip olmakla, burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi) sınıf iktidarından kurtulmak ve kendi devrimci sınıf iktidarlarını kurma yolunda ilk adımları atmış bulunuyorlar. Ancak bu, henüz yolun başı sayılmalıdır ve proletarya ve partisi, burjuvaziye ve onun siyasal egemenliğine karşı mücadelesinde başarıya ulaşmak için, toplumsal hareketin ve koşulların nesnel bir değerlendirmesini her dönemeçte yeniden yaparak, güçleri bir devrimci durumda, düşmana en etkili darbeyi vuracak biçimde hazırlama göreviyle yükümlüdür. Bu ise, ancak işçi sınıfı partisinin, sınıf mücadelesinde oynadığı rolün doğru bir biçimde tespit edilmesi ve partinin görevini eksiksiz olarak yerine getirmesi sonucu başarılabilir.
Parti çalışmasıyla sınıfın eylemi; parti üyesinin eylemiyle toplumsal koşullar; bireyin tutumuyla nesnel yasalar arasında tarihsel materyalizm diyalektik bir ilişki kurar. Parti, sınıf ve devrimci insanın, eylemi ve ideolojik tutumu, içinde yaşartılan ve hareket edilen toplumsal ilişkiler bütünüyle dolaysız bir bağ içindedir. Proletarya bütün öteki toplumsal sınıflardan tecrit durumda bulunmadığı gibi, parti çalışması da partiyi saran sınıf ilişkilerinden bağımsız değildir. Parti ve örgütlü birey olarak sosyalist insan, bütün bu koşullar ve koşullanmışlıklar içinde hareket etmektedir.
Kapitalizm, feodal toplumun yıkıntılarından filizlenirken, eskilerin yerine yeni sınıfları, yeni ilişkileri ve yeni çatışmaları geçirir. Burjuva toplum, giderek artan biçimde iki düşman kampa; proletarya ve burjuvazinin şahsında “iki büyük sınıfa” bölünürken, ara tabakalar da dahil bu sınıflar arasında, onların iradesinden bağımsız olarak bir ilişkiler yumağını da oluşturur. Karşıt eğilimler, davranış ve tutumlar, toplumun çeşitli sınıflarının üretim ve yaşam koşullarından kaynaklanır, sınıfların yaşam biçimi, üretim sürecindeki konumu ve buradan kaynaklanan farklılıklar, onların pratik ilişkileri ve tutumları üzerinde etkili olur.
İşçi sınıfı partisi sosyalizm mücadelesini, kapitalizmin “bağrında”, kapitalist toplumsal koşullar içinde yürütür. Parti çalışmasının esas hedefi, tarihsel açıdan “eski”yi temsil eden bugünkü toplumun ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önüne kurduğu barikatları ve siyasal ve ekonomik tüm engelleri aşmak, sömürü ilişkilerinin tüm insanlar için oluşturduğu kölelik zincirlerini parçalamak ve insanın özgürleşmiş yaratıcı gücünün her bakımdan geliştirilmesinin maddi koşulları da demek olan sosyalist-komünist toplumu kurup inşa etmektir.
Her toplumsal sistem, iradi etkiden bağımsız olarak, o sistemin ilişkileri çerçevesinde insanı biçimlendirme gibi bir işlevi de yerine getirir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ve ücretli emek sömürüsüyle varlığını sürdüren bir sistemdir ve bu sistemin bireye egemen kıldığı, rekabet ve bireyciliktir. Kapitalizm insan emeğini, pazarda serbestçe alınıp satılan bir metaya dönüştürüp, işçiyi kendine ve kendi emeğinin ürününe yabancılaştırırken, işbölümünün gelişmesi ve makinelerin üretimde kullanılması, bilimsel teknik buluşların emek verimliliğinde yol açtığı artışlar (artı emek zamanı ve artı değerin artması demektir bu), vb. gibi gelişmeler, kapitalistler arası rekabeti kızıştırmakla kalmamakta, işçiler arasında da rekabete yol açmakta, bireysel çıkarcılığı kışkırtmaktadır. Aşırı üretim bunalımlarının etkisiyle büyüyen işsizlik, çalışan insanı tehdit ederken, işçiyle işçiyi; iş bulanla bulamayanı rekabete sokmaktadır. Kapitalizm, insan ve işçiyi tek yanlı hale getirmiş, zihni ve fiziksel yeteneklerinin gelişmesinin önüne set çekmiş, kapitalist özel mülkiyet ve çıkarcılık temelinde birbirlerinden yalıtık hale getirmiştir. Kapitalizm, rekabet ve mülk edinmenin özel kapitalist niteliği nedeniyle dayanışma ve yardımlaşmayı engellemekte, aile içi ilişkileri çıkar ilişkisine dönüştürmekte, insanın insanla ilişkisini nesnelerin ilişkisine; parasal ilişkiye çevirmektedir. Ama hepsi bu değil. Genel koşulları içinde, kapitalizmin insanı bireyselleşmiş, birey olarak hareket eden ve düşünen insandır.
Parti, bu toplumsal koşulların biçimlendirdiği bireyleri örgütlü-kolektif mücadele içinde değiştirip-dönüştürmeyi de içeren bir çalışmayla işe koyulur. Parti çalışmasının üzerinde yükseldiği maddi zeminin proletarya hareketi tarafından yaratılması, parti faaliyetinin proleter ve emekçi hareketine dayanması ve bu hareketin tarihsel haklılığından güç alması, siyasal-örgütsel başarıyı ve insanın -partilinin- devrimci değişimini olanaklı kılan maddi dayanağı oluşturur.
Parti çalışması, parti organ ve üyelerinin eyleminde somutluk kazanırken, bu çalışma bakımından da temel sorunlardan biri, insan, insan ilişkileri ve bu ilişkilerin toplumsal koşulları bütünüyle birlikte belirlediği “insani tutum ve davranışlar” ve bunların devrimcileştirilmesi olarak varlığını sürdürür.
Ama insan aynı zamanda irade ve düşünmeyi, karar verme ve uygulamayı, yaşam deneyi ve insan ilişki ve çelişkileri üzerine akıl yürütme ve sonuç çıkarmayı, koşulları etkileme ve olabilir değişiminde rol oynamayı temsil eden toplumsal öznedir. İnsanın üretim faaliyetinin toplumsal değişimi sağladığı, insanın doğa ve toplum yasaları üzerinde etkide bulunabildiği, toplumsal yasaların edilgen ve “kör” bir tutsağı olmadığı bilinen bir gerçektir. İnsan ve sınıflar, önceden belirlenmiş “kader”in çaresiz kurbanları değildirler. Marx ve Engels, daha sonraları da Lenin, insanın eylemi -bilinçli eylemi- üzerinde dururlarken, insanın çaresiz olmadığını, ancak, “insanın özü”nün “toplumsal ilişkilerin toplamı” olduğunu söylemişlerdi. Toplumsal ilişkiler soyut değil somut ve tarihseldirler.
Aykırı gelişme gene kapitalizm tarafından yaratılmakta ya da kapitalist üretim bu aykırı durumu kaçınılmaz olarak doğurmaktadır. Proletaryayı, bir yandan bu tür bir bölünme ve rekabete sokarak, onun direnişini ve yeni ilişkileri geliştirmesini engelleyen kapitalizm, diğer yandan kaçınılmaz olarak üretimi, artan oranda bireysel bir iş olmaktan çıkararak toplumsallaştırmakta, binlerce işçiyi fabrika, iş alanları ve sanayi komplekslerinde bir araya getirerek, dayanışma, paylaşma ve ortaklaşa hareketin koşullarını yaratmaktadır. Kapitalizm, yüzlerce ve binlerce işçiyi fabrikalarda toplayarak, egemen ilişki biçimine aykırı olma özelliği taşıyan yeni bir ilişkinin tohumlarını da atmaktadır. Dayanışma ve birlikte hareket etmenin, paylaşma ve dayanışmanın zemini fabrika koşulları içinde ortaya çıkıp güçlenebilmektedir. Fabrika koşulları ile proletaryanın en devrimci sınıf olması arasında koparılamaz bir ilişki vardır. Bu bakımdan proletarya partisi fabrikalarda ve büyük sanayi komplekslerinde örgütlü olduğu oranda, harekete devrimci tarzda katılma ve müdahale olanaklarına kavuşmakta; proleter kararlılığı ve çalışkanlığıyla donanmakta ve her koşulda çalışabilir örgütleri oluşturma olanaklarını elde etmektedir. Devrimci sınıf partisi ve onun militanı için geçmiş kuşakların tarihsel birikim, kültür ve sınıf mücadelelerinin deneyleri üzerinden bugüne aktarılan tecrübe, yeniyi kurma mücadelesinde bir dayanak ve kazanım durumundadır. Bu, sınıfsal sömürü ve baskıyı ortadan kaldırma mücadelesinde yararlanılacak ve bilinçle ayıklanıp kullanılacak genel bir birikim ve deney zenginliğini sağlamaktadır.
Yeniyi inşadan söz edildiğinde, insan unsuru açısından da yeniyi kurmak, eskinin içinde bir ucundan yeşermeye başlamış yeninin ilişkilerini geliştirmekle mümkündür. Çünkü her toplumsal ilişki tarzı kendi unsurlarını biçimlendirir. İnsan, içinde yaşadığı ilişkiler bütününün etkisi dışında yaşayabilecek cansız ve ruhsuz bir robot değildir; ama insan, iradesiyle ve bilinçli etkinliğiyle koşullar üzerinde değiştirici etkide bulunan bir “yeniden kurucu”dur da. Proletarya partisi, proletaryanın yeni toplumu kurmasının olmazsa olmaz aracıdır. Parti, kolektif çalışmanın kapsadığı birikim ile sınırlanmışlıkların aşılmasının yolunu açan, sosyalist insanın kolektif iradesiyle yeniyi bugünden biçimlendirmeye başlayan canlı bir organizmadır. Proletarya hareketi ve fabrika koşulları, üretimin toplumsal karakteri ve işçilerin kapitalistlere karşı sınıf örgütlerinde bir araya gelmesi, yeninin nesnel dayanaklarını oluştururken, Marksizm’in ve uluslararası proletarya hareketinin kazanım haline getirdiği birikim, deney ve tecrübe öznel dayanakları oluşturur. Parti yaşamı ve çalışması sosyalist yeni insanın eğitim-evidir. Marx ve Engels, ilk eserlerinde, sosyalizmin kurulmasıyla insanın “kitlesel ölçekte değiştirilmesi” arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, en iyi değiştirici etkenin proletaryanın devrimci eylemi olduğunu söylemişlerdi. İnsanın, kapitalizm ve sınıflı tüm toplumlar tarafından ona dayatılan bireyci, çıkarcı ilişkilerden kurtulması ve tüm toplumun kurtuluşu için fedakârlık yapması, değiştirici ve devrimcileştirici bir rol oynar. İşçiler ve işçi sınıfının kurtuluşu davasına bağlanmış devrimci aydınlar, parti yaşamı içinde, kapitalizmin etki ve koşullanmışlıklarıyla savaştıkları ve paylaşımcı, dayanışmacı özellikleri geliştirdikleri ölçüde, yeni sosyalist toplumun kurucuları haline gelebilirler. Parti çalışması, parti militanına, kapitalizmin ve burjuva toplumun tüm etkilerine karşı savaşma; bireysel çıkar ilişkilerinden arınma, insanlığın olumlu tüm birikim ve kazanımlarına ulaşma, paylaşma ve dayanışma ruhunu geliştirme olanaklarını sağlayarak, onu kapitalizme karşı savaşma gücüyle donatır. Parti ve militanı, burjuvazinin politik ve ideolojik-kültürel kuşatmasına karşı mücadele edecek ve henüz esas olarak burjuva dünya görüşüyle şekillenmiş bulunan işçilerin, fabrika ortamının uygun koşullarında kolektif üretim ve yaşam ruhuyla yetişmeleri için çaba gösterecektir. Bunu yaparken kendisi de olumlu-devrimci bir değişimi kaçınılmaz olarak yaşayacaktır. Lenin, sosyalizmin “saksılarda yetiştirilmiş” insanlarla değil, ama kapitalizm koşullarında yetişmiş insan malzemesiyle kurulabileceğine işaret ederken de, bu gerçeği ifade etmekteydi. Eksiksizi ve mükemmeli -bunun bütünüyle mümkün olup olmaması bir yana- koşullardan bağımsız biçimde bugünden oluşabilir saymak ve devrimci faaliyeti de bu tür unsurların eylemi düzeyine çekmek, yalnızca idealist bir dünya görüşüne işaret etmez, ama hayalci bir beklentiyle zaman israfına da yol açar.
Parti, parti üyesinin, eski toplumun alışkanlıklarından kurtulma çabasının en yoğun ve kolektif biçimde yaşandığı; insanın ve bireyin özel mülkiyet ilişkilerinden, onların üzerinde oluşan kültürel-siyasal vb. özellikler ve anlayışlardan, tortusal eğilimlerden kurtulma çabalarının başarıya ulaşma olanağına en fazla yaklaştığı canlı bir “toplumsal organizma”dır. Partili için, örgütü ve parti çalışması zenginleştirici, geliştirici, donatıcı, yeteneklerin geliştirilmesine kolektif birikim üzerinden olanak sağlayıcı ve yardım edici koşulların oluştuğu yer ve çalışmadır. Örgüt, isterse ekonomik mücadelenin aracı olsun, insanların ortaklaşmış davranışlarının, enerji ve güçlerinin kolektif harekete geçirilişiyle, toplumsal ilerleme ve değişimde en önemli etkenlerden biridir. Tarihi yapan insanın, bunu, tek tek bireylerin eylemiyle değil, ama toplulukların ve sınıfların örgütlü eylemiyle gerçekleştirdiği; tarihin, -ilkel komünal toplum dışında- sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşandığı bilinmektedir. Proletarya ve ezilenler, yeni insanca yaşamı gerçekleştirmek için proletarya partisinin önderliği altında, burjuvazi ve kapitalizme karşı yürümedikleri sürece, insanı kendi dışında diğer insanlarla rekabete ve mülk edinme yansına sokan ve bütün kötülükleri bu temelde üreten bugünkü “hayvani” dünya değiştirilemez. İnsanın özgür, eşit ve mutlu yaşamını temel hedef edinen sosyalizm, bireye, zihni ve fizik gelişimi için olanaklı tüm zamanı sağlayarak, yeni insanın daha tam oluşmasının maddi koşullarını da yaratacaktır. İşçi sınıfı ve burjuvazinin köleleştirdiği, hayvani, bir yaşam düzeyine mahkûm ettiği insanlar neden sosyalizmi istemesinler. İşçi sınıfının devrimci partisinin her bireyi bu bilinçle işçi ve emekçi yığınlar içinde çalışma yürütecek, devrimci sınıfın, toplumsal kurtuluşun başında yürümesi için ona tüm gücüyle yardım etmeye çalışacaktır.
İnsan ve birey olarak partili ile toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi bu biçimde ele almayanlar, idealist tarih yorumu saplantısına düşmekten kurtulamazlar. Bunun sonu ise yalnızca hayal kırıklığıdır.

KAZANMANIN TARİHSEL KAÇINILMAZLIĞI VE DEVRİMCİ KAVRAYIŞ
Engels, “Almanya’da Devrim-Karşıdevrim” başlığı altında toplanmış makalelerin birinde şöyle yazıyor. “Boş inanın, devrimleri bir avuç ajitatörün hınzırlığına (burada komplocu örgüt anlayışı eleştiriliyor-Y.A.) bağladığı zamanlar geçti ve iyice geride kaldı. Her türlü devrimci kargaşalığın arkasında, günü geçmiş kurumların karşılanmasını engelledikleri bir gereksinmenin bulunduğunu şimdi herkes biliyor. Bu gereksinmenin kendini, henüz hemen bir başarı sağlayacak kadar derin, o kadar genel bir biçimde duyurmaması olanaklı; ama bu gereksinmeyi her zorla bastırma girişimi onu, engellerini parçalayıncaya kadar, daha da belirgin bir duruma getirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.” (Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol yay. sf.12)
Burjuvazi, tarihsel olarak “günü geçmiş” toplumsal sistemini, ekonomik ve ideolojik egemenliği ve zor dayatmasıyla sürdürmeye çalışsa da, proletaryanın sınıfsal eyleminde tarih, yeniye -sosyalizme- doğru yol alıyor. Proletarya ve tüm ezilenlerin kapitalist sömürü ve zorbalıktan kurtulma gereksinimi ve zorunluluğu ileri işçi kitleleri içinde daha fazla netlik kazanıyor. Sömürüşüz ve sınıfsız yeni toplumu kurma mücadelesinin, günü geçmiş kurumların direnci ve burjuva diktatörlüğünün siyasal şiddetiyle karşılanması çelişkileri derinleştirmekte ve değişim gereksinimini “daha belirgin” hale getirmektedir. İşçi sınıfı, partisinin yol göstericiliğinde sınıf mücadelesinin yasalarından öğrendiği, kapitalizmin yıkılmasının kaçınılmazlığını siyasal deneyimine dayanarak kavradığı oranda, kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin kurtuluşunu sağlamak üzere örgütlü sınıf mücadelesini yükseltecek ve tarihin yasası işlemeye devam edecektir. Feodal beyler köle sahiplerini ve burjuvazi feodalleri nasıl yenilgiye uğrattıysa, proletarya da burjuvaziye yenilgiyi yaşatacaktır, bu kaçınılmaz!
Proletaryanın sosyalist partisi, ancak devrimci sınıfın eylemine faaliyetiyle önderlik ediyorsa, hareketin ortaya çıkardığı biçimleri gözeterek mücadelenin ilerletilmesi için yeni yol ve yöntemler bulabiliyor ve uygulayabiliyorsa, hareketin “ıskartaya çıkardığı” eski biçimleri zamanında bir kenara bırakarak, hareketin ihtiyaçlarına cevap veren ve hareketin ortaya çıkardığı yeni biçimleri genelleştirip geliştiriyorsa, görevini yerine getirmiş ve adına layık davranmış olur.
Yaşamın ve sınıf mücadelesinin materyalist bilimsel yöntemi olan Marksist-Leninist teori ne denli iyi özümlenirse, hareketin nesnel yasalarının işleyişi ve değişen toplumsal koşulların rolü ne denli iyi kavranırsa, gücünü tarihsel kaçınılmazlık ve proletaryanın sınıf eyleminden alan partili devrimci, görevini ne denli iyi ve tam yerine getirirse, başarmak o denli kesin olacaktır.
Proletaryanın devrimci hedeflerini ve partinin sosyalizm için mücadelesini, gerçekleşemez bir ütopya uğruna gereksiz çaba sayanlarla, proletarya partisinin eylemini ve rolünü, sınıf hareketi ve toplumsal koşullardan koparanlar ise, Marksizm ve materyalizm üzerine onca laf kalabalığına ve görünürde ters noktalardan hareket etmelerine karşın aynı yerde birleşiyorlar. Hareketin yasalarının reddi ve zorunluluğun yadsınması…
Proletaryanın ve onun partisinin eylemi, tarihsel bakımdan haklı, siyasal ve ekonomik bakımdan kaçınılmaz bir “ütopyamın gerçekleşmesi için zorunlu bir etkendir. Gerçekçi, maddi gerçekleşme koşullarına sahip ve elde edilmesi kaçınılmaz ve mümkün olan bir hedefe yöneliktir. Yeterli olmayan ve geliştirilmesi gereken araçlara sahiptir: Mevzilerin korunup geliştirilmesi, proletaryanın elinde etkili araçlar olarak burjuvaziye karşı kullanılmalarının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu görev başarıyla yerine getirildiği ölçüde, “hayal” gerçeğe dönüşecek, devrimci coşku yaşam coşkusuna yükselecektir.

Aralık 1997

Devlet üzerine burjuva çarpıtmalar ve devletin işlevi

İşbirlikçi burjuvazinin ve kapitalist sömürüden pay alan sistem savunucularının her türden yıpratıcı eleştiri ve zayıflatıcı gelişmeden özenle korumaya çalıştıkları burjuva devleti, bir süreden beri, toplumsal sınıflar arası çelişkilerin etkisi ve kapitalist çürümenin hâkim sınıflar içinde yol açtığı karmaşa sonucu geniş emekçi kitleleri nezdindeki güvenilirliğini yitirmeye başlamış bulunuyor.
Devletin, polis ve jandarma dâhil olmak üzere, önemli kurumlarını saran çürüme; ülkenin, uluslararası alanda uyuşturucu ve silah kaçakçılığı trafiğini elinde tutan mafya gruplarının elebaşlarının polis şefleri, generaller, bakanlar, emniyet müdürleri gibi, devlet denince ilk elde akla gelen üst bürokrat ve yöneticileriyle birlikte çalıştıklarının ortaya çıkması, -devlet kavramında soyutlanıp koruyucu bir zırha büründürülen- burjuvazinin siyasal iktidar aygıtının itibar yitimini küçümsenemez bir boyuta çıkardı. Burjuva devletinin gerçek işlevi hakkında, yığınları saran kör ve “batıl inanç” sarsıntı geçirmeye; diktatörlüğün paslı zırhı delinmeye başladı.
Engels, Roma İmparatorluğumda devlet yapısını incelediği yerde, başka şeylerin yanı-sıra; “İmparatorluk çaptan düştükçe, vergi ve yükümlülükler daha da artıyor, memurlar daha da utanmazca soyup soğana çeviriyorlardı.” diye yazıyordu. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.154)
Aradan yüzyıllar geçmesine, farklı tarihi dönemde ve farklı topraklar üzerinde olmasına karşın, Türkiye’nin bugününe bakınca, benzer bir tespiti yapmak gerçeğe uygun düşmektedir. Devletin bir çete devletine dönüştüğü, çürüme ve kokuşmanın mekanizmanın önemli kurumlarını sardığı burjuvazinin resmi temsilcilerince itiraf edilmektedir. Devletin belli organlarında, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir disiplin içinde kaçakçılık, fidye alma, cinayet organizasyonu için özel tetikçiler tutma, bombalama, suikast, sabotaj düzenleme, muhaliflere karşı şantaj malzemesi üretme, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve daha bir dizi suçun devlet görevlileri ve kurumlan tarafından işlendiği açıklık kazanmıştır. Osmanlı padişahlarının tahtı ve saltanatı elde tutmak için kardeş katlinin “vacip olduğu” yönünde fetva çıkarttıkları bilinmektedir. Bugün de, “devletin bekası için”, sermayenin emrindeki özel silahlı müfrezeler, sömürü sisteminin muhaliflerine karşı baskı Ve saldırıları sürdürmektedirler.
Sermaye ile emek arasındaki karşıtlığın keskinleşmesi, burjuva devletinin baskıcı özelliğinin gelişmesine yol açmakta, Genelkurmayın yönlendiriciliği altında, halk kitlelerine karşı şiddetin dozu artırılarak, burjuva diktatörlüğünü sağlamlaştırma operasyonu sürdürülmektedir. İçinde bulunduğumuz dönem, işbirlikçi gericiliğin siyasal şiddet aygıtını tahkim çalışmaları yoğunluk kazanmış bulunuyor.
Gelişmelerin farkında olan üst bürokrasi, hükümet ve genelkurmay yetkilileri, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlileri ve sistemin devamını kendilerinin varolma koşulu sayan yazarlar güruhu, şimdi elbirliğiyle, olağanüstü gayret göstererek, devlet hakkında, kitleler içinde gelişen kuşkuları gidermeye, kurumlarını güçlendirmeye, gericiliğin güçlerini birleştirmeye çalışıyor, olası yedekleri diktatörlük etrafında toplamaya çabalarını sürdürüyorlar.
“Kutsal” ve “dokunulmaz devlet” imajının diri tutulması için her araç kullanılıyor. Devletin korunması toplumsal bir amaç olarak gösterilerek, bunun için her türlü fedakârlığın gerekli olduğu propaganda ediliyor. Burjuva devletinin savunucuları (bunlar arasında liberaller, faşistler ve “İslamcı” gerici yazarlar var), burjuva devletini, “milletin örgütlenmiş hali” olarak göstermekte, “hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız” propagandasıyla bürokratik militarist makineye dokunmazlık sağlamaya çalışmaktadırlar.
Devlet kaynaklı cinayet organizasyonlarının, devletin görevi ve devletin kendini koruması gibi gerekçelerle izahı, burjuva hukukunun hukuksuzluk olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Burjuva diktatörlüğünün savunucuları; gerici-faşist partilerin yöneticileri, polis ve özel tim şefleri, kapitalizm yardakçısı sosyal demokratlar, artı-değerden pay alan asalak bürokratlar ve sermayenin emrindeki yazarlar güruhu; adlarındaki nüanslara karşın, devleti savunma ortak paydasında birleşiyorlar.
Faşistler; cinayet, soygun, işkence, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve kontra örgütlenmelerini -kendileri de bu örgütlenmeler içinde yer almaktadırlar-, devletin devamı için “mubah” sayarken, sosyal demokratlar devletin “hukuk içinde kalması”nı, burjuva egemenliğinin devamı için daha akılcı saymaktadırlar.
İşbirlikçi gericiliğin ve uluslararası sermayenin çıkarlarını savunan gerici-faşist yazar ve politikacıların bir kısmı ise, kontra faaliyetlerinin “devlet sırrı” olarak kalması gereğine işaret ederek, örneğin Susurluk Raporu’nun açıklanan kısmındaki bilgilerin “sokağa dökülmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu gibilerine göre, Kürt “işadamları” ve Kürt aydınlarının polis ve kontra çeteleri tarafından ve bir eski İçişleri ve Adalet Bakanının (M. Ağar) “bin operasyon” olarak açıkladığı devlet operasyonları kapsamında katledilmesi tek başına amaca aykırı değildir. Yanlış olan bu gibi “devlet sırlarının bilinir hale gelmesidir! Halk düşmanı gazeteci çetesi, halktan yana tutum alan gazetecilerin öldürülmesini doğal karşılamakta; bu cinayetlere ve kontra saldırılarına karşı tepkileri ise polisin moralinin bozulması ve istihbarat örgütlerinin çalışmalarının aksatılması çabalan olarak göstermektedirler.
Geniş kitleler bakımından devleti biraz daha iyi tanıma ve kimin çıkarlarını koruduğunu anlama olanakları daha fazla genişledi. Toplumun az çok eğitimli kesimlerinin yanı sıra, sıradan işçi ve emekçi de, devlet kaynaklı siyasal cinayetlerin deşifre edilmesini, sabotaj, suikast ve uyuşturucu kaçakçılığı sorumlularının açıklanması ve yargılanmasını istemekte, “devlet çeteleri”, “devlet çıkarı”, “devletin korunması ve kurumlarının yıpratılmaması” vb. kavramlar etrafında sürdürülen tartışmaları izlemekte, devlete ve kurumlarına ilişkin düşüncelerinde değişme olmakta, kimilerinde bu bir bilinç sıçramasına yol açmakta, genel olarak devlet ve kurumlarına karşı kuşku büyümektedir.
Bu durumda, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfı devrimcilerinin, devlet denen; bürokratik militarist aygıtın yapısı, işlevi ve hangi sınıfın çıkarlarının topluma egemen kılınmasının aracı olduğu hakkında, geniş kitleler içinde yürüteceği aydınlatma ye bilinçlendirme, çalışması daha da önem kazanmaktadır. İşçi sınıfı bakımından siyasal sınıf bilincinin, ancak bütün toplumsal sınıfların devletle ilişkilerinin açığa çıkarılması ve kavranmasıyla gelişebileceği gerçeği dikkate alındığında, tarih içinde ortaya çıkışı ve ekonomik toplumsal ilişki ve koşullarla bağı Marx ve Engels başta olmak üzere, Marksistler tarafından açıklığa kavuşturulmuş devlet kuramının daha iyi öğrenilmesi için, güncel gelişmelerden yararlanmak önem taşımaktadır.
Marksist devlet teorisi, devleti, toplum yaşamında tarihsel bir yere yerleştirir. Buna göre insanların toplum halinde yaşamaya başladıkları bir süreçte ortaya çıkan devlet, toplumsal üretici güçlerin gelişmesiyle ilişkili olarak ve toplumsal yaşamın ileri bir evresinde kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır. İşbirlikçi burjuva diktatörlüğünün işçi ve emekçi kitlelerle ilişkilerindeki gelişmeyi daha iyi anlayabilmek için devletin tarih içindeki “doğumu”, işlevi ve ortadan kalkmaya mahkûm oluşu üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var.

DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI; BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DEVLET
Üretim ve üretilen ürünün değişimi her toplumsal sistemin temelini oluşturur. Bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların gelip dayandıkları temel neden, bu bakımdan insanların kafalarında biçimlenen adalet ve doğruluk kavrayışı değil, bu üretim ilişkileri, üretim ve bölüşüm tarzıdır.
Devlete kutsal bir öz, bir dokunulmazlık zırhı giydirenler, ulus devleti tarihin amacı ve nihai hedefi olarak sunmaktadırlar.
Ne sınıf mücadelesi filozofların bir yaratımı, onların beyinlerinin ürünü düşüncelerin bir sonucudur; ne de ortaya çıktıklarından buyana sınıflar-arası uyumdan söz edilebilir. Sınıfların ortaya çıkmasını sağlayan işbölümü ve artı-ürün, maddi çıkarlar temelinde sınıf çelişmeleri ve çatışmalarını doğururken, artı ürüne el koyan sınıfın siyasal bir otorite halinde örgütlenmesini de gündeme getirdi.
Kapitalist üretim biçiminin tarihin belli bir döneminde zorunlu olarak ortaya çıkması ve öyleyse ortadan kalkmasının da zorunlu olması gibi; burjuva devleti de tarihin belli bir aşamasında, “kapitalizmin şafağında ortaya çıkmış ve toplumsal gelişme yasalarının işlemesi sonucu, yok olma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Devlet, durup dururken, bir ilahi yetke tarafından yaratılmış değil. O, sınıf uzlaşmazlıklarının ortaya çıktığı koşullarda doğmuş, bu uzlaşmazlıkları sınırlamak ve kontrol altında tutmak üzere, üretim araçlarının (bunlar ilkel kölelik döneminde gelişmemiş ilkel araçlarken, bugün modern sanayiyi var eden mükemmel denilebilecek düzeyde gelişmiş makine ve diğer araçlardır) mülkiyetini elinde tutanlar tarafından oluşturulan bir örgütlenmedir. İlk yerleşik yaşama geçiş ve ilkel işbölümüyle birlikte, fazla ürün (artık ürün) üzerinde hak iddiasıyla birleşen bir otoritenin ortaya çıkması ve giderek ayrıcalıklı bir konum kazanmasıyla birlikte temelleri atılmış ve tarihsel süreçte gelişmesini sürdürmüştür. Devletin ortaya çıkış süreci, devletin işlevi hakkında gerekli verileri de sunar. İlkel topluluklarda, henüz artı ürünün olmadığı koşullarda ortaklaşa üretilenin birlikte tüketildiği ilk toplu yaşam ortamında kendiliğinden oluşan ilkel demokrasi, maddi üretim koşullarındaki değişmeyle birlikte ve belli bir süreç içinde bir kesimin yönetici olarak ayrışıp topluluk üzerinde ayrıcalıklı bir yaşamı ele geçirdiği “iğrenç bir aristokrasiye” dönüştü. O bir sınıf egemenliği aracıdır. Egemen sınıfların kendi çıkarlarını tüm topluma kabul ettirmek ve ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için oluşturdukları bir araç. Devlet örgütlenmesi, “toplumun hizmetkârlarının, “toplumun efendilerine” dönüşmelerini sağladı.
Engels, devletsizlikten devlete geçiş sürecini, devleti bir ihtiyaç haline getiren koşulları irdelerken şunları yazıyordu.
“Son olarak, gentilice örgütlenme, içsel çelişkiler bulunmayan bir toplumdan doğmuştu ve yalnızca bu nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç, hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Ama işte, iktisadi varlık koşulları bütünü gereğince, özgür insanlar ve köleler, zengin sömürücüler ve yoksul sömürülenler biçiminde bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; (öyle-ç) bir toplum ki, bu uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmıyor, tersine, onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunuyordu. Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve açık bir savaşımı içinde, ya da görünüşte uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa olsa iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilice örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu, toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine devlet geçti.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.174)
Demek ki devlet, toplumun gelişmesinin belli bir aşamasında; önlemekte yetersiz kaldığı çelişkilerden hareketle, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıflar halinde bölünmesi sonucu, toplumun ve toplumsal sınıfların, bu çelişkilerin yol açtığı çatışma içinde tahrip olup yok olmaması için, görünürde toplumun üstünde yer alan; çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güce ihtiyaç duyar. “İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.175)
Devlet böyle ortaya çıkınca, halktan ayrı bir kamu gücü de oluşturulur. Bu tür bir güç, silahlı adamlardan, hapishanelerden ve ceza kurumlarından oluşur. Bu gücün beslenmesi “devletin yurttaşlarının” sırtına ek yükümlülükler bindirir. Vergiler bu ihtiyaca karşılık düşen yükümlülüklerden birini oluşturur. Devlet gücünü oluşturanlar, “kamu gücünü ve vergileri toplama hakkını kullanan görevliler” toplumun üzerinde yer alırlar. Bunların otoritesi, “dokunulmazlık kazandıran yasalarla sağlama bağlanır.”

DEVLETİN İŞLEVİ
Devlet bir toplumsal örgütlenmenin en üst biçimi, bir güç örgütlenmesi, egemen gücü ifade eden siyasal bir aygıttır. Birey ve yurttaş olarak kişinin, devlet dendiğinde aklına ilk gelen şey, güç ve etkidir. Bu örgütlü gücün hangi işlevi yerine getirdiği ise milyonlarca işçi ve emekçi bakımından yeterince açık değildir. Aksine burjuva propagandası, burjuva devletin niteliği ve işlevini büyük ölçüde bulanıklaştırmış; devletle ilgili bir yanılsamanın kitleler içinde etkili olması sağlanmıştır.
Sınıf mücadelesinde ise, devletin işlevi, ne için var olduğu ve onun bir sınıfa (egemen ve sömürücü sınıf) ait oluşu, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından açıklık kazanmadıkça, sömürülenlerin mücadelesinin siyasal bir devrimle düzen sınırlarını aşması mümkün değildir. Devletin en kestirme tanımı, bir sınıfın egemenlik aracı, örgütlü baskı aygıtı olmasıdır. “Genellikle siyasi iktidar diye adlandırılan şey, bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı örgütlü gücünden aşka bir şey değildir.” (K. Manifesto)
Köleci devlet köle sahiplerinin, feodal devlet feodal aristokrasinin ve modern burjuva devleti de burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı oldular. Devlet her toplumda, üretim araçları mülkiyetine sahip olan sınıfın (ya da sınıflar) devleti olagelmiş ve bu sınıfın çıkarlarının baskıyla tüm topluma egemen kılınmasının aracı işlevini görmüştür.
Bürokratik militarist makine, toplum üzerinde, ancak toplum dışında olmadan, halk kitlelerinin iradesine karşı, ayrıcalıklarla donanmış bir aygıttır. Devamlılığını, ancak kitleler karşısında kazandığı ya da kazanacağı meşruiyetle sürdürebilir (Kuşkusuz şiddet eşliğinde ve gerektiği her zaman ve her yerde şiddeti eksik etmeden).
Devlet yapısı farklılıklar göstermekle birlikte, onun sınıf niteliği özünde hep aynı kalır. Biçimlerinin karmakarışık çeşitliliklerine rağmen, burjuva devleti daha fazla veya daha az kapitalistleşmiş modern burjuva temeli üzerine oturmuştur. Bu tüm burjuva devletlerinin ortak noktasıdır. Biçimsel yapı farklılığı, devletin, sınıf karakterini, bir sınıfın diğerleri üzerindeki egemenlik aygıtı olma özelliğini değiştirmez.
“Gerçekte ise” diyordu Engels, “devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından ezilmesi için bir cihazdan başka bir şey değildir, gerçekten de bu husus demokratik cumhuriyette, monarşide olduğundan daha az geçerli değildir; olsa olsa sınıf üstünlüğü için verdiği başarılı mücadeleden sonra miras olarak aldığı yeni, özgür toplumsal koşullarda yetiştirilmiş bir neslin, bütün devlet süprüntüsünü hurdalığa atabileceği zamana kadar, aynen Komün gibi, muzaffer proletaryanın, en kötü yanlarını derhal mümkün olduğu ölçüde budamak zorunda olduğu bir ifrittir.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz)
Bugünkü sistem, her ülkeye göre belli bir özgünlük taşımakla birlikte, birkaç yılda bir hâkim sınıfların hangi partinin (“üyesi”), ‘halkı parlamentoda temsil edeceği’ne ve baskı altında tutacağına karar verildiği genel seçimlerle gizlenen, burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanmaktadır. Ordu, polis ve bürokrasi, halkın baskı altında tutulması ve ezilmesinin araçlarıdır.
Burjuva devletinin gerçek yürütme gücü, ileri sürüldüğü gibi, parlamentoda görev verilen burjuva hükümeti değildir. Burjuva devleti, bürokratik askeri örgütü, polis gücü ve memur gruplarıyla toplumun gövdesini bir ağ gibi sarmıştır. Devlet işleri askeri-bürokratik cihaz aracılığıyla görülür. Hükümetler ise, halkın, ‘burjuva partisi’nin hangi kliği aracılığıyla aldatılacağı kararma uygun bir işlevi yerine getirmektedirler.
Parlamento, burjuva diktatörlüğünün incir yaprağıdır. Temsili kurumlar burjuva devlet yapısı içinde, daha çok biçimsel bir işlev görürler. Burjuva politikacıları, soyut sorunları öne çıkararak, kendiliğinden göze batan acil ve somut sorunların geriye atılması veya göz ardı edilmesini sağlamak için her aracı kullanırlar.
Merkezi hükümet, ordu, siyasi polis, bürokrasi, hepsi birlikte; ezilenlerin üzerindeki baskı gücünü, burjuva devlet iktidarını oluştururlar.
Burjuva devletinin “ulusun birliği” olduğu söylenir. Oysa devlet ulustan bağımsız, onun üstünde, “parazit nitelikte bir fazlalık” (Engels) biçiminde örgütlenmiştir. Bu tür bir devlet gerçekte ulusun yüküdür ve bu yükün yok edilmesi bütün bir halkın yararınadır.
Burjuva devlet aygıtı, bugün, teknik olanakları ve donanımıyla daha fazla “mükemmel”leşmiştir. Devlet gücü olağanüstü merkezileşmiş, devlet cihazı tekelci burjuvazinin artan egemenliğine uygun olarak daha fazla yetkinleşmiştir. Devlet makinası bütün kapitalist ülkelerde bürokratik askeri bir mekanizmadır.

DEVLET ÜZERİNDE BAZI TARTIŞMALAR VE DEVLETİN SINIF KARAKTERİNİN DEĞİŞMESİ
Devlet üzerine tartışmalar tarihin eski dönemlerine dek uzanır. Eflatun (Platon) başında “filozof kral”ın bulunduğu şehir devletini “erdemin en üst biçimi” sayardı. Ona göre halk, bilge düzeyinde olamayacağı için yönetim işlerinden uzak tutulmalıydı. Luther ve Hegel gibi, devleti tanrı iradesi katına yücelten, bu “ilahi irade”nin yeryüzündeki görünümü sayanlar olduğu gibi, “devletin bekası” sözleriyle sınıf çıkarlarına’ dokunulmazlık zırhı geçirenler de eksik olmamıştır. Hegel, devleti Tanrının, “mutlak Tin”in yeryüzündeki temsilcisi, tanrı iradesinin aracı sayardı. Ona göre en son ve en ideal devlet Prusya krallığı idi. Tarihsel gelişme böyle olmadığını tanıtladı. Prusya devleti, o “en ideal” ve “sonsuz” tarihin gerisine düştü ve aşıldı. Tarihsel hareketin önünü kesmeye çalışanların fazla şansı olmadı. Fukuyama’ya göre liberal kapitalizm, sonsuzca yaşayacak bir toplumsal sistem ve onun devleti de, yerine başkasının geçmesi olanaksız en ideal devlettir. Fukuyama böylece, liberal devleti bir bakıma tarihin sonu ve dünyanın tüm ulusları ve topluluklarının tek seçenekleri olarak sunar.
Devletin bu tür ele alınması, onun sınıf karakteri ve toplumsal işlevini gizlemeye hizmet etmiştir. Kuşkusuz devlet, toplumsal insanın “bir örgütlenme modeli”dir de. Toplum halinde yaşayan insanın yaşamına, üstten müdahalenin bir aracı. Kral ve imparatorlar, “devlet benim” dediklerinde bir biçimde gerçeği dile getiriyorlardı. Devlet kavramı, siyasal iktidarın sınıf dayanağından soyutlanarak “tüzel kişilik” kazanmasına bir korunak sağlamıştır. Burjuvazi bundan yararlanarak siyasal iktidarını gizleme, iktidarını tüm toplumun çıkarlarının zorunlu aracı ve doğal biçimi olarak sunma olanağı bulmuştur.
Ancak, devleti vazgeçilmez ve ebedi bir amaç olarak görenler, onun, toplum-üstü görüntüsünü, kesin sınıfsal muhtevasının örtüsü haline getirirken, bürokratik militarist aygıtın toplum karşısında kazandığı ayrıcalığı da kaçınılmaz ve zorunlu saymaktadırlar.
Burjuva propagandasına göre komünizm ve faşizm totaliter sistemler olarak devlete aşırı bir önem atfederken, liberalizm hoşgörülü, çoğulcu parlamenter sistemi ve demokratik bir devleti kurmuş oldu. Burjuva liberalizmi ve burjuva demokrasisinin sınırlılığının, biçimselliği ve ikiyüzlülüğünün, sınıf ilişkileri ve çatışmaları karşısında devletin oynadığı rol tarafından ve her seferinde yeniden kanıtlanması, bunun bir yalan olduğunu gösterir.
Burjuva politikacıları, yazar ve iktisatçıları, burjuva devletini, onun faşist ve “demokratik” biçimlerini savunur ve devletin tüm halkın hizmetinde olduğu yalanını sürdürürlerken, hemen her koşulda komünizme saldırmaya özel bir önem verirler. Gerici burjuva demagojisine göre, faşizm ve komünizm, kitleler için aynı ölçüde tehlikelidir ve bu tehlikeli akım ve devletler artık tarihe karışmışlardır.
Böylece onlar, hem tarihi çarpıtarak, hem de tekelci sermayenin tüm halk ve uluslara düşman faşist siyasal sistemi ile sömürü ve baskının, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalktığı gerçek bir özgürlük toplumu olan komünizm arasında zorlama bir bağ kurarak kitleleri aldatmaya çalışıyorlar.
Faşizmin tarihe karıştığı savı bir aldatmacadan ibarettir. Faşist devletlerin bir kısmı hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Güney Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde askeri diktatörlüklerin son birkaç yıl içinde yıkılması, bazılarında Pinochet türünden askeri faşist şefler geri çekilse bile kurdukları sistemin işlemeye devam etmesi, bu iddiayı yalanlayan kanıtlardır. Siyasal akım olarak ise faşizm bir tehlike ve tehdit olmaya devam ediyor. Belli başlı Avrupa ülkelerinin tümünde faşist ve Nazi güçleri gizli-açık örgütlenmelerini sürdürüyorlar. Faşizm, emperyalizmin demokrasi düşmanı siyasal gericilik eğilimi tarafından beslenmektedir. Bütün faşist diktatörlüklerin emperyalistler tarafından desteklendikleri, emperyalizm desteğinde ayakta kaldıkları, halkların büyük acılar pahasına edindikleri bir tecrübe oldu. Salt bu olgu bile emperyalizm ve tekellerin egemenliği sürdükçe, faşizm tehdidinin yok olmayacağını tanıtlar.
Komünizm, bir toplumsal sistem olarak kuşkusuz henüz yok. Ama işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin komünizme kadar genişleyeceği yönündeki düşüncelere maddesel temel oluşturan toplumsal gelişme, bu düşünceyi daha fazla güçlendirecek biçimde olgunlaşmaya devam ediyor. Komünizmin tarihe karıştığı yönündeki düşünce bir burjuva temennisidir. Tarih bugüne dek, komünizmin ancak alt aşamasına; kapitalizm tarafından kuşatılmış ve kaçınılmaz olarak – kapitalizmin etkilerinin var olmaya devam ettiği sosyalizme tanıklık etti.
Komünist bir “devlet” henüz tam olarak tarih sahnesine çıkmadı. Paris proletaryasının Komün deneyi saklı tutulduğunda, işçi sınıfının, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, burjuva diktatörlüğünü parçalayıp yıkması ve yerine kendi devrimci sınıf iktidarını kurması ve bu ülkelerde sosyalizmi inşaya girişmesi bu yönde atılmış bir ön adımdı yalnızca. İşçi sınıfının bu yöndeki çabası ve eylemi bir yandan uluslararası burjuvazi tarafından; diğer yandan komünist partisi içinde ortaya çıkıp yönetimi ele geçiren yeni bürokrat burjuvazi tarafından kesintiye uğratıldı. Ancak her şeye karşın, sosyalizm mücadelesi devam ediyor ve toplumsal gelişme burjuvazinin sonunu hazırlıyor.

BURJUVA DEVLETİ
Burjuva devletini fetişleştirenler, devletin sınıf karakterini, bir sınıfa ait oluşunu gizlemeye; onu tüm toplumun hizmetindeki bir araç olarak sunmaya özen gösterirler. Bunlara göre devlete mutlak itaat gereklidir. Devlet iradesi en üst, en yüksek yasa niteliğindedir ve ona uyulmalıdır. Bu görüş, ezilen sınıflara yapılmış bir boyun eğme önerisidir. Ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve kesimlere, burjuvazinin sınıf çıkarlarınca belirlenen siyasal iradesine tam bir teslimiyet isteğidir bu.
Burjuva devletinin, tüm toplumun çıkarlarının savunulması ihtiyacından doğduğu ve bu aynı ihtiyaç nedeniyle devamının gerektiği savı, bir burjuva yalanıdır. Burjuvazinin siyasal egemenliğinin temelinde, onun üretim araçları özel mülkiyetine dayanan ekonomik egemenliği vardır. Burjuva devleti, bugünkü üretim ilişkilerinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükselir ve onun görevi son tahlilde bu temel tarafından belirlenen tüm hukuki, felsefi, kültürel, ahlaki vb. ilişkilerin korunmasıdır.
Burjuva devlet, burjuvazinin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganında ifadesini bulan politik taahhüdünün, sınıf farklılıkları ve sınıf çelişkilerinin üzerini örten, bu çelişki ve farklılıkları uzlaştırma işlevini ezen ve sömüren sınıf yararına üstlenmiş bir araçtır. Modern sanayi toplumunun devleti, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumsal sistemin üst yapısını oluşturur. Bürokratik-merkezi yapısıyla hukuktan eğitime ve sosyal alana kadar tüm toplumsal ilişkileri düzenleme rolünü üstlenmiştir. Bu düzenlemeyi, modern burjuva devleti, doğal olarak kapitalistler sınıfı yararına; burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına uygun olarak gerçekleştirir. Kapitalist gelişme sürecinde ulus devlet olarak ortaya çıkması, burjuvazinin, “tüm ulusun temsilcisi” savıyla öne çıkmasını kolaylaştırmıştır. Ancak kapitalizmin tekelci aşamasında genel olarak burjuva sınıfın egemenliğinden tekelci burjuvazinin egemenliğine geçilmesi, devletin sınıf temelinde de daralmaya yol açmıştır.
Liberalizm yanlıları, burjuva devletin “demokratik” yapısına kanıt olarak yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasını gösterirler. Yasal çerçevede ve görüntüde böyle bir “ayrılma”nın olduğu doğrudur. Özellikle emekçi kitleler içinde bir yanılsama yaratmak, buna dayalı güven ve inandırıcılık sağlamak amacıyla bu görüntüye önem verilir. Ama bu yalnızca görüntüdedir. Daha da önemlisi, burjuva devlet örgütlenmesinde, toplumsal yapının “düzenlenmesinde” yasama ve yürütme değil; ordu, polis ve yargı esas kurumlan oluşturmaktadır. Kararlar ve planlar önce kulislerde, askeri ve siyasi karargâhlarda tezgâhlanır. Meclise görüntüyü kurtarma ve belirlenmiş çerçevede uygulamalara yasal meşruluk kazandırma görevi verilmiştir.
Burjuva diktatörlüğü, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale eder ve bunu “düzen sağlama” olarak gösterir. Burjuva hukuku ve yargı sistemi ise, üretim ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmayıp, egemen sınıfların çıkarları tarafından belirlenir. Hukukun tüm temel yasaları bu sınıfların çıkarları gözetilerek hazırlanır ve uygulanırlar. Türkçe “adalet mülkün temelidir” sözüyle ifade edildiği üzere, burjuva adaleti ile kapitalist özel mülkiyet sistemi arasında koparılamaz ve belirleyici nitelikte bir bağ vardır. Burjuva hukuk kurallarının çerçevesini çizen, burjuvazinin sınıf egemenliği ve bunun gerekleridir. Hukuksal eşitlik biçimseldir ve bu yasalara tam itaati sağlamayı ve kitle muhalefetini düzen sınırları içinde tutmayı hedefler. Sermayenin, özellikle de tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlenen ilişkiler, yargı sistemine de genel bir çerçeve çizer ve yargı, bu ilişkiler temelinde belirlenen hukuksal çerçevede burjuvazinin sınıf çıkarlarına uygun olarak işlevini yerine getirir.
Burjuva bürokratik militarist aygıtının özsel özelliğinin, devletin iç güvenlik, dış politika, savunma, yargı, vergi toplama, genel mali ve para politikalarını belirleme dışındaki alanlardan ve sağlık, eğitim, bilim, kültür, iletişim vb. alanlardan çekilmesi durumunda değişebileceği ve “demokratik ve sivil” bir toplum yapısının oluşturulabileceği yönünde, bazı burjuva politikacı ve iktisatçılarınca ileri sürülen ve bazı reformcu aydınlar tarafından da propagandası yürütülen düşünceler de doğru değildir. Bu tür düşünceler her şeyden önce, bürokratik militarist aygıtın toplumsal işlevini göz ardı etmekte, ya da bilinçli olarak görmezden gelmektedir.
Kapitalist sömürünün ve kapitalist rekabetin göz ardı edilmesiyle bu dayanaksız sav ileri sürülüyor. Bunlar, “yerel” ya da “yerinden yönetim” uygulamasıyla siyasal liberalizmin gelişeceğini varsayarak, ileri sürüyorlar ki, tarihsel sürecin kendisi bunun aksini tanıtlamaktadır.
Modern devletin yönetici kadrosu burjuva sınıfın ortak işlerini yürüten “bir komitedir. Burjuva devleti, kitlelerin çıkarlarına yabancılaşan ve tekelci burjuvazinin, borsa simsarlarının, tefecilerin çıkarlarının aleti olan, onların halk kitlelerini sömürmelerinin aracı olan örgütlü bir güçtür.
Burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtı aracılığıyla “sosyal barış” sağladığı da doğru değildir. Kuşkusuz burjuvazi (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi), sınıf çatışmasını kendi yararına bastırmak, proletaryanın devrimci kalkışmasını engellemek için “sosyal barış” propagandası yürütmekten, koşulları uygun gördüğünde bu yönlü kimi adımlar atmaktan, sosyal haklar alanındaki bazı uygulamalarla işçi ve emekçiler içinde, burjuva devletinin “tüm toplumun hizmetinde olduğu” izlenimi yaratmaya çalışmaktan geri durmamış; bu politikaya, sosyalizme set çekmek üzere özel bir önem vermiştir. Ama kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının acımasızca sömürülmesi ve yığınların baskı altında tutulması nedeniyle sosyal barış olanaklı değildir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına bağlı olarak günümüzde sınırlan iyice daralmış küçük bir azınlığın çıkarlarının tüm topluma egemen kılınmasının aracından başka bir şey olmayan devlet makinesinin, sınıf uyumu sağlama ve sınıf farklılıkları ve farklı sınıf çıkarlarının üstüne çıkma gibi bir işlevi de yoktur. Çünkü devlet, tüm toplumsal sınıflar karşısında, bu sınıflardan bağımsız bir oluşum değil; sömürücü egemen sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin aracıdır. Burjuvazinin, “sınıf ve zümre iktidarına karşı” söyleminin pratikte hiçbir değeri yoktur. Bu olsa olsa, ezilenleri aldatmak üzere başvurulan, ancak pratikte burjuva baskı makinesi tarafından sürekli boşa çıkarılan bir burjuva yutturmacası, bir demagojidir.
Burjuva demokrasisini “halk idaresi” olarak reklâm edenler, buna bir de “katılımcı demokrasi” perdesi asmaya; halk kitlelerine, ancak birkaç yılda bir kendilerini burjuvazi adına yönetecek düzen partilerinden birini seçme hakkı tanıyan genel oy sistemini demokrasi olarak göstermeye çalışıyorlar.
Oysa sınıflı toplumlarda, sınıfların politik örgütlenmesi ve politik tutumu, bu sınıfların üzerinde şekillendikleri üretim ve değişim tarzından; bunun oluşturduğu üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Aksine bütün üstyapı kurumları son tahlilde üzerinde yükseldikleri üretim, değişim ve bölüşüm ilişkileri tarafından belirlenirler. Üretim araçları mülkiyetinin tüm toplumun değil, ama azınlık burjuva kesimin elinde bulunduğu kapitalist sistemde, halk kitleleri parlamento seçimlerine katılmakla demokratik bir sistemi kurmuş olmamaktadırlar. Bu tür bir katılım, ancak burjuva sınıf yönetimine biçimsel demokratik bir görüntü sağlayabilir ve zaten burjuvazinin istediği de budur.
Burjuva propagandası, bugünkü devleti, maddi, sosyal ve kültürel olanakları ve birikimi “adil bir biçimde paylaştıran bir refah devleti” olarak gösterirken de aynı ikiyüzlülüğü sürdürür. Oysa bunun olanaksızlığı sosyal pratik tarafından her gün ve her saat yeniden tanıtlanmaktadır. Adil paylaşım bir yana, insanca yaşam için mücadele edenlerin, hain ve bozguncu olarak ilan edildiği ve şiddetle bastırıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Burjuva devletinin bugünkü yapısı ve niteliği, onun gördüğü işlev, sermaye tekeline uygun olarak, -bütün burjuvazinin çıkarlarını kollamakla birlikte-, tekelci sermayenin çıkarlarıyla uyumlu hale gelmiştir. O, bugün, gerçekte tekelci bir azınlığın oligarşik diktatörlüğüne dönüşmüştür ve kaçınılmaz biçimde toplumsal dayanakları daha fazla daralırken, baskıcı niteliği artmıştır.

KAPİTALİZM, KENDİSİNİN VE BURJUVA DEVLETİN SONUNU HAZIRLAR
Kapitalist üretimin genişleyen yeniden üretim sürecinde, kapitalist toplumun sonunu hazırladığını; proletaryanın şahsında kendi mezar kazıcısını yarattığını, Marx ve Engels, kapitalist ekonominin tahlili ile ortaya koydular. Onlar, sermayenin yok oluşunu hazırladığını, sermayenin birikiminin, küçük üreticinin mülkten arınmasına; dolaysız üreticinin mülksüzleştirilmesine, yani kişisel çalışmaya dayanan özel mülkiyetin yıkılmasına dayandığını gösterirlerken, sürecin burada kesilmediğini, üretim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler ile emek-gücünün sahibi proletarya arasındaki çelişkinin, bütün önlemlere ve genişleyen yeniden üretimin yol açtığı tüm değişikliklere karşın, kapitalizmi yıkıma sürüklediğini de ortaya koydular. Kapitalist gelişme bir yandan bireysel emek araçlarına sahip emekçiyi bu araçlardan ayırarak, onun emek araçlarını sermaye durumuna; emekçinin kendisini de proletere dönüştürürken, diğer yandan iş bölümü ve rekabet sonucu, emekçiyi sömüren kapitalistlerin bir kesimini de topraktan ve diğer üretim araçlarından ayırarak, onları mülksüz sınıfların içine iter.
Marx, bundan sonraki süreci şöyle açıklamaktadır: “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. İş sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Kapital 1. cilt; sf. 782)
Gelişmenin, tarihsel ve materyalist özetidir bu. Toplumsal gelişmenin yasaları uyarınca, henüz ortaya tüm verileriyle çıkmasa da, ön verilerden hareketle sermaye tekelinin, sermaye düzeninin çanını çalacak koşulları yaratacak biçimde gelişmekte olduğunun ortaya konmasıdır. Sermaye tekelinin, uluslararası alanda ulaştığı bugünkü düzeyini, onun yok oluşunun yaklaşmasına değil de, kapitalizmin yıkılmazlığı ve sonu gelmeyen bir toplumsal sistem olmasına yoranlar, eğer alık değillerse, bilinçli şarlatanlardır. Üretim araçlarının, üretimin ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalizmin temel çelişmesini, onun kapitalist kabuğunu parçalama noktasına dek geliştirmiş, keskinleştirmiştir.
Engels’in deyişiyle, “Marx, yalnızca tarih aracıyla tanıtlar.” Bireysel küçük işletmenin evriminin küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmelerinin koşullarını yaratması gibi; kapitalist üretim biçimi kaçınılmaz şekilde kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları öylece yaratmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları yaratması, bununla bağlantılı biçimde burjuva diktatörlüğünün parçalanması, yıkılması ve yerine proletaryanın sınıf iktidarının; proletarya diktatörlüğünün kurulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması burjuva diktatörlüğünün toplumsal temelini daraltmış ve onun yıkılışını kolaylaştıran bir etken haline gelmiştir.
Kapitalizmin durmaksızın işleyen iç yasaları ve sömüren ile sömürülen sınıflar arasındaki çelişki, kapitalizmin sonunu hazırlayan toplumsal temeli ve bu ten\el üzerinde harekete geçerek, sömürücü egemen sınıfa son darbeyi vuracak devrimci sınıfı hazırlar. Üretimin toplumsal karakteri ve üretici güçlerin kapitalizm koşullarında gelişebileceği yere kadar büyük bir artış göstermesi, üretim araçlarının özel mülkiyetini giderek daha fazla gereksizleştirir. Kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin daha ileri düzeyde gelişmesinin engeline dönüşür. Bu engelin parçalanması, üretici güçlerin gelişmesinin önünün açılması; üretimin toplumsal karakterine uygun biçimde, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetinin sağlanması bir zorunluluk haline gelir. Onları mülkiyetinde tutan sömürücü sınıf, toplumsal gelişmeyi sınırlayan, toplumun sırtında yük oluşturan gereksiz bir güç haline gelmiştir. Ondan kurtulmak toplumsal bir ihtiyaçtır artık. “Ekonomik evrim, ayrıklamasız ve acımasız kendi yolunu açar”ken, kapitalist sınıfın yok oluşunu hazırlar ve bununla birlikte onun siyasal sınıf egemenliğinin, onun aracı olan devlet makinesinin kırılıp yok edilmesinin koşullarını da olgunlaştırır.
Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti arasındaki çelişki, kendini sınıfsal planda, proletarya-burjuvazi çelişkisi olarak gösterir. Üretimin toplumsal karakteri, üretim araçları mülkiyetinin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini bir ihtiyaç haline getirir ve dayatır. Tekelci ve kapitalist devlet mülkiyeti bu ihtiyaca karşılık olmak üzere gündeme girer. Burjuva devleti, önemli tüm ekonomik sektörlerde merkezi bir tekel konumuna gelir.
Kapitalizmin özel ürünü olarak tarih sahnesine çıkan, kapitalist üretim sürecinde zorunlu olarak birlikte çalışmayı ve yaşamayı öğrenen proletarya, örgütlü mücadele içinde deneyim kazanmış bir sınıf olarak, toplumun sırtındaki asalak burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini ortadan kaldırmalıdır!
“Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. Devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini, önce, posta, telgraf, demiryolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.
Eğer bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe, işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, onları da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.
Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak kapitalist bir makinedir; kapitalistlerin devleti, soyut kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.” (age, sf. 441)
Proletarya, üretim araçlarını toplumsal mülkiyete geçirerek, kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının ilk ve en önemli adımını atar. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ifade eden bu adım, emek ürünlerinin, üretim araçlarının ve toprağın “toplumsal mülkiyet temeli üzerinde” herkesin (her bireyin) mülkiyeti haline gelmesidir bu. Artık herkesin yeteneği ölçüsünde üretime katılması, zihni-entelektüel ve fiziki gelişme olanaklarını bulmasının toplumsal temeli yaratılmıştır. Marx’ın deyişiyle bu yeni toplum, “ortak üretim araçlarıyla çalışan ve tasarlanmış bir plana göre, çok sayıdaki bireysel güçlerin tek ve aynı bir toplumsal emek-gücü olarak harcayan bir özgür insanlar birliği”dir. Yeni ve sömürüşüz toplumun kurulması, bir sınıf egemenliği aracı olarak işlev gören eski tür bir devleti de gereksizleştirmiş, devlet, proletaryanın elinde, yeni toplumu inşada düşmanına karşı bir baskı aracı olarak kullanacağı ve sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasıyla birlikte sönüp yok olacak yeni tür bir devlet işlevi kazanmıştır.

DEVLET GERÇEĞİ VE SONUÇ
Devlet, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi ihtiyacından doğan, ancak zamanla toplumun çoğunluğuna karşı, azınlık bir kesimin çıkarlarını savunmanın aracı olarak şekillenen bir örgütlenmedir. Devlet toplum için değil, bir sınıf için; üretim araçları mülkiyetini ellerinde tutan sınıfın çıkarlarını toplumun geri kalan çoğunluğuna karşı korumak için vardır. Devleti oluşturan askeri-siyasi-mali bürokrasi ayrıcalıklarla donanmış bir kast olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kast, ekonomiden politikaya, sosyal yaşamdan kültürel hukuksal alana kadar tüm toplumsal yaşam üzerinde zora dayalı bir denetim kurmuştur. Burjuva devleti, bütün işi “yönetme” olan profesyonel idareciler kastını toplumun üzerine çıkarmıştır. Egemen sınıf adına bu kast tarafından tüm toplum siyasal-askeri baskı altında tutulur.
Bugün burjuva devleti, bağımlı ve geri ülkelerde, aynı zamanda uluslararası mali sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin bu ülke halklarını sömürme ve egemenlik altında tutmalarının aracı ve dayanağı durumundadır. Emperyalist gericiliğin uluslararası baş jandarması ABD, İkinci Savaş sonrasından başlayarak hemen tüm kapitalist ülkelerde yarattığı kontra örgütlenmesiyle, işbirlikçi burjuvazinin sınıf egemenliğine uluslararası bir dayanak sağlamaktadır. Sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, bağımlı ülkelerde, burjuva “ulusal” devleti bir kuklaya dönüştürürken, bu devletlerin içte halk kitlelerine karşı, sermayenin “enternasyonal” gücünden yararlanmasını da olanaklı kılmaktadır.
Üretimin toplumsal karakterine uygun olarak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasıyla; üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki uyum temeli üzerinde, sömüren ve sömürülen sınıf olarak sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok olmasıyla; bununla birlikte, baskı altında tutulacak bir gücün kalmaması ve çalışmanın bir yaşam zevki haline gelmesi ve herkesin gereksinimi kadar tüketmesini olanaklı kılan üretim bolluğunun gerçekleşmesiyle, devlet de gereksizleşecektir. Sınıf ayrılıkları kalkıp, bütün üretim toplumun elinde toplandığı zaman “devlet gücü siyasi karakterini kaybeder.”
Sınıfların ortadan kalkmasına geçiş için “devletin ihtilalci amaçlarla kullanımı (proletarya diktatörlüğü, eski mekanizmayı parçalamak; burjuvazinin direncini ezmek; bütünüyle demokratik mahalli idareleri silahlanmış ve merkezileşmiş proletarya vasıtası ile birleştirmek ve birbirine bağlamak)” gerekmektedir. (Lenin)
Proletarya devleti, devletten devletsizliğe geçişi ifade eder. İlk kez o, toplumun büyük çoğunluğu için demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirir ve devletin giderek sönmesinin koşullarını hazırlar. “Komünist toplumun gelecekteki devleti” (Marx), artık gerçek anlamda bir devlet değildir.
Proletarya hazır devlet cihazını teslim alıp kullanamaz. Aksine o, mevcut burjuva devlet cihazını parçalayarak, kendi demokratik devletini; yani proletarya diktatörlüğünü kurmadan, sınıf egemenliğini gerçekleştiremez. Kapitalizme ve burjuvaziye karşı zafer için, burjuva “bürokratik askeri cihazı parçalamak”, işçi sınıfının ilk büyük devrimci girişkenliğinden bu yana, her gerçek halk ihtilalinin ön koşulu haline gelmiştir.
Engels, proletarya devletinin, sömürücü sınıfların devletinden farkını belirtirken şunları yazıyordu: “… Sadece mücadelede, ihtilal sırasında, sınıf düşmanlarını zorla baskı altında tutmak için kullanılan, geçici bir kurumdur ve özgür halk devletinden bahsetmek tamamen saçmadır. Proletarya devleti henüz kullandığı sürece (altı Engels tarafından çizili), onu özgürlük için değil, fakat kendi düşmanlarını sindirmek için kullanır ve özgürlükten bahsetmek mümkün olur olmaz, bu sıfatı ile devletin varlığı son bulur. Bu yüzden her yerde devlet sözcüğünü Fransız sözcüğü ‘Komün’ün anlamını yeterince taşıyabilecek güzel ve eski bir Alman sözcüğü olan Gemeinwesen ile değiştirmeyi teklif edeceğiz.” (Engels’ten aktaran ve altını çizen Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 30) Lenin, “proletaryanın parlamenter değil, fakat ‘çalışan, yasama ve yürütme yetkisi olan’ temsili organlarının yaratılması”ndan söz etmektedir.
Komün, proletaryanın devlet iktidarının, onun sosyalist cumhuriyetinin “bir biçimi” idi. Diğer bir “özel biçim” Sovyetler olarak ortaya çıktı. Komünün yaptığı işler, proletarya devletinin gerçekte nasıl bir örgütlenme olması gerektiği hakkında önemli bir deneyim sağladı ve işçi sınıfının büyük düşünürleri, bu deneyden hareketle proleter devlet teorisini geliştirdiler. Buna göre; a) daimi ordunun kaldırılması, yerini silahlı halkın alması, tüm halkın silahlı gücünün seferber edilmesi, b) kamu işlerinin, doğrudan halk tarafından seçilen, görevinden sorumlu ve gerektiği her an görevinden geri alınabilen görevlilerce yürütülmesi; c) bütün görevlilerin işçilerle aynı ücreti almaları, “üst makam”dakilerin ayrıcalıklarının kaldırılması, adli işlerin özel bir ayrıcalık olmaktan çıkarılması ve böylece ayrıcalıklı bir durumun doğmasına izin vermeme, mevki avcılığı ve kariyerizmin engellenmesi böyle bir devlet örgütlenmesinin koşulu idi.
Burjuvazi, proletaryanın ihtilalci girişkenliğini engellemek için, yalnızca şiddete başvurmaz, bununla birlikte, “hasmı arka tarafından yıpratabilmek için hazırlanmış bir strateji uygular.”(Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 65) Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, 1831 Lyon ayaklanması ve ardından 1848 Paris ayaklanmasıyla yeni bir sürece girdi. Büyük sanayideki gelişmeyle birlikte, bu çelişki Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuvazinin ve burjuva iktisadının sermaye ile emek; burjuvazi ile proletarya arasındaki eşitlik üzerine ve özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu sağlanacağını ileri sürdüğü “evrensel uyum” ve “evrensel refah” üzerine öğretileri, bizzat bu çelişme tarafından gitgide daha açık biçimde yalanlanıyordu. Gerçek böyleyken, burjuvazinin sınıf sözcüleri, işçi sınıfından ve burjuvaziye karşı mücadelesinden söz edilmesini, sisteme karşı işlenmiş bir suç saymaktaydılar. Bu propaganda yeni unsurlarla desteklenerek bugün de sürdürülüyor.
Proletaryanın öncü kesimleri, proletarya devrimlerinin deneylerini, proletaryanın “ilk teşebbüslerinin yetersizliklerini” dikkatle incelemek zorundadırlar. Kapitalizme karşı mücadelenin başarıyla sürdürülmesi ve kesin zafer için bu gereklidir.
Proletaryanın, sınıf düşmanına karşı başarılı bir ihtilali hazırlayabilmek için tarihinin bilincini de edinmesi gerekmektedir. Bu ise, sınıf mücadelesinin, doğanın ve toplumsal hareketin yasalarının bilgisinin yanı sıra, burjuvaziye karşı mücadelesinde aldığı yenilgileri de doğru biçimde irdeleme gücü göstermesine bağlıdır. Burjuvazi, sınıf iktidarı için hiçbir barbarlıktan geri kalmayacağını Paris Komünü sırasında gösterdi. Sonrasında da gelişen ve gerçekleşen her halk devrimine karşı sermayenin uluslararası tüm güçleri birleşik bir saldırı yürüttüler.
Uluslararası mali sermayenin emrindeki ideologlara; burjuva tarihçileri ve politikacılarına bakılırsa, işçi sınıfının ve sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin ebedi yenilmezliği ve son toplumsal sistem olduğunu tanıtlamıştır! “Sınıfsız ve sömürüşüz toplum” özleminin bir hayal olduğu üzerine alçakça propaganda yürütenler, yeni bürokrat burjuvazinin, “işçi sınıfı adına”, ancak burjuva bir kastın egemenlik aracına dönüştürdüğü “sosyalist devleti” kanıt olarak göstermektedirler. Elbette Marksist teoride öngörülen sosyalist proletarya diktatörlüğünün Kruşçevci bürokrat burjuva diktatörlüğünden farklı olduğunu, burjuvazinin bu uşakları da bilirler.
İşçi sınıfının Sovyetler Birliği deneyi ve sosyalizmin inşa pratiğinden çıkaracağı sonuç ise, kuşkusuz farklıdır: Toplumsal zenginliğin üreticisi sınıf olarak proletarya, sömürünün tasfiye edildiği bir toplumsal sistemi kurabileceğini ve buradan, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı ve herhangi bir baskı örgütlenmesine gereksinimin kalmayacağı komünizme varma olanağının bulunduğu sonucunu çıkarmazsa, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinde kesin zafere ulaşamaz.
Bütün saldırılara karşın, proletarya (kır ve şehrin diğer emekçilerini de yanına alarak), burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü parçalayarak, onun iktidarını yıkmış ve yöneten bir sınıf olarak örgütlenerek yeni bir devleti (proletarya diktatörlüğü) ve yeni bir toplumu (sosyalizm) kurabilmiştir. İşçi sınıfı, bunu başaracak güce ve yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir. O halde, proletaryanın tüm ülkelerdeki kolları, Sovyetler Birliğinde yaşananın kendi tarihleri olduğunu bildikleri ve ondan öğrendikleri oranda ileriye doğru yürüyeceklerdir.
Politik sınıf ilişkilerinin esasını iktidarın kimin elinde olacağı ve nasıl kullanılacağı oluşturur. Özel mülkiyetin üzerinde yükselen politik bir sistemde, bu sistem ne denli “demokratik” olursa olsun, “adil bir paylaşımı” ve hukuksal alanda “eşit haklar” olanaklı değildir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanlar, bu mülk sahipliğini sürdürmeyi esas amaç olarak benimsemişlerdir. Devletin tüm kurumları; ordu, polis, yargı ve diğerleri; tümü tekelci kapitalist azınlığın yararını korumakla görevlidirler. Devlet yetkililerinin, işçi ve emekçi kitlelerden sürekli fedakârlık istekleri nedensiz değildir. Onlar tekelci sermayenin işlerinin yürütücüleridir. Ayrıcalıklı durumlarını sürdürmek için bugünkü sömürü düzenini koruyan siyasal aygıtın ayakta kalmasını isterler. Halk kitlelerinden ve tek tek bireylerden, devlete mutlak biçimde itaat istenerek; “devletin ezelden ebede bir doğal otorite olduğu” sanısı yaratılarak, bu ilişki tarzı ve sömürü sistemi sürdürülmeye çalışılıyor.
Bugünün en önemli taleplerinden biri de bütün devlet görevlilerinin, halka karşı, yaptıkları her işten sorumlu tutulmaları ve işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmalarıdır. İşçi sınıfının ileri kesimleri başta olmak üzere, proletarya ve emekçi kitleleri, burjuva diktatörlüğünün sınıf düşmanı karakteri ve işlevi hakkında tam bir netliğe ulaşmadıkça, burjuva ideolojik-politik kuşatmayı aşmaları oldukça zordur. Her somut durumdaki toplumsal gelişmeleri ve sınıf ilişkilerindeki değişmeleri doğru değerlendirmek ve buna uygun ve hareketi ileriye götüren siyasal taktiklerin başarıyla uygulanması da ancak bu durumda mümkün olabilecektir.
Gördük ki, her devlet bir sınıf devletidir. Kapitalist toplumda devlet, hangi biçimi alırsa alsın ve hangi ad altında iş görürse görsün, o gerçekte işçi ve emekçiler üzerinde, burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazinin) baskı ve egemenlik aracıdır. Proletarya, kendisiyle birlikte tüm toplumu sömürüden ve baskıdan kurtarmak için öncelikle bu baskı makinesini kırıp-parçalamak zorundadır. Devlete sahip çıkma ve devleti tüm topluma ait sayma anlayışları her şeyden önce işte bu gelişmeyi engelleme amacı taşımaktadır.

Mart 1998

İlhakçı “yenilenme”ye liberal yedeklenme

“Türkiye, içinde bulunduğumuz tarihi süreç içinde, yeni bir Kürt politikası oluşturuyor. Türkiye’nin çıkarlarıyla Kürtlerin her bakımdan çıkarları birbiriyle çatışmıyor, tam tersine uyum gösteriyor.”
Siyah-gri zemin üzerine beyaz renkli bu iki cümle, Orhan Miroğlu’nun AKP koordineli bir yayın organında, “Yeniden Ortadoğu, Yeniden Kürt-Türk İlişkileri” başlığıyla kaleme aldığı makalesinin ‘ana fikri’ni oluşturuyor.  Bu yaklaşım, “Herşey Bitti, Ana’ya Söyleyin” belgesel romanıyla Kürt özgürlük mücadelesinin acılı sayfalarına tanıklığı geniş bir okur kitlesinin “vicdanı” ile paylaştığında, belirli bir ilgiyi haklı olarak gören bir Kürt aydınının “şahsi görüşü” sınırlarında kalsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki, “nereden nereye?” sorusuna muhatap olmakla birlikte üzerinde özel olarak durmayı gerekli kılmayabilirdi. Ama biliyoruz ki, Miroğlu’nun seslendirdiği görüş, GÜNSİAD tüzel kişiliği altında toplanan ‘Kürt işadamları’ başta olmak üzere, sermaye ve mülk sahibi Kürt üst kesimleriyle liberal Kürt çevrelerinin de çeşitli şekillerde ve sık sık dile getirdikleri bir görüştür. Bu da, bu görüşün, hem Kürt sorununun halk yararına çözümü, hem de Türk ulusundan ve çeşitli etnik kökenlerden işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin ihtiyaçları bağlamında irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Bunun için, Türkiye’nin “yeni Kürt politikası”nın a-) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çıkarlarıyla ve b-) Kürtlerin “her bakımdan çıkarları”yla bağına; bu politikanın muhtevasına bakmamız gerekiyor.

“YENİ KÜRT POLİTİKASI” VE “TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARI”
AKP Hükümeti tarafından izlenen Kürt politikasının, devletin ve Türkiye hakim sınıflarının politikası olarak;  ‘Türkiye’nin çıkarları’yla bağlı bir politika olarak şekillenmiş olması ‘gayet doğal’dır! Türkiye ‘çapında’ bir devletin herhangi iç ve dış politikası, onun “kendi çıkarları”ndan büsbütün bağımsız olamaz. Ancak, ulusal ve sınıfsal sorunların ve ilişkilerin, herhangi bir devletin –ve ülkenin– sınırları içindeki gelişmelerle bağlı bir kapsamın dışına çıkarak, uluslararası güç ilişkileri, etkenler ve gelişmelerin etkisine de bağlanmasının üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçti. Uluslararasılık günümüzde dolaysız ve dolaylı biçimleriyle daha fazla belirgin hale gelmiştir. Buna ek olarak ve özgül bir durum da teşkil ederek, Kürt sorunu, Kürtlerin birden fazla bölge ülkesindeki varlığı ve mücadelesi tarafından aynı zamanda bölgesel düzeyde uluslararası bir soruna dönüştürülmüştür. Bu demek oluyor ki, Kürtlerin ve Kürt sorununun varlığı-yokluğundan bağımsız olarak, kapitalist uluslararasılaşmanın sınıfsal ve ulusal sorunları ‘devlet içi sorunlar’ sınırını aşkın hale getirmesi ile birlikte, Kürtlerin birden fazla ülkedeki ezilen ulus konumu, soruna ilgiyi ve sorunun çözümünün ‘tarafları’nı genişletmiş; devlet politikasının, aynı zamanda bu uluslararası güç ilişkileri bağlamında, farklı çıkarlara bağlanan bir politika olarak şekillenmesi/belirlenmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Buradan en asgaride iki sonuç çıkarılabilir: ‘Türkiye’nin çıkarlarına bağlanan ‘Yeni Kürt Politikası’, Türkiye’nin çıkarlarıyla sınırlı bir politika değildir; ve ikinci olarak bu politika Türkiye egemen sınıfıyla onun hükümeti/hükümetlerinin kendi başlarına belirledikleri/belirleyebilecekleri bir politika özelliği taşımamaktadır. Bölgesel siyasal ‘arena’da, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin ve İran başta olmak üzere Irak ve Suriye’nin adıyla Kürt sorununun çözümü üzerine tartışmaların yan yana değil iç içe geçiyor olmasının nedeni de, bu nesnel durum ve ilişkilerdir.
Türkiye’nin Kürt politikası, yeni olduğu ölçüde, tüm bu güçlerin bölgesel çıkar ve politikalarının etkisi altında şekillenen bir politika değişimi ve yenilenmesini ifade etmektedir. Bu politika, örnek olsun, Irak’ın ABD ve İngilizler başta olmak üzere Amerikan emperyalist “cephesi” tarafından işgal edilerek parçalanmasından, Suriye’de işbirlikçi çeteler aracıyla sürdürülen yıkım politikasından, İran’ın ve Türkiye’nin bölgenin etkin gücü olma hedefinden ve aynı nedenle emperyalist devletlerle içine düştükleri çelişkilerden soyutlanamaz. Rusya, Çin ve İran “ittifakı”nın, ABD-İngiltere-Fransa-Türkiye işbirliğinin, bölgenin zengin petrol ve doğalgaz yatakları ve enerji iletim yollarının denetimi üzerine rekabetinden bağımsız bir Kürt politikasının bölgede uygulanabilir olduğunu düşünmek, İsrail’in, Batılı koruyucularının koltuğu altında Filistin Arap halkı başta olmak üzere Araplara karşı izlediği politikanın, Kürtlere karşı politikasını olumlu ya da olumsuz yönde etkilemeyeceğini sanmak, abesle iştigal olur. Buradan, bir başka, ancak en azından ilki kadar önemli diğer sonuca ulaşabiliriz: Türkiye’nin ‘yeni Kürt politikası’, Erdoğan ve partisi/hükümetinin sözcüleri tarafından ileri sürüldüğü üzere 1071’deki “ittifak”ın yeni bir bin yılı kapsayacak şekilde yenilenmesi olarak alınamaz, değildir. 2000’li yıllarda, geriye doğru bin yıl giderek, kendi koşulları ve ilişkilerinden soyutlanmış hayali birlikler üzerine ‘nostaljik’ dahi denilemeyecek kurgulamalarla, Kürtleri, ulusal özgürlük talepleri üzerinden ve fakat kimilerinin ifadesiyle “Hıristiyan emperyalizmi”ne karşı Türk gericiliğine yedekleme taktiği, sosyal-iktisadi etkenler ve siyasal gelişmeler tarafından geçersiz kılınmaya mahkum olup, soruna burjuva çıkarlarının penceresinden bakanları hayal kırıklığına uğratacak olgusal yeni gerçekliklerle karşıt durumdadır. Ne günümüzün koşulları, T. Erdoğan’ın “ecdat” hezeyanları eşliğinde yeni bir Alparslan’ı var etmesine olanak tanır, ne de Kürtler, modern özgürlük koşullarından kabile aşiret topluluklarına geriye giderek Bizans’a karşı Türk komutanların emrinde sipahi ya da ‘piyade’ olmaya teşnedirler!
Yineleme pahasına belirtmeliyiz ki, evet bölgesel-uluslararası ve iç koşullar Türk devlet ve hükümet(ler)ini, Kürtlerin ulusal varlığı ve özgürlük taleplerinin inkarı politikasını sürdürme olanaksızlığıyla karşı karşıya getirmiş ve bu politikada değişimi zorunlu kılmıştır. Bunun başlıca ve belirleyici nedeni Kürt ulusal özgürlük mücadelesi olmuştur. Kapitalizm, Kürt toprağında da, feodal, yarı feodal yapıyı ve aşiret ilişkilerini çözüp değişime sürükleyerek, bu mücadelenin ulus ölçeğinde yükselişine zemin oluşturmuş; Kürt emekçi yığınlarının, kent ve kırın yoksullarının esas yükünü omuzladıkları bu mücadelenin on yıllar boyunca ve tüm bastırma çabalarını açmaza alarak devam etmesi politika değişimini zorunlu hale getirmiştir. Bu değişiklik ihtiyacı ile ezen ulus hakim sınıfının çıkarları arasındaki ilişkinin, bu çıkarların en az zedelenir olması temelinde belirlenmesi, devlet ve hükümet politikasının esasını oluşturmaktadır. Bu da, Kürtlerin “her bakımdan çıkarları” ile “Türkiye’nin çıkarları”nın –Türk devleti ve hakim sınıfının çıkarlarının– tam uyumu üzerine her türden liberal ve burjuvaca vaazı geçersiz kılar. Buna, bir de, ABD başta olmak üzere bölge üzerinde çıkar politikaları izleyen ya da daha doğru bir deyişle, bölgedeki varlıkları ve politikaları dünya ve bölge üzerine hakimiyet stratejileri tarafından belirlenen uluslararası büyük güçlerin durumunu da eklemek gerekir. Türk Hükümeti’nin izlemekte olduğu Kürt politikasının, ABD’nin Barzani yönetimi başta olmak üzere bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkileriyle bağlı olarak şekillendiği ‘aşikar’dır ve bu da bu politikanın sadece Türkiye’nin ve Kürtlerin çıkarlarını ifade etmediğini gösterir. Daha da açık şekilde ifade edilirse, Türk devletinin ve Kürtlerin çıkarlarının uyumundan sözedenler, devlet ve hükümetin çıkarları ile emperyalist çıkarlar arasındaki bağı gözardı etmekte ve politikalarının da bu hem çelişen hem de uyumlu çıkarlarının ifadesi olduğunu görmezden gelmektedirler.

KAPİTALİST SOSYAL-SİYASAL ENTEGRASYON ÖZGÜRLÜK GETİRİR Mİ?
Miroğlu tarafından bir kez daha yinelenen görüşe göre, Türkiye’nin devlet olarak “Ortadoğu jeopolitiğinin geleceğinde oynayacağı rol” Diyarbakır ve Erbil’den “geçmekte”dir. Aynı şekilde, Kürtler de “müttefiklerini doğru seçebilirlerse, yüzyıl önce belirsizliğe ve şiddete havale edilen haklarını ve özgürlüklerini elde edebilir, tarihe yeni bir başlangıç yapabilirler.”   Bunun “yolu” ya da “ gereği” olarak ise yazar Miroğlu, “Diyarbakır’dan Erbil’e, hatta İstanbul’dan Erbil’e kadar uzanan bir coğrafya’da sosyal ve siyasal entegrasyonu mümkün kılacak enstrümanlar üretmek, politikalar geliştirmek” olarak göstermektedir.
Bu görüş, farklı ifadelerle, ancak hemen hemen aynı içerikte olmak üzere, aralarında güncel Kürt siyasetinin etkili isimlerinin de yer aldığı çeşitli Kürt çevreleri tarafından 90’lı yılların ortalarından bu yana savunuluyor. Bu yanıyla yeni değil ve ilk kez Miroğlu tarafından da seslendirilmiyor. Bazıları, bunu, sözüm ona yeni Osmanlı zamanları ve İslam “kardeşliği” argümanları etrafında kurgulanmış bir “proje”lendirmeyle de gündeme taşıdılar. Buna karşılık olarak, devlet politikasının MGK (Milli Güvenlik Kurulu) Belgelerine yansıyacak şekilde, “Kürtlere rağmen küçülmek değil, Kürtlerle birlikte büyümek” yönünde yenilendiğine dair haberler basına yansıdı. Özellikle de Irak’ın işgal edilmesi ve “Kuzey Irak Kürt Federe Bölgesi”nin federatif bir yönetim olarak şekillenmesiyle birlikte bu “yenilenmiş” yaklaşıma işaret eden girişimlerde yoğunlaşma yaşandı.  Barzani ve Talabani’ye, “ilkel aşiret şefleri” aşağılamasından devlet törenleriyle karşılamaya ve Türkiye Kürt sorununun “çözümü”nde “yardımcı olmaları” için girişimlere; buna karşılık olarak ‘Federe Kürdistan Bölgesi’ne yatırımlarla Türk sermayesinin etki alanını genişletme ve Ortadoğu’da körüklenen Sünni-Şii çelişkisi ve çatışmasında Sünni dayanışmasını güçlendirmek üzere kullanma politikasına evrilme söz konusudur. Bunun içe yönelik ‘ayağı’nı ise, Türkiye Kürt hareketinin kolektif-ulusal talep ve haklardan uzaklaştırılmış, taleplerin bireysel düzeye indirgenmiş olduğu bir tür yeniden entegrasyonunu başarmak için, oluşmuş Kürt özerkliği ve onun yönetiminin siyasal ve sosyal etki ve olanaklarının kullanılması oluşturuyor. AKP’nin oluşturduğu siyasal-sosyal ve iktisadi “olanaklar kampı”na katılmış bulunan yazar Miroğlu’nun iddiasının aksine, bu “konum”lanmanın, “Kürtlerin iç siyasal meselelerine karışmak” gibi bir amacı da bulunuyor. Devlet-hükümet olanakları kullanılarak ve Amerikan emperyalizminin bölgedeki politikalarına belirli bir uyumu da gözeterek sürdürülen Kürtlere ve Kürt mücadelesine müdahale politikasının ‘dışarı’daki en aktüel örneğini Rojava’daki oluşumu engelleme girişimleri oluşturuyor. ‘Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık ilanı olasılığına karşı sürdürülen “kırmızı çizgi” politikası bir diğer göstergedir. İçeride, Kürt özgürlük mücadelesinin pasifize edilmesi ve karşılığı olmayan beklentilere sürüklenerek taleplerinin en geri düzeye çekilmesi üzerinden etkisizleştirilmesi politikası ya da taktiği “ustalık”la uygulanıyor! Bunları “sosyal-siyasal entegrasyon” olarak almak mümkün ise eğer, evet, bir tür daha geniş sermaye entegrasyonu yönündeki girişimlerden düne göre bugün çok daha ileri düzeyde söz edilebilir. Ancak sermaye ‘entegrasyonu’ndan ezilen bir ulusun ve emekçilerinin özgürlüğü ve hakları yönünde olumlu çıkarımlar yapmak için, herhangi kişi ya da siyasal parti ve örgütün, yalnızca iktisadi-sosyal olgularla fazlasıyla ‘oynaması’ yetmez; günümüz dünyasında giderek şiddetlenen kapitalist tekelci rekabet ve devletler arası çıkar çatışmalarının emperyalist büyük güçler, işbirlikçi yönetimler ve özgürlük için mücadele eden halklar ve uluslar için anlamını da çarpıtması gerekir!
Sermaye entegrasyonu, kapitalist ilişkilerin ‘tabiatı’ gereği, ancak güçlü olanın daha güçsüz olana tahakümüyle mümkün olmaktadır. Soruna buradan bakılırsa, dil-kültür alanındaki iyileştirmelerin daha da ileri boyutlara götürüldüğü koşullarda gerçekleşmiş sayılacağı anlaşılan mevcut “entegrasyon”un Irak ve Suriye’ye; ardından da kurgudaki kadar olanaklı olmaktan uzak görünmekle birlikte “Ortadoğu Konfederasyonu”na doğru genişletilmesi, ancak Türk ve –bir an için olası sayarak belirtilirse– Kürt sermayesinin çıkarına olacaktır. Bu gibi bir “değişim” ve “gelişme”nin bölge üzerindeki emperyalist hegemonyadan bağımsız; ve ABD, AB’nin Fransız-İngiliz emperyalistleri gibi güçleri, Rusya ve hatta Çin’in etki alanı ve pazar mücadelesinden, buna hizmet eden politikalarından azade olarak gerçekleşebileceğini düşünmek ise, gerçeklere göz kapamaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Bölgenin petrol, doğal gaz rezervleri dünya politikasının önemli bir unsurunu oluşturmaya devam ediyor. Günlük üretiminin on milyon varile çıkarılması beklenen Irak petrolleri üzerine kavganın Türk-Kürt ve bölgenin diğer yerli güçlerine terkedilebileceğini düşünmek, kapitalist dünyanın ilişkiler, çelişkiler, çatışmalar ve bunların iktisadi belirleyenleri üzerine düşünmekten vaz geçmek demektir. Söz konusu edilen, Kürtlerin (Türkiye, Irak, Suriye Kürtleri) Türk devletiyle entegrasyonu olduğuna göre, bu entegrasyonu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası ve bölgesel ilişkileri, bağlantıları, politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Miroğlu, Kürtlerin bağımsızlığını “Türkiye’nin rızasına bağlı” olarak koşulluyor. Kürt ulusunun mücadelesi ve hakları sorununu Kürt emekçilerinin özgürlüğünden soyutlayarak, salt burjuva sınırlarında, ve bugüne kadar da Kürtlerin ezilen ulus konumunda tutulmaları/kalmalarında büyük bir sorumluluğu bulunan daha güçlü bir burjuva gücünün politikalarına tabi kılıyor. Ona göre, “Türkiye’nin evet demeyeceği bir Kürdistan’ın Ortadoğu’da yaşama şansı bulması çok zor” olduğundan, Kürtler ancak Türk devlet ve hükümetlerinin politikalarına entegre olarak hak sahibi olabilir, kalkınabilir, ilerleyebilirler! Gözleri önünde isyana kalkışmış ve her ne elde edilmiş ise onu ancak can bedeli bir mücadeleyle elde etmiş Kürt gerçeği olmasına rağmen, kimi Kürt politikacısı ve aydınının, halkın/halkların kurtuluş mücadelelerinin gücü ve olanaklarına güvensizlikle, halkları tekelci gericiliğin boyunduruğuna mahküm göstermeleri, talihsizlikten fazla bir şeydir!

ULUSLARIN ÖZGÜR EŞİTLİĞİNE DAYANAN BİR ÇÖZÜM
Orhan Miroğlu’nun seslendirdiği, ancak çeşitli Kürt-ve Türk siyasal kesimleri tarafından da savunula gelen “Türk rızası” sorunu, mevcut güç ilişkilerinden hareket etme gibi bir ‘gerçekçilik’e sahiptir. Ne var ki, toplumsal bazlı sorunlarda güçlerin ve güç ilişkilerinin değişime mahkûmiyeti de bu birincisinden çok daha kesin bir gerçekliktir. Türk devleti ve hükümetlerinin rıza göstermek bir yana, tüm güçüyle ezip etkisiz kılma politikalarına rağmen özerlik, bağımsızlık, federasyon gibi siyasal biçimler altındaki “çözüm tartışmaları”nın yapıldığı koşullara gelinmiştir. Bu kadarı dahi, sömürülen ve ezilenlerin, ezilen ulusun ve halkların mücadelesinin olanaklarına “inanmak” için bir ‘kalkış noktası’ sayılabilir.
Türkiye’nin –daha geniş sahada Rusya’dan sonra– bölgenin kapitalist gelişme düzeyi bakımından en ileri ülkesi olmasının ona, bölgede belirli bir ölçüde ‘söz sahibi olma’ olanakları sağlaması, Kürtlerin siyasal geleceğinin bütünüyle bu iradeye bağlı olduğu düşüncesini doğrulamaz. Kürtlerin siyasal kaderini herhangi bir diğer gücün siyasal şemsiyesine bağlama politikası özgürlükçü bir politika olmadığı gibi, güç söz konusu olduğunda, değişime bağlı olarak ve dünyanın bugünkü gerçekliğinde daha büyük güce sahip olanların “rızası”nın aranmasına da kapı aralanacak, ve “uydu”-“manda” anlayışlarının güç kazanmasının yolu açılacaktır. Bunun Kürtlerin ulusal hak ve taleplerini elde etmelerine bir katkısı da olmayacak, aksine bağımlılık ve hak yoksunluğunun çeşitli biçimleri var olmayı sürdürecektir.
Burada, Türk ve Kürtlerin hak eşitliği temelinde bir siyasal-sosyal –ve de iktisadi– entegrasyonu mümkün olamaz mı sorusu sorulabilir. Böylesi bir ‘entegrasyon’, açık olmalıdır ki, hem teorik hem de pratik olarak mümkündür! Mümkün, ancak koşulludur: koşul, Türk devleti ve hükümetinin, Türkler ile Kürtlerin ulusal tam hak eşitliğine sahip iki ayrı ulus olduklarını kabulle, bunun gerekli kıldığı tüm siyasal, kültürel, sosyal vb. yasal-anayasal değişimleri gerçekleştirerek, bunun pratikte de yaşanabilir olmasının tüm olanaklarını sağlamasıdır. Bu, tartışmasız şekilde bir burjuva çözümü olacaktır. Irak Kürdistanı’nın bugünkü statüsünün Irak “merkezi” yasaları ve Anayasasındaki durumu, yaklaşık olarak böyledir. Miroğlu’nun olmasını “yararlı” gördüğü entegrasyon bu türden bir entegrasyon olacaktır. Kendi içinde ve kapitalist-burjuva çıkar ilişkileri nedenli olarak göstereceği değişim ve üretmesi kaçınılmaz çelişki ve çatışmalar saklı tutulmak kaydıyla, bu türden bir burjuva çözümüne Türkiye Kürtleri başta olmak üzere Kürtlerin ‘rıza göstermeleri’ durumunda, yapılacak olan, bu irade belirleme biçimi/biçimlerinin tanınmasıdır. Ezilen bir ulusun baskıdan arındırılmış koşullarda belirlenecek bir irade beyanı ile kendi geleceğini tayin etmesi karşısında devrimci tutum, bu olacaktır.
Ancak biz Marksistiz, ulusların kaderi sorununu, ulusların ve emekçilerinin özgürlüğü sorunu olarak görürüz. Sermaye entegrasyonunu değil, sermaye egemenliğine ve onun her biçimine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin birliğini ve özgürlüğünü savunuruz. Bunun gerçekleştirilmesi için mücadeleyi başlıca görev sayarız. Kürt, Türk, Arap, Zaza ve diğer ulus, ulusal topluluk ve çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin sermaye devletlerinin tahakkümünden, boyunduruğundan kurtulmuş bir büyük birliğinin bütün bölge ve giderek tüm ezilenlerin dünya birliğinin oluşturulması için mücadele bizim sorunumuzdur. Miroğlu gibilerinin T. Erdoğan’ın eteklerine yapışarak küçümsemeye çalıştıkları “Gezi sosyolojisi”ne de, bu anlayışımız kapsamında “kafa yormak”tayız! Evet, bizim “derdimiz başka!” Bizim, “Gezi ve Diyarbakır serhıldan (başkaldırı) geleneğini birleştirmek” için yürüttüğümüz çaba da, bu yöndeki düşüncemiz de gizli-saklı değil. Miroğlu bir “giz”i deşifre etmiş olmuyor. Bu ‘siyaset’, Kürt, Türk ve diğer tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçilerin, sermaye iktidarının saldırılarına karşı, bu saldırıları püskürterek, demokratik siyasal ve sosyal hakları elde edebilmeleri siyasetidir. Miroğlu’nu ve onunla aynı politikaları savunanları rahatsız eden, bu politikanın Erdoğan’ın başında bulunduğu hükümetin ve partisinin politikalarıyla karşıtlığıdır.
Oysa sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve hayatın her alanına yansıyan karşıtların mücadelesini kaçınılmazlıkla gerekli hale getiren, başka bir deyişle onu doğuran bu toplumun iktisadi-sosyal koşulları, ilişkileri ve olgularıdır. Tam da aynı nedenle, “Türk-Kürt ilişkilerinin yeni bir bin yıla barış içinde evrilebileceği”ni söylemek, kurgusal bir temenniden öteye gitmemektedir. Olabilirlik, evet, bir olasılık olarak belki söz konusu edilebilir. Bu, olamazlığı, olabilemezliği de olası kılar ve kapitalist toplum koşullarında, “bin yıla evrilebilecek” ilişkilerden söz etmek akli ve bilimsel yaklaşımın reddi demektir. Toplumsal koşullar ve ilişkilerin en önemli özelliği değişkenliği, tarihselliğidir. Toplumsal ilişkiler, sınıfların varlığı ve ilişkileri, ulusal farklılıklar temelli gelişmeler statik değil, dinamiktirler. Bugünden bakılarak söylenecekse de, mevcut olguların işaret ettiği çelişkisizlik değil, çelişkilerin varlığı ve işlevli olmalarıdır. Buna, ulusal ezgi politikalarının nedenlediği ulusal karakterli (ezen-ezilen ulus) sorunlar ve çelişkiler de dahildir.
Kapitalizm, sınıfsal, ulusal, cinsel ve diğer türden çelişkileri ortadan kaldıran değil, üreten bir sistemdir. “İsyanın bitiyor olması”ndan söz eden Miroğlu ise, sadece olasılıklardan birini diğer tümünün yerine ikame ederek hakim politikanın “olanakları”nı abartmıyor, bununla birlikte baskı ve sömürü sisteminin yeni isyanları üretmesi olasılığını da yok sayıyor. Mekanizm ve dogmatizmin kulvarında yol alan yazar, halkların olanaklarını değil, sistemin ve güçlerinin olanakları ve gücünü görüyor. Gör(e)mediği ya da bilerek görmezden geldiği ise, kapitalizmin Kürdistan’da da üretici güçlerin gelişmesinin koşullarını var edip olgunlaştırdığı; gelişen üretici güçler ile mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkiyi keskinleştirdiğidir.
Nesnel koşullar bize, ulusal baskı ve eşitsizlik politikalarına karşı mücadelenin sorunlarıyla sosyal kurtuluş mücadelesinin sorunlarının birbirlerine tümüyle dışsal olmadığını; aksine işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin en önemli sorunlarından birinin de ezen-ezilen ulus ilişkilerinin ulusal tam hak eşitliği temelinde belirlenmesi olduğunu; günümüz koşullarının bunun için mücadeleyi pratik bir sorun olarak ortaya koyduğunu gösteriyor. Kürtlerin özgür iradeleriyle nasıl ve kiminle birlikte ya da kimden ayrı yaşayacaklarına karar verme haklarının pratik karşılık bulması günümüzde esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin sorunudur. Bu sorunun halkların kurtuluşu yönünde çözümünü sağlayacak olan da demokratik özgürlükler için tutarlı mücadeledir. Sermaye ve onun çeşitli biçimler alan/alacak olan yönetimleri altında birleşmeyi; sermaye diktasına entegre olmayı halklar yararına gösterenler ise, –bugün yaptıkları üzere– burjuva devletinin proletarya ve tüm ezilenler üzerindeki diktasına güç vermiş oluyorlar.

iktidar politikası bağlamında akp‘nin “adalet ve ahlak felsefesi”

12 yıldır ülke yönetiminde olan, kendi tanımlamasıyla “muhafazakar demokrat, Müslüman ve milliyetçi“ bir parti ve hükümetinin bu süre içinde izleyip uyguladığı politikaların genel içeriği ve özellikleri dergimizin daha önce yayımlanan çeşitli sayılarında yer alan değişik makalelerde irdelendi. Bu makalede ise, hükümet ve partisinin “akçeli işler” ile “iman ve ahlak” anlayışı arasındaki bağı, aktüel gelişmelerden hareketle irdelemeye çalışacağız.
Kapitalist çıkar savunusunu dini ideolojiye dayalı inançlarla besleyip yığınların yedeklenmesi üzerinden iktidar sürdürmeye çalışmak, sağ gerici-faşist parti ve hükümetlerin belirgin bir özelliğidir. AKP Hükümeti, bu alanda, öncellerini geride bırakacak bir pratik sergiledi. Dini ideolojiyi çıkarları için kullandı ve toplum yaşamına etkisini artırmaya yöneldi. Yöneticileri, mal-mülk hırsları ve mali-parasal iş ve ilişkilerini güçlü imanlarıyla dini söyleme sarılarak gizlemeye çalıştılar. “Yaradılanı severiz yaradandan ötürü”; “yetim hakkına, kul hakkına el uzatmaz, yedirmeyiz!” söylemi, ülke zenginliklerini yağmalamanın örtüsü olarak kullandı. Hazine arazileri tapulanıp, üzerlerine villalar yapıldı. Yandaş sermayedarları güçlendirmek üzere hükümet ve devlet olanakları seferber edildi. Kamu işletmeleri peşkeş çekildi, vergi ve kredi kolaylıkları sağlandı. Özelleştirmelerle onlarca milyar dolarlık kaynak yaratılarak, lüks tüketim araçları dahil her olanak “har vurup harman savurur” şekilde pay edildi. Gazete ve televizyon kanallarının yandaş kapitalist gruplarca alımı için iç ve dış sermaye desteği sağlandı. Karşılığı rüşvet olarak alındı. Milyarlarca dolarlık rüşvet alınıp yolsuzluk yapıldığı savcılık fezlekeleriyle açıklık kazandı. Bu “hak, adalet ve ahlak anlayışı” ve “ahlak felsefesi”nin duvar çivisi ise, AKP’nin çeşitli düzeylerdeki temsilci ve yöneticilerinin Başbakan’ı “ululama” söylemleri; “İkinci Peygamber”; hatta “Allah’ın tüm vasıflarını üstünde toplamış” bir lider olarak zuhur ettiği(!) vaazları oldu. Akçeli işlerle “iman işleri”nin bu kapitalist bulamacı, iktidar partisi ve hükümetinin –ve onun temsil ettiği burjuvazinin– “ahlak ve adalet”inin bağlandığı dünya görüşü ve yaşam “felsefesi”, çok sayıdaki olay ve gelişme ile böylece daha belirgin hale geldi.
Burada, bu anlayış ve “felsefe”sini sergilemek üzere, önce iktidar partisinin mali-parasal çıkarlara tapınç düzeyindeki bağlılığını sergileyen ve iki aydır basında yer alan güncel bazı gelişmeler üzerinde duracak ve sonra da yazının ikinci bölümünde, aktüel politik gelişmelere ve hükümetin dinsel ideolojiyi toplumsal yaşamın belirleyici ögelerinden biri haline getirme çabalarına bağlanan ‘ahlaki-kültürel’ yaklaşımları, hükümet ve partisinin başını çektiği ve eteklerine yamanmış çanak yalayıcı takımının cüretle yaygınlaştırılmasına çalıştıkları, “iyiliğin, merhametin, yardımseverliğin, yurtseverliğin, ahlaklılığın” kendilerinin mülkü olduğu şeklindeki ikiyüzlülük ile, bu kavramlarca içerilen ‘değerler’in belirleyici ilişki ve koşullarını ve tarihsel değişime bağlanan değişimi üzerinde duracağız.

I-a) GÜNCEL OLAYLARIN TANIKLIĞINDA PARASAL “İMAN”!
“Ahlaksızlık”, “yolsuzluk ve rüşvet” sözcükleri iki ayı aşkın süredir, denebilir ki, üzerine en fazla söz edilen bir konunun başlıca kavramsal ifadesini oluşturdular. 17 Aralık 2013 sabahı erken saatlerde Tayyip Erdoğan’ın İçişleri, İmar ve Ekonomi Bakanlarının oğulları, Halk Bankası Genel Müdürü, bir AKP’li belediye başkanı, bunlara milyar dolar tutarında rüşvet verdiği belirtilen Azeri kökenli bir “işadamı”, hükümet desteğindeki bazı büyük müteahhitler, danışmanlar, özel kalem müdürü gibi çok sayıda rant ve kara para tüccarı ve paylaşımcısını kapsayan ‘yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ yapıldı.  Gazetelerde tefrika edilen belgelere göre, altın ve kara para tüccarı Reza Zarrab’ın ve Erdoğan Hükümeti’nin dört bakanı ile çocuklarının merkezinde bulundukları kapsamlı rüşvet ve yolsuzluk olayları, bazı belediye yetkilileri, çeşitli bürokratlar, banka müdürlerinin de karıştığı geniş bir çevreye yayılmıştı. Bilal Erdoğan aracılığıyla Erdoğan ailesi de işlerin içinde idi! 700 bin liralık kol saati, toplamda 63,5 milyon dolarlık rüşvet, arazi yağmaları, usulsüz yapılanma ruhsatları söz konusuydu. Hükümet üyelerine ve çevre ilişkilerine ‘suçüstü operasyonu’ydu bu.
18 Aralık 2013 sabahı, Başbakan T. Erdoğan’ın başlattığı karşı harekatta “görevi kötüye kullandıkları” iddiasıyla “emniyet örgütü” içinde, süreç içinde 6 bini bulan müdür, üst yönetici, istihbaratçı, karakol ve çevik kuvvet polisinin görev yerleri değiştirildi. Bunları, soruşturmayı başlatan savcılara yönelik operasyon izledi. Erdoğan, “elimde olsa HSYK’nın hesabını kendim sorarım” diyerek, kuruma yönelik değiştirme hamlelerini başlattı. “Kuvvetler ayrılığı” komedisine tümüyle son verip tüm yetkileri ve tüm kurumları Başbakan’ın emri altında-tek elde birleştirmek üzere hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Soruşturma savcıları görevden alınıp, yerine atanan hükümet savcısı, “şüphelilerin dosyalarında suç işlediklerine dair bilgi olmadığı”(!) gerekçesiyle mal varlıkları üzerindeki “tedbir”in ve yurtdışı çıkış yasaklarının kaldırılmasına hükmedilmesini istedi.
Ne var ki, patlayan “kirli çıkın” yama tutmaz durumdaydı. Erdoğan başta olmak üzere hükümet yöneticiliği sorumluluğu taşıyanların adlarının karıştığı belgeli-ses kayıtlı rüşvet, yolsuzluk tehdit, işten attırma vb. haberleri birbiri ardına internet sitelerinde, televizyon kanallarında ve gazete sayfalarında yayınlanmaya devam etti. Hak-hukuk, yasa, adalet, ahlak, edep vb. kavramları muhaliflerini susturmak üzere suçlayıcı bir ton ve içerikte kullanan Başbakan’ın adı, ruhsatsız arazilere ruhsat karşılığı arsa payından, İzmir Urla’da 1. Dereceden SİT alanı olan bir arazinin ailesine yazlık villa yapılmasına uygun hale getirilmesi amacıyla 3. Dereceden SİT alanına çevrilmesi için baskı yapmaya ve üniversitelerden para zoruyla satın alınmış “bilirkişi” üyelerinin cebini doldurmaya kadar bir dizi iddianın içindeydi. Başbakan sıfatıyla Erdoğan’ın, Konsensus Araştırma Şirketi’nin Habertürk için yaptığı bir seçim anketinin yayınını değiştirmek için, Habertürk Televizyonu Yönetim Kurulu Başkanvekili Mehmet Fatih Saraç ve Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’ya; oğlu Bilal Erdoğan aracıyla talimat gönderdiği; söz konu haber kanalı ve yönetim sorumlularının da buna uygun manipülasyonu gerçekleştirdikleri, gazete ve televizyon haberlerinde yer aldı.  MHP Genel Başkanı’nın konuşmasını veren kanal sorumlularını arayarak, yayının durdurulmasını istediğini gösteren ses kaydı internet sitelerinde yayımlandı. Radikal gazetesinde yayımlanan ses kaydı deşifresine göre, Habertürk Yayın Grubu Yönetim Kurulu üyesi Fatih Saraç’ı telefonla arayan Erdoğan, “Fatih, sen izliyor musun şu andaki basın açıklamasını? Fatih, siz ne yaptığınızın farkında değilsiniz ya” diyor.. Saraç’ın, bütün partilerin grup toplantılarını yayınladıkları yönündeki yanıtına da, “Olur mu canım? Mecbur musunuz böyle bir şeyi vermeye? Bu ne biçim iş ya! Vay anasını ya” şeklinde öfkeyle karşılık veriyordu. Saraç, hemen ardından, Erdoğan’a “Anlaşıldı efendim. Hemen kestiriyorum. Özür dilerim” diyerek, kanalı arayıp yayını durduruyor; ardından da Bilal Erdoğan’ı arayarak babasına yayını durdurduğunu, tekrar özür dilediğini iletmesini istiyor ve “Büyüğümüz üzülmesin. O üzülünce ben üzülüyorum” diyordu. Erdoğan’ın, yine Habertürk gazetesinde yayımlanan “Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye” başlıklı haber nedeniyle, haberin yapılmasında adı geçen üç gazetecinin işten atılmasını sağladığı, bir diğer gazete haberi oldu.  Azeri kökenli gazeteci Zeynalov, Hükümet’i eleştirdiği için, ailesiyle birlikte sınır dışı edildi. 9 Şubat 2014 günü, Başbakan kameralar karşışına çıkmış, “İnternet kalkmıyor, sınırlanıyor. Bu ahlaksızlıklar, yolsuzluklar devam mı etsin?… edepsizce sokağa çıkıyorlar. Allah ıslah etsin diyorum, başka da bir şey demiyorum.” diye bağırıyordu. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını yayımlayan ve “görünmez kılıp unutturma” yönündeki Hükümet politikalarını deşifre eden gazetecilerle politikacıları “vatana ihanet”le suçluyor, kürsülerden sansürü savunuyordu. Gazetelerde ise, gazeteciler, birbirleri ardına kendilerine yönelik tehdit ve baskıları sergiliyorlardı.  10 Şubat akşamı, televizyon programına katılan Fatih Altaylı, program yapımcısı C. Özdemir’in sorusu üzerine “Bu baskılar hep var oldu” yanıtıyla Erdoğan ve Hükümet’inin gazete ve televizyonlarda kendilerine karşı program yapılması ve yazı yazılmasını engellemek için yaptıkları baskıyı ve kendilerinin nasıl kullanıldıklarını itiraf etti. Aynı gün, Başbakan başdanışmanı ve milletvekili Yalçın Akdoğan’ın “Biz Meclis TV’nin yayınını kesiyoruz, kimse izlemesin diye, siz ama yayını veriyorsunuz” diyerek, kanal yetkililerini azarlamasına ait ses kaydı da yayımlandı.
Daha onlarca örnek sıralanabilir; ama biz, çarpıcı iki örnekle yetinelim. Başbakan’ın ATV-Sabah Gazetesi grubunun satın alınması için topladığı yandaş patronlara “fon” oluşturup 630 milyon dolar toplattığı, karşılığında ise aynı kapitalist şirketlere 87 milyar dolarlık ihale verildiği gazetelere haber oldu. İkinci örnek, doğrudan Erdoğan ailesiyle ilgili: Erdoğan’ın başında bulunduğu Hükümet, 2004 yılında elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, topaz, safir, zebercet, inci gibi değerli taşların KDV’sini yüzde 18’den sıfıra indirdi. Bilal ve Sema Erdoğan çiftinin değerli taş ve altın ticareti yapan bir şirkete ortak oldukları ve ticaret sicilini gizleyerek bu alana yatırım yaptıkları 2009’da açığa çıktı. Pırlanta, elmas ve inci gibi değerli taşlardan alınan KDV’nin kaldırılmasının nedeni Erdoğan ailesinin bu alana el atmış, ticaretini yapmaya başlamış olmasıydı.
Devlet ve hükümet olanaklarını kullanarak ülke kaynaklarının ve üretilen “değerler”in yağmalanmasından aldıkları payı büyütme “ahlakı”na “ahlak” üzerine söylevin eşlik etmesi de bir ahlak ve adalet anlayışı idi. 3 Kasım 2013 Ankara Kızılcahamam Parti toplantısında Erdoğan “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak” açıklaması yaptı. “Sorun” toplumun “ahlaki değerleri” çerçevesinde izaha çalışılıyor ve hatta yurttaşlara, “kızının bir erkekle aynı evde kalmasını istermisin?” şantajıyla kitle desteği sağlanmak isteniyordu. Yine Erdoğan’a göre, Batı’nın ilmi-sanatı değil, “değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” alınmaktaydı! AKP’li Meclis Başkanı C. Çiçek’e göre de, kadın-erkek ilişkilerinde “flört” diye tabir edilen tanışma, birbirini anlamaya çalışma durumları dahi “fahişelikten farksız” idi! Laisizmin “ahlaksızlık ve din düşmanlığı”; “içki ve fuhuş özgürlüğü” olduğu ima ediliyor, “ateizm” terör eylemleriyle ilişkilendiriliyordu.
Açıklamalar, tartışmanın daha geniş kesimlere yayılmasına yol açtı. Hukukçular ve kimi gazeteciler ile politikacılar, bunun kişi hak-hürriyetlerine müdahale anlamı taşıdığını ve yasal dayanağının da bulunmadığını belirtince, İçişleri Bakanı “bir yolunu buluruz” diyerek, hükümetin “kararlılığı”nı ortaya koydu! Bakan’ın, kendisi ve oğlu etrafında dönen rüşvet iddiaları üzerine istifa etmek zorunda kalmadan önce, yayımladığı bir genelge ile öğrenci ve öğretmenlerin fişlenmesini sağladığı sonraki günlerde açıklık kazandı.

I-b) KARŞI HAREKATIN AHLAKI: BASKI, ŞANTAJ VE YALAN

İktidar sözcülerine göre, “ahlaklı olma”nın yolu “İslami ve milli değerlere bağlanma”dan geçiyordu! Dindar nesiller yetiştirilecek, “ortak değer”lere, “Milli ve İslamı Ahlak”a bağlılık güçlendirilecekti! 4.5 milyon doların banka müdürünün evindeki ayakkabı kutularında gizlenmiş olmasını dahi soruşturulacak bir durum olarak görmeyip, yolsuzluk ve rüşvet olaylarının soruşturulmasını kendi Hükümeti ve partisine karşı, özellikle de kendi şahsına karşı “dış güçlerle irtibatlı komplo ve darbe girişimi” olarak niteleyip, yargı ve polis örgütünde geniş kapsamlı görevden alma, görev yerini değiştirme operasyonuna baş vuran Başbakan ve Hükümeti ile partisinin “ahlakı”, amaç için her şey mübah anlayışı ve “ahlakı” idi. “Kul hakkı yenmez” söyleminin AKP ve yöneticilerinin Makyavelist ahlakı ve politikalarındaki karşılığı, iktidar gücü ve olanakları kullanılarak ülke zenginliklerinin uluslararası sermaye ile birlikte yağmalanmasıydı. Tayyip Erdoğan, hükümetinin “başı” olarak, “ şu kadar yatırım yapan ve şu kadar ihracat gerçekleştiren bir ülkede yolsuzluk olur mu?” mealinde konuşur ve sorarken, iktisadi yasaların cahili olmasını sergilemekle kalmıyor; kitlelerin yanıltılması amaçlı kara propagandanın militanlığını da yapıyordu. Rüşvet ve yolsuzluğu “mübah” gören “İslami fetva”lar üzerine tartışmalar haftalar boyunca gazetelerde devam etti. Başbakan, yolsuzluk ve rüşveti, “devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu?” koşuluna bağlıyordu. Ona göre, Halk Bankası Müdürü’nün evindeki ayakkabı kutuları içerisinde ele geçirilen 4.5 milyon dolar “Halk Bankası’ndan alınan para değil”di ve aynı bankanın kasasından çalınmadığı/aşırılmadığı ve fakat müteahhitlerden ya da başka kaynaklardan alınan komisyon vb. olduğu için rüşvet-yolsuzluk kapsamına girmezdi! Bu anlayış, İslami ideoloji kaynaklı “gavur malı ganimet” ve amaç için her yol “mübah” düsturuyla uyumluydu!
Yasaların “herkes için geçerli olduğu” söyleminin, iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıf temsilcileri için geçersizliği, rüşvet ve yolsuzluk soruşturması yapan savcılar ile operasyona katılan polislerin hükümet operasyonuyla görevden alınmaları; Suriye’deki terörist çetelere silah taşıyan TIR’ların aranmasının engellenmesi ile yeniden ve alenen ilan edildi. Karşı harekatın gücü, devletin merkezi-otoriter gücünde; bu gücün hükümet eliyle kullanılması olanağında yatıyordu. Tamamlayanı ise, dini ideoloji, söylem ve uygulamalar üzerinden sağlanmış yedeklenmişlik durumu idi. Baskı ve yalan, başlıca araçlar olarak, yoğun şekilde kullanıldı.
Bu ve benzeri onlarca uygulama “hak, hukuk, adalet, dürüstlük, ahlak” üzerine soyut söylemin somut karşılığını oluşturuyorlardı. Dünya nimetlerini mülk edinme hırsıyla Karun’laşanlar, dini ideolojinin kitlesel etkisini kullanarak Erdoğan’dan bir “kutsal Peder” çıkarmayı da ihmal etmediler.
Kutsamalar, iktidar gücü etkisini ve etkinliğini sağlamlaştırıp yaydıkça daha da pervasızlaştı. AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin? “Gelen arkadaşlarla birlikte sayın Başbakanımızla 5 dakikalığına bile olsa sohbet etmek imkanı bulduk. Arkadaşlarım sayın Başbakanımıza yakınen sorular sordular, elini sıktılar. Sayın Başbakanımıza dokunmak bile, inanın, bence ibadettir. Ben bunu söylüyorum.” demişti. AKP Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser, partisinin merkez ilçe kongresinden önce başkan adaylarından Hakkı Aslan’ın düzenlediği ve binin üzerinde kişinin bulunduğu yemek sırasında yaptığı konuşmada, Tayyip Erdoğan’ı “adeta ikinci peygamber” olarak ilan etti. Burada da kalınmadı: Düzce Milletvekili Fevai Aslan, övgüyü, “Bugün Türkiye’de Allahu Teala’nın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var”a  kadar ilerletti. Devreye Van Milletvekili ve “sözcü” Hüseyin Çelik girdi. Şöyle diyordu: “Düzce Mv.miz Sn. Fevai Aslan’ın bir konuşmasında, dil sürçmesiyle söylediği bazı sözler, fazlasıyla istismar edilmektedir. İşin aslı şudur: Sn. Fevai Arslan’la görüştüm. Sn. Başbakan’la ilgili olarak “Allah’ın hoşnut olduğu vasıfları taşıyan lider” nitelemesi yapmak istemiş. Aksi takdirde “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” nitelemesini kimin için yaparsanız yapın bu kişiyi KÜFRE götürür. Bırakın İmam Hatip mezunu olan Sn. Fevai Aslan, herhangi bir bir Müslüman bile bunun böyle olduğunu bilir.”
Hüseyin Çelik tarafından “dil sürçmesi” olarak sözüm ona düzeltilen bu “değer yargısı” ve “inanç”, Erdoğan Hükümet’inin sözcülüğünde aktüel yaşamın işlevsel yönlendirici kurallarına dönüştürülmeye çalışılan din felsefesi ve dinsel ideolojinin “toplumun değerleri ve gelenekleri” adına politikaya yedeklenmesi ya da adaptasyonuyla dolaysız bağlıdır.
Başbakan’a yakıştırılan ve onun “suskunluk” ile dinlediği dinsel methiyelerin İslam’daki karşılığı, itirazsız, kuşkusuz ve “şirk”siz biat etmektir! Kapitalist ve “Müslüman” parti ve devlet yöneticileri, “yolsuzluk, ihaleye hile karıştırma, rüşvet alma, arazi çeteleri ve kara para aklama mafyasıyla ilişki” iddiaları karşısında, dini ideolojiyi bir koruma kalkanı oluşturmak üzere daha etkili tarzda tedavüle sokarlarken, emperyalizm işbirlikçiliğini; emperyalist ve uluslararası gericiliğin hakimiyeti için can siperane çalışmalarını da, benimsedikleri bu ahlakın bir unsuru haline getirdiler. Bu bakımdan, ”Kutlu adam” tasvirleriyle yaygınlaştırılan tapınç ve “şirk koşma” kampanyası, bir sapkınlığın ve “İslam dışı”lığın sonucu olmayıp, kapitalist yağmaya dinsel örtüler sağlamak üzere ve dinsel ideoloji kaynaklı “vasıflar”dan da güç alarak bilinçle yürütülen bir kampanya özelliğine sahiptir.

I-c) “DİL SÜRÇMESİ” Mİ, ORTAÇAĞCIL KÜLTÜR MÜ?
Burjuva politikasında, dini ideolojinin kapitalist çıkarlara yedeklenmesi ve bu çıkarların savunulmasının aracı olarak kullanılması biçimindeki din istismarcılığı, dönemsel gelişmelere de bağlanarak hep yapılagelmiştir. Dünyevi “otorite”lere, “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” ya da “temsilciliği” türünden uhrevi özellikler atfeden dini ideoloji ve politikanın, “insan-Tanrı ilişkileri”ni, “Rab-kul” bağlamında yöneten-yönetilen ilişkilerine adaptasyonu yeni değildir. Ortaçağ’ın en büyük İslam filozofları olan İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Gazali ve onları izleyen diğerlerinin uzun yıllar tartışadurdukları bu “vasıflar” sorununun günümüze değin, özellikle de Gazalici yorumuyla etkisini sürdürdüğü inkar edilemez. “Allahın sahip olduğu vasıflar”, “O’nun sahip olunmasını istediği özellikler”; iyilik, ahlaklılık, cömertlik, merhamet vb.’nin en üstün halleriyle kendi özellikleri oldukları; bunların “yaratılmışlar”da bulunması isteği ile bulunması “gerçekliği”nin insan ile Tanrı arasındaki ilişkide bir “aynılaştırma”ya denk düşeceği “tehlikesi” üzerine uzunca tartışmalar, bu filozofların yaşamları boyunca en önemli uğraşları olmuştur. Bunları burada etraflıca irdeleme olanağı yok.
Günümüz İslamcı politikacılarının özellikle de Gazalici “Fıkıh ve Kelam”a dayanan bir anlayışla siyasi-iktisadi sorunların sözüm ona çözüm yöntemlerinden söz etmelerinde görüldüğü üzere, daha Emeviler’den başlayarak ve Osmanlılarda farklı biçimde de olsa İslam dini idari sisteme entegre edilerek, “İslam Cemaati”nin(!) yönetimi sorunlarının önemli bir unsuru haline getirildi. Başbakan Erdoğan’ın “yaradan-yaradılan” ilişkisini politik polemiklerinin unsurlarından biri olarak kullanmasında tanık olunduğu gibi, Tanrı-insan ilişkileri “Tanrının adaleti, iyiliği, merhameti ve gazabı gibi vasıfları”yla birlikte devlet işlerinde bir biçimde güncellenmekte; insanın varlığı, düşüncesi ve eylemi ile “tanrısal belirleme”-“kader” arasında kurulan ilişki üzerinden insan(lar)a erdem, iyilik, kötülük, merhamet, ahlaklılık, sevgi, hak-hukuk vaazında bulunulmaktadır. Buna göre, her şey ve tüm düzen tanrısal irade tarafından belirlenmiştir. Her şey ve tüm varlıklar Tanrı’nın kudretine bağlıdır, onun istemine uygun olarak var ve yok olmaktadır. İyinin ve kötünün, adil olma ya da olmamanın ölçüsü tanrısal irade tarafından belirlenmiştir ve insan(lar)a düşen buna uygun hareket etmektir! Doğasal-nesnel ve nedensel ilişkilerden söz edilemez.
Ancak, Tanrı’nın varlığı, bir oluşu/tekliği, evreni ve evrendeki herşeyi “ol“ diyerek yaratması gibi tartışma götürmez kabul edilen mutlak görüşe rağmen, tanrısal öz ve sıfatlar üzerine farklı yaklaşımlar ortaya konmuş; bu farklı anlayışlar bünyesinde de, insana “Tanrı’yı hoşnut edici” olarak görülen vasıflar önerilmiş, daha doğrusu zorunlu gösterilmiştir. İman/inanma bunun birincil koşulu ve kuralıdır! Bu düşünce tarzında, insanın, kendisinin de içinde bulunup unsurlarından birini oluşturduğu dünyayı anlamak için duyumsal dünya ve varlığın özelliklerini bilgi, deneyim, algı gibi olgusal-akılsal özelliklerden hareketle bulmaya çalışması, bunlar aracıyla üzerinde ve içinde yaşadığı dünyayı değiştirmeye yönelmesi, ahlaksızlık ve kafirlik sayılmıştır. “Yaratan-yaratılan” ilişkisinin doğal sonucu olarak kul ile efendi arasındaki ilişkide kul’a kesin itaat; yaratıcı efendiye ise “merhamet ve hakkaniyet” uygun görülmüştür. Bütün öteki dinlere göre daha dünyasal özellikler taşıyan İslam dini, peygamberinin dünyasal ekonomik-sosyal uğraş ve ilişkiler ile iç içeliğinin de rol oynamasıyla adalet ve hakkaniyete özel bir yer ayırmış; insanların, inançlarından-iman etmesinden hareketle, mümin-mümin olmayanlar olarak ayrıştırılmaları ve peygamber ve Tanrı ile görevleri üzerinden bağlantılandırılmalarında bu dünyeviliğin de rolü olmuştur.
Ne var ki, Emeviler’de de, günümüz İslamcı parti ve hükümetlerde de “ahlak ve erdem“ söylemi, dünyevi gerçekliği; “dünya nimetleri”ne ilgiyi ve şan-şöhret sahibi olma, sermaye ve servet biriktirme istem ve fiilini ortadan kaldırmamıştır.
Ancak, dinin politik ve ideolojik kullanımı sanıldığı ve gösterilegeldiği üzere sadece istismar nedenli olmamıştır. İstismar, evet, bütün sınıflı toplumlar tarihinin karşıt güçler arasındaki başta olmak üzere birbirleriyle çıkar çatışması içindeki hemen tüm düzen güçleri açısından, onların özellikle öne çıkmış temsilcileri tarafından yapılagelmiştir. İslam dini gibi daha dünyevi ve sosyal karakterli dini zeminde bu çok daha belirgin özellikler kazanmıştır.
Buradan, istismar olarak gösterilen durumun istismar ile sınırlı olmayıp, dini ideolojinin kendi bünyevi yapısıyla da bağlı olduğu sonucu çıkar. Nitekim, din adına söz söyleyenlerin ortak paydası, kendilerinden önceki tarihlerde yaşamış ve “din uluları”-“ermişler” olarak yüceltilen çeşitli “din adamları”nın anlatı ve sözel aktarımlarıyla oluşturulan “Kelam” ağırlıklı söylenceleri veri alarak, insanı, akıl ve bilimin “yolu”ndan alıkoyarak rivayetlerin, tanıksız ve kanıtsız olağanüstü güçlerin; en sonunda da bütün varı “var eden”; kendisi görülmeyen ama her şeyi gören, her sesi duyan, iyinin ve kötünün de sahibi, her şeye kadir ve güç yetiren, yerin ve göğün “Tanrısı”na iman etme çağrısıdır. İslam felsefecilerinin üzerine kafa yordukları en önemli sorunun insan ile Tanrı; Tanrı ile dünya ve evren ilişkileri olması; ve hemen tümünde insandan istenen “ahlaklı olma” koşullarının Tanrı’ya atfedilen özelliklerle çakışıyor olması , yalnızca günümüzde değil, önceki zamanlarda da çeşitli iktidar temsilcileri ya da padişahların, Şah ve Sultanların kendilerini “peygamber ölçeğinde” görmelerine ya da hatta “Tanrının yer yüzündeki gölgesi” ilan etmelerine dayanak olmuştur. Osmanlı padişahlarının, kendilerini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak görüp sunmaları, günümüz burjuva politikacılarından kimilerinin kendilerini “Tanrı ile ilişkide” göstermeleri, kaynağını bu türden bir “suret” olma anlayışından alır. Bu türden kutsama ve “Allah’ın suretindeki insan” tanımlamalarının İslam dahil, ve fakat İslam’a gelene kadar, Antik çağdan başlayarak çeşitli filozofların “Tanrı’nın vasıfları” ile insan arasında kurdukları ilişkiden büsbütün bağımsız olmadığı; bu filozoflarla “Ulema”nın, insana önerdikleri ve ondan istedikleri özelliklerin, Bay H. Çelik’in açıkladığı üzere, “Allahın hoşnut olduğu vasıflar“ olarak vaaz edilmesi, bu tür kutsamalar ile politik-ideolojik hedefler arasındaki ilişkiyi gösterir.
Tayyip Erdoğan’ın, yüceltici sıfatlandırmalar karşısındaki memnuniyeti, onun “en iyiyi bilme ve yapma” yetkesi olma ruh haliyle değil sadece, “Tayyibi üzmek Allah’ı üzmektir” şeklinde biat ve iman kültürünün ürünü bağlantılandırmalar ile de bağlıdır.
AKP’nin iki milletvekilinin açıklamalarında da ortak tema, “Allah’ın vasıfları”yla ilişkindir ve bunlar Erdoğan gibi bir “fani”ye yüklü gösterilmektedir. İlki, onu “Tanrısal kat”a yüceltirken, ikincisi –düzeltici olanı– sahip olduğu ya da olunması gerektiği düşünülen ve istenen “vasıflar”a, yeryüzündeki somut insanı layık görmüştür; aradaki fark bu kadardır.
“Allahın vasıfları” ile “Allahın hoşnut olduğu vasıflar”ın bu dünyevi-insanal karakteri, gökyüzüne uzaklaştırılarak etki alanı güçlendirilmek istenen düşüncelerin/ideolojinin yeryüzü insan(lar)ının ilişkilerinde anlam bulduğunu ve buldukları bu anlamın bu ilişkilerin üretildiği ve toplumsallık kazandığı üretim sistemi ile toplumsal koşulların belirleyiciliğinde şekillendiği böylece bir kez daha görülmüş oluyor.

II-a) AHLAK’IN İŞLEVİ; “İYİ” VE “KÖTÜ” AHLAK; ÖLÇÜ NE, BELİRLEYEN KİM?
“Ahlaki değer yargıları”nın farklı ve çeşitli biçimlerinin varlığı ve bunları kıstas alan çeşitli anlayışlar, kimi İslami ideologun ileri sürdüğü üzere İslam dini ile birlikte  insanlık tarihine girmedi. İnsan soyu topluluk halinde yaşamaya başlamasının ve ürün edinip-paylaşım sürecinin belirli bir uğrağında ilk sınıflı ilişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, politika ve ahlakın, düşünüş ve inanışın farklı grup, kesim ve sınıflar açısından anlamının değişkenliği de başlamış oldu. AKP gibi kapitalist parti fraksiyonları sözcülerinin üretim ilişkileri/tarzı ve sınıf farklılıklarıyla birlikte tarihten ve koşullardan bağışık gösterip dini ideoloji bağlamına aldığı ve öyle göstererek kitlelerin ve kişilerin “inanç” biçimlerinin yanı sıra, oradan beslenen davranışları/tutumlarıyla izaha kalkıştıkları ahlak, adalet ve hak felsefesi, soyut tanımlama ve varsayımların aksine, toplumsal sınıf karşıtlıkları başta olmak üzere farklı çıkarlara bağlanarak, farklı biçimler ve özellikler kazandı. Burjuva ideologları ve “ahlak felsefesi” sözcüleri, ahlak sorununu bu tarihsel-toplumsal bağlamından kopararak, her koşulda ve tüm zamanlarda geçerli ve iyi olan bir ahlak ve ahlak anlayışı vaaz etmeleri, bazı toplumlara ahlaklı oluşun, diğer bazılarına ise ahlaksızlığın uygun görülmesine yol açabilmiştir. Buna, toplumsal bireylerin “uymakla mükellef oldukları kurallar bütünü” olarak tarif edilen ahlak anlayışının, inançlar ve gelenekler, alışkanlıklar ve davranışlar kıstas alınarak toplumların farklı grup ve kesimlerin “ahlaklı” ya da “ahlaksız” gösterilmesine dair yargı eklenmiştir.
Oysa, zaman ve mekandan, üretim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal sistem ve gelişmelerden bağışık, her zaman ve koşulda ve herkes için geçerli kurallar “bütünü”nden; “iyi” ve “kötü” ahlaktan söz edilmesinin dayanağı yoktur. Kölelik düzeninde, bir kölenin ahlaklı olmasının başlıca belirleyici koşulu sahibi-efendisinin bir malı/metası olmasıydı. Serfler, toprak sahibine kulluk ölçüsünde bağlılık gösterip tüm güçleriyle çalıştıklarında “ahlaklı” olurlardı. Çeşitli toplumlarda “ilk gece hakkı”nın egemen olanlara ait olduğu tarihsel evrelerden; kadının, kabilenin/topluluğun tüm erkeklerinin ortak kadını olduğu koşullardan geçildi.
Kapitalizmin ahlakına gelince, onun temel kuralı, emekgücü sahibinin sermaye sahibine sadakatle çalışması, onun daha çok kâr elde etmesini sağlamasıydı. Kapitalist için, baş kaldırmayan, itiraz etmeyen, sürekli ve daha çok çalışıp daha fazla üreten, kendi haklarını savunmaktan uzak duran sendikal faaliyete dahi katılmayan uysal işçi, en ahlaklı işçi sayılmıştır!
Emek gücünü satan işçi ile onun ürettiği artı-değere el koyan kapitalist arasındaki ilişki ve buna dayanan paylaşım, bu iki “özgür” kişinin kendi iradeleriyle yaptıkları bir anlaşma sonucu gerçekleşmesi nedeniyle görünürde ahlaki ve “adil”dir. Emek sermaye çelişkisi üzerinden atlanırsa, ilişkinin farklı taraflarını oluşturanların bu ilişkiden aynı şekilde etkilendikleri ve aynı anlayışlara sahip olabilecekleri sonucu çıkarılabilir. Oysa, bu bir yanılgı olur. Şu veya bu sınıftan bireylerin ya da daha kitlesel kesimlerin çıkarlarıyla uyumsuz tutum almaları mümkün olmakla birlikte, bu geçici bir durum oluşturur ve toplumsal iktisadi ilişki biçimlerinden kaynaklanan karşıtlığı ortadan kaldırmaz. Görünürde adil olan ilişkinin temel karakterini oluşturan çelişki, “taraflar”ın “İyi ahlak sahibi ve adil olma”larıyla çözümlenemez.
İşçi sirkülasyonu da, rekabetin yasasını oluşturduğu rakipleri ezip geçme ve yok etme de kapitalizmin, kapitalistin gerçeğidir. Burjuvazinin daha çok kâr için yapmayacağı kötülük ve ahlaksızlık yoktur. İşçi işten atılır, ucuza çalıştırılmak istenir, emekçilerin yoksulluğu ve yoksunluğu pahasına daha çok kâr elde edilir, sermaye ve servet artırılır, vb, vb.. Refah içinde ve mutlu olarak yaşama, insani yardımlaşma ve dayanışma gibi sözlerin sınırı, sınıflı toplum gerçeğiyle; ona temel teşkil eden üretim tarzı, üretim ve dolaşım ve paylaşım biçimleriyle çizilmiştir. İşçinin kendi açısından “iyi ahlak” göstergesi sayacağı dayanışma, paylaşma ve yardımlaşmanın, kapitalistler arası rekabetten farklılık göstermekle birlikte, işçi açısından da sömürü koşulları, rekabet ve pazar kavgalarından bağışık olmaması, sorunun bir diğer yanını oluşturur.
Ahlak ve adaletin Kantçı “özgürlük” koşulu ise, onun vardığı sonuçlardan bağımsız olarak, özgürlüğü şekli kılan tüm bağlamların, tüm sömürü biçimleri ve ilişkilerinin, buna bağlı olarak da tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkmasıdır. “İyilik” ve “kötülük” kendi başlarına ve yalnızca istence, istemeye bağlı kategoriler oluşturmadıkları gibi, istemin iyi ya da kötü oluşu da, içinde yer alınan durum, koşullar ve ilişkilerden soyutlanarak tanımlanamaz. Zira, koşullardan ve ilişkilerden bağımsız genel bir “iyi ve kötü”; “iyi ahlak- kötü ahlak”, “haklılık ve haksızlık”, “adalet veya adaletsizlik” iddiası dayanaksızdır. Ahlak, din, hukuk, politika gibi “ideolojik biçim”ler halindeki “ilke” ve “değerler” belirli toplumsal ilişkiler içinde şekillenirler. Sınıflı toplum koşullarında, bunlar, “hakim sınıfın var oluş koşullarının” çeşitli biçimlerdeki dışa vurumu olarak görülürler. Ahlak ve adalet, hukuk ve politika üzerine görüş(ler)in doğruluğu-yanlışlığı, üretim biçimi ve toplumsal ilişkiler ile aralarındaki bağın temel alınıp alınmadığıyla dolaysız bağlıdır. Engels’in deyişiyle, “Ebedi adalet düşüncesi, sadece zamana ve yere göre değil, hatta aynı zamanda kişiden kişiye” değişir. Herkes on(lar)dan, kendi koşullarına ve bu koşulların etkisi altında edindiği düşencelere göre başka başka şeyler anlar. Ahlak ve adalet üzerine ders veren hakim sınıf temsilcileri, burjuva ideolog ve sosyologları, toplumsal ölçekte genellik gösterebilir bir ahlak ve adalet anlayışını vaaz ederler. Sınıflı toplum koşullarında bu genel geçerlik mümkün değildir. Türkçe’de söylendiği üzere, “Beş parmağın beşi eşit değildir”! İslamcı Erdoğan, “ayakların baş olamayacağını”söylerken, hem ahlaki, hem de hukuki ve politik bir anlayış sergilemiştir.
“Adil ve temiz ahlaklı olmak” üzerine söylemin sorunu, üretim ve ilişki biçimlerini ve içerdikleri temel çelişkileri yok sayması veya yokmuş gibi almasıdır. Hak, hukuk, adalet ve ahlak böylece öznel kategoriler üzerinden istem ve inanç sorununa dönüştürülür. İstem ve inançların belirleyen koşulları, tarihsellikleri, toplumdan topluma değişim göstermeleri ise göz ardı edilir. Oysa, istem, eninde sonunda belirli bir ilişki tarzı ve sürecinin ürünü olarak belirir ve temsil edilen ya da karşısında durulan kişi(ler), sınıf(lar) ve güçlere göre, onların çıkarlarıyla uyumu ya da uyumsuzluğu ölçüsünde iyi ve kötü olarak nitelenir. Kapitalist toplumda “toplumsal ahlak” esas olarak hakim sınıf ve güçlerin çıkarlarının ifadesi olarak şekillenmiştir ve kendinden önceki toplumsal koşullar ve sistemlerden artakalan, ancak yine hakim sınıfların anlayışlarınca belirlenenlerle birlikte burjuva ahlakı olarak etkindir. Her ne kadar her bir sınıfın kendi ahlakından söz edilebilir olsa da, özel mülkiyet ilişkilerinin belirlediği toplumsal koşullarda, hakim ahlak ve değer yargıları, bu ilişkilerin ve temsilcisi güçlerin niteliğini belirledikleri ahlaki vb. değerlerdir. Bir ifadesi de, hukuksal kurallar ”bütünü“ olarak şekillenmiş hak, özgürlük ve adalet anlayışı ve “ölçüleri“dir. Bu anlayış ve kurallar bütünü, sistemi temsil eden güç, kurum, parti ve örgütlerin sözcüleri tarafından “toplumsal ortak değer” ve “en iyi” olarak gösterilir ve herkes tarafından benimsenmeleri istenir. Bu ilişkiler sisteminde, sömürü insan hakkına aykırılık olarak görülmez. Aksine o, toplumsal kalkınma ve ilerlemenin koşuludur! Emek gücünü kapitaliste belirli bir asgariye satan işçi ve emekçiden, ona biat etmesi, konulan kurallara uyması, zarar etmemesi için daha fazla çalışması ve fedekarlık etmesi istenir.
Burjuvazi tarafından herkes için ortak ve genel geçer gösterilen “iyi” veya “kötü” ahlak, fabrika ve işletmenin duvarları arasındaki de dahil olmak üzere emekçilerin kapitalist sisteme ve onun devletine itaat istemiyle dolaysız bağlıdır. Kapitalistler ile onların sözcüleri açısından, emek gücü sömürüsüyle işlevli olan kapitalist üretim kaynaklı bir ahlaksızlık, haksızlık, arsızlık ya da hırsızlık söz konusu olmayıp, bu tür özellikler “kişi veya kişilere ilişkin” gösterilir. 85 en zenginin dünya nüfusunun yarısı kadar kesiminin toplamından daha fazla gelire sahip olması, her bir ülkede en zengin beşte birin toplam gelirlerin yüzde altmışından fazlasına el koymaları, bu anlayışa göre haylice ahlakidir! Zira, inanç gereği, olup bitenlerin tümü, “her şeye hakim, her şeyi gören, duyan, bilen yaradan”ın iradesine tabidir. Buna göre, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğine el konulurken, özelleştirme yapılır ve işçiler işsizliğe itilirken, asgari ve düşük ücretle çalışma dayatılırken, iş ilişkileri patron-işçi “birliği” ve fakat patron lehine belirlenir ve yasalaştırılırken, işçinin grev, gösteri gibi eylemleri patronun yanında polis gücü seferberliğiyle bastırılır ve emre ve otoriteye itaat etmeyenlere “kötek” hak görülürken, herhangi ahlaksızlık yapılmamakta, aksine “yaradan tarafından da onaylandığı” ileri sürülen düzeni sürdürmek için “toplumsal yarar gözetilmekte”dir!
Dahası kapitalist rant ile beslenenlere göre, kapitalizm, gerçek özgürlüklerin, adalet ve eşitliğin sistemidir! Meta ticareti ve dolaşımını kadın bedeninin sergilenmesi eşliğinde sürdürenler dönüp kadını iffetsizlikle suçlayabilirler. Rüşvet ve yolsuzluk olayları dolaysız şekilde özel mülkiyet sisteminden kaynağını alır. Rekabete dayanan kapitalizm, her bir kapitalist ve kapitalist gruplar, ülkeler açısından rakibin etkisiz ve güçsüz bırakılmasını bir kaçınılmazlık olarak üretir ve bu durum,  “gemisini kurtaran kaptandır!” anlayışı doğrultusunda kıran kırana bir rekabet ve gasp kavgasını üretir. Ama bugünkü hükümetin de yaptığı üzere, kapitalizmin temsilcilerinin yağma ve soygun sisteminden daha fazla yararlanmak üzere ranttan daha fazla pay alma savaşının üzeri, yine ahlak ve hukuk örtüsüyle kapatılır. Sözde, kimse açlıktan, yoksulluk ve yoksunluktan, işsizlikten, savaş ve katliamlardan yana olduğunu söylemez. Ama, kapitalizm tümünün kaynağı, burjuvazi sınıf olarak failidir. Ülkeler işgal edilip katliamlar gerçekleştirilir, içerde hak mücadelesi yürütenlere karşı zorba yöntemlerle susturma politikası izlenir, işkence ve şiddet dayatılır.
Toplum ve ailenin kutsanan ahlakı üzerine burjuva vaazının gizlediği, onun meta üretimi ve ticaretinin vardığı kapitalist pazar ilişkileri içinde, üretim süreci tarafından paramparça edildiği; sınıfsal farklılıklara bağlı çıkar değişkenliklerinin eklentisi olarak bir tür ticari meta haline dönüştüğüdür. “Aile, vatan ve millet değerlerinin sahiplenilmesi”ne dair söylem, ticaret özgürlüğü ve dünya pazarının oluşumu ile biçimsel hale gelmiş, geçersizliği ya da geçersizleşmekte olduğu uluslararası sermaye hareketine bağlı olarak burjuvazinin kendisi tarafından ilan edilmiştir. Meta ve sermaye ihracı ve üretim ve sermayenin uluslararası karakter kazanması, “millet”in sınıf ve tabakalara bölünmesinin yanı sıra ve onu da aşacak şekilde devlet sınırlarını engel olmaktan çıkarıp biçimsel hale getirmiştir.
Ahlak ve adalet üzerine “ebedi”, değişmez; her zaman ve her toplum için geçerli ilkelerden söz etmek, toplumlar halindeki varoluşun hep aynı biçim ve nitelikte devam edeceği iddiası kadar akıl dışıdır. İslam ideologları ve “din uleması” adı verilenler, “dinsel, ahlaksal, felsefi, politik, hukuksal vb. düşüncelerin kalıcılığı“nı vaaz ederlerken, geçmişten gelen ve bugün var olan üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hareket ve değişim zorunluluğunu ya üzerinden atlayarak ya da azımsayarak geçiştirmeye çalışırlar.
Dinsel ideoloji, özellikle de “Ehl-i Sünnet” olarak adlandırılanı, bu gelişme ve ilişkilerde esasa ilişkin bir adaletsizlik ve ahlaksızlık görmez. Adları günümüze dek anılan tüm İslam filozofları “iman ve biat“ fikri ve eylemini esas almakta ve “tüm kullara”-“tüm yaratılmışlara” koşul olarak koymaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın ikide bir “yaradılanı severiz, yaradandan ötürü!” diye, sözüm ona insancıl ve adaletçi(l) bir görünüm çizmeye kalkışmasının nedeni, bu ifadede de hakim-tabi ilişkisinin dile gelmiş olmasıdır. İnsanlara yaklaşımını, “yaratıcı“ bağlamını koşul koyarak anlamlandıranlar, baskı ve eşitsizlik içerikli bir anlayışı savunmaktan kaçınamazlar. Bu anlayışın çünkü diğer yanında, “beş parmak misali“ bir eşitsizliğin “yaradanın eseri olduğu” hükmü yer alır. Böylece, tüm sınıflı toplum pratiklerinde hakim güç durumundakilerin ayrıcalıklı yaşamı ve zenginliği, bugünkü koşullarda yapıldığı üzere “bütün iyi vasıflara sahip yaratıcı”nın korumasına alınır. Toplumun ezici yoksul ve yoksun kitlelerine totemleştirilmiş bu anlayışa bağlılık göstermeleri salık verilir ve “öbür dünyada mutlu yaşamak” üzere sabırlı olmaları telkin edilir. Hakim-tabi ilişkisinin egemen olduğu tüm kurumsal yapılar ve oluşumlarda, tabi durumdakilerin bu konumlarının değişimi hakim kurallar ve iradeye karşı “suç” sayılarak yaptırımlara tabi tutulurken, buna dini gerekçeler göstermek hiç de zor olmaz. Birey –ki sınıflı toplum koşullarında, özellikle de modern kapitalizmde o toplumsal birey olarak vardır, diğerleriyle yaşamın hemen her alanında farkında olarak ya da olmayarak ilişki halindedir– bu ilişkilerden ve gelişmelerden etkilenir ve kendi eylemiyle bir biçimde onları etkiler. Ancak mevcut ilişkiler sistemini korumak isteyenler, iktidar sahiplerinin “milli irade” söylemine benzer bir söylemle toplumsal çıkar, toplumsal iyi, ahlaki kurallar adına, “aşağıdakiler”in hak arayışını, söz söylemesini, yanlış gördüklerini değiştirmek üzere harekete geçmesini ahlaksızlık, anarşi, bozgunculuk olarak gösterir ve yine toplumsal iyi ve ortak çıkarlar adına onların bastırılmasını hak sayarlar. Kıssadan hisse söylenirse, “milli değerler” adına, dinsel-ahlaki söylem eşliğinde hakim kılınmak istenen, sınıfsal karşıtlıklarının kaynaklık ettiği farklı ahlaki anlayışların, adalet-hak-özgürlük anlayışların var olduğu gerçeğinin üzerini örtmektir.

II-b) “TOPLUMSAL İYİ” VE “ORTAK DEĞERLER”
Hakim sınıf sözcü ve temsilcileri, hemen her çağda, kendi sınıf çıkarlarına bağlanan ve onların “baki kalması”na hizmet eden kuralları ortak değerler ve “toplumsal iyi” olarak göstermişlerdir. “Değerlerimiz” ya da “milli değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklar” nitelemeleri, tüm toplum adına ileri sürülen bir görüş ifadesidir. Hareket noktası ya da gerekçesi “toplumsal iyi”nin “savunulması” olarak gösterilir. Ancak “toplumsal iyi”nin ne ve kim/hangi toplumsal kesim, sınıf ve çevreler açısından iyi ya da kötüyü belirleyen olduğu bu genellik ifadesi içinde saklı ve bulanıktır. İstenen de budur. Kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerden devralınmış değer yargıları ve ilişki biçimleriyle harmanlanmış kapitalist “iyi”nin, toplumsal ortak değer olarak gösterilmesi böylece gizlenmek istenir. Bu durumda, buna aykırı düşen her davranış ve düşünüş “kötü“ ve ahlaksız olma nitelemesini hak etmiş olur! Bu bakış açısına göre, toplumsal birey hakim otoriteye –bu devlet, hükümet, kapitalist patron, yönetici müdür, şef, ustabaşı vb. olabilir– itaat ettiği ölçüde ortak değerlere ve “toplumsal iyi”ye uygun davranmış olacaktır! Toplumsal değerlerin, iyi ve kötünün, ortak çıkarlar olarak ilan edilenlerin sınıfsal içerik taşıması ve sınıflara göre farklılık göstermesinin dayanağı, bu üretim tarzları, ilişkileri ve toplumsal koşullar bütünüdür.
Oysa, toplumsal çıkarların tümel bir ifadesinden ve herkesin ortak çıkarlarından söz etmek mümkün değildir. Köleci, feodal, burjuva-kapitalist çıkarlar; beylerin ve ırgatların, kapitalistlerin ve işçilerin, şu ya da bu grup veya çevrenin çıkar ve değerleri olabilir, ama tümünün ortak iyisi, ortak değerinden söz etmek, aynı ülkede ve ‘aynı dünyada’ yaşıyor olmak gibi, ölümlü olmak gibi türe ait, ve çok istisnai diğer bazı ortaklıklar dışında yalnızca bir aldatmaca olabilir.
Topluma dair “ortak değer” olarak gösterilen ve çoğunluk tarafından benimsendiği iddiasıyla savunulduğu belirtilen “ahlaki değerler”, ilkin, hangi süreçlerde, kim tarafından ve nasıl belirlenip toplumsal çoğunlukça benimsendiğinin belirsizliği nedeniyle sorunludurlar; ve ikinci olarak da, bir ya da birkaç ülke nüfusunca veya bu nüfusun bir bölümünce değer olarak kutsanan ritüel, anlayış ve kurallar, başka halkların yönetici sınıf ve kesimlerince de aynı iddia ile ileri sürülen onların değerleri ve ahlaklarının “ahlaksızlığı”na kanıt gösterilemezler.
Kapitalizmde –ve genel olarak sınıflı toplumlarda– bireysel/tikel çıkarlar ile kolektif toplumsal çıkarların uyumu üzerine söylenenler bir saptırmadan öteye geçmez. Makinanın icadı, bilim ve teknikteki gelişmeler herkes için yararlanabilir olanakların ortaya çıkmasının koşulları yönünden bir ilerleme olmasına karşın, kapitalist özel mülkiyet altında bunların sağlayabileceği yarar özel mülk sahiplerinin tekeline alınmıştır. Altyapı tesislerinin inşaası, yolların, köprülerin, ulaşım ve kullanım araçlarının modernleşmesi, tıpta ve diğer bilimlerdeki gelişmeler, daha iyi bir yaşam için, “ortak iyi” ya da toplumsal çıkar için kullanılabilir olma olanağı sağlamalarına karşın, kapitalist özel çıkar ve özel mülkiyet ilişkileri tarafından bu olanak ortadan kaldırılmış; yararlanabilmenin koşulları, sahip olunan paraya bağlanmıştır.
Bireylerin birbirleriyle tekil ilişkilerine aşkın olan toplumsal ilişkiler bağımlılığı içerir ve kişiyi, içinde hareket halinde olduğu ya da içine doğduğu/geldiği toplumsal ilişkiler bütününün unsuru olarak hareket etmeye koşullar(lar.) Bireysel hakkı ve adaletin her birey için ve eşit ölçüde varlığını kolektife ilişkin ve toplumsal ölçekte ele almayan hiçbir düşünce ve eylem, özgürlük, toplumsal iyi, eşit haklar savunusuna denk düşmez. “Ortak iyi”, tüm toplumun yararına olandır ve “kime ve neye göre ortak iyi?” sorusunu gereksiz kılan bir ilişkiler sistemini gereksinir. Sınıflı toplumlarda bunun olanağı yoktur. Sınıflı toplumların “ortak iyisi”, hakim olan sınıf ve güçlerin iyisidir! Onun toplumsallaşmasının koşulu, üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilerek, tüm toplumun çıkarlarını gözetecek şekilde işletilmesidir. Ortak değerler ya da ortak çıkarlardan söz etmek için, toplumsal ayrıcalıkların, sömürülen-sömüren, ezen-ezilen ilişkisinin bertaraf edilmiş olması gerekir. Herkes için geçerli ve herkesin uymakla görevli olduğu kuralların toplumsal irade haline gelmiş olması için, başkasının başı üzerinden toplumsal statü farklılıklarına yol açan koşulların aşılması gerekir. Toplumsal bireyin özgürlüğü ile toplumsal ödevler arasındaki çelişkinin kaldırılmış olması, tüm toplumsal zenginliğin toplumun tümünün malı haline gelmiş olması gerekir. Bu koşullar olmaksızın ortak çıkar ve ortak değerler söylemi yalandan öteye geçmez.
Ortak değerlerden gerçek anlamlarında söz etmek ve bu değerleri veri alarak şekillenen “ahlaki toplum”dan söz etmek, ancak hak ve ödevin, olanakların, toplumsal zenginliğin, kolektif yararına uygulama ve kuralların herkes için mümkün olabileceği bir toplumsal sistemde olanaklıdır. Böylesi bir sistem yeme-içme-çalışma-barınma koşulları yönünden “mutlak eşit” olmaya zorlamaz, aksine, herkese ihtiyaçlarını karşılayacakları bir yaşam olanağını en zengin haliyle sunar. İnsan bilgi birikimi ve emeğinin yaratımının kolektif kullanımı ile dünyasını/dünyayı ve doğayı ve yaşam koşullarını değiştirerek nesne üretimini gerçekleştirir ve bu değişimin merkezi unsuru olarak soyunun tarihsel ilerlemesinde rol oynar. Bu gerçeğin hilafına olan her düşünce ve davranış ahlaki olma hakkını yitirmiştir.

II-c) “AHLAK” EYLEM VE DÜŞÜNCENİN “ADALET TERAZİSİ” MİDİR?
Eylem ve düşünce biçimleri/tarzlarını ahlak “ölçüsü”ne vurarak “iyi” ve “kötü” ahlak değerlendirmesi yapanlar, herhangi eylem ve düşüncenin ancak kendi koşullarıyla ilişkileri içinde bir anlam kazandığı ve kazanacağı gerçeğini gözardı ediyorlar. Bu değerlendirme tarzında, insanın ve insan ilişkilerinin merkezinde yer aldığı bu kavramların koşullardaki ve toplumsal ilişkilerdeki değişim ile bağlarıyla birlikte, bu maddi toplumsal bağın tarihselliği ve sınıfsallığı da dikkatten kaçırılmıştır.
Oysa farklı toplumlarda ve şu ya da bu toplumun bünyesinde yaşanan değişiklikler çeşitli ve farklı kuralların benimsenmesinde ve bu kuralların da iyi ya da kötü sayılmalarında etkendirler. İyi ve kötü, ahlaki olan ve olmayan alışkanlıklar ve anlayışlar, insan eylemi ve düşünüş tarzlarından soyutlanmış, göksel güçlerin vahyeyledikleri değerler olmayıp, maddi yaşamın üretimi sürecinde ve toplumsal ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Bu anlayış ve kurallar, adalet ve özgürlük düşünceleri, ahlaksızlık ve ahlaki olma özelliğini, yaşam araç-gereçlerinin üretim ve dağıtım/dağılım tarzlarına ve içinde bulundukları/yer aldıkları toplumsal koşullara bağlı olarak kazanırlar. Eylem ve düşünme; “fikir ve zikir”; anlayış ve tutum doğasal, varlıksal ve insansaldır. Haksızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık, eşitsizlik gibi kategoriler, sonuçta, insan(lar) aracıyla işlevsellik kazanan maddi etkinlik sürecinin ürünleri olarak anlamlı olurlar. Onların, şu ya da bu kesimin, şu ya da bu sınıfın, toplumsal kesim ve ulusal gücün yararına, onun damgasını taşıyacak şekilde belirlenmiş olması pekala mümkündür.
Değişen koşullar, toplumların ve bireylerin eyleyiş ve düşünüş tarzlarını da etkileyip değiştirirler. Asırlarca değişmeksizin kalan herhangi bir düşünce, aslında ancak toplumsal ve doğasal değişimi dikkate almayan, donuk, sabit ve dogmatik olabilir. Dogmalar ise, insanın ilerleyişi önüne barikat örmek gibi bir işleve sahiptirler. Değişim, yalnızca üretim biçimlerinde, insan ilişkilerinde, düşünüş ve eyleminde, ahlaki tutum ve davranışlarında etkili olmaz; sosyal “doku”da ve siyasal yapıların şekillenmesinde de etkili olur. Birey ve grupların iradesini aşan toplumsal ve iktisadi bir devingenlik, değiştirici güçlerini de üreterek, var olanın farklılaşmasını, yerine başka türden yeni biçim ve tarzların geçmesini, siyasal-sosyal yapı ve ilişkilerin yeniden belirlenmesini zorunlu hale getirir. “İnsanların maddi varoluş koşullarının, toplumsal ilişkilerinin, toplumsal varlıklarının, onlardaki tasarımları, görüşleri ve kavramları, kısacası insanların bilincini de değiştirdiği”nin en güçlü kanıtı toplumsal tarihin kendisidir. Düşünceler, tutum ve davranışlar maddi üretimdeki değişimle birlikte değişirler. Eski toplumların bağrında gelişen yeni maddi üretici güçlerin itkisiyle eski ilişkilerin erozyonu ve çözülmesi, yeni fikirlerin, yeni tutum ve davranışların oluşmasının da hazırlayıcısıdır.
Değişmezliği ve kalıcılığı üzerine söz söylenen, iddiada bulunulan tüm sözüm ona statik yapılar, şayet toplum yaşamıyla ve onun ortaya çıkardığı ilişkiler, kurumlar, düşünce-davranış biçimleri ile ilişkili iseler, ivmesi koşul ve etkenlere bağlı olmak üzere değişime sürüklenmeye mahkumdurlar. Dini inanç biçimleri de içinde olmak üzere, insan soyunun tarihi boyunca, içinde yaşadığı koşulların ve ilişkilerin etkisi altında şekillendirdiği tüm üretim, inşaa ve düşünüş biçimleri tarihsel bir özellik gösterirler. Toplumsal yaşam sürecinin belirli safhalarında ortaya çıkmış, etkili olmuş ve fakat değişerek yerine başkalarının geçmesine zorunlu olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri “ezel-ebed” geçerliliği taşımaz. Kölenin üretim koşulları ile modern makinalı üretim sistemi, düşünüş ve davranışların, ne denli istenirse istensin ve baskı altına alanırsa alnsın, farklı biçimler almaları olasılığı ve kaçınılmazlığını ortadan kaldıramıştır. Bunun gibi, dünyanın farklı bölgelerinde, farklı ilişkiler içinde yaşayan toplulukların, toplumların gelenek, ahlak, inanç biçimleri birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Bu farklılıklardan hareketle yapılan suçlamalar, örnek olsun, İslami ideologlar tarafından bütün olumluluklar ve iyi ahlak ölçülerinin Müslümanlara atfedilerek, Hıristiyan ve Musevi inançları ile Şii-Alevi mezhebinin kötülük kaynağı gösterilmesi türünden düşünceler, bu nesnel gerçekliğin inkarına dayanır. Diğer yandan, insan soyunun tarihsel gelişmesinin sürecinde eşitlik, özgürlük, kardeşlik düşüncelerini geliştirmesi, daha da önemli olarak sömürüsüz bir dünya ideali ve görüşünün ortaya çıkması ve kurtuluşun yolu olarak görülmesinin kaynağında da sosyal-iktisadi koşullar ve ilişkilerdeki değişim; ortaya çıkan yeni üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde ayakbağı olan eski üretim ilişkileri ile karşıtlığı ve bu çelişkiden kaynaklanan eylemi vardır; ve gerçek toplumsal ortak iyinin gerçekleşebilir olmasının koşulu da bu amaca varılmasıyla mümkün olabilecektir.
Kapitalizm koşullarında “herkesin hakkı” bir soyutlama ifadesidir. Hakkın kime ve nasıl tanınacağı; ölçüsü ve kurallarının ne olacağı; bunları hangi tür ilişkilerin belirleyeceği göz önünde tutulmaksızın genel bir hak-hukuk, eşitlik ve özgürlük söylemiyle bunların sermayenin çıkarlarına bağlandığı gerçeği örtbas edilir. Hak ve adalet; eşitlik ve özgürlük burjuva egemenliğinin damgasını taşır ve esas olarak üretim araçları mülkiyetine sahip olanların –günümüzde onların da esas olarak en irilerinin– hakkı, özgürlüğü çerçevesinde söz konusu olur. Ahlak ve adalet kavramları, insan hakları ve özgürlükleri, insanın hak eşitliği kavramlarıyla ilişkileri içinde ele alınmadıklarında salt soyut bir düzlemde, salt kavramsal “iyi”ler olarak kalırlar. İslami söylemde insanlara adil olmaları vazedilir ve adil olmak haktanırlık gereği sayılır. Oysa, çıkarlar tarafından belirlenen, rekabete dayanan ve sömürülen-sömüren ilişkisini içeren toplumsal sistemlerde adalet ve adil olmak bir soyutlamadan ibarettir. Yoksul ve “varsıl”/zenginin bulunması sistemin işlerliğinin koşulu ve kuralıdır. Bu somut gerçeklik, adalet üzerine soyut söylemi geçersizleştirir. İşçiyi, gün boyu ve ürettiğinin küçük bir yüzdesi karşılığında çalıştırmak, bu sistemde kapitalistin hem hakkı, hem de toplumsal düzenin işlerliği açısından gerekliliktir! İşçi “ücretini aldığı” için de ilişki adil-hak tanır ve “özgürce” görünür!
Oysa, “adil” ve “iyi ahlak”lı olmak, herkese hakkını vermek; eşitliği öngörmek, savunmak ve uygulamaktır. Sömürünün ve sınıf ayrımlarının olduğu toplum koşullarında bu mümkün olmaz.

II-d) “BATILI AHLAKSIZLIK” SÖYLEMİNİN BAĞLANDIĞI GERİCİLİK

“Batı’nın değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” söylemi, sistem savunusunu görev edinen sağ politikacı ve ideologlar tarafından, bu ve benzeri argümanlarla, dozajı ilişkilerin seyrine ve içerde milliyetçi ve dini istismar ihtiyacına bağlanarak, on yıllar boyunca sürdürülegeldi. İslamcı ve Türkçü; Türk-İslam sentezcisi tarih yazarları ve sosyologların bu doğrultuda kaleme aldıkları yüzlerce kitap ve makale bulunuyor.
Ahlak ve ahlaksızlığın şu ya da bu din, mezhep ve millet yararına veya aleyhine yorumu ne akli ne de bilimseldir. Böylesi bir yaklaşım, kendi “milleti ve dini” lehine, diğerlerine karşı önyargılı bir tutum ile birlikte toplumsal üretim sistemlerinin, toplumsal koşulların gelişimi ve değişiminin asıl belirleyenler oldukları gerçeğini de örtbas eder. Erdoğan gibi milliyetçi-muhafazakar İslamcıların “Batı”yı ahlaksızlıklarla yan yana ve iç içe, dahası ahlaksızlık merkezi göstermeleri, dünya kapitalist sistemi ve onun başlıca ana merkezleriyle “küresel kapitalist” değerler üzerinden kurdukları ortaklığı gizlemekle kalmaz, çeşitli diğer din ve mezheplere bağlı kitlelere karşı önyargıları beslemektedir. “Batılı ahlaksızlık” söylemi, “İslami” ve “milli” ahlaki değerlerin kalkış noktası alınırken, ülkenin limanlarının, işletmeleri, toprakları, yeraltı kaynakları, akarsuları ve deniz ve kara yollarının uluslararası tekellerin hizmetine sunulması politikasına örtü oluşturur.
Tayyip Erdoğan ve ‘avanesi’nin sürdürdüğü “Batı’dan ahlaksızlık alındı” söyleminde, Batı ile ahlaksızlık yan yana getirilmekte; ahlaklılık ise “Doğu”ya; dahası İslam’a ait bir mülkiyet iyeliği olarak alınmaktadır. Bu dogmatizmden öte bir şeydir. “İyi ahlak”ın koşullar, ilişkiler, zaman ve değişimden bağımsız olarak şu ya da bu toplum veya onun inanç sistemleriyle bağlı gösterilmesi, insanları din ve ırk ayrımlarıyla özelliklendiren bir yaklaşımın ifadesidir. Oysa herhangi bir ulus, toplum ya da kesimin iyi ve kötü özellikleri bulunabileceği gibi, bunların zamana ve iktisadi-sosyal ilişkiler sistemindeki değişime göre farklı anlamlara bürünüp değişime uğramaları da mümkün, hatta kaçınılmazdır. Ahlaklı olmayı ve iyi özellikleri “Batı” dışı ve özellikle de İslam’a ait gösteren dinsel politik ideolojik yaklaşım, bir yandan sorunu cinsler arası ilişkilere; giyim biçimleri ve yeme içme kültürüne daraltır ve kadın-erkek ilişkilerinin tarihsel seyrini ve toplumdan topluma fark etmekle birlikte toplumlar tarihi boyunca gösterdiği değişimi gözardı ederken, diğer yandan inanç biçimleri merkezli değerlendirir. Kadınların “iffetsizlik” iddiasıyla diri diri yakıldıkları, toplu tecavüzle cezalandırıldıkları –daha birkaç gün önce Hindistan’ın bir bölgesinde 23 yaşındaki bir kadın kendi kabilesi dışında birine aşık oldu diye bu cezayla cezalandırıldı– taşlanarak öldürüldükleri, kırbaç cezasına çarptırıldıkları “Doğu” toplumları, bir bölümü hala aktüel olarak yaşanan bu gibi “ahlak”a sahipken, “iyi ahlak” adına örnek gösterilmeleri ancak bağnaz bir gericilikte ısrarla mümkündür. Suudi Arabistan’da İslami ahlak adına kadının yalnız başına sokağa çıkması dahi yasaktır. Afganistan’da Burka aracıyla dış dünyaya bakması, anlaması, tanıması önleniyor. Türkiye’de hükümet partisi ile Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri ve görevlileri başta olmak üzere, politik güç sahipleri, ahlaklı olma adına ve 1400 yıl önceki koşullardan alındığı söylenen İslami yaptırımları güncelleyerek, kadının örtünmesi ile iyi ve kötü ahlak arasında dolaysız bağ kurmakta, kadının çalışması, toplumsal yaşama katılması, toplumsal yaşamda giderek daha aktif bir unsur olarak ve erkek cinsiyle yan yana, aynı mekan ve zamanlarda bulunması, kent hayatının bir parçası olmasına karşı tutum alarak, kadın cinsine bin türlü aşağılama ve ayrımcı baskı ve yaptırımı “hak” görürlerken, türbanı kadın özgürlüğünün sembolü olarak göstermektedirler.
Gerçek o ki, yeme içme alışkanlıkları, cinsellik ve kadın-erkek ilişkileri, inanç biçimleri ve ritüelleri, gelenekselleştirilmiş alışkanlıklar toplumdan topluma değişirler. Aynı zaman dilimlerinde farklı toplulukların farklı değer yargıları ve alışkanlıkları, bunların da rol oynadığı hareket ve düşünüş tarzları olabileceği gibi, farklı zamanlara göre de bunlar değişkenlik gösterirler. Bu da, bir toplumun belirli tarihsel koşullarda “ahlak” ve adalet-hukuk adına benimseyip uyguladığı kurallar ve anlayışların ölçü alınarak başkalarının davranış ve düşünce tarzlarıyla genel olarak yaşam biçimleri ve kültürlerinin suçlanması, aşağılanması, kötü ya da iyi gösterilmesinde ölçü oluşturamayacaklarını gösterir. Hakim sınıflar tarafından korunup savunulan, uygulamaya geçirilen ve uyulması istenen kuralların mevcut üretim sistemi ve toplumsal koşullarla bağlı oluşu, hakim düşünce ve anlayışların hakim sınıfların damgasını taşıması, dini ideoloji de dahil olmak üzere sisteminin ve devamını insan için gerekli gösteren ideolojik-politik ve kültürel görüşlerin maddi yaşamın üretimi etkinliğine bağlı oluşu, toplumlara ve koşullarına göre ileri-geri, iyi-kötü sayılabilir ve değişkenlik gösteren bir bağlam çerçevesinde anlam farklılıkları kazanabilir. Buradan da, “Batılı ahlaksızlık” söyleminin somut durum ve nesnel olguları değil, dogmatik önyargı ve öznel zorlama yorumları esas aldığı sonucu çıkar.

BU BÖLÜME SONUÇ YERİNE BİRKAÇ SÖZ

Politik parti ve örgütlerin, kurumsal ve kitlesel örgütlenmelerin ‘kimliği’ni açıklayıcı en önemli veri ve kıstas, kapitalist üretim sistemi karşısındaki tutum ya da bu sistem ile ilişkilerin niteliğidir. AKP ve hükümeti kapitalist sömürü sistemini; uluslararası sermaye ve emperyalist kapitalizmin dünya hakimiyetini sadaketle sahiplenip savunduğunu kuruluşundan bugüne kadar sürdürdüğü pratik politikaları, programı ve kuramsal görüşleriyle ortaya koymuş ve kanıtlamıştır. Onun, herkese sahiplenme çağrısı çıkarmakla kalmayıp, benimsenmesini dayattığı “adalet, hak ve ahlak” anlayışı, sömürüyü kaçınılmaz gösteren içeriğe sahiptir ve o bunu dinsel dogma ve söylemin mistik koruganlığına çekerek, işçi sınıfı ve emekçilerin akıl yoluyla ve bilimsel gelişmelerden öğrenerek bugünü ve geleceklerini kurma, tayin etme, daha insani bir yaşamı gerçekleştirme, sömürü ve baskının olmadığı bir toplumsal düzen için çaba gösterme kavrayışı ve hedefinden uzak tutmaya çalıştı/çalışıyor.
Bu politik-ideolojik tutum, iktidar partisi ve güçlerinin temsil ettikleri sömürü ve baskı sisteminin ürettiği düşünüş-davranış tarzıyla uyumlu olup, burjuva ahlakının da bir göstergesidir. Dini ideoloji ve politikaya sahip bir hükümetin iktidarını kötüye kullanması; yakınları ve yandaşlarına yönelik ‘yolsuzluk ve rüşvet’ operasyonunun üzerini kapatmak üzere soruşturma yapan devlet personelini cezalandırması, tehdit edip aşağılaması, soyut iyi olarak gösterilen ve İslami ideolojiye mal edilen “güzel ahlak” söylemi ile somut maddi çıkar ve ilişkiler ve bunların ürünü politik tutum ve davranışlar arasındaki bağı, gerçekliğinde olduğu üzere maddi çıkarlar lehine ve “çıplak hali”yle ortaya koymuştur. Belirleyici olanın soyut lafazanlık olmayıp, maddi gerçeklik olduğu bir kez daha açıklık kazanmıştır.
Daha iyi koşullarda yaşamak isteyen, kendisine karşı uygulanan haksız ve zorba politikalara direnç gösteren kişi, grup, çevre, sınıf vb. kesimleri bu tutum ve istemlerinden ötürü “ahlaksız”, “komplocu ve darbeci” göstererek, polis şiddeti ve emri altındaki kurumsal güçleri-devlet aygıtının çeşitli bürokratik kurumlarını harekete geçiren iktidar ve sınıf ahlakı, hak arayışındaki kesimleri bir de “ayak takımı” olarak hükmedilecek “aşağı” kesimler olarak görüyor ve niteliyorsa, savunduğu kapitalist çıkar, kapitalist sömürü sistemidir. “Ortak çıkarlar” söylem ve propagandasını boşa çıkaracak kanıtları işçi grev ve direnişlerine karşı politik-adli tutumda, Haziran 2013 Direnişi (Gezi Direnişi) karşısındaki zorbalık ve öfkede, TEKEL işçilerinin 78 gün dondurucu soğukta gerçekleştirdikleri direnişi “Ergenekon uzantısı” gösteren anlayış ve ahlakta, yüzlerce irili-ufaklı gençlik, kadın, kamu emekçileri eylemine yönelik saldırganlıkta, Roboski türü kitlesel imhaları gerçekleştiren düzen güçlerini sahiplenip eylemlerini örtbas etme tutumunda, cinayet işleyen, işkence yapan, her direnişe zorba yöntemlerle ve kin besleyerek saldıran polis gücünü “kahraman” ilan edip ödüllendiren sınıf tutumu, iktidar hırsı ve çıkarlarını koruma politikasında içerilmiş olarak, eklenebilecek yüzlercesiyle alenileşmiştir.
Dünya halklarının gaddar ve zalimane düşmanı olan emperyalistlerle –önceleri İngiliz ve Fransız, sonra Alman– ardından da altmış yılı aşan süredir Amerikan emperyalizmi ile “stratejik işbirliği ve müttefik” olma; onları hem “kafir” olarak görüp küfre layık sayma, hem de işbirliği yaparak kendi ülkesi ve halkının olduğu kadar diğer halkların da üzerindeki kapitalist-emperyalist hegemonyanın payandalığını yapma; bu ilişkileri zorunlu gösterme ve onlardan sınıfsal, zümresel ve kişisel çıkar edinme – bu, bir yönetim politikası ve ahlakıdır ve kendilerini “iyi Müslümanlar”, “temiz ahlaklı kişiler” olarak pazarlayan yöneticilerin söyleminin yasal ve yasa dışı hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, rant paylaşımı, güç ve yönetim mevzilerini ele geçirme ve koruma pratik hedefiyle bağlı olduğu giz olmaktan çıkmıştır. İktidar partisinin ve onun rant çanağından beslenen “muhafazakar milliyetçi” kapı çavuşlarının burjuva ideolojisi ile İslam’ın “sentezi” üzerinden geliştirdikleri adalet ve ahlak söylemi, kapitalist mülk sahipliğiyle politik iktidar gücü olma arasındaki ilişkiyi örtmeyi esas almıştır. Dini ideolojiyi kullanmasına ve politik söyleminde adalet, eşitlik, ahlak, dürüstlük ile ilgili İslami literatürden alıntılamalarla kitlelerin manipülasyonu yöntemlerine baş vurmasına karşın, günümüz iktidarının asıl belirleyici kaynağı ve dayanağı kapitalist toplumsal koşullar, kapitalist üretim tarzı ve sömürü ilişkilerinin sağladığı zemindir. Erdoğan iktidarının gücü, makalenin başkaca bölümlerinde de değinildiği üzere, savunusunu ve koruyuculuğunu üstlendiği kapitalist özel mülkiyetin kendisinden gelmektedir. İktidar partisi ve hükümeti oluşturanların devlet olanaklarını da kullanarak sahip oldukları ve büyüttükleri sermaye gücü, ölümüne yapışarak korumaya çalıştıkları yönetim koltuklarının asıl dayanağını oluşturuyor. Tutuculuğunun, gericiliğinin, giderek otoriterleşmesi ve “firavun”laşmasının nedeni de, bu asıl “kutsal”lara bağlılıktadır.

Amerikan hâkimiyet savaşı ve savaş karşıtı hareket

Amerikan askeri kuvvetlerinin, yanlarına Batılı emperyalistlerle işbirlikçi bağımlı ülkelerin ordularını da alarak, Körfez bölgesi ve Ortadoğu’yu kendi çıkarları yönünde yeniden biçimlendirmek üzere, Irak ülkesi, devleti ve halkına karşı topyekûn bir saldırıya girişmesinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Bu on yıllık sürede Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin başını çektikleri işgalci koalisyon ülkelerinin her birinde ve birbirleriyle ilişkilerinde küçümsenemez değişmeler gerçekleşti. ABD ve İngiltere 11–12 yıl sonra bugün de Saddam’ı ve Irak yönetimini “dünya barışı için tehdit edici terörist bir güç” olarak göstererek, yıkılması için BM üyesi tüm ülkelerin kendileriyle birlikte hareket etmesini sağlamaya çalışıyorlar. Bu süre içinde aralıklarla, ancak sık ve yoğun biçimde Irak’ı bombalamayı sürdürdüler. Fiilen böldükleri bu ülkeye ambargo uygulayarak 1 milyon 700 bin civarında çocuk-yaşlı, kadın-erkek Iraklının hastalıktan, gıdasızlık ve ilaçsızlıktan ölümüne yol açtılar. Amerikan-İngiliz savaş uçaklarının “Irak füze bataryalarını bombaladıkları “na dair haberler hiç eksik olmadı. Çok sayıda Iraklı bu saldırılarda öldürüldü, Irak’ın “askeri” ya da “sivil” tesisleri tahrip edildi, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarıyla iletişim ve ulaştırma hatlarının kullanılamaz duruma getirilmesi için çaba gösterildi. ABD burjuvazisi 12 yıla yakın bir süredir, dünya halklarını, “Irak’ın kitle imha silahlarının yok edilmesi zorunluluğu” üzerine, kesintisiz ve güçlü bir propaganda bombardımanına tutmuş durumda.(1)
Bush, Pentagon şefleri ve tekelci Amerikan basınının CIA işbirlikçisi yazarları, Amerikan emperyalizminin petrol ve doğalgaz alanlarını ve enerji iletim hatlarını denetlemek üzere Asya’ya yerleşme politikalarını “gerekçelendirmek” amacıyla “terör” üzerine sürekli yalan üreterek, bütün dünyada, beyin yönlendirmesini sağlama çabasındadırlar. Amerikan emperyalizmi için en önemli stratejik hedeflerden birinin, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunduğu “Avrasya”nın hâkimiyeti olduğunu, Brzezinsky-Kissinger gibi emperyalist “stratejist’ler yıllarca önce ilan etmişlerdi. Bush ve Pentagon generallerinin bu stratejik hedefe varmak için bugünkü uluslararası durumu “fırsat” saydıkları ve askeri-ekonomik gücü en ileri ve üst düzeyde kullanarak hedeflerine varmak istedikleri de, Bush ve genelkurmay başkanı tarafından dile getirildi. Afganistan’a askeri saldırı ve Kafkas “cumhuriyetleri”nde kurulan askeri üsler, Amerikan emperyalizminin hedeflerine doğru atılmış ileri adımları oluşturuyorlar. Rusya ve Çin’in karşı ataklarının henüz etkili bir düzeye ulaşmaktan uzak bulunmaları ABD yöneticilerini cesaretlendiren etkenler arasında. Amerikan askeri-politik şefleri, Rusya’nın etrafının kuşatılması ve etki sahasındaki ülkelerin Amerikan politikalarına çekilmelerinin sağlanması ya da bu ülkelerde “Batı” emperyalizmi yanlısı kliklerin işbaşına getirilmesi için, büyük gayret içindedirler. ABD-İngiliz sömürge politikacıları ve sömürge kuvvetlerinin elebaşları, Afganistan işgaliyle edindikleri Asya mevzilerini, Irak’ı, askeri, ekonomik ve politik gereksinmeleri yönünde kullanılabilir bir duruma getirerek daha da genişletmeyi ve böylece Ortadoğu-Kafkasya petrolleri ve doğalgaz yataklarıyla bunların Batıya iletim hatları üzerinde denetim kurmayı hedeflediklerini; kara propagandanın(2) ve onu yürütülebilir kılmak üzere uydurulmuş gerekçelerin buna yönelik olduğunu, kuşkusuz açıkça dile getirmiyorlar. Ama yöneticilerinin çoğunun uluslararası petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları bir yana;(3) asıl hedefin bölgeye ve zengin petrol rezervlerine hâkim olarak ve bütün öteki rakipleri de geride bırakarak dünyanın ham petrol kaynakları (rezervleri) bakımından en zengin ikinci ülkesini, bu amaç yönünde hizaya getirmek olduğu da, bu süre içinde gelişen olaylar tarafından kanıtlanmış oldu.
Bush ve Blair çetesi tarafından itiraf ve ilan edilmiş olan hedefin dünya pazarlarına hâkim olma içerikli olduğunu gösterir çok sayıda gelişme ve göstergeden ikisi, çok belirgin ve dikkat çekicidir: Bunlardan biri, Bush yönetimi tarafından 20 Eylül 2002 tarihinde ilan edilen “ulusal güvenlik stratejisi belgesi”; diğeriyse, Amerikan Savunma bakanı Donald Rumsfeld tarafından ilan edilen “savaş kuralları” (ya da kuralsızlıkları) belgesidir. İlkinde, başka tehditlerle birlikte, rakip devletlerin “gerektiğinde” zor kullanımıyla “silahsızlandırılması”, uluslararası alandaki “silahsızlanma anlaşmaları “nın geçersiz ilan edilmesi ve “herhangi bir düşmanın (devlet olsun ya da olmasın) kendi iradesini ABD veya müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip” olan Amerikan saldırı kuvvetleri tarafından etkisizleştirilmesi öngörülmektedir. Buna göre; Amerikan kuvvetleri “ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri, bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır.” “… her hangi bir yabancı gücün, ABD’nin on yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.”
Amerikan haydut çetesi, kendileriyle rekabete girişmeye ve dünya pazarları için mücadeleye cesaret edebilecek rakipleri, “gerektiğinde şiddet yoluyla” saf dışı etmeye kararlı olduğunu ilan etmektedir. Bu meydan okuma, Amerikan tekelci burjuvazisinin, İkinci Büyük Savaş sonrası dönemin koşullarında güçlenmiş bulunan kapitalist dünya jandarmalığı rolünü, sahip olduğu ekonomik-askeri güce dayanarak ve şiddete başvurmaktan kaçınmayacağını ilan ederek sürdürmek istediğinin göstergesidir.
ABD emperyalizminin ana hedeflerinden birinin, “Avrasya” olarak adlandırılan bölgenin tüm zenginlikleriyle birlikte denetlenmesi olduğunu gösteren ikinci ve güncel belge, bizzat Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından hazırlanan ve saldırı savaşında kendilerini hiçbir “ilke” ya da “kaygı”nın bağlamayacağını ilan ettikleri “savaş tamimi”dir. Buna göre; “müttefiklerin kaygıları veya kamuoyunun endişelerinin, ABD askeri hedeflerini belirlemekte etkili olmasına izin verilmeyecek”, “ABD, bazı şeyleri yapmayacağına dair vaatler vererek kendini frenlemeyecek”tir. Rumsfeld, askeri harekâtın riskleri olabileceğini, ancak “eylemsizliğin risklerinin de değerlendirilmesi gerektiğini belirtirken, Amerikan savaş gücünün, kendini hiçbir uluslararası kural ve anlaşmayla sınırlamayacağını ilan etmektedir.
Emperyalist dünya korsanına “eylem” gerekmektedir ve bu “gerekliliği” doğuran ana etken, gösterilmek istendiği gibi, “kitle imha silahlarına sahip Saddam yönetiminin oluşturduğu tehlike” değil, ama doğrudan doğruya, sahip olunan ve zirvesinden geriye doğru düşüldüğü görülen gücün hâkimiyet alanlarını genişletme ve pazarları rakiplerin aleyhine denetleme ihtiyacıdır. Amerikan sermayesi ve mali gruplarının ağırlıklı denetimi altındaki Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası mali kuruluşların yöneticilerinin, Irak’ın işgalinden yana tutum içinde olduklarını gizlemeye gerek görmeksizin, “biz, yeniden yapılanma işlerini yürütürüz” söylemiyle piyasada dolaşmaları da, sorunun pazar ve kaynak denetimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. DB başkanı James Wolfensohn, “çatışmalardan sonra” bankanın “devreye gireceği”ni, IMF Başkanı Horst Koehler de “Irak’a yönelik bir savaşın dünya ekonomisi için olumlu sonuçlar doğurabileceğini” ilan etmişlerdir.
Batı pazarlarının büyük gereksinme duydukları ve kapitalist emperyalizmin kendini sürdürmesinde “stratejik hammadde kaynağı” olarak “üstün işlev göreceği” başından bilinen enerji bölgeleri ve yataklarının kimin denetiminde olacağı sorunu, bu büyük çekişme ve rekabet; giderek artan biçimde yeni büyük bir kapışmaya doğru sürüklenen emperyalist büyük güçler arasındaki ilişkilerin merkezinde durmaktadır. Amerikan emperyalizminin izlediği politikanın, önceleri Zbignew Brzezinsky ve sonraları Henry Kissinger tarafından açıklandığı üzere, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’nın orta ve güney bölgeleri dâhil bütün bir “Avrasya” karasının ve üç kıtaya bağlantılı deniz ve kara ulaşım yollarının denetimini ele geçirmeyi hedeflediği artık iyice “su üstüne” çıkmıştır. Amerikan emperyalist şefleri bu bölgeye; bölgenin zengin hammadde kaynaklarına ve en zengin rezervleri oluşturan petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olmayı neredeyse ‘temel bir hak’ saymakta; askeri- politik çizgilerini buna göre oluşturmaktadırlar. Dünya petrol üretiminin yarısından fazlasının gerçekleştiği ve ABD’nin ihtiyacının %50’sini, İngiltere’nin %45’ini, Fransa’nın %90’nını, Japonya’nın %76’sını karşılayan bir bölgenin, kimin, hangi büyük gücün denetimi ve hegemonyası altında olacağı, gerektiğinde güçlerin karşı karşıya gelmesiyle çözümlenebilir bir büyük uluslararası anlaşmazlık sorunudur.
Dünya üretilebilir petrol rezervlerinin %65’ini bulunduran bir bölgenin, en önemli ve zengin rezervlerin bulunduğu Suudi Arabistan ve Irak pazarının ele geçirilmesinin, bunu gerçekleştirebilecek emperyalist ülke ya da ülkelere, diğerlerine karşı büyük bir üstünlük sağlayacağı kesindir. Bu, yalnızca 600 milyar varil olduğu düşünülen bir kaynağı denetleme gücünü değil; bununla birlikte kapitalizmin “ana ülkeleri” dâhil, petrole bağımlı dünya pazarlarını denetleme ya da bu pazarlarda “aslan payı”na sahip olma avantajını ele geçirmeyi de sağlayacaktır. Bölgeyi kontrol altında tutmak isteyen büyük emperyalist güçlerin birbirleriyle onca keskin rekabete girişmelerinin temelinde, bütün sanayi ve ekonomik faaliyetin bir biçimde gelip bağlandığı bu zengin ve kudretli doğa kaynağı bulunmaktadır. Büyük petrol tekellerinin ve emperyalist ülkelerin petrol kavgalarının son iki yüz yıla yayıldığı düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemlerde de petrol ve doğalgaz kaynaklan üzerine rekabetin, yeni bölgesel ve uluslararası büyük savaşları davet edebileceğini bugünden söylemekte sakınca yoktur. Bush, Cheney gibi Amerikan yönetici kliği içinde bulunan birçok kişinin hisse ortağı olduğu Amerikan petrol şirketlerinin, Amerikan askeri gücünü ve uluslararası ilişkilerinin, bu bölgenin ve kaynaklarını ele geçirmek, rakiplere üstün gelmek ve onları eski etkinlik alanlarından sürmek üzere kullanılmasını kışkırtma çabaları bundandır.
Petrol bölgelerinin ve petrolün Batıya nakil hatlarının geçiş bölgeleri, Amerikan stratejik çıkarları yönünden hayati önem taşır. Amerikan dış ve iç politikasında hemen her zaman etkili olmuş bu durum, kendi çıkarları için savaş dâhil tüm yöntemleri kullanmaktan geri durmayan petrol “lobisi”nin politikalarıyla birleşince, saldırgan politik çizgi belirleyici özellik kazanmıştır.(4)

GÜÇ SAHİBİ, SALDIRGAN VE “YALNIZ”
Amerikan emperyalist elebaşlarının bu denli pervasız hareket etmelerinin en önemli dayanağı açıktır ki, ABD’nin hâlâ dünyanın en güçlü ekonomik, askeri ve mali gücü olmaya devam etmesidir. On yıllar boyu sürdürdüğü ve kaptırmadığı emperyalist kapitalizmin dünya jandarmalığı rolü, ona bu imkânı sağlamıştır. Güçlerine karşın, diğer büyük emperyalist ülkelerden hiçbiri ABD’ye tek tek “kafa tutacak” durumda değildir ve bunların ABD-İngiliz savaş çetesine karşı gerçekleştirdikleri bir karşı bloktan da henüz söz edilemez.(5) O nedenle Amerikan-İngiliz planına ancak “çomak sokabilmekte”, onun önünü kesebildikleri oranda Asya ve Avrupa’da etki sahibi olunabileceğini bilerek, sınırlamaya çalışmaktadırlar.
Ancak, ABD tekelci burjuvazisi ve onun askeri-politik gücü, kapitalist emperyalizmin birincil ve başlıca gücü olma konumunun -zirvedeki bu konumun- sarsılmaya başladığının, rekabetin kızışmasının yarattığı potansiyel tehlikenin giderek arttığının, izlediği saldırgan ve kaba müdahaleci politikaların onu artan ölçüde yalnızlaştırdığının farkındadır. Emperyalizmin terörist kıtası, rakiplerini ve bağımlı ülkelerin yönetici güçlerini “terörizme karşı mücadele” adına bir tür köşeye sıkıştırmaya çalışırken, elinde bulundurduğu biyolojik, nükleer ve kimyasal silah stoku ve çok başlıklı ve kıtalararası menzilli nükleer füzelere karşın, uluslararası politik (ve askeri) alanda giderek yalnızlaşmakta; bu da onu daha fazla saldırganlaştırmaktadır. Amerikan-İngiliz sömürge kuvvetleri ve Amerikan savaş karargâhının baş çakalı Bush, 11 Eylül ‘terörist eylemi”ni de kullanarak, bütün ülkelerin Pentagon ve Beyaz Saray’ın ve onların İngiliz suç ortaklarının yanında yer almalarını sağlamaya çalışmaktadır. Kaba ve vahşi dayatmalarla pazar payını artırmaya çalışan Amerikan haydut sürüsü, kuşkusuz bugün daha yalnız, daha tecrit edilmiş durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, pazarlara yönelik emperyalist ve tekelci rekabetin bütün büyük emperyalist ülkeleri, kendi çıkarları doğrultusunda “bağımsız” hareket etmeye yönelmeleri ve farklı ittifaklar üzerinden sürdürülebilecek kavgada kazanan taraf olmaya çalışmaları iken; diğer önemli bir etken de bütün bu ülkelerde savaş karşıtlığının giderek büyüyor olmasıdır.
Kapitalist emperyalizmin dünya jandarmalığı rolünün ve pazarların ve hammadde kaynaklarının, enerji ve iletişim hatlarının tekelci mülkiyeti ve denetiminin, onun tarafından “imparatorluk” dayatıcı bir silah olarak kullanılmasına karşı, rakip emperyalistlerin itirazları ve karşı atakları artmıştır. Bundandır ki o, gözü dönmüş biçimde önüne geleni askeri güç kullanımıyla tehdit etmekte; diğer ülkelerin politikalarına şantaj, tehdit ve şiddet dâhil, bütün yöntemler üzerinden yön vermeye çalışmaktadır. ABD yönetiminin “gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleme “yi planlayan her devlet ve ülkeyi tehdit etmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur.
Bush-Cheney-Rumsfeld-Franks çetesi ilan etmektedir ki, ABD, “terörizmle mücadele “sinde müttefikler arayacaktır; ama “gerektiğinde, kendisine yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçerek, meşru müdafaa hakkını da tek başına kullanabilecektir. ” “Diğer devletler, teröristlere yardım etmeme sorumluluğunu yerine getirmeye ikna edilecek veya zorlanacaktır.” Diğer ülkeler “Amerikan ‘ekonomik felsefesi’ni benimsemeye teşvik edilecek, sermayenin üzerindeki vergi yükünün azaltılması sağlanacak; BM tarafından kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne asla boyun eğilmeyecektir.”
ABD emperyalizmi, bu “ilan etme”yle AB üyesi Batılı emperyalistlere ve Rusya-Çin gibi “Doğulu” büyük emperyalist güçlere meydan okurken; bu güçleri “birlikte” ya da ayrı ayrı rekabeti daha azgınca sürdürmeye yöneltmekte; bu yönde kışkırtıcı bir işlev görmektedir. Ancak hegemonya için rekabet henüz onların birlikte ya da ayrı ayrı ABD’ye karşı “kılıç kuşanması”nı gündeme getirecek kadar yoğunlaşmış olmaktan uzaktır.
Bush çetesinin başında bulunduğu Amerikan emperyalizmi bugün on yıl önceki Körfez Savaşı müttefiklerine ve eski “bağlılık ilişkileri”ne sahip değildir. O günden bu yana ekonomik-sosyal ve politik-askeri etkenler gibi bu ülkelerin ilişkileri de önemli oranda değişmiştir. Oğul Bush ve Dick Cheney-Donald Rumsfeld kliğinin kaba tehditkâr politikaları ve pazar için rekabetin ekonomik durgunluğun etkisiyle iyice kızışması, ABD’yi daha da yalnızlaştırmıştır. Başlıca büyük emperyalist ülkeler arasında pazarlara sahip olma amaçlı rekabet, eskisine göre daha da sertleşmiştir. Almanya-Fransa “ikilisinin Avrupa Ordusu kurulmasında ısrarları ve ABD’nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya politikalarına itirazları artmıştır. Rusya’nın, eski hakimiyet bölgesine girilmiş olmasından duyduğu rahatsızlıklar, Çin’in Asya’daki çıkarlarını daha yüksek sesle ifade ederek ABD’yle ilişkilerini yeniden düzenleme eğilimi göstermesi ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi hâkim sınıflarının, içerdeki muhalefetin de etkisiyle, uydu politikaları eskisi kadar pervasızca sürdürmelerinin zora düşmesi gibi etkenler, Amerikan haydutlarının işini zorlaştırmıştır. Amerikan-İngiliz ataklarına Rusya’nın cevabı, Blair’in Moskova gezisi sırasında bizzat Putin tarafından, Bush’un elçisi’nin gözlerinin içine bakılarak -ve biraz da alaya alarak- verildi. Putin, Blair’in sunduğu planı reddettiklerini açıkladı. Putin’in “sözcüsü” Sergey Yastrembski de daha önce yaptığı açıklamada şeytanın “BM kararlarının ayrıntılarında gizli olacağı “nı, ancak Rusya’nın “pragmatik bir tutum alarak”, “ekonomik ve mali çıkarlarını gözeteceği “ni söylemişti. Rusya, ABD’nin kendisini çevirme ve önemli petrol gelirlerini azaltacak operasyonlara girişerek petrolü denetler duruma gelmesini, gücü ve olanakları ölçüsünde engelleme politikası izlemektedir.
Amerikan emperyalizmi kendisine karşı gelişebilecek bir ittifakı engellemek amacıyla Rusya’yı olanaklı olduğunca AB üyesi ülkelerden -özellikle Almanya’dan- ve Çin’den uzak tutmaya çalışmakta; Putin’e, Çeçenistan ve Gürcistan üzerinde “oynama fırsatı” vererek Rusya’dan gelebilecek daha katı bir karşılığın önüne geçmeye çalışmaktadır. Çin’in büyük insan gücü ve ekonomik potansiyelinin ürküttüğü ABD, Almanya ile giderek artan “kan uyuşmazlığı”nı da sona erdirmek ve bir tür “kan değişimi”yle Avrupa’da etkisini yeniden artırmak istemektedir. Ancak iş eskisi kadar kolay değildir ve “sınırlar dışı alana” asker göndermenin ülkesinin yararına olacağı kararı alan Alman burjuvazisi ve yönetici kesimlerinin bu ilişkide İngiltere’nin rolünü üstlenmeyeceği kesindir. Amerikan yönetimini bu denli kaba ve barbarca meydan okumaya iten etkenlerden biri de, ekonomik durgunluk ve düşüş eğiliminin giderek belirgin bir durum almasıdır. ABD savaş ekonomisinden yararlanmak istemekte, durgunluk içindeki ekonomisini canlandırmak için silah sanayine daha fazla yatırım yapmakta, şiddet politikalarını öne çıkarmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’nın işgal edilerek ABD sermayesinin genişleyen yeniden üretimi için pazar olarak değerlendirilmesi ve büyük vurgunların sağlanması, şimdi yeniden Irak için anımsanmakta, General Tommy Franks’ın işgal edilmiş Irak’a “vali” atanarak Irak pazarının ve zengin petrol yataklarının yağmalanması -en azından tartışma konuları içine alınarak- gündeme getirilmektedir.
ABD şefleri eski yöntemlerle dünya hegemonyasını sürdürmenin zorlaştığını, yeni yöntemlere gereksinme doğduğunu, “Soğuk Savaş döneminin” tehdit ve caydırıcılık yöntemlerinin geçersizleştiğini, hâkimiyet kurma stratejisi izlenmesi gerektiğini söylüyorlar. “Yeni doktrin”de ABD’nin askeri üstünlüğünün korunacağı ve bir tehdidin “gerekirse önceden ve tek başına hareket ederek, güç kullanımıyla etkisizleştirileceği” açıklanıyor. ABD BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970’te aldığı ve “devletlerin rejim değiştirmek için birbirlerine karşı yıkıcı, terörist ya da silahlı faaliyetleri desteklemeyeceği, finanse etmeyeceği, kışkırtıp göz yummayacağı ve iç anlaşmazlıklara taraf olmayacağı” yönündeki kararını çiğnemekten kaçınmadı. Amerikan emperyalist şefleri, altında imzalarının bulunduğu 2625 sayılı BM kararının “hangi biçimde olursa olsun, bir devletin siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerine karşı tehdit oluşturulması, uluslararası hukukun ihlâlidir” biçimindeki belirlemesini de yok saymıştır. Onlar şimdi, bütün bunlara karşın, BM’ye ya kendi yanında ve politikalarını onaylamak üzere yer alması ya da geçersiz olduğunu kabul etmesini dayatmaktadırlar. ABD Ordu Savaş Koleji’nin dergisi Parameters, “serseri devletlerin liderlerine suikast düzenlenmesi”ni meşru ilan etmiştir. Amerikan yönetimi, Amerikan emperyalizminin dünyanın en büyük nükleer gücü olduğunu, dünyanın hemen her tarafında nükleer başlıklı füzeler konuşlandırdığını, elinde 600 binden fazla ve dünyayı birkaç kez yok edecek kapasitede kimyasal, biyolojik ve nükleer yok edici füze ve bomba bulunduğunu, bununla da yetinmeyerek yılda 355 milyar doları silahlanma harcamalarına ayırdığını, emrindeki ‘bilim insanları’na “yeni ve daha etkili silahlar geliştirmeleri” talimatı verdiğini, kuşkusuz gizlemek istemektedir. Aynı yönetici çete, Rusya ile daha önce imzalanmış olan “Anti-balistik füze anlaşması”nı geçersiz ilan etmiştir ve “uzayı silahlandırma” projeleri için yüz milyarlarca dolar kaynak ayırmak üzere hazırlıklara girişmiştir. Kimyasal ve biyolojik silahların uluslararası denetime ve anlaşmalara bağlanmasını reddetmiş ve bu yöndeki uluslararası protokole imza atmayarak, kendi işgal ordularının savaş suçlarının, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin denetimine alınmasını tanımadığını ilan etmiştir. Arap halklarına karşı ve bölgenin denetim altında tutulmasında etkili bir araç olarak kullandığı İsrail’i, dünyanın en önemli nükleer güçlerinden biri olarak donatmış ve Türkiye topraklarındaki askeri üslerini birer nükleer karargâha dönüştürmüştür. ABD yönetimi, İsrail’in gizli servisi MOSSAD’ın eski başkanı Epraim Halevy’i Irak sorunuyla görevli özel koordinatör olarak atayarak, Arap halklarına karşı saldırgan bir kıta olarak işlev gören Siyonist barbarlığın arkasındaki güç olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Bütün bunlar, onun “kitle imha silahlarını yok etme” propagandasının, basit bir yalandan ibaret olduğunu göstermektedir. Ama emrindeki kitle iletişim aygıtlarıyla ve büyük mali olanaklarla sürdürdüğü propagandanın etkisiz kaldığı söylenemez. Etkisi azalmakla birlikte, kara propaganda hâlâ dünyanın şu ya da bu bölgesinde etkide bulunmaya devam etmektedir. ABD emperyalizminin üstün askeri ve ekonomik gücüne ve uluslararası alanda sahip bulunduğu işbirlikçi-uşak sınıfların desteğine karşın, hırçın bir kabadayının gözü kara ataklarını anımsatan meydan okumalara girişmesinde, bu gelişmeler ve giderek artan yalnızlaşma rol oynamaktadır.(6)

İŞGAL YA DA YENİ ÇATIŞMALARIN İLK ADIMI
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Irak saldırısı ve bu ülkeyi işgal etmeleri, bütün bölgede siyasal-askeri ve sosyal kargaşa ve karışıklıklara yol açmaya adaydır. Bölge ülkelerinin Arap-İsrail çelişkisi nedeniyle içinde bulundukları ‘hassas ilişki’nin bu gerginlik ve çatışma durumunda yol açacağı olası gelişmelere ABD’nin biçim vermesi kolay olmayacaktır. İran başta olmak üzere bölge ülkelerinin Müslüman halklarının Anglosakson sömürgeci politikaları ve bu politikalarla ilişki içindeki Siyonist saldırganlığı “sineye çekme”leri beklenemez. Rusya ve Çin, Amerikan haydudunun sınırlarının yakınına yerleşerek Asya’ya daha ileri mevzilerden uyanmasını ve petrol-doğalgaz kaynaklarının denetimini tümüyle ele geçirmesini seyretmekle yetinmeyeceklerdir. Hemen değilse bile bir süreç içinde “harita değişimini” getirebilecek yeni ve daha kapsamlı çatışmaların koşulları giderek daha fazla olgunlaştırmaktadır. Gelişmeler Amerikan planları yönünde olsa bile, rakip emperyalistler, etkinlik alanlarının ABD tarafından “alınması” ya da kullanılmasına karşı uzun boylu sessiz kalmayacak, güç biriktirerek yeniden karşı saldırıya geçmeye çalışacaklardır. Dick Cheney’in Haliburton petrol şirketinin eski yöneticisi olması, bu şirket yararına birçok “işin bağlanmasında rol alması; Bush başta olmak üzere Beyaz Saray üst yöneticilerinin hemen tümünün BP, Exson Mobil, Haliburton gibi petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları, petrol savaşları ve Amerikan dış politikasında önemli bir rol oynamaktadır. Irak ve bölge petrolü üzerine süren rekabette Amerikan, Rus ve Fransız tekelleri kıyasıya bir kavga yürütmekte ve bu rekabet güç kullanımını kışkırtmaktadır.
ABD’nin bölgedeki kuklalarından biri olan Suudi Arabistan’da genç prensin, “Amerika’dan daha bağımsız politika oluşturma ” yönündeki girişimleri, Suriye ile yakın ilişkilere girerek IMF yöneticilerinden bu ülkeyle geliştirecekleri ilişkilere “garantör” güvencesi verebileceğini açıklaması ve ABD’nin bölgedeki en önemli muhalifi olan İran’la ilişkileri “ortak petrol politikaları izlemek” üzerinden geliştirmeye taraf olduğunu açıklaması, Amerikan yönetimi içinde tedirginliklere yol açtı.

TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN TEHLİKE
Türkiye savaş tehlikesinin merkezinde yer alan ülkelerden biridir. Bunu sağlayan başlıca neden ya da bunun en temel etkeni, ülkenin ABD hegemonyası altında olması ve işbirlikçi egemen sınıfların izledikleri uşakça politikadır. Amerikan emperyalizminin bölge politikası ve çıkarları için bütün bir bölgeyi ateş hattına çevirmekten geri durmayacağını ilan etmiş olması, “bölge müttefikleri” ve onların askeri kuvvetlerinin yeni maceralara sürüklenmesi tehlikesini güncelleştiriyor. Bir savaş durumunda öncelikle akla gelen ülkenin Türkiye ve topraklarımızdaki Amerikan askeri üsleri olduğu, Amerikan yönetici kliği tarafından da her fırsatta dile getiriliyor. İşbirlikçi gerici sınıflar Türkiye’yi Amerikan politikalarının bölgesel “köprü ülkesi” haline getirmişler ve Türkiye topraklarını savaş karargâhı olarak kullanma olanağını emperyalist haydutların eline vermişlerdir. ABD, İran şahlığının yıkılması üzerine bölgedeki uşak rejimler ittifakının çökmesi tehlikesiyle yüz yüze gelmiş; ancak İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşmasıyla mevzilerini takviye etmeyi başarabilmiştir. Bu anlaşmayla Türkiye, dünyanın en önemli çatışma alanlarından biri olan Ortadoğu-Kafkasya bölgesinde olabilecek çatışmaların müdahaleci güçlerinden biri durumuna sokulmuştur. Türkiye’ye biçilen gerici rol, komşu ülkelerle gerginlikleri artırmakta; ülkeye ve halk kitlelerine felâket ve tahribattan başka bir şey getirmeyecek macera ve çatışmalara sürükleyici bir rol oynamaktadır. Arap halklarına ve Filistin bağımsızlık mücadelesine karşı İsrail Siyonizm’iyle işbirliği yapan işbirlikçi gericiliğin, Amerikan çıkarlarıyla çatışmaya girişmesi ve Amerikan bölge politikalarına rağmen politikalar izlemesi -işbirliğinden vazgeçilmediği sürece- mümkün değildir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da Amerikan taşeronluğunu üstlenen Türkiye gericiliği, bu nedenle bütün komşu ülkeler halklarının büyük tepkisini çekmektedir ve onun politikaları nedeniyle ülke emekçileri bölgede olası savaşlara sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Buna bir de, Türkiye’nin Irak Kürdistan’ını “mandasına alarak”, Musul ve Kerkük petrollerinden alacağı pay karşılığı Amerikan politikaları doğrultusunda daha aktif rolle görevlendirilmesi ve böylece “Irak ve Saddam sorununun çözülmesi” senaryosu eklenmiştir. Körfez Savaşı sırasında da bir biçimde dile getirilen ve Özal başta olmak üzere gericiliğin bazı temsilcileri tarafından seslendirilen, bu yılın ilk çeyreğinde de Washington Post yazarı William Safire tarafından yeniden gündeme getirilen bu “senaryo”, “eski Osmanlı toprağı olan bu bölgenin yeniden ele geçirilmesi “ni içermektedir.
Mesut Yılmaz ve Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun da aralarında bulunduğu bazıları ABD’nin Irak’a saldırıya girişmesinden önce Türk ordusunun harekete geçmesini, “Saddam yönetimiyle de anlaşarak Kuzey Irak’ı işgal etmesi”ni önermekte; böylece “Kuzey Irak’ta ilan edilmiş federe devletin Türkiye Kürtleri için cazibe merkezi olmasının engelleneceğini” ileri sürmektedirler. İşbirlikçi gericiliğin fetihçi emellerinin ürünü olan ve hemen tüm kritik dönemlerde çeşitli biçimlerde dile getirilen bu türden “öneri” ve tartışmalar, karşı karşıya bulunulan tehlikeli çatışma ortamını daha da gerginleştirici karakterdedir.
Şoven ve fetihçi propagandayı yoğunlaştıran işbirlikçi gericilik, yalnızca Musul-Kerkük emelleri nedeniyle değil, “kendi Kürt sorunu” nedeniyle de sorunla ilişkili ülkelerdeki gelişmelere müdahale etmekte, bu müdahale tutumu gerginlik ve çatışmaları körükleyici rol oynamaktadır.

SAVAŞ KARŞITI HAREKET VE ALANLARA ÇIKAN EMEKÇİLERİN TUTUMU
“Soğuk savaşın sona erdiği” sözcükleriyle başlayan uzun tahliller, “soğuk” ya da “sıcak”; savaşların eksik olmadığı bir yüzyılı geride bırakarak uluslararası ilişkilerde gerginlik ve çatışma unsurlarının daha fazla yoğunlaştığı ve pazarların yeniden paylaşımını öngören kapitalist rekabetin kızıştığı bir yeni yüzyıla girdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. “Soğuk savaş” tanımının burjuva ve liberal teorisyenler ve gerici politikacılar tarafından “iki sistem” ve “iki blok” arasındaki “çelişkiler dönemi”y\e sınırlı tutulmak istenmesinin ya da en fazla SSCB’nin emperyalist bir karakter kazanmasına karşın, biçimsel birlik yapısının henüz dağıtmadığı ’90’lar öncesi döneme kadar genişletilmesinin nedeni, emperyalist kapitalizmin ‘soğuk-sıcak’ tüm gerici-işgalci-yayılmacı ve yağmacı savaşların kaynağı olduğunun gizlenmek istenmesidir. Batı emperyalizminin emrindeki ideologlarla sömürge ve bağımlı ülkelerdeki misyoner propagandacılar “Berlin Duvarı’nın yıkılması”nı ve SSCB’nin dağılmasını “soğuk savaşın son bulması ve tek kutuplu dünyaya geçiş”in başlangıcı olarak ilan etmişler; gerginliklerin ve savaşların koşullarının ortadan kalktığı, refah ve mutluluğun paylaşılmasının zamanı geldiğini haber vermişlerdi. Ezilen halkların ve emekçi kitlelerinin emperyalist kapitalizm ve batılı büyük güçler yararına dezenformasyonunu amaçlayan bu gerici propaganda, sürüp giden bölgesel çatışmalar ve çeşitli ülkelere emperyalist müdahalelere karşın, önemli oranda etkili oldu. Ama bir yandan da, Körfez bölgesi, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’da çatışmalar yoğunlaşıyor, ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist ülkelerin askeri müdahaleleri şiddet düzeyi ve kuvvetlerinin gücü artırılarak devam ediyordu. Bütün bu müdahale, çatışma ve işgallerin nedenleri arasında, emperyalist Batı’nın çıkarlarıyla uyumsuzluk gösteren gelişme ve politikaların değiştirilmesi ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ve uluslararası tekellere, kaynaklarını sonuna dek açmakta tereddüt eden ya da gönülsüz davranan ülkelerin hizaya getirilmesi, başta gelenini oluşturuyordu.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin 1987’de imzaladıkları gizli “Thames Anlaşması” uyarınca, Balkanlar’da ve Körfez bölgesinde parçalama ve egemenliği güçlendirme operasyonları başlatıldı. Yugoslavya’nın parçalanmasında, bu bölgeyi kendi “Lebensraum”u kapsamında gören Alman emperyalizmi ve ABD özel bir rol oynadılar. İç çatışmalar körüklenerek ve taraflar silahlandırılarak dış müdahaleye açık hale getirildi ve bu ülkenin bölünmesini sağlayan müdahaleler gerçekleştirilerek Balkanlar’da kalıcı olmanın alt yapısı oluşturuldu.
1991 Körfez saldırısıyla Irak’ın bölünmesi ve Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda politik-askeri ve ekonomik bir dayanağa dönüştürülmesi planı uygulamaya geçirildi. Bütün bölgeyle birlikte Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanan yolların açık hale getirilmesi ve petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetime alınması için yeni bir “kalkış üssü “nün oluşturulması, Amerikan emperyalizminin Asya-Avrasya stratejik hedeflerine ulaşması için koşulları daha da olgunlaştıracak ve uygun hale getirecekti! ABD-İngiliz stratejistleri, İran’ın doğudan çevrilmesiyle -2001 yılında gerçekleştirilen Afganistan işgali bunu daha da kolaylaştırdı- bölgenin diğer ülkelerini de mengeneye alacaklardı.
Bush-Blair cephesi şimdi bu stratejiyi uyguluyor. Bu gerici ve saldırgan politika, uluslararası alanda emekçilere karşı saldırıların yoğunlaştırılmasının gerekçelerini de yarattı.
Emperyalist gericilik ve işbirlikçilerinin dünyanın her tarafında sürdürdükleri koordineli ekonomik ve sosyal-politik saldırıların -yürütülen “sınıf mücadeleleri ve ideolojilerin devrinin kapandığı” propagandasına karşın- yoğunlaştığı; özelleştirme, örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma, işten atma, düşük ücretle ve daha fazla çalıştırma; mutlak ve nispi artı-değeri artırma; sermayeden bağımsız emekçi ve işçi örgütlenmesini boğma ve gerektiğinde işçi sınıfına “savaş açma” biçiminde devam ettiği bir dönemi yaşıyoruz.
“Teröre karşı mücadele” propagandasıyla motive edilen bu emperyalist politika, diğer yandan, bütün ülkelerde, işçi ve emekçi halk kitlelerine karşı ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırmanın aracı olarak kullanıldı. Bu çok yönlü ve ikiyüzlü emperyalist hâkimiyet politikası 11 Eylül 2002 bombalama olaylarıyla “doruğa” çıkarıldı ve Amerikan hakimiyet politikasının unsurlarından biri olarak daha etkin biçimde kullanılmasının yanı sıra, emekçilere karşı saldırı silahına dönüştürüldü. “Güvenlik önlemleri” adı altında geliştirilen siyasal gericiliği yoğunlaştırma ve kazanılmış emekçi haklarını budama operasyonunu “terörizme karşı savaş’la irtibatlandırılarak, IMF-Dünya Bankası, WTO aracılığıyla sürdürülen uluslararası operasyona karşı emekçi mücadelesinin önü kesilmeye çalışıldı.
Ancak dönemin tek özelliği bu değildir. İşçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesi de yeni bir canlanma dönemine girmiştir. ABD emperyalizminin “ana hâkimiyet bölgesi” ve sömürgeci politikaların ‘geleneksel’ üssü İngiltere başta olmak üzere, dünyanın hemen her tarafında Amerikan saldırganlığına ve onun savaş tehdidine karşı emekçi ve ezilen halkların mücadelesi yükseliş içindedir.
Dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklarının, kapitalist zor ve burjuva ideolojik bombardımanla sağlanan geriye itme ve etkisizleştirme sürecini aşmaya ve yeni bir yükseliş için güçlerini birleştirmeye yöneldikleri; sermaye ve emperyalizmin saldırılarına karşı uluslararası dayanışmayı daha fazla hissettikleri bir süreçten geçiliyor. Savaş karşıtı hareketin, on yıllardan bu yana sürdürülen Amerikan yanlısı propagandaya ve “Amerikan yaşam tarzı”nın empoze edilmesine yönelik mandacı-misyoner faaliyete karşın, bu kadar güçlü olarak ortaya çıkmasında; bütün ülkelerde artan açlık, yoksulluk ve işsizliğin, sosyal hak kısıntıları ve politik baskıların yol açtığı tepki ve öfke rol oynamaktadır. Bir diğer etken, bölgesel ve uluslararası büyük savaşların yol açtığı felâket ve tahribatların deneyimidir. Emekçiler ve ezilen halklar son on yıllarda, kimi kez “hürriyete kavuşturma”, kimi kez de “çatışmaları önleme ve huzur sağlama” adına girişilmiş askeri harekâtların neden olduğu sosyal-ekonomik ve politik çöküntü ve çözümsüzlüklerin şöyle ya da böyle farkındadırlar. Yugoslavya’yı parçalayan ABD-Almanya gibi ülkelerin, Bosna’da Sırp ve Boşnakları “kan davası”na sürüklediklerini, çatışma bölgelerine gönderilen askeri kuvvetlerin buralarda yağmaya giriştiklerini ve işbirlikçilerin ek askeri gücü gibi çalıştıklarını, Afganistan işgalinin bölgeye yerleşerek petrol ve doğalgaz iletim hatlarını denetime alma politikalarının ürünü olarak gerçekleştiğini gördüler. Kavganın petrol üstüne olduğu, kara propagandaya rağmen artık gizlenememektedir. Bu nedenledir ki, birçok Batı ülkesinde, “petrol için ölmeye hayır” sloganı halk kitleleri içinde giderek artan oranda destek bulmaktadır.
Dünya emekçileri ve ezilen halklar, emperyalist gericiliğin kızışan rekabet ortamında terörist ve şantajcı taktikleri uluslararası ilişkilere taşıdığına; SSCB’nin dış baskı ve saldırılarla ve içerden burjuva kuşatmayla çökertilmesinden sonra Balkanlar’da ve eski SB topraklarında, bir dönem kardeşçe bir arada yaşayan ulus ve halkları ulusal boğazlaşmalara sürükleyerek, bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttığı ve sonra da çatışmalara müdahale adına bu çatışma alanlarına işgalci güç olarak yerleşmeyi meşrulaştırıcı, çeşitli uluslararası senaryo ve girişimleri gündeme getirdiğine, bu süreçte tanık oldular. On yıllardır sürdürülen kara propaganda önemli tahribatlara yol açmış olmasına karşın, dünya emekçileriyle ilerici kişi ve kuruluşlar, emperyalistlerle işbirlikçilerinin gerici emellerinin ve dünyayı bu emeller yönünde hızla yeni bir çatışma dönemine sürüklediklerinin farkına varmışlar, buna karşı giderek güçlenen bir örgütlenmeyi de içeren çeşitli eylemlerle ortaya çıkmaya başlamışlardır.
Kapitalist Batıda, emekçilerin ileri kesimleri Amerikan-İngiliz saldırgan kliğinin başını çektiği savaş politikasının, Irak halkının yanı sıra bütün bölge halklarıyla emperyalist ülkelerin emekçilerini de vuracağını görmüş bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, İngiltere ve ABD başta olmak üzere, başlıca büyük emperyalist ülkelerde ve Latin Amerika ülkelerinden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir alanda, Bush-Blair çetesinin savaş dayatıcı politikası, kitlesel gücü giderek artan gösterilerle protesto edilmektedir. ABD’nin değişik bölgelerinde sayıları yüz bini bulan işçi, emekçi ve genç insan Bush-Cheney-Rumsfeld gibi “sertlik yanlısı yöneticilerin” politikalarını protesto gösterileri düzenlediler ve savaşa karşı protestoları daha güçlü biçimde sürdüreceklerini ilan ettiler. Sayıları binleri bulan (şimdiden 12 bin olduğu belirtiliyor) ilerici, savaş karşıtı aydın, Irak işgal planını reddettiklerini açıkladılar. ABD’de 4 Ekim günü gerçekleştirilen 40 civarında protesto mitingine katılanlar, Bush ve çetesine “Bizim adımıza savaşma”, “savaş istemiyoruz” diye haykırdılar. Savaş karşıtlarının 26 Ekim’de bir kez daha alanlara çıkacakları ve sonrasında da eylemlerini genişleterek sürdürecekleri açıklandı Üniversitelerde çeşitli eylemler düzenleniyor, “binlerce genç örgütlenerek” savaşa karşı mücadeleye girişiyor; savaş karşıtı aydınların çağrıları olumlu karşılık görüyor. Bush’un ABD’nin son 25 yıllık tarihinde bir diğer ilke imza atarak, liman işçilerinin grevini, limanlarda “askeri malzemenin yüklenip boşaltıldığı, savunma şirketleri tarafından kullanılan parça ve malzemenin alındığı, grev nedeniyle zararın ülkeye yayıldığı, çiftçilerin, otomotiv işçilerinin ve diğerlerinin işlerinin tehlikeye girdiği” gerekçesiyle ve mahkeme kararıyla yasaklattı. AFL-CIO sendikası yöneticisi Richard Trumke, böyle bir olayın “Amerikan tarihinde görülmediğini” belirterek, hiçbir başkanın “patronların yanında bu kadar pervasızca yer almadığını” söylerken, liman işçileri Bush’un tutumunu protesto ettiler.
İngiltere’de, uzun suskunluk yıllarından sonra, hareketi içerden kemiren geleneksel reformist politik tutuma karşıt devrimci bir çıkışı da ifade etmek üzere, başında mücadeleci işçilerle sendikacıların bulundukları savaş karşıtı bir hareket, diğer Avrupa ülkelerindeki emekçi hareketini de etkilemek üzere yükselişe geçti. İngiliz sömürge politikalarının reddini de içermek üzere, başkent Londra’da yarım milyon emekçinin İngiliz-Amerikan politikasını protesto etmesi ve Blair’i ABD’nin savaş bakanlığı emrinde çalışmaktan vazgeçmeye çağırması, önemli bir gelişmeydi. Bu protesto gösterileri aynı zamanda Blair hükümetinin ekonomik politikalarına dur demeyi de hedeflemektedir. İngiliz üniversite öğrencileri 31 Ekim’de Blair Hükümeti’nin savaş politikasına karşı sendikaların ilan ettikleri “genel direniş” eylemine paralel olarak üniversite işgallerine gideceklerini açıkladılar. ABD ve İngiltere’de Vietnam savaşını protesto gösterilerini kat kat geride bırakan çeşitli protesto eylemleri gerçekleşmektedir.
Fransa’da, hükümetin izlediği ikiyüzlü ve oyalamacı politikaya karşın, çeşitli kentlerde binlerce işçi, genç ve kamu çalışanı emekçi alanlara çıkarak, Irak’a saldırıyı ve Ortadoğu’da yeni bir savaşı reddettiklerini açıkladılar.
Almanya’da, 14 Eylül’de Köln kentinde bir araya gelen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 50 bin kişi, başka taleplerle birlikte ABD’nin savaş politikalarını protesto ettiler, Alman hükümeti ve devletinin bu savaşa katılmamasını istediler. İtalya ve İspanya’da sokaklara çıkan milyonlarca işçi ve emekçinin talepleri arasında emperyalist saldırganlık politikalarının durdurulması da vardı. İsrailli bir grup “akademisyen” İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü kıyımın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte tırmanacağını, Şaron kasabının bu saldırıyı fırsat sayarak “toplu sürgün” ve “etnik temizlik” operasyonlarına girişmeye hazırlandığını ve İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un Filistinlileri “‘kanser’ olarak tanımlayarak, işgal altındaki topraklardaki İsrail askeri eylemlerini ‘kemoterapi’ye benzeterek ‘daha radikal tedaviye gidilebileceğini’ açıkladığını” belirterek, “Uluslararası toplum”a “acil uyarı”da bulundular. İsrail’de Filistin kıyımına katılmayı reddeden ordu mensubu çok sayıda askerin daha önce aynı doğrultuda yapılmış açıklamalarıyla birlikte bu son “uyarı”, Şaron kıtalarının gerçekleştirdiği katliamlara karşı muhalefetin giderek yaygınlaştığını, bunun da Amerikan uşağı rejimi tedirgin ettiğini gösteriyor.
Yunanistan’da, güçlü anti-amerikan bir hareketin varlığı, Bush çetesinin saldırgan dış politikasının protestosunu daha sık olarak gündeme getirmektedir. Yunan işçi ve emekçileri birçok kez ABD-İngiliz saldırganlığını protesto eylemleri düzenlediler. Savaş karşıtı protestolar Bahreyn-Katar gibi Körfez ülkelerinde de gelişmeye başladı.
Türkiye’de, halkın büyük çoğunluğu Türkiye’nin ABD-İngiliz işgal politikalarına alet edilmesini istemiyor. DEHAP çatısı altında bir araya gelen Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu destekleyen yüz binlerce emekçi meydanlarda başka taleplerle birlikte, Irak’a saldırıya ve ülkenin bu savaşta emperyalist saldırı karargâhına dönüştürülmesine karşı talepleri de haykırmakta; savaş istemediğini ilân etmektedir. Tehlikeli bölgenin göbeğinde ve ateş hattında duran Türkiye işçi ve emekçilerinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesinin bağımsızlığı öngören bir mücadele olarak gelişmesi, diğer ülke halklarıyla dayanışmanın ötesinde, bölge ülkeleri halklarının anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine güç verecek, bu mücadeleyi teşvik edici bir işlev de görecektir. Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin ateş çemberine alınan Irak ve Ortadoğu halklarıyla birlikte -ki Kürt, Türk ve Asurilerin tarihi-kültürel bağları bulunan halklardır ve bu sorunu daha da hassas kılmaktadır- mücadeleyi yükseltmeleri, Amerikan-İngiliz vahşi saldırılarını püskürtmek için bütün bölgeyi anti-emperyalist mücadele alanına dönüştürmeleri; Türkiye topraklarını Yankee güçlerinin adım atmaya korktukları bağımsızlık mevzilerine dönüştürmeye hizmet edecek, bu gelişme emperyalistlerin bölge mevzilerinin püskürtülmesi olanaklarını genişletecektir. Toplumsal hareket ve sınıf mücadelesinin gelişme düzeyiyle Türkiye emekçi hareketi böyle bir rol oynayabilecek durumdadır. Türkiye işçi ve emekçi hareketi, bu hareketin öne çıkardığı mücadeleci işçi-emekçi kuşağı ve Türkiye’nin Kürt-Türk ve diğer milliyetlerinden ilerici gençliği, Amerikan emperyalizminin topraklarımızı geçiş yolu ve savaş karargâhı olarak kullanmasına izin vermemek gibi, büyük bir tarihi görev ve sorumlulukla karşı karşıyadır.
Bütün bölge ülkeleri halkları ve elbette dünya halklarının tümünün yararına olan tek tutum, büyük acılara yol açacak bu savaşı başlamadan bitirmek ve Irak’ın işgalini ve ardından olabilecek felaketleri başından engellemektir. Bu başarılamaz bir şey değildir; yeter ki bütün dünyada emekçiler işçi sınıfı öncülüğünde halkların kardeşliği ilkesini hayata geçirerek, bütün halkların bağımsız yaşama ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi haklarına emperyalist haydutları mecbur bırakacak bir mücadeleyi örgütleyebilsinler.

DİPNOTLAR
1. Bir savaş konseyi biçiminde çalışan Amerikan yönetici kliğinin Irak politikasının gerçek hedefleri üzerine, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ve günlük emekçi basınında yeterince açıklayıcı çok sayıda makale yer aldı. Bu bakımdan burada, olanaklı olduğunca bir tekrardan kaçınarak yalnızca son dönemde giderek yoğunluk kazanan ve -neredeyse araya gün koymaksızın- kapsamı genişletilerek açıklanan Amerikan-İngiliz savaş politikasının ilan edilmiş stratejik hedeflerine kısaca işaret etmekle yetineceğiz.
2. ABD, Irak’a yönelik politikalarına “dayanak oluşturmak” için özel bir çaba gösteriyor ve yalan haberler yayarak saldırı için zemin hazırlamaya özel bir gayret gösteriyor. Kısa bir süre önce Bush ve Blair tarafından, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na dayandırarak ortaya attıkları, Irak’ın “altı ay içinde atom bombası yapabilir güçte olduğu” yalanı, kısa süre içinde açıklık kazandı. Kurumun ne böyle bir raporu vardı, ne de böyle bir iddiası!
3. Bush’un General Electric, Exxon Mobil, Newmont Gold Mining Corporation ve Penzoil and Tom Brown inc. şirketlerinin, Cheney’in Halli Burton’un hisse ortakları oldukları açıklandı.
4. Kimi burjuva akademisyenlerle iktisatçı ve politikacılar, petrol üzerine emperyalist büyük kapışmayı, büyük güç ve “sanayileşmiş ülke olma”nın ‘doğal sonucu” saymakta, aynı nedenle ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’ya uzanarak, bölgenin tüm hammadde kaynaklarıyla pazarlarını denetimine alma çabasını “doğal” olmaktan öte “bir hak” olarak görmektedirler.
5. Fransa ve Almanya tarafından ABD politikalarına karşı yürütülen muhalefet, Avrupa Ordusu girişimi ve Alman yöneticilerinin “körü körüne boyun eğilmeyeceği” yönündeki açıklamalarına karşın, bütün bu engeller henüz ABD’yi caydırıcı ya da püskürtebilecek düzeyde değildir.
6. Çeşitli ülkelerin burjuva basınında tepkiler giderek artmaktadır. Örneğin İsveç gazetesi Svenska Dabladet, “Bush hep yanlış yolda” diye yazarken, Alman gazetesi Der Tagesspiegel, ABD’nin “Irak’ın acil bir tehdit oluşturduğunu” kanıtlayamadığını ve onun “şu anda Irak’a savaş açması’nın meşruiyetinin bulunmadığını okuyucularına duyurdu. Paris’te yayımlanan International Herald Tribune gazetesi ise, BM Güvenlik Konseyinin bir ayı aşkın zamandır harcanan çabalara rağmen, Irak konusunda bir uzlaşmaya varılamamasının nedenini Amerika ile İngiltere’nin tutumuna ve bu ülkelerin “askeri müdahalenin yolunu açan” tasarıda ısrarına bağlamaktadır. Herald Tribune “diğer daimi üyeler Rusya ve Çin’in de Fransa’ya yakın durduğunu” bildirirken; İngiliz gazetesi The Guardian eleştirel tutumu daha da ileri götürmekte ve şöyle yazmaktadır: “Amerika’yla Avrupa ve diğer yerlerdeki müttefiklerinin arasını açan milliyetçiliğe son vermenin. Birleşmiş Milletleri kendince yönlendirme çabalarının, Afganistan’a vaatler sunarken, Pakistan’daki anti-demokratik tezgâhı görmezden gelmenin son bulması vaktidir. Amerika’nın 355 milyar dolarlık savunma bütçesinin sadece çok küçük bir bölümünü, İslam dünyasındaki siyasi ve ekonomik mahrumiyeti gidermek için harcamanın, yeni askeri üsler açmak yerine mevcutları kapatmaya başlamanın, başkalarının kültür ve geleneklerine, yapmacık değil, gerçek saygı göstermenin vaktidir.”

Seçim ortamı ve “emek, barış ve demokrasi bloğu” olanağı

Parlamentoda seçim kararı alınmış olmasına karşın, seçimlerin ertelenmesi için çevrilen entrikalar, Türkiye gericiliğinin istikrar sağlama adına istikrarsızlığın girdabında sürüklenmeye ve sermaye güçlerini birleştirmeye yönelik tüm çabalara karşın kurumları ve partilerini saran rant ve yönetim kavgalarından çıkamadığını, aksine koşulların onu iç parçalanmaya daha fazla mahkûm hale getirdiğini göstermektedir. 12 Eylül Anayasası ve siyasi partiler yasasının gerici anti-demokratik maddeleri kapsamında gündeme getirilen seçim yasakları, partilerin bir bölümüne ve adaylara uygulanan yasaklar, işbirlikçi büyük sermayenin gericiliğin kuvvetlerini bir merkez etrafında birleştirme, devleti ve kurumlarını ve emekçi sınıflarla ilişkilerini uluslararası sermayeyi arkasına alarak ve onunla ilişkilerinden yararlanarak yeniden yapılandırma planına uygun düşmektedir. Düzen partilerinin uluslararası sermaye ve tekellerin çıkarlarına uyum yönünde yeniden “dizayn edilmeleri”, Batı emperyalizminin, özellikle de Amerikan emperyalizminin dünya ve bölge politikalarına uyum sınavından geçirilmeleri, IMF programını ekonomi politikalarının merkezine yerleştirmelerinin sağlanması; seçim ortamına devlet müdahalesinin temel nedenlerini oluşturmaktadır. Bu müdahalenin genelkurmay başkanı ya da bir kuvvet komutanının konuyla doğrudan ilgili görünmeyen açıklamaları veya Yargıtay Başsavcısı ve YSK’nın yasak bildirimleri biçimine bürünmesi, durumu değiştirmiyor. Sistem partileri, büyük sermaye ve emperyalist tekellerin çıkarlarına tam bağlılıkta “rüşt ispatı”nı politikaları ve uygulamalarıyla kanıtlamış olmalarına karşın, burjuvazinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve politik istikrarsızlık onların bir kez daha sınavdan geçirilmesini, iç ve uluslararası gericiliğin politikalarına en uyumlu ve bağnazca bağlılık gösteren ve halk kitlelerinin tepkisini nötralize edebilecek durumda olanlarının hükümet olmalarına zemin hazırlamak üzere motive edilmelerini, diğer bazılarının ise çöküşünün koşullarını hazırlamayı gündeme getirmiştir. Türkiye burjuvazisi, Amerikan politik sisteminde emekçilerin karşısına ”cumhuriyetçiler” ve “demokratlar” maskesiyle çıkan iki ana ve güçlü tekel partisinin “nöbet sırası”na benzer bir durumu Türkiye’de oluşturmaya can atmaktadır, ancak Türkiye koşulları ve derin parçalanma durumu buna olanak tanımamaktadır.
Türkiye gericiliği bu seçimlerden Amerikan emperyalizminin planları ve IMF programıyla uyumlu politikaları -halkın ve ülkenin içine sürükleneceği durum ne olursa olsun- uygulamaya gözü kara girişecek bir hükümet “çıkması”nı istemektedir. Holding basınının Amerika’yı “tavaf etmiş” ve IMF programına bağlılığını ilan etmiş Erdoğan ve partisi AKP’yi “iktidara geliyor” göstererek Amerikan emperyalizmi ve uluslararası mali sermaye kurumlarının görevlisi Derviş’i ve onun yönetim kademelerinde görevli olacağı CHP hükümetini işaret etmesi bundandır. Koalisyon partilerinin halka karşı azgın saldırı programlarını uygulamaya geçirmeleri nedeniyle tecritle yüz yüze gelmeleri ve “güçlü hükümet” ihtiyacını karşılamaktan uzak olmaları, ülkenin sömürgeleştirilmesi ve kaynaklarıyla topraklarının uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi için gösterdikleri onca çabaya karşın, daha pervasız ve haince davranacak hükümet arayışı gündeme gelmiştir. Bu arayışa AKP’li, özellikle de başında daha önce generaller ve sistemin “ana kumanda merkezi”nde oturanlarla çelişkiye düşmüş ve “laiklik düşmanı şeriatçı” olarak lanse edilmiş Erdoğan’ın bulunacağı hükümetle verilecek cevabın, sermaye güçleri ve gruplarını tatmin edici bir seçenek olmayabileceği endişesi taşınmakta; zorunlu kalmadıkça böyle bir hükümet istenmemektedir. Bunun yerine bir süre parlamento dışında kalmış, “cumhuriyetin kurucusu” ve “köklü geleneksel partisi” CHP’li bir hükümetin “daha birleştirici olacağı” düşünülmekte; Derviş’in bu partide bulunması ve Baykal’ın IMF programını sürdürmeye -“senet de vererek”- kararlı olduklarını ilan etmesi de dikkate alınarak, işbaşına getirilmesinde yarar görülmektedir. Düzen partilerinin program ve politikalarda “aynılaşmaları” ve aralarında temel farklılıklar bulunmaması, herhangi biri ya da birkaçının birlikte hükümet kurmalarını “sakıncasız” kılmakla birlikte; aralarında en az yıpranmış bulunanı ya da kitlelerin mücadelesini güçten düşürecek ve dikkatlerinin birleşik bir mücadelenin gerekleri üzerinde odaklanmasını engelleyebilecek olanlarının hükümet olmakla memur kılınmaları yararlı görülmektedir. Emekçilerin duygu ve taleplerinin istismarı üzerinden oy toplayan düzen partilerinden hangisinin hükümeti kuracağını belirleyen temel etken, sermayenin dönemsel ve uzun erimli çıkarları ve politikaları olmakla birlikte; bunların emekçi muhalefetini düzen sınırları içinde tutacak maharet göstermeleri, bunun gereği olarak aldatma ve ehlileştirme taktiklerini uygulamaları da önem taşımaktadır. AKP’nin “İslam unsuru” ve inanç özgürlüğü, MHP’nin “milliyetçilik ve muhafazakarlık”, CHP’nin “devlet kurucu parti”, “sosyal-demokrat kimlik” ve “laiklik” istismarı, kitle kontrolü imkanı nedeniyle dikkate alınmaktadır. Buna ANAP ve Mesut Yılmaz’ın “Avrupacılığı” da eklenebilir.
İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını savunan, Kürt ve Türk emekçilerinin talepleri yönünde politik faaliyet yürüten parti ve adaylarının önüne çıkarılan yasak ve engeller ise tamamen farklı niteliktedir ve sistem partilerinden bazılarının karşı karşıya kaldıkları ‘zorluklar’dan farklı olarak, ezilenlerin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelelerinin yeni mevziler kazanmasına set çekmeyi ve bu mücadeleyi engelleyip etkisizleştirmeyi hedeflemektedir.

İSTİKRARSIZLIK ÜRÜNÜ BİR SEÇİM
Bu seçim, adı üzerinde, bir erken seçimdir ve egemen sınıfların sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğü ve sıkışmışlıklarının ortaya çıkardığı sonuçlardan biri olarak gündeme gelmiştir. İşbirlikçi burjuvazi önemli politik, sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. Seçimler, politik istikrarsızlığı aşma, gericiliğin güçlerini toparlayıp devleti ve sistem kurumlarını yeniden yapılandırma çabalarının istenen biçimde ve sürede gerçekleştirilememesinin yarattığı gerilim ve çelişkileri “giderme” ve uluslararası sermayenin dayattığı sömürgeleştirme ve yağmalama programlarının yarattığı halk baskılanmasını dağıtma ihtiyacından kaynaklanmıştır. Ama bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yeterince hizmet etmeyeceği de, henüz seçim yapılmadan ve sonuçları açıklanmadan görülmeye başlanmıştır. Burjuvazi cephesindeki “tereddütlerin nedeni budur. İzlenen halk düşmanı politikaların yarattığı tepki ve güvensizliğin, sermayenin gereksinmelerine uygun politikaları uygulama gücüne sahip hükümet oluşumlarının önüne çıkardığı engel, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin seçimlerle elde etmek istedikleri sonuçları ve hükümet oluşumunu tehlikeye düşürmekte; bu konudaki tereddüt yalpalamaya ve burjuvazinin çeşitli kesimlerinde, seçim ertelemesi de içinde olmak üzere “seçenek” tartışmalarına yol açmaktadır. İstenmeyenlerin temsilini engellemek üzere başvurulan taktikler ve yasaklama kararları, egemen sınıfların ihtiyaçları yönünde konulmuş ‘seçim barajı’nı aşamama endişesi ve çeşitli düzen partilerine mensup “milletvekillerinin” ellerindeki rant olanaklarını kaybetme ve seçilememe korkusunun ötesinde, egemen sınıfların bu seçimlerle de “istikrarı yakalayamayacağı” korkusu ve karşı karşıya bulunduğu sorunların büyüklüğüyle ilişkilidir.
Ancak bir kez karar alınmıştır ve devletin üst kurumlarında görevli “devlet adamlarının açıklamalarında görüldüğü üzere, seçim ertelemesi egemen sınıflarla partilerinin konumunun halk nezdinde daha fazla sorgulanmasına yol açacak, açmazı derinleştirecek, güvensizliği artıracaktır. ‘Parlamentonun itibarı’ sorunu, bugün için henüz burjuvazi bakımından bütünüyle gereksizleşmemiştir ve sermayenin düzen partileriyle hükümetlerine, onların halkı sistem kanallarına çekmelerine ihtiyacı vardır.
Emperyalizm uşağı egemen sınıfların iç çelişkilerini de işaret etmek üzere bu “belirsiz” durum, diğer yandan bağımlılık koşullarıyla ilişkilidir ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu-Kafkasya politikaları kapsamında gündeme gelen Irak’ın işgali, petrol kaynaklarının denetimi ve işbirlikçiler yönetiminde yeni devlet yapılanması sağlama hedefi, Türkiye gericiliğinin iç ve dış politikalarını belirlemekte ya da daha fazla belirsizliğe sürüklemektedir. Dünya gericiliğinin baş dayanağı ve hâkimiyet kavgasının en etkin gücü Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da tam denetim kurmak ve Asya’da Rusya ve Çin’i geriye atarak hâkimiyet alanlarını genişletmek üzere “Saddam kartı”nı yağma masasına sürmesi, onun bölgedeki taşeronluğunu üstlenen Türkiye gericiliğini, “güvenilir bir seçim yapma” olanağından dahi yoksun kılmaktadır. Örneğin Irak’a bir Amerikan saldırısının seçimleri erteleme ya da hiç yapmama; parlamentoda azınlık duruma düşmesine ve ‘hasta bir başbakan’ yönetiminde olmasına karşın, bugünkü hükümetle devam etme tartışmasını gündeme getirebilmektedir.
Türkiye’nin bağımlılık koşulları ve ABD hegemonyası altında komşularına karşı askeri-politik ve ekonomik yaptırımlara zorlanması başlı başına bir istikrarsızlık etkenidir. Türkiye gericiliğinin ABD emperyalist burjuvazisinin bölge taşeronluğunu üstlenmesi, keskinleşen emperyalistler arası çelişkilerin Balkanlardan Kafkasya ve Orta Asya’ya kadar geniş bir alanda istikrarsızlık, gerginlik ve çatışma unsurlarının birikiminde rol ve sorumluluk üstlenmesini birlikte getirmiş; Türk ve Kürt gençlerinin emperyalizmin çıkarları yönünde bu bölge ülkelerindeki çatışmalarda kırımının koşullarını olgunlaştırmış, Afganistan’da olduğu gibi, emperyalist orduların yolunu düzleme ve yerli halkların anti-emperyalist muhalefet ve mücadelelerinin bastırılmasında rol oynama durumunu getirmiştir. Bu tutum ve politikalar güvensizlikleri geliştirmiş ve “düşmanlaşma” nedeni olmuştur. Bugün başlıca Irak ve Filistin halkı olmak üzere bölge halkları, Türkiye’yi ABD’nin bölgedeki en önemli işbirlikçisi ve Siyonist saldırganlığın suç ortağı olarak görmekte, Türkiye topraklarının emperyalist orduları takviye karargâhı olarak kullanmasını, bağımsızlık ve anti-emperyalist mücadelelerine karşı fiili bir kuşatma ve saldırganlık olarak değerlendirmektedirler. Türkiye-ABD-İsrail stratejik işbirliği anlaşmaları, her şeyden önce Amerikan emperyalizminin bölge hâkimiyeti koşullarının daha da geliştirilmesini ve bunun olanaklarının genişletilmesini hedeflemekte; Siyonist gericiliğin emperyalizm desteğinde Arap ve diğer Müslüman bölge halklarına karşı fetihçi-saldırgan politikalar izlemesine güç vermektedir. Filistin halkına dayatılan imha, sürgün ve sömürgeliği benimseme politikaları bu işbirlikçi anlaşmalara uygun olarak Türkiye gericiliğinin desteğini görmekte; Türk devlet ve hükümet sözcüleri “terörü kınama” adı altında İsrail saldırganlığına sahip çıkan açıklamalar yapmaktan ve Siyonist saldırganlığın sınır tanımaz imhaya dönüşmesinde rol oynamaktan geri durmamaktadırlar. Irak halkı, hükümeti ve devleti, Türkiye’yi, bir Amerikan savaş karargâhı olarak görmektedir. İncirlik, Pirinçlik ve Erhaç hava alanlarından kalkan bombardıman uçaklarının sık sık Irak topraklarını bombalaması, on yılı aşan bir süredir devam eden -gıda ve ilaç başta olmak üzere- ambargonun 1 milyon 750 bin çocuk-yaşlı; kadın-erkek Iraklının ölümüne yol açmasında Türkiye egemen sınıfları ve hükümetlerinin işbirlikçi politikalarının payı büyüktür. Aynı işbirlikçi politikalar İran, Suriye, Libya gibi ülkelerle ilişkileri olumsuz etkilemekte, Yunanistan’la yaşanan Ege Denizi, adalar ve Kıbrıs sorunlarındaki anlaşmazlıkların çözümsüzlüğünde rol oynamakta, Balkan ülkeleriyle ilişkileri emperyalist çıkarların sınırına çekmekte, Rusya’yla, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Doğu Avrupa politikaları kapsamında sorunlar yaşanmasına yol açmaktadır.
Bu “dış politikalar içerideki olay ve gelişmeler üzerinde etkide bulunmakta; bugün yaşanmakta olan politik istikrarsızlığı ve ekonomik sorunları ağırlaştırıcı rol oynamakta; ABD ve AB üyesi emperyalistlerin ülkeye müdahalelerini kolaylaştırmakta ya da buna gerekçe teşkil etmekte; bu karmaşık ilişkiler sarmalında “taraflar”ın çıkarlarına cevap vermek üzere “güçlü hükümet” arayışını sürekli kılmakta; devlet yapılanmasının emperyalist büyük devletlerin ve uluslararası tekellerin çıkarları ve politikalarına uygun olarak biçimlendirilmesini dayatmaktadır. Bütün bunların, içeride işçi ve emekçiler üzerindeki baskı ve saldırganlığı körükleyici ve yoğunlaştırıcı bir rol oynadığı kuşkusuzdur.
İşbirlikçi gericilik, ABD ve AB üyesi emperyalistlerle ilişkileri iç politikada ve halk kitlelerine karşı konumunu güçlendirmek üzere kullanmakta; başlıca sermaye partileri -seçim tartışmalarında görüldüğü gibi- emperyalistlerle ve uluslararası tekellerle ilişkilerini birbirleriyle rekabette ve emekçilerin taleplerini istismar etmek üzere referans olarak değerlendirmektedirler. Çiller gibi pervasız Amerikancılar, Irak’ın işgaline katılacak başbakan olmak istediğini açıklayarak Amerikan politikalarını seçim çalışmalarına taşımakta; Amerikan sömürge görevlisi Derviş’le rekabete girişmekte; Mesut Yılmaz, AB üyeliği için “enerjik ve cansiperane çalışmalarını” dayanak göstererek, AB üyeliğiyle Türkiye parlamento seçimlerini dolaysız ilişkilendirmekte; emperyalizm ve Siyonizm kuklası Cem, gerici politik operasyonda kirli çubuk olarak gördüğü işlevin “karşılığını” istemektedir. MHP, emekçilerin duygu ve taleplerini istismar üzerinden, idam yanlısı ve “bölücülük tehlikesi” üzerine gerici demagojiyle barajı aşmayı hedeflemekte; “AB karşıtlığı” üzerine ikiyüzlü propagandayla “milliyetçi oyları toplama”ya çalışmaktadır. DSP, “yaşlı Ecevit”in “ulusal solculuk” propagandasıyla ve kitlelerin acil ekonomik taleplerine -bu taleplerin bastırılması için sürekli çaba göstermiş bir hükümetin başbakanı olmasına karşın- sahip çıkar görünerek var olmaya ve yeniden güç toplamaya; CHP, Amerikan emperyalizminin Derviş görevlendirmesi üzerinden “işaret ettiği” olası yeni hükümetin başbakanı olmaya hevesli Baykal’ın “Anadolu solu” demagojisiyle IMF politikalarını şirinleştirmeye çalışmaktadır.
Kapitalist parti fraksiyonları arasındaki tartışmalarda ve seçimlerin hangi sonuçlar getireceği, hangi hükümet bileşimlerini ortaya çıkaracağı üzerine yapılan “araştırma” ve “anket çalışmaları”nda,bu ilişkiler, politikalar ve gelişmeler rol oynamaktadır. Bu da seçimlerden beklentileri belirsizlik tehdidiyle karşı karşıya getirmekte ve istikrarsızlığı körükleyici bir etki yaratmaktadır. Seçimlerin politik istikrarsızlığın ürünü ve onu “aşma” amaçlı politikaların bir unsuru olarak gündeme gelmesi, ancak burjuva parlamentosunun bileşiminde ve biçimsel diğer bazı değişikliklere yol açmakla birlikte istikrarsızlığın devamı ya da yoğunlaşarak devamını daha baştan davet edici sonuçlar doğuracağının görünmesi, işbirlikçi gericilik ve partileri cephesinde kargaşayı artırıcı bir rol oynamaktadır.
Aralarındaki program farklılıklarının ortadan kalkması ve tümünün uluslararası tekellerle mali sermaye kuruluşlarının reçetelerini uygulamayı “kalkınma ve refah koşulu” sayarak “aynılaşması” ve ekonomik-politik saldırı programlarını uygulamada birbirleriyle yarışmaları, düzen partilerine tepkiyi artırmış; onları halktan daha fazla uzaklaştırmış, halk kitlelerinin güvenini kaybetmeleri ise, istikrarsızlığı derinleştirici bir etken olarak dönüp onları vurmaya başlamıştır. Onların birbirleriyle rekabete karşın, seçimlerde kitlelerin taleplerine seslenmeyi eskisi denli yapamamalarının nedeni de budur.

İZLENEN EKONOMİ POLİTİKALAR VE SEÇİM
Öncesi bir yana bırakılırsa, 22 yıldan buyana, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve 12 Eylül generaller darbesiyle birlikte sermayenin emekçi hareketini ve tüm muhalif kesimleri siyasal şiddetle baskılayıp uygulamaya koyduğu sistemi yeniden yapılandırma programı, ülkenin emperyalizme ve uluslararası sermayeye daha fazla bağımlılaştırılmasını sağlamasına; böylece kaynak transferi, tarım ve sanayinin çökertilmesine, ithalatın teşviki ve üretimin kısıtlanmasına; tarım ve sanayi ürünleri üretimini dış politika ve emperyalist ekonomik gereksinmelerin yedeğine daha fazla sokmasına; işsizlik, açlık ve yoksulluğu artırmasına karşın, burjuvazi ve düzen partileri bu ekonomi programın daha da ağırlaştırılmış biçimi olan IMF reçeteleriyle kalkınma ve refahın sağlanacağı iddiasını sürdürmektedirler. Düzen partilerinin tümü seçim sonrasında da aynı ekonomi programı uygulamaya devam edeceklerini ilan etmiş bulunuyorlar. Seçimler genel olarak kapitalist parti fraksiyonlarının halk desteği sağlamak üzere, farklılıklarını ortaya koydukları, ekonomik ve politik iyileştirmeler üzerine çeşitli ve ikiyüzlü vaatlerde bulundukları platformlar olmalarına karşın, bugün, ülkenin egemen sınıflar tarafından içine sürüklendiği uçurum ve açmaz, bu tür göstermelik ve ikiyüzlü manevralara dahi olanak tanımamaktadır.
IMF programının uygulanmasıyla ülkenin emperyalizme ve uluslararası sermayeye bağımlılığının arttığı, sanayi ve tarımın gerilediği, tarım ürünleri üretimi bakımından kendine yeter bir ülke olarak bilinen Türkiye’nin şeker, tütün, pamuk, fındık, çay, buğday başta olmak üzere sanayi ve tarım ürünlerini ithal eder duruma geldiği biliniyor. Bu programda ısrar edilmesi sonucu ülke, birbirinin ardı sıra ekonomik krizlerin eşiğine gelmiş, mali ve ekonomik krizin patlak vermesiyle 1994, 99 ve 2001 yıllarında önemli tahribatlar yaşanmış, son krizle birlikte, bir yılda 225 bin küçük ve 70 bin orta büyüklükteki işletme iflasa sürüklenmiş ve işsizler ordusuna bir yıl gibi kısa bir sürede 1 milyon 750 bin yeni işsiz katılmıştır. Üretim kapasitesi gerilemiş, GMYİH bir yılda 50 milyar dolar düşmüş, ücret ve maaşlar 1990’lı yıllardaki seviyenin altına gerilemiş, tarım ürünleri sübvansiyonlarının tamamen kaldırılmak üzere geriye çekilmesi ve tarım girdi fiyatlarının ithalatçı tekeller yararına sürekli artması sonucu tarımsal ürün üreticileri üretim faaliyetinin dışına atılmışlardır. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak ekonomik tahribat daha da büyümüş, kriz koşulları daha da ağırlaşmıştır.
Bu süreç ve ısrarla uygulanan halk düşmanı politikalar, sermaye-emek çelişkisinin keskinleşmesine ve sisteme karşı emekçi öfkesinin artırmasına yol açmıştır. Buna karşın bu politikalarda nasıl ısrar edilebilmekte, düzen partileri IMF reçetelerini uygulamaya dair söz verme cesaretini nasıl gösterebilmektedirler? IMF programının uygulanmasıyla ülke ve emekçiler yararına en küçük bir kazanım olmayacağı bugüne kadarki uygulamalarla açıklık kazandığına göre, bu partiler nasıl oluyor da aynı programı uygulama üzerinden halk desteği arayışına çıkabilmektedirler? Bunun sermaye ve sistem partilerinin başlıca açmazlarından biri olduğu açık olmasına karşın, ülkenin ve halkın çıkarları karşısında emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin çıkarlarının bekçiliğine soyunmuş, kaderini onunla birleştirmiş hain ve uşak bir kesimin, işbirlikçi büyük burjuvazinin temsilciliğine soyunmuş düzen partilerinin bunun dışında yapacakları bir şey yoktur. Sömürge koşullarının ürünü işbirlikçi ve halk düşmanı politikaları uygulamak; halkı emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda baskı altında tutmak ve sömürü koşullarının sürmesi için gerekli politik-askeri önlemleri almak, boyunlarının borcudur.

“İKİ PARTİLİ SEÇİM”
Yüksek Seçim Kurulu, “seçimlere 18 partinin katılacağını” açıklamasına karşın, partilerin politik-ekonomik programlarıyla seçim hedefleri, başlıca “iki parti”nin seçimlerde karşı karşıya geleceğini göstermektedir. Bir tarafta, Emeğin Partisi tarafından açıklandığı üzere “IMF’ci savaş partileri”nin kapitalist “tek parti”si, amblemleri ve isimleri farklı olmasına karşın aynı ekonomi-politikaları uygulamaya devam edeceklerini açıklamış bulunan sermaye “partisi”, diğer yanda bugünkü sömürü ve baskı sistemini işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları ve kurtuluşları yönünde değiştirme ve kapitalizmi tasfiye etme hedefiyle mücadele eden sınıf bilinçli işçilerin partisinin de içinde yer aldığı ‘Emek, barış ve demokrasi bloğu.”
Sermaye “partisi” ve onun çeşitli fraksiyonları, sermaye ve emperyalizmin programını benimsemiş, emekçi düşmanlığında kararlı, sömürü ve baskının sürdürülmesi için gereken her şeyi yapmayı “stand by” ve tahkim yasalarının altındaki imzaları ve IMF reçetelerine bağlılıkları üzerine yemin etmeleriyle halk kitlelerinin karşısına çıkıyorlar. Politikaları ve ekonomik programlarının işçileri, kent ve kırın yoksullarını, üretici köylülüğü, küçük ve orta işletmeciyi iflasa, açlık ve yoksulluğa sürüklediği, uygulamayla kanıtlanmıştır. Ülke nüfusunun %20’sini oluşturan azınlık kesiminin toplam ülke gelirinin %85’ine el koyması, vergi gelirlerinin tümünün borç faizlerine ayrılması, yatırımların durdurulup kamu işletmelerinin tasfiyesiyle yüz binlerce insanın işsizlerin saflarına sürülmesi, bir gecede 7 milyar doların dışarıya aktarılması, devalüasyonla ve hareketli kur ayarlamasıyla milli gelirin 50 milyar dolar düşürülmesi ve banka hortumcularına bütçeden 20 milyar dolar hibe edilmesi, bu ekonomi-politikalar ve programların ürünüdür.
Sermaye partileri ve onların hükümetleri ABD emperyalizminin dayattığı politikaların aracı olarak halkın karşısında durmakta ve bu dayatmaları halka karşı pratiğe geçirmek üzere halktan destek istemektedirler. Emperyalist sermayeye ve Amerikan emperyalizminin politikalarına tam teslimiyet içindeki bu partilerin izleyeceklerini açıkladıkları politikalar ülkeyi “uçurumun kenarı”ndan uçuruma tam yuvarlanma durumuna getirecektir. Uluslararası sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin çıkarları yönünde ülke kaynaklarının dışarıya aktarılması, tarım ve sanayisinin daha fazla çökertilmesi ve kent ve kır yoksullarının açlığa sürüklenmesini ifade eden bu partilerin program ve politikaları, ülke ve halka ihanetin programıdır. Düzen partilerinin uygulama vaadinde bulundukları ekonomik program ve Irak’a Amerikan saldırısı karşısındaki tutumları, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin talep, beklenti ve duygularıyla tam bir karşıtlık içindedir.
Bu karşıtlık, halk kitlelerinin seçimlere kendi örgütleri-partileriyle katılmasını kaçınılmaz kılmış; sermaye partilerinin karşısında ve politik mücadeleyi daha ileri mevzilerden sürdürmek; ülkenin bağımsızlığı ve demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması için halk seferberliğini gerçekleştirmenin bir adımı olarak, emek örgütlerinin, işçi sendikalarıyla “işçi ve emekçilerden yana parti ve kuruluşların seçim ittifakıyla, burjuva partisinin karşısında emekçi seçeneğinin dönemsel ifadesi olarak “Emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşturulması ve burjuva hukuksuzluğunu, sermaye engellerini aşmak üzere DEHAP’la seçime katılma gündeme gelmiştir.

“EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOKU” YA DA EMEKÇİ HAREKETİNİN YENİ OLANAĞI
İşçi sınıfı ve emekçilerin; halktan, ülkenin bağımsızlığı ve demokratik bir siyasal sistemden yana olan sendikacı, aydın, kişi ve kuruluşların sermaye partilerinin karşısına “emek, barış ve demokrasi bloğu” ve onun seçim partisi DEHAP’la çıkmaları, bu bakımdan, sermaye karşısında emeğin; burjuva partisi karşısında işçi ve halk partisinin; emperyalizm ve IMF saldırganlığı karşısında bütün ezilenlerin bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük talepleriyle bir araya gelişini ifade etmektedir. Seçimlerde, sermaye partilerine karşı halk kitlelerini temsil edecek olan DEHAP, oluştuğu koşulların öne çıkardığı en önemli talepler olarak bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük taleplerinin gerçekleştirilmesi için mücadele edeceğini ilan etmiş ve tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerini sermayeye karşı kendi saflarında seçim işbirliği yaparak emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarma çağrısı yapmış, halk hareketinin bu birlik üzerinden seçimlerde sağlayacağı başarının sonuçlarına işaret etmiştir.
Bu seçimlerde işçi sınıfı ve emekçilerin elde edecekleri başarı, parlamentoda grup oluşturma ve sermayeye karşı mücadelenin mevzilerini parlamento kürsüsüne dek genişletme ötesinde, önemli kazanımlara yol açacaktır. Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileri işsizlik, açlık ve yoksulluğa karşı çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini ve sosyal hakların genişletilmesini istiyorlar. Sömürgeleştirici ve bağımlılık koşullarını daha da ağırlaştırıcı işbirlikçi politikalara karşı tam bağımsızlığı; siyasal gericiliğe, baskı politikalarına ve Kürt varlığıyla ulusal hak taleplerinin inkârı politikalarına karşı demokratik özgürlükleri ve hak eşitliğini; Türkiye ve komşu ülkeler halkına daha fazla acı ve yıkım getirecek savaşçı taşeron politikalara ve ülkenin emperyalistler hesabına yeni maceralara sürüklenmesine karşı barışı ve başka ülkelerin içişlerine karışmamayı istiyorlar. Burjuva hükümetlerinin uygulamalarının sermaye ve emperyalizmin istekleri yönünde olduğunu daha iyi görebilen emekçilerin ileri kitlesi, bu seçimleri emekçilerin ana kitlesinin bu talepler doğrultusunda birleştirilmesi ve sermaye partileri tarafından bir kez daha aldatılmaması için en iyi biçimde değerlendirmek ve seçimlerden emekçiler yararına kazanımlarla çıkmayı hedeflemek zorundadır. Bunun için sermaye partilerinin ülke ve halk düşmanı plan ve politikalarının açık ve anlaşılır biçimde teşhiri temelinde, halka açlık, yoksulluk, acı ve gözyaşından başka bir şey vermeyen ülke ve halk düşmanı düzen güçlerinin halk kitlelerinden tecrit edilmesini sağlamak; düzen partileri ve işbirlikçi hükümetlerin politikalarına, uygulamalarına öfke duyan geniş emekçi kesimlerini onlardan uzaklaştırmaya hizmet eden bir çalışma ve örgütleme seferberliğini gerçekleştirmek gerekmektedir.
“Emek, barış ve demokrasi bloğu”nun Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileri için önemli bir kazanım olduğunu kavramakla kalmayan; bunu sermayeye karşı emekçi mevzilerinin güçlenmesi, tüm milliyetlerden emekçi kardeşliğinin pekişmesi ve geliştirilmesi, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi için önemli, somut ve gerçekleştirici bir güç olduğunu bilerek, bu gücün belirlenen hedeflere ulaşılması için tam bir verimle, eksiksiz “ortak” katılım ve seferberlik ilanıyla harekete geçirilmesi gereğini görmek ve buna uygun hareket etmek gerekmektedir.
Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye emekçileriyle sendikacı, sanatçı ve aydınların; emekçi örgütleri ve işçi sendikalarının ülkenin bağımsızlığı, savaş dâhil emperyalist politika ve dayatmaların reddi ve demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması amacıyla bir seçim bloğu içinde bir araya gelmeleri; en başında bu gelişmenin kendisi sermaye karşısında bir emekçi kazanımıdır. Emperyalistlerin ve işbirlikçi gericiliğin, emekçilerin bu türden bir araya gelişlerini önlemek üzere bölücü, şoven ve gerici politikalar uyguladığı; mezhep ve milliyet ayrımları üzerinden kışkırtıcı propagandayla emekçilerin güçlerini böldüğü; böylece kendi gerici ve düşmanca politikalarına hayat alanı bulduğu ve onları uygulama olanağı sağladığı bilinmektedir. 80 yıla yakın bir süredir uyguladığı Kürt inkârı politikalarını ve Kürt emekçilerinin siyasal-kültürel taleplerini baskı ve silahlı bastırmayla karşılamasını; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birliğini önlemek üzere kullandığı bu politikayı, “ülkenin ve milletin bölünmesini engelleme” gerekçesiyle aklamaya ve özellikle Türk ulusundan emekçilere benimsetmeye çalışmaktadır. Çalışmaktadır, çünkü tarih boyunca sömürücü egemen sınıflar ve onların modern temsilcisi olarak burjuvazi ezilenlerin ve emekçilerin bölünmüşlüğü üzerinden iktidarını ayakta tutabilmiştir. Bugün de milliyet ve mezhep, bölge ve yöre farklılıklarını sömürücü hâkim konumunu sürdürmek için istismar etmeye devam etmektedir. Ancak toplumsal koşulların değişmesi burjuvaziyi de zora sokmaktadır. Burjuva baskı ve inkâr politikalarının ve bölücülük üzerine gerici-şoven propagandanın önemli oranda iflas ettiği, inkârcılığın ve baskı politikalarının tüm milliyetlerden emekçilerin gönüllü ve hak eşitliğine dayalı bir arada yaşama talebi karşısında başarıya ulaşmasının olanaksızlığının daha iyi görüldüğü bir dönemde, sermaye plan ve programına karşı “emekçi seçeneği”nin bir biçimi olarak “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşması ve bu “blok” üzerinden seçimlere emekçi müdahalesinin gerçekleşmesi, on yıllar boyu istenen güç ve işbirliği yolunda atılmış önemli bir adımdır.
Bu adımın atılması sermaye ve gericilik cephesini ürkütmüş; işbirlikçi gericilik, hükümet ve burjuva yargı kurumları harekete geçerek DEHAP adaylarını “veto” kararları çıkarmışlar; polis ve jandarma yetkilileri özellikle Kürt köyleri ve kentlerinde baskıcı yöntemler ve tehditlerle “blok’un önünü kesme çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Burjuva propaganda kurum ve organları “terör örgütü” korkuluğu sallayarak emekçilerin saflarındaki bölünmüşlüğü ve inkâr ve baskı politikalarının yol açtığı güvensizliği derinleştirmeye soyunmuş, Kürt ve Türk emekçileriyle emekçi örgütlerinin bir seçim platformu üzerinde sermayeye karşı bir araya gelmelerini önlemek üzere seferber olmuşlardır.
Türk-Kürt ve tüm milliyetlerden emekçi kardeşliğinin gelişmesi ve pekişmesine hizmet eden “emek, barış ve demokrasi bloğu”, oluşumuyla emekçilerin saflarında sevinç dalgası estirmiştir. On yıllar boyu emek güçlerinin ve tüm ilerici örgütlerin birleşmesi gerekliliğinden söz etmiş olan Kürt ve Türk yoksulları, bu oluşuma, beklenti ve umutlarının gerçekleştirilmesinin bir aracı olabileceği duygusuyla yaklaşmaya başlamışlar, “blok” içinde seçim işbirliği yapanları; bu umut ve beklentilerine uygun bir adım attıkları duygusuyla karşılamışlar ve bu adımın ileri götürülmesini umut ettiklerini eklemeyi de ihmal etmemişlerdir.
Bu beklenti ve emekçilerin saflarından yapılan açıklamalar, “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden Türkiye emekçilerinin sermayeye, işbirlikçi gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelesine yeni olanaklar sağladığını göstermektedir.
Bu olanaklar nelerdir?
Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ileri kitlesi kuşkusuz bugüne kadar da birçok kez ve birçok alanda, fabrika, işyeri ve sendikalarda ve genel olarak emperyalist politikalara karşı birlikte çeşitli eylemler gerçekleştirmişlerdir. Bunun en önemli göstergelerinden biri, hareketin niteliği bakımından ileri bir adımı da ifade etmek üzere tüm milliyetlerden bilinçli işçi ve emekçilerin Emeğin Partisi içinde, devrimci sınıf partisinde bir araya gelmiş olmaları ve kısa sayılamayacak bir süreden bu yana sermayeye karşı birlikte mücadele etmeleridir.
Ancak “blok”un oluşturduğu “sevinç dalgasının onca geniş bir alanda etkide bulunması, bu oluşumun farklı ve daha etkili gelişmelerin yolunu açtığına işaret sayılmalıdır. Bu “blok” Kürt-Türk kardeşliği ve eşit haklara sahip gönüllü birliğinin yolunu; kendisi bu birliğin demokratik bir biçimi olmak üzere; açmıştır. Blok, seçim sonuçlarından bağımsız olarak ve bu haliyle halkların kardeşliği ve gönüllü birliği için mücadeleye hizmet etmekte, bu mücadelenin mevzi ve araçlarından biri olma özelliği taşımaktadır. Öyleyse o, kendi mevzilerini güçlendirip sermaye güçlerini saltanatlarını kaybetme korkusuna sürüklediği oranda, Kürt sorunu da içinde olmak üzere, demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılıp geliştirilmesi, Kürt sorununun demokratik halkçı bir çözümü için olanakların genişletilmesi ve bu amaçla halk birliği ve birlikte mücadelesinin örülmesinin yolunu daha fazla açacaktır.
Bloğun seçimlerde kazanacağı başarı her şeyden önce emekçilerin kendi güçlerine dayanarak ve sermayenin tüm engellemelerine karşın kazanabilecekleri düşüncesi ve duygusunun gelişip güçlenmesine hizmet edecektir. Bu tür bir duygunun daha kapsamlı ve birleşik halk eylemlerine çağrı çıkarıcı olacağı bugünden bellidir. Kazanan halk, daha öteye gitmek üzere, güçlerini çekincesiz olarak daha fazla bir araya getirmek ve birlikte olmak için daha fazla çaba gösterecektir. “Blok”un seçim çalışmalarının kapsamı ve seçimde alacağı sonuç öncelikle halkın kendine güvenini geliştirecek, ona hizmet edecektir. İkinci olarak bu başarı, emekçilerin ileri kesimleriyle ana kitlesinin yakınlaşması ve ana kitlenin kendi ileri kitlesinin etrafında bir araya gelme duygusunu güçlendirecek, bu yöndeki ihtiyacı körükleyici bir rol oynayacak, böylece halkın devrimci örgütlenmesine ivme kazandıracaktır. Üçüncü olarak, birlikte olabilme ve güçleri aynı hedefe yöneltme; bunun başarılması devrimci-ilerici örgütlerin özgüvenlerini kamçılayacak, saflarda yarattığı coşkuyla bu örgütlenmelerin yenilenmesi ve sağlamlaştırılmasının olanaklarını genişletecektir.
Doğru bir çalışma tarzı ve emekçilerin en geniş kesimlerinin seferber edilmesiyle emekçilerin devrimci örgütlenmesinin sağlamlaşması ve yaygınlaştırılması, sermaye partileri ve burjuva hükümetinin saldırılarının püskürtülmesi ve emperyalist dayatmaların reddedilmesinin olanaklı ve pratikte de gerçekleştirilebilir olduğunu somut olarak ortaya koyacaktır. Daha fazla işçi, Kürt, Türk kadın ve erkek emekçi ve genç birlikte iş yapmayı deneyip öğrenecek, bunu gerçekleştirdikçe birbirlerine güvenleri gelişecek, birbirlerine sırt dönme ve ayrı yollardan gitme yerine birlikte, güçlerini birleştirerek başarıya yürüme istek ve duygusu güçlenecektir. Böyle bir gelişme her türden burjuva ve işbirlikçi gerici saptırmanın ve emekçileri birbirlerinden ayrı tutmaya yönelik inkârcı baskı politikalarının yol açtığı bölünmüşlük durumunu, emekçilerin yararına değiştirmeye hizmet edecek, bunun sancısız nasıl gerçekleştirilebileceğini öğretecektir. Bloğun seçim çalışmaları kapsamında bir araya gelen Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, çalışmaların “dar alana sıkıştırılması” hatasına düşülmemesi durumunda birçok pratik işi birlikte yapacak, birbirlerinden öğrenecek, aralarındaki dostluk ve kardeşlik duyguları pekişecek, sınıf düşmanının şoven ve bölücü çabalarını boşa çıkarma şansı ve olanağının bir arada olma ve birlikte mücadeleden geçtiğini daha iyi kavrayacak, bu da burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için güç ve olanakları artırıp genişletecektir.
Bu blok ve birlikte çalışma Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin daha sıkı birliğine ve aralarında güven ilişkilerinin gelişmesine hizmetin yanı sıra; işçi sınıfı ve onun ileri kitlesiyle köylülüğün ve kır yoksullarının yüz yüze gelmelerinin olanaklarını da yaratmıştır. İleri işçiler şimdi yoksul, topraksız ve az topraklı ve üretici köylülerle daha dolaysız ve Üretici Köylü Sendikası gibi örgütlerin yardımıyla, onların taleplerinin sahiplenmesi temelinde, IMF ve emperyalist yıkıcılığa karşı bir araya gelme fırsatı bulmuşlardır.
Seçim çalışmalarının başarıyla yürütülmesi ve bunun sermayenin baraj vb. türünden engellerinin aşılmasıyla sonuçlanması durumunda, burjuva parlamentosunda işlerin nasıl yürütüldüğünün, rant ve soygun çetelerinin çevirdikleri dolapların, sermaye politikaları ve planlarına mecliste yasal kılıf geçirmenin ve ülkenin ve kaynaklarının emperyalizme peşkeş çekilmesinin nasıl gerçekleştirildiğinin bilgisine halk kitleleri, parlamentodaki temsilcilerinin gerçekleri sergileyici açıklamalarından daha doğrudan ulaşabilecek, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini parlamento kürsülerinden de sürdürme olanağına kavuşacaktır. Halk temsilcileri, emekçiler ve ülkenin çıkarına yasal düzenlemeler için mücadele edecek, parlamento dışındaki emekçi eylemine dayanarak ve ondan güç alarak ihanet anlaşmalarına ve ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarının uluslararası sermaye tarafından yağmalanmasına karşı duracaklardır.

BAŞARI İÇİN EMEK SEFERBERLİĞİ
Kuşkusuz bu hedeflere ulaşmak kolayca ve kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Sermaye partileri ve burjuvazinin diğer kurumlarıyla deyiş yerindeyse dişe diş bir mücadele olmaksızın, emekçilerin tam bir seferberliği gerçekleştirilmeden, fabrika, işyeri, sendika, okul, yerleşim alanları, sokaklar ve alanlar, kentler ve köyler halkın istemleri etrafında ve seçim barajını aşma hedefiyle harekete geçirilmeden; kadın-erkek, genç-yaşlı tüm emekçilerin bir bayram yerine gider gibi coşkuyla çalışması sağlanmadan, bunun yaratacağı halk seliyle gericiliğin engelleri dağıtılıp parçalanmadan bu hedeflere ulaşmak mümkün değildir.
Devrimci sınıf partisinin ve DEHAP’ta seçime katılacak “blok”un seçim bildirileri ve açıklamalarının en geniş emekçi kesimlerine ulaştırılmasını sağlamak üzere bütün birimlerde oluşturulacak görev grupları, ülkenin içinde bulunduğu durumu ve karşı karşıya bulunulan sorunların etraflı bir açıklamasını yapabilmeli, seçimler nedeniyle politikaya ilginin arttığı bu dönemin emekçilerin daha iyi aydınlanması ve kendi çıkarları yönünde politik bir eyleme çekilmesi için verimli kullanımını gerçekleştirmek üzere, daha baştan güçlerin planlı yönlendirilmesi başarılabilmelidir. Bağımsız demokratik bir ülkenin var edilmesi ve kapitalizmin tasfiyesine giden yolun açılması ancak işçi sınıfı ve Kürt ve Türk yoksulları başta olmak üzere ezilen kitlelerin acil ve önemli temel taleplerinin sahiplenilmesi ve bunların gerçekleştirilmesini öngören bir mücadelenin tutarlılıkla yürütülmesiyle mümkün olabilecektir. İşsizlik, açlık ve yoksulluk koşullarının değiştirilmesi, sosyal-siyasal hak yoksunluğunun ortadan kaldırılması, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü önündeki engeller başta olmak üzere Anayasa ve yasalardaki halk karşıtı tüm gerici yasaların değiştirilmesi ve baştan aşağı demokratik bir siyasal yapının oluşturulması, emperyalist hegemonyaya son verilmesi ve bağımlılık nedeni olan tüm anlaşmalarla bağlantıların geçersiz kılınması, ikili anlaşmaların yırtılıp atılması ve emperyalistlerle uluslararası mali sermaye kurumlarına borçların dondurulması, bütçe gelirlerinin eğitim, sağlık, konut başta olmak üzere halkın ihtiyaçları yönünde kullanılması, yeni işyerlerinin açılması, işçi ve emekçilerin tüm temel gereksinmelerini karşılayacak bir gelire sahip olmaları ve sosyal güvenlik kurumlarının geliştirilmesi için daha fazla pay ayrılması için yürütülecek mücadelenin parlamento kürsülerinden ve parlamenter olmanın sağladığı “olanaklar”ın kullanılmasıyla sürdürülmesi, anti-faşist, anti-emperyalist halk hareketinin iktidar yürüyüşüne güç katacak, kapitalizme karşı mücadelenin mevzilerini de güçlendirecektir. Türkiye topraklarının tüm milliyetlerden emekçilerle komşu ülkelerin halklarına karşı emperyalist saldırı üssü olarak kullanılmasına son vermek ve ikili ve stratejik işbirliği anlaşmalarıyla ekonomik alanda imzalanmış ve ülkenin yağmalanmasının yolunu açan, buna yasal kolaylaştırmalar sağlayan ‘tahkim anlaşması’, ‘endüstri bölgeleri anlaşması’ türünden anlaşmaların yırtılıp atılması için gösterilecek çaba, bu yasaların içeriğinin ve gizli maddelerinin açıklanmasıyla halkın bunlara bu yasaları tanımaması ve ülkeye, kendi hak ve çıkarlarına sahip çıkmak üzere daha aktif biçimde harekete geçmesine yardımcı olacaktır. Tarım ve sanayinin geliştirilmesi için üretici kredilerinin faizsiz olarak artırılması ve vergi yükünün yoksulların sırtına yıkılmasına son verilmesi, krizin yükünün büyük tekellere aktarılması, madenlerin ve enerji kaynaklarının emperyalistler tarafından yağmalanmasına son verilmesi ve bunların ulusallaştırılması için yürütülecek mücadeleyle bağımlılığın tahrip edici ve gelişmeyi sınırlayıcı etkilerinin ülke insanı ve emekçiler için ne denli yok edici bir rol oynadığının daha iyi görülmesi sağlanabilecek, ülkenin ve kaynaklarının “küreselleşme” adı altında uluslararası sermayeye pazarlanmasının önüne emekçi barikatının örülmesi böylece daha kolay gerçekleşme olanağı bulacaktır.
Burjuvazinin inkâr ve baskı politikası, Kürt ulusal varlığını ve bunun gerekli kıldığı temel haklarla ulusal kaderini tayin hakkının koşulsuz kabulünü reddetmesi, bu yöndeki talepleri “bölücü ve yıkıcı” sayarak şiddetle bastırma yoluna gitmesi, halk kitlelerine yönelik propagandada “bölücü terör hareketi”ne özel bir vurgu yapması, Türk emekçi kitlelerinin Kürtlerin demokratik hakları için mücadeleye soğuk bakmalarına yol açmış, ulusal-siyasal hakları ve tam hak eşitliği için mücadelelerinde Türk emekçi desteğini yeterince göremeyen Kürt emekçileri saflarında da güvensizlik ve ayrı durma duygusunun gelişmesine neden olmuştur. Bu politikanın etkileri, işçi sınıfı ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin düşük olmasıyla birleşince, emekçilerin düzen partilerinin ardında sisteme kanalize edilmeleri olanaklı olabilmiş, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin aynı sınıf örgütlerinde ve aynı politik partilerin çatısı altındaki örgütlenmesi zaafa uğrayabilmiş, kitlelerin ana gövdesi bakımından gerçekleşmekten uzak kalmıştır. Önemli sanayi kentlerinde ve Kürt emekçilerinin yoğun olarak bulundukları belli başlı kentlerde özellikle ileri işçilerin, milliyet ve mezhep ayrımı gütmeden aynı “sınıf örgütleri”nde bir araya gelmiş olmaları ya da işçi sendikalarıyla kamu emekçileri sendikalarında yüz binlerce işçi ve emekçinin bir arada bulunması, emekçilerin ortak hareketi ve mücadelesi bakımından umut verici bir durum olmakla birlikte, bu, on milyonlarca kent ve kır yoksulunun durumu karşısında henüz ancak bir “ilk mevzilenme” sayılabilir.
Bu durum, şimdi emekçi hareketinin birleştirilmesi ve ilerletilmesi sorumluluğunu “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun önüne getirmektedir. Blok emek hareketinin bugünkü parçalı durumuna son verilmesi sorumluluğu; sermaye egemenliği ve saldırılarına karşı birleşik emekçi mücadelesine duyulan ihtiyaca uygun olarak Kürt ve Türk emekçilerinin ana kitlesini birleştirme göreviyle karşı karşıyadır. Bu sorumluluk ve görev, işçi ve emekçilerin en geniş kesimlerinin “blok” etrafında birleştirilmesine hizmet eden kapsamlı ve yaygın bir ajitasyonu ve siyasal gerçeklerin tam olarak açıklanmasını gerekli kılmaktadır. “Blok” oluşumunu sevinçle karşılayıp destek vereceklerini açıklayan geniş çevrenin varlığı, emekçi birliği ve birleşik hareketin örülmesi görevinin başarılmasını kolaylaştırıcı etkenlerden biridir.
Düzen partilerinin kitle desteğinin ağır darbeler yemiş olması, tekelci burjuvazinin sermaye partilerini ve burjuva parlamentosunu itibardan düşüren uygulamaları ve ülke çıkarları karşısındaki hain tutumu, siyasal istikrarsızlığın sürmesi ve bir savaş durumunda ağır ekonomik, politik ve sosyal yaptırım ve tahribatla karşılaşacağını bilen kitlelerin savaş karşıtı duyguları, kitlelerin geniş kesimlerinin seçimlerde DEHAP’a oy vermek de dâhil, “blok” etrafında bir araya getirilmeleri için koşulları olgunlaştırmıştır.
Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ana kitlesi bakımından birlikte olma, bir arada çalışma, somut ve pratik işleri birlikte yapma mücadele ortaklığını, birliğini ve kardeşliği güçlendirecek, güven ilişkilerini yenileyecek, sermaye karşısında birlikte olmanın avantaj ve olanaklarının görülmesine hizmet edecek; birlikte olma durumunun sürdürülmesi ve daha ileri düzeye çıkarılması duygu ve isteğine güç verecek; buna aykırı davranışların önüne emekçi engeliyle çıkışın olanaklarını yaratarak emekçilerin duygu ve istemlerini dikkate almayanları; onların yerine kendilerinin niyet ve seçeneklerini dayatanları etkisiz kılacak bir ortamın oluşmasını sağlayacaktır. Böylesi bir gelişme, kuşku yok ki ülkenin ve tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesi yararına olacak, bu mücadelenin bugün henüz yeterince görülemeyen kitlesel bir desteğe sahip olarak sermayenin saldırılarını püskürtücü düzeye çıkışını ve sendikalarda, işyerleri ve fabrikalarda örülmüş emekçi birliği üzerinden yeni mevzilerin ele geçirilmesini sağlamasını olanaklı kılacaktır.
Ülkenin bağımsızlığı ve emekçilerin özgürce yaşama olanağının ancak böylesi bir mücadele birliği üzerinden yürünerek var edilebileceği açıktır. Sosyalizm için yol üzerindeki ayak bağlarının temizlenmesi, demokratik özgürlüklerin elde edilmesi ve anti-kapitalist mücadelenin yükseltilmesi için de böylesi bir gelişme önem taşımaktadır.
Bu yolda mesafe kat etmek için tüm güçlerin tam bir seferberliği gerekmektedir. Aksi, bu büyük ve önemli olanağın yeterince kullanılamaması demektir ve hareketin buna tahammülü yoktur.

Tanilli’nin kitabı üzerine notlar

Prof. Server Tanilli’nin “Değişimin Diyalektiği ve Devrim-Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler” başlıklı kitabının yayınlanmasının üzerinden birkaç ay geçti. Tanilli, bu kitabında, kabaca bir göz atışın uyandırdığı ilk kanıya göre, “Marksizm’in yeni bir savunusu”nu yapar görünmektedir. Yazar’ın,”Toz-dumanın bir parça dindiği andan başlayarak fark ediyoruz ki, çağımıza bakıp onun sorunlarına tutarlı çözümler getirebilecek tek yetkin dünya görüşü, bugün de Marksizm’dir”(39) biçimindeki sözleri bu yargıyı güçlendirici özelliktedir. “Marx ve Engels’e, iktisadi olayların açık seçik açıklanışını, özellikle kapitalist ekonominin yapısı ve çelişkilerinin ortaya konuşuna borçluyuz. Bütün bunlar, ‘tarihsel maddecilik’ adı verilen bir tarih felsefesi girişiminde yerli yerine oturtulmuşlardır. Söz konusu kuram, eksiklikleri ne olursa olsun, bir bilimsel sosyoloji örneğidir de” der Tanilli. (46) Tanilli, Marksizm’in “modern dünyayı, onun çelişme ve sorunlarını dile getiren ve onlara akılcı çözümler öneren bir dünya görüşü olarak kendisini sunduğu”nu belirtiyor ve bu “akılcı çözümler”den yana tutum alır görünüyor.
Ancak sayfalar çevrilip, peş-peşe sıralanmış iddialar okununca, Tanilli’nin, Marksizm’in bilimsel ve devrimci teorisini yüzeyselleştirip eklektik bir karmaşa içinde anlaşılmaz kılmaya yöneldiği, somut sorunlara ilişkin tartışmaya giriştiği her yerde liberal reformist “çözümler” önerdiği ortaya çıkıyor. Tanilli’nin kitabında ileri sürdüğü düşünceler dikkatle irdelendiğinde, O’nun Marksizm “savunusu”nun, eklektik ve esas olarak da, Marx’ın teorisini bozuşturucu özellikte olduğu görülmektedir. Dikkatli bir okur, onun kitabında Marx’ın temel önermeleri üzerine söylenenlerin, Marksist teorinin yüzeyselleştirilmesine ve önemli oranda “yanlışlığı”nın sözde kanıtlanmasına denk düştüğünü görmekte zorlanmaz. Yalnızca “Marksizm üstüne doğrular ve yanlışlar” bölümünde değil, kitabın bütününde ileri sürülen düşünceler bu yargımızı destekler ve doğrular niteliktedir. Tanilli’nin “akılcı” eklemeleri ve “savları” bölümler halinde birbirini izler. Tekelleşme ve “giderek demokratikleşme” çelişkisini, Tanilli, uzlaşır biçimde bir araya getirir; birey ve halk yararına kazanılmış hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesini, bu haklar için mücadeleye ve emekçilerin kararlılığına değil, “ulus-devlet”in koruyuculuğuna bağlar; tekelleşmenin en üst düzeyde gerçekleştiği bir dönemde devletin “git gide demokratikleşmesi”ni mümkün görür ve bekler. Burjuva demokrasisine aşırı iyimser anlamlar yükleyerek, onun halkın mutluluğu ve özgürlüğünü öngördüğü türünden burjuva, burjuva liberal görüşle birleşir. “Demokrasi”yle tekelleşme arasındaki zıt ilişkinin, “tekelci konuma gelen çok uluslu firmaların ‘sosyal refah’a -kural gereği- öncelik tanımak zorunda olan demokrasi ile örtüşmesi”nde problemler olduğunun farkındadır. Buna karşın, “Demokrasi, geniş halk kitlelerinin ve ulusun mutluluğu, ekonomik gönenci için değil midir?” diye sorar ve “Hiç kuşkusuz öyledir!” biçiminde cevaplar.
Tanilli’nin, çağımızın sorunlarının ancak tarihsel materyalist ve diyalektik yöntemle anlaşılabileceğinden ve bu yöntemi geliştirip insanlığın hizmetine verenin Marx olduğundan söz etmesi kuşkusuz, uğraş alanı sosyal bilimler olan bir profesör için namusluca bir davranış sayılmalı. Sorun bu sınırlar içinde ele alındığında, birçok konuda anti-Marksist görüşler savunmuş Jan Paul Sartre’nin bir dönemler Marksizm’i “zamanımızın aşılmaz felsefesi” olarak tanımlamasından da söz edilebilir pekâlâ. Ama sorun “aşılamaz”ın önünde saygıyla eğilmekten daha boyutludur ve görülen o ki, Sartre’nin, Marksizm’in “hakkını bir ölçüde teslim etmiş olmak”la birlikte, Marksizm’in Marksist olmayan yorumuna başvurması Tanilli tarafından da bir yöntem olarak benimsenir. Hemen her temel soruna ilişkin “Marksist görüşler”den söz edip, güya onları aktarırken, hemen ardından kuşkuyla “ama hatırlatalım” diye araya girerek, “uygulamadaki yanlışlar”a dikkat çekme adına, yüzeyselleştirilmiş formülasyonları “özgür yorumlar” olarak sunması; sosyalizme ilişkin “öngörülerin” uygulamada doğrulanmadığını ileri sürmesi bundandır.

BİR LİBERAL-DEMOKRATTAN MARX’A “EKONOMİST” SUÇLAMASI
“Ne var ki, Marx ve Engels’in yaklaşımında yetersizlikler de vardı” diyor Tanilli. İddia ettiğine göre Marx ve Engels, “modern burjuva sanayi uygarlığı üstüne yetersiz bir eleştiri ortaya koymuşlar; “Avrupa merkezli” bir bakış açısıyla sorunlara eğilmişler; “Batı’nın sömürgeci egemenliğinden burjuvaziye ‘uygarlaştırıcı’ bir tarihsel rol” biçmişler; “serbest mübadeleci” bir iyimserlik ve oldukça ekonomist bir tavırla, hiç de doğru olmayarak, ‘burjuvazinin gelişmesi, ticaret serbestliği, dünya piyasası, sanayi üretimi ile yaşam koşullarının tek biçimli hale gelmesi sayesinde, ulusal farklılıkların ve halklar arasındaki zıtlıkların gitgide kaybolacağını’ da söylemişler”; ve “XX. yüzyılın tarihi, ne yazık ki, bu öngörüyü doğrulama”mış, “İki dünya savaşı ve uluslararasında yığınla uyuşmazlık” onları “yanlışlamıştır” vb.
“Oldukça ekonomist” olmayan Tanilli, sanırsınız militan devrimci bir işçi partisinin üyesi ya da bu partiye bağlı çalışan kararlı bir proletarya aydını! Deyim yerindeyse, bol keseden atıp-tutuyor; ama kanıtlamak için irdelemeye yanaşmıyor. Yüzeyselliğin sığ sularında yürüyerek ummanı “aşma”ya kalkışıyor. Bir yandan Marx ve Engels’i, feodal köleliğin ve ortaçağ karanlığının aşılmasında tarihsel olarak devrimci bir rol oynadığı için burjuvazinin “uygarlaştırıcı rolü”nden söz etmeleri nedeniyle “Batı’nın sömürgeci egemenliği”ni savunmuşlar gibi gösteriyor ve sermaye hareketinin bir dünya piyasası yaratacağını söyledikleri için “yanlış yapmak’la suçluyor; diğer yandan savaşların ve “yığınla uyuşmazlıkların “sermayenin dünya çapında yayılmasının bir sonucu” olduğunu söylüyor; küreselleşmeyle “kimlik kaçışları ve milliyetçilikler”in bir arada olmasını, Marx ve Marksistlerin “yanlışlarını ortaya koyan olgular olarak göstermeye çalışıyor. Marx ve Engels’i, “burjuvazinin üretici güçleri geliştirmedeki -emsalsiz- yeteneğine bakıp ‘doğa güçlerine egemen olma’yı ve ‘bütün kıtaları tarıma açma’yı … sevinçle karşıladıkları” için, “sermayenin üretici güçlerinin sınırsız gelişmesinin ne türlü çevresel sorunlara yol açacağını hesaplayamamakla” suçlamaya kalkışacak kadar uygarlığın, iktisadi hareketin gelişme yasalarının, insan ve emek-gücü üretimiyle “doğaya hakim olma” ilişkisinin “ayırdında” olmayan bir eleştiri ve eleştirmen ile karşı karşıyayız. “Bilim adamı” Tanilli, sermayenin genişleyen yeniden üretiminin, feodal kapalı ekonomiyi parçalayıp bir dünya pazarına doğru tüm ulusları ve bütün toprakları kapsamak üzere, kapitalist ilişkilerin insanlığın tarihsel yürüyüşü bakımından hem kaçınılmaz ve hem de toplumsal kurtuluş için gerekli maddi koşullar ve maddi üretici güçlerin oluşturulmasını sağladıkları için, “uygarlaştırıcı bir gelişme” sayılmasını “yadırgamaktadır! O belirtmektedir ki, bu gelişme “uygarlaştırıcı”, “birleştirici” olmamış, ulusal farklılıkları kaldırmamış, “zıtlıkların git gide kaybolması”nı sağlamamış, çatışmalara, ulusal çelişkilere, savaşlara yol açmıştır vb.
Peki, Marx ve Engels, zıtlıkları, çelişki ve çatışmaları, rekabeti, ulusal sınırlılık ve farklılıkları, geri düşüş ve sıçramaları içermeyen “dümdüz” bir gelişmeyi mi öngörmüşlerdi? Böyle olmadığını biliyoruz. Ama bir kez daha “görmek ve göstermek” için, önce, iktisadi-toplumsal hareketin nesnel gelişmenin seyrine ilişkin “vargı” ya da yeni toplumsal sisteme ilişkin “öngörü”ye bakalım: Marx, “ekonomik kategorileri, belli bir tarihsel gelişmeye, üretken güçlerin belli bir gelişme düzeyine ait tarihsel yasalar olarak değil de, varlıklarını ebedi olarak sürdüren kategoriler olarak gören” burjuva iktisatçılarına karşı, bunların tarihsel ve geçici olduklarını, bizzat toplumların kendi tarihlerine ve ekonomik kategorilerin irdelenmesine dayanarak ortaya koymuştu. Araştırmalarından söz ederken, vardığı sonuçlara ilişkin olarak şöyle yazıyordu: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar” diyordu, “aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatin üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağımda çiçek açmadan, asla geliş yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar…” (Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı-Önsöz, sf. 23–24, Sol yayınları, abç)
Marx’ın “ekonomistliği”ne kanıt olarak gösterilen söz ve öngörüleri arasında denebilir ki, bu bölüm en önemlisini oluşturur. Ama bu “vargı”nın olumsuzlanması, doğrudan doğruya tarihsel materyalizmin; toplumların ve toplumsal hareketin gelişme ve değişmesinin yasalarının reddi olacaktır. Tanilli’nin çelişkilerinden biri buradadır. Onun tarihsel süreçlere ilişkin Marksist tahlillere bakarken ortaya koyduğu mantığa göre, kapitalizm, emek-gücü sömürüsüne dayanan sınıflı toplum olması nedeniyle, ilerici-uygarlaştırıcı herhangi bir özellik taşımamaktadır; ya da onun, insanlığın tarihsel ilerleyişinde “uygarlaştırıcı” bir işlev gördüğünden de söz edilirse, sömürü ve sömürgecilik savunulmuş olur!
Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistleri, kapitalist gelişmenin sancısız, kırıp dökmesiz, savaşsız ve çelişkisiz, doğayı tahrip etmesiz gerçekleşebileceğini iddia etmişler gibi gösterip, basit ve yüzeysel mantık yürütmelerle suçlamalarda bulunan Tanilli, burjuva liberal ve reformist solcu aydınlarla bazı sözde sosyalist yazarların birkaç on yıldır tekrarlayıp durdukları “ekonomizm”, “determinizm” suçlamasına yeniden baş vurmakta, “Marx ve Engels, burjuvazinin düşüşü ile proletaryanın zaferini de ‘kaçınılmaz’ olgular olarak görürler… Peki, öznel etkenin, bilincin, örgütlenişin, devrimci girişimin yeri ne olacaktır? Her şey güneşin doğuşu kadar kesinse, niçin siyasal bir parti kurmalı, mücadele etmeli, bir dava için yaşamı tehlikeye atmalı?” (143–44–45) diye sormaktadır!
Eski toplumun bağrında doğan yeni üretici güçler ile eski toplumun üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmazlığın yol açtığı çelişki ve çatışmanın yeni toplumsal sisteme giden yolu açtığını ve yeniyi doğuran bir rol oynadığını söyledikleri; ve insanlık tarihi baştan başa bunu doğrulayan bir süreç olarak yaşandığı halde, Marx ve Engels’i, “kaçınılmazlık” tespitleri nedeniyle eleştirmenin; tarihsel materyalist ve diyalektik yöntemi benimseyen, toplumların gelişme yasalarının ya da temel gelişme yasasının bilincinde olan bir “bilim adamı”nın aklına gelmesi olağan mı? Bu hayli ilginç olmalı ve Marksist olmayan ama sorunları bilimsel yöntemle ve materyalist tarih anlayışı çerçevesinde irdelediği iddiasında olan Tanilli’nin aklına gelmiş! Marx ve Engels’i, her şeyin kendiliğinden hareketin ürünü olarak gerçekleşeceğini iddia etmişler gibi göstermek oysa onların, tarihi “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak irdeleyip tanımlamalarını, “tarihi yapan insandır” vurgulamalarını ve yeniyi kuracak üretici güçler eski toplumun bağrında doğup gelişmeden, yeni kurulamaz ve bu nedenle insanlık önüne çözebileceği sorunları koymalıdır yönlü dikkat çekmelerini görmezden gelmedir. Tanilli, sanki Marx ve Engels değil de, kendisi, proletaryanın parti olarak örgütlenmesi ve kıta çapında, giderek uluslararası alanda örgütlü enternasyonalist bir güç olarak burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelesinin gelişmesi için çaba göstermiş; bu hareketin pratik örgütlenmesi için ter dökmüş, koşturmuş gibi konuşmaktadır. Atıp tutmalarına bakılırsa, “siyasal devrimci” Tanilli, “ekonomist Marx’a” ders vermektedir!
Marx ve Engels, işçi sınıfı devriminin, burjuvazi ile birlikte proletaryayı yaratan ve örgütleyen kapitalist ekonomik sistemin çelişkilerinin ürünü olup, ancak örgütlü proletaryanın eylemiyle gerçekleşebileceğini; sosyalizmin iyi niyetli bireylerin eylemiyle kurulacak bir sistem ya da hayalcilerin bir icadı olmayıp modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu gösterdiler. Toplumsal tarih bunu doğruladı. Gelecekteki “ekonomizm” suçlamalarına yanıtı, kendi öğretilerinin tek başına ekonomik etmenin belirleyiciliğine dayandığını düşünenleri söz konusu ettiği mektubunda, Engels, henüz hayattayken vermişti. Bu suçlama ya da bilinçli çarpıtma bugün de döne dene yinelendiğine göre, Engels’in, J. Bloch’a yazdığı 21–22 Eylül 1890 tarihli mektup’tan bölümleri buraya almakta yarar olacak. Şöyle diyor Engels:
” … Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama üstyapının çeşitli öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani; başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri- de, tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın rol oynarlar. Bütün bu öğeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır;…”
“Tarihimizi kendimiz yaparız ama her şeyden önce çok belirli ön olaylar ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonu belirleyici olan ekonomik olanlardır. Ancak, politik olanlar vb. ve hatta insanların uslarına yerleşip kalan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar…” Engels devamla, olayların gelişme sürecine işaret eder ve devletlerin kuruluşundan örnek vererek, “Tarih” der,”şimdiye kadar işte böyle doğal bir süreç biçiminde ilerlemiştir ve aslında aynı hareket yasalarına tabi olmuştur. Ancak, bireylerin istençleri her biri kendi fiziksel yapısı ve dış, son kertede ekonomik koşullarca (ya kendi kişisel koşullarınca ya da genel olarak toplumun koşullarıyla) -itildikleri arzularına ulaşamayıp-, genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede buluşurlar; ama bütün bunların sıfıra eşit olduğu sonucu da çıkarılmamalıdır. Tam tersine, bu istençlerin her biri bu bileşkeye katkıda bulunurlar ve bu ölçüde de bileşkede yer alırlar.” (Seçme Mektuplar, sf 101–103, Evrensel Basım Yayın)
Engels, “ekonomik yana gereğinden fazla ağırlık verilmesi”nde kendilerinin, “hasımlar” karşısında, “onların yadsıdıkları ana ilkeyi boyuna vurgulamak zorunda kalmaları”nın etkisinin de olduğuna dikkat çekmekte ve “yeni yetme Marksistleri” hataya düşmeme yönünde uyarmaktadır. Marx ve Engels’in modern toplumun ayrıntılı tahlilinden ulaştıkları fikre göre, “şimdiye değin bütün yazılı tarih, belli toplumsal sınıfların diğer sınıflar üzerinde, birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmuştur. Ve bu, sınıf savaşımları ve sınıf egemenliğinin temeli olan özel mülkiyet ve anarşik toplumsal üretim yok oluncaya kadar sürecektir. Proletaryanın çıkarları bu temellerin yıkılmasını gerektirir; bu nedenle, örgütlü emekçilerin sınıf bilinçli sınıf savaşımı bunlara karşı yöneltilmelidir. Ve her sınıf savaşımı bir politik savaşımdır. ” (Lenin)
Marx ve Engels, “Kurtuluş zihinsel değil, tarihsel bir iştir” vurgusunu da gerekli gördükleri her durumda yinelemekten kaçınmamışlardı. İnsanlar önce üretim sürecindeki yerlerini görmekte, bununla birlikte sömüren-sömürülen ilişkilerini yargılamaya başlamaktadırlar. “Çevresindeki duyumsal dünyanın nasıl sonsuzluktan bu yana hiç değişmeden kalan bir şey olmayıp, sanayinin ve toplumun durumunun ürünü, hem de tarihsel anlamda ürünü olduğunu, her biri kendinden önceki kuşağın omuzları üzerinde yükselen, onun sanayini ve karşılıklı ilişkilerini yetkinleştiren ve gereksinmelerdeki değişikliklere uygun olarak toplumsal düzenini değiştiren bir dizi kuşağın faaliyetinin sonucu olduğunu idealist materyalizm görmez.” (Alman İdeolojisi, sf. 46)
Toplumların tarihi, birbirleriyle uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıfların gizli açık mücadeleleriyle sürmüş; bu mücadele “ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” Kapitalizmin bundan azade olmadığını son yüz elli yıllık tarih kanıtlamış durumda. Kapitalizmin aşılmaya mahkûm tarihsel bir uğrak ve bağrındaki proletarya-burjuvazi; emek-sermaye çelişkisi nedeniyle yıkılmaya ve yerini proletarya devrimiyle sosyalizme terk etmeye “yazgılı” bir sistem; sınıflı ve sömürüye dayalı sistemlerin sonuncusu ve devrim ve sosyalizmin kuruluşunun “kaçınılmaz” olduğunu söyledikleri için, Marx ve Engels’i, mücadeleye “gerek olmadığını söylemiş olmak”la suçlamak, ancak Tanilli gibilerinin “grad”ına uygun düşer. Tanilli, materyalizmi ve hareketin diyalektiğini benimsediğini söylediğine göre, kesintisiz varoluş ve yok oluş süreci içinde, aşağıdan yukarıya doğru gelişen hareketin birçok değişikliği içerdiğini; çatışma ve mücadelenin sınıf farklılıkları ve sömürünün olduğu toplumların kaçınılmazlıkları arasında bulunduğunu; bunun da önünde sonunda, çatışmanın araç ve yöntemlerini doğurarak, -bunlar arasında proletaryanın politik örgütü ve onun öncülüğündeki/yönetimindeki mücadelesi de var- dönüşümü ve yeniden kuruluşu kaçınılmazlıkla sağladığını da “anlamış” olmalı!

PROLETARYANIN NİTELİĞİ Mİ DEĞİŞTİ YA DA “YENİ SOSYALİST TASARI” NEYİN NESİ
Marx’a     “ekonomist” suçlamasında bulunan Server Tanilli, “yeni tipte bir sosyalist tasarının, bütünüyle yeni temeller üzerinde ele alınması imkânı”ndan söz etmektedir. Teori düzeyinde, işçi sınıfının, toplumsal yeniden kuruluşu sağlamak üzere, toplumsal kurtuluş tasarısı; sınıfsız ve sömürüsüz toplumu inşa programı ve bilimsel dünya görüşü olarak da ifade edilebilecek “sosyalist tasarı”nın üzerinde gerçekleşeceği maddi “temel”i, bizzat kapitalizm, proletaryayı üreterek ve onu makine-fabrika sistemi altında disipline edip burjuvaziye karşı mücadeleye sürükleyerek yaratıp olgunlaştırır. “Devrim ve Marksizm Üzerine Yeni Tezler”in yazarı ise, sosyalizmin bu maddi ve sınıfsal temelinin “bilişim ve iletişim devrimi” ve öteki gelişmelerle “aşındığı” ve parçalandığı; oluşan “yeni temeller”in “yeni tipte bir sosyalist tasarıyı gerekli kıldığı iddiasındadır.
Bu yeni temeller hangileridir? Tanilli, “yeni tipte bir sosyalist tasarı”yı gereksinir kılan değişmeyi, kitabının 32. sayfasında şöyle ifade ediyor:
“Böylece emekçi sınıf daha parçalanmış, çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu sınıf, bir yandan demir çelik sanayisinde olduğu gibi birçok sektörde daha kalifiye olmuş; bir yandan da birçok sektörde kalifiye olmaktan çıkmış ve iğretileşmiştir. Örneğin otomobil sanayinde böyledir; nitelik denetleyicilerini bir yana atmadan söylemiş olalım bunu, doğaldır ki madencileri, dok işçilerini, deniz inşaat işçilerini de… Bir yandan, azınlıkta, olacak biçimde, ‘değişik işlev ya da görevlere bakan’ (polvalent) işçi yaratılırken; öte yandan kalifiye olmayan ve bugün yapısal işsizliğe uğramış iğreti bir kitle yaratıldı. Bu değişiklikler, eskiden olduğundan daha fazla farklılaştırmıştır emekçilerin oluşturduğu bir sınıfı…”
Bu kadarıyla ortada henüz temel önemde bir terslik görünmüyor gibidir; “yeni tipte tasarı” için gerekçe arkadan gelmektedir, şöyle:
“İşçi sınıfı, Marx ve Engels’in söylediklerinin tersine, çoğunlukta bir sınıf haline gelmedi ve görünüşe bakılırsa öyle olmayacak da. Gerçekten, Sanayi Devrimi ve maşinizmin gelişmesi, ta XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar proletaryayı sayıca büyüttü; sermaye-emek ilişkilerinin koşulları, onlara bağlı sosyal uzlaşma ve savaş sonrasının dengeleri buna imkân verdi. Ne var ki, bilişim devrimi, fikri görevleri makinede nesnelleştirirken, üretim sürecini de değiştirir ve emeğin üretkenliğini de umulmadık ölçüde artırır. Emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişi değişmiştir; maddi emekle fikri emek, üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırlar altüst olmuştur. Meslekler gelişiyor ve yaşam biçimleri farklılaşıyor; ücretliler arasında, dahası öteden beri işçi sınıfını oluşturan kategoriler içinde yeni bölünmeler yaratıyor. Ücretliliğin biçimi bile bunalım içine girmiştir. Sermayenin mantığının yönlendirdiği bütün bu gelişmeler, sömürüyü, çeşitli biçimlerde, git gide çoğalan ve çeşitlenen sosyal tabakalara doğru yaygınlaştırıyor. Vaktiyle tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkileri, yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmaktadır. Böylece, yeni sosyal değişimi ve onun oyuncularını işte bu yeni koşullarda ele alıp düşünmeli. Gerçekten de kapitalizmin sömürü, egemenlik ve yabancılaşma biçimlerindeki farklılaşmalar, mücadeleleri de yeni biçim ve içerikleriyle yaygınlaştırmıştır. Yalnız işletmede değil, bunalım içindeki kapitalizmin damgasını vurmak istediği bütün kategoriler, bütün sorunlarıyla ortaya dökülmüşlerdir: Gençlerin, feministlerin, ırkçılığa karşı olanların, çevrecilerin mücadeleleri, konut, sağlık, kültür için mücadeleler; barış, demokrasi, eşitlik, insanın saygınlığı için mücadeleler, üstelik yalnız ulusal boyutlarda değil dünya çapındadırlar da. Hepsi de, sermayenin egemenliğine karşı çıkan temel öğeler olmuşlardır ve her biri, kendi üslubunca, insanın kurtuluşu, giderek yeni bir topluma doğru bir yol açmak istiyor.
“… Böylece, siyasetle ilişkiyi, bir sınıfın politikası doğrultusunda değil, kapitalist sınıfa karşı mücadele içinde düşünmeli ‘demokrasinin kurulması’na, ‘işçi devriminin ilk adımı’ olarak değil, sermayenin iktidarını git gide gerileten bir sürekli gelişme sürecinin anahtarı gözüyle bakmalı…” (74–75)
Araya girmeden, yazarın kendi düşünce ve mantık bütünlüğü içinde, neyi anlatmaya çalıştığını ve “varış noktası”nı anlamak üzere, alıntılamaya devam edelim. Tanilli, “nasıl değerlendirmeli bu görüşü?” diye bir soruyla devam ediyor; “pek aykırı görülecek olsa da söylemeli” diyor, ve söylüyor:
“Sanayi devrimi’nin ilk sonucu işçi sınıfının zayıflaması; giderek tarihsel bir yenilgiye uğraması olmuştur. Ancak çok sonraları, modern sendikacılığın doğuşu ve ilk sosyalist partilerin kuruluşu sonucunda işçi hareketi güçlendikten sonradır ki, gericilik, yeni devrimci başkaldırılar karşısında boyun eğmiştir. Onu izleyen yüzyıl, işçi hareketinin bu deneyimine pek bağlı kaldı.
“Ama bütün bu deneyimlerin ışığında, bizleri gözetleyen -pek tehlikeli- iki yanlış vardır: birincisi, emekçiler ve ideologları, her teknolojik ya da sanayi gelişmenin kendi durumlarını güçlendirdiğine inanmışlardır; ikinci olarak, sosyalist ya da komünist, reformcu ya da devrimci bütün bu insanlar, tarihe, daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç olarak bakıyorlardı. Gericiliğin güçleri ise, emekçilerin kazanımlarını kökünden yok edemeseler de, bu süreci hiç kuşkusuz geciktirebiliyorlar.
Bu iki tavrın temelsizliği 1990’lı yılların içinde ortaya çıktı. Sol’un bu dönem boyunca uğradığı yenilgiler, XX. yüzyılda daha önce yediği darbelerden daha çok daha ciddi ve moral kırıcı idi. Şu açıkça ortaya çıktı: Tarih, düz bir çizgi üstünde ilerlemiyor. Sol’un ve işçi hareketinin tarihsel hayallerinin yıkılışına, bir örneği daha önce görülmemiş bir değerler bunalımı ile kendine güven kaybı eşlik etti.” (79–80)
Yazarın üretim süreci, üretici güçler ve üretim araçlarına ilişkin olarak sözünü ettiği değişme ve gelişmeler günümüzde ortaya çıkmış yepyeni olgular mıdır? O, bu gelişme ve değişmelerden hangi sonuçlara ulaşmaktadır ve bu sonuçlar Marksist teoriyle bağdaşmakta mıdır? Bunun açıklık kazanması için ve Tanilli’yi hiddetlendirme pahasına da olsa, bir kez daha “Marx’ın teorisi”ne; onun bu konuda söylediklerine başvuracağız. Ama önce birkaç “küçük ayrıntı “ya; “kapitalist sınıfa karşı mücadele”nin “sınıf politikası” sorunu olup-olmadığına ve sınaî gelişmenin yol açtığı gelişmelerin Marksistler tarafından nasıl irdelediklerine bakalım.
Tarihsel süreç ve onun geçici bir “uğrak noktası” olan kapitalist toplumsal gelişmenin ortaya çıkardığı çeşitli olguları, Marx’ın temel tezlerinin “zaman aşımı”nı sözde kanıtlamak üzere kullanma çabasındaki Tanilli’nin, “kapitalist sınıfa karşı mücadele”yi bir ” sınıf politikası” sorunu saymaması; ‘aradaki’ kesimlerin -diyelim ki, köylülük ve küçük burjuvazinin diğer kesimlerinin- mücadelesinin önemine işaret etme amacıyla ilişkilendirilebilinir mi? Ama bu, “iyi niyet” sınırlarını zorlamak ve kapitalizmin ana ürünü proletaryanın “siyasetle ilişkisinin “bir sınıf politikası doğrultusunda” olması zorunluluğunu önemsiz bir sorun derekesine düşürmek olurdu. Bu, proletaryanın kapitalizme karşı, toplumsal kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü üstlenme yükümlülüğü sorununun, emekçilerin “genel demokratik” taleplerinin sınırlarına çekilerek, “demokratik kapitalizm”e kurban edilmesi demektir. Oysa proletarya, kapitalizmin, sürekli yeniden üretilen ve güçlenen tek sınıfıdır ve onun kapitalist sınıfa karşı mücadelesi, bir sınıf politikası doğrultusunda gelişmeksizin, toplumun diğer kesimlerinin kapitalist sınıfın baskısından kurtarılması sağlanamaz ve bu “fikir”in bulanıklaştırılmasına götüren her “düşünce yürütme biçimi”, önünde sonunda, burjuvazi yararına sonuçlar doğuracaktır. Tanilli, “kapitalist sınıfa karşı mücadele”nin “bir sınıf politikası doğrultusunda” olmaması önermesiyle -ki bu ikisi, kapitalist sınıfa karşı olmanın bir sınıf politikası olması ölçüsünde aynı anlama da gelmektedir-, bunu yapmaktadır. Tanilli, diğer iddialarına, “emekçiler ve ideologları” “her teknolojik ya da sanayi gelişmenin kendi durumlarını güçlendirdiğine inanmışlardır”, ve “ikinci olarak, sosyalist ya da komünist, reformcu ya da devrimci bütün bu insanlar, tarihe, daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç olarak bakıyorlardı” biçiminde olan ikisini de eklemektedir. En hafif deyişle, bu bir ‘bühtan’dır; yalana dayalı yakıştırma ya da çarpıtma da denilebilir veya Marksizm’i ve Marksistleri hiç tanımamak ve anlamamaktır, ama ve her iki iddia da dayanaksızdır. Sınaî gelişmenin, nesnel olarak proletaryanın saflarını, dolayısıyla da onun sınıf örgütünün nesnel sosyal dayanağını ve toplumsal sınıf olarak konumunu güçlendirdiğine, tüm değişme ve parçalanma gerekçeli itirazlarına karşın, yazar da yer yer işaret ettiğine göre, itirazının ‘bilinç ve örgüt sorunu’yla ilgili olabileceği sanılabilir. Ancak, “sanayi gelişme” gibi nesnellikle ilgili bir sorundan hareketle, işçi sınıfının toplumsal rolünü inkâr ya da en hafif söyleyişle azımsama düşüncesine sahip yazar için, bu “varsayım” geçersizdir. Tanilli, “bilinç ve örgüt” gibi, öznel alana ilişkin -kuşkusuz bunların da nesnel durum ve sosyal sınıf dayanağıyla ilişkili ‘nesnel’ özelliklerinden söz edilebilir- “olgusal değişme” ya da “veri”leri dayanak edinerek, gerçekte kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileriyle ilişkili sınıf gelişmesi ve onun yol açtığı -önlenemez- mücadeleyi -başka yerde ne derse desin- yadsımaktadır.
Marksistlerin, sürekli “daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç” öngördükleri iddiası da bir çarpıtmadan ibarettir. Üretici emekçilerin yaratılarının üzerinde şekillenen tarihsel birikimin, ileriye, daha ileri sosyal-ekonomik örgütlenmeye doğru yol aldığı inkâr edilemez bir gerçek olmakla birlikte, bunun “düz çizgili bir süreç” olarak yaşanacağının öngörüldüğü yakıştırması, Tanilli gibilerinin kurgulamasından ibarettir. Ekonomik sosyal süreçlerin, esasen insan iradesinden bağımsız olarak geliştikleri; toplumun sınıflara ayrıştığı ve sınıf çıkarlarının çatıştığı koşullarda, sınıf örgütleri ve güçlerinin karşılıklı ilişkilerinin, politik mücadeleler ve araçlarının da, süreçler ve değişimin ivmesi, aldığı biçimler ve izleyeceği yol üzerinde, etkenler olarak rol oynadıkları, bilinen bir gerçektir. Bu da, burjuvazinin, egemen sınıf konumu ve egemenliğin politik-ideolojik araçlarını kullanarak, işçi sınıfının saflarında parçalanma, rekabet ve örgütsüzlüğü hâkim kılma ve ama onun “kendisi için sınıf olarak gelişip, hareketini, karşıt politik bir parti olarak örgütlemesini gündeme getirmektedir. Sermaye egemenliği koşulları, burjuvaziye, işçi sınıfının örgüt ve politika olarak zayıflatılması; egemen düşüncelerin tüm topluma hâkim kılınması ve proletarya dâhil emekçilerin iktidar mücadelesini engelleme olanağı sağlamaktadır.
Ancak, süreç hiçbir zaman yalnızca burjuvazi yararına sonuçlar doğuracak biçimde gelişmez. Yeni üretici güçlerin -burada öncelikle proletarya- gelişmesi ve hâkim üretim ilişkileriyle mücadeleye girişmesi, kapitalist iktisadi gelişmenin, “yasa hükmünde”, engellenemez esas olgusudur. Toplum, proleterler ve burjuvalar olarak, iki ana sınıf etrafında bölünürken, kapitalist rekabet ve sermayenin genişleyen yeniden üretimi -ki bu olmaksızın kapitalizm olmaz-, proleterleşmeyi durmadan ve yeniden üretmekte, burjuvazi ve tüm sermaye güçleriyle çatışmasında, proletarya, bilinç ve örgüt durumuna göre, “zayıflık” ve “güçlülük” dönemlerini yaşayabilmektedir. Sanayi ve teknolojik gelişmenin, burjuva egemen sınıf tarafından emekçiler aleyhine kullanılması, sermaye egemenliği koşullarında öncelikle bunun gerçekleşmesi, deyiş yerindeyse “işin doğası”na uygundur. Kapitalist üretimin ana hedefinin kâr ve daha fazla kâr olması, kapitalistin, öteki kapitalistlerin de meta sürdükleri pazara daha fazla meta sürümü yaparak daha fazla kâr elde etmeyi hedeflemesi, ama bunu, ancak ürün maliyetini ucuza getirdiği oranda gerçekleştirme olanağı bulması; bunun için, daha ucuza mal etmek üzere makineyi kullanıma koyması ve makinenin teknik yenilenmesi için yeni buluşlardan yararlanması, daha fazla işçiyle yapılan üretim yerine ucuz işgücü ve daha az sayıdaki işçiyle üretimi gerçekleştirmesi; kapitalistlerin bu ihtiyacı, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte daha da acımasız “bir yasa” gibi işler; egemenlik koşullan ve konumu, burjuvaziye, bu olanağı sağlar. Sanayi ve teknolojik gelişme, diğer yandan işçi sınıfının, kendini çevreleyen ayak bağlarından kurtulmasının koşullarını oluşturur; güçlerinin bir araya gelmesi ve örgütlenmesinin olanaklarını yaratır. Öyleyse, tarihin ve sınıflı toplumlarda sosyal-politik örgütlenme ve mücadelenin “düz bir çizgi izlemediği”ne sözüm ona dikkat çekmekle, Tanilli, yeni hiçbir şey söylemiş olmuyor.
Tanilli, “yeni sosyalist tasarı” “gereksinimi”ni, işçi sınıfının “vaktiyle tek devrimci sınıf olma” durumunun “değişmesi” ve burjuvazinin, özellikle “bilişim devrimi”yle, onun bu “konum” ve rolünü, “üretim sürecinin değişmesi”ne bağlı biçimde “değiştirmesi” ve “zayıflatması”yla izah etmektedir. Sanayileşmenin, işçi sınıfının konumunu zayıflattığını, “maddi emekle fikri emek, üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırları altüst” ettiğini, “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişini değiştirdiğini ileri süren Tanilli, “sınıf aidiyetine dayalı” proletarya partilerinin ve proletarya devriminin olanaklarının “daraldığı”nı; işçi sınıfının örgütlenmesine bağlı sosyal ve politik eyleminin niteliğinin değiştiğini; ama “bütün bir toplumun” devrimin gücü olarak iş görmesinin koşullarının oluştuğunu iddia etmekte, “yeni sosyal değişim”i ve “onun oyuncularının ortaya çıkmasını buna kanıt olarak göstermekte, bunu, proletarya devriminin değil “sermayenin iktidarını git gide gerileten bir sürekli gelişme”nin, “evrimci bir demokratikleşme”nin olanağı olarak değerlendirmektedir. Oysa, toplumsal sistemler, biçimlerden ve biçimsel değişmelerden önce, öze, içeriğe ilişkin özellikleriyle irdelenmeyi gereksinirler. Temel soru şudur: Kapitalist sömürünün ve kapitalistin, emek-gücünü, belli bir asgari karşılığı, artı-değer üretmek üzere satın alması biçimindeki emek-sermaye ilişkisinin niteliği değişmiş midir? Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, tekelci rekabet, bilimsel teknik buluşların tekeller tarafından tekel hâkimiyeti ve tekel kârı için kullanılması, işyerlerinin ve fabrika komplekslerinin bölünmesi, bazı bölümlerin başka bölgelere taşınması, bazı ürünlerin farklı parçalarının değişik bölge ya da ülkelerde üretilip bir araya getirilmesi, tekele bağlı yan ve alt küçük işletme sayısının artması, böylece işçiler arasında bölünme-parçalanma ve işsizliğe sürüklenme durumunun daha büyük boyutlar kazanması vb. – bütün bunlar, fabrika işçilerinin ve üretim sektörünün kapitalizm için önemini ve kapitalist toplumdaki konumunu olumsuzlamış mıdır? Ya da örneğin üretken emekle üretken olmayan emek, maddi emekle fikri emek arasındaki sınırların “altüst oluşu”; maddi ve üretken emeğin, kapitalizm ve kapitalist üretim için önemini, dahası olmazsa olmaz işlevini ve bunun önemini yok mu etmiştir? Kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ilişki, gerçekte hangi yönde ve nasıl değişmiştir? Kapitalist üretim ilişkileri ve onun yol açtığı yabancılaşma, sömürülen sınıf aleyhine olmak üzere devam etmemekte midir? Tanilli, ya da diğerleri, tartışacaklarsa, biçimsel değişmelere dikkat çekme yerine öncelikle bunları tartışmalıdırlar. Ayrıca, madem ki, “vaktiyle tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkileri, yeni içerikler kazanarak bütün bir topluma yayılmaktadır”, -işçi sınıfının sınıfsal özelliklerinin ‘bütün bir topluma yayılması’ iddiası doğru değildir; kapitalizm, toplumun büyük nüfus yoğunluklarını sürekli olarak proleterleşmeye zorlamasına, bu yönde gelişmesine karşın, burjuvalar dâhil “bütün bir toplum”u işçileştirmesi mümkün değildir; ya da kapitalistsiz kapitalizm yoktur-, o halde, işaret edilen gelişme, Marksizm’in dayanaklarını güçlendirici özellikte ve yöndedir. Böyle bir gelişme -Tanilli’nin söylediği ‘doğru’ kabul edildiğinde de-, devrim için koşulların olgunlaşmasına ilişkin Marksist tahlile haklılık kazandırır; fakat Tanilli’yi doğrulamaz. Kapitalizme karşı mücadele eden güçlerin daha yaygın olmalarından güç alacak ve üretim sürecinin asıl öznesi ve temel üretici gücü olarak, kapitalizm tarafından sürekli üretilerek güçlendirilen proletarya, dünden de daha güçlü dayanaklarına güvenerek, sermayeye karşı mücadelesinde başarıya gidecektir. Marksizm de, toplumsal sistemlerin, -ağırlıklı olarak kapitalizmin-, olgu ve gelişmelerin irdelenmesinin bilimsel yöntemi ve teorisi olarak, “çağımızın aşılmayan felsefesi, siyaset ve sosyoloji bilimi” olarak, “yeni tipte sosyalist tasarı” vaazlarına karşın, her tür liberal reformist saçmalığa karşı durmaya ve sorunların çözüm yöntemini sunmaya devam edecektir.

PROLETARYANIN GELİŞMESİ, KALİFİYE VE “İĞRETİ” İŞGÜCÜ SORUNU
Marx’ı “yanlışlama”ya soyunan Tanilli’nin “yeni tipte bir sosyalist tasarıya dayanak gösterdiği “altüst oluş”a; emekçi sınıfın parçalanması ve çeşitlenmesine; “emekçilerin oluşturduğu sınıfın “farklılaşması”na; “fikri görevlerin makinede nesnelleşmesine; “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin değişmesi ve üretken emekle üretken olmayan emek “arasındaki sınırların altüst oluşu” sorununa yeniden dönelim ve sorunun karmakarışık ve çarpıtılmış kılınmasına da cevap olmak üzere, -değişmenin biçimi ve niteliğini de gözeterek-, kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfının durumunu ve bunun gösterdiği değişimi, Marx’a başvurarak irdelemeye çalışalım.
Yazarın iddiası, işçi sınıfını oluşturan kategoriler içinde “yeni bölünmeler yaratıldığı”, işçi sınıfının “çoğunlukta bir sınıf haline gelmesinin, “bilişim devrimi” ve “fikri görevlerin makinede nesneleşmesi” nedeniyle mümkün olmaktan çıktığı; sömürünün “gitgide çoğalan ve çeşitlenen sosyal tabakalara yayıldığı”, bunun da “vaktiyle devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkilerinin “yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmasını olanaklı kıldığı; “gençlerin, feministlerin, çevrecilerin mücadelesi, … barış, demokrasi, eşitlik ve insan saygınlığı için mücadeleler” içindeki kesimlerin “sermayenin egemenliğine karşı çıkan temel öğeler” haline geldikleri; böylece “siyaset”e ilişki”nin de, “bir sınıf politikası doğrultusunda” gelişmesinin önemsizleştiği vb. biçimindeydi.
Yazarın, “yeni gelişmeler”e ilişkin bu “durum tespiti”, “üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırların altüst oluşu”; “bilişim devrimi” ve teknik buluşların üretken emek ve işçiler aleyhine, örneğin “iğreti” durumu güçlendirdiği; hizmet işkolu emekçilerinin çoğaldığı vb. “anımsatma” ve “dikkat çekmeleriyle birlikte değerlendirildiğinde ve başka yazarlardan aktarıp karşı çıkmadığı, sanayi işçilerinin, makinenin teknik yenilenmesiyle ve teknik buluşların üretime uygulanmasıyla azaldığı; “ağırlığın hizmet işkolunda çalışanlara geçtiği”; sağlık ve eğitim emekçilerinin işçileştiği, öyleyse sanayi proletaryasının devrime öncülüğü fikrinin, devrimin maddi sınıf dayanağını darlaştıracağı ve olumsuz etkileyeceği biçimindeki görüşlerle birlikte değerlendirildiğinde, ortaya çıkan sonuç, işçi sınıfının devrimci rolüne yapılan vurguya itiraz ettiğidir. “Değişme”ye dikkat çekmesinin en önemli nedeni, “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin, öyleyse işçi sınıfının değiştiği; “vaktiyle” ona ait olan özelliklerin başka kesimlere, dahası “tüm topluma yayılmakta” olduğudur. Yazarın tüm iddialarını üzerine “inşa ettiği” “maddi süreçlerdeki” bu değişmenin gerçekte nasıl olduğunu, biraz geriye dönerek irdelemek bu bakımdan zorunlu olmaktadır.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim, giderek artan sayıda emekçinin üretim sürecine çekilerek, emek-gücünün kapitalist yararına sömürülmesi ve artı-değer üretilmesiyle gerçekleşmektedir. Bu süreç, toplumun; bir yanda sayıları giderek artan işçiler ve diğer yanda, zorunlu olarak azınlık bir kesimi oluşturan burjuvalar halinde, esas olarak iki ana sınıf biçiminde bölünmesi, toplumun diğer kesimlerinin, bu iki ana sınıf arasında yer almakla birlikte, bunlara bağlanması ve giderek bunlar arasında erimesi biçiminde ilerlemektedir. Makineyle birlikte bu süreç daha hızlı gelişmeye başlamıştır. Makinenin “kapitalistçe uygulanması”; insanın günlük yaşam zorluklarının hafifletilmesi amacıyla değil, emeğin üretkenliğinin artırılması, işçinin kapitalist için çalıştığı artı-emek zamanının uzatılması, daha az sayıda işçiyle daha fazla, daha ucuza ve daha çabuk üretimin gerçekleştirilmesi ve artı-değerin artırılması içindir. Makine, kapitaliste, “günlük ürününün daha küçük bir parçası ile emek-gücünün değerini yerine koyabilme olanağı sağlayarak”, işsizleştirmenin yolunu açmış; “yerini aldığı emek-gücü”nü “gereksizleştirir”ken, emek üretkenliğinde artış sağlayarak; işçi sayısının azalmasına karşın, artı-değer oranının artırılmasını olanaklı hale getirmiştir. İşbölümü ve makine kullanımı, aynı zamanda, maddi ve entelektüel üretimin birbirlerinden daha fazla ayrılmasına, üretim dallarının birbirlerine bağlanmasına ve pazarın daha fazla genişlemesine yol açmıştır.
Bu gelişmenin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine, tekellerin ortaya çıkıp ekonomik harekete hakim olmasına, rekabetin ve pazar kavgasının tekelci hakimiyete bağlanmasına, tekel egemenliğinin rantiye bir tabakanın üretimin riskli-can sıkıcı işlerinden kurtularak hisse payları üzerinden sermayeyi çekip çevirme ve kupon kesme yoluyla asalak yaşamını olanaklı hale getirmesine bağlı olarak, hızlandığı bir gerçektir. Tekellerin egemenliği ve tekelci rekabet, üretimin ve sermaye hareketinin tekel yararına denetimini, küçüklerin boğularak/yutularak yok edilmesini; bilimsel teknik buluşların, rekabet ve pazar kavgasında üstün çıkmak üzere, tekel egemenliği için etkin kullanımını ve azami tekel kârının sağlanmasını da olanaklı kılmaktadır.
Büyük tekelci işletmeler, üretim teknolojisini geliştirerek, bilimsel teknik buluşları üretimin, verimliliğin ve kârlılığın artırılması amacıyla kullanarak, klasik sanayi dallarında, önemli bir işçi kitlesini “yedek sanayi ordusu”nun saflarına itmişlerdir. İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de maden, metal, otomotiv işkollarında görülen kitlesel işten çıkarmalar ve işyeri tasfiyeleri ya da fabrikaların işgücünün bol olduğu ülkelere taşınması; bilimsel teknik buluşların üretimde etkin kullanımının da katkısıyla sağlanan aşırı üretim ve meta stokunun yol açtığı bunalım; sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin “devasa” boyutu ve özeleştirme türünden konjonktürel gelişmeler; üretim sektörü işçilerinin emperyalist kapitalist ülkelerde ve ana sanayi dallarında “azalmasına yol açmıştır. Bunun bir diğer nedeni, bu birincisiyle de bağlı olarak, teknolojik gelişmenin, işin yalnızca daha az sayıda işçiyle yapılmasını değil, daha kısa sürede, yani gerekli emek-zamanının daha da daraldığı bir sürede yapılmasını olanaklı hale getirmiş olmasıdır.
Makine sanayindeki ve teknolojik alandaki gelişme, işçileri fabrikalardaki işlerinden uzaklaştırırken, fabrikalardaki nicel büyüme ve yeni iş alanlarıyla üretim dallarının ortaya çıkması, işinden atılanları emmenin ötesinde, yeni işçilere de iş alanı yaratmaktadır. İşçilerin karşı karşıya oldukları şey; durmadan işten atılmak, işe alınmak, oradan oraya sürülmek, sürekli bir değişim içinde olmaktır. Öyleyse, artma ve eksilme, güçlenme ve zayıflama sorunu, sadece konjonktürel gelişmeler üzerinden değerlendirilemez değil, daha uzun vadeli süreçler bakımından ele alınmak zorundadır.
Örneğin ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada, Hollanda vb. ülkelerde, yüzyılın başından bu yana, işçi “sirkülasyonu”nun izlediği yol da aşağı-yukarı böyledir.(1) Kapitalizm, bir kez ortaya çıktıktan sonra, gelişmesi sınırlanan; ya da emperyalizm koşullarında çürümeye mahkum olduğu için, gelişmesi duran bir sistem olmadığı gibi, yol açtığı işsizlik ve herhangi somut bir işletme ya da işkolunda ve belli dönemlerde sanayi işçisi sayısındaki azalma da, kapitalizmi belirleyen temel bir özellik değildir. Daha az sayıda işçiyle üretme olanağı gerçeğin bir yanıysa; büyüyen etkinlik alanı nedeniyle, kaçınılmaz olarak daha fazla işçiyi çalıştırma zorunluluğu ve gereksinimi de gerçeğin diğer yanını oluşturur. Proletarya, yalnızca “üçüncü dünya ülkelerinde endüstrinin gelişmesi ve uluslararası sermayenin buralarda yeni yatırımlara girişmesiyle değil, gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde de nüfusun “çoğalma”ya ve güçlenmeye aday tek sınıfı olmaya devam ediyor.
Biliyoruz ki, makinanın kullanımıyla, kapitalistler, işgücü maliyetinin düşürülmesini amaçlarlar. Onlar için, deneyimli ve yetenekli işçi yerine “dikkatli gözlere ve çevik parmaklara sahip çocuklar”ın çalıştırılması artık daha kolaydır. Makina, toplumsal işbölümünün büyümesine, insanların daha fazla parçalanmasına, insanlar arasındaki rekabetin daha acımasız hale gelmesine, sermayenin, daha fazla ve daha gelişkin makina kullananlar yararına, yoğunlaşmasına yol açmıştır. Kapitalist işbölümü ve makina, işlerin birbirlerinden ayrılmasına, işçinin makinanın bir parçası haline gelerek, yeteneklerinin büyük kesiminin sınırlanmasına, işlerin basit bir işlem düzeyine ve herkesin yapabileceği bir duruma gelmesine yol açarken, işçiler arası rekabeti de körüklemiş; büyük sanayi “ulusal toprağından kopmuş”, uluslararası değişime, “uluslararası işbölümüne dayanır” duruma gelmiş; üretimin, makinanın gelişimi sonucu uluslararası bir nitelik kazanması, daha fazla gelişmiş ülkelerin ve işkollarının, daha geri olanlar üzerinde ekonomik hâkimiyetine yol açmış; dünya pazarı, yeni teknik buluşları ellerinde bulunduran ve durmadan daha fazla geliştiren ülke ve tekellerin sömürüsüne daha fazla açılmıştır. Böylece, üretken sermaye daha da büyümüş -bu, üretici emeğin büyümesiyle de ilişkili bir durumdur-, sermaye birikimi ve yoğunlaşması artmış, merkezileşme, işbölümü ve makina kullanımını daha da geliştirmiş, “sanayi kapitalistlerini durmadan çoğalan araçlarla çalışmaya zorlayan üretici güçlerdeki büyüme”, küçük sanayilerin yıkılmasına ve proletaryanın saflarına daha fazla katılmaya neden olmuştur.
Diğer yandan bu gelişme, makinanın “işçinin rakibi olarak iş görmesine yol açmış, rekabeti ve işten atılmayı artırmıştır.
“Ama aslında” diyor Marx, Kapital’de, “bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla işçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğüyle doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.” Ve ayrıca, “Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda da değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (Marx, Malthus ve Nüfus Sorunu sf.102, -Kapital’den parça-, Sol Yay.)
“Kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesi” zorunlu olarak sermayenin genişleyen yeniden üretimini, o da proletaryayı üretirken; üretici güçlerin büyümesi ve dünya pazarının oluşması, makinanın teknik yenilenmesiyle artan kapasitede kullanımı, kapitalist birikim ve “hatta” bu üretim biçiminin “varlık koşulu” olarak, yedek sanayi ordusunu ortaya çıkarmakta, işsizlerden kurulu bu yedek sanayi ordusunun varlığı, “fazla üretim anları için” ucuz işgücüne ihtiyaç duyan burjuvaziye, bu olanağı sağlamaktadır.
Bu gelişmeleri “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin değişmesinin ve sanayi proletaryasının ve üretken emeğin rolünün “küçümsenmesi”nin gerekçesi saymaya kalkışanlar, özellikle iki “olgu”yu, işçi sınıfı ve onun devrimci rolüne karşı kullanmaya çalışıyorlar. Birincisi; tekelci sermayenin ve tekel hakimiyetinin büyük sermaye tarafından artı-değerden pay verilerek beslenen menajerler, planlama ve muhasebe görevlilerinin, aristokratik ve asalak bir tabaka oluşturarak, işçilere karşı bir güç olarak ortaya çıkması; sermaye fazlalığı ve spekülatif hareketin büyümesiyle rantiyeci bir tabakanın “nasiplenmesinin daha fazla olanaklı hale gelmesidir. İkincisi ise, bilimsel teknik gelişmelerin ve makinanın teknik yenilenmesinin işinden ettiği işçilerin, -sayıları ne olursa olsun-, işçi sınıfının unsuru olma durumunun devam etmesidir. Bu işçiler, deyiş yerindeyse “bir yere gitmemektedir”. Bir bölümü, tekelin başka bölgelerdeki ve bağlı alt işletmelerindeki işyerlerinde yeniden iş bulmakta, diğerleri, işsizlerin safına katılmakta; bazı diğerleri de, başka sektörlerde çalışmakta ve bir kısmı “memurlaştırılmak”tadır.
Kuşkusuz, üretimin ve sermayenin muazzam gelişmesi, toplumsal hizmetler alanında çalışan ücretli emekçilerin sayısının artmasına yol açmakta; kapitalistlerin özel hizmetlerinde, bürolarında çalışanlarla muhasebe ve kayıt işlemlerini yapanlar arttığı gibi; sağlık, eğitim ve iletişim alanında çalışanların sayısı da artış göstermektedir. Ancak bu durum, ne üretim sektörünün ne de üretken emeğin toplumsal işlevini önemsizleştirici bir sonuç doğurmamıştır.
Üretici sektörün, üretken emeğin ve işçi sınıfının, emperyalist kapitalizm koşullarında, “hizmet işkolu” ve bu alanda çalışan “ücretli emekçiler” karşısında “giderek önemsizleştiği” safsatası; kapitalist üretim sisteminin temel niteliğinin ve işleyişinin göz ardı edilmesine götürmektedir.
Oysa kapitalist üretim ve kapitalizm her şeyden önce, pazarda değişilebilir meta üretimi sistemidir. Spekülatif hareket ve rantiyeciliğin gelişmesi, tekelci sermayenin mali-spekülatif bir karakter kazanması; burjuvazinin en üst azınlık kesiminin kupon keserek rantiye yaşam olanağını artan biçimde bulması, meta üretimine ve üretken emeğe ihtiyacı ortadan kaldırmadığı gibi, azaltmaz da. Marx, üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrışmanın “bütün burjuva ekonomi politiğinin değişmez bir temeli” olduğunu belirtir ve devamında şunları yazar:
“Smith, üretken emeği, doğrudan doğruya sermaye ile değişilen emek olarak tanımlıyor; yani onu, emeğin üretim koşullarıyla, ister para, ister meta olsun, genel olarak değerin, ilkin sermayeye (bilimsel anlamıyla, emeğin ücretli emeğe) dönüştüğü mübadeleyle tanımlıyor.
“Böylelikle, üretken olmayan emeğin de ne olduğu kesin saptanmış oluyor. Üretken olmayan emek; sermaye ile değil, doğrudan doğruya gelirle, yani (faiz ve rant gibi kapitalistin karma ortak olarak ondan pay alanların çevirdikleri dalavereler dahil) ücretlerle ve kârla değişilen emektir. (…) Bu tanımlamaya göre örneğin bir oyuncu, hatta bir soytarı, ücret biçiminde aldığından daha fazla karşılığında emek verdiği kapitalistin (organizatörün) yanında çalışmaktaysa, üretken bir emekçidir; buna karşılık, kapitalistin evine gelip pantolonlarını yamayan, kapitalist için sırf bir kullanım değeri yaratan bir terzi, üretken olmayan bir emekçidir. İlkinin emeği sermaye ile değişiliyor, ikincinin emeği gelirle. İlki bir artı-değer yaratıyor, ikincisi bir gelir tüketimi oluyor.
Üretken emek ile üretken olmayan emek burada hep paranın sahibi açısından, kapitalistin açısından düşünülüyor, emekçinin açısından değil; para kazandıran şey oruspunun, uşağın vb. emeği midir, gördüğü hizmet mi, yoksa gördüğü işlev mi diye soracak kadar meseleden az buçuk anlayan Ganilh’in, vs. yazdığı saçmalıklar buradan ileri geliyor. Bir yazar da üretken bir emekçidir, ama düşünce üretisiyle değil, eserlerini basan yayımcıyı zengin edişiyle, ya da kapitalistin yanında ücretli bir emekçi olarak çalışıyorsa.” (Marx, Artı-değer Teorileri’nden aktaran Sanat ve Edebiyat, sf. 92, Aziz Çalışlar)
Marx, açıklamaya devam eder ve bir kitabı belli bir ücret karşılığı yazan bir kişinin “üretken olmayan bir emekçi”, ancak “yayımcısına fabrikasyon iş çıkaran yazar”ın ise “üretken bir emekçi” olduğunu belirtir. Bir kitabı yazıp belli bir miktar para karşılığı satan kişi üretken emekçi olamazken, yayımcının yanında “kitap imal eden (sözgelişi İktisat Klavuzu) Leipzig’li bir edebiyat işçisi üretken bir emekçidir; çünkü ürünü daha işin başında sermayenin sultası altındadır ve ancak o, sermayeyi artırdığı oranda varlığını kazanır. Kendi yazdığı şarkısını satan şarkıcı bir kadın, üretken olmayan bir emekçidir. Ama bu aynı şarkıcı kadın, eğer bir organizatör tarafından, kendisine para kazandırsın diye şarkı söylemesi için işe alınmışsa üretken bir emekçidir; çünkü sermaye üretmektedir.” (Aynı yerde)
Ve “Üretim, üretme eyleminden ayrı tutulamaz; iş yapan bütün sanatçılarda, konuşmacılarda, oyuncularda, öğretmenlerde, hekimlerde, rahiplerde, vb. durum böyledir. Burada da kapitalist üretim tarzı daracık uzantıda, durumun kendi gereği, ancak birkaç planda yer alır. Örneğin eğitim merkezlerinde çalışan öğretmenler, eğitim merkezi sahibi için ücretli emekçilerdir sadece; İngiltere’de birçok böyle eğitim fabrikası vardır. Öğrenciler karşısında bu öğretmenler üretken emekçi konumunda olmadıkları halde, iş sahibi karşısında üretken emekçilerdir. İş sahibi, sermayesini onların emek gücüyle değiştirmekte ve bu süreç içinde kendini zenginleştirmektedir. Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. gibi işyerlerinde de durum böyledir. Oyuncunun izleyici kitlesiyle ilintisi tıpkı sanatçınınki gibidir, oysa iş sahibiyle ilintisi içinde, oyuncu üretken bir emekçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün belirtileri, üretimin tümüne kıyasla o denli önemsiz kalır ki, hiç hesaba katılmasa da olur.” (Aynı yerde, sf. 93)
“Ama bazı öyle bağımsız sanayi kolları vardır ki, üretken sürecin ürünü, yani bir maddi ürün, bir meta değildir. Bunlar arasında, mal ve yolcu taşımasıyla ilgili olanlar olsun, salt iletişim, mektup, telgraf vb. ile iletimler olsun, yalnızca ulaştırma sanayi ekonomik bakımdan önemlidir.” (Kapital Cilt 2, sf.62)
“Üretimin tümü bakımından” “hesaba katılmasa da olur” alanlardaki ücretli emekçiler, neredeyse üretimin tümüne damgasını vuran üretken emekçilerin konumunu sarsacak bir duruma mı gelmiştir? Yazarın “zincirleme” iddiaları böyle de yorumlanabilir. Ancak bu iddia, ister üretken sürecin ürünü maddi bir ürün -ki ağırlıkta olan budur- olsun isterse olmasın, üretken emeğin ve üretken emekçinin; dolaysız meta üreticisi emekle, ürünün kullanılabilir duruma gelmesine kadar geçen süreçteki emeğiyle -yararlı etki vb.-, artı-değer sağlanmasına katılan emeğin durumunun göz ardı edilmesinden başka bir şey olmaz.
Sermaye ile değişilen ve üretim sürecine artı-değer üretmek üzere katılan emek, üretici emektir. Kapitalistin yanında ücretli emekçi olarak çalışan bir emekçi, eğer üretici bir iş yapıyor, değişim değeri yaratıyorsa, üretken emek sahibi, üretken bir emekçidir.
Server Tanilli ise, bugün eskisine göre sayıları daha da artmış olmalarına karşın, “üretimin tümü bakımından” hesaba katılmasalar da, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü bakımından sonucu değiştirmeyecek kesimlere aşırı bir rol ve yer vererek, üretimin tümü bakımından olmazsa olmaz olan üretken emeğin ve üretken emekçilerin devrimci rolünü ‘olumsuzlama’ eğilimindedir.
Tanilli’nin çıkardığı sonuçların ne menem şeyler olduğunu görmek bakımından sorunu biraz daha açmak yararlı olacaktır.
Üretken sürecin ürünü maddi bir ürün olmasa da, ekonomik bakımdan önemli olan ulaştırma sektörü gibi alanlarda ise, emek ürününün niteliği doğrudan belirleyici olmamaktadır. Örneğin ulaştırma işinin kendisi bir maddi ürünün üretimini ifade etmemekle birlikte, burada, daha önceki üretken sürecin devamı söz konusudur ve ulaştırma işi tamamlanmaksızın, ürünün kullanılması mümkün olamamaktadır.
Ulaştırma sektöründe herhangi yeni bir ürün yaratılmaz, ancak mal ve insan taşınır, taşıma işi bittiğinde hizmetler de biter. “Bununla birlikte ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile yani ulaştırma sanayinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket ve bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki ancak, bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi işlev yapmayan, bir kullanım şeyi olarak varolamaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz. Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi, kendinde tüketilen üretim öğelerinin (emek-gücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-değerin toplamı ile belirlenir. Bu yararlı etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tabidir. Eğer bireysel olarak tüketilirse, değeri, üretim sırasında ortadan kaybolur; yok eğer taşınan metaların üretiminde, kendisi de bir aşama oluşturacak biçimde tüketilirse, onun değeri de ek bir değer gibi metaya geçmiş olur. …çünkü karşılığı ödenen ve tüketilen şey, üretim sürecinden ayrı ve ondan farklı bir şey olmayıp, bu sürecin kendisidir.” (Marx, Kapital, C. 2, sf. 63, abç)
Anlaşılacağı gibi, çoğu kez, ‘hizmet sektörü’ içinde ele alınan ulaştırma işkolu, üretken sermayenin işlev gördüğü ve artı-değer üretimi sürecinin “yer değiştirme” ve bunun sağladığı “yararlı etki” ile devam ettiği bir işkoludur. “Üretken ikmalin depolanması, büro vb. aygıtlar”, üretken sürecin parçalarıdır ve bu işlevin kendisi de artı-değer üretir. Çünkü üretken emek sürecinin bir parçasını oluşturur.
“Üretken sermayenin işlev yapmadığı aralıklar ne değer, ne de artı-değer üretirler.” (Cilt. 2, sf. 134, abç)
Üretimin kapitalist niteliğinin bir zorunluluk olarak en belirgin biçimde görüldüğü alan, artı-değerin ya da artı-ürünün yaratılmasının “sermayenin işlevi” olduğu üretken sermaye alanıdır.
Örneğin tüccar sermaye, “üretken sermaye şekline hiç girmeyen” ve daima dolaşım alanında kalan, tüccar tarafından yatırılmış para sermayedir. Dolaşım süreci; “toplam yeniden üretim sürecinin bir evresidir.” Ancak dolaşım sürecinde hiçbir değer, dolayısıyla hiçbir artı-değer üretilmez. Burada aynı değer kitlesinin biçim değişiklikleri söz konusudur. “Ticari sermaye demek ki -depolama, taşıma, ulaştırma, toptan ve perakende dağıtım gibi kendisiyle bağıntılı olabilecek bütün heterojen işlevlerden sıyrılmış ve asıl işlevi satmak için satın almak işiyle sınırlandırılmış durumda- ne değer, ne de artı-değer yaratır, ama bunların gerçekleşmelerinde ve böylece aynı zamanda metaların fiili değişiminde, yani elden ele geçmesinde, toplumsal metabolizmada aracı olarak hareket eder.” (Age, sf. 295)
“Polisi de”, “subayı da” “çalışan emekçiler” kategorisi içine almaya eğilimli burjuva reformist ve liberal teorisyenlere hatırlatmak gerekiyor ki, tüccar sermaye faaliyetiyle meşgul olanlar da üretilmiş malların tüketiciye ulaştırılmasının aracıları olarak, “toplumsal bir hizmet” görmektedirler. Ne var ki, ticari sermaye, herhangi bir değer yaratmamaktadır.
Tüccar sermayesinin kendisi artı-değer üretmediği halde, tüccar, toplam üretken sermaye tarafından üretilen artı-değerin bir kısmını, ortalama kâr biçiminde cebe indirmektedir. Artı-değer kitlesinden pay alması için ticari kapitalistin ücretli işçi çalıştırması gerekmez. Çalıştırıldıkları durumlarda da, bunlar, doğrudan herhangi bir değer üretmez, üretken emek kategorisi içinde yer almazlar, “… ticari emek, bir sermayenin ticari sermaye olarak iş görmesi, metaların paraya ve paranın metalara çevrilmesine yardımcı olmak için, genellikle gerekli olan emektir. Bu değerleri gerçekleştiren, ama kendi değer yaratmayan bir emektir.” (Age, sf. 311)
Üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırların altüst olmasından söz eden Tanilli, kendileri değer ve artı-değer üretmeyen, ancak emekleri gelirle değişilen kesimlerin nicel büyüklüklerini, sermaye ile ilişkilerinin niteliğine; üretim sürecine bir biçimde katılan, ancak artı-değer yaratmayan emekçinin rolünü üretken emekçiye tercih etmektedir.
Yazarın, proletaryanın toplumsal devrimci rolünü önemsizleştirici saydığı “etkenler”den biri de, “iğreti” işçiliğin kitlesel boyutunun giderek büyümesidir. Peki, vasıfsız emek bir olumsuzlama etkeni olarak alınabilinir mi? Bakalım:
Makinalaşmanın gelişmesi ve makinanın teknik yenilenmesinin, bilimsel teknolojik gelişmeler sonucu daha fazla olanaklı hale gelmesi, emek-gücünün genel bir vasıfsızlaştırılması, ancak yine de sınıf kitlesi içinde küçümsenemez oranda kalifiye işçinin varlığını gereksinmesi, kapitalist üretimin ve sermayenin (birikmiş emek) değer yaratmak üzere genişleyen yeniden üretiminin kaçınılmaz kıldığı bir durumdur. İşçinin makinanın bir parçasına dönüşmesi, özel becerilerinin önemsizleşmesi; onun makinayı yönetmesi yerine; merkezi bir yönlendirici mekanizmanın “emriyle” dönen makinanın bir uydusu, eklentisi, makinanın emirlerine bağımlı bir “dişli” durumuna gelmesi sonucu, emeğinin özel bir vasfa sahip olması gereksizleşmekte, vasıflı emek vasıfsızlaşmakta, emeğinin özel bir ayrıcalığı ve önemi kalmamaktadır. Tarihsel eğilim budur ve işçinin payına, genel anlamda tek düze, bedensel çalışmadan başka bir şey düşmemektedir. Özel yetenek gerektiren işler, yani kafa emeği giderek dar bir sınır içinde yer alan özel bir kesimin (mühendisler, bilim adamları, teknikerler ve diğerleri) sahip oldukları imtiyaz haline gelmekte, kol ve kafa emeğinin birbirlerinden ayrılması giderek netleşmekte, bilim emekten ayrılarak sermayenin hizmetine daha fazla girmektedir. Bilimin, sermayenin hizmetinde, emekten farklı bir üretken güç haline gelmesi, işçinin zihinsel yeteneklerinin sınırlanması ya da geçersizleştirilmesi, kafa emeğiyle kol emeğinin birbirinden ayrılmasının kesin bir hal alması demektir. İşçinin özel becerileri; bilimsel gelişme, fabrikanın dev fizik gücü ve fabrika işçi kitlesinin büyük birleşik gücü karşısında iyice etkisiz kalıp yok olur.
Marx, bu duruma işaret ettiği yerde, William Thompson’dan şu alıntıyı yapar: “Bilim adamı ve üretken işçi, birbirlerinden çok uzaklaşmış hale geldiler ve bilim, işçinin elinde, üretken gücünü artırmasına hizmet eden bir araç olarak kalmak yerine, … hemen her yerde emeğin karşısında yer aldı…. adale güçlerini tamamıyla mekanik ve boyun eğici hale sokmak için sistemli olarak onları (işçileri) yanlış yollara saptırdı ve ayarttı.” (Kapital Cilt. 1, sf. 375)
Ancak, gelişme bundan ibaret değildir ve emek-gücü bütünüyle vasıfsız emek haline dönüşmemektedir. “İşçilerin becerisi, işini yapa yapa gelişir. Sonra, gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar.” (Cilt. 3, sf. 314)
Bir başka yerde de Marx’tan şu cümleleri okuyoruz: “Makinalardaki her tür arızanın hemen giderilmesi büyük önem taşıdığı için, nispeten büyük her fabrika, normal fabrika gücüne ek olarak, mühendis, marangoz, mekanikçi, çilingir vb. gibi özel personel de istihdam eder. Bunların ücretleri değişen sermayenin bir kısmı olup, emeklerinin değeri ürüne katılır.” (Cilt. 2, sf. 188)
Bu “özel personel” vasıflı bir güçtür. Makinanın, daha önce az sayıda kişi tarafından yapılabilir işi “herkes” tarafından yapılabilir hale getirme olanağı yaratması ve vasıfsızlaştırma yönündeki tarihsel eğilime karşın, makinaların kullanımının teknik bilgisine sahip, özel yetenek gerektiren işleri yapan işgücü gerekliliği ortadan kalkmıyor.
Otomotiv sanayinde, beyaz eşya üretiminde, elektrik ve telekomünikasyon alanında çalışan işçiler, kaçınılmaz biçimde belli yetenekler geliştirebilmekte, kendileriyle “düz işçi” arasında zihni ve bedensel beceri bakımdan bazı farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Teknik ve tarım okullarının varlığı, işçilere iş gereği teknolojik bilgi gerektiren alet kullanımının öğretilmesi, belli yetenek ve becerilerin gelişmesini sağlamaktadır.
İşçiler aleyhine tüm özelliklerine karşın, büyük sanayi, üretimin temel yasası olarak, işin niteliği ve çeşitliliğinde değişime yol açmış, bunu geliştirmiş, işçileri de bu çeşitlilik ve gelişmişliğe uyum göstermeye ve kendilerini ve yeteneklerini geliştirmeye zorlamıştır. Bu, fabrika sürecinin birbirinden koparılamayan ikili yanıdır. İşçiyi tek yanlılığa mahkûm eden ve makinanın parçası, onun hareketleriyle uyumlu bir “robot’a çeviren sanayideki gelişme, diğer yandan, onu gelişen teknikten öğrenmeye, fabrika ve makina sisteminin ve otomasyonun yapısı ve çalışma tekniği hakkında bilgilenmeye, hareketlerini ve becerilerini, işini sürdürme amacıyla geliştirmeye zorlamakta ve bunun olanaklarını da kaçınılmaz biçimde yaratmaktadır. Kapitalizm, sosyalizmin maddi toplumsal güçlerini kaçınılmazlıkla ürettiği gibi, bu güçlerin teknik vb. eğitimini de gerçekleştirmektedir.
Büyük makineli sanayi (fabrika üretimi), sermayenin genişleyen yeniden üretimine bağlı olarak, makinalarda, kimyasal süreçlerde ve uygulanan çalışma yöntemlerinde değişime ihtiyaç duyar. Bu değişim ihtiyacı, üretim tekniklerinin değişimine, üretimin teknik temelinde yenilenme ve değişikliklere yol açar. Emek araçları makina biçimini alınca, el alışkanlığı ve bunun gereksindiği yetenek yerine geçen ya da onun üzerinde yer alan, bilimin bilinçle uygulanmasıdır. Bu, bir yandan zanaatkâr ustalığının özel değerini yitirmesi, emeğin vasıfsızlaşması; ama diğer yandan, kaçınılmaz biçimde değişime uygun bir kalifiye işgücü oluşmasına yol açar. Böyle olmaksızın, üretim süreci ve makineli sanayi kendi kendine otomatik olarak yürüyemez. Aksi durumda, kapitalizmde özel yetenek ve beceri isteyen hiçbir işin işçilerce yapılmadığı ve yapılamayacağı gibi, gerçek durumla ilişkisiz bir sonuca ulaşılmış olunur. Kapitalizm, genel eğilim olarak, işçinin yeteneklerini sınırlar ve onun zihni ve bedensel gelişmesini engeller.
Makineli üretim, teknik bir işbölümünü de sağlayarak, işçilerin büyük kesimini, sıradan farika işçilerine ve tekdüze çalışmanın unsurlarına dönüştürürken; asıl görevleri makinaların bakımı, onarımı, kurulması, çalışma sistemindeki aksaklıklara müdahale etmek olan ve aralarında bilimsel eğitim görmüş mühendis, tekniker, makinist, marangoz gibi görevlilerin olduğu ve işçilerden ayrışmış ve onlara eklenmiş bir teknik elemanlar kesiminin (‘üst tabaka’) oluşmasına yol açar. Ancak, geniş proleter yığınların vasıfsızlaştırılmalarına bağlı olarak kalifiye emeğin ayrıcalıklarının artması ve vasıflı emek sahibi olanların giderek daralması da tarihsel bir eğilimdir.
Bu türden bir ayrışma, tekelci aşamada, sermaye ve üretimin muazzam yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle artmakla birlikte, kalifiye ve vasıfsız -Tanilli’nin deyişiyle “iğreti”- işçi sayısındaki değişme, sınıfın devrimci konumu ve rolü bakımından esasa ilişkin bir değişime yol açmaz, açmamıştır. Tanilli, “mübadele değerlerinin yaratılışında temel bir rol oynayan emek kesimleriyle; üretim eyleminde kenarda kalmış ama iğreti koşullar yüzünden sermayeye ve onun sosyalizasyondan soyutlayan biçimlerine potansiyel olarak direnip karşı koyan kesimler” gibi iki ayrı kesimin varlığından söz ederek; üretim sürecinde değişim değeri yaratan emek-gücüyle onun yaratılmasının çeşitli süreçlerinde yararlı faaliyet yürüten kesimler arasındaki ilişkiyi, işçi sınıfının konum ve rolüyle ilgili bir olumsuzlama unsuru olarak değerlendiriyor; parçalanmışlık durumunu, Marx’ın proletaryanın devrimci rolüne vurgu ve saptamasına karşı kullanıyor.
Tanilli’nin iddiasına yeniden dönelim. Tanilli, “bilişim ve iletişim devrimi”nin başlıca, işçi sınıfının saflarında dağınıklık ve istikrarsızlık yaratarak, onu kararsız sınıf konumuna sürüklediğini, böylece onun eski işlevini aşındırdığını; ikinci olarak, onun sınıf niteliğiyle ilişkili özelliklerin “tüm topluma yayılmasına yol açtığı”nı iddia etmektedir. Gelişmelere dikkat çeken Tanilli, tüm ücretli çalışanların, işçilerin sahip oldukları “örgütleniş ve işbirliği ilişkileri” türünden özelliklere sahip ve öyleyse devrimin temel gücü konumuna “yükseldikleri” iddiasını, işçinin ve “işçileşen” diğer emekçilerin üretim araçlarıyla; sermaye ile ilişkilerinin niteliğini göz ardı ederek, ancak ücretli emekçi olma ve “kapitalist sınıfa karşı mücadele”ye katılmalarına dayandırmaktadır. İşçi sınıfına ait “örgütleniş ve işbirliği ilişkileri”nin “yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmakta olduğu” iddiasını, yeni bir tür işçi tanımı üzerinden; emeği gelirle değişilen emekçi ile emeği sermaye ile değişilen ve artı-değer yaratan emekçiler arasındaki “ayrım”ı da “silme” pahasına ileri sürmektedir. Kapitalist sınıfla ücret ilişkisi içindeki herkesi, ayrım gözetmeden “işçi” kategorisi içine almakta, proletaryanın sınıf niteliğiyle ilgili unsurları “tüm topluma” genişleterek, onun devrimci sınıf özelliğini ve rolünü bulanıklaştırıp emekçilerin kapitalizm koşullarındaki genel konumuna indirgemekte; işçinin emek-gücü olarak sermaye ile ilişkilerinin niteliğini göz ardı etmektedir. Bütün bu reformist-liberal vaazların proletaryanın mücadelesine zarar verdiği açıktır. Burjuva liberalleri ve sözde sosyalist gerçekte reformist burjuva, küçük burjuva aydınlarının iddialarının aksine, “hizmet sektörü”nde çalışan yönetici memur, müdür, şef, menajer vb. ile, ana sanayi dallarında çalışan işçiler ve “hizmet sektörü”ndeki teknisyen, temizlikçi, ray döşeyicisi (düpedüz işçidir), bulaşıkçı vb.’nin üretime katılma biçimi; bunun belirlediği mücadelede yer alış biçimi ve bunun nihai hedef için anlamıyla ilgili farklılık ortadan kalkmış değildir. Kamu emekçileri, öğretmen ve sağlıkçılar, işçilerle birlikte üretim alanında çalışan teknik elemanlar vb.nin, emek harcamalarına, değişik biçimde sömürülmelerine ve baskı görmelerine karşın, üretim araçları karşısındaki konumları ve toplumsal rolleri, işçilerinkiyle bire bir aynı değildir. Tümü de ücretli emekçi olan bu kesimlerin işçi sayılıp sayılmayacaklarının en genel ölçütü, artı-değer üretip üretmedikleri ve sermaye ile ne türden ilişkiye girdikleridir. Kuşkusuz işçi sınıfı, üretken emekçilerle, yalnızca üretken sektörde çalışanlarla sınırlanamaz; dolaşım ve ticaret alanında, doğrudan doğruya artı-değer üretmeyen, ancak kapitalistle ücretli emekçi ilişkisine sahip olan ticari vb. işçi de bulunmaktadır. Ancak kamu emekçilerinin, eğitimci ve sağlıkçıların kitlesel olarak işçi kategorisi içinde değerlendirilmeleri olanaklı değildir. Aynı nedenle, sosyalizm, öncelikle ve esas olarak proletaryanın sorunudur. Üretim, toplumsal varoluşun temel eylemi ve proletarya onun başlıca öğesi olduğundan, o, üretimin toplumsal karakterine uygun olarak üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyet biçimine son verip onların kolektif toplumsal mülkiyete dönüştürülmelerini sağlamayı başarabilecektir. Diğer emekçi ve ezilen kesimlerin onunla birlikte burjuvaziye karşı mücadeleye atılmalarının önünde herhangi bir engel yoktur, ama bu kesimlerin “işin merkezine geçtikleri” iddiaları, temelsiz ve dayanaksız olmaya devam etmektedir. Bize Seattle, Genova, Porto Allegre gösteri ve protestolarını örnek gösterenlerin, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Yunanistan, Türkiye, Venezüella, Arjantin vb. ülkelerdeki işçi eylemlerinden; milyonlarca fabrika işçisinin üretimi durdurması ve sokaklara çıkmasından söz etmeye yanaşmamaları; ısrarla bunları görmezden gelerek, deyim yerindeyse “gezginci gruplar”ın eylemini “kurtuluş projesiyle ilişkilendirmeye çalışmaları, proletarya ve onun tarihsel eylemine karşı bir tutumu ifade etmektedir. Böylelerinin “sosyalizm” ve “toplumsal kurtuluş” üzerine sözleri bu nedenle önem taşımamaktadır.
Şimdi bir an durup Tanilli ve diğerlerine soralım; proleter olarak tanımlanacak, “iğreti” hale gelenlerini de kapsamak üzere, sanayi işçilerinden “daha önde gelen” ve ondan önce adı anılması gereken bir kesim var mıdır? Örneğin, bir özel dershanede çalışan öğretmen, bir hemşire ya da “çevreci”, “feminist”, “insan hakkı savunucusu”, “en az işçi kadar” toplumsal bir role mi sahiptir?
Proletaryayı, fabrika işçileri, ya da ‘ağır sanayi işçileri’yle sınırlamanın yanlışlığından söz ederken, fabrika koşullarının, işçi sınıfının mücadelesi bakımından taşıdığı önemin; fabrika işçilerinin, sınıfın mücadelesinden öncü konumunun reddi mi gerekiyor? Tersine, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde, fabrika koşullarında örgütlenmiş, disipline edilmiş ve birlikte mücadele deneyimi edinmiş sanayi işçilerinin varlığı ve bu mücadelenin başında yürümeleri, kapitalizme karşı mücadelenin başarısı için en önemli koşullardan biridir. Büyük ölçekli üretimin -ve elbette fabrika işçisinin-, küçük ölçekli üretim karşısındaki üstünlüğü görmezden gelinemez ve hafifsenemez.
Üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan ve geçimi ve yaşamını, işgücünü, kapitaliste belli bir asgari karşılığı satarak sürdüren proletaryayı, kapitalizmin ürünü tüm diğer sınıflardan ayıran temel özellik, üretim araçları mülkiyetine sahip olmaması ve emek-gücünü kapitaliste kiralayarak yaşamını sürdürebilmesi; gereksinim duyduğu geçim araçlarını ancak böylelikle temin edebilmesidir. İşçi, esas olarak artı-değer üreten kimsedir ve açıktır ki, en başta ve dolaysız olarak maddi meta üretimini gerçekleştirenler olarak sanayi işçileri, artı-değer üreten emekçilerin başında yer alırlar. Kuşkusuz, artı-değer üretimi yalnızca sanayi işçileri tarafından gerçekleştirilmemektedir. Böyle bir düşünce işçi sınıfını, sanayi işçileri düzeyine düşürür. Ancak, toptancı bir anlayışla, çalışanların sermaye ile ilişkilerinin niteliğini dikkate almadan; ulaşım, eğitim, sağlık ve iletişim emekçilerinin tümünü proletaryaya dâhil eden anlayışlar da, işçi sınıfının sınıf özellikleri ve sınıfın tarihsel eyleminin maddi dayanaklarını oluşturan üretim araçlarıyla ilişkilerinin niteliği hakkındaki bilimsel devrimci görüşü bulanıklaştırma gibi tehlikeli bir işlev görür. Hizmet işkolunun toptancı anlayışla, “bir tek kategori” içinde değerlendirilmesi ve bu sektörde istihdam edilen herkesin proleter sayılması ise, sorunu “içinden çıkılamaz” duruma getirmiştir. Üretim sektörüyle, hizmet sektörü arasında hiçbir ayrım gözetilmeden, “sermayedara meta üretiminde bulunmak için işgüçlerini satanlar”ın tümü, tüm “ücretli çalışanlar”, işçi kavramı içine alınıp, eğitim, sağlık ve diğer hizmet sektörlerinde çalışanların da “proleter olduğu” ileri sürüldüğünde -bunu iddia edenler güya sınıfın gücünün arttığını kanıtlama çabasındadırlar- kapitalist üretim tarzı ve kapitalist üretim ilişkileri koşullarında sınıf uzlaşmazlıklarının merkezinde duran proletarya-burjuvazi çelişkisi bir tür “yumuşama”ya çekilmiş olunur. Kapitalizmin; proletaryayı yaratarak, yok oluşunun maddi güçlerini biriktirip örgütlemesi ve yıkılışının koşullarını olgunlaştırması, varlığını sürdürmeye yönelik değişikliklere gitmesini -teknik temelinde-, yeni üretim teknikleri ve araçlarını geliştirmesini ve içine düştüğü krizleri atlatabilecek unsurları oluşturması olanağını ortadan kaldırmamakta; bu yönüyle de kaderini proletaryanın eylemine bağlı hale getirmektedir.
“Üretken ve üretken olmayan emek”, kalifiye ve “iğreti” işgücü arasındaki sınırların altüst olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Tanilli, Marx’ın işaret ettiği durum ve gelişme doğrultusundan “esaslı” bir farklılıkla; işçi sınıfının “vaktiyle sahip olduğu” sınıfsal devrimci özelliklerin “tüm topluma yayıldığı” iddiasını kanıtlama yerine, önceden başka liberal ve reformist eleştirmenler tarafından dile getirilmiş vaazları yinelemekte, bir tür ‘ezbere konuşmakta’, sorunların üzerinden “geçip gitmekte”dir.

OLGULARA TERSTEN BAKMAK, TARİHİ TERSTEN OKUMAK
Tanilli, yapabildiğince, Marx’ın görüşlerini çarpıtmakta ve “olgular”a tersten bakmaktadır. Saptırdığı sorunlardan biri, proletaryanın tarihsel rolünün, proleterleşme süreciyle ilişkili bir sorun olmaktan çıkarılarak “çoğunlukta bir sınıf” haline gelmeye dönüştürülmesidir.
Tanilli, Marx’ın, proletarya devrimiyle ilgili öngörülerinin doğrulanmadığını iddia ederek; Marx’ta bir koşul olarak öne sürülmeyen, ancak iktisadi-toplumsal hareketin yasalarının gelişme yönüne ve bunun kaçınılmaz kıldığı proleterleşme olgusuna işaret etmek üzere dikkat çekilen “çoğalan” proleterleşme düşüncesini saptırıyor ve proletaryanın “çoğunlukta bir sınıf” haline gelerek devrimi gerçekleştireceği biçiminde bir “formülasyon”a dönüştürüp, bunun parçalanma sonucu gerçekleşmediğini, “gelecekte de” gerçekleşemez göründüğünü ileri sürüyor.
Tarihin kanıtladığı şudur: Büyük sanayinin gelişmesiyle, “burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünü sahiplendiği kendi temeli”nin “ayağının altından çekilmesi”nin koşulları olgunlaşmıştır. O, kendi mezar kazıcısını artan biçimde üretmiş ve böylece, kendi yıkılmasının koşullarını olgunlaştırarak proletaryanın zaferini de “aynı oranda kaçınılmaz” kılmıştır. Sanayi gelişimin ve işbölümünün genişleyerek yeni sektörlerin ortaya çıkmasını, proletaryanın saflarında dağınıklık yaratması gerekçesiyle, işçi sınıfının eski konumunun zayıflamasına yoran Tanilli; Engels’in, Manifesto’nun 1890 tarihli Almanca Baskısının önsözünde dile getirdiği şu sözleri, kuşku yok biliyordur. Engels orada, ”’Manifesto’da konan esasların nihai zaferi için Marx yalnız işçi sınıfının, birleşik eylemden ve tartışmalardan zorunlu olarak ortaya çıkması gereken entelektüel gelişimine güveniyordu. Sermayeye karşı mücadelenin yarattığı olaylar ve değişkenlikler olsun, başarılardan çok yaşanan yenilgiler olsun, bu mücadeleyi verenleri, bugüne kadarki gibi tüm dünyanın derdine merhem bulmaya yeterli olmadıklarını açıkça fark etmekten ve işçilerin kurtuluşunun gerçek koşullarını temellice görmek için zihinlerini daha açık tutmaktan alıkoyamazdı” demektedir. Bu sözleri Tanilli’nin “hani iradi yan”, “her şey kendiliğinden mi olacak?” sorusuna cevap olarak da sayabiliriz.
“Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz” diye, dikkat çeken Manifesto’nun yazarları, burjuvazinin “dünya pazarını sömürmek yoluyla” “ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdiğini”; “eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine, “ulusların her yöndeki hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı”nın geçmekte olduğunu; “tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazinin “en barbar ulusları da uygarlığa çektiğini belirtirlerken; daha o zamandan, bugün kimilerinin “küreselleşme şarkıları” üzerinden inkârcı olduğu denli liberal ve reformist görüşlere gerekçe edindikleri bir gelişmeye işaret etmişlerdi. Tarih onların haklılığını kanıtlayan gerçek bir “deney” oldu. Elbette bu gelişme, diğer yandan, makinalaşmanın ve uluslararasılaşmanın gelişmesi sonucu, proleterlerin yaptığı işin “her çeşit özel karakterini ve dolayısıyla her çeşit çekiciliğini yitirmesine de yol açmış; neredeyse her işin herkes tarafından, makina sayesinde ya da onunla birlikte yapılabilir duruma gelmesini sağlamıştır. “Makinalaşmanın artan hızla gelişmesi ve sürekli daha iyileşmesi, işçilerin bütün yaşamsal konumlarını güvensizleştir”mesine karşın; proletaryanın ülkeler bazında ve uluslararası alanda çoğalmasını ve “kitleler halinde yoğunlaşmasını” engelleyememiş, aksine bu eğilimi güçlendirici bir işlev görmüştür. Bugün yaşanan işsizleştirme ve fabrika bölümlerinin ayrılması üzerinden işçilerin birliği ve birlikte eylemlerinin engellenmesi tutumu, genel olarak işçi sınıfının kapitalizmle birlikte gelişmesi ve artan biçimde birleşmesinin koşullarının olgunlaşması gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Tanilli’nin iddialarının aksine, proletarya “büyük sanayinin kendi ürünü olması” nedeniyle, diğer sınıflardan farklı olarak, “çöküp gitme”yen tek sınıf durumundadır.
Marksist teoride, kapitalist üretim sisteminde proletaryanın üretici eylemiyle tüm toplumsal yaşamın esas ve aktif öğesi olmasına, sermayenin genişleyen yeniden üretimi sürecinde çözülen toplumun ana kitlesinin proleterleşmeye yol almasının kaçınılmazlığına yapılan vurguya “başvuran” Tanilli, “çoğunluğunu oluşturma”yı bir devrim koşuluna dönüştürüyor ve “bakın gerçekleşmedi” diye, “buluşunu” açıklıyor! Sorunun bu tür çarpıtılması bir yana; başlıca kapitalist ülkelerde klasik sanayi dallarında çalışan işçi sayısında -makinalaşma ve teknolojik buluşların üretime daha fazla sokulması sonucu- ‘görülen azalma’, proletaryanın tekelci kapitalizmde ve özellikle “küreselleşme” vurgusuyla tanımlanan koşullarda, tek tek ülke ekonomilerinin, kapitalist dünya ekonomisinin bütünleyici parçalarına dönüşmelerine bağlı olarak, kapitalizmin asıl ölçeği haline gelen uluslararası ölçekte artmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmemiştir.
Sermayenin genişleyen yeniden üretim süreçlerinin, bilimsel teknik alandaki gelişmelerle birlikte işçi sınıfının bileşimi ve niteliğinde değişime yol açtığını; sanayi proletaryasının üretimdeki ve toplumdaki belirleyici rolünde aşınmaya ve temel özellikte değişime neden olup, onun fabrika temelini önemsizleştirdiğini; “onun gibi sömürülen” başka toplumsal kesimlerin, dahası Tanilli’nin deyişiyle “bütün bir toplumun rolünü önemli hale getirdiğini; öyleyse proletaryanın sanayi toplumunda üstlendiği devrimci rolün bundan böyle “çokluk” (Negri), “çalışanlar” (Euro-komünistler, ÖDP vb.) tarafından yerine getirileceğini ileri sürenler de öteden beri azalmamış ama “çoğalmıştır”. Bu tür görüşler kapitalizmin iki ana sınıfı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bunun üzerinden gelişecek sosyalizm mücadelesini bozuşturmaya hizmet etmektedir. Fabrikanın ve sanayi proletaryasının işlevinin hizmet sektörünün gelişimi ve yeni sanayi ve hizmet dallarının ortaya çıkmasıyla aşındığını ileri sürmek; nesnel koşulların ve gelişmelerin çelişkileri keskinleştirici, sömürülen sınıfın konumunu güçlendirici özelliklerini görmezden gelmek ya da bu gelişmeleri burjuvazinin konumunu güçlendirici biçimde değerlendirmek demektir. Oysa yeni sanayi dallarının kurulmasıyla sanayi işçilerinin sayılarının artmasının yanı sıra sağlık, eğitim, turizm, ulaşım ve iletişim vb. alanlarda çalışanların artması; hizmet sektörünün genişleyerek gelişmesi, fabrikaların ve büyük sanayi komplekslerinin daha ucuz işgücü ve ucuza mal etme amacıyla parçalanarak başka alanlara taşınması ya da küçük bölümlere ayrılması; bütün bunlar ne proletaryanın üretme faaliyetinin özünü; ne de onun üretim araçları karşısındaki toplumsal konumu ve bunun getirdiği devrimci rol üzerinde temel özellikte değiştirici; özellikle de bu rolü ortadan kaldırıcı bir etkide bulunmamışlardır. Aksine, proletaryanın safları yeni katılımlarla genişleyip güçlenirken, üretimin ana dallarında kapitalizmin “ruhu”nu elinde tutan işçilerin, nüfusun tüm diğer emekçi kesimlerini etrafında toplayıp burjuvaziye karşı seferber etmesi için koşullar daha da olgunlaşmıştır. Proletaryanın kapitalizmin ürünü olması, yeni sektörlerin, yeni sanayi ve üretim dallarının ortaya çıkmasıyla “üretilme”ye devam etmesini getirmekte, bu da -parçalanmışlık bir olumsuzluk etkeni olsa bile-, onun konumunu zayıflatıcı değil, güçlendirici bir rol oynamaktadır. İşçi sınıfının “en devrimci çekirdeğini oluşturan sanayi işçilerinin -konjöktürel durumlar, örneğin son yirmi yıllık süreçte giderek hızlanan özelleştirme türü operasyonlarla gerçekleştirilen işsizleştirme ve hızlı sirkülasyon bir yana bırakıldığında-, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına; makinenin teknik yenilenmesi ve otomasyona bağlı olarak, şu ya da bu işletmede fiili çalışanlar olarak azalsa bile, genel olarak uluslararası alanda ve mutlak biçimde artıp-güçlendiğinin en belirgin kanıtı, başlıca demir-çelik, otomotiv, kimya ve elektronik tekellerinin her birinin yüz binlerce işçiyi istihdam etmesidir. Gerek ana sanayi dallarında, gerekse yan sektörlerde çalışanlarıyla, büyük işsizler kitlesiyle ve hizmet sektöründeki kesimleriyle birlikte proletarya artışını sürdürmüş, toplumun sınıf olarak en güçlü ve büyük kesimini oluşturur duruma gelmiştir. 2.5 milyar işçinin varlığı; proletaryanın “azalma” iddialarını yalanlar biçimde artışını sürdürdüğünü, yüzyılın başında yüz yirmi milyonluk bir kitle iken, bugün milyarlarla ifade edilecek düzeye geldiğini göstermektedir. Bu somut durum ve gelişme doğrultusu, sözleri tahrif edilmesine karşın Marx’ın söyledikleri, bu somut durum ve gelişme doğrultusuna işaret eden olgular tarafından da doğrulanmıştır.
Tanilli, Marx ve Engels’in eserleri üzerine saptırıcı görüşlerini “olgulara dayanarak” kanıtlama çabasındadır. Ancak, -yukarıda da belirtildi- sorunun özüne inmemekte ısrarlıdır. Örneğin Tanilli, Fransa’yı örnek göstererek, 30’lu-50’li yılların başlarına kadar “ücretli sınıfa egemen olan”ın “sayı olarak da ideolojik olarak da işçi kesimi” olduğunu; sonraki yıllarda ise “tersine, yeni bir ücretli tipinin hızla çoğalması”ndan söz ederek şöyle demektedir: “Çeşitli hizmetlerin, özellikle eğitim, araştırma, sağlık ve iletişim kesiminde çalışanların, bu arada banka ve ticaret hizmetlilerinin oluşturduğu” yeni “tür ücretli” ortaya çıkmıştır. “Zaten, 68 olayları da, bu yeni birikimlerin birinde, bir bilgi ve bilişim ocağında, Üniversite’de patlak vermişti.” (104)
Bu “yeni tür ücretlinin ortaya nasıl çıktığını Marx, yukarıda görüleceği üzere, yeterince açıklıkta ve detaylı olarak göstermişti; yani bu hiç de yeni bir durum değildir. Buna karşın, bu özel vurgu ve “belirleme”den ne anlaşılmalıdır? Tanilli, bir biçimde, onu da söyler! “Yani neydi olan?” diye sorarak devam eder. “Kendi içinde alabildiğine farklılaşmış bir ‘ücretli sınıfı’ (salariat) doğmuştu; bildiğimiz anlamda işçi sınıfının egemenliğinden de söz edilemezdi. Sonra, ücretli emekçiliğin nitelikleri toplumun bütününe yayılmıştı. Son olarak, özellikle bilgiye kavuşma ve eğitime girişte, statülerde ve sosyal durumlarda derin bir farklılaşma ortaya çıkmıştı. Çeşitli hizmetlere yayılmış bir ücretlilerin, özellikle de diplomalı ücretlilerin bu ayrışıklığı, bu benzeşmez öğelerden oluşmuşluğu, onun, proletarya tipiyle, XIX. yüzyılda işçi sınıfında somutlaşmış biçimiyle, kitlesel bir özdeşlik kurmasına engel olacaktır.
Böylece, XIX. yüzyıl boyunca gelişmiş ve XX. yüzyılda da sol parti ve sendikalara damgasını vurmuş bir ‘rollerde bölüşüm tipi’ni, bugünkü duruma alıp nakletmek pek gerçekçi olmasa gerek. Öyle olunca, içinde bulunduğumuz ekonomik bunalımın derinliği, sendikacılığın, geleneksel sınırlarının dışına çıkmasını istiyor; özelikle toplumlarımızın beklediği temel değişiklikler, -teknik kadrolar da dâhil- ücretli kitleler ile bir ‘teknokratik seçkinler’ arasındaki kopukluk üstüne inşa edilemez. Hatırlatmalı da: Alabildiğine güçlü olan bu teknokratik seçkinler, kendilerini her şeye yetkili görürken, ekonomik ve siyasal yönetime ilişkin her türlü tartışmaya da kapalılar. Buradan kalkarak, insanların, kendi emek ve yaşamları üstüne doğrudan müdahale etmeleri söz konusudur; sendikaları ve siyasi partileri, yapılarında olduğu kadar görüşlerinde de, gerçekten sarsacak olan budur.” (105–106)
Tanilli, “Marx’ı özgürce yorumlama” adına, Marx’ın eserini yüzeyselleştirmekte, bu “özgürce yorumlama”yı, “geleneksel yolları yürümeme”, “akıp giden gerçekliğe uyarak hep yeni yorumlara” gitme çabası olarak göstermektedir. Kırk yıldan beridir Avrupalı sosyal reformist ve liberal burjuva yazarlarının yineleyip durdukları, “Marksizm’in özgürce yorumuna set çekilen Stalin dönemi”ni ‘yerden yere vuran’ Tanilli, şöyle yazıyor: “Lenin döneminin sonlarına doğru sarsılmaya başlayan” demokratik merkeziyetçilik “sistemi”, “Stalin iktidarında (1929–1953) rayından saptırılarak ‘bürokratik merkezcilik’e dönüştürülür; giderek parti ve devlet birleşir, parti yönetimi de halktan kopar. Bu olurken, Marksizm de ‘resmi’leşir, giderek klişeleşir, fetişleşir, yaratılıcılığını kaybeder. Hemen bütün Marksist rejimler, bu dramı yaşamışlardır. Marksizm’in yaratıcılığı ise, o rejimlerin dışında Batı’da sürer; orada bile, çoğu kez komünist partilerin dışında yorumlama özgürlüğünden yararlanır.” (66)
“Bütün bu gelişmeler içinde Marksizm de -deyim yerindeyse- ‘tarihsel bir yenilgi’ye uğradı. Ama bu, ilk kez 1980’li yılların sonunda ve Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla olmuş değil. Daha önceye, Doğu’da Stalinci Marksizm-Leninizm’in kuruluşuna, Batı’da da 30’lu yıllardan başlayarak üniversite çevrelerinde sığışıp kalmaya ve kimi komünist partilerin söyleminde -genel formüller halinde- donup dogmatikleşmeye kadar gider çözülmenin başlangıcı. Bir bakıma kuramın hareketten kopuşudur bu! Marksizm! gözden geçirmek, en başta işte bu küf ve yosunlardan temizlemek anlamına gelir.” (82)
Stalin dönemine ilişkin sözde Marksist eleştirilerle (saldırılar) bunlara yönelik cevaplar ciltleri dolduracak kadar çok olduğundan bu konu burada yeniden ele alınmayacak. Marksizm’in yaratıcılığını “özgür yorumunda” arama ve onu “Batı”da ve “komünist partilerin dışında”ki kesimlerde bulmaya çalışma ise, kişiyi ancak Marksizm dışı görüşlere ulaştırır. Böyledir çünkü “Marksizm’in özgür yorumu” adına, Batıda ve belli bir gecikmeyle Doğu’da, Marksizm’in temel tezlerinin; en başta da proletarya devrimine ve sosyalizmin kuruluşuna ilişkin olanlarının tahrifatına girişilmiş, devrimci özü boşaltılarak reformist bir teorik yığıntıya dönüştürülmek istenmiştir. Browderciler ve Euro-komünistler de dâhil olmak üzere, “Batı”lı reformist teorisyenler Marksizm’i “özgür yorumlama” adına burjuvazi için kabul edilir reformist sosyal teoriye dönüştürmüşler; bunu Marksizm olarak “satma”ya çalışmışlardır. Prof. Tanilli de, “Marksist miras”tan söz eden Fransız felsefeci ve iktisatçılarına atıfta bulunmakta, felsefeci Jacques Derrida’nın sözleriyle “güzel de, neyi alacağız o mirastan?” diye sorarak, güya özgür bir yorum getirmekte ve “mirasçı olmak seçmek demektir” sözüyle de buna sözde felsefi bir açıklık getirmektedir! “Komünist partilerin dışında yorumlama özgürlüğü”nü, Marksizm’e karşı küçük burjuva, burjuva ideologları tepe tepe kullanmışlar; sermayenin olanaklarından yararlanarak ve burjuvazi yararına yorumlar getirerek işçi hareketini sermayeye karşı mücadele silahlarından yoksun kılmaya çalışmışlardır. Gerçek işçi partileri dışında Marksist teorinin geliştirilmesine hizmet eden çalışmalar yapmak ise, sadece bir iddia olarak kalmıştır.
El atmadık konu ve alan “bırakmayan” Tanilli, “son olarak, yaşadığımız yıllarda patlak vermiş bilişim ve iletişim devrimiyle siyasal devrim arasındaki ilişkiye de değinmeli” diyerek şöyle devam etmektedir. “… Lenin, sosyalizme geçişi, fabrika disiplini ve maşinizmden doğan düzenle bir tutuyordu; daha da açık olarak, siyasal devrimi, birbirine zıt ikiyüzlü bir süreç olarak anlıyordu: Bir yandan, merkeziyetçi ve devletleştirilmiş otoriter bir sistem söz konusu idi ve orada şefe itaat, sosyalist akliliğin yolunda gitmesi için tek güvence idi; öte yandan, kitleler, tartışmalar, özgür siyasal söylem söz konusu idi. Ne var ki, bir örgüt (tek parti) ve bir makina (hükümet) bir başka şeyin yerine geçer: Marx’ın Paris Komünü’nde dile getirdiği ‘özyönetimci’ vasiyetin, Lenin açısından devletçi okunuşu idi bu.” (109)
Maşinizm ile ilgili olarak: Makinalar sisteminin emek üretkenliğini artıracak biçimde teknik örgütlenmesi ve yenilenen bir teknik ilerlemeyle sanayi ve tarımsal alanda gitgide mükemmelleşecek biçimde düzenlenen üretim örgütlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz maşinizmi Tanilli, üretim ilişkileri ve sınıf egemenliğinin niteliği sorunundan soyutlayarak kullanmaktadır. Böylece Lenin tarafından sosyalist altyapı inşasının sağlamlaştırılması ilintisi içinde sözü edilen ve insanın kurtuluşunun aracı olarak kullanılması; bunun olanaklarını genişletmesi, emek-gücü kullanım süresinin azaltılmasına hizmet etmesi hedeflenen maşinizm ile kapitalist emperyalizm koşullarında, emek-gücünün ve genel olarak insanın daha fazla sömürülmesinin aracı kapitalist maşinizm ve otomasyonu aynileştirerek, Lenin’in maşinizmden söz ediş amacını bulanıklaştırıp çarpıtıyor. Tanilli, “bilişim ve iletişim devriminin günümüzde “merkeziyetçilikten arınmış şebekeler halinde bir sistemi” mümkün kıldığını, bunun da “Sanayi Devrimi’ne damgasını vuran şeyin, yani fabrikalarda ve dev kentlerde merkezileştirilmiş ve bürokratikleştirilmiş dev örgütlenişlerin bütünüyle zıddı” bir gereksinmeyi doğurduğunu söylüyor. Bu görüşler, ortalama bir okur için hiç de yabancı sayılmaz. Diğerleri bir yana, dergimizin çeşitli sayılarında, irdelenip eleştirilen “bilişim ve iletişim devrimi” gerekçesine dayandırılan sosyal değişim ve onun “zorunlu kıldığı” söylenen “yenilenmiş görüşler”, ya da “Marksizm’in klasik tez ve kavramlarının günümüzü açıklamada yetersiz kaldığı” üzerine reformist, yarı Troçkist görüşler oldukları; dahası, Tanilli’nin de esinlendiği Fernando Claudin’den Antonio Negri’ye kadar “Marksist teorisyenler”in görüşleriyle çakıştığını Ö. Dünyası okurları bilebilecek durumdadırlar. Prof. Tanilli “öze ilişkin” yeni hiçbir fikir ortaya koymadığı gibi, söylenmişleri, daha da darlaştırıp yüzeyselleştirilen bir “Marksizm-Leninizm eleştirisi” zemininde yinelemekten ibaret bir “yeni düşünceler” getirmektedir.
Örnek olmalı, şunların hiçbir yeniliği yoktur: “Bunun gibi, bilişim ve iletişim devriminin yeni olanakları, bir aydın öncüler grubunun başını çektiği -şiddete dayanan- bir siyasal devrim anlayışını da yeniden tartışılır duruma getirmiştir; ‘Kışlık Saray’ın zaptı’, ne denli saygı duyarsak duyalım, sadece bir tarihsel anıdır şimdi. İletişim devrimi, yeni tartışma ve fikir alışverişi kültürü gibi, yalnız Sovyet modeli değil Blanquist modele dayalı devrimlerin yapısıyla da zıtlaşıyor: ‘Bir Önce ve Bir Sonra'(Cennete kavuşma) fikri, bir kopuş düşüncesi yerine, fikirlerin -git gide ilerleyen bir süreç içinde- demokratik fethi, çok daha gerçekçi görünüyor artık; düşüncelerin karşılaşması ise, birbirine zıt iki kamptaki karşılaşmayı, bir tür savaş durumunu giderip yok edebilir. Bu anlamda, Habermas’ın ‘tartışmanın kamusal mekânı’ diye adlandırdığı ütopya, demokrasinin ve barışçı yoldan bir devrimci değişimin modern biçimine dönüşebilir pekâlâ.” (111)
İşte, tüm düşüncelerinin ‘ana fikri’ni söylemiş oldu Prof. Tanilli. Ama bütün bunları, on yıllar öncesinden beri, revizyonist Sovyet bürokratlarıyla Batı Avrupa’nın eski “Komünist Partileri”nin (Euro-komünistlerin) liberal reformist şefleri gündeme getirip, yaygınlaştırmak için, -sermayenin olanaklarını da kullanarak- mümkün her şeyi yaptılar. Haydar Kutlu/Nabi Yağcı, eski Dev-Yol şefleriyle ÖDP yöneticilerinin de aralarında bulunduğu düzinelerce “devrimci ve Marksist politikacı” ve “örgüt yöneticisi”, “şiddete dayanmayan barışçıl dönüşüm” ve “barışçıl geçiş” üzerine liberal vaazları, bir araba yükü kâğıdı da kirleterek, tekrarlayıp durdular. Bu fikirlerin ortak özelliğini, proletarya ve ezilenlerin kurtuluş devrimi için devrimci kalkışmasını “tarihe gömmek” oluşturuyordu. Sermayenin sözcüleri de “bilişim ve iletişim devriminin sınıf mücadelesini ve devrimleri olanaksız ve gereksiz duruma düşürüp, “izmlerin sonunu getirdiğini” söylemiyorlar mıydı?
Burada bir parantez açıp belirtelim ki, Doğu Avrupa’daki “komünist rejimlerin sona erişini, “yeni tipte bir sosyalist tasarının, bütünüyle yeni temeller üzerinde ele alınması imkânını yarattığı iddiasıyla olumlayan Tanilli’nin bu görüşünü de onlar öncelemişlerdi. Sovyetler Birliği dışında ve Doğu Avrupa’da “komünistler rejimler” kurulup kurulamadığı tartışmasına burada girişmeyeceğiz. Ancak, eğer herhangi bir yerde kurulup -burjuvazi tarafından- yıkılmışsa, “komünist rejimler”in yıkılışı, proletarya ve emekçiler açısından herhangi bir kazanca değil, maddi ve moral kayba neden olmuştur. Komünizm değil, ama onun, “kapitalist toplumdan çıkıp gelen” ilk (birinci) ya da alt aşaması olarak adlandırılabilecek olan sosyalizmin yıkımının işçi ve halk hareketinin sermayeye karşı mücadelesinde yarattığı büyük ve kapsamlı tahribatı, komünist olmasalar da, Doğu ülkelerinin Batı emperyalizmi karşısındaki konumlarının kapitalist emperyalizmle entegrasyon yönünde değişmesi, uluslararası alanda büyük bedellerle kazanılmış emekçi mevzilerinin dağıtılmasına hizmet etmiştir. Bu ülkelerin işçi sınıfı ve halklarının, bürokratik yeni burjuva devletlerini, kapitalizme karşı mücadeleleriyle yıkarak halkın gerçek devrimci demokrasisini ve sosyalizmi inşa etmeleri zorunluluğuyla, emperyalistlerin ve örnek olsun Yeltsin- Walesa türünden işbirlikçilerin oynadıkları karşı-devrimci ve uğursuz rol; bütünüyle farklı ve birbirleriyle uzlaşmaz özellikte sonuçlar doğuracak bu iki şey, aynılaştırılıyor. Ama Server Tanilli bir ya da birkaç ülkede devrim ve sosyalizmin inşa olanağına ilişkin Leninist tezi ve Lenin’in devrimci partisinin eylemini, Rusya işçi ve emekçilerinin büyük bedeller ödeyerek inşa etmeyi başardıkları “tek ülkede sosyalizmi” “Stalinci tez” ve “olumsuz sonuçları” saydığından olacak, bu yıkımı “yeni tipte bir sosyalist tasarı” için hayırlı saymaktadır. Sosyalizmin maddi koşullarının ve sosyal dayanaklarının olgunlaşması; emek sermaye çelişkisinin keskinleşmesi, proletaryanın toplumun tüm ezilen kesimlerini -taleplerini sahiplenerek- etrafında toplaması; emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, işleri eski tarz götüremez ve eskisi gibi yönetemez bir krize doğru sürüklenmeleri; emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi vb. bütün bunlar, sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Proletaryanın konumu, iddia edilenin aksine, genel olarak daha da güçlenmiştir.
“Bilim adamı” Tanilli, işçi hareketinin, devrimci işçi partilerinin güç kaybetmesi ve sosyalizmin kurulduğu ülkede tasfiye edilmesinden hareketle Marksizm’in “tarihsel bir yenilgiye” uğradığını söylemektedir. Batı’da 30’lu yıllarda komünist partilerin en önemlilerinin işçi sınıfı ve emekçilerin büyük desteğine sahip olmalarını görmezden gelmeye, “üniversite çevrelerinin de etkilenmesini gerekçe gösterir bir “küçümseme”ye, “Marksist olma”ya sonradan “karar verme”nin hak kazandırdığını düşünür gibidir. Marksizm’i “dogmatikleşme”den, “küf ve yosunlardan temizleme” görevini üstlenmiş “kibirden uzak” biri olduğuna inanılmasını bekleyen Tanilli, örnek olsun İtalyan “teorisyen” A. Negri kadar irdeleyici olamıyor. Belgelere baksa, başka hiçbir şeyi değilse bile, -yaşadığı Fransa’da- Komünist partisinin bir dönemler ve Marksizm’e sadık bir ideolojik-politik çizgide kaldığı sürece işçi ve emekçilerin büyük desteğini gördüğünü, milyonlarca emekçinin oyunu alarak parlamentoya milletvekili gönderdiğini, 800-900 bin tirajlı bir gazete çıkardığını görebilirdi oysa. Aynı şeyi Almanya, İtalya ve İspanya için söylemek de mümkündür. Tanilli’nin, kendinden önce de ileri sürülmüş dayanaksız varsayım ve nitelendirmelerine karşın, Marksizm’in kitle desteğinin azalmasının ya da aynı anlama gelmek üzere komünist partilerin güç kaybetmelerinin nedeni, Marksizm’in “dogmatik bir biçimde sahiplenilmesi” değil, kapitalizm ve burjuvazi için giderek artan biçimde kabul görebilir yönde liberal-reformcu bir deformasyona uğratılmasıdır. Bu partiler, işçi sınıfı ve emekçilerin sınıf iktidarı için mücadele hedefinden; kapitalizm ve burjuva iktidarını tasfiye amacından uzaklaştıkları oranda sermaye tarafından kucaklanmışlar, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini de yitirmişlerdir. Batı ülkelerinin komünist partilerinin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak Marksizm’i “sulandırma”ya yöneldikleri, sınıf mücadelesi ve proletaryanın iktidar hedefli sınıf kavgasından geri bastıkları bilinmektedir.
Tanilli’nin iddiaları yüzeysel varsayımlardan öteye gitmiyor. Onun sınıf kavgaları üzerine sözleri, sınıfların toplumsal rollerine ve konumlarına ilişkin burjuva liberal, küreselleşmeci ve “emperyal” safsataların sınırlarını geçemiyor. Şöyle diyor Tanilli: “Öte yandan, sosyal yaşamın zenginlik ve çeşitliliğinin bilincinde kimseler olarak unutmamalıyız ki, toplumda önemli değişiklikler oldu ve oluyor. Batı’da birçok sosyologun gözlemi odur ki, sınıflar, ne toplumda ne de insanların yaşamında vaktiyle oynadıkları rolü oynamıyorlar. İnsanların kendi sosyal durumlarını, üretime değil tüketime göre tanımladıkları bir gerçek. Emekçiler katında pek yaygın bir ‘sınıf dışında görme’ ve kitlelerde bir ‘atomlaşma’ olgusu açık. Bununla beraber, tüketim üretim olmadan; sınıf dışına çıkma da sınıflar olmadan mümkün değil. Emekle sermaye zıtlığı temel olmayı sürdürüyor; ama yığınla yeni sorun da karşımızda.” (83)
Tanilli devam ediyor: “Öte yandan, sınıf aidiyeti üzerine kurulu işçi partilerinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu, çoğu incelemecilerce bugün de savunuluyor. Yeni ‘beyaz yakalılar’ın onlara oylarını esirgeyeceği -yanlış ya da doğru- üstünde durulan konulardan biridir.
Şu da önemli: Az çok türdeş ve bağdaşık işçi topluluk ve mahallelerinin gitgide kaybolması da, yerel dayanışmacı kültürleri zayıflatmıştır; bunlar, sosyal demokratları ve sendikaları desteklemekte pek önemli öğeydiler. İngiltere’de ve Birleşik Devletlerde, 80 ve 90’lı yıllarda Margareth Thatcher ve Ronald Reagan’ın sürdürdükleri saldırı sendikaları pek yıprattı ise de, sendikalar Avrupa politikasında çok daha önemli bir öğe olarak yerlerini koruyorlar. Yaşlı Kıta’da siyasal ve yasal cephede sendikaların desteğiyle kazanılan yığınla zafer gösterilebilir.
Özetle, sosyal demokratların demokrasi için önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemeli; herhalde liberal tutucular ya da Hıristiyan demokratlardan çok onlara güvenmeli.” (86)
“Sınıf aidiyeti üstüne kurulu işçi partilerinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu” liberal burjuva görüşüne herhangi bir itiraz getirmeyen Tanilli, bu liberal reformist safsatanın “hayli yaygın olması”ndan söz ederken, bu görüşten yana eğilim gösterdiğini de açıklamış oluyor. Tarihin “sınıf mücadeleleri tarihi olması”ndan söz eden yazar, sınıf mücadelelerinin ‘son kerte’de sınıf partileri aracılığıyla sürdürüldüğünü, işçi partilerinin “çöküşü”nün sınıf aidiyetinde ısrarla değil ama bundan vazgeçmeyle ilişkilendirilebileceğini; sınıf partilerinin sınıfın çıkarlarına bağlılık gösterip taleplerinin kararlıca savunulması üzerinden sürdürecekleri iktidar mücadelesinin, halkın tüm diğer ezilen kesimlerinin talep ve çıkarlarının sahiplenilip savunulmasıyla çelişmediği, aksine onu da tutarlıca üstlenerek; polis ve jandarma baskısının her türüne karşı tutarlı mücadeleyle görevini yerine getirebileceğini, yazar ve Profesör Tanilli, görmek ve kabullenmek istemiyor. Tanilli, -daha önce de belirtildi- yeni bir şey söylemiş olmamakla birlikte, onun söylediklerine uygun hareket edildiğinde, bırakalım burjuvazinin siyasal iktidarının yıkılarak işçilerin devrimci sınıf iktidarının kurulmasının başarılması; kapitalizm koşullarında tutarlı bir demokrasi mücadelesinin dahi yürütülmesi olanaksızlaşacaktır. Çünkü baştan aşağı örgütlü siyasal-askeri bir güç olan burjuvaziye karşı; onun baskı ve yasak zincirini kırarak özgürlüklerin kazanılması için dahi olsa, işçi sınıfı sermaye ve gericilikten bağımsız ve ona karşı bir parti olarak örgütlenmek zorundadır. Bu örgütlenmenin ‘sınıf aidiyeti’ üzerine kurulacağı kesindir ve bundan taviz vermek, bütün zenginliklerin ve tüketim nesnelerinin yaratıcısı emek-gücünü kendi adına ve toplumsal kurtuluş hedefi güderek politika yapamaz duruma düşürmek olacaktır. Tanilli ise, olgulara tersten bakmakta, tarihi tersten okumaktadır. Tanilli’nin “çöktüler” dediği Batı komünist partilerinin çöküş nedeni de, sınıf partileri olmaları değil, aksine sınıfın devrimci partileri olmaktan çıkmaları, bunu gerekli görmeleri, Marksizm-Leninizm’in savunulmasını, “güncel gelişmeler ve değişiklikler” gerekçesiyle bir yana bırakarak, sözde nüfusun tüm ezilen kesimlerinin partisi olmaya yönelmeleri olmuştur. Ama onlar, bununla da kalmamışlar, sınıf mücadelesinin ve bunun gerektirdiği görevleri yerine getirecek sınıf partileri olmanın “ömrünü doldurduğu” üzerine reformist-liberal bir vaaz geliştirmişler, burjuva kurumları ve partileriyle uzlaşmacı bir çizgi üzerinden sisteme bağlanmışlar ve -evet doğrudur- çökmüşlerdir! Revizyonist Fransız Komünist Partisi’nin bugünkü durumu en canlı ve somut kanıtı; ancak Tanilli’nin görüşlerine karşı bir kanıtı göstermektedir.
Tanilli’nin “bütünüyle yeni temeller”e ilişkin dikkate alınır herhangi bir şey söyleyebilmesi için, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi çelişkisi başta olmak üzere, kapitalizm ve kapitalist emperyalizmin temel özelliklerinin “değiştiği” ve “yeni” ilişkilerin hâkim hale geldiğini ortaya koyması, doğa ve toplum olaylarını tarihsel materyalizme dayanarak irdeleme gücü göstermesi gerekmiyor mu? Kitabı irdelendiğinde ve eylemiyle söyleminin “bütünlüğü”ne bakıldığında, Tanilli hakkında böyle düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Onun bütün yaptığı, bu alanda kendinden önce aynı iddialarla kitap çıkaran yazar ve ders hocalarının izini sürerek “fabrikada yoğunlaşmış el emekçilerinin sayısının azaldığı”, “sözleşmesiz çalışmanın sonucu iğretiliğin çeşitli biçimlerinin arttığı, “orta sınıflara mensup ücretlilerin sayılarının “alabildiğine yaygınlık kazandığı”, genç ve yaşlı işçilerin “temel kapitalist ülkelerde emek piyasasından dışlandığı”, “göçmen el emeği” ve “yapısal işsizliğin yaygınlaştığı iddialarını tekrarlamaktan ibarettir. Yukarıda bunu göstermeye çalıştık.

“KÜÇÜK SAPTIRMALAR”
Prof. Tanilli, işçi sınıfı ve Marksistler için herhangi bir güncelliği ve gerekliliği olmayan bir “tartışma”yı da kitabında gündeme getiriyor. Ona göre; “Marksizm’in bir dünya görüşü ve bütün sorunlarıyla modern dünyanın dile getirilişi olarak, böyle geniş bir tanımlaması kabul edilince, açıktır ki onu, Karl Marx’ın eserine indirgemek mümkün değil; ‘Marx’ın eseri’ ya da ‘Marx’ın felsefesi’ olarak bakamayız ona.” (44)
Peki, nasıl bakılmalı? Tanilli, Marx’ın görüşlerinin “eksik” olduğu ve devrime ilişkin olanları başta olmak üzere, “doğrulanmadığı”; devlet vb. konularda Lucas, Luxemburg gibi “Marksist teorisyenler”in katkılarının gözetilmesi gerektiğini salık veriyor.
Daha kitabının başlarında Tanilli’nin böyle bir vurguya gereksinim duymasının nedeni ilerleyen sayfalarda daha açık olarak ortaya çıkıyor. Marksizm’in bilimsel bir dünya görüşü olması ve toplum yaşamının yasalarının işleyişini hareket noktası alması, kuşku yok onu değişmez dogma olmaktan çıkarır, yaşayan, sürekli yenilenen bir eylem kılavuzu yapar. Marksizm hazinesine Lenin başta olmak üzere, katkıda bulunan teorisyenler de olmuştur. Tanilli’nin Lenin’i değil, Lucas ve Luxemburg’ un adlarını anması da, kuşkusuz tercih edilen ya da yakınlık duyulan görüşlerle ilgilidir. Marksizm, yenilenerek canlılığını korur ve sürdürür, bu yönüyle Marx’ın söyledikleriyle sınırlı kalmaz. Ama salt bu nedenle -Tanilli’yi tenzih ederek söyleyelim- hiçbir Marksist’in aklına onu, “Marx’ın eseri” sayıp saymamak gibi bir “ikilem” gelmez. Marksistler bilirler ki, Marksizm’in kuramı, temeli ve bilimsel yöntemiyle Marx tarafından ve Engels’le birlikte oluşturulmuştur. Sosyalizmin biliminin Marx’ın adıyla anılmasının anlamı buradadır. Marx ve Engels’in eserinin kapitalizmin emperyalist aşamasının tahlilini gerçekleştiren ve kuramın derinleştirilip geliştirilmesine katkılarda bulunan Lenin’in adıyla birlikte anılması, Marksizm’in, kendinden önceki düşünce akımlarının ve toplumsal sistemlere ilişkin açıklanmış felsefi-sosyal fikirlerin irdelenmesi ve kapitalizmin derinlikli tahlili üzerinden geliştirilmesi; bir tarih diyalektiği sistemi olması, geleceğin toplumu üzerine kestirimlerde bulunmasını da olanaklı kılmış ve “gelecek tasarımının bilimsel yöntemini, bu “tasarımı” gerçekleştirecek sosyal ve devrimci özelliklere sahip sınıf olan proletaryanın eline bir silah olarak vermiştir. Marksizm’in ya da Marksizm-Leninizm’in gelişmeler karşısında geride kalmamasının, derinleşip gelişip kendini ileri doğru “aşması”nın dayanağı buradadır. Bütün bunların Marx’a “borçlu olunması”nın nedeni de, kuramı oluşturanın esas olarak o büyük deha olmasıdır. Marksizm, “bilimle felsefeyi kendisinde birleştirir”ken, nesnel gerçeği veri almıştır ve onu her yanıyla irdeleyerek, insana, insanca yaşamı sağlamak için gerekli ve “insanlık tarihinin tek geçerli yorumu”nun anahtarını vermiştir. Bu bakımdan Marksizm’i, “Marx’ın eseri”, “Marx’ın felsefesi”ne indirgemek; böyle bir tartışma ihtiyacı Marksistler için söz konusu olmamıştır ve değildir. Tanilli’nin “yeni düşünceler” arasında böyle bir tartışmaya girişmesi, işçi hareketi “içinden” bir ihtiyaca karşılık düşmemekte; ‘sorumluluğu bulunmayan aydın’ın bir fantazyası olarak kalmaktadır.
“Marx’ın eseri” üzerinden sürdürdüğü “tartışma”da birçok saptırmaya girişen Tanilli, … okuru “duyarlılığa” çağırma adına ve ancak liberal reformist görüşlerine alan açmak üzere “küçük” tahrifatlara da ihtiyaç duymuştur. Bunlardan biri “Engels’in rolü”ne ilişkindir. Şöyle: “Engels’e haksızlığa” karşı çıkarak şöyle demektedir: “Son olarak şunu da unutmamalı ki, Marksizm kelimesiyle bir tür haksızlık da yapılıyor: Daha baştan, Marksizm, tam bir birlikte çalışmadan doğdu ve Marx’ın dehası da onun içinde açılıp serpildi. Friedrich Engels’in katkısı, sessiz geçiştirilemez ve ikinci plana itilemez. Örneğin Marx’ın dikkatini, iktisadi olayların önemine, proletaryanın durumuna çeken, Engels olmuştur.” (45)
Bu konudaki spekülasyonların henüz sağ iken yapıldığını gören Engels’in, o mütevazı ama engin ve çok yanlı bilim adamının, kendi söyledikleri ortadayken, birilerinin onu “Marx’a karşı savunma”yı iş sayması, eski bir deyişle “abesle iştigal”den öte bir anlam taşımaz.
“Sosyalizme ve dolayısıyla tüm emek hareketine ilk kez bilimsel bir temel kazandıran”ın Karl Marx olduğunu Engels’in kendisi belirtir ve Lenin, “Engels, daima -ve bütünüyle alındığında haklı olarak- kendisini Marx’tan sonraya koymuştur” der. “Marx hayattayken, ben ikinci keman oldum” diyen (J. F. Bekker’e 15 Ekim 1884 tarihli mektup) ve bundan hiçbir rahatsızlık duymadığını her tutumuyla ortaya koyan Engels, yüzyılı aşkın bir süre sonra birilerinin, kendisiyle Marx’ı “kıyaslama”ya kalkışacağını nasıl bilecekti. Sınıf bilinçli işçiler, ne Karl Marx’ın adıyla “sosyalizme ve dolayısıyla emek hareketine ilk kez bilimsel bir temel kazandırma” arasındaki bağı unuttular, ne de Marx’ın en önemli eserlerinden Kapital’i, “bu iki insanın, Marx ile Engels’in yapıtı” olarak görmekten kaçındılar. Ama açıktır ki, “Marksizm, Marx’ın görüşlerinin ve öğretilerinin sistemidir.” (Lenin)
Lenin’in deyişiyle, “Marx, kapitalist ekonominin karmaşık olgularını analiz ediyor; Engels, yalın bir dille yazılmış ve çoğu kez bir polemik havası taşıyan yapıtlarında daha genel bilimsel sorunları ele alıyor, geçmişin ve günün farklı olgularını, materyalist tarih anlayışı ile Marx’ın ekonomi teorisinin ışığı altında inceliyordu.” Ama Engels, “yalnız proletaryanın ıstırap çeken bir sınıf olduğunu söylemekle yetinmemiş, gerçekte, proletaryanın bu utanç verici ekonomik koşulunun onu dayanılmaz bir biçimde ileri doğru ittiğini ve nihai kurtuluşu için savaşım vermeye zorladığını da ilk kez söyleyen kimse olmuştur.” (Marx-Engels Anıları, Lenin, sf. 77)
Tanilli enternasyonalizm üzerine de konuşmakta ve enternasyonalizmin “Stalinli yıllarda Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına uyarlandığı” yollu Claudin iddialarını yinelemektedir. Ona göre, “o tür enternasyonalizmler ölmüştür” ve yeni bir enternasyonalizm gelişmektedir. Bu, “devletlerden bağımsız yeni bir enternasyonalizmin tohumları, orada burada görülüyor. Mücadeleci sendikacılar, sosyalistler, Stalincilikten arınmış komünistler, dogmatik olmayan Troçkistler ve sekter olmayan anarşistler, proleter bir enternasyonalizmin geleneğini yenileştirmenin yollarını arıyorlar. Dünyanın bir tek bölgesiyle sınırlı kalsa da, ilginç bir girişim örneği Sao Paulo Forumu’dur; 1990’da kurulmuştur ve Latin Amerika’nın belli başlı sol güçlerinin tartışma ve eylem merkezidir; amacı da yeni liberalizme karşı mücadele ve halkların büyük çoğunluğunun çıkar ve ihtiyaçları ile ilişkili olarak seçenek yollar araştırmaktır.” (147–48)
Tanilli, kendisinden önce yazan yüzlercesi gibi, burjuva liberal ve reformist “cenahtan “Stalincilik” eleştirileri üzerinden Marksistlere ders vermeye kalkışıyor; ancak söyleyip önerdikleri, işçi sınıfı ve emekçileri, kapitalist sömürü sisteminin sınırlarının ötesine taşıyacak mücadele yol yöntem ve araçlarından yoksun bırakmaya hizmet etmekten öteye geçmiyor. Tanilli’nin “doğrularına göre hareket edilirse, proletarya; a) parti olarak örgütlenmeye kalkışmamalı ve tüm ezilip sömürülenlerin “cephe örgütü” gibi; hatta daha da belirsiz bir “çalışanlar topluluğu” olarak hareket etmeli; böylece’ ‘sınıf aidiyeti’ni bir kenara bırakarak ‘kaçınılmaz çöküş’ten kurtulmanın yollarını aramalı ve b) “tek parti yönetimine olanak tanımayan bir tür liberal çoğulculuk sistemini esas almalı, böylece burjuvazinin de serbestçe örgütlenip, “demokratik yoldan” iktidar olabilmesine alan açılmalı; proletaryanın sınıf iktidarı türünden “diktatörlük”ten kaçınılmalıdır! Hem bunları söyleyip, hem de “madem devrim kaçınılmazdır”, politik mücadeleye ne gerek var, diye, “ölü” Marx’a ders vermeye kalkışan da odur.

BURJUVA DEMOKRASİSİNE ÖVGÜ VE MARKSİST DEVLET TEORİSİNİN ÇARPITILMASI
Tanilli, devletin ortaya çıkma gerekirliğini “Egemen sınıfın sömürdüğü sınıfı yok etmesini, böylece kendi egemenlik koşullarını yok etmesini önlemek; ezenlerin kimi aşırılıklarına karşı ezilenleri korumak, bireyler ve gruplar arasındaki uyuşmazlıklarda hakemlik etmek”le izah eder. (61–62)
Devletin toplumun üstünde görünmesinden, bir sınıfın egemenliğini dile getirmesinden söz etmesi, durumu değiştirmez. “Bireyler ve gruplar arasında hakemlik etmek için” var olan bir devleti, hele de bu devlet, “ezilenleri ezenlerin kimi aşırılıklarına karşı korumak” gibi bir işlevi de yerine getiriyorsa, sahiplenecek çok kişi bulunacaktır. Ama diğer sorunlarda olduğu gibi, Marksizm’in genel olarak devlet, özel olarak burjuva devleti üzerine söylediklerini böyle yüzeyselleştirmek, Marksizm “savunusu” iddiasına aykırı düşer.
Tanilli, iktisadi irdelemeler alanında yaptığı gibi, politik alanda da Marksizm’in teorik “vargılarını” daraltma yöntemine başvuruyor; “Marx ve Engels, yeni devlet tipiyle ilgili, ‘gerçekten demokratik’ nitelemesinden başka bir şey söylemezler. Sonunda da, proletaryanın devrimci diktatörlüğü fikri yeterli görülür” (94) diyerek, onların düşüncelerini, sözüm ona kendilerini dayanak göstererek, bozuşturuyor. Marx ve Engels’in proletaryanın devrimci diktatörlüğü fikrini yeterli gördüklerini söyleyen Tanilli, Engels’in de “bürokratikleşmeden arındırılmış demokratik cumhuriyetin, ilk Fransız Cumhuriyeti tipinin proletarya diktatörlüğü için uygun bir biçim olduğunu” söylediğini, ancak “bu cesur tavrını yaşamının son yıllarında sürdüremediği”ni belirtmektedir.
Marx ve Engels’in, proletarya demokrasisi (diktatörlüğü) ve devletin “sönüp gitmesi”, üzerine, onun demokratik olacağından başka bir şey söylemediklerini iddia etmek için, kişinin Komünist Manifesto, Fransa’da Sınıf Savaşları, Gotha ve Erfurt Programı’nın Eleştirisi kitapları başta olmak üzere, Marksizm’in devlet üzerine literatüründen habersiz olması gerekir ve Tanilli, “haberdar biri” olarak konuşuyor. Geriye politik ve ideolojik tutum ve anlayış kalıyor ve Tanilli’nin esas sorunu da buradadır.
Marx ve Engels’i, devlet ve burjuva demokrasisi üzerine görüşlerini “serbestçe yorumlayarak” burjuva demokrasisini savunan burjuva demokratları derekesine düşüren Tanilli, şöyle diyor: “Marx ve Engels’in temel fikri hep şu idi: Modern temsili devlet kurumları, proletaryanın sınıf olarak oluşumuna, yani siyasal örgütlenişine pek uygundur. Söz konusu olan, temel özgürlüklere sahip bir liberal rejim, bir demokratik rejimdir. Bir demokratik cumhuriyet, onlara göre, proletaryanın, burjuvazi ile nihai çatışmasına en iyi koşullarda hazırlanacağı bir alandır.” (93)
Marksistlerin, en başta da Marx ve Engels’in kendilerinin ve onların devlet üzerine düşüncelerini daha ileri düzeyde geliştiren Lenin’in, siyasal mücadele alanında, demokratik burjuva kurumlarının oluşmasını, örnek olsun, geri feodal toplumsal yapılara ve onların üstyapı kurumlarına, krallık ve monarşiye “tercih ettikleri”; bunu, proletaryanın siyasal olgunlaşması ve düşmanlarını doğru biçimde tanıyarak onlarla, kurtuluşa götürecek bir hesaplaşmanın içine girebilmesi için, yol üzerindeki engellerin temizlenmiş olmasına uygun bir politik toplumsal ortam sağlayacağı için istedikleri doğrudur. “Genel oy” ve “halk egemenliği” üzerine söylenenlerin “özlenen demokrasinin kriterleri” olarak öne çıkarılmasından ancak bu kapsamda ve bu sınırlar içinde söz edilebilir. Burjuva egemenliği koşullarında proletarya, eğer bir “tercih”le karşı karşıyaysa, kuşkusuz “genel oy”, “parlamenter sistem”, “kuvvetler ayrılığı”, “temsili kurumlar” vb. üzerine oturan bir “demokratik biçim”i bunlara dahi yer vermeyen biçimlere “tercih edecek”tir. Gerisi, Marksist devlet teorisinin burjuvazi yararına kabul edilebilir derekeye çekilmesi olacaktır ki, Tanilli, bir biçimde bunu yapmaktadır. Evet, “halk egemenliğine dayanan kurumlar”, halkın baskı altında tutulmasının son bulmasına hizmet eden, deyim yerindeyse ‘alternatif oluşumlar’a götürmek için istenebilirler; ama bundan anlaşılması gereken, Tanilli’nin göstermek istediği gibi, burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının sözde halk oylamasıyla ve her seferinde, “halk adına” halkı baskı altında tutmak üzere, “genel oy”a başvurması; halkı figüran olarak kullanarak, kapitalistlerin çıkarlarını sürdürmesi değildir. Tanilli, genel oy ve halk egemenliği üzerine sözler etmekte, ancak devrimci demokrasinin ruhunu oluşturan bütün temsili kurumların seçimle oluşturulup, tüm toplum hizmetlilerinin işçi ücreti karşılığı çalışmasını ve istendiği zaman, “yönetme görevi”ni kendilerine verenler tarafından herhangi bir bürokratik barikatla karşılaşmaksızın görevden alınmasını, düzenli ordu ve bürokrasinin lağvedilip, halkın genel silahlandırılmasıyla asalak bir kurumlaşmanın önlenmesini; bütün gereksinmelerin karşılanmasının ötesinde, toplumsal artı-değerin toplumun ortak hizmetlerinin daha iyi görülmesi ve ihtiyacı olanların ihtiyaçlarının karşılanması için yedek fon olarak değerlendirilmesini; böyle bir “siyasal kurumlaşma”nın, tüm toplumsal üretim araçlarının kolektif-toplumsal mülkiyetine dayanan iktisadi gelişme üzerinde, herkesten yeteneğine ve herkese ihtiyacına göre ilkesinin geçerliliğini sürdüreceği; kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkların ortadan kalkacağı bir gelişme aşamasında “devlet” ve onun bir biçimi olarak “demokrasinin gereksizleşeceği üzerine düşüncelere”girmiyor”!
Marx ve Engels, siyasi iktidarın, “bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı örgütlü gücünden başka bir şey” olmadığını söylüyorlardı. Engels, “Gerçekte” diyordu, “devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından ezilmesi için bir cihazdan başka bir şey değildir, gerçekten de bu husus demokratik cumhuriyette, monarşide olduğundan daha az geçerli değildir; … ” (Fransa’da İç Savaş’a önsöz)
Burjuva demokratik devlete Marx ve Engels’in “taraftar” gösterilmeleri, düşünce ve amaçlarının saptırılmasına hizmet eden bir anlayışın ürünüdür. Burjuva propagandasının “kuvvetler ayrılığıyla burjuva demokrasisini “en iyi ve en demokratik siyasal sistem” olarak reklâm etmesi anlaşılır bir durumdur. Tanilli, liberal reformist görüşlerini, ‘Marksist görüş açısı’ iddiasıyla izaha çalışırken burjuva devletinin gerçek yürütme gücünün parlamento ve yasama-yürütme organları olduğu yönündeki burjuva liberal görüşü yinelemekte; bürokratik askeri gücün, polis ve ordu kuvvetlerinin, bütün bu kurumlarla toplumu bir ağ gibi saran burjuva aygıtın aklanması, savunularak benimsetilmesi fikri ve çabasına destek vermektedir. Burjuva demokrasisi ve siyasal iktidar hakkında fikir sahibi herkes biliyor ki, temsili kurumlar burjuva devlet örgütlenmesinde biçimsel bir işlev görürler ve devlet işleri esas olarak karargâh odalarında, kulislerde görüşülüp kararlaştırılarak işler kotarılır. Burjuva devlet örgütlenmesi altında toplumsal yapının düzenlenmesinde, yasama ve yürütmenin işlevi burjuvazinin dönemsel ve uzun erimli çıkarları tarafından belirlenir; düzenleme ve “düzen”in sürdürülmesinde, ordu, polis ve sair yürütücü bürokratik kurumlar esasa ilişkin rol oynarlar. Parlamentolar ise, görünüşü kurtarma, uygulamalara yasal meşruluk sağlayarak işe demokratik bir görünüm verme işleviyle yükümlüdürler. Burjuva yargı kurumunun üretim ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmadığını ve burjuva sınıfın çıkarları tarafından yönlendirildiğini Tanilli de bilmektedir. Sermaye, özellikle de tekelci sermayenin çıkarları yargı sisteminin genel çerçevesinin çizilmesini sağlar ve hukuksal ilişkileri biçimsel eşitlikçi hale getirir. Mali sermaye ve mali oligarşi tekelinin sınırsız egemenliği koşullarında bu “demokrasi” daha da darlaşmış, başta üretim olmak üzere tüm süreçlerin esnekleştirilmesi hukuk alanını da kapsamış ve biçimsel eşitlikten geriye pek az şey kalmıştır. Kuvvetler ayrılığı, burjuva demokrasisinin muhtevası bakımından şekli bir oluşum olmakla birlikte,”en demokratik” işleyişe sahip ülkelerde dahi, tekellerin çıkarlarının korunmasını esas alır; özü ve esası budur.
İddialarını “Marksist saflardan biri” görünümünde sıralayan Tanilli ise, burjuva liberalizmi ve demokratizmini övmeyi ihmal etmiyor; sosyal demokratlara güvenmemizi salık veriyor; onların “demokrasi için önemi”nin “hiçbir zaman göz ardı edilmemesi”ni istiyor. Buna gösterdiği gerekçe şudur: “Demokrasi günümüzde dünya çapında bir meşruluk içinde. Tek partili otoriter komünist sistemin yenilgisi pek açık; ancak kapitalizmin ve liberal demokrasinin dünya çapındaki zaferine bakıp tarihin kesinlikle sona erdiğini söylemek de doğru değil. Her ikisinin de varlığı, en azından işleri düzgün giden bir piyasaya bağlı.
Ne olursa olsun, bütün sanayi toplumlarının demokratiklik iddiası, bugün en azından bir bölümüyle yerindedir. Çoğunda az çok düzgün seçimler, yarışma içinde bir partiler düzeni, yürütmeden ve yasamadan bağımsız bir yargı sistemi, sendikalar ve kolektif iş uzlaşmaları, çok şey anlatıyor. Hemen hepsinde, -araçlarının mülkiyetinde dev bir temerküz yaşansa da- medyanın özgürlüğü de göze çarpıyor.
Bunlara denecek yoktur.” (87)
Prof. Tanilli’nin “bunlara denecek” sözü olmayabilir; hakkıdır! Ama allayıp pulladığı tekelci burjuva demokrasisine, “denecek” bir şeyi, bir itirazı yoksa “bilim insanı” olarak da konuşan ve yazan Tanilli, “meşruluk”tan ne anlıyor? Örneğin bu “demokrasi”, işçi ve emekçiler için de meşru mudur? “Günümüzde dünya çapında meşruluk içinde” saydığı kimler, hangi sınıf ya da sınıflar için demokrasidir? Sistemin egemen ve yönetici sınıfları ve onların ideologları, onun tüm kesimler ve bütün sınıflar için eşit haklar sağladığı ve onlar tarafından benimsendiği üzerine vaazlarda bulunsalar da, bu demokrasinin burjuvazi için demokrasi ve fakat işçi ve emekçiler için baskı ve diktatörlük olduğunu, yalnızca en gerici ve faşist hükümetlerin uygulamaları değil; burjuva parti ve kurumlarıyla “en demokratik olan” devletlerin benimseyip uygulamaktan kaçınmadıkları baskı ve yasaklar zinciri de ortaya koyuyor. Peki eğer böyleyse; yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirlerinden ayrı ve bağımsız oldukları üzerine burjuva demagojisini emekçilere “doğrulama” çabasına girişmek nasıl bir “demokratlık” ve hele de “Marksistlik”tir? Tanilli, nasıl oluyor da, ekonomiyle politika, altyapıyla üstyapı; bütün bunların kültür ve egemen düşüncelerle ilişkilerini bilen bir “bilimci” ve devlet üzerine kitaplar yazmış bir “ders hocası” olarak, burjuva propagandasının yat-kalk tekrarlamaktan bıkmadığı bu vaazı yerinde görerek, olumlayabiliyor?
Her seferinde, emekçilerin kapitalist parti fraksiyonlarından hangileri tarafından yönetileceği ve baskı altına alınarak sömürü sisteminin sürdürüleceğine karar vermeyi olanaklı kılan genel oy ve burjuva seçim sisteminin varlığı ve işleyişi; burjuva kurumlar, faşist diktatörler ve diktatörlükler tarafından lağvedilmedi diye, burjuva demokrasisini allayıp pullamak Marksistlerin işi değildir. Onu görev edinenler, halk kitlelerinin mevcut sömürü sistemine bağlı kalması için çaba gösteren burjuvazinin çeşitli fraksiyonları ve özellikle de, Tanilli tarafından güvenilmesi istenen sosyal demokratlardır. O sosyal demokratlar ki, faşist hareketin ve diktatörlüklerin işçi ve emekçi hareketini tehdit ettiği ve siyasal gericiliğin tekellerin çıkarları yönünde yoğunlaştığı ülkelerde, proletarya partilerinin antifaşist mücadele cephesi çağrılarını, hemen her defasında reddetmişler; buna karşı, siyasal gericiliğin yoğunlaştırılmasının aracı olarak sermayenin çıkarları yönünde, onun “dar günlerinde göreve koşmuşlar; emekçiler arasında bozguncu faaliyet yürütmekten öte, emekçilere karşı politikaların bizzat uygulayıcısı olarak hareket etmekten geri durmamışlar ve bu işlevlerini bugün daha da gericileşerek sürdürmektedirler. Tanilli’nin “hakkını teslim etmek” gerekir; o, burjuva demokrasisi üzerine övgülerine aykırı görüşler de ortaya koyuyor; örneğin Amerikan siyasal sisteminin ‘tam bir demokrasi’ olarak gösterilmek istenmesine karşın, devleti en zenginlerin en zenginler için yönettiğini belirterek, “böyle bir düzende yurttaşların özgür oldukları söylenebilir mi?” diye soruyor.
Ama burjuva demokrasisini onca allayıp, sosyal demokratlara güven telkininde bulunduktan sonra, yurttaşların özgür olmayabileceği üzerine sorular sormak, kişiyi, özellikle de o bir yazar ve “bilimci” ise, “suçlu olmak”tan kurtarmaz.
Tanilli, kapitalistlerin işlerini görmekle görevli “komite”den, ulusal gelirin “adil biçimde dağılışını sağlama”, “toplumu derinden derine değiştirme”, -bu değiştirme nasıl ve hangi yöne olacak sorusunu açıkta
bırakarak-, “toplumları ve dünyayı daha insanca kılma”yı beklemektedir. Profesör Tanilli, “yeni liberalizmi”, “demokrasinin ve demokratik burjuva devletinin bu rolünü görememek”le eleştirir. (21) Böylece “hoca” Tanilli, “piyasa demokrasisi” anlayışını eleştirirken yarı yolda çelişkiye düşer, ancak dünya ve toplum kavrayışı ve anlayışından kaynaklı engellere takılır, burjuva diktatörlüğünün bütün düzenlemelerinin tekelci kapitalizmin “yağmacı güçleri” lehine, onlar adına ve onlar için olduğunu; böyle bir yükümlülükle işleyen bir makine-aygıtın “adil bir dağılış” ve “demokrasiyle bir arada varolamayacağı gerçeğine göz yumar ya da önemsemez.
“Buradan kalkarak diyeceğiz ki” diye devam ediyor Tanilli; “bütün küreselleşme şarkılarına karşın, ulus devlet gerçeği sona ermediği gibi, birey ve halk yararına XX. yüzyıl boyunca kazanılmış hak ve özgürlük mevzilerine en iyi göz-kulak olacak olan, yine de ulus-devlettir. Demokratik kuramın bir görevi, onu bir yana atmak değil, tersine git gide demokratikleştirmektir. Aslında, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda olan da budur. Gitgide demokratikleşen devlet, demokrasinin derinleştirilmesinde daha olumlu bir rol oynayacaktır.” (22)
Yukarıda belirtildi, kuşkusuz işçi sınıfı ve partileri, burjuva devletinin “burjuva demokratik”, faşist vd. biçimleri karşısında hayırhah bir tutum içinde olamazlar; ‘hangisi olursa olsun’ türünden sekter politik tutumu benimsemezler ve “devletin demokratikleşmesi” mücadelesini, devrimci mücadelenin yan ürünü ve reformlar sorunu olarak, burjuvazinin sınıf iktidarının sosyal-ekonomik dayanaklarıyla birlikte tasfiye mücadelesiyle bir arada değerlendirirler. Tanilli ise, demokrasi mücadelesini, ya da “git gide demokratikleşme”yi, burjuva “ulusal” devlete havale eder, bu devletin “hak ve özgürlüklere göz kulak olacağını vaaz eder. Burjuva devletin, bir azınlık için demokrasiyi ifade etse bile, toplumun geniş emekçi kesimleri için sermayenin çıkarlarına işleyen bir baskı aygıtı-makinası olduğu “es” geçilmeyecekse, bu aygıtın demokratikleşmesi için yürütülen mücadelenin, onu “bir yana atma”dan da öte, bu demir cendereyi kırıp tümüyle tasfiye etmeyi temel bir hedef olarak belirlemesi ve öngörmesi zorunludur ve sorunu devrimci bir konumdan irdeleyen kişi, bu konuda karmaşa görüşlerden uzak durmalıdır.
Tanilli, burjuva devleti ve onun bir biçiminden başka bir şey olmayan burjuva demokrasisini savunarak şöyle devam ediyor: “Ayrıca demokrasi, tutunabildiği yerlerde düşmanlarınca alt edilmesini önlemek için, kendi değerlerini de saydırmak zorundadır; onun, şu ya da bu düşüncenin iktidara taşınmasında sıradan bir araç olmadığını, insanların insanca yaşayacakları bir dünyanın hem yaratılmasında hem de sürdürülmesinde bir öğe olduğunu adım başında hatırlatması gerekir. Bunun için de bir yerde ‘militan’ olmalıdır. Başta ırkçılığa ve her tür ayrımcılığa karşı olmak üzere, ondan hoşgörülü olmasını bekleyemeyiz. İnsan soyunun özellikle XX. yüzyılda edindiği deneyimler, onu bu yolda -ister istemez- daha dikkatli olmaya götürecektir. Geçmişindeki büyük hümanist gelenek onu, her zaman ‘insansal’ olandan yana tavır takınmaya zorluyor. Böylece, her toplumda -vazgeçilmez- bağlaşıkları olan, ilerici ve demokrat güçlerle beraber, ezilenin, horlananın, kadın ve çocuk haklarının, doğanın, bu arada hayvan haklarının yanında olacaktır. Jules Michelet’nin bir yüzyıldan fazla bir zaman önce söylediği şu sözler hep hatırlanmalıdır: ‘Hayvan haklarının tanınıp korunmadığı bir toplumda, demokrasi olamaz’. Demokrasi, toplumun ve doğanın nimetleri kadar güzelliklerini de adilce bölüşme düzenidir.” (22)
Tarif edilen “güzellikler düzeni” kapitalist dünyanın “düzeni” değil midir? Prof. Tanilli bu “düzen”in demokrasisinden “ırkçılığa ve her tür ayrımcılığa karşı” edimler ve gerçek yaptırımlar beklemektedir. Ama bu, sermaye sistemi ve onun siyasal kurumlarına taraflılıklarını, ayrıcalıklarını ve bunlar olmazsa, olmazlıklarını unutturmak gibi bir şey olur. “Onu, her zaman ‘insansal’ olandan yana tavır takınmaya” kendiliğinden götüren ve götürecek olan bir hümanizm var mıdır ki, ya da insanı ve insansal olanı bunca aşağılayıp metalaştıran “o” değil mi ki, Tanilli, “o”na böylesi güzellikler “reva görüyor”? Burjuva demokrasisi biçimindeki burjuva devleti de dâhil olmak üzere, burjuvazinin tüm siyasal sistemi, bırakalım “insanların insanca yaşayacakları bir dünyanın yaratılması”nın öğesi olmayı, tamamen bu amaç için mücadele eden işçi sınıfına karşı katı ve düşmanca politikalar izlemiyor da, onunla birlikte kurtuluş için mi çalışıyor?

* * *
Tanilli’den daha bir dizi alıntı yaparak, kendisinin ve görüşlerini aktardığı benzeri liberal burjuva demokratlarının iddialarına yer vererek sorunu uzatmak mümkündür. Ancak buraya kadarı bile, onun “Marksizm üzerine yeni düşünceler” alt başlıklı kitabının ne tür bir kurgu ve suçlamalar manzumesi olduğunu göstermeye yeterlidir. Tanilli Marksist değildir, ancak burjuva liberal görüşlerini Marksist görüşlerle sarmalayıp eklektik biçimde ve “Marksist olma” iddiasıyla “sol piyasa”ya sürebilmekte; dahası “piyasacı sol”un ilgisini çekebilmektedir. Bütün diğer söylenecekler bir yana, Tanilli’nin Marksizm üzerine düşünceleri, özellikle de “eleştirileri” isabetsiz, yüzeysel, mekanik ve bilimsel irdeleme yöntemini gereksinmez bir “el yordamı”nı akla getirir özelliktedir. İçerikleri bakımından hiçbiri “yeni” değildir; temel özellikleriyle basit tekrarlardır ve dayanakları gösterilemez türdendirler.

Dipnotlar:
(1)    Kapitalist ekonomik sistemin temel özelliklerinin en belirgin biçimde ilk kez ortaya çıktığı İngiltere’de işgücü değişimi yıllara göre özetle şöyledir: 1900 yılında toplam çalışan işgücü 18,020 milyon iken; tarım ormancılık ve balıkçılık alanında 2,420 milyon, imalat sanayinde 5,990 milyon; madencilik-kum-taş çıkarma 1,020 milyon; inşaatta 1,090 milyon; gaz-elektrikte 100 bin; taşımacılık ve iletişimde 1,450 milyon; dağıtım ticaret 1,990 milyon; diğer hizmetler 3,590 milyon; kamu yönetimi ve savunma 880 bin. 1950 yılı itibariyle toplam çalışan nüfus ise, 23,257 milyon. Bunun, 806 bini tarım, ormancılık ve balıkçılık; 357 bini madencilik, taş çıkarma ve kumculuk; 8,520 milyonu imalat sanayi; 1,325 milyonu inşaat, 360 bini gaz, elektrik ve su işleri; taşımacılık ve iletişimde 1,769 milyon; dağıtım ve ticaret 2,130 milyon; diğer hizmetler alanında 3,573 milyon, kamu yönetimi ve savunma 1,402 milyon; serbest meslek alanında 1,802 milyon kişi istihdam ediliyordu. Bu durum, 1995’te şöyle değişmişti: Toplam çalışan işgücü 25,097 milyon. Madencilik, kum-taş çıkarma alanında 352 bin; imalat sanayi 3,863 milyon; inşaat alanında 823 bin; gaz elektrik ve suda 226 bin; taşımacılık ve iletişim alanında 1,299 milyon, dağıtım, ticaret 3,586 milyon; diğer hizmetler alanında 9,819 milyon; kamu yönetimi ve savunma alanında 1,313 milyon ve serbest mesleklerde 3,252 milyon kişi çalışıyordu.
Fransa’da 1990 itibariyle toplam çalışan 22,322 milyon; işsiz 2,228 milyon; işçi 7,182 milyon (4,120 milyon kalifiye, 3,062 milyon kalifiye olmayan); memur 6,806 milyon iken, 2000 yılı itibariyle toplam çalışan 23,759 milyon; işçi 7,224 bin (4,462 milyon kalifiye, 2,762 milyon kalifiye olmayan); işsiz 2,285 bin; memur 7,759 bin kişi.
Almanya’da toplam çalışabilecek nüfus, 1980 yılında 27,640 milyon, 1990 yılında 31,305 milyon ve iki Almanya’nın birleşmesinin ardından 1991’de 40,088 milyon, 2000 yılında 40,326 milyona çıkmıştır. 1980 yılında 11,640 milyon kişi işçi olarak çalışırken 9,350 milyon emekçi hizmet işkolunda, 1,665 milyon emekçi parça başı iş alarak çalışıyordu. 1990 yılında 11,301 milyon işçi, 11,067 milyon hizmet işkolu emekçisi, 2,396 milyon parça başı çalışan bulunuyordu. 2000 yılında ise, 9,775 milyon işçi, 13,058 milyon hizmet işkolunda ve 3,304 milyon parça başı çalışan işçi bulunuyordu. İşsiz sayısı ise, 1980 yılında 889 bin (% 3,8), 1990 yılında 1,883 milyon (% 7,2), iki Almanya’nın birleşmesinin ardından ise, 1991 yılında 2,602 milyon (% 7,3), 2000 yılında 3,889 milyon (% 10,7). Almanya’da bu işsizlerin yanı sıra devlet yetkilileri “sessiz yedekler” diye adlandırdıkları işsizlerden söz etmekteler. Bunların sayısı, Federal Çalışma Dairesi tarafından 2000 yılında 2,900 milyon olarak veriliyordu. Bu anlamda gerçek işsizlik rakamı 6,789 milyon idi. Doğru bir kıyaslamanın, işçi, işsiz, parça-başı çalışan ve ulaşım sektörü işçilerinin toplamı üzerinden yapılabileceği açıktır.

Çürüyene yeni vitrin: Negri’nin “İmparatorluk”u

Bir yıla yakın bir süredir, üzerine birçok ülkeden çok sayıda entelektüelin değerlendirme yazıları yazıp, neredeyse hepsinin “göklere çıkardığı”, Antonio Negri’nin Michael Hardt’la birlikte yazdığı, “emperyalizmin son aşaması”na işaret eden “İmparatorluk” kitabı Türkiye’de de yayınlandı. John Kraniaskas’ın deyişiyle “…yakın zamana dek Anglo-amerikan özgürlükçü Marksist düşüncenin kıyısında kalmış bir entelektüel olan İtalyan siyaset bilimcisi ve eleştirmen Antonio Negri”nin söz konusu kitabı “büyüleyici bir uğraş”, “müthiş bir entelektüel derinlik”, “dayanılmaz, put kırıcı… Hatta çığır açıcı…” olarak tanıtıldı. Onu “yeni binyılın ilk müthiş kuramsal sentezi” (Jameson); ya da “…çağımız için yazılmış yeni bir Komünist Manifesto” (Zizek) olarak tanıtanlar az değil.
Bu tür övgülerin yoğunluğu nedeniyle “İmparatorluk”, ambalajı sağlamca yapılmış, patenti Harward University Press’e ait ve pazarlama alanı hayli geniş oportünizmin “parlak cilalı” yeni binek otomobiline benziyor. Frederic Jameson ve Sloven Slavoj Zizek gibileri tarafından yere-göğe sığdırılamayan bu “müthiş eser”in, Troçkizmin ve bir tür Kautskizmin “küreselleşme” örtüsüyle “modernleştirilmiş” türevi olduğu görülüyor.
Bir dönemlerin terörist örgütü İtalyan Kızıl Tugaylar’la ilişkili olduğu iddiasıyla ‘başı derde giren’ Antonio Negri, Le Monde Diplomatique Gazetesi için Ocak 2001’de kaleme aldığı makalede, kitabına da ad olan “yeni sistem”i “uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıt” olarak tanımlıyor ve bu aygıta “biz ‘imparatorluk’ adını veriyoruz” diyor.
Negri, uluslararası alanda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini “yeni bir olgu” gibi gösterme yanlısıdır. “Emperyalizmden İmparatorluğa ve ulus-devletten küresel piyasanın politik düzenlenmesine, bu tanık olduğumuz şey, tarihsel materyalizm açısından bakılacak olursa, modern tarihteki nitel bir geçiştir” derken Hardt ve Negri özünde bir tür “ultra-emperyalist” yeni sistemden söz etmektedirler, (sf. 251) Onların iddia ve demagojik söylemlerinin daha iyi anlaşılması bakımından düşüncelerini ifade eden “çarpıcı” paragrafları aktarmakta yarar var. Le Monde Diplomatique için kaleme aldıkları makalede şöyle devam ediyorlar: “Dünya piyasası her zaman olduğu gibi egemenlik alametlerini, askeri, mali, iletişimsel kültürel ve dilsel iktidarı kendi çevresinde birleştiriyor. Nükleer silahlar da dâhil olmak üzere askeri iktidar bütün silahlı aygıtı elinde tutan tek bir otoritenin elinde; hegemonik bir paranın mevcudiyeti farklılıklara bölünmüş mali dünyayı kendi egemenliği altına alıyor; eldeki iletişim gücü tek bir kültürel modelin hatta uzun vadede tek bir evrensel dilin zaferiyle sonuçlanıyor. Bu uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıta biz “İmparatorluk” adını veriyoruz.”
Gene Negri ve Hardt, “İmparatorluk”un Türkçe basımı için ‘önsöz’de “Bu kitap” diyorlar, “karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: imparatorluk ve çokluk. Biz imparatorluk terimini çağdaş küresel düzeni adlandırmak için, emperyalizm terimine karşı kullandık.” Onlara göre, “imparatorluk” “artık bir dışarısının olmayışıyla tanımlanır” ve var olan her şeyi, tüm toplumsal alanı kapsar. Negri, kapitalist üretimin her zaman “bir dünya ekonomisi olarak işlediği” yönündeki devrimci Marksist analizlere karşı, kapitalist üretimin ve dünya piyasasının “…kökten yeni bir durum ve önemli bir tarihsel kayma olarak küreselleştiği” düşüncesindedir, (sf. 32–33) Bu “kayma”nın kapitalist emperyalizmi “nitel bir değişime götürdüğü”nü düşünen Negri, “küreselleşme süreçleri”nin “aynı zamanda tek bir ulus-üstü politik iktidar figürü tasarlama”yı olanaklı kıldığını söylemektedir.
“İmparatorluk”ta Negri’nin yaptığı başlıca iki şey var: Birinci olarak Negri, emperyalizmin nitelik değiştirip yeni bir aşamaya ulaştığını, emperyalizm, ulus devlet, sömürgecilik ve sömürge ilişkisinin son bulduğunu: hiçbir ülkede “ulus kaynaklı iktidar kalmadığı”nı, uluslararası alanda bunun yerini bütün ülkelerden bütün tekellerin en üst ve iri olanlarının temsilcilerinin oluşturdukları “kolektif sermaye hâkimiyeti”nin aldığını ileri sürüyor. Böylece O, iktidar mücadelesinde ezilenleri ve işçi sınıfını hedef belirleme sorumluluğundan “kurtarma”ya soyunuyor ve yine bununla ilişkili biçimde emperyalistler arası çelişkilerin “kolektif sermaye iktidarı” tarafından “soğurulduğu”nu ifade ve iddia ederek, kapitalist emperyalizmin özel ve “yeni bir aşaması”nı tarif ediyor. İkinci olarak Negri, proletaryanın değil, “çokluk”un devrimin gücü haline geldiğini iddia ediyor. Negri hayranlarının “müthiş bir çalışma” olarak göklere çıkardıkları “Imparatorluk”un bu iki temel savı dünya gerçeklerine uygun düşmüyor ve ayakları havada asılı ters korkuluklara benziyorlar.
Negri, dünyadaki büyük emperyalist ülkelerin (“hâkim kapitalist ulus devletler”) dünyadaki diğer devletler ve bölgeler üzerinde emperyalist tahakkümlerini sürdürdüklerini ve kapitalist uluslararasılaşmanın yeni bir aşama olmadığı yönündeki görüşlerin “doğru olmadığı” ve “yeni olgu”yu yeterince algılayamadığı “endişesi” içindedir. Bu görüşe karşı çıkarken, “Bir zamanlar tanık olduğumuz” demektedir, “birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır…” (sf. 33) diye yazmaktadır. Emperyalizmin son aşaması: “İmparatorluk” adlandırmasından başlayarak o, Kautskist ultra-emperyalizm teorisinin deforme edilip bozuşturulmuş yeni bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor. “Küresel iktidar”dan söz ederken ve emperyalizmin, ulus devletlerin ve sömürgelerin ortadan kalktığını ileri sürerken, uluslararası iktisadi hareketin gelişmesiyle bütün çelişkilerin üzerinden geçerek, sermayenin “uluslararası kolektif iktidarı”nı yarattığını iddia ediyor. Ama Negri ve Michael Hardt’ın, tezlerini kanıtlamak üzere ileri sürdükleri birçok olgu ve uluslararası gelişme, onların iddialarını boşa çıkaracak ilişki ve sonuçlara işaret ediyor. Berlin duvarının yıkılması, Körfez Savaşı ve Irak’a yeni Amerikan saldırısının kapıda olması, Kosova’ya emperyalist orduların çıkışı ve Yugoslavya’nın parçalanması, Almanya’nın ‘lebensraum’ politikasını yeniden diriltmesi, ordularını uluslararası kara ve deniz sahalarına sürme kararı alarak “barış değil müdahale ordusu haline geldiği”ni açıklaması; Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’da kızışan emperyalist devletlerarası rekabet ve bu bölgelerin büyük askeri yığınaklara sahne olması, Bush yönetiminde Pentagon’un 400 milyar dolarlık “savunma harcamaları” kararı alması ve Füze Savunma Sistemi projesiyle bütün kıtalardaki bütün ülkeleri tehdit sınırları içine alan bir savaş ve hegemonya stratejisi izlemesi; Rusya, Çin, Fransa ve Almanya’nın politik-askeri ve ekonomik işbirliklerini öngören ilişkilerinin yoğunluk kazanması; bütün bunlar, uluslararası iktisadi hareketin bir “kolektif iktidar” yarattığı ve “İmparatorluk”un “ne Amerikalı, ne Rus, ne de İngiliz olduğu” yönündeki o uhrevi bildirimi yalanlıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, ayakları yere değende, “havarilerin” güçlü haykırışlarına karşın dünyevi emperyalist güçlerin çatışmaları ve keskin rekabeti içinde paralanıp gidiyor. Negri’nin bildirimi ya da “çığır açıcı buluş”u, aksini iddia etmesine karşın, ilhamını Amerikan emperyalizminin elli yıllık dünya jandarmalığından; onun büyük askeri, ekonomik-mali gücü ve uluslararası alandaki etkisinden alıyor. Negri, hegemonik para tanımıyla doları, dil tarifiyle İngilizceyi, ülke olarak ABD’ni işaret ediyor, ama ardından onu “uluslar-üstü küresel ve top yekûn aygıt” olarak çelişkisiz birlik mertebesine çıkararak “sanal” bir gücü, sözüm ona hedef gösteriyor.
Negri, “Artık emperyalizm ve ulus devlet yok” diye buyuruyor, ama emperyalizm ABD başta olmak üzere Avrupa, Amerika ve Asya’nın başlıca emperyalist devletleri kimliğinde işçi sınıfına ve ezilen halklara yaşamı zindan etmeye devam ediyor. Emperyalist ordular Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkasya’da, “kıtalar ve uluslararası emperyalist hiyerarşi” biçiminde örgütlenmiş “kolektif imparatorluk”un uluslar ve kıtalar üstü amaçları için değil ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ya da Çin gibi ülkelerin emperyalist “bencil” hegemonyaları için bulunuyorlar.
Antonio Negri’nin eserinin en belirgin -ve ‘kötü’ özelliği-, uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde çelişkilerin daha keskin biçimler aldığı bir dönemde mali sermeye ve mali oligarşinin uluslararası etkisinden yola çıkarak çelişkisiz bir “kolektif sermaye egemenliği” resmi çizmesi ve işçi sınıfının da eski özeliğini yitirdiğini ilan etmesidir. “İmparatorluk”ta Negri, “ulusal devletin sınırlarından taşan” dünya kapitalist pazarının oluşumu ve mali sermayenin hâkim güç olarak faaliyetinden çıkardığı sonuçlarla “küreselleşme” teorisinin diğer vaizleriyle aynı noktada birleşiyor. “Gene de” diyor Negri, “bu ’emperyal’ egemenlik biçimiyle yüzyıllardır emperyalizm dediğimiz şeyi birbirinden ayırmak gerek.” Emperyalizm bize ulus-devletin sınırlarından taştığını, çoğu kez modernleşme perdesi arkasında kapitalist uygarlığın Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler oluşturduğunu; ayrıca güçlü ulusların güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlığa başvurduğunu söylüyordu. “Şimdiki ’emperyal’ evredeyse artık emperyalizm yok, ya da varlığını sürdürse bile bu, İmparatorluk değer ve güçlerinin dolaşımına yönelen bir geçiş olgusundan ibaret.” “Artık emperyalizm yok” diye haykıran Negri ve Hardt, “Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler”; ya da “güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlık” tüm şiddetiyle devam etmesine, Amerikan emperyalizmi Afganistan’da, Ortadoğu ve Orta Asya’da; Körfez Bölgesi ve Hazar Havzasında petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla iletim hatlarını kontrol etmek üzere saldırgan politika izlemesine, Irak’ı teslim alma amaçlı ambargo yüz binlerce çocuk ve yaşlının ölümüne yol açmasına karşın, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yoğunlaştırılan saldırı politikalarını emperyalist karakterde görmeyebiliyorlar ve pazarların güce bağlı paylaşımı için süren kavgayla ilgili değiller. Dünyanın çelişkisiz “global bir köy” haline geldiğini söyleyen “Küreselleşme” teorisyenleri gibi Negri ve Hardt da sermaye ve meta ihracının uluslararası pazardaki akışına bakarak “sınırsız bir emperyal birlik”in (“İmparatorluk”) oluştuğunu vaaz ediyorlar. Oysa sermayenin uluslararası hareketiyle dünya pazarının oluşumu yeni olmadığı gibi bundan söz edenler de az değildir. Diğerleri bir yana Marks ve Lenin’in eserlerinde bu gelişmeye çok belirgin bir biçimde işaret edilmiştir. Marks daha Komünist Manifesto’da “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesinin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dört bir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” diye yazarken, bu yönlü gelişmenin kaçınılmazlığına işaret ediyordu. Kuşkusuz uluslararası tekeller o zaman henüz oluşmamıştı, ama sermaye hareketi bu yöndeydi. Tekellerin ortaya çıkışıyla bu gelişme sıçramak bir hal aldı.
Emperyalizmin tek tek ülkelerin ekonomilerini, uluslararası kapitalist sistemin parçaları olarak varlıklarına son vermeksizin ve ulus devletlerin varlığını yadsımaksızın, -sınırların varlığı; gümrükler vb. nedenlerle bazı zorluklar doğurmakla birlikte sermaye hareketini engelleyemez-, bir tek uluslararası ekonomik zincirin halkaları haline getirmesi; temelleri 19. yüzyılın son çeyreğinde atılmış bir gelişmenin devam eden süreci olarak bugün de söz konusudur. Tekellerin ortaya çıkmaları ve meta üretimi ve ihracının sermaye ihracı tarafından yedeklenmesiyle bu sıçramak bir durum aldı. Mali sermaye egemenliği uluslararası alanda yoğunlaşma ve merkezileşmeyle hız kazandı. Tekeller arası birleşme ve büyüklerin küçükleri yutmasıyla büyük uluslararası konsorsiyumların oluştu, tekelci sermaye ihracı ve onunla birlikte meta üretiminin bir tek ülke pazarında üretim sınırlarını aşarak birçok ülkede birden -birçok durumda bir tek kullanım aracının değişik parçalarının farklı bölge, ülke ve işyerlerinde imal edilerek tekelin uygun bulduğu yada onun için daha az maliyete imkan tanıyan bir alanda montajı ve pazara sürümü- yapılmasına geçildi. Bilim ve teknik ilerledi, makinenin teknik yenilenmesi ve iletişim-ulaşım alanında uluslararası hareketin olanakları muazzam genişledi. Bütün bunlar, büyük tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin etki alanlarının genişlemesini olanaklı hale getirmiştir. Ancak bu olanaklara sahip olan; tek bir tekel ya da tek bir ülkenin tekelleri, büyük bir emperyalist ülke ya da her şeye hâkim bir üst tekelci “emperyal” birlik değildir. Aralarında güç, olanak ve pazar hâkimiyeti alanlarının genişliği bakımından farklılıklar olmasına ve bu farklılıklar daha güçlüler lehine bir etki olanağı sağlamalarına karşın; bu gelişme, güç ve etki sahibi tekel ve ülkelerin çatışmalarının koşullarını da sürekli oluşturmakta ve olgunlaştırmaktadır.
Emperyalist ekonomik gelişme emperyalizmin politikalarını da belirlemekte, etki alanları mücadelesi kuvvet ve güç araçlarıyla sürdürülmektedir. “Egemenlik için çalışan büyük güçler arasındaki rekabet” daha da kızışmış ve sertleşmiştir. Rakipleri zayıflatma ve etkinlik alanlarını sınırlama herhangi diğer bir emperyalist gücün egemenlik alanını genişletmesi ve sürdürmesi için kaçınılmaz olurken, bu çelişki ve çatışmaları gündeme getiren bir işlev görmekte ve “imparatorluk” oluşumunu olanaksız kılmaktadır. Negri’nin “İmparatorluk”u ise kapitalizmin çelişkilerini açığı çıkarma yerine temel önemde olanlarının bir bölümünü göz ardı etme ve diğer bir bölümünü de “yumuşatma”ya çalışarak Kautsky’nin “ultra-emperyalizm”iyle birleşiyor. “Salt ekonomik bakış açısıyla” diye yazar Kautsky, “kapitalizmin, kartel politikasının dış politikaya taşındığı yeni bir evreye, ultra-emperyalizm evresine ulaşması olanaksız değildir.” (aktaran Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 124)
Yani süper-emperyalizm evresi, dünyanın bütün emperyalistlerinin kendi aralarındaki mücadeleye son vererek birleştikleri, kapitalizm koşulları altında savaşların son bulacağı bir evre; “dünyanın, uluslararası boyutlarda birleşmiş mali sermaye tarafından hep birlikte sömürülmesi” evresi. (…) “Salt ekonomik açıdan” bir “ultra-emperyalizm” olanaklı mıdır, yoksa bu bir ultra-saçmalık mıdır?
“Salt ekonomik bakış açısından, “salt” bir soyutlama anlaşılıyorsa, bu konuda söylenebilecek her şey şu teze çıkar: Gelişme, tekellere doğru ilerlemektedir, yani tek bir dünya tekeline, tek bir dünya tröstüne. Bundan kuşku yoktur, ama bu, tıpkı “gelişme” besin maddelerinin laboratuarlarda üretilmesine “doğru ilerliyor” açıklaması gibi anlamsızdır. Bu bakımdan, bir “ultra-tarım teorisi” ne kadar saçma olacaksa, ultra-emperyalizm “teorisi” de o kadar saçmadır.”
“Buna karşılık, mali sermaye çağının “salt ekonomik” koşullarından, 20. yüzyılın başlarına denk gelen, tarihsel açıdan somut bir çağ olarak söz edildiğinde, “ultra-emperyalizm”e ilişkin cansız soyutlamalara (bunlar, dikkati var olan çelişkilerin derinliğinden saptırmak gibi en gerici amaçtan başka bir şeye hizmet etmezler) verilecek en iyi yanıt, bunların karşısına modern dünya ekonomisinin somut ekonomik gerçekliklerini koymaktır. Kautsky’nin ultra-emperyalizm üzerine boş konuşmaları, başka şeylerin yanı sıra, emperyalizm savunucularının değirmenine su taşıyan, yanlış bir düşüncem, malî sermaye egemenliğinin dünya ekonomisindeki eşitsizlik ve çelişkileri azalttığı düşüncesini beslemektedir. Oysa gerçekte mali sermaye, bu eşitsizlik ve çelişkileri artırır.” (age, sf. 124–125)
“İmparatorluk”ta Negri, Kautsky’nin 20. yüzyılın başında iktisadi hareketin ultra-emperyalist bir üst aşamaya evrildiği iddiasını yinelemekten -bazı yeni olguları tezlerini güçlendirmek için kullandığı eklenmeli- öte bir şey yapmıyor. O, gerçi devrimden söz etmekten geri kalmıyor; ancak Lenin’in Kautsky’i emperyalistler arası çelişkiyi ve kapitalist rekabeti görmezden gelip reddederek devrimin olanaklarını yadsıma ve devrimi bilinmez bir “sonra”lığa erteleme yönündeki eleştirisi, Negri için daha fazla geçerlidir.
“Uluslararası küresel iktidar” ya da “sermayenin kolektif iktidarı” tanımlamaları, uluslararası gelişmeleri emperyalizm ve mali sermaye yararına yoruma tabi tutarken, bir yandan sermaye ve tekeller arası çelişkilerin sistemi tahrip edici ve yıkıcı sınıf güçlerinin savaş ve zafer olanaklarını genişletici özelliğini reddediyor; diğer yandan “herhangi bir ulusla doğrudan doğruya bağlantılandırılamayacak çokluk” tarifiyle, devrimci sınıf olarak proletaryanın rolünü ortadan kaldırıyor.
Antonio Negri’nin tezleri hem Kautskist ultra-emperyalist teorisini kopya etmekte hem de “küreselleşme”nin emperyalist kapitalizmi çelişkisiz bir yeni sistem haline getirdiğini iddia eden yeni dünya düzenci liberal ekonomist ve ‘analist’lerin tezleriyle birleşmektedir. “Küreselleşme” teorisyenlerinin tümü sermayenin uluslararası hareketinin bir dünya pazarı yaratmış olmasını, “çelişkisiz” dünya tariflerinin dayanağı olarak alıyorlardı. Dünyanın “global bir köye dönüştüğü”; sınıf mücadelelerinin, ideolojilerin, devrim ve savaşların “tarihe karıştığı”; “serbest piyasa ekonomisi”nin en gelişmişinden en yoksuluna bütün dünya ülkeleri ve bu ülkelerin insanları için “güven içinde, daha mutlu bir yaşamı olanaklı hale getirdiği”, bu “global teori”nin ana tezlerinden birini oluşturuyordu. Negri’de bunun adı “İmparatorluk” olarak veriliyor ve Negri’nin “İmparatorluk”u emperyalist değil ama emperyaldir! Negri ve Hardt, kitabın devamında “küresel devrim olanağı”ndan söz etmiş olmalarına karşın, emperyalistler arasındaki ve emperyalistlerle ezilen bağımlı ülke halkları arasındaki çelişkileri toptancı bir görüş açısından bir yana bırakarak devrimi de olanaksız duruma getiriyorlar. Marksist görüş açısından kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin tahlili, oysa, başka şeylerin yanı sıra, devrimin ve proletaryanın öncülüğünde kent ve kır yoksullarının devrimci zaferinin olanaklarını, emperyalistlerin ve sermaye gruplarının kapitalist pazara hakim olma hedefli rekabetlerinde de arar. Ama Negri ve Hardt “post-kolonyal ve post-emperyalist… tek bir iktidar fikri”nden söz edebilmektedirler. Onların “lmparatorluk”u bazen IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları kimliğine bürünür, kiminde ise tanımlanamaz ve belirsiz “ulus-üstü küresel güç” ‘sınırsızlığına yükselir. Negri’ye göre, IMF, Dünya Bankası, GATT vb. gibi uluslararası ve “Ulus-üstü korporasyonlar çeşitli piyasalar arasında emek gücünün doğrudan dağıtımını yapıyor, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyor; dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyor. Yatırımları seçen, finansman ve para manevralarını yöneten bu karmaşık aygıt dünya piyasasının yeni coğrafyasını, aslında dünyanın yeni biyo-politik yapılaşmasını belirtiyor.” (sf. 57)
“Küreselleşme” teorisyenleri, SSCB’nin dağılmasının da etkisiyle, dünyanın, siyasal ve toplumsal bakımdan, başlıca ideolojik karşıt kutupların ortadan kalkmasıyla, çelişmesiz ve durgun bir döneme; serbest piyasa ekonomisi kurallarının işlediği “barış içinde gelişme” ve “zenginliklerin herkes için kullanımı” dönemine girdiğini söylüyorlardı. Bu teorisyenlerin önemli bir kısmı şimdi “yanıldıkları”nı; dünyanın hızla yeni çatışmalara sürüklendiğini; yeni savaşların, sosyal patlama ve ayaklanmaların gündeme gelebileceğini söylüyorlar. Negri’nin “Imparatorluk”u bu bakımdan “şansız bir dönemde” vitrinlere konmuş durumda. Reklâmı için çok sayıda “tanınmış” entelektüel, siyaset felsefecisi ve teorisyen seferber olmasına karşın, böyle!
Emperyalizmin yerini “emperyal imparatorluğa bıraktığı” iddiasındaki Negri, “Dolayısıyla İmparatorluğa ulus-devlet adına savaş açmak, uluslar üstü düzenin gerçekliğinden, onun emperyal varlığından ve sınıfsal tabiatından tam olarak habersiz olunduğunu gösterir: Bu bir mistifikasyondur. Amerikalı kapitalistler kadar onların Avrupalı muadilleri de, Rusya’nın servetlerini yolsuzluğa borçlu zenginleri kadar Arap ülkelerinin, Asya ya da Afrika’nın çocuklarını Harvard’da okutup paralarını Wall Street’e yatıran zenginleri de ‘kolektif sermaye’ imparatorluğunda yer alırlar” demektedir. (Le Monde Diplomatique Ocak 2001)
Negri böyle olsun istiyor ama emperyalistler ona inat, emperyal politikalarını uygulamaya ve “dünya düzeni”ni bozmaya; “İmparatorluk”un oluşmasını zora sokan politik-askeri eylemlere baş vurmaya; kapitalist pazarı yeniden ve yeniden paylaşmak üzere “stok” yığmaya devam ediyorlar. Negri 11 Eylül sonrasında oluşan “ittifak”ın tezlerini doğruladığını düşünse de, ABD etrafındaki “birlik”, uluslararası ilişkilerde 11 Eylül 2001 “terörist saldırısı” sonrasında ortaya çıkan ‘manzara’nın yalnızca bir yanını -o da geçici olarak-, gösteriyor. Diğer yanda kıyasıya bir rekabet sürüyor. Diğer olgu ve örnekler bir yana, Bush’un “ulusa sesleniş” konuşmasında dile getirdiği emperyalist ve terörist politikaya Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da gösterilen tepki ve Çin ile Rusya’nın açıklamalardan öteye geçen tutumları, iddianın aksine, “uluslararası bir kolektif sermaye imparatorluğu”nun kurulamadığını göstermektedir. AB’nin uluslararası ilişkilerden sorumlu komisyon başkanı İngiliz Chris Patten’in, Bush’un konuşmasına atıfta bulunarak, Amerikan yöneticilerini “dünyaya karşı tehlikeli bir mutlakıyet ve basitlik sergilemekle suçlaması ve “Guliver bu işi tek başına yapamaz. Biz de bu konuda hiçbir söz söylemeyecek kadar Liliputlu değiliz” diyerek Pentagon’un askeri politikalarına sessizce boyun eğmeyeceklerini belirtmesi, bir “kolektif iktidar”a değil, çıkar dalaşına işaret ediyor. AB üyesi ülkelerin yöneticileri arasında “ABD onaylı politika”yı izleme zorunluluğu olmadığı düşüncesi daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Fransız Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine’nin “sert” eleştirileri ve Almanya’nın Afganistan’da Amerikan savaş karargahı emrinde ‘komutanlık yapma’yı “nazikçe” reddetmesi, çelişki ve farklı çıkarlar tarafından belirlenen politikaların ürünüdür. Rusya ve Çin ise, sınırlarına dek askeri kuvvetlerini “konuşlandırmakta olan” ABD’nin Asya’ya yerleşme ve petrol ve doğalgaz bölgelerini “askeri güvenliğe alma” politikalarını sınırlama ve etkisiz kılma amacıyla Hindistan’ı da aralarına alarak “üçlü ittifak” yönünde somut adımlar attılar. Rusya ve Hindistan arasında imzalanan anlaşmayla Hindistan’a stratejik bombardıman uçakları ve tanklar vermeyi taahhüt etmiş durumda.
Bu somut olaylar, “Askeri, siyasal ve kültürel egemenliğin İmpatorluk’un merkezi güçlerine devri”ni değil, aksine bu egemenliğin ele geçirilmesi için kıyasıya bir rekabet ve kavganın başlıca emperyalist ülkeler arasında sürdüğünü gösteriyor. Emperyalist ülkeler ve devletler arasındaki ilişkilerde görülen gerginlik ve başlıca büyüklerinin oluşturdukları farklı ittifaklar, farklı çıkarların daha sık dile getirilmesi ve giderek artan sertlik tonu, emperyalist büyük devletler bakımından çatışma ve savaş nedenlerinin var olmaya devam ettiğini göstermektedir. Kuşkusuz bunlar, iktisadı hareketin uluslararası gelişmesi ve onun bugünkü düzeyinden bağımsız ve salt politik-askeri karakterde ilişkiler ve gelişmeler değildir. Negri, “İmparatorluk Amerikalı değil” diyor, ama bugün dünya halklarının gördükleri, Amerikan emperyalizminin dünyanın her tarafına “konuşlandırdığı” kara, deniz ve hava saldırı kuvvetleriyle bir dünya gücü olarak sömürgeciliği ve hâkimiyeti dayattığıdır. 11 Eylül sonrası geliştirilen terörist hâkimiyet stratejisi dahi tek başına Negri ve yeni dünya düzeni teorisyenlerinin tezlerini yerle bir etmektedir.
Negri ve “küreselleşme”ci teorisyenler, kapitalizmin 20. yüzyıl devrimleriyle aldığı yaraları, sosyalizme karşı sürdürülen mücadelenin zaferiyle tamir ettiğini ve bilimsel teknik buluşların sağladığı olanakların kullanılmasıyla yüksek teknolojik temel üzerinde ‘kendini yenileme olanağı yakaladığı’nı bağırarak uluslararası denetim mekanizmaları oluşturduğunu, tahkim gibi uluslararası anlaşmalarla gidişatı değiştirdiğini söylüyorlar.

NEGRİ’NİN “ÇOKLUK” TARİFİ VE SINIF MÜCADELESİNİN REDDİ
Negri, “Üretimin belli bir ülke toprağına bağlı olmaktan çıkışı, toplumsal akışkanlık ve esneklikle birlikte gerçekleşmesi, aynı zamanda iktidarın piramitsel yapısını ve şirketlerin toplam denelim gücünü de artırır” diyor ve buradan işçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, rolü ve toplumsal yaşamdaki devrimci eylemine ilişkin “geçersizleştirici” sonuçlara varıyor! “Bu süreç” diye devam ediyor Negri, “uluslardan imparatorluğa geçiş, zenginliğin fabrikalarda üretilmesinin yerini şirketlere bırakması, çalışmanın yerini iletişimin alması, disiplinli hükümetlerin yerine denetim süreçlerinin yerleşmesi artık geri dönülmez bir özellik kazanmış görünüyor.” (agy)
Ona göre, “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor.” (sf. 77) “Endüstriyel işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etmiştir” ve proletarya artık “eski günlerinde değildir”; gerçi onun işi henüz tam olarak bitmemiştir ama “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesi proletarya kategorisi altında toplar”sak, ancak bir şeyler yapabilir!
Negri ve Hardt’ın “İmparatorluğu”nda devrimin devrimci sınıf öznesinin yeri, belirsiz bir “çokluk”un kozmopolit ve heterojen ‘tüm sınıfların dışındaki’ ve “sokaktaki” kesimlerinin oluşturduğu bir yığına veriliyor. Onlar kapitalist üretimin temel süreçleri ve ilişkilerini göz ardı ederek “zenginliğin”, onun kaynağı olarak artı-değerin fabrika ve işletmelerde değil, ama “şirketler”de yaratıldığını ileri sürüyorlar. Üretimin fabrika temelinin göz ardı edilmesi ve şirketler eliyle ve büro türü “işletmeler”de gerçekleştirildiğinin ileri sürülmesi ise proletaryanın üretim sürecindeki yaratıcı rolü ve yine üretim faaliyeti tarafından belirlenen örgütlenme ve mücadele olanağının reddi demektir. Negri, “sanayi üretimi ve toplumunun yerini bilgi üretimi ve bilgi toplumu aldı” diyen liberal burjuva iktisatçılarıyla emperyalizmin yeni tür ‘solcu’ teorisyenlerinin nakaratını biçimsel değişiklikle yineleyerek; “çalışmanın yerini iletişimin aldığı”nı iddia ediyor. Proletaryanın üretici eylemini, en gelişmiş olduğu ABD gibi ülkelerde dahi, tüm üretimin küçük bir bölümünü oluşturan iletişim sektörünün gerisine atan Negri, iletişim ve bilgi üretim alanlarında kullanılan her türden araç ve ileti nesnesinin masa başında tuşlara dokunmak da dahil insan eylemiyle, emek harcayan ve belli bir ücret karşılığı çalışan emekçinin kafa ve kol gücüyle yaratıldığını görmezden geliyor ve onun “Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür” sözünü tekrarlaması, teorisinin Troçkist ve liberal özünü değiştirmeye yetmiyor.
Bunun en önemli ve temel nedeni sermayenin genişleyen yeniden üretiminin tüm ülkeler ekonomisini uluslararası emperyalist ekonomi zincirine bağlaması ve bir dünya kapitalist pazarının oluşmasının günümüzde yüzyıl ya da elli yıl öncesiyle ölçülemeyecek bir özellik kazanmasıdır. Ancak bu hiçbir biçimde bir nitel değişime bütünüyle yepyeni özellikte ve imparatorluk olarak ifade edilebilecek çelişkisiz bir üst iktidar oluşumu anlamına gelmemektedir. Sermayenin bu türden uluslararası hareketi ve ucuz emek gücüne duyulan ihtiyaç, emek-gücü “ihracı”nı gerekli kılmakta; yasal ve yasadışı yollardan sınırlar aşan emek hareketi gerçekleşmekte; böylece giderek artan bir hızda çeşitli uluslardan gelme emekçiler özellikle kapitalizmin ana ülkelerinde bir araya gelmekte kapitalist emperyalizme karşı proletaryanın uluslararası birliği bu anlamda da gerçekleşmektedir.
Negri, “yerel” ya da “bölgesel ve “ulusal” ölçekteki işçi grev ve mücadelelerinin ‘pek de önemli olmadığı’ düşüncesindedir ve bunun onun teorisinin “iç bütünlüğü” mantığında anlaşılır bir yeri vardır. Şöyle yazıyor Negri; “Paris ve Seul’deki grevler bizi kitlesel fabrika işçileri çağına geri götürmüştü; sanki bunlar ölüm döşeğinde bir işçi sınıfının son nefesleriydi.” (sf. 80)
O, işçi ve emekçi mücadelelerinin “iletişim kuracak bir ortak dilden yoksun oldukları” iddiasındadır ve söylediklerine bakılırsa bu “iletişim bağlantısı ve birliğini” küreselleşme karşıtı çeşitli eylemlerin “öznesinde bulmak ve mutlu olmakla kalmamış, buradan “küresel” sonuçlar çıkarmıştır!
“Ne var ki” diyor o, “bugünkü gibi emperyalist örgütlerin en üst düzeylerine saldıran bir dizi sert ve yıkıcı toplumsal hareketler karşısında kalındığında, artık eski strateji ve taktik ayrımı yararlı olmayabilir.” (sf. 82)
Negri ve Hardt, “İmparatorluğun kuruluşuyla iktidarın ‘dışında bir şey’ kalmamıştır, dolayısıyla -zayıf halkadan küresel gücün eklem yerlerinin kırılgan olduğu dışsal bir noktayı anlıyorsak- artık zayıf halkalar da yoktur” (sf. 82) diyorlar. Negri, diğer yarıdan, tek tek ülkelerde proletarya ve emekçilerin devrim için mücadelelerini olanaklı görmemektedir. “Eski devrimci okulun taktiksel meseleleri artık bir daha su yüzüne çıkamayacak biçimde tarihe gömülmüştür” derken, bundan başka bir şey söylememektedir.
“Emperyal kartalın birinci başı biyo-politik komuta makinesi tarafından kurulmuş, bir tüzel yapı ve kurucu bir iktidardır… Emperyal kartalın öteki başı bu uçsuz bucaksız ummanda gemisini yüzdürmeyi öğrenen küreselleşmenin üretici ve yaratıcı öznelerinden oluşan çokluktur.” (sf. 84) “Çokluk, topraktan bağımsızlaştırıcı” eylemiyle; yani Seattle, Cenova vb. yerlerde yaptığı gibi, ülkelerin işçi-emekçi sınıflarının ana kitlesini dışta bırakan bir anlayış ve pratik tutumla “emperyal uluslararası kuruluşlarca savaşacak ve “küresel çokluk iktidarı kuracak”tır.
Negri ve Hardt şöyle yazıyorlar: “Üretici güçlerle tahakküm sistemi arasındaki diyalektiğin artık belirli bir yeri yoktur. Emek gücünün nitelikleri (fark, ölçü ve belirlenim) artık kavranır olmaktan çıkmıştır. Aynı şekilde sömürü de artık yerelleştirilemez ve nicelleştirilemez. Aslında, sömürü ve tahakkümün nesnesi artık özgün üretici faaliyetler değil, evrensel üretme kapasitesi, yani soyut toplumsal faaliyet ve onun kapsayıcı gücü haline gelmektedir. Bu soyut emek yeri olmayan bir faaliyettir, ama yine de çok güçlüdür; kafaların ve kolların, zihinlerin ve bedenlerin ortaklık düzenidir; hem ait olmamadır hem de canlı emeğin yaratıcı toplumsal yayılışıdır; hareketli ve esnek işçilerden oluşan çokluğun kavgası ve arzusudur; aynı zamanda entelektüel enerjidir ve entelektüel ve duygulanımsal (affective) emekçiler çokluğunun dilsel ve iletişimsel kuruluşudur.” (sf. 223)
Negri, “toplumsal emek örgütlenmesi”ni 1968’lerde “sona” erdirir! Fabrikayı üretimin başlıca mekânı,   emek-gücü sömürüsünün gerçekleştiği yer ve proleter sınıf mücadelesinin doğum odası ve proletaryayı da kapitalizme karşı mücadele gücü olmaktan çıkararak mücadele alanını üretim süreci dışına çıkarır ve proletaryanın rolünü de herhangi bir sınıf temsili olmayan “çokluk”a devreder. Yeni dünya düzenci diğer liberal teorisyenler gibi, bilgi ve iletişim teknolojisindeki değişim ve üretimin teknik örgütlenmesindeki yeni biçimlerden hareketle üretim ve sömürü ilişkilerinin değişim geçirdiğini, emeğin ve emek-gücünün toplumsallaşması olgusunu ve nüfusun yeni kesimlerinin sömürü alanına çekilmesini yeni bir olguymuş gibi göstererek, “sömürü”yü yeniden tanımlamaya girişir ve buradan da “benzeri daha önce görülmemiş bir bilgi, güç ve sevgi bohçası” diye nitelendirdiği “sosyalleşmiş” çalışanlar öznesine ulaşır. Negri, kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki tarafından belirlenen emek-sermaye temel çelişkisini elastik bir biçimde çekiştirerek, emek-gücü eylemini, içinde gerçekleştiği üretim ilişkilerinden kopararak “emeği sermaye tarafından sömürülen herkesi, işbirliği yapan çokluğun tamamını tanımlayan genel kavramı” içine alır. O’nda proletarya yerini, toprağa bağlı hareket etmeyen “küresel yurttaş”ın “sokaktaki çokluğu”na bırakır.
Negri şöyle yazıyor: “…emperyal kartalın ilk başı hukuki bir yapı ve biyo-politik kumanda makinesi tarafından inşa edilen kurulu iktidarıdır.” “Emperyal kartalın öteki başı küreselleşmenin üretken, yaratıcı özelliklerinden oluşan çoğul çokluktur… Sürekli hareket halindedir ve sistemin kesintisiz küresel biçimlerini dayatan tekliklerden ve olaylardan takımyıldızları oluştururlar. ” (sf. 84)
“Sürekli hareket halindeki” bu “çokluk”, ona göre, “kendi kurucu projelerini besler ve olumlu bir biçimde geliştirir; canlı emeğin kurtuluşu doğrultusunda çalışır.” “Uluslar-üstü ve uluslararası emperyal güç”ün “alternatifi”ni sokaklara dökülen “çokluk” içinde gören Negri şöyle yazar: “Bu geleceğin tohumlarını Seattle ya da Cenova sokaklarından taşan yüzler denizinin içinde görebiliyoruz. Bu hareketlerin en önemli özelliklerinden biri çeşitlilikleri: Sendikaların yanında ekolojistler, onların yanında komünistler ve rahipler. Tek bir kimlikle tanımlanmayan ama ortaklığını çoğulluğunda bulabilecek olan bir çokluğun belirmeye başladığını görüyoruz.”
“İmparatorluk karşısındaki bu yeni alternatifler çokluktan doğacaktır” diyen Negri ve Hardt, “İlk olarak” diyorlar; “çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.” (Türkçe basıma önsöz) Negri’nin tezlerinin iç bütünlük mantığı taşıdığı söylenebilir. O, “yer temelli hareket ve politikalara reddedip “toplumsal öznelerin ya da ulusal ve bölgesel grupların kimliklerine dayanan direniş”lerin ve buna dayalı politik taktik ve tutumların “artık gerici bir görünüm arz ettiği”ni söylüyor. Negri, “Her halükârda” diyor, “bizi bir biçimde sermaye ve İmparatorluğun küresel akışlarına karsı koruyacak ve bir anlamda dışsal olacak yerel kimlikleri {yeniden) kurabileceğimizi iddia etmek yanlıştır. Yerel direniş stratejisi düşmanı yanlış tarif eder ve böylelikle maskeler. Biz hiçbir şekilde ilişkilerin küreselleşmesine karşı değiliz; düşman daha çok bizim İmparatorluk dediğimiz özgül bir küresel ilişkiler rejimidir. Daha önemlisi, bu yereli savunma stratejisi İmparatorluk içinde var olan gerçek alternatifleri ve potansiyelleri karanlığa gömdüğü ve hatta inkâr ettiği için zararlıdır. Artık bir dışarıyla, politikalarımıza saflık getireceği düşünülen bir duruş noktasıyla hiçbir işimiz olamaz. İmparatorluk sahasına girmek ve analizlerimizi küresel çokluğun gücüne dayandırarak, bütün karmaşıklığıyla birlikte onun homojenleştirici ve heterojenleştirici dalgalarına göğüs germek hem teorik hem de pratik olarak daha doğru bir yoldur.”(sf. 70)
Marks, Engels ve Lenin başta olmak üzere Marksizm’in tüm önemli teorisyenlerinin sermaye ve emek hareketinin uluslararası özelliğine dikkat çektiklerini Negri’nin de içinde yer aldığı tüm liberal “sosyalist” teorisyenler de biliyorlar ve görmezden gelemiyorlar. “Yeni” üzerine sayfalar ve broşürler dolusu yazarlarken “eski”nin maddi-nesnel varlığı ve onun ilişkileri üzerinden geliştirilen tahlilleri bütünüyle reddetmelerinin imkânsızlığını gördükleri her durumda, “eski durum bütünüyle reddedilemez ama, yeni gelişmeler eskinin niteliğini de değiştirmiştir” gerekçesine sığınarak, yüklerinden kurtulmaya çalışıyorlar.
Negri ve aynı düşüncedeki liberal eleştirmenlerin iddialarının aksine, uluslararasılaşma devrimin bir ‘dünya devrimi’ne doğru genişlemesi için olanaklar yaratır ama her bir ülke ya da ülkeler grubunda devrimin gerekliliğini ihtiyaç olmaktan çıkarmaz. Sermayenin genişleyen yeniden üretiminin uluslararasılaşmayı kaçınılmaz kılan özelliği proletarya ve burjuvaziyi uluslararası sınıflar olarak belirginleştirirken, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi mücadelesi de kaçınılmaz olarak herhangi bir ülke ya da bölgenin sınırları içinde takılıp kalmayacak kadar “enternasyonal ölçekli bir mücadele” boyutlarına genişler. Bazı Troçkist aydınlar ve grupların spekülatif teorilerine karşın, bu gelişme uluslararası alanda süren mücadeleye bağlanan sermayeye karşı mücadelenin “ulusal ölçekte” yürütülmesi ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Yapılmadığı sürece “küresel direniş”ten söz edilemeyecek olan direniş de işte bu “yerel direniş ve mücadele”dir.
Proletaryanın mücadelesinin uluslararası enternasyonalist karakteri hiçbir zaman onun kendi ülkesinde devrim için mücadele temel görevi ve hedefinin önüne geçmez. Kuşkusuz proletarya kendini ve mücadelesini dar ulusçu pratikle hareketinin kendi ülkesinin sınırlarına takılıp kalmasıyla sınırlamaz. O, bütün öteki ülkelerdeki sınıf mücadelesiyle ilgilidir ve enternasyonal dayanışma içindedir, iktisadi hareketin uluslararası gelişmesi, proletarya öncülüğündeki devrimin tüm kapitalist ülkelerde zafere ulaşmasının ve proletarya enternasyonalizmi üzerinden “dünya ulusu”nun oluşmasına doğru gidilmesinin koşullarını olgunlaştım ve sömürü, baskıyla birlikte “ulusal çitlerle çevrili” parçalanmışlıkların da ortadan kalkmasını olanaklı kılar. Marksistlerin azami hedefleri bu yönlü gelişmeyle uygunluk içindedir. Negri gibileri ise kapitalist emperyalizmin iç çelişkisiz bir bütün oluşturmaya yol alıp “imparatorluk aşaması”na ulaştığını, bunun da “ulus devlet’i proletaryanın mücadelesinin hedefi olmaktan çıkardığını düşünüyorlar. Onların mantığıyla hareket edilirse, herhangi bir ülkenin proletaryasının kendi ülkesinde devrim yapmak için örgütlenmek ve tüm emekçileri talepleri etrafında birleştirerek iktidara el koymak üzere ayaklanmak biçiminde tarif edilebilecek devrimci görevlerinden vazgeçmesi gerekmektedir! Negri’nin “kolektif sermaye iktidarı” olarak tanımladığı “kapitalizm” tasarımı, kapitalizmin eşit olmayan ve dengesiz gelişmesi yasasını yok saymakla kalmıyor, bununla ilişkili olarak, emperyalist kapitalist sistemin, zincirin en zayıf halkasından yarılacağı devrimci ve Leninist öngörüsünü de reddediyor. Onun “Imparatorluk”unun mantığında ezilen halkların emperyalizme; sömürgelerin emperyalist gerici hâkimiyete karşı mücadelesini görmek olası değil. Bunlarla birlikte fabrikayı artı-değer üretimi ve emek örgütlenmesinin “merkezi” olmaktan çıkaran “çokluk” fikriyle o, kapitalizmin tasfiyesi için devrimci olanakları da, aksi üzerine parlak değinmelerde bulunmasına karşın yok sayıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, proletaryayı devrimci savaş silahından yoksun kılmanın teorisini oluşturuyor.
Negri bir yandan sermayeye karşı mücadelenin “toprağa bağlı oluşu”na karşı çıkarken diğer yandan “Günümüzde proletarya enternasyonalizmi dönemi tamamen bitmiştir” demektedir, (sf. 75) Bu mantığın sonucu, devrim ve bunun için mücadele olanaksızlığıdır.

* * *
Türkiye’nin “küreselleşmec”i liberalleri Negri’nin anti-Marksist teorisinde “ufuk açıcı yenilikler” buldular. Marksist-Leninist çağ tahlili ve devrim teorisini “20. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımlar” olarak damgalayıp “kapitalizmin küreselleşmesi koşullarında” ancak küresel bir devrimin mümkün olabileceği demagojisiyle Troçkist safsataları yinelemeye devam ediyorlar. Devrim inkarını içeren oportünist tezlerini “kapitalizmin küreselleşmesi olgusu”yla inandırıcı kılmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz onlar da “küreselleşme” adını verdikleri kapitalist uluslararasılaşmanın ve bütün ülkeler ekonomisinin mali sermaye ve tekellerin egemenliği altında emperyalist dünya ekonomisi zincirinin halkalarına dönüşmesinin yeni bir olgu ve gelişme olmadığını biliyorlar. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin zincirin zayıf halkası-halkalarından kırılmasıyla gelişecek dünya devrimi fikrinin ilk kez gündeme getirilmediğini de unutmuş olamazlar. Ama kapitalist emperyalizmle uzlaşma ve devrimden vazgeçmenin teorisini inşa eden Troçkist-Kautskist teorisyenlerin tezlerini yinelerlerken, kendilerini bir biçimde ilerici göstermeye de gereksinim duyuyorlar. Negri ve Hardt’ın tezlerine “dört elle” sarılmalarının nedeni budur. Ama bu yol çıkmazdır. Çünkü “İmparatorluk” yazarlarının tezleri yeni dünya düzenci gerici yazar ve iktisatçıların, kapitalizmin emperyalist aşamasından da ötede çelişkisiz ve yıkılamaz yepyeni nitelikte bir başka düzeninin kurulduğu ya da kurulmakta olduğu yönündeki düşünceleriyle birleşmektedir. Negri, Yeni Dünya Düzeni üzerine vaaz veren liberal teorisyenlerden, “İmparatorluk”un yıkılabilir ve onu yıkacak “çokluk”un var olduğu yönündeki düşünceleriyle ayrılsa bile, tanımladığı sistem ve niteliklerine ilişkin iddialarıyla onlarla aynı yere varmaktadır. Kapitalist emperyalizmi, gerçekte olmadığı nitelikte başka bir “sistem” olarak değerlendiren Negri, emeğin de nitelik değiştirdiğini, sanal duruma geçtiğini, giderek daha çok maddi olmayan bir emek haline geldiğini söylemekte (sf. 272), proletaryanın “önemsizleştiğini” ve “çokluk”un tarih değiştirici, tarih yapıcı özne haline geldiğini vaaz etmektedir.
Bu görüşlere her türden liberal ve oportünist sistem muhalifi tarafından ne kadar devrimci etiketi yapıştırılıp övgüye boğulsalar da, proletarya ve işçi sınıfı devrimcileri için sorunun özü, kapitalizm ve sömürünün tasfiyesi ve burjuva siyasal egemenliğinin yıkılarak proletaryanın devrimci iktidarının kurulması olarak var olmaya devam ediyor. Proletarya üretime katıldığı ve yaşadığı topraklara bağlı gelişen sınıf mücadelesine öncü ve devrimci bir nesne olarak katılacak ve ezilenlerin hareketini kurtuluşa kadar götürecek midir; yoksa devrimci sorumluluğundan soyunarak “çokluk”un belirsiz “denizinde” etkisiz kalan tabi bir güç olarak sömürü nesnesi olmaya devam mı edecek, sorun şimdi böyle konmak zorundadır. Bu ise, Negri ve onun görüşlerine benzer görüşleri savunan anti-Marksist teorisyenlerin vaazlarının “elin tersi”yle itilmesini ve devrimci sınıfın iktidarında yeni sömürüsüz toplumun inşası için kararlı mücadeleyi gerektiriyor.

“Bekleyin demokrasi gelecek” politikası

Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi 3. Genel Kurulu Başkanlık ve Yürütme Konseyi”, “Genel Kurul” tarafından alındığını belirttiği kararlarla ilgili bir açıklama yayınladı. Açıklanan ve “Genel Kurul” tarafından alındığı belirtilen kararlardan birinde şöyle deniliyor: “Uluslararası kuruluşlar, özellikle Birleşmiş Milletler Örgütü, Avrupa Birliği ve NATO’dan Kürt sorunu ile ilgili hassasiyetlerini artırmaları ve adil bir çözüm için Kürt halkına destek olmaları istenir.”
PKK Başkanlık Konseyi üyesi Murat Karayılan ise, Leaken Zirvesi ve “Kürdistan Ulusal Kongresi” üzerine kendisiyle yapılan bir röportajda; “Ulusal Kongre”nin “Kürtlerin ulusal birliği” için “güçlü bir zemin oluşturduğu”nu belirtiyor ve sözü Avrupa devletlerinin Kürt politikalarına getirerek şöyle diyor: “Kürt halkının özgürlük ve ulusal demokratik talepleri sürekli bir biçimde Avrupa devletlerince diyelim bazı çıkarlara heba edilmiştir. Bunun içindir de Kürt halkı bu konuda gerçekten ciddi ve samimi bir yaklaşımı bu aşamada Avrupa’dan beklemektedir. Şimdi tabii aynı şeyi yapıyorlar demiyorum, çünkü Kürt realitesi, gerçekliği bugün daha fazla dünya kamuoyuna girmiş bulunuyor.”
“Yani Leaken Zirvesi’nde bu konuda netleşmiş bir husus yok, ama sorunun tartışıldığı, Kürtlerin bu konuda tekrardan pazarlık konusu yapıldığı, en azından Türk tarafıyla bunun gündeme getirildiği, bazı şeyler karşılığında Avrupa’dan neyi istediğini biliyoruz.”
“Şimdi Türkiye’nin AB’ye girişinde zorluklar yaşanıyorsa, tek nedeni Kürt sorunudur.”
“Biz şunu söylüyoruz; eğer gerçekten ulusal anlamda AB normlarına uygun bir demokrasi geliştirilmesi isteniyorsa ve bu durum Avrupa çıkarlarına hizmet edecekse, Avrupa’nın her şeyden önce Türkiye’nin değil, tüm Kürdistan sorununun çözülmesi için doğru dürüst bir politikaya sahip olması gerekiyor. Demokratik ve özgürlükçü bir çözüm siyaseti, Kürtler ve Türk halkı için olduğu kadar Avrupa’nın da tüm dünya halklarının da çıkarmada.”(Ö. Politika, 21 Aralık, 2001)
Bu açıklamaların yapıldığı dönem, uluslararası alanda emperyalist gericiliğin halklara yönelik politikalarının şiddetinin yoğunlaştığı, siyasal gericiliğin yoğunluk kazanıp siyasal özgürlüklerin hemen tüm ülkelerde daha fazla budandığı; “teröre karşı savaş” adına ezilenlerin mücadelesinin hedefe konduğu ve emperyalistler arası pazar kavgasının daha fazla kızıştığı bir dönemdir.
Dönem, en başta bu özelliği nedeniyle, herhangi ezilen-bağımlı veya sömürge ülkelerin kurtuluş hareketlerinin emperyalizme ve uluslararası sermayeye karşı bağımsız politikalar izlemeleri gereksiniminin de arttığı bir dönemdir. Kürtlerin özgürlüğü ve ulusal kaderini tayin hakkının savunulması bakımından bu daha da önem kazanmaktadır. Bu özellik, emperyalistler arası paylaşım kavgalarında Kürtlerin de yaşadıkları bölgenin önemli stratejik bir konumda bulunması ve aynı nedenle Kürt sorununun ABD emperyalizmi başta olmak üzere, Batı’nın sömürgeci güçleri tarafından istismar edilerek kullanılmak istenmesidir. Afganistan’a emperyalist saldırıyla birlikte gündeme getirilen “Musul-Kerkük petrollerinin Türkiye’ye verilmesi” ve Irak Kürdistan’ı üzerinde Türkiye gericiliğinin “vesayetinin kurulması” üzerinden Saddam yönetiminin etkisizleştirilmesi planları; Kürtlerin özgürlüğü için mücadele etme iddiasındaki parti, örgüt, grup ve kişilerin emperyalizme ve politikalarına karşı tutumunu daha da önemli hale getirmektedir.
Peki, böylesi bir dönemde, PKK, HADEP ya da PSK gibi “Kürt partileri” nasıl bir tutum almakta ve bu emperyalist planlara karşı hangi politikaları geliştirmektedirler?
Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi”nin emperyalist kuruluş ve devletlere “hassasiyetlerini artırma” çağrısı çıkardığını yukarıda aktardık. PKK Başkanlık Konseyi üyesi M. Karayılan da, “Avrupa’nın “Avrupa normlarına uygun bir demokrasi” için Türkiye gericiliğine karşı politikalar geliştirmesini istiyor. Karayılan’ın ya da PKK’nın diğer yöneticilerinin söylediklerinden çıkan şey şudur: Kürtlerin taleplerini “Avrupa” istismar ediyor; bunu yapmamalı, “ciddi ve samimi bir yaklaşım” göstermelidir. Bu, Kürt halkının “bu aşamada Avrupa’dan beklentisidir! “AB normlarına uygun bir demokrasinin geliştirilmesi, Avrupa’nın çıkarlarına da hizmet edecektir” ve bunun için “Avrupa”nın “doğru dürüst bir politikaya sahip olması” gerekmektedir!
“Avrupa” denilen, Batı Avrupa’nın Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerinin başında bulundukları emperyalist ülkelerin oluşturdukları “topluluk”tur. Bu ülkelerin emperyalist ve tekelci demokrasilerinin emekçiler için burjuva kapitalist baskı ve diktatörlükten başka bir şey olmaması bir yana, emperyalist burjuvazinin de çıkarına hizmet edecek politikanın Kürtlerin yararına olduğunu ileri sürmek; en azından, halkların anti-emperyalist mücadelesinin halkçı-bağımsızlıkçı yönelişinin önüne saptırıcı engeller koymak demektir.
ABD emperyalizminin yönetim kademelerinde tartışılan Kuzey Irak’ın ve Musul-Kerkük petrollerinin “Türkiye’nin yönetimine bağlanması” senaryolarına karşı bu partilerin ve PSK’nin olumsuz bir açıklaması henüz olmadı.
Henüz diyoruz, ancak, bu partilerin izledikleri politika ve geçmiş dönemlerdeki açıklamalarına bakıldığında; emperyalistler tarafından sorunun istismar edilerek çıkarlarına uygun kullanılmasına ve bunun bir yönü olarak bu türden gerici senaryoların gündeme getirilmesine karşı çıkmadıklarını görmek de mümkündür. Daha da vahimi, PKK yöneticilerinin birçok kez ve sözde sorunun demokratik çözümü için, “Irak Kürdistan’ını da kapsayan ve Türkiye’nin devlet olarak yönetimini yaptığı, Kafkas Cumhuriyetlerine kadar genişleyen bir alanda Kürt-Türk Konfederasyonu”nu savunma yönündeki açıklamalarıdır. Murat Bozlak’ın, “Türkiye’nin çıkarı için PKK’nın sınırdaki silahlı güçlerinin silahtan arındırılmasının önemi”ne dikkat çekmesi ve bunun da sorunun “demokratik çözümüyle sağlanabileceği”ne vurgu yapması da aynı mantığın ürünüdür.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Afganistan’a saldırısıyla birlikte, Ortadoğu ve Kafkasya’da emperyalistler arası rekabet kızışırken, bölgenin kangrenleşmiş ve çözümsüz kaldığı için istikrarsızlığı artırıcı bir rol oynayan sorunlarından biri olan Kürt sorunu da, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin “savaş stratejileri” kapsamında tartışılan konulardan biri oldu. ABD’nin “savaş kurmay odaları”nda ve Amerikan savaş sanayinin sözcüleri arasında bu sorunun emperyalist planlara ve çıkarlara bağlı kullanımı için “değerlendirmeler”in yeniden yapıldığına dair haberler basına yansıdı. Bush yönetimi ve Pentagon karargâhına yakınlığı ve CIA planlarıyla ilişkisi bilinen William Safire ve diğer bazı gazeteciler, bu “değerlendirmeleri” basına taşıdılar. Buna göre, ABD’nin Irak’ta genişletmeyi planladığı askeri saldırının başarısı için Türkiye gericiliğinin daha aktif kullanılması öngörülüyordu. Bunu sağlayıcı bir “rüşvet” olarak Musul-Kerkük petrolleri ve Irak Kürdistan’ının vesayeti Türkiye gericiliğine verilecekti!
Amerikan yönetiminin böyle bir planının olup olmadığı üzerine bir tartışma bugün için ancak spekülatif bir anlam ifade eder. Ancak Kürt reformcu ve liberal çevrelerinin emperyalist başkentlerde ve Amerikan yönetimi içinde tartışılması ve gündeme getirilmesi karşısında sessiz kaldıkları bir gerçektir. Daha da önemlisi, bu sessiz kalışın PKK yöneticilerinin daha önceleri gündeme getirdikleri sözde demokratik Kürt-Türk Konfederasyonu “projesi”yle uygunluk göstermesidir. PKK yöneticileri, “Kürtlerin özgürlüğünün tanınması” koşuluyla “Ortadoğu Kürtleri” ve “Kafkasya Türklerini” de kapsayacak ve hamiliğini “Büyük Türkiye”nin yapacağı bir “konfederasyonca Türkiye gericiliğinin “büyük Türk dünyası’nı kurma” hayalinin gerçekleşebileceği yönünde açıklamalar yaparak, işbirlikçi gericiliği bu yönde “ikna”ya çalışıyorlardı. Musul-Kerkük petrolleri üzerine emperyalist bazı senaryoların seslendirildiği bir dönemde, hala emperyalistlerden ve onların askeri-politik örgütü NATO’dan “ilgi”, “hassasiyet” ve “demokrasi” beklentileri içinde olunması, halkın özgürlük talepleri ve Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının sermayeyle birleşmeye “adanabileceği”ni göstermektedir.

DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELEYLE KAZANILIR
Ezilen ulusların kurtuluş sorununun emperyalizm ve mali sermayenin uluslararası egemenliğinden kurtuluş olarak görülmemesi; aksine, emperyalistlerin yardımıyla ulusal bağımsızlığın sağlanabileceği anlayışı, yukarıdaki türden açıklamaların yapılmasını sağlamaktadır. Bu parti ve örgütlerin yöneticilerinin, emperyalizmin dünya sisteminin ve emperyalist tekellerin varlığının, ezilen ulusların kurtuluş sorununu mali sermaye ve tekellerin egemenliğine karşı mücadele sorunu haline getirdiğini bilmediklerini düşünmek, onlara haksızlık olur. Ancak onlar, burjuva emperyalist propaganda merkezlerinin sürekli yaydıkları “çağın değiştiği”, “kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin insan hakları ve özgürlüklerini garanti eden son ve ebedi toplumsal sistem olduğu” yönündeki propagandasını benimsemekte; aynı nedenle, “Avrupa” dedikleri Batılı emperyalistlerden ve “dünyaya şekil veren en etkili ve büyük güç” Amerikan emperyalizminden “sorunun demokratik çözümü için güçlerini kullanmaları”nı istemektedirler.
Emperyalist demokrasiye güven duyulamayacağı; zira ulusal, sosyal ve siyasal hak yoksunluğu ve baskının başlıca kaynağı ve dayanağının emperyalist kapitalizm olduğu, böylece bu partilerin yöneticileri tarafından göz ardı edilmekte; bağımsızlık ve özgürlük talebiyle mücadeleye yönelen ve örgütlenmek isteyen Kürt emekçileri ve gençlerinin istem ve çabaları da sistemin kanallarında boğuntuya getirilmektedir. Bunun başlıca nedeni, Kürt burjuva reformcu ve liberal parti ve gruplarının emperyalizmden kurtuluş gibi bir kaygılarının olmamasıdır.
Emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında ezilen ulusların kurtuluşu, uluslararası sermayeye ve emperyalizme karşı mücadeleyi gerektirmesine karşın, onlar neredeyse kesintisiz bir biçimde, emperyalistlerin “bu işi çözecekleri”nden söz etmekte ve örnek olsun, Amerikan emperyalizminin Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgede giriştiği askeri-politik operasyonlara karşı hayırhah bir tutum alabilmektedirler.
Elbette bu parti ve örgütlerin yöneticileri olayları, gelişmeleri ve bağlantılarını bilmeyecek kadar “şaşkın” ve ne yapacaklarına dair “kafa karışıklığı içinde” değildirler. Tabandaki mücadele beklentisi, belirsizlik ve “şaşkınlık”ın farkındadırlar ve bu tür “karışıklıkları” da gidermek üzere, “demokratik cumhuriyet” lafazanlığını her derde deva sihirli bir örtü olarak kullanmaktadırlar.
Ulusal ayrım ve baskı politikalarının kaynağı kapitalizmi hedef almadıkları gibi, demokratik siyasal özgürlüklerin emekçi mücadelesiyle kazanılacağı gerçeğini bir yana iterek, emperyalist burjuvazinin zorlamalarıyla işbirlikçilerin anayasal ve yasal değişikliklerle demokratik bir sisteme geçecekleri anlayışına güç vermektedirler. Bu anlayışın sahiplerine göre, çağın değişen özellikleri, dünyaya “şekil veren” emperyalistlerin “demokratik değerleri hâkim kılmalarını zorunlu kılmaktadır. “Küreselleşen dünya”da bunu önleyecek kimse yoktur ve aslında “mücadele ve devrim yoluyla” da kazanılacak bir şey kalmamıştır!

AYRILIKLARI NÜANSTA
Çeşitli Kürt parti ve gruplarının uluslararası gelişmelere ve toplumsal sorunlara yaklaşımı nüans farklılıkları içermekle birlikte, Kürt sorununun ve ulusal baskı politikasının kapitalist emperyalizmle bağını koparma konusunda aynı platformda bulunmaktadırlar. Emperyalizme karşı tutumları esasa ilişkin bir farklılık göstermediği gibi, işbirlikçi politikaları daha ileri düzeyde sürdüren Irak Kürdistan’ının, her biri kendi “serflik alanında söz sahibi” partileri KDP ve YNK ile ilişkileri de özsel farklılıklar göstermemektedir. Bu partilerin izledikleri işbirlikçi çizgiye esasa ilişkin itirazları yoktur. PSK, Irak Kürdistan’ı partilerinin emperyalistlerle ilişkileri karşısında “daha ılımlı” bir tutum içinde görünürken; PKK’nın KDP ve YNK ile ilişkilerine de, bu partilerin onun “kendi etkinlik alanları”na yerleşmesine ilişkin politikaları yön vermektedir. Kendi varlığına ve faaliyetine ses çıkarmadığında, örneğin PKK’nın KDP ya da YNK’nın emperyalizm yanlısı politik pratiğine bir itirazı olmadığı gibi, PSK’nın da bu partilerle “arası gayet iyidir.” HADEP ise, izlediği politikalarla etkilediği emekçilerin burjuva siyasal sisteme ve kapitalizme bağlanmalarının aracı olma işlevi görmektedir.
Bu partiler bu nedenle Kürt işçi ve emekçilerinin sisteme bağlanmasının aracı rolünü üstlenmekten öteye gidememektedirler. Bunu, yukarıda da değindiğimiz gibi, bir yandan nesnel sınıf çelişkilerinin üzerine “çizgi çizerek” ve emekçi taleplerine sırt dönerek; diğer yandan emperyalistlerin çıkarlarına yarayan bir beklenticiliğin Kürt emekçi kitleleri içindeki yayıcıları olarak yerine getirmektedirler.
Kürt emekçileri açısından soruna bakıldığında -ki bizim açımızdan ‘ben Kürtlerin haklarını savunuyorum’ iddiasında olan bu türden partilerin politik kimliklerini sergileyen esas kıstas budur- ulusal hak talepleriyle siyasal, sosyal ve ekonomik sınıfsal talepler arasında bir bağ bulunduğu düşüncesi dahi bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından reddedilmekte; “tüm ulusun haklarının savunulması” buna gerekçe gösterilmektedir.

DÜŞMANI İYİ TANIMA ZORUNLULUĞU
Kürt liberal ve reformist parti ve gruplarının emperyalizm ve gericilikten çözüm beklentisi ve buna uygun politikalar izlemeleri, Kürt işçi ve emekçilerinin önüne, bugüne kadar ve çeşitli dönemlerde, “Kürtlerin özgürlüğünü savunma” iddiasıyla ortaya atılan ve kendilerini “Kürt Partisi”, “Kürt örgütü” olarak adlandıran ya da adlandırmada “daha kapsayıcı” olmakla birlikte, ideolojik-politik ve pratik alandaki tutum ve anlayışlarıyla burjuva, burjuva-feodal ve gerici bir rol oynayan örgütlerin, kendi sınıfsal talep ve çıkarlarıyla çelişki içinde olmalarını, çözülmesi zorunlu ve gerekli bir sorun olarak getirmektedir.
“Kürt örgütü”, “Kürt partisi”, “Kürt derneği” olarak ortaya çıkan ve faaliyet yürüten bu grup ve partilerin en belirgin “ortak paydası”, hemen tümünün “Kürtlerin ulusal birliği” adına, kapitalizmin Kürt toplumunun bağrında yol açtığı değişimi görmezden gelme ya da bilerek reddetmeleridir. Bunlar, “Kürt ulusal birliği”nin “ulusal hakların elde edilebilmesi için zorunlu olduğu”na vurgu yapmayı unutmazken, Kürt toplumunun sınıflara bölünmesinin yol açtığı değişim ve çelişkiyi gizleyerek burjuva konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Kürt burjuva sınıflarının konum ve çıkarlarına uygun düşen bu anlayışın en belirgin yanını, -kimilerinin “taktik” gerekçesiyle açıklamaya çalıştığı- Kürt emekçilerinin dil, kültür gibi ulusal-siyasal alana ilişkin bazı talepleri dışındaki ekonomik, sosyal ve siyasal talepler karşısında kayıtsızlık oluşturmaktadır.
Kürt burjuva liberal ve reformcu parti ve çevrelerinin bu politikaları kapitalist sisteme ilişkin tutumlarını da yansıtmaktadır.
PKK, HADEP ve PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) yöneticileri bu anlayışlarıyla, emperyalist büyük devletleri ve kapitalist emperyalizmi, halkların demokratik siyasal taleplerinin “garantörü” olarak göstermektedirler. Bu tutum ve anlayış; barış, demokrasi ve ulusların özgürlüğünden söz edildiği her zaman ve yerde, ABD ve AB üyesi emperyalistlerin “Kürt sorununa daha duyarlı yaklaşmaları” isteminde ifadesini bulmakta ve Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı bütün ülke düzeyinde mücadelesini zaafa uğratacak zararlı “etken” rolü oynamaktadır.
Kendileriyle emekçiler arasında ilişki kuran herhangi bir parti, grup, çevre ve kişinin neyi ve kimi temsil ettiğinin tek değilse de, en önemli göstergesi; temsilcisi olduğunu iddia ettiği emekçilerin ve ezilenlerin hak ve çıkarlarını savunup savunmadığı ya da ne oranda savunduğudur. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığı ve açların sayısının artmaya devam ettiği, işsizliğin büyüdüğü, krizin yeni işsiz kitlelerini açlığa ve yoksulluğa sürüklediği, ülkenin emperyalistler tararından sömürge bağımlılığı içine alındığı, işbirlikçi egemen sınıfların sosyal, siyasal ve ekonomik saldırılarla bütün milliyetlerden ülke emekçilerini canlarından bezdirdiği koşullarda, bu saldırıları püskürtmek ve demokratik hakların kazanılması için mücadele etmek; taleplerini savunacağı düşüncesiyle etrafında toplanmış kitleleri mücadeleye seferber etmek yerine AB, NATO ve ABD gibi demokrasi düşmanı emperyalist güçlerden “demokrasi” dilenmek; bu parti yöneticilerinin yaptıkları budur.
Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkı savunusu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği ve salt böyle bir mücadele için dahi, Kürt emekçilerini ve tüm ezilenleri aydınlatıp örgütleme zorunlu olduğu halde, bu doğrultuda çalışmak yerine; Batılı emperyalistlerin, AB’nin, ABD ve NATO’nun Türkiye devleti ve hükümeti üzerindeki baskısıyla sağlanacak “demokratikleşme” sonucu sorunun çözüleceği beklentisini yaratan ve yaygınlaştıran bir faaliyeti tercih etmek, ulusal kaderini tayin hakkının bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından tutarlı bir biçimde savunulmadığını gösterir.
Bu tutumun ısrarla sürdürülmesi durumunda, bugün ülkelerinin işgali için Amerikan emperyalizmine çağrılar çıkaran ve aralarında KDP-YNK’nın da bulunduğu ‘Irak Ulusal kongresi’nin konumuna sürüklenmekten kurtulunamaz.
Kürtlerin ulusal varlığının inkârı ve baskı-yasak politikalarıyla emperyalist kapitalizmin dünya egemenliği arasındaki bağı görmezden gelenler, Saddam yönetimine ya da Türkiye gericiliğine karşı mücadele adına emperyalist sömürgecilerin kollarına atılmaktan kurtulamazlar.
Yapılması gereken, emperyalizmi hedefe koymak, anti-emperyalist bir mücadele hattında ilerlemek; ulusal kurtuluş için emperyalizm karşıtlığıyla, emekçilerin sınıfsal taleplerinin savunulmasının zorunlu kıldığı sermaye karşıtlığı arasındaki bağı, bağımsızlık ve özgürlük yönünde kurmak; bunun gereklerini pratikte yerine getirmektir. Başka herhangi “solcu” bir partinin olduğu gibi, HADEP, PSK ya da PKK’nın izlediği çizginin de, Kürt emekçilerinin talepleri ve Kürtlerin ulusal bağımsızlığı politikasıyla bağdaşıp bağdaşmadığının temel ölçütlerinden en önemlisi budur.
Buradan bakıldığında, Kürt burjuva liberal ve reformcu çevrelerin bağımsızlık, özgürlük ve eşit haklara sahip olmayı mali sermaye egemenliğinden kurtuluş sorunu saymadıkları, bağımsızlığın ve kaderini özgürce belirleme hakkının en büyük ve başlıca engeli emperyalizmden beklenti içinde oldukları; bunu her fırsatta dile getirdikleri görülür. Bu açıdan, birinin diğerine göre olumlulukları veya olumsuzlukları, ancak göreceli bir değer taşır.
Böylesi bir politik tutum ve çizgi, emperyalizmden kurtuluş sorununu bulandırmakta; halk kitleleri içinde emperyalistlerin siyasal demokrasisine hayranlık duygusunu geliştirmeye hizmet etmekte; dünyanın her tarafında halklara kan kusturan emperyalist işgal ordularının eylemine yol veren politikalardan ezilen uluslar yararına ve ulusal-siyasal eşitlik yönünde beklentiye yol açmaktadır. Bu da, halkın, bu en önemli ve büyük düşmanına ve onunla birlikte ülke içindeki işbirlikçi gerici sınıf ve kesimlere karşı mücadeleye atılmasının engellerinden biri olarak rol oynamakta; ezilenlerin mücadelesinin sistemin kanallarında boğulması tehlikesi doğurmaktadır.

KÜRT İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ ÇÖZÜMSÜZ DEĞİLDİR
PSK, HADEP ya da PKK’nın izledikleri ideolojik ve politik-pratik çizgi emekçilerin sermaye ve gericilikten bağımsız örgüt ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Bugüne dek savundukları politikalar ve emperyalizme karşı ortaya koydukları ‘hayırhah’ tutumla bunu gösterdiler. Amerikan emperyalizminin Türkiye’de ve Irak’ta sürdürdüğü politikalara, sanayi, tarım ve hayvancılığı tahrip eden mali sermaye uygulamalarına, Kürtlerin yaşadıkları topraklarda emperyalist askeri üslerin bulunmasına; Irak topraklarının işgal altında tutulmasına, bu parti ve örgütler bugüne dek ciddi bir itirazda bulunmadılar ve herhangi bir eylem örgütlemediler. HADEP’in “Türkiye Partisi olma” yönündeki açıklamaları ise, Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçilerin taleplerinin savunulması için gösterilen çaba ve emperyalizme karşı mücadele kararlılığıyla değil, işbirlikçi egemen sınıflar tarafından sıkıştırıldığı köşeden çıkmak üzere gerici çevreleri “ikna etme” çabalarıyla ilişkilidir.
Bütün bunlar; üzerindeki baskı ve yasak çemberini kırmak için mücadeleye yöneldiği her durumda daha büyük baskılarla yüz yüze gelen ve bu nedenle düzen kurumları, partileri ve hükümetine öfke duyan Kürt emekçilerinin, “Kürtlerin temsilcisi” olma iddiasındaki bu parti ve örgütlerin politikaları üzerinden bağımsız devrimci sınıf örgütlenmelerini geliştirmelerinin olanaklı olmadığını göstermektedir. Sisteme entegre olarak, burjuva bir platformda, gerici sınıfların Kürt-Türk ittifakı ve işbirliğini yenileme politikalarına sahip bu parti ve örgütlerin izledikleri “mücadele” çizgisinde yürünerek, gerçek bağımsızlığın elde edilemeyeceği kesindir.
Kuşkusuz PKK’nın, HADEP’in ya da PSK’nın “ne yaptığını bilmediklerini” söylemek onlara haksızlık olur. İşbirlikçi gericilik ve emperyalizmle uzlaşı politikaları “bilinçsiz” bir “kör gidiş”in ürünü değildir. EMEP ile değil de ANAP ya da CHP gibi düzen partileriyle “seçim ittifakı” tartışmaları yapan, AB ve ABD’den beklenti içinde olan, bütün işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadele örgütlerinde bir araya getirilmesi için bir çabaları olmadığı gibi, bu yönde çaba gösterenlerin emeklerini boşa çıkarmak için hareket içinde dağıtıcı rol oynayan bu partiler, Kürt emekçilerinin mücadelesine bu tutum ve politikalarıyla zarar vermektedirler.
Bu parti ve örgütler, Kürt ve Türk ulusundan ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin ulusal-siyasal; ekonomik ve sosyal, askeri ve kültürel her alandaki sorunlarını sermayeye karşı mücadeleye bağlamayarak onun gerektirdiği mücadele sorumluluğu altına girmemekte; bütün toplumsal sorunları Kürt sorunu çerçevesi içine “sığdırma”ya çalışmakta; Türkiye emekçilerinin sermayeye karşı en geniş mücadele birliği için herhangi bir çaba göstermemektedirler. Bunun yerine HADEP, kendisini “parlamentoya taşıyacak ittifak”larla ve emperyalist başkentlerden gelecek “çözüm”lerle oyalanmakta; PKK, ABD’nin bölge politikalarıyla ters düşmemeye çalışmakta; hâkim sınıflar ittifakı temelinde ve Kürtlerin yedeklendiği bir Türk-Kürt Konfederasyonu önermekte; emekçilerin baskı altında tutuldukları gerici diktatörlük sistemini ‘demokratik cumhuriyet’ olarak payelendirmekte ve PSK da “lafla” idare etmeye ve emperyalistlerden “medet umma”ya devam etmektedir.
Bu tutum, söven ve gerici sermaye partilerinin konumunu güçlendirmelerine ve halk kitleleri içindeki hassasiyet ve gerici önyargılardan yararlanmalarına olanak sağlamaktadır.
Bu da, Kürt işçi ve emekçisinin, kent ve kır yoksullarının, emperyalist ve gerici politikalardan zarar gören küçük mülk sahiplerinin bu partilerin politikalarına bağlanarak temel taleplerini elde etmelerinin mümkün olmadığını gösterir. Öyleyse, Kürt işçi ve emekçilerinin ve bütün ezilenlerin önünde, bizzat kendilerinin ileri kesimleri tarafından kurulan ve sermayeye karşı mücadele içinde daha ileri düzeyde kendini her koşulda yeniden inşa ederek yoluna devam eden devrimci sınıf partisinin saflarında birleşmek, Emeğin Partisi’ni devrimci bir sınıf ve halk örgütü olarak güçlendirmek, bütün diğer milliyetlerden kendileri gibi ezilenlerle daha sıkı birlikler kurarak, işbirlikçi gerici sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleyi daha kararlı sürdürmek, mücadeleyi sürdürmek gibi bir sorun durmaktadır.

Ocak 2002

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑