Jön Türk Devrimi’nde Kadınların Eşitlik Arayışı

Osmanlı devletinde 1839’da hazırlanmaya başlanan ve 1908’de meydana gelen Jön Türk Devrimi, bütün diğer burjuva devrimler gibi, kadın sorununu, bu sorun çevresinde örgütlenmiş kadın örgütlerini ve bir kadın literatürünü gündeme getirdi. Kadın sorununun Osmanlı topraklarında da ortaya çıkması, bu cinsin ezilişinin tarihi daha öncelere dayansa da, modern sınıfların ve bu sınıflar arasındaki ilişkilerin ufukta görünmesini beklemiştir.
Burjuva devrimi, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de, yeni egemen sınıfın değerlerini ve çıkarlarını evrenselleştirmenin aracı olacak olan iki kavramla; eşitlik ve insan hakları kavramlarıyla kitleleri sürüklediğinde, kadınlar, bu kavramların kapsamında değerlendirilmemişti. Osmanlı topraklarında cemaat kültürünün kaçınılmaz koşulu olarak, hiçbir medeni ve siyasal hakka sahip olmayan kadın, burjuva sisteminin daha başlangıçta eksik bırakılan bu yönlerinin tamamlanması, “eşitlik”in kadın cinsini de kapsayarak genişletilmesi için tıpkı Avrupalı ve Amerikalı hemcinsleri gibi burjuva devrimin saflarında, içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve kültürel koşulların elverdiği ölçüde yer aldı. Tanzimat kuşağı aydınlan kadın sorunu üzerine birçok makale yazarak, onların eşitlik talebini savunmuş olmalarına, hatta bu talebin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olmalarına karşın Jön Türk Devrimi, kadınların zaten oldukça kısır olan taleplerine yanıt veremedi.
Doğaldır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başlayan kadının hak arayışının ufku, burjuva bir perspektifle sınırlı kaldı, çeperinde ve koşutunda gerçekleştiği güdük burjuva devriminin genel karakteristiğine ve içeriğine uygun seyretti. Böylece, Osmanlı topraklarında da burjuva içerikli kadın eylemi, kurulması amaçlanan burjuva toplumunda, eski sosyal ilişkilerin ve günlük yaşamın olduğu gibi sürdürülmesinin yol açacağı sakıncaları -ki artık bu ilişkiler çözülmeye başlamıştır- bir müdahaleyle gündeme getirerek ait olduğu sınıfa, sistemini, günün ihtiyaçları doğrultusunda tamamlamasında ve onu evrenselleştirmesinde yardımcı olmuştur.
Feodal-dinsel bir temele dayanan cemaat hukukunun yeni ilişkilerin önünü tıkayarak miadını doldurması, modern sınıf ilişkilerinin gündeme getirdiği kapitalist girişimciliğin teşvik edilmesi ve buna bağlı olarak mal ve can güvenliğinin hukuki bir prosedüre bağlanarak korunması talebi, eski sistemin hukuki bütünlüğünü kırmış; medeni haklan, daha doğrusu hak yoksunluğu, eski hukuk tarafından belirlenmiş olan Osmanlı kadını için bu, hukuksal eşitliği talep etmek için bir çıkış olmuştur.
Diğer yandan, Osmanlı burjuva-aristokrat aydın kadın, hak arayışı mücadelesinde, Avrupalı hemcinslerinin bu işe kalkıştıkları 18. yüzyılın başlangıcından bu yana karşılaştıkları gibi yoğun dirençle karşılaşmamış, burjuva devrimlerini daha önce yaşamış olan bu ülkelerde verilen kadın haklan mücadelesinin uluslararası kazanından, Osmanlı kadınının mücadelesine önceden bir meşruiyet kazandırmıştır. Jön Türkler ve öncelleri olan Genç Osmanlılar, kadının mevcut durumunu, aile ilişkilerini eleştiren, kadına eğitim hakkı verilmesini isteyen yazılar, makaleler, öyküler ve daha sonra da romanlar yazmışlar; 2. Meşrutiyet’ten çok önce çıkan gazetelerde kadın ekleri yayınlamışlardır. İttihat ve Terakki örgütünün programında; örgüte, kadın erkek bütün Osmanlıların üye olabileceği kaydı düşülmüştür.
Bu çağrı yanıtsız kalmamış, kentli aristokrat burjuva Osmanlı kadınlarının bir kısmı örgütün amaçlarını gerçekleştirebilmesi için perde arkasından da olsa önemli yardımlarda bulunmuş, gizli belgelerin taşınması ve korunmasında hizmetleri olmuştur. Ancak hiçbir kadın, örgüte üye olmamıştır. Örgüte üye olmak isteyenlerin uyması gereken kurallar, üye alınma sırasında katılınması beklenen ritüeller, kadınlar için, o zamanki koşullar düşünüldüğünde olanaksızdı. Ama sadece bu değil, kadınların örgütlenmesi konusunda Jön Türklerin kayda değer bir çabası olmamıştır.
Jön Türk Devrimi sırasında ortaya çıkan, çok sınırlı bir çevrede gelişen ve belirli sayıda kadın tarafından desteklenen burjuva kadın hareketi, toplumun diğer sınıf ve katmanlarına yayılarak geniş kadın kitlesinin sempatisini kazanma imkânını bulamadığı gibi Anadolu’da yaşayan kadının, büyük kentlerde yaşanan bu hukuk ve hak kavgasından haberi olamamıştır. Ülkenin birçok yerinde açılmaya başlayan atölye ve fabrikalarda kadın işçiler istihdam edilmeye başlanmasına karşın, kadına çalışma hakkı verilmesini talep eden burjuva kadın hakçılarının mücadelesi, alt sınıf kadınlarının ilgisini çekmemiştir; tersini söylemek de doğrudur: Burjuva kadınlar işçi kadınların yaşam koşullarıyla ilgilenmemişlerdir. Kaldı ki, 1908’e doğru, artık çok sık görülen grevlerde işçi kadınlar da yer almışlar, kendi aralarında geçici ve gevşek örgütler kurmuşlardır. Kimilerinin, grev sırasında kendilerine saldıran polislerle kapıştığı da görülmüştür.
Anadolu’da yaşanan, ticaret burjuvazisinin örgütleyip başını çektiği halk isyanları sırasında çok sayıda kadın, feodal-mutlakıyetçi saray rejimine karşı hoşnutsuzluğun, bütün kötülüklerin sorumluluğunun yerel idarelerde olduğu yanılsamasıyla yerel düzeyde ve dolaylı olarak ifade edildiği ayaklanmalara katılmıştır. Bazen, Sivas’ta olduğu gibi, açlığa ve yoksulluğa karşı başkaldıran, sadece kadınların katıldığı bir eylemi organize edip götüren kadınlara da rastlanmıştır.
Ama işte, değişik sınıflardan kadınlar, çeşidi nedenlerle ve değişik mücadele düzeylerinde başkaldırıp feodal aristokrasiye karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmiş olsalar da, onların bu cılız, örgütsüz, birbirinden habersiz giriştikleri eylemler genel devrimci hava içinde bir küçük katkı oluşturmaktan öteye gidememiştir. Oysa değişen sosyo-ekonomik koşullar doğrultusunda, kadınların günlük yaşamını etkileyen ve onların kadınlık statülerinde değişimi zorlayan pek çok şey olmaktadır.
Burjuva devriminin yanı başında ortaya çıkan burjuva kadın hareketinin ayrıntılarına girmeden önce, Osmanlı kadınlarının yaşamlarındaki değişikliklerden ve kadınların o zamanki statülerinden söz etmek gerekecektir.

JÖN TÜRK DEVRİMİNE DOĞRU OSMANLI KADINI
Osmanlı ülkesinin kırsal kesiminde yaşayan kadın için medeni haklar ya da insan hakları kavramı hiçbir şey ifade etmez. O, kendine yeter küçük ev ekonomisinin, üzerine en çok yük binen unsuru olarak her türlü kişisel ve bireysel haktan yoksun olarak yaşamını sürdürür. Padişahın otoritesini ve devlet erkini şahsında cisimleştiren toprak ağasının, ürünün büyük bir bölümüne el koyduğu tarımsal üretimde; üretimin ve yeniden üretimin koşullarının birbirinden ayrılmadığı, dolayısıyla ev ve iş arasındaki ayrımın söz konusu olmadığı feodal ilişkiler içinde, dönemin özellikleri dikkate alındığında teknolojik olanaklarla kolaylaştırılmamış ev işlerinin yapılması sırasında en önemli üretici güç durumundadır. Tarım, modern teknolojik olanaklardan yoksun olarak yapılmakta ve makinenin olmadığı yerde kadının fiziksel gücüne şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Daha önce tarımsal üretimde önde gelen ülkeler arasında yer alan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bu alanda oldukça gerilemiş ve tarımın modern teknolojiyle yapıldığı kapitalist ülkelerin dünya pazarına sürdüğü ürünlerle yanşamaz duruma gelmiştir. îç gümrük vergileri nedeniyle iç pazarda dolaşımı kısıtlanan tarımsal ürünlerin yerini, dışarıdan ithal edilen ürünlerin aldığı görülmekte, yerli tarım bu yüzden de olumsuz yönde etkilenmektedir. Kırsal kesimde yaşanan genel yoksulluk tablosundan, doğaldır ki, en çok kadınlar etkilenmekte, bu durum, onlara birçok sorumluluk daha yüklemektedir.
Toplumsal üretimde bunca rol oynayan Anadolu kadını, şeriatla beslenmiş feodal hukukla muhatap olduğu için mülk edinme olanağından, politik haklardan ve miras hakkından yoksundur. Kaldı ki, ataerkil kültürel formasyon, kadını, bütün iradesiyle erkeğe bağlamış, söz hakkı elinden alınmıştır. Bunca üretken olmasına karşın kadının var olma koşulu sadece evlilik içinde ve ana olma durumunda tanınmıştır; bunun dışında tek başına ayaklan üzerinde durmasının imkânı yoktur, çünkü toplumsal sistem buna olanak sağlayacak biçimde düzenlenmemiştir. Feodal üretim ilişkileri küçük aile üretimi temelinde organize olduğu için, kadın, ancak aile ilişkisinin bir parçasıdır, bu ilişkinin dışında bir yaşam imkânı sistemin bütünlüğünü bozacağından günlük ilişkileri düzenleyen yazısız yasalar ve hukuk; mevcut durumu onaylayacak, statükoyu koruyacak, bütünlüğü bozması muhtemel davranışlara yaptırım uygulayacak biçimde düzenlenmiştir ve bu hukuksal düzenlemenin içinde, kadın, sıkı bir biçimde gözaltındadır.
Köylü kadınların azımsanmayacak bir bölümü, yüzyılın son dönemlerinde feodal ilişkileri belli oranda gevşeten, yeni sosyo-ekonomik ilişkilere ve feodal toprak mülkiyetinin yol açtığı derin yoksulluğa bağlı olarak işçileşmek üzere kentlere göç eden erkeklere katılmak zorunda kalmıştır. Son yüzyılda yavaş yavaş sahneye çıkmaya hazırlanan iki yeni sınıf arasındaki ilişkiyi, birinin yararına, yani burjuvazinin siyasal taleplerine uygun olarak düzenlenmesini ihtiyaç haline getiren toplumsal gelişmeler sadece kentleri değil, bazı alanlarda dolaylı, bazı konularda da dolaysız olarak etkileyerek, bir oranda köyleri de toplumsal değişikliğin bir unsuru haline getirmiştir. Hiç kuşkusuz köyleri dışarıda bırakmayan yeni toplumsal gelişim, köylerde, kentlerde olduğu gibi hızlı, gözle görülür açık sonuçlar vermeyecektir, ama süreç içinde, kırsal alanda yaşanan feodal ilişkileri, feodal siyasal iktidarın zayıflamasına da bağlı olarak, oldukça yıpratacaktır. Şimdi artık, eski üretim ilişkileri çözülme sürecine girmiştir.
Kentlerde yaşayan kadınları ise belli başlı özellikleri bakımından iki ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. Birinci grubu, daha Tanzimat döneminden itibaren işliklerde ve atölyelerde çalışmaya başlayan, daha sonra fabrikalarda çalışmaya başlayacak olan yoksul alt sınıf kadınları; ikinci grubu ise, bir kısmı kadın hakları savunucusu olarak öne çıkacak olan saraya yakın konumlarda mevzilenmiş burjuva aristokrat kadınlar oluşturur.
Kadınların ev dışında, belirlenmiş bir işyerinde çalışması Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça geç bir dönemde başlamıştır. Oysa sanayi devrimini 19. yüzyılın başlarında yaşayan ve bu yüzyıl boyunca burjuva ihtilalleriyle sarsılan Avrupa’da, kadın ve Çocuk emeği çoktan beri vazgeçilmez olma özelliği kazanmıştır.
Belgelere göre, yüzyılın erken dönemlerinde Türk kadınlarının da çamaşırhanelerde çalıştırılmaya başlandığı saptanabilir, ama başlangıç haliyle, olgunlaşmakta olan bir eğilime işaret etse de bu, arızi bir fenomendir. Bunun dışında kadınların Anadolu’nun taşra illerinde ve kasabalarında ticarete yönelik kimi el zanaatlarına de vakıf olduğu biliniyor. Halıcılık, kadınların istihdam edildiği başlıca zanaatkârlık alanıdır. Bernard Caporal’ın verdiği bilgilere göre Cumhuriyet dönemine gelinceye dek “İzmir bölgesindeki 1.280 tezgâhta 4.780 kadın, Aydın’daki 3600 tezgâhta 11.000 kadın, Uşakta 4.000 kadın, Konya’da 18.000 kadın” halıcılıkla iştigal etmektedir.
Yine Caporal’in belirttiğine göre, “bazı maden ocakları uzun zamandan beri kadın işçiler çalıştırmaktaydı. Maden çalışmaları, el zanaatları örgütlenmesiyle çok zor bağdaşabildiğinden bu alanı düzenlemek amacıyla özel fermanlar çıkarıldı. Arşivlerde bu konuya ilişkin 16. yüzyıl başlarından fermanlar vardır. Değerli madenler ele geçirme isteği yarattığından ocakları olduğu kadar, taşınan malı da yolda eşkıyaların saldırılarına karşı korumak gerekiyordu. Tirebolu ve Giresun madenlerine ilişkin bazı fermanlar kendilerine saldırabilecek haydutlara karşı kadın işçilerin korunmasını buyuruyordu” ( Bernard Caporal, Kemalizm’de ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, İş Bankası Yayınları, 1982, sf.136)
Ancak maden ocaklarında kadın emeğinden yararlanılması kadınlar açısından gerçek bir işçileşme anlamına gelmez. Yoksul ve yalnız kadınlarla, çeşitli nedenlerle tutuklanan kadınlardan bazıları, buralarda, geçimlerinin sağlanması karşılığında, ama daha çok angarya ilişkileri içinde istihdam edilmektedir ve istisnai bir durumdur.
Kadınlar, 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak istisnai bir durum olarak değil de belirginleşmeye başlayan bir süreç kapsamında işlikleri doldurmaya başlarlar. 1897’de İstanbul Kibrit Fabrikası’nda 201 kadın işçi vardır. Adana ve Urfa’da kurulan çorap fabrikalarında kadın işçiler çalışmaya başlamıştır. Dokuma sektöründe de kadın emek gücü tercih edilmektedir. Hereke, Karamürsel ve Eyüp’teki dokuma fabrikaları bu gücün kullanıldığı belli başlı fabrikalar arasında yer alır. Meşrutiyetin ilanından sonra kadın emeği hızla istihdam edilmeye başlanacak ve 1913’e gelindiğinde “dokuma sanayisinin bütününde el emeğinin yüzde elliden fazlasını kadınlar ve çocuklar karşılamaktaydı. Bu oran ipek sanayisinde yüzde 95’i” bulacaktır. (L. Erişçi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi, 1951, sf.7)
İstanbul-Fransız Ticaret Odası’nın 31 Ağustos 1900 tarihini taşıyan bülteninde şu ifadeler yer almaktadır: ” Sivas’ta ve yöresindeki kazalarda yaklaşık on bin dokuma tezgâhı var. Kadın işçilere günde yirmi para ile 1 kuruş arasında ücret ödeniyor. Uşak’ta dokuma tezgâhlarında 6.000 kadın çalışıyor. Günde her biri 2 ile 6 kuruş ücret elde ediyor” (M. Ş. Güzel’den aktaran A. Y. Başbuğu, Elinin Hamuruyla Özgürlük, Milliyet Yayınları, 1992, sf. 98)
Rakamlara göre, İmparatorluk sathındaki 250 bin işçinin üçte biri kadındır.
1908’deri sonraki dönemde; Balkan savaşları ve imparatorluk bünyesindeki ulusal mücadeleler sırasında erkek nüfusun azalmasıyla ortaya çıkan istihdam krizi, kadınların çalışmaya sevk edilmesiyle atlatılmaya çalışılır. Gerçekte ise, birbirinin ardı sıra gelen savaşlar ve ekonominin giderek kötülemesi gibi nedenlerle birçok kadın yoksul ve yalnız düşmüş olduğundan, onların üretime sevk edilmesi için fazla zorluk yaşanmayacaktır. Kadınlar, orduya üniforma dikilen askeri dikimevi atölyelerinde, konserve fabrikalarında ve savaş ekonomisinin diğer alanlarında çalışmaya başlar.
Batıda, tarımsal alanların kapitalistleşme-sine bağlı olarak Karadenizli, Egeli, Marmaralı ve Adanalı kadınlar tarım işçisi olmaya başlamışlardır. Bu tarım işletmeleri, çevre illerde reaya olarak yaşarken, topraktan kopup özgürleşen çok sayıda kadının emek gücünü emmeye başlamıştır.
1. Dünya Savaşı’nın başlaması, kadın emeğine duyulan ihtiyacı artırmıştır. Bu amaçla “Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi” adı altında bir örgüt bile kurulmuştur ve derneğe bir buçuk ayda 14 bin kadının başvurduğu belirtilmektedir. İmparatorluğun son yıllarında had safhaya çıkan toplumsal çözülme, binlerce kadını, onları evinden koparmak suretiyle geçimlerini ev dışında sürdürmeye zorunlu kılmıştır. Birbiri peşi sıra gelen savaş dönemlerinde erkeklerini yitiren kadınlar, bir erkeğe bağlı olmaksızın geçimlerini karşılamayı öğrenmek zorunda kaldıklarında, kadın emek gücünü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken birçok atölye ve işletmeyi kendilerini bekler bulmuşlardır. Yıllarca süren seferberlik dönemlerinde toplumsal üretimin yükü, büyük ölçüde kadınların omzuna yıkılmıştır.
Kadınların işçileşmesinde görülen artışın yanı sıra Tanzimat döneminin kendilerine sunduğu lütufa göre, öğrenim görme olanağına sahip olan kimi seçkin ailelerin kızları da meslek sahibi olmaya başlamışlardır. 1862 yılında açılan ilk kız rüştiyesinden sonra, ilk mezunlarını 1873’te veren kız öğretmen okulunun ve diğer meslek okullarının açılmasıyla birçok kadın, öğretmenlik, ebelik, hastabakıcılık gibi mesleklere sahip olmuşlardır. Bu, Tanzimat’tan önceki dönemlerde asla mümkün değildir ve resmi okullarda öğrenim olanağı kadınlara Tanzimat’tan bir süre sonra tanınmıştır. Meslek okulları, burada öğrenim gören kadınların batıda gelişmekte olan özgürlük düşünceleriyle karşılaşıp bu düşünceler doğrultusunda yazı yazmayı öğrenecekleri kurumlar olacaktır.
Kadın işgücü istihdamına duyulan ihtiyaç ile şeriata dayalı feodal toplumsal düzenlemenin kadınlara tek yaşam alanı olarak evi tanıması arasında çok geçmeden ortaya çıkan çelişki, kentli burjuva aristokrat aydın kadının bu çelişkinin çözülmesi, kadının çalışma ve meslek edinme özgürlüğünün sağlanması, buna ilişkin medeni haklarının verilmesi talebiyle, mevcut statükosuna itirazlar yöneltmek üzere hak arayışı mücadelesine girmesine neden olmuştur.
Oysa kentli kadının ev dışındaki yaşamı, giyeceği giysilerin özellikleri, hangi gün evden dışarı çıkabileceği, alışveriş ederken nasıl davranacağı bile padişah fermanlarının konusu olmuştur. Takvim-i Vekayi’de yayınlan bir fermanda şu ifadeler yer almıştır: “Çarşı içinde kadın tayfasının bir şey almak için tuhafiyeci ve diğer dükkân ve mağazaların içine girmeleri yasak olduğundan kadınlar alışveriş edecekleri dükkânların dışarısında durup alacağı şeyi alarak bunun hilafına hareket görülürse hem kadınlar hem de dükkâncılar tedip edilir:” (Tarih ve Toplum, sayı 3, 1984, s. 37) Aynı ferman, kadınların hangi günlerde sokağa çıkabileceklerini belirterek devam eder. Buna göre, “boğaz içinde kadınlar cuma günlerinde yalnız Küçüksu ve Göksu’ya gidip başka hiçbir seyir yerlerine gitmeleri memnudur. Cuma ve pazar gününden başka kadınların diğer Boğaziçi seyir yerlerine gitmeleri caiz olup fakat erkek bulunduğu halde gayet edibane hareket edeler… Üsküdar taraflarının seyirleri pazartesi ve perşembe günleri sadece kadın tayfasına mahsus olup erkek gitmesi yasaktır. Bu iki günden başka kadınların Üsküdar seyirlerine gitmesi caiz değildir…”
Sosyal yaşamları fermanlar ve fetvalarla padişah tarafından düzenlenen kadınların ev içindeki yaşantıları da çok renkli değildir. Şeriata göre, taaddüdü zevcad yani dört kadınla evlenebilme hakkına sahip kılınan kocalarına bağımlı kılınmışlardır. Evliliği bitirme hakkı yalnızca erkeğe aittir ve erkek bunu, ağzından çıkan bir tek lafla bile sağlayabilir. Kadın, “eğer kocası ona mecbur olduğu şeyleri ekmek, pilav, kahve, haftada iki defa hamama gitme parası temin edemiyorsa ya da kocası adetlerin hilafına kadından yararlanmak istediği zaman (sodomi) kadın boşanmak isteyebilir. Bu durumda kadıya gider ve hiçbir şey söylemeksizin terliğini ters çevirerek koyar. Kadı bu dili anlar ve kadın boşanabilir.” (K. Mikes, Türkiye Mektuplarından alıntı. Tarih ve Toplum, sayı 4, Nisan 1984)
Günlük yaşamda, erkeklerin ve kadınların haremlik ve selamlık olarak ikiye bölündüğü Osmanlı toplumunda, varsıl aristokratların ve padişahların haremlerinde çok sayıda kadın köle ve cariye bulunmaktadır. Buna karşılık kadınların aileden olmayan erkeklerle konuşmaları bile kesinlikle yasaklanmıştır. İstanbul’da bulunan esir pazarları 1841’de çıkarılan İrade-i Senniye ile kapatılmış, siyahî ve beyaz esirlerin alım satımı yasaklanmıştır. Ama o zamana kadar Rus, Polonyalı ve Çerkez esir kadınlar satın alınarak harem nüfusuna dâhil edilmektedir.
Osmanlı toplum yapısında ev dışındaki hiçbir alanda kadına rastlamak olanağı yoktur. Sıradan kadın için politikayla uğraşmanın sözü bile edilemez. Ancak, saraydaki haremde yaşayan padişah gözdelerinin ve veliaht annelerinin politikaya entrikalarla müdahale ederek yönetimde söz sahibi olmaya çalıştıkları görülür. Bunun dışında kadın, genel olarak geçimini sağlayan erkeğin gözetimi altında cumbanın arkasındaki yaşamını sürdürür, çocuklarıyla uğraşır ve ev işleriyle zaman geçirir. Bu olanaklardan yoksun bir kadının başına gelebilecek tek şey vardır; o da fuhuştur. Osmanlı kadını, kendisine aile kurumu dışında yaşama olanağı sağlayabilecek olan mülk edinme ve miras hakkından yoksun tutularak yüzyıllar boyunca bu şekilde hayatını sürdürmüş, ev dışında fuhuştan başka hiçbir var olma olanağı tanınmadığı için, geçimini sağlayan erkeğin kölesi olmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı kadınının eşitlik arayışının öncüleri, anneleri bu koşullar altında ömür tüketmiş olan, kökenleri itibariyle aristokrat ama ideolojileri bakımından artık burjuvalaşan bu genç kentli kadınlar olacaktır. Onların evlerinde babaları, ağabeyleri ya da kocaları bir süredir dışarıda sürüp giden ve giderek gelişen mutlakıyet aleyhtarı hareketleri tartışmakta, böylece kadınlar meşrutiyet, anayasa, adalet, müsavat gibi kavramlarla tanışmaktadırlar. Yaşadıkları evlere İttihat Terakki örgütünün gizli belgeleri girmekte, Abdülhamit’in polisinin kadınları aramak gibi bir tasarrufta bulunması söz konusu olmadığı için babaları, kocaları ya da ağabeyleri adına bu belgeleri güvenlikte tutma görevini üstlenmektedirler. Tanzimat’tan sonra yayınlanan gazetelerin kadın eklerini büyük bir dikkatle okuyan kadınların düşüncelerinde değişiklikler meydana gelmekte ve giderek, kendilerini ve hayatlarını sorgulamaya başlamaktadırlar. Adım sesleri duyulan burjuva devriminin ilkeleri, onları cezp etmektedir.

OSMANLI KADINININ EŞİTLİK ARAYIŞI VE HAK TALEBİ
Tanzimat, dindışı eğitim kurumlarının açılmasını sağlayarak Batı’daki burjuva devrimlerini ideolojik olarak besleyen ve motive eden fikirlerin Türkiye’ye ulaşmasının olanaklarını sağlamıştı. Avrupa’da yaşadıkları sürgün yaşamı boyunca tanık oldukları ilişkiler ve Türkiye’ye ulaşan yabancı yayınlardan edindikleri izlenimler, Jön Türkleri ve öncelleri olan Genç Osmanlıları, kendi ülkelerindeki kadınların durumlarıyla yakından ilgilenmeye sevk etmişti. Devrimler Avrupası’ndaki kadınlarla kendi çevrelerindeki kadınların durumu karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablo Jön Türklerin hiç hoşuna gitmiyordu. Ütopik sosyalistlerin kitaplarından “uygarlığın düzeyinin kadınlara sağlanan özgürlükle ölçüleceği”ni öğrenmişlerdi.
Çevrelerinde kendileriyle arkadaşlık edebilecek, davalarını benimseyecek olgun ve kültürlü kadınlar görmek, Avrupa’da yaptıkları gibi onlarla rahat rahat tartışmak, eşlerini kendileri seçmek istiyorlardı. Mevcut aile kurumu, Jön Türkler tarafından eleştirilmeye başlandığında, bu aile kurumunun en önemli unsuru olan kadın; mevcut statükoyu koruma özelliğiyle karşılarına çıkıyordu. Jön Türkler kadınların durumu düzelmedikçe sosyal yaşam içinde istedikleri gibi düzenlemeler yapamayacaklarını ve asrileşemeyeceklerini anlamışlardı. Bu nedenle, Osmanlı kadınlarının hak arayışlarının ilk savunucuları Genç Osmanlılar oldu. Denebilir ki, kadınlardan önce kadınları değiştirmeye erkekler soyunmuştur. Şemsettin Sami “Kadınlar” adını taşıyan yapıtında şöyle diyordu: “Aile demek kadın demektir. Cemiyeti beşeriye ailelerden teşekkül eder; cemiyet-i beşeriyenin saadeti ve ailenin saadeti kadınların terbiyesine mütevakkıf olduğundan kadınların terbiyesi, cemiyeti beşeriyenin saadeti mucibidir… Medeniyetin birinci dersi kadınların terbiyesi olmak iktiza eder.”
Genç Osmanlı aydınlar arasında yer alan Namık Kemal, Şinasi ve Şemsettin Sami, kadın sorununa değinen makaleler yazmaya başladılar. 186l’de çıkarmaya başladıkları “Tasvir-i Efkâr” gazetesi sayfalarında, “Terbiye-i Nisvan Hakkında Bir Layiha” adını taşıyan makalesi yayınlanan Namık Kemal, bu yazısında ve İbret’te yayınladığı “aile” başlıklı makalesinde kadınların eğitilmesinin gerekliliğinden söz ediyordu, ilk Türk tiyatro yapıtı olan, Şinasi’nin, “Şair Evlenmesi” adını taşıyan yapıtı, aile ilişkilerinin hicvedildiği bir eserdir. 1868’de yayınlanmaya başlayan “Terakki” isimli gazete ilk kez kadınlar için “Muhadderat” ismini taşıyan bir ek yayınladı!
Kadın sorununa değinen o zamanki bütün eserlerin ortak teması kadına eğitim özgürlüğünün tanınmasıdır. Eğitimin, kadınlarla erkekler arasında bir eşitlik olanağı olacağı düşünülmektedir.
1908’e gelinceye dek birkaç kadın dergisi yayın hayatına başlar. Bu dergilerin yayın kadrosunda bulunan kadınlar, okuyucularını sosyal yaşam ve gündelik ilişkiler konusunda eğitmeye çalışırlar.
1884’te yayın hayatına başlayan ilk kadın gazetesi “Şükufezar”dır. daha sonra da “Hanımlara Mahsus Gazete” yayınlanacaktır. O zamanlarda öne çıkan kadın yazar kadrosu içinde Fatma Aliye Hanım, kız kardeşi Emine Semiye, Nigar Hanım (şair), Makbule Leman, Hamiyet Zehra ve daha sonra da Halide Edip yazdıkları makaleler aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışmışlardır. Bu kadınlar, sadece yazı yazmakla kalmamış, aynı zamanda kadın derneklerinin kuruculuğunu yaparak kadınları örgütleme faaliyeti içinde bilfiil yer almışlardır. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İstanbul ve Selanik’te çok sayıda kadın örgütünün kurulduğu görülmüştür. Bunlardan bazıları bizzat İttihat Terakki örgütü tarafından kurulmuştur.
İlk kadın derneğinin adı Muhadenet-i Nisvan adını taşır; kurucusu Fatma Aliye, kuruluş tarihi ise 1896’dır. Fatma Aliye tarafından kurulan ikinci bir dernek Cemiyeti İmdadiye’dir ve 1908’de kurulmuştur. Fatma Aliye’nin kız kardeşi Emine Semiye’nin önderliğinde 1898’de Selanik’te kurulan derneğin adı Şefkat-i Nisvan’dır. İttihat Terakki örgütünün kadın şubesinin kuruluşu da 1908’de gerçekleşmiştir ve aynı yıl kurulan dernekler arasında, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi de bulunmaktadır. Halide Edip’in kurucusu olduğu ve kadın derneklerinin içinde pek çok bakımdan en önemlisi olan Teali Nisvan derneğinin tabelası 1909 tarihini taşır. Adı geçen derneklerin dışında Osmanlı kadınları, yardım dernekleri, kültürel gelişmeyi amaçlayan dernekler, eğitim amaçlı ve ülke sorunlarına çözüm önerileri bulmayı amaçlayan dernekler kurmuşlardır. Osmanlı topraklarında yaşayan azınlık uluslara mensup kadınların da derneklerde örgütlendikleri görülmektedir. Beyoğlu Rum Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniyesi, Türk ve Ermeni kadınlar İttihat Cemiyet-i Hayriyesi gibi dernekler, azınlık kadınlarının kurdukları dernekler arasında yer alır. Çoğunluğu dayanışma amaçlı olarak kurulan bu dernekler, o dönem için kadınların ev dışında bir sosyal yaşam oluşturmalarını sağlaması bakımından önemlidir. Derneklerin kurucuları aynı zamanda, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesi için verdikleri mücadelenin ideologları konumundadır. Bir yandan dernek aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışırlarken diğer yandan durmadan, kadın sorununu işleyen makaleler yazmaktadırlar.
Kadın sorunu üzerine kalem oynatan bu yazarlar tarafından kadının aile içindeki konumu şu veya bu şekilde sürekli eleştirilir ve çok eşli evliliklerin kaldırılması istenir. Ancak mevcut durumun bunca eleştirilmesine karşın, sorun üzerine düşünüp tartışanlar çözüm olarak radikal öneriler getirmezler. Saptadıkları sorunlar ise özele ilişkin şeyler değildir. Dolayısıyla dönemin burjuva karakterli kadın hareketi, Jön Türk Devrimi’nin tutarsız, dar, kararsız tutumunun izdüşümünü kendine içselleştirmiş durumdadır.
Erkek ya da kadın yazarların o dönem İçin en büyük kaygısı isteklerinin şeriata uygunluğunun kanıtlanmasıdır. Kadının öğrenim görme hakkı, çalışma ve miras hakkı gibi talepleri Kuran’dan alıntılarla desteklenir ve istemlerin meşruiyetinin böyle sağlanabileceği düşünülür. Ancak, “Türk Kadınlığının Tereddisi Yahut Karılaşmak” ismini taşıyan bir kitabında, Salahattin Asım’ın yaptığı gibi dine karşı daha radikal tavırlar takınan aydınlar da vardır. Asım, “Karılaşmakta esas, toplumsal işlevsellikten yoksun olmaktır” der ve devam eder “Her şeyden evvel şunu beyan edeyim ki, Türk karılaşmasında en büyük etken diğer bütün sosyal hadiselerimizde olduğu gibi dindir… Bizi cemiyet ve medeniyette yarım bırakan sosyal organizmanın bir yarısını sakat ve felç yapan, kadını medeni hayatın yüzüne çıkmaya liyakatsiz gösteren, kısaca sosyoloji katında bizim zavallı toplum ve medeniyetimizi gülünç ve maskara mevkiine oturtan ve bu suretle hayatımızı… her türlü gelişmeden uzak tutan ve durduran anayı ve evladı, zevç ve zevceyi birbirinden ayıran hep tesettürdür” (Aktaran A. Y. Başbuğu, age, s.73)
Aydınlar, kadın sorununu ortaya çıkaran nedenleri nasıl saptarlarsa saptasınlar dikkat çektikleri nokta aynıdır: “Kadının bugünkü konumu çağdaşlaşmayı, batılılaşmayı, medenileşmeyi önlüyor.” Bu, sınıfsal bir dile çevrildiğinde, Türkiye’nin evrensel bir sistem haline gelen kapitalizme eklemlenme sürecinde, “cemaat” ilişkilerini kırıp iktisadi teşebbüs yapabilecek bireylerin yer aldığı bir “cemiyet” kurma aşamasında, feodal aile ilişkileri ve feodal kadın statüsü evrensel değerlerin yerleştirilmesini engellemektedir. Bunun için kadının bir fert olarak benimsenmesi gerekmektedir. Çünkü dönem, bireyin ve “şahsi teşebbüs”ün öne çıkarıldığı dönemdir.
Çalışma hakkından ilk kez söz edilmeye başlanmıştır; feodal aile bağlarının eleştirilmeye başlanmasının kaçınılmaz sonucudur bu; ya da tersi de doğrudur. İster sermayedar olsun ister emekçi, kadının da emek pazarında eski ilişkilerinden “özgürleşerek” pazarlığa birey olarak katılması beklenmektedir. Bunun önündeki en önemli engel ise, doğal olarak kadının feodal zincirleri ve asosyal yaşamının sürüyor olmasıdır.
Ama her şeye karşın, kadınların bu istemleri, Osmanlı despotizminin kadın politikasına ve şeriatın kadınlarla ilgili hükümlerine bakıldığında azımsanmayacak kadar önemlidir.
Jön Türk aydınlar şer’i-feodal aileyi ve kadının statüsünü eleştirirken kendilerini cemaatin bir parçası kılarak birey olmalarını engelleyen mevcut kültürü eleştirmek istemişlerdir. Ancak, onları sistemden koparacak ölçüde radikal talepleri yoktur; devrim karşısında gösterdikleri ürküntü ve politikalarının bir ayağıyla hâlâ toprak ağalarına dayanması; kadın sorunu karşısında da çağın normlarının dışında kalmalarına yol açmış, geleneksel değerleri sorgulayamamışlardır. Kaldı ki, temsil ettikleri sınıfın uzun erimli çıkarları, kadının statüsünün köklü bir değişikliğe tabi tutulmasını engellemektedir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizm, kadınların ezilme konumunu bir önceki toplumdan devralarak içselleştirecek, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerle, kadının mevcut siyasal erk karşısındaki tarihsel konumunu korumayı sürdürecektir. Burjuva kadın hareketi eşitlik sorununu, kapitalizmde gidebileceği en son noktaya kadar -ki bu siyasal eşitliğin sağlanması, seçilme hakkının fiilen tanınmasıdır- zorladıklarında, elde edilen kazanımlar, kapitalizmin vitrinini süsleyecek, sisteme tamamlanmışlık görüntüsü verecektir.
Jön Türkler, kadının durumunu değiştirme vaadinde bulunmalarına ve İttihat Terakki örgütünün çağrılarında, kadın erkek bütün Osmanlılara seslenmeye özen göstermelerine karşın örgütün bir tek kadın üyesi bile yoktur. Devrimden sonraki günlerde de kadınlar vaatlerin yerine getirilmediğini görmüşlerdir. Beşinci yıl kutlamaları yapıldığında “Kadınlar Dünyası” dergisi yazarları Meşrutiyete “erkeklerin bayramı” diyerek dudak bükecektir. Oysa devrim günlerinde Meşrutiyet’i coşkuyla selamlamışlardır. Ruhsan Nevvare Hanım, devrimden bir ay sonra şöyle yazmaktadır: “Evet o kadar çok şey isteyeceğiz, ilerlememizi o kadar ciddi bir dirençle arayacağız ki, görüp işitenler bizlerdeki istek ve hevese hayret edebilecekleri, gibi, şimdiye kadar horlanarak ve aşağılanarak yaşadığımıza şaşacaklar… Birçoklarının sandığı gibi hiçbir işe yaramaz beceriksizler olmadığımızı göstereceğiz. Bizim de akıl, sezgi ve mantıklı yargılamalarla pek çok işe yarayabileceğimizi ortaya koyacağız. Bütün kalbimizle başlamasını istediğimiz o bizi mutluluğa erdirecek ilerleme adımlarının şimdiye değin atılmaması nedeninin araçlarımızın ve kılavuzumuzun yokluğuna dayandığını belirleyeceğiz…” Bu hitaptaki hissedilir coşkuya karşın, ne kadınlar, ne de başlangıçta onların adına kadın haklarını savunan Osmanlı aydınları çok şey istemiyorlardır aslında. Medeni hukukta küçük düzenlemeler, miras hukukunun gözden geçirilmesi, kadına eğitim olanağının tanınması; hepsi bu kadardır. Fatma Nesiba Hanım bir konferans sırasında bunları dile getirdiğinde devrimin üzeriden dört yıl geçmiştir: “Bize, bizim şu geri muhitimize gelince; biz daha, siyasi hak isteyecek kadar cüretkâr değiliz hanımlar! Yalnız şimdilik medeni hukuk, insaniyet hakkı, yaşamak hakkı istiyoruz, vazifelerimiz tayin edilsin. Bilelim ki, biz hakikaten şu ve şu vazife mukabilinde tecavüz olunamaz hukuka sahibiz. Bunun için daha emin olmak üzere zamanın icabatına bağlı kanunlar yapılmalı ve bunda bizim de kabullerimiz olmalı.” (Aynur Demirdirek age, s. 83)
İlginçtir ki, hak arayışı mücadelesi veren ve çok şey istediklerini söyleyen kadınlar, çağdaşları olan İngiliz feministleri oy hakkı için mücadele verirken, oy talebinde bulunmamışlardır. Emmeline Pankhurst ve arkadaşları İngiliz parlamentosu önünde taşkınlıklar gösterirken, polisle çatışmaya girip açlık grevleri yaparken, Osmanlı kadınları, hazır olmadıkları gerekçesiyle oy hakkı istemeyi ertelemişlerdir.
Meşrutiyet’ten 6 yıl sonra, Kadınlar Dünyası’nda yayınlanan bir yazıda şu ifadeler yer almıştır: “Memleketimizde şimdiye kadar vakıa kadınların oy hakkından bu hakkın kendilerine verilip verilmemesinden henüz bahsedilmiyor, Münakaşat dahi başlamamıştır. Bu sükûtumuz bizim oy hakkını istemediğimiz için değil, henüz onun zamanının gelmediğine kani olduğumuz içindir.” (Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışı, imge Yayınlan, 1993, s. 117)
Osmanlı kadınlarının istemeye hazır olmadıkları bazı haklar için Avrupalı kadınlar çoktan beri ayaktadır ve proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktığı 1848 devriminden sonraki dönemde kadın hareketi iki ayrı sınıfın perspektifine göre farklılaşmaya, ayrım çizgileri belirginleşmeye başlamıştır. August Bebel’in 1879 da yazdığı “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabı, birçok devrimci işçi ve aydın kadının başucu kitabı ve mücadele rehberi olmayı hak etmiştir. Bebel, bu kitabında kadınların mevcut statüsünü tarif ettikten ve eleştirdikten sonra kadınların kurtuluşunun sosyalizmle olacağına vurgu yapmıştır. Bu saptama “kadın hakları savunuculuğu” eylemleriyle, kendi kurtuluşlarını proletaryanın verdiği iktidar mücadelesinde gören emekçi kadınların eylemleri arasındaki tarihsel kopuşu bir kez daha ifade etmektedir.
Burjuva devrimleri sırasında feodal siyasi iktidara karşı yan yana dövüştüğü burjuvaziden politik kopuşunu sağlayan proletaryanın kadın sorununa olan ilgisi, daha 1. Enternasyonal (kuruluşu 1864) döneminde, başlamıştır. Bizzat, Marx’ın kızları, kadınların örgütlenmesinde aktif olarak yer almışlardır.
2. Enternasyonal’in 1889’da yapılan Paris Kongresi’ne Almanya’dan delege olarak katılan Clara Zetkin, burjuva kadın hareketini karşı devrimci olarak nitelemiştir. Çünkü Burjuva kadın hareketi burjuvazinin devrimci özelliğini yitirmesiyle birlikte gerici bir karakter kazanmıştır. 2. Enternasyonalin 1893’te Zürich’te ve 1907’de Stuttgart kongrelerinde kadınlara oy hakkı konusu gündeme getirilmiş ve bu, bir ilke kararı olarak kabul edilmiştir. Ancak Clara Zetkin “oy hakkı için verilecek mücadelede feministlerle taktik hiçbir uzlaşmaya gidilmemesi” görüşünü ısrarla savunmuştur. Çünkü burjuva kadın hakları savunucuları, oy hakkının mülk sahibi olma esasına göre verilmesinden ve yalnızca mülk sahibi sınıfın kadınlarına tanınmasından yanadırlar.
Avrupa’da, giderek, onları birbirinden ayıran sınırları belirginleşen iki kadın hareketi arasındaki ayrışma Osmanlı topraklarında henüz yaşanmamaktadır ve işçi sınıfının bağımsız bir sınıf karakteri kazanmadığı ve örgütlü bir güç haline gelemediği devrim arifesinde burjuva aristokrat kadınlar hak arama mücadelesini, devrimin politik içeriğiyle uyuşan bir perspektifle sürdürmektedirler.
Bu kadınların daha önce de değinildiği gibi siyasal hiçbir talepleri yoktur. İstedikleri her şeyi daha iyi annelik yapabilmek ve iyi bir “zevce” olabilmek gerekçeleriyle mazur göstermek ister gibidirler. Ancak devrimin bütün ülkeyi saran coşkulu günlerinde Babıâli’de yapılan toplantıları izleme talepleri olmuş ama kendilerine izin verilmemiştir. İttihat Terakki Hükümeti, bir yıl sonra yapılan 31 Mart gerici darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, Babıâli, Jön Türkler tarafından tekrar ve bir darbeyle ele geçirildiğinde, kadınlar Babıâli’ye doğru yürüyüşe geçen kitlenin içinde yerlerini almışlar, darbeye en ön saflarda katılmışlardır.
Oysa İttihat Terakki hükümeti iktidarda olduğu süre boyunca kadınların sınırlı taleplerine karşı aldırmaz davranmıştır. İttihat Terakki Hükümeti’nden duyulan hayal kırıklığı, 1913’te, Kadınlar Dünyası dergisinin yazarlarından Naciye Hanım’ın kaleminden dile getirildiğinde, sorunların kaynağı ve hayal kırıklıklarının nedeni olarak erkekler görülmektedir. Kadınlar hiçbir zaman siyasal iktidarla ilişkilendiremedikleri hak yoksunluğunun hesabını erkeklerden sormaktadırlar. Ama serzeniş bir şeyi göstermektedir, burjuvazinin devrimi, her şeyi olduğu gibi kendi sındının kadınlarını da yarı yolda bırakmıştır: “Hürriyetleri temin edilmemiş bir kitle, bir kitle-i mazlume kaldı. O da biz zavallı kadınlar. Evet, erkekler zahiren bu kadar hürriyetperver göründükleri halde hakikatte birer küçük diktatörden başka bir şey değildirler. Hürriyet, Hürriyet sedalarıyla koca kıtaları kanlara boğdukları esnada bile kadınları görmediler. Onlara siyasi hak değil insan hakkı bile bahşetmekten çekindiler…” (Aynur Demirdirek age. s .85)

İŞÇİ EYLEMLERİNDE KADINLAR

Burjuva aristokrat kadınların, dönemin siyasal hareketine kendi talepleriyle, cılız da olsa bir sosyal güç olarak katıldıkları dönemlerde, yeni gelişmekte olan işçi sınıfının saflarında yer alan kadınların da, iş yaşamlarının düzeltilmesi ya da ücret talebiyle bu sosyal atmosfer içinde yer aldıkları görülür. Daha 1867’de işçi kadınların bazı eylemlerine tanık olunmuştur. “The Levand Herald” gazetesinde yer alan bir habere göre “Geçen salı günü maliyeden alacakları bulunan bir küme kadın, tekrar ücretlerinin ödenmesi isteğinde bulundular. Cevap olarak alışılmış ‘para yok’ sözünü işiten kadınlar gittikçe daha çok şamata yapmaya başladılar ve ancak dışarıdan müdahale ile sustular. Çıkan kargaşalıkta kadınların birçoğunun itilip kakıldığı söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, Türkiye’de İşçi Sınıfı… Habora Yay. 1969, sf.103)
İlk önemli grev olan 1876 Tersane Grevleri sırasında da tersane işçilerinin karılarının, eşlerini destekledikleri hatta grev kırıcı işçilere karşı “Hanum Birlikleri” adını taşıyan geçici örgütlenmeler oluşturdukları basına yansımıştır. Uzun süredir ücretlerini alamayan tersane işçileri Babıâli’ye yürüyerek sadrazamın huzuruna çıktıklarında onlara ancak iki aylık ücretlerinin verileceği, bunu kabul etmeyenlere de tam ücret verilerek işten çıkarılacakları söylenmiştir. İşçilerin bir kısmı bu teklifi kabul etmemiş, bir kısmı ise kabul etmiştir. Böylece ikiye bölünen tersane işçilerinden iki aylık ücreti kabul ederek çalışmaya başlayanlarla sadrazamın teklifini kabul etmeyenler arasında kavga çıkmıştır. “La Turquie” gazetesinde olayla ilgili haber, şu sözlerle yer almaktadır. “Bu işçiler işten çıktıklarında grevcilerin saldırısına uğramışlar ve pek çok işçi yaralanmıştır. Silahlı güçler, tarafları dağıtmıştır. Grevci işçilerin karılarının da en az kendileri kadar saldırgan oldukları ve sopalarla silahlanmış ‘hanum’ birliklerinin, tersanenin kapısında durarak çalışmak isteyen işçilere sopa yağdırdıkları söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, age. s. 141)
Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra yüz kadar işyerinde başlayan işçi grevlerinin bir kısmı da besin, dokuma ve tütün gibi kadın işçi istihdam eden işkollarında yapılmıştır. Bunun dışında, grev yapan erkeklerin karıları da eşlerinin kavgasında aktif olarak yer almışlardır. Örneğin demiryollarında yapılan grev sırasında grevci işçilerin karılarının polisle çatıştıkları görülmüştür. O tarihte İzmir’deki Fransız konsolosu, 2 Ekim 1908’de yazdığı raporuna, “1 Ekim 1908’de grevcilerle güvenlik güçleri arasındaki çatışmaya kadınlar da katılmıştır. Silahlı çatışmadan sonra grevciler geri çekilmiş, karıları gelip askerlere küfretmiş, demiryolu yönetimine küfretmiştir” ifadelerini kaydetmiştir. (1908 Kadınları, Şeyhmus Güzel, Tarih ve Toplum, Sayı 7, Temmuz 1984)
Bu örneklere başkalarını eklemek mümkündür. 19. yüzyılın ikinci yansından sonra sayıları artan işçi kadınlar, Meşrutiyet’in ilanına az bir zaman kala başlayan grevlere katılmışlar, grev yapan kocalarını desteklemişler, Meşrutiyet’ten sonra çok sayıda işyerinde birbiri ardı sıra sökün eden grevler, kadınların istihdam edildiği işyerlerinde de görülmüştür. İşçi kadınların, ait oldukları sınıfın bir parçası olarak sürdürdükleri örgütsüz, örgütsüz olduğu için de disiplinden, kalıcılıktan deneyimlerin aktarılma ve merkezileştirilme olanağından yoksun eylemleri, genel muhalefet tablosunun bir köşesinde geleceğe dair bir eğilimi muştalayarak canlı bir renk olarak kalmıştır ama bu kadın eylemleri, 1908 burjuva devriminin organik bir bileşeni olamadığı gibi burjuva kadınların hak arayışı mücadelesinin bir unsuru da olamamıştır. Henüz bir işçi kadın hareketi kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan grevci kadınların tek tek ve koordine olmamış eylemleri, diğer sosyal katmanların hareketleri gibi mutlakıyete yöneltilmiş hoşnutsuzluğu besleyerek, yüzünü Meşrutiyet’e dönmüş olan ticaret burjuvazisinin önderliğindeki bu devrimi hazırlayan ilişkilerin içinde mütevazı bir yer tutmuştur.
Sadece işçi kadınlar değil, Anadolu’da tüccarların önderliğinde gelişen halk ayaklanmalarında da kadınlar o zamanki koşullar altında olağanüstü savaşkanlık göstermişlerdir. Erzurum isyanı sırasında, Kürdistan bölgesinde ortaya çıkan ayaklanmaları bastırmak üzere Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları’na karşı silahlananların arasında kadınlar da bulunuyordu. 1908 Ocak ayında Trabzon’da baş gösteren ve Vali’nin görevden alınması için yapılan gösteriler sırasında gözaltına alınan halk önderlerine işkence yapılmasını protesto eden kadınlar, Vali Konağı’na yürümüşlerdir. “Katiller” diye bağırarak vilayete yürüyen kadınların öfkesi tutuklanan 170 kişiden 80’inin serbest bırakılmasını ve 90’ının hâkim karşısına çıkarılmasını sağlayacaktır.
Kuşkusuz, 1908 Haziranı’nda Sivaslı kadınların ekmek isyanı özel bir önem taşımaktadır. Vilayet önünde toplanarak ekmeklerin pahalılığını ve kalitesini protesto eden kadınların isyanı kısa zamanda hızla yayılmış, 500 kişilik bir kadın kitlesi Vali Konağı’nın camlarını indirip un depolarını yağmalamıştır. Un vurguncularının başında yer alan Belediye Başkanı, kadınların gazabından kaçarak kurtulmuştur.
1908 Devrimi’nin arifesinde ve ondan sonraki aylarda hareket halinde olan sosyal katmanlar arasında kadınlar da vardır. Yerel veya ulusal ayaklanmalara katılan, grev yapan, İttihat ve Terakki örgütünde örgütlenen Jön Türklere perde arkasından yardım eden, kadın haklarını savunan, dernekler kuran ve gazeteler çıkaran değişik sınıflardan kadınların çabaları, Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan koşullar arasında yer alarak bu devrimin imkânlarını beslemiştir. Ticaret burjuvazisinin devrimci bir işlev yüklendiği Meşrutiyet, burjuva aristokrat kadınların da, onları kendi davaları çerçevesinde sürükleyerek akışa katılmalarını sağlamış; Avrupa’da burjuvazinin devrimci misyonunu yitirerek gerilediği dönemde bu sınıfın kadın hareketi de gerici bir nitelik kazanmışken, Osmanlı kadınlarının hak arayışı mücadelesi, bu ülke toprakları için ilerici bir özellik kazanmıştır. Kadınların hareketi, değişen iktisadi ve sosyal koşullardan dolayı nasıl zorunlu olarak ortaya çıkmışsa, bu hareket, sosyal ilişkilerin kadınlar bakımından gözden geçirilmesini de zorunlu hale getirmiştir. Ancak burjuva kadın hareketi, 1908 Devrimi’nin, burjuva demokratik görevleri sonuna kadar yerine getiremeyip geri çekilmesine bağlı olarak, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’daki aynı türden kadın hareketlerin radikalliğini, taleplerin içeriği ve bu taleplerin takip edilmesinde gösterilen ısrar bakımından gösterememiştir. Türkiye’nin ilk burjuva kadın hareketi, ilk devrimi gibi güdük kalmıştır.

Şubat 1994

Sınıf Mücadelesi Tarihinde 3 dönem, 3 Kadın

Sınıf mücadelesinin uzun tarihinde, örgütçü ve militan olarak yer almış sayısız kadın arasında, komünist olmayan, ama sınırsız bir arayışla kendilerini ezilen sınıfların ve kendi cinslerinin kurtuluşu mücadelesine adamış öncüler vardır. Bu kadın öncülerin mensup oldukları akımlar ve eylemleri, Marksizm-Leninizm tarafından eleştirilmiş olmakla birlikte, gene bizzat Marx ve Lenin tarafından daima saygıyla anılmışlardır.
Onlara saygı; sınırsız fedakârlık ve cesaretle “daha güzel bir dünya” yaratmak üzere egemen sınıflara karşı mücadele etmiş herkesi, kendi geçmişinin bir parçası olarak gören devrimci komünizmin bir özelliğidir. Sınıf mücadelesinin Marksizm-Leninizm ışığında yürütülme düzeyine ulaşmasında, onların keskin eleştirici düşüncelerinin, hatalarla dolu olsa da mücadelelerinin ve deneylerinin büyük payı vardır. Dünya devrim tarihinde haklı bir yer edinmiş olan bu savaşçıları tanımak, aynı zamanda onların yaşadıkları dönemin temel özelliklerini anlamaya ve devrimin karmaşık ve zengin içeriğini görmeye yardım edecektir. Bu yıl 8 Mart’ı, dünyanın devrimci bir döneminde, aşağı yukarı aynı tarihlerde yaşamış ve mücadele etmiş üç kadının, Vera Figner’in, Flora Tristan’ın, Louis Michel’in ve egemen sınıflara karşı verilen mücadelede öne çıkmış bütün kadınların   kimliğinde selamlıyoruz.

VERA FİGNER:
“Benim sözüm ve eylemim birdir”
Eylemi ona kimliğini kazandırdı ve adım tarihe yazdırdı ama Vera Figner, çar rejiminin karşısına dikilen ve bu devrimci mücadelede kahramanlık destanları yazan yüzlerce kadından biriydi. 19. yüzyılın yetmişli yıllarında, topraklarının yanı başındaki Avrupa’da ardı ardına cereyan eden burjuva devrimlerini, 1848’den beri burjuvaziden koparak bağımsız bir sınıf karakteri kazanmaya başlayan proletaryanın iktidar mücadelesinin fırtınasını; yenilmiş de olsa, işçi sınıfı iktidarını ilk kez gerçeklik olarak sergileyen Komün günlerinin dehşetini; yüzyılın başından beri sayısız köylü ayaklanmalarıyla sarsılmış olmaktan gelen korkuyla izleyen çarlık rejimine karşı savaş açmış yüzlerce kadından biri.
Figner’in bir Narodnik aktivist olarak çarlık rejimine karşı mücadeleye katıldığı dönem, Marx’ın 1882’de, dünya devriminin merkezinin Rusya’ya kaydığı saptamasını yaptığı, oldukça geniş bir coğrafyada Rusya’nın kendisini devrimci bir faktör olarak ortaya koyduğu bir dönemdi. Bir süre sonra, Narodniklerin eylemlerinden ve Rusya’da gelişmekte ve devrimci bir nitelik kazanmakta olan işçi sınıfının gözlenmesinden çıkarılan bu öngörü doğrulanacak, Narodniklerin köylü bir içerik vererek tanımladıkları ve yönlendirdikleri çarlığa karşı mücadelelerin devamı, ama aynı zamanda da bunun reddi olan proletaryanın mücadelesi sosyalizmin kurulmasını başaracaktır.
Rusya, bir önceki yüzyılın son yıllarında, Pugaçev ve Stenka Razin’in önderlik ettiği köylü ayaklanmalarına sahne olmuştur ve 1812’de çarlığın moral olarak kendini en iyi hissedebileceği bir zamanda, Fransa’yla yapılan savaştan tam galip çıkılmışken Decambristlerin isyanı patlamıştır. Ordu içinde bir grup subay ve askerle, yüksek sınıflara mensup aydınların içinde yer aldığı isyan, çok geçmeden büyüyerek kitleselleşecek, geniş halk yığınlarını da sararak çarlığa karşı verilen ilk kitlesel ayaklanma olma niteliğini kazanacaktır.
Decambrist isyanın faturası, yüzlerce ölü, sayısız isyancının hapsedilmesi, bundan sonra tutuklanan siyasilerin uzun yıllarını geçirecekleri Sibirya sürgünlerinin başlaması, 1. Nikola’nın iktidara gelmesiyle başlayan istibdat yılları ve yıllar süren moral bozukluğudur. Meşruti monarşi siyasal talebiyle ayağa kalkan, ancak kararsızlıklarının bedelini oldukça pahalıya ödeyen decambrist isyancılar, hezimete uğrayıp dağılmış olsalar da Rusya için yeni bir dönem başlamıştır artık. Onların yiğit başkaldırıları kendilerinden sonra gelen kadın ve erkek devrimcilerin eylemlerine esin ve moral kaynağı olacaktır.
Vera Figner ve arkadaşları, Decambristlerin ardından başlayan popülist ve devrimci edebiyatın, üniversite öğrencilerini, üst sınıflara mensup aydınları, çarın liberalleşmeye başlayan bürokratlarını etkileyip genel bir hoşnutsuzluk ve muhalefet ortamını besleyerek onların çıkışlarını kolaylaştırıp eylemlerine zemin hazırladığı bir dönemin ardından tarih sahnesine çıktılar. Herzen, Belinsky ve Çernişevski gibi ütopik sosyalistler, popülist devrimcilerin öncelleri ve ideologları olarak, yazdıkları eserlerde, yayınladıkları gazetelerde, çarlık rejimine karşı verilecek mücadelenin ahlaki bakımdan meşruiyet zeminini hazırlamışlardı. Bu aydınlar, her türlü entelektüel muhalif faaliyete müdahale edildiği, uzun hapis cezalarının verildiği, zorba bir sansür sisteminin uygulandığı Rusya’da, defalarca kovuşturmaya uğramışlar ve sonra da faaliyetlerini sürdürmek için başka olanak kalmadığını düşünerek Avrupa’ya dağılmışlardı.
Ama onların yurda gizlice ulaşan yapıtları ve yayınları elden ele dolaşarak çok sayıda genç insanı “halk için bir şeyler yapmaya” hazır hale getirdi. Belinsky’nin Gogol’e yazdığı bir mektubu elden ele dağıtan Dostoyevski’nin idama mahkûm edildiği düşünülürse yurtdışından gelen bu yayınları okumak için katlanılan zorlukların ve ödenen bedellerin ne kadar ağır olduğu anlaşılacaktır.
Rusya’da devrimin koşulları entelektüel bakımdan mayalanırken kadınlar için, bu atmosferi soluyabilmenin olanakları oldukça kısıtlıydı. 19. yüzyılın sonlarında kadınların öğrenim görmeleri hâlâ yasaktı, diploma ya da sertifika vermeyen bazı öğrenim kurumlan ise az sayıda ayrıcalıklı kız öğrenciyi barındırıyor ama öğrenim sonunda kadınlar meslek sahibi olamıyorlardı. Diğer yandan, birçok aristokrat-liberal aile, kızlarını Avrupa’daki üniversitelere kaydettirebiliyordu. Çoğu tıp eğitimi gören bu genç kadınlar arasından eğitimini yarıda bırakıp Rusya’ya dönerek devrimci faaliyet yürüten birçok kadın çıktı. Onlardan biri de Figner’di.
Figner, varlıklı ve aristokrat kökenli bir ailenin çocuğuydu ve o dönemde birçok genç insanın yaptığı gibi, eğitimini, mezuniyetine az bir zaman kala bırakarak ülkeye dönmüş ve İsviçre’de tanıştığı devrimci fikirlerini pratiğe geçirmek için halkçı “Toprak ve Özgürlük” örgütüne katılmıştı.
Hiç kuşkusuz, üst sınıflardan gelen bu genç kadının köylülere devrimci propaganda yapmak üzere kendi sınıfını ve ayrıcalıklarını reddetmesi çok kolay olmamıştı. Anılarında yaşadığı çelişkileri şöyle anlatıyordu: “Bir kez daha sormak zorunda kalıyordum, yaşamımı nasıl sürdürmeliydim. Birden bire diplomanın benim için ne kadar değerli olduğunu fark ettim; beni ayartmış ve kendine bağlamıştı. 0, bilgimi resmi olarak onaylayacak, başladığım işi bitirdiğimi, bunca yıldır uğrunda büyük bir enerji, metanet ve öz disiplinle çalıştığım değişmez amaca ulaştığımı kanıtlayacaktı. Şimdi nasıl vazgeçebilir, programı bitirmeden nasıl terk edebilirdim… Ne var ki, diğer yanda da benim enerjime gereksinim duyulduğu söylenen devrim davası vardı! Hücrelere kapatılıp elleri kollan bağlanan arkadaşlarım, beni yardıma çağırıyorlardı. Şimdi onlara aldırmayıp tercihimi lanet olası kibrimden yana yapabilir miydim? Buna yanıtım hayırdı, ancak bu çok zordu; üniversiteyi terk etmek acı vericiydi. Benim, Vera Pigner’in hiçbir zaman tıp doktoru imzasını kullanma hakkına sahip olamaması acı vericiydi” (Beş Kız Kardeş, Ataol Yay,1992, s. 58)
Figner’in iç hesaplaşması devrimi tercih etmesiyle sona erdiğinde, köylülere propaganda yapmak için Rusya’ya doğru yola çıkacak ve onu döneminin Narodnik liderlerinden biri haline getirecek süreç başlayacaktı.
“Toprak ve Özgürlük” örgütünde yer alan halkçı devrimcilerin politik tasavvurları yoktu, yeni kurulan 1. Enternasyonal’in yayınlarını izliyorlar ve mevcut düzeni yıkmanın tek yolunun toplumsal bir devrimle olacağını kavrıyorlardı. Ama bu devrimin nasıl olacağı hakkında, Rus köylülerinin ayaklanmaya hazır olduklarını söylemekten başka bir şey söyleyemiyorlardı; nasıl bir toplumsal düzen için mücadele ettikleri de çok önemli değildi onlar için. Yalnızca, bütün kurumların yıkılmasını ve halk kitlelerinin özgürleşmesini istiyorlardı. Çar 1. Nikola’dan sonra iktidara gelen Çar 2. Aleksandr, bazı reformlar gerçekleştirmiş ve serfliği kaldırdığını ilan etmişti, ama bunun, köylülerin özgürleştiği anlamına gelmediğini görmüşlerdi. Ancak, sertliğin kaldırılmasıyla birlikte topraktan koparılan binlerce yoksul köylünün ücretli işçi haline gelerek gelişmekte olan sanayinin dişlilerine katıldığını ve Rusya’da gelişmekte olan kapitalizmle birlikte devrime önderlik edebilecek, geniş halk kitlelerinin demokratik özlemlerine yanıt verebilecek bir politikayı sonuna kadar götürebilecek tek sınıf olan proletaryanın da ortaya çıktığını görememişlerdi. Onlara göre Rusya’da kapitalizm henüz yoktu ve bu nedenle kapitalizmin üstünden atlanıp sosyalizme varılabilirdi.
Rusya’daki köylü komünlerine dayanan bir sosyalizm tasarlıyorlardı ve halkı bu türden bir sosyalizme doğru götürecek olan devrim, aydınların önderliğinde gerçekleşecekti. Aydınların şimdiki görevi; kırsal alanlara giderek köylüleri davaya kazanmak için propaganda yapmaktı.
“Fourier’in komünleri” diyordu Vera Figner, “beni büyütüyordu. Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre formülü, üretim, tüketim ve örgütlenmeyle ilgili bütün karmaşık sorunlar için harikulade bir çözüm gibi geliyordu. Fabrikalardaki ve işliklerdeki emekçiler, her zamanki işlerini sürdürecekler, emeklerinin ürünlerini kamu mağazalarına getireceklerdi. Bu arada köylüler, soylulardan alınıp ortak mülkiyet haline getirilen topraklan önceden olduğu gibi işleyecek ve mahsulü halk ambarlarına getireceklerdi. Sonra fabrika ve tarım ürünleri kooperatifleri, ürünleri, harcanan emek miktarına göre değerlendirerek trampa etmeye başlayacaktı. Bütün bu kooperatifler özgür komünler federasyonunu biçimlendirecekti- Bakuninci anarşizmin ideali.”
Figner, popülist devrimcilerin ideolojik esin kaynağının Bakimin olduğunu söylüyordu. Her şeyin, bütün çarlık kurumlarının yıkılmasını isteyen ve felsefi olarak nihilizme yatkın olan bu aktivistlerin, anarşizan yöntemlerinin kaynağı da Bakunin’di.
“Toprak ve Özgürlük” örgütü, kentli üst sınıf kökenli aydınların kırsal alanda sürdürdükleri propaganda faaliyetinin beklenen sonucu vermemesi üzerine -ki köylü giysileri giyerek köylere giden, daha önce hiçbir fiziksel faaliyette bulunmayan bu misyoner gençleri köylüler dikkate almıyorlardı- yöntem olarak şiddetin ve bireysel terör hareketlerinin kabul edilmesinin tercih edilip edilmeyeceğinin tartışıldığı Voronezh toplantısında ikiye bölündü. Vera Figner bu ayrışmada “Halkın iradesi” (Narodnaya Volva) adını alan ve bireysel terör eylemlerini, propaganda ve eylem biçimi olarak saptayan örgütte yer aldı. İkinci örgütün adı “Kara Paylaşım” (ya da Kara Bölüşüm)’dı. Bir başka Vera; Vera Zasulich, Kara Paylaşım örgütünde kaldı. Zasulich yaşadığı dönemde ve sonradan Narodniklerin sembolü olacaktı. Zasulich, bir siyasi tutukluyu kırbaçlattıran General Trepov’a kendi makamında ateş etmiş, bu eylemden dolayı yargılandığı mahkeme Narodniklere ün ve kendisine de sempati kazandırmıştı. Ancak artık bireysel terör eylemlerini doğru bulmuyordu.
Vera Figner ise, bu kongreden sonra yeraltına geçecek ve içinde yer aldığı örgütün bütün dikkatini yoğunlaştırdığı çarın öldürülmesi eylemini gerçekleştirmek için çalışacaktır. Ve artık, “Halkın iradesi” örgütünün Yürütme Komitesi üyesidir. Parti, kendisini aydınlar arasında propaganda yapmak üzere görevlendirmek isterken o, “kişisel tatmin peşinde koşmakla” eleştirilmesine karşın, şiddet eylemlerinde yer alma konusunda diretecek ve diretmesinin gerekçeleri hakkında sonradan “Ben kişinin sözü ve eylemi birbiriyle bağdaşan tutarlı biri olmasına önem vermişimdir. Bu nedenle teoride bir kez şiddeti benimsedikten sonra, katıldığım örgütün gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinde yer almayı ahlaki bir yükümlülük saydım… Desteklediğim bir eylem için yalnızca ahlaki bir sorumluluk taşıma, arkadaşlarımı en ağır cezalarla tehdit eden bir cürümle hiçbir maddi role sahip olmama durumu benim için kabul edilemezdi” diye yazacaktır.
Birçok kez denendikten sonra Çar 2. Aleksandr, “Halkın iradesi” örgütü militanları tarafından öldürüldü. Bu eylemin ardından sayısız Narodnik militan polisler tarafından yakalandı ve bu, örgütün dağılmasına neden oldu. içlerinde en son yakalanan Figner’di ve iki yıl sonra yakalanıncaya kadar “Halkın İradesi”’nin tek önderi olarak örgütü ayakta tutmaya çalıştı. Yakalandıktan sonra önce ölüm cezasına çarptırıldı, sonra bu ceza yaşam boyu hapse çevrildi. Yirmi yıl kadar hapis yattıktan sonra 1905 devrimi sırasında serbest bırakıldı.
Narodnikler, çarın öldürülmesini çok önemli bir dönüm noktası olarak tasarlamışlardı. Çünkü yüzyılın başından itibaren defalarca ayaklanmış bulunan Rus köylüsünün bu siyasi komploya bağlı olarak yeniden harekete geçeceğini ve Narodniklerin yol göstermesiyle de devrimi yapacağını düşünüyorlardı. Şu anda uykuda olan bu dev, böyle bir komployla sarsılacak ve ayağa kalkacaktı.
Ancak, bu çok zor olan ve dikkatli bir hazırlık gerektiren komployu gerçekleştirmek, popülist devrimci eylemin ve Narodniklerin en büyük politik hedeflerine ulaşmış olmaları bakımından zirveye çıktığını gösterirken aynı zamanda da halk için ve halk adına verilen ama siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadelenin taktik bir parçası olarak değil de kendisi olarak görülen komplo ve bireysel terör yöntemleriyle “devrim” yapma şansının olmadığını bir kez daha kanıtlaması bakımından bir çözülüşe de işaret etti. “Halkın İradesi” örgütü çok geçmeden dağıldı.
“Mutlakıyetçi yönetim biçiminin yıkılması programımızın en yaşamsal maddesi ve benim için en büyük öneme sahip olan görevdi. Varolan rejimin yerine cumhuriyetin mi yoksa anayasal monarşinin mi geçeceğine gerçekten aldırmıyordum” diyordu Figner. Gerçekten de Narodniklerin devrimci eylemlerinin sonucu hakkında bir tasarımları hiçbir zaman olmadı.
Narodnizmin, tarihsel misyonunu tamamlayarak geri çekildiği ve işçi sınıfı örgütlerinin ortaya çıktığı bir süre sonraki zaman diliminde, geçmişte burjuva-demokratik bir içerik taşıyan bu eylem, artık gerici bir karakter kazanmış oluyordu. Lenin, 1895’te yazdığı “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ederler?” başlıklı makalesinde, popülist devrimcilerin 1890’lı yıllardaki ardıllarının politikalarını ve programlarını eleştirdi. “Rus kapitalist toplumuna özgü olan sınıf çelişkisinin yetersiz gelişimi küçük burjuvazinin bu ideologlarının teorisinin genel olarak emeğin çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir” ( Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, Inter yay. 1993, s.446) diyordu. Küçük burjuva ihtilalcilik, işçi sınıfı mücadelesinin zayıflığının doğurduğu bir boşlukta ortaya çıkmıştı.
Bu saptamayla birlikte ilk Narodniklerin militan mücadelelerini ve kahramanlıklarını teslim ederken, politikalarının işçi sınıfı politikasının karşısında karşıdevrimci bir nitelik kazandığını nedenleriyle birlikte ortaya koyuyordu.
Narodnikler, çara karşı mücadele veriyorlardı ama sınıf mücadelesini ve devletin bu sınıf mücadelesinin sonucu ya da ürünü olduğunu kavrayamıyorlardı. Oysa ki, 1860’lı yıllardan itibaren Rusya’da sayısı giderek artan işçi sınıfı, grevler yapmaya başlamış, 1870-1879 yılları arasında 79 000 işçi grevle tanışmıştı. En önemli devrimci güç, nüfusun o dönem yüzde seksenini oluşturan ve Rusya’ya küçük burjuva bir ülke karakteri veren köylülüktü. Narodniklere göre, onları ihtilal için gözü pek bir kararlılıkla mücadele eden aydın öncüler uyandıracaktı. Birebir propaganda ve siyasi komplolar (daha sonra Narodniklerin bir başka grubu ekonomik sabotajları savunacak; fabrikalara ve ekonomik kurumlara sabotajlar düzenleyeceklerdi) bu devrimci mücadelede kullanılan iki biçimdi.
Geçen yüzyılın “romantik” ütopikleri; Vera Figner ve Halkın iradesi örgütündeki yoldaşlarıyla, diğer Narodnik örgüt “Kara Paylaşınfdaki popülistler, bütün özel yaşamlarını ve kişisel tutkularını inandıkları dava için terk ederek örgüte gelmişlerdi. Bu söz, örgüte katılan her devrimcinin taahhüt etmesi gereken fedakârlığı ifade ediyordu. Devrimci eylemi bir çoğu, bir ahlaki aksiyon olarak yaşadılar.
Bu gözü pek kadın ve erkekler, bütün kişisel nazlarını ve kurulu düzenlerini, çoğu ayrıcalıklı ailelerden geldikleri halde servetlerini, dahası yaşamlarını “halk” için seve seve feda ettiler. Toprak ağası ailelere mensup kadınlar köylüleri uyandırmak için “halka gidiş” hareketinin en etkili militanları oldular. Böylece bunlar, Rusya’da kurulacak olan yeni toplumu hazırlayan sosyalist militanların prototipleri olurken, devrimci eylem için sakınmasızca kullandıkları şiddet eylemleri Rus toprağında önemli bir altüst oluşa da neden oldu. Çoğu tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü, içlerinden bazıları idam edildi. Ama tutuklu bulundukları her yerde ilk işleri, çarlık polislerini atlatarak nasıl kaçabileceklerini düşünmek oldu. Sürgünde, karşılarına çıkan ilk kaçma fırsatını değerlendirerek Sibirya’nın dondurucu soğuğunda yollara düşen, yeniden mücadeleye katılmak amacıyla örgüte ulaşmak için olağanüstü gayret gösteren sayısız kadın ve erkek devrimciye bu gücü, işte bu kararlılıkları verdi.
“1 Nisan’da Isaev eve gelmedi. Parti evlerinde kalan insanların önceden haber vermeksizin geceyi dışarıda geçirmemelerini kararlaştırmıştık. Bu nedenle, o gün gece saat on ikiye kadar dönmeyen Isaev’in tutuklandığı kesindi… Çeşitli nedenlerden dolayı bizim ev depo haline gelmişti: Matbaa ve diğer basım araçları, bütün kap kaçaklar ve dinamit stoku, pasaport bölümünün yarısı ve parti yayınları vs. bunların polisin eline geçmesine izin verilemezdi” diye yazıyordu Figner, kaldığı konutu tasvir ederken sözünü ettiği malzemelerin çokluğu, sayıları bir avucu geçmeyen Narodniklerin her birinin ne kadar yoğun sorumluluklar altında olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Çarın istibdadı altında geliştirdikleri disiplin ilkeleri, örgütlenmede uyguladıkları gizlilik yöntemleri, örgüt birimlerinin biçimleri ve birbirleriyle olan bağları; bütün bunlar Rus komünistlerinin devralıp geliştirecekleri, yetkinleştirecekleri deneyler olacaktı.
Figner, böyle bir eylemci kuşak içinde yer aldı. Örgüte gelmeden önce, burjuva devrimci hareketin geliştiği her ülkede olduğu gibi, Rusya’da da ortaya çıkan burjuva kadın hareketiyle tanışmış ve Narodnik örgüte buradan geçmişti. Kadınların, kocalarının ve babalarının mülkü olarak kabul edildikleri bir ülkede Figner ve diğer kadın arkadaşları önlerine çıkan bir çok toplumsal ve hukuki engelle dövüşerek ve kendi kendileriyle hesaplaşarak bir ütopyanın ardına düştüler.
Bu genç aydınların ütopyalarını gerçeğe Rus proletaryası çevirdi. Bu, artık, onların uğruna dövüştükleri düşe benzemiyordu. Rusya işçi sınıfı, ütopik sosyalizmin Slav versiyonunu Marksizm ve Leninizm’le eleştirip aşarak iktidarı ele geçirdi, böylece dünyanın ilk sosyalizm deneyi yaşanmaya başladı. Dünyanın ilk sosyalist devletini kuran, Bolşevik Partisi saflarında örgütlenmiş Rusya işçi sınıfı, bir kaç on yıl önce ortaya çıkmış gözü pek, Narodnik kadın ve erkek eylemcilerin devrimci ruhunu, moral değerlerini, ideallerine duydukları bağlılığı, kendi geçmişinin olumlu değerleri olarak devraldı yetkinleştirerek korudu. Vera Figner ve kadın arkadaşlarının onurlu yaşamlarından çıkarılan dersler ise sosyalizm için dövüşen genç kadınlar için bir yaşam rehberi oldu.

FLORA TRİSTAN:
“Daha iyi bir dünya için savaşacağım; yemin ederim”
“Temmuz 1789’da Bastille saldırısıyla büyük devrimin uvertürü başladığında, harekete, çok aktif müdahale eden, lehte ve aleyhte gözle görünür etkinlik kuranlar, gerek yüksek tabakalardan gerekse halktan kadınlardı. Fırsat doğan her yerde gerek iyiliklere, gerekse kötülüklere, aşırılıkla katıldılar… Schiller, ‘o zaman kadınlar sırtlanlaşır korkuyla dalga geçerler’ dizesini yazdı. Her şeye rağmen kadınlar o yıllarda o kadar çok kahramanlık, yüce gönüllülük ve hayranlık uy andına özveri yeteneği örneği gösterdiler ki, “büyük devrimde kadınlar üzerine tarafsız bir yazı yazmak onlara ışığı uzaktan görünen bir anıt sütun inşa etmek anlamına gelir” diye yazıyordu Bebel, büyük devrimden yaklaşık yüz yıl sonra. (A.Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter yay. 1991, s.302)
Devrim, siyasal olarak güçlenmekte olan ve feodal iktidara karşı, diğer sınıf ve tabakaları da kendi bayrağı altında harekete geçirip dövüşen burjuvazinin “evrensel değerlerinin” ortaya çıktığı bir dönüm noktasıydı. Demokrasi ve insan hakları kavramları; kaçınılmaz ve önlenemez olan yeni sistemin, siyasal ve hukuksal çerçevelerini tanımlamak üzere, feodal soyluluğa karşı yükseltilen savaş bayrağının üzerine yazılmıştı. Burjuvazi, kendisinin, bütün insanlığı temsil ettiği savını ileri sürerek, kendi çıkarlarının feodal üst sınıflar dışındaki bütün nüfusun ortak çıkarlarını ifade ettiğini, ya da herkesin çıkarının bu çıkarlarda içerildiğini vurguluyordu. Bunun yalnızca, tarihsel bakımdan görece bir gerçekliği vardı ve proletarya, bir süre sonra bu bayrağın altını terk ederek kendi bayrağını yükseltecekti.
Bu sınıfın insan hakları talebi ve “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganı”nın ise kadınları kapsamadığı, dalia ilk günlerde görülmüştü. Burjuvazi, 1793’te “İnsan Hakları Beyannamesini hazırladığında kadınların bu beyannamede yerinin olmadığını gören bir grup kadın, Olympe de Gouges önderliğinde, konvansiyona kendi beyannamelerini yani, “Kadın Hakları Beyannamesini sundular. Gouges, “kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye de çıkma hakkı olmalıdır” diyordu. Bu cüretkar çıkışlarının karşılığını idam sehpasına çıkarak ödeyecek olan Fransalı kadın hakları savunucuları buna karşın, bir dönemi başlatmış oldular.
Flora Tristan, bu “romantik”, işçi ve kadın hakları savunucusu, 1793 devrimcilerinin yenilgisinin etkilerinin yaşandığı ama yeni bir devrimci dönemin mayalandığı dönemde, 1803’te dünyaya geldi.
Yaşadığı yüzyıl, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de ve Kıta Âvrupası’nda çok sayıda kadın ve çocuk emeğini fabrikalara çektiği, yurtlarından ve topraklarından koparılmış eski köylü ailelerinin dağıldığı, kadın ve erkek serilerin ücretli köleler haline gelerek kentlerin varoşlarına yığılmaya başladığı bir süreçti. Eski küçük ev ekonomisindeki yerini ve kapalı hayatını terk etmek zorunda kalarak işçileşmesine ve ekonomik faaliyetini ev dışında sürdürmek zorunda kalmasına, üstelik 15-16 saat çalışmasının karşılığında aldığı çok düşük ücret için bütün hayatını değiştirmesine karşın kadın hâlâ insan yerine konulmuyordu. Gerçi devrimden önce, burjuvazinin düşünsel sistemini yapıtlarıyla önceleyen düşünürler ve 1789 Devrimi’nin neden olduğu özgürlükçü ortamdan beslenen ve devrimin sloganlarını benimseyen burjuva aydınlar, kadınların tabii konumuna dikkat çekmiş ve kendilerince birtakım çözüm önerileri getirmişlerdi. Ama bütün bu yazarlar ve âlicenap burjuvalar, gözlerinin önünde cereyan eden, işçi ailelerinin kadının çalışmaya başlamasıyla dağılmasından, sefaletin ve yaşam koşullarının bu kadınları dejenere ederek çocuklarından koparmasından hayli etkilenmişler ve kadının iş yaşamının ev yaşamını olumsuz bîr şekilde etkilemeyecek bir biçimde düzenlenmesini istemişlerdi.
Diğer yandan üst ve orta sınıf kadınlar için eğitim hakkının verilmesi talep ediliyordu. Rousseau, “Kadının eğitimi erkeğe göre ayarlanmalıdır… Kadın erkeğin sözünü dinlemek, onun bütün haksızlıklarına katlanmak için yaratılmıştır. ” derken, Montesquieu da kadının evde erkeğine bağlı olmasını, ancak siyasal eyleme katılması için hiçbir engel bulunmadığını savunuyordu. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, cilt 1, Payel yay, 1986, s. 123) Burjuva ideologların, kadınlar hakkında pek de hayırhah şeyler düşünmemelerine rağmen kadınların durumunu şu veya bu şekilde konuşmaya başlamış olmaları bir gelişmeyi işaret etmekteydi ve bundan sonra, burjuva devrimleri döneminde politik katılım, oy hakkı ve eğitim istemi bütün orta ve üst sınıf kadınlarını da saracaktı.
Tristan, bu devrimci dalganın ortasında yaşadı, Olympe de Gouges’in öyküsünü biliyordu. 1789’un devrimci kadınlarının mirası maddi ve tinsel bir birikim olarak o ve onun gibi birçok kadının eylemine yön verdi, bir model oldu.
Tristan, çağdaşı birçok kadın gibi çevresinde olan olaylara, devrimci harekete içten bir ilgi duydu ama fikirleri ve eylemiyle Fransa’daki devrimci ortamı etkilemek, kadın hareketine yeni ve daha ilerici bir içerik katmak gibi bir farkı da oldu. Perulu bir babadan ve Fransız bir anneden doğan Tristan, özel yaşamında karşılaştığı olumsuzlukların da etkisiyle kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü sorununa erkenden ilgi duymaya başladı. 17 yaşında evlendirilmişti. Birbiri ardından iki çocuk doğurdu ve üçüncü çocuğuna hamileyken evini terk etti. Kocası onu, kumar borçları karşılığında fuhuşa zorluyordu. Üçüncü çocuğu Aline’i doğurduğunda -ressam Gaugen’in annesi olacaktır- ona “sana yemin ederim senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım, sen ne köle olacaksın ne de parya” diye yemin etti.
Tristan yeminini bozmadı. Ezilenlerin durumuna duyduğu ilgi, onu çok geçmeden Fransız ütopik sosyalistlerinin eşiğine getirdi. Kadınların ve işçilerin kurtuluşunun olanaklarını bir ve aynı yerde görüyordu, bu, sosyalizmdi. Ancak, Tristan’ın sosyalizm anlayışı Fourier’in ve Owen’in görüşlerinden etkilenmişti; özü itibariyle burjuva karakter taşıyordu. Ütopik sosyalistler, bütün kötülüklerin toplumsal düzenden kaynaklandığının farkındaydılar, ama toplumsal düzenin sınıfsal bir tahlilini yapamadıkları gibi, onların sosyalizmleri sınıf mücadelesinden tamamen farklı ilişkiler içinde gerçekleşecekti. Bugün ilkel görünen bu görüşler, Tristan’ın yaşadığı dönemlerde kendilerini ezilenlere ve yoksullara yakın, feodal ayrıcalıklara muhalif hisseden genç aydınları etkilemişti. İşçi sınıfı henüz burjuvazinin yörüngesinden çıkamamış ve bağımsız sınıf tavrını geliştirememiş ve ayrı örgütlerini kurmamıştı. Komünist Manifesto’nun yazılmasına daha çok yıllar vardı. Tristan, Marx’in işçi sınıfının durumunun kötülüğünü, yabancılaşma kavramıyla açıkladığı erken dönem yapıtlarına da yetişemeyecekti. Öldüğü yıl, 1844’te yazılan Kutsal Aile’de Marx ve Engels’in, onun adından, ütopik sosyalistler arasındaki konumunu olumlayarak söz ettiklerinden de haberi olmayacaktı.
Tristan, Babeufun, 1794’te gelişini sezdiği ve ama, onun da ütopik bir içerikle tanımladığı sosyalizme kendisini yakın hissediyordu. Babeuf, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarının evrensel çıkarlar olduğu iddiasının içyüzünü görmüş ve bunun karşısına da özgür üreticilerin ürünlerinin kolektif çiftliklerde bölüştürüldüğü bir komünizm anlayışını koymuştu. Tristan, görüşlerini eleştirdiği Proudhon’a ve diğer ütopiklere göre daha fazla işçi sınıfının kurtuluşuna kafa yoruyordu. Bu soruna bağlı olarak da çalışanların örgütlenmesi gerektiğine şiddetle inanıyordu. Kuşkusuz onu bu düşünceye getiren etkenler arasında 1830 Devrimi’nde işçi sınıfının uğradığı hezimetin ve bir yıl sonra Lyon’daki dokumacıların ayaklanmasının etkisi büyük olmuştur, işçi sınıfının ilk bağımsız eylemi olan Lyon ayaklanması, sınıfın burjuvaziden politik ve örgütsel olarak kopacağı bir döneme girildiğinin işaretidir.
30’lu yılların sonunda, İngiltere’ye giderek işçi sınıfının yaşam koşullarını yerinde gözlemleyen Tristan, elde ettiği verileri “Londra’da Gezintiler” adını taşıyan kitabında yayınladı. Ölümünden bir yıl önce de Emekçilerin Birliği’nin örgütlenmesi girişimlerinde bulundu ve bir manifesto hazırladı. Bu manifestoda kadın ve erkek işçiler için daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, meclislerde temsil hakkı, çalışma hakkı talep etmekte; kendi ütopyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmek üzere her bölgede işçi saraylarının kurulmasını önermektedir. İşçi sarayları, işçilerin yeteneklerini geliştirecekleri, örgütlenecekleri, çocuklarını eğitecekleri kurumlar olacaktır.
Böylece Tristan, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından önce işçi sınıfının farklı bir sınıf olduğunu gören ve bu yüzden de örgütlenmesi gerektiğini söylemiş olan ilk ütopik sosyalist olmuştu. İşçilere “Tek tek olduğunuz zaman güçsüzsünüz, sizi ancak birleşmek güçlü kılar.” diyordu.
Tristan bu programını yayınlatma olanağı bulamadı ancak, L’Union Ouvriere’nin (Emekçiler Birliği) dört baskısını da bütün Paris’te, kenti bir uçtan diğerine dolaşarak, kendisine destek olan dostlarının da yardımıyla elden dağıtmaya çalıştı.
Tristan, kadının kurtuluşu sorununun emekçilerin kurtuluşu sorunuyla birlikte olacağını saptamıştır. Bu nedenle, kadın sorunu üzerine vurgu yapan ama son tahlilde kadının ikincil konumunu onaylamaktan daha ileriye gidemeyen diğer ütopik sosyalistlerden ve bu sorunu “çalışan sınıflar”ın kurtuluşu sorununa bağlamayan, oy hakkı talebini her şeyin üstünde tutan İngiliz ve kendisinden önceki Fransız burjuva feministlerinden ayrılır.
Ütopik sosyalistlerden Saint Simon’un yandaşları “Yeni Kadın” adını taşıyan bir dergi yayınlamaya başlamışlar ama derginin ömrü çok uzun olamamıştır. Daha sonraları da birkaç dergi yayınlanmış ama bu dergiler, kadının eğitim hakkının verilmesinden daha fazla bir şey istememişlerdir. Proudhon ise, bu sorun karşısında tamamen gericidir. “Yalnız erkektir toplumsal birey; karı koca arasında ortaklık değil -ki, bu eşitliği gerektirir- bir birlik vardır. Kadın, hem bedensel gücü erkeğinkinin üçte ikisi olduğu hem de zihinsel gücü aynı oranda düşük olduğu için erkekten geridir” diye konuşur ve erkeğin aynası ve kölesi olan “gerçek kadın”a övgüler düzer. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, Cilt 1, s. 133)
Tristan ise, kadının politik eylem içindeki ve toplumsal yaşam içindeki eşitlik talebini şiddetle savunur. Ne var ki, politik uğraşları için kendisi de birçok bedel ödemek ve zorluklara katlanmak zorunda kalacaktır, ingiltere seyahati sırasında parlamentoda bir oturuma katılmak istediğinde yasak duvarlarıyla karşılaşacaktır. Parlamentoya girmeyi nasıl başardığını anılarında şöyle anlatır: “Muhafazakâr Parti’nin çok gezip tozmuş, önyargısız, sağduyu sahibi bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu sanarak, bana bir erkek giysisi uydurup beraberinde parlamentoya sokmasını rica ettim. Üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu, hiddetten kıpkırmızı kesildi… Sonunda bir Türk’le tanıştım. Önemli bir kişiydi. Fikrimi iyi karşılamakla kalmadı bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba ve kendi refakatini sundu” (Norgard Kohlhagen, Dünyayı Değiştiren Kadınlar, Cep yay, 1993, s.231) Parlamentoya bu koşullar altında giren Tristan, kendisinin kadın olduğunu fark eden üyelerin hakaretlerine maruz kalacaktır.
Kadınların sosyal koşullarının düzeltilmesi için birçok girişime önderlik eder. Boşanmanın kesinlikle yasak olduğu bir ülkede, boşanma hakkının verilmesi için meclise dilekçe verir ama bu dilekçe geri çevrilir. Kendi boşanma davası da, neredeyse politik bir gösteri haline gelir ve Tristan’ın yenilikçi düşünceleri, hukuk kurumunda ifade edilen yerleşik, geleneksel ve gerici önyargılarla kıyasıya çatışır.
Yoksulların, ezilmişlerin ve ayrıcalıklı kesimler tarafından horlanan insanların yaşam koşullarına özel bir ilgi duyarak zamanının büyük çoğunluğunu onlarla geçirir ve kenar mahalleler, meyhaneler, işçi konutları onun için gözlem yapma olanakları sunar. Fuhuş yapmak zorunda kalan kadınların durumuyla ilgili incelemelerinin sonucunda fuhuşun “dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının bir sonucu olduğu”nu saptar. Ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların evlilik içinde de fuhuş yaptığı gibi radikal fikirleri de vardır. Ve bu görüşlerini, yapıtlarında dile getirmiştir.
Bütün uğraşlarının amacı; kadınların hareketiyle işçilerin hareketini birleştirmektir. Bir yazısında “Kadınlar ve işçiler yoksulluk ve bilgisizlikleri nedeniyle köle gibi kullanılıyor. Ancak birleşirlerse kötülükleri ortadan kaldırabilirler” ifadelerini kullanır (Encyclopaedia of Women Writers, Flora Celestine Therese Henriette Tristan, s. 1248)
Kadınların kölelik koşulları devam ettiği sürece de çalışanların özgürleşmesine olanak yoktur. Bunun için kadınların domestik bir köle olarak evlilik sorumluluklarına hapsedilmemesi, ikincil konumlarının reddedilmesi gerekmektedir.
Kadının statüsünün değişmesi için önerilerini şöyle sıralar: “Eğitim ve meslek öğreniminde tam eşitlik; babanın parasal kaygılarından bağımsız olarak eş seçebilme özgürlüğü; boşanma hakki; evli olmayan anneler için yasa önünde eşitlik ve evlilik dışı çocuklara mirastan pay verilmesi.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 1; s. 91 “Proleterin Proleteri”, Şirin Tekeli)
Kısa süren ömrünün sonlarına geldiğinde kitaplar, broşürler dağıtmak ve propaganda yapmak üzere Fransa’da bir “Mesih” gibi oradan oraya dolaşmaktadır. Onu coşkuyla karşılayanlar olduğu gibi, bir kadın sosyalizm Mesih’ine tahammül edemeyen gericilerin öfkeli taşkınlıklarına ve horlamalarına da maruz kalır. Daha önce de, oldukça genç yaşında, tek başına babasının memleketi olan Peru’ya yolculuk yapan ve orada başına gelenleri bir kitap halinde yayınlayan bu yürekli kadın, bütün bu tepkilere göğüs germeyi bilir. Ama artık yorulmuş ve hastalanmıştır. Ölmeden az önce Marsilyalı, Lyonlu ve Avignonlu işçilerin Birlik oluşturdukları haberini alır. Günlüğüne yazdığı son not “Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor.” olur. Cenazesi aydınların ve işçilerin katıldığı bir törenle kaldırılır.
Flora Tristan, ütopik sosyalistlerin arasında, bir sınıf olarak işçi sınıfıyla ilgilenmiş ve onların örgütlenmeleri gerektiğini keşfederek bunun için çaba göstermiş tek kişiydi. Diğer yandan, ütopik sosyalistlerin kuralarını ve romantik sosyalizm tasarılarını eleştirerek aşıp, bilimsel sosyalizmin ilkelerini saptayan proletaryanın kuramcılarının gösterdiği düşünsel sıçrama becerisini gösteremediği için de modern sosyalizmin arifesinde bir solgun portre olmaktan kurtulamadı. Ama, işçi sınıfının içinde bulunduğu sosyal ve politik koşullar içinde her zaman bu sınıfın yanında yer alarak harcadığı çabalar, onu çağdaşlarının nitelediği gibi bir “Mesih” haline getirse de, daha çok, işçi sınıfının tarihinde yürekli bir militan kadın olarak yerini aldı. Kadın sorununa yaklaşımı da, devrimci özelliğini yavaş yavaş yitirmekte olan burjuvaziden tam bir kopuşu ifade etmiyordu; ancak bu sorunun işçi sınıfının kurtuluşu sorununa bağlı olduğunu sezmiş olması düşünsel bir sıçramayı göstermekteydi.
Flora Tristan, “proleterin proleteri” diye tanımladığı işçi kadının daha o zamanlar kararlı bir savunucusu oldu; bu bakımdan da proleter kadın hareketinin anımsanabilecek ilk çocukluk anıları arasında yerini aldı.
1848 Haziran’ında Paris’te ayaklanan işçi sınıfı, aristokrasiye karşı şimdiye dek birlikte savaştığı burjuvazinin ihanetine uğradı ve devrim yenildi. Yenilginin diyeti, işçi örgütlenmelerinin yasaklanması, hapis ve idam cezaları, muhalif yayınların susturulmasıyla ödendi. Diğer yandan, işçi sınıfı bu diyet ödeme sürecinde yenilgiden dersler çıkararak yaralarını sarmaya başladı.
Yüzyılın ikinci yarısı başlarken Avrupa’da işçi sınıfının genel olarak durumu böyleydi. Ama işçi sınıfı artık, kendiliğinden olarak kalkıştığı bu ilk devrimci eylemden sonra “kendisi için sınıf olma sürecine girmiş; ’30’lu yılların sonlarından itibaren de Almanya, İngiltere, Belçika ve Fransa’da bazı işçi örgütleri kurulmaya ve komünistler örgütlenmeye başlamıştı.
Sınıfın genel durumuna uygun olarak henüz bu komünizm ve komünist örgütler, küçük burjuva karakterler taşıyordu ve 1864’te kurulan 1. Enternasyonal’in Fransa Şubesi, Proudhon ve Blanqui yanlısı küçük burjuva sosyalistlerin kontrolündeydi. Komünizm, bütün Avrupa’da hemen herkesin sempati duyduğu bir kavram olmuştu. Zanaatkârlar, liberal burjuvalar, küçük burjuvaların büyük bir çoğunluğu komünist olduklarını söylüyorlardı, ama herkesin bu kavramdan anladığı şey farklıydı ve çoğunlukla burjuva veya küçük burjuva bir içerikle dolduruluyordu.
Marx ve arkadaşlarının kurduğu Komünistler Ligası, kendisinden dönüştüğü Haklılar Birliği Örgütü’nün Tüzüğü’nde yer alan “bütün insanlar kardeştir” ibaresini “bütün işçiler birleşin” biçiminde değiştirmişler ve böylece, komünizmi küçük burjuva ve burjuva içerikle dolduran ütopik sosyalistler ve anarşistlerle aralarına sınır çizmişler; proletaryanın politikasını burjuvazininkinden ayırmışlardı. Marx, 18401ı yıllarda yazdığı “Felsefenin Sefaleti” adını taşıyan yapıtıyla, bu ayrışmayı kuramsal düzeyde kesinleştirdi.
Louise Michel, Komün günlerinin bu yürekli savaşçısı, devrimler Fransa’sında 1830’da doğdu. Bir devrim yılında doğmuştu ve bir başka devrim yılında, Rusya’da işçi sınıfının 1905 Devrimi’ni yaptığı sırada öldü. Hizmetçi bir annenin gayri meşru çocuğuydu. Devrimci fikirlerle çağdaşları gibi çok erken yaşlarda tanıştı. Ve birçoğu gibi, sosyalizm kavramını ütopik sosyalistlerin eserlerinden tanıdı. Proudhon’un anarşizan görüşlerini benimsiyordu.
1. Napoleon “En kötü şey, canının istediğini yapan Fransız kadınıdır.” demişti. Komün günlerinde bir kadın birliği’nin kurucusu ve yöneticisi olacak olan Michel ise, 1871’den önce imzaladığı ve benimsediği “Anarşistler Bildirisi”nde “Özgürlüğü savunuyoruz, çünkü her insanın hoşuna giden şeyleri yapma hakkı ve olanağına sahip olmasını ve doğal nedenlerle aşılması olanaksız zorluklarla kendininki kadar saygıdeğer olan komşularının ihtiyaçlarından başka hiçbir sınır tanımadan tüm ihtiyaçlarını giderebilmesini istiyoruz. Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış ve seçilmiş olsun, kralcıya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşamayacağına inanıyoruz” diyecektir. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 2, Louis Michel ve Komün, Şirin Tekeli, s 363)
Hiçbir siyasal erkin insanların mutluluğunu sağlayamayacağına inanan bu kadın, ilk proletarya diktatörlüğü deneyiminin yaşandığı Komün günlerinde ise, bu iktidarın yanında savaşacaktır. Marksist literatürün, sonradan proletarya diktatörlüğü deneyi olarak tanımladığı Komün, bu “yıkıcı” kadının “Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar!” ilkesine inanarak bütün gücüyle savaştığı bir meydan savaşıydı. Komün’ün yenilgisinden sonra ise, bütün Komün savaşçılarının kaderini paylaştı. “General Lecomte ve Clement Thomas’ın tutuklanmalarında suç ortaklığı yapmak, iki mahallenin silahlandırılmasından sorumlu olmak, kadınlar birliği örgütünü kurmak, Versailles tutuklularından birini kurşuna dizmek vb.” gibi suçlamalarla tutuklandı ve kendisini yargılayan yargıçlara “Korkmuyorsanız beni öldürün!” diye bağırdı; cesaretinin karşılığını yıllarca cezaevlerinde yatmak suretiyle ve sürgünle ödedi.
Komün günlerinde kurulan Kadınlar Birliği’nin organizasyonunda etkin bir rolü olmuştu. Görüşlerinden etkilendiği Proudhon’un kadınlarla İlgili gerici ve bu cinsi aşağılayıcı düşüncelerine karşın, kadın haklarını ve eşitliğini gerçekleştirmek için bütün gücüyle savaştı. Komün barikatlarının arkasında çok sayıda kadının yer almasına karşın, toplantılara kadınların alınmamasını şiddetle eleştiriyor ve bu toplantılara katılmak için özel olarak koşulları zorluyordu. Komün Konseyi’nde hiçbir kadın üye bulunmuyor, diğer yönetim ve yürütme işlerinde de kadınlara rastlanmıyordu. Kadınlar ise, bütün bu mekanizmalarda kendilerine yer verilmesini talep ediyorlardı. O dönem birçok kadın, kulüplerde ve savunma komitelerinde yer aldılar. Michel, Devrim Kulübü’nün başkanlığını da üstlenmişti.
Komün, Versailles Birlikleri tarafından saldırıya uğradığında kadınlar birliğinin bütün üyeleri devrimi savunmak için seferber oldu. Birlik, kadınlar söz konusu olduğu zaman alışıldığı üzere, yaralıları taşımak ve bakımlarında görev almak gibi geri hizmetleri üstlenmek dışında barikatların arkasında sürdürülen savaşa da aktif olarak katıldı. Versailles Birlikleri saldırıya geçtiğinde, barikatın arkasındaki Komüncü kadınlar, kundaklama olaylarına katılıyor, suikastlar düzenliyor ve ateş altında dövüşüyorlardı. Michel, “Parisli kadınlar kanlarının son damlasına kadar savaşmak istiyorlar, uzlaşma ihanet olur. Bu, mutlak toplumsal yenilenme, var olan toplumsal ve hukuki ilişkilerin yıkılması, sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur. ” (STMTA, aynı yer) diye yazdı hazırladığı bir bildiriye.
Kadınlar, kalıcı bir düzen olacağım düşündükleri Komünde sosyal birtakım kurumlar da oluşturdular; kreşler ve kadınlar için meslek okulları kurma girişiminde bulundular ve boşanma, nafaka ve evlilikle ilgili kimi yasal düzenlemeler talep ettiler.
“Gökyüzünü fethe çıkanlar”ın yolculuğu uzun sürmedi; Komün, Versailles Birlikleri’nin saldırılarına uzun süre direnemedi ve yenildi. Parisli işçi kadınlar, kendi elleriyle kurmaya çalıştıkları bir yeni dünyanın, gericiliğin nalları altında çiğnendiğini gördüler. Bir kısmı kahramanca dövüşerek öldü, sağ kalanlar, uğranılmış hezimetin yaralarını sarmak için geri çekildiler. O zamanki sosyal ve siyasal koşullar içinde mümkün olamayan bir düşü kısacık bir süre için gerçeğe dönüştürmüşler ve proletaryanın bu ilk iktidar deneyimine güçlü iradeleriyle destek vermişlerdi.
Louis Michel, Komün’ün bu “yıkıcı” ve atılgan savaşçısı, siyasal erk tanımayan anarşizan düşüncelerinin doğrultusunda da olsa, yaptığı eylemlerle Paris işçilerinin “egemen sınıf olarak örgütlenmek” (Marx) için girdiği kıyasıya savaşın, proletarya için tarihsel olan bu momentin planı üzerinde canlı bir portre olarak yerini aldı. Komün bir yıkıcılıktı ama orada kalmayarak, yıkılanın üzerine yepyeni bir dünyanın kurulması gerekliliğini ve zorunluluğunu saptamıştı. Komünizmi, bir tasavvur olmaktan, bir ütopya olmaktan çıkaran, onu ancak proletaryanın kendi elleriyle kurabileceği bir dünyasal gerçeklik olarak ilan eden bir ilk adımdı. Uzun yürüyüş başlamıştı.
Ve Komün, Louis Michel’in kendi yıkıcılığını onda ifade edebildiği, ama, işçi eyleminin, bu düşünceyi tam da o noktada aştığı ve Marksist teorinin “proletarya diktatörlüğü” kavramına sıçradığı andı.

Mart 1994

Osmanlı Sosyalistleri ve İştirakçı Hilmi

Osmanlı aydınları, 19- yüzyılda, Avrupa’da gelişen belli başlı fikir akımları, devrimci ayaklanmalar ve milliyetçi savaşlarla ilgilenmişler; kendi çıkardıkları yayınlarla bu düşünce akımlarını ülkeye taşıyarak, gelişen olaylar hakkında yorumlar yapmışlardı.
Kimi 1848 Devrimi’ne, bir sonraki kuşağa dâhil olan bazıları da 1871 Paris Komünü’ne tanık olmuştu. 1864’te kurulan 1. Enternasyonal de, Osmanlı İmparatorluğu’na muhalif aydınların ilgiyle izlediği bir oluşumdu. Engels’in 1845’te Marx’a yazdığı bir mektupta dile getirdiği gibi, “paralı aristokrasiden, küçük dükkân sahiplerine kadar” herkesin kendisini sosyalist ilan ettiği bir dönemde, Avrupa ülkelerinde bulunan genç Osmanlı aydınlarının da bu havadan etkilenmeleri kaçınılmazdı. Dolayısıyla sosyalizm, eski rejime muhalif kimi aydınların, gerçekleşebilir bir yeni dünyaya dair özlemlerinin ve beklentilerinin ifadesi olarak çok erken zamanlarda tartışılmaya başlanmış, gazete ve dergilerde konuyla ilgili yazılara sık sık yer verilir olmuştu. Kuşkusuz bu sosyalizm tartışmaları o zamanlar oldukça naif ve derinlikten yoksundu; ama bir eğilimi ifade etmelerinden ve bu eğilimin yaygınlaşmasına yaptıkları katkılardan dolayı oldukça değerliydi.
Diğer yandan, geçen yüzyılın son çeyreğinde gündeme gelen bu sosyalizm tartışmaları, Osmanlı împaratorluğu’nda yavaş yavaş gelişmekte olan ticaret burjuvazisiyle birlikte aynı anda tarih sahnesine çıkan işçi sınıfının sınıfsal özlemlerini ifade edebilme olanağı bulduğu bir platformda gelişmiyordu. Henüz oldukça cılız ve örgütlenmemiş olan; tek tek işçilerin oluşturduğu bir şekilsiz topluluktan başka bir şey olmayan işçi sınıfı, bu tartışmaların uzun süre dışında kalmış, sosyalizm Genç Osmanlı aydınlarının gündemine sadece bir düşünsel zenginlik olarak girmiş; muhalefeti olgunlaştırma sürecinde bulunan ticaret burjuvazisinin kurduğu ideolojik hegemonya ortamında, bu sınıfın çıkarlarının prizmasından geçirilerek tanımlanmaya çalışılmıştı. Çoğu kere, bu aydınlar için sosyalizmi savunmak, “mal ve kadınlar üzerindeki ortaklık, aile hukukunun hiçe sayılması” olarak anladıkları komünizmin reddedilmesine bir zemin yaratıyor, ideolojik bir imkân tanıyordu. Sosyalizm, “komünizm heyulası”na karşı kavramsal bir dalgakıran olarak tercih ediliyor ve aslında, son tahlilde, sınıf mücadelesini ağızlarına almayan bu aydınların kavrama “özgün” ve Osmanlıca anlamlar yüklemeleriyle birlikte burjuva bir içerik kazanmış oluyordu.
Tercüman-ı Şark gazetesinin yazı işleri Müdürü Şemsettin Sami, 1878’de yazdığı bir makalesinde “sosyalizm, insanlık toplumunun hüsnü idaresiyle, refah ve mutluluğunu ve istisnasız bütün fertlerin özgürlük ve eşitliğini hiç kimsenin doğal haklarını çiğnemeyerek sağlayan; hak ve adaletin meydana çıkmasını ve doğal nimetlerden herkesin bol bol yararlanmasını ve pay almasını arar bir selamet yoludur” diye sosyalizmi överken, komünizmi yerin dibine batırarak, savunduğu sosyalizmin komünizmden farklı bir şey olduğunu iddia ediyordu: “Komünizm, insanı hayvan yapmakta ve değişmeyen -yani ezeli ve ebedi olan- mukaddes ahlak yasası bu doktrini meşru saymamaktadır” (A. Cerrahoğlu, Türkiye’de Sosyalizm, İkinci kitap, Kurtulmuş Matbaası 1966 s.7)
Gerçekte, Şemsettin Sami’nin, sosyalizm ve komünizm arasında bir benzemezlik gören, ikincisi yerine birincisinden yana olmayı savunan dünya görüşü, 1920’lere kadar bütün “sosyalist” Osmanlı aydınlarının marazi bir takıntısı olacaktır.
Sami, “Avrupa ve Amerika’daki sosyalistlerin 1875 tarihi miladisinde Almanya’nın Gotha şehrinde akdettikleri içtimai umumide ilan ettikleri atideki program, sosyalizmin maksat ve esasını anlatmaya kâfidir” diye yazmaya devam ediyordu; küçük burjuva içerikli, Gotha sosyalistlerinin programı, hayranlığını çekmekteydi. Çünkü “bu programda komünizm lekesi yoktur. Sosyalizmin maksadı hayırlı bir maksattır. Gotha Programı’nda bu hayırlı maksada hizmet edenleri iştirak-i emval yani mal ortaklığı ve komünizm suçu ile suçlandıracak bir leke görünmez.” Şemsettin Sami Gotha Programı’nı amacına uygun görmekte haklıydı, Gotha ve Erfurt partilerinin programları sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı özellikleri nedeniyle Marx ve Engels tarafından eleştirilmişti; bu programlarda komünist bir içerik, “komünizm lekesi” yoktu.
Osmanlı “sosyalist” aydınları için sosyalizm, daha sonraki dönemlerde sosyalizm yaftası taşıyan fırkalar, partiler ve dernekler kurulduğunda bile Şemsettin Sami’nin verdiği içerikle tanınmaya devam edecekti.

KOMÜN VE ENTERNASYONAL TARTIŞMALARI
1871 Paris Komünü, Osmanlı basınında çok işlenen bir konu oldu. Öyle ki, Komün sempatizanlarıyla komün karşıtları arasında bir kamplaşma meydana geldi. Burjuva -devrimci Genç Osmanlı aydınlarının oluşturduğu Komün yandaşları, Fransız proletaryasının verdiği mücadelenin ne anlama geldiğini kavrayamamışlardı; ama Komün düşmanlarına karşı yürüttükleri polemikler sırasında Osmanlı aydın kamuoyunu Fransa’da olup bitenler hakkında bilgilendirmişler ve övgü dolu yazılarıyla Parisli işçilerin kavgasını desteklemişlerdi.
Namık Kemal ve arkadaşlarının çıkardığı ibret gazetesi, Komün hakkında en fazla yazının yayınlandığı gazetelerden biriydi. Yazarlarının bazıları Fransa’da, bizzat Komüncülerle birlikte savaşmışlar ve gözlemlerini İbret’in sütunlarında aktarmaya başlamışlardı. Komün onlara göre “belediye yönetimi” demekti ki, Komün’e kazandırılan bu yerel yönetimle ilgili içerik, Genç Osmanlıların Padişahın merkezi otoritesini zayıflatmak, iktidara bir meclis aracılığıyla ortak olup denetlemek heveslerinin karşılığı gibi görünüyordu. Kısacası, Komün’de, kendi siyasal beklentilerinin az çok gerçekleşebilme umudunu görmüşlerdi.
Komün karşıtları da savunucularıyla aynı öncüllerden yola çıkıyordu. Komün, statükonun değişmesi demekti ve statüko savunucuları Komün’ü karalamak için “mal ve kadınlar üzerindeki ortaklık” öcüsünü kullanıyorlardı. İbret sütunlarında çıkan bir savunma, Komün olaylarına tanık olan Reşat Bey tarafından yazılmıştı ve suçlamaları şöyle yanıtlamaktaydı: “Paris’in son ihtilaline sebep, belediye taraftarları devrini iştirak-i emval (mal ortaklığı) ve iyal mezhebinde zannolunmuş gördüm… Komün taraftarlarına komünist demek ve komünist ile komünalisti fark edecek kadar Fransızca bilmeden Fransa’nın ahvali hakkında fikir söylemeye kalkışmak, cehaletten kaynaklanan maskara bir cesarettir. Komünarlar iki ay kadar Paris’te hükümet ettiler. Mal ortaklığı kötü kuralını icra eylemek şöyle dursun, parasını peşin vermeden kimseden bir habbe aldılar mı? Ve Fransa Bankası’nda milyonlarca akçe mevcut ve idaresi kendi ellerindeyken bir akçesine dokundular mı? Para lazım oldukça Paris şehri adına senet vererek cüz’i bir şey aldılar. Onun da cümlesi belediyeye ve askere sarf eyledikleri Divanı harpte muhakeme olundukları zaman sabit oldu. Hal böyleyken onlara iştirak-i emval taraftarı demeğe hakkaniyet razı olur mu?”
Genç burjuvaların Komünarlara duydukları yakınlık, bu deneyin bir proletarya diktatörlüğü deneyi olmasından çok, onların “mal ortaklığı”nı hayata geçirmemiş olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bankalara el konulmamış olması, gerçekte Komüncüler için bir zaaftı; ama İbretçiler bunda bir erdem görmüşler, kendi tezlerini doğrulama olanağı bulmuşlardı. Komüncüler iyi ki komünist gibi davranmamışlardı; iyi ki mal ortaklığını sağlamamışlar, iyi ki kadınları ortaklaşa kullanmamışlardı! Bunlar ve Komün’ün merkezi idareye karşı bir mücadelenin aracı olarak oluşturulmuş bir “aşağıdan gelen iktidar” olması ve bir de Genç Osmanlıların, Komünde gördükleri, kendi düşlerinin gerçekleşme olanağı, Fransız proletaryasına duyulan saygı için yeterli olmuştu.
İbret’te yayınlanan Komün yazıları, bir başka yayın organı Basiret’te tezahüratla karşılanmış, gazete, “Aferin İbret! Bu himmetine şimdi ve misillu dakik davalar üzerine bundan böyle sarf edeceğin hizmetlere dahi şimdi yani peşin olarak teşekkür ederiz” sözleriyle kutlanmıştı. Ardından Basiret yazarı Ahmet Mithat Efendi’nin savunuları yayınlanacaktı.
Komün tartışmalarının yayınlandığı sırada, gazete ve dergilerde I. Enternasyonalle ilgili yazılar da sıklaşmaya başlamıştı. Avrupa’da giderek büyüyen bu örgüt, devlet adamlarını, hükümeti ve gericileri ürkütürken muhalif aydınlar tarafından ilgi ve coşkuyla karşılanıyordu. Ama elbette, bu yazarlarda sınıf mücadelesi kavramı gelişmemişti ve mevcut çelişkiler onlara göre, mal ve mülkün zenginler ve yoksullar arasında eşit dağıtılmamasından kaynaklanıyordu. Yoksullar sefalet içindeydiler ve bu durum, burjuva entelektüellerinin yüreğini sızlatıyordu. Örneğin, Ahmet Mithat Efendi’ye göre bir ekmekçi nasıl sadece beş on para kazanabilmek için hizmet etmiyor, çağdaş toplumu kurmak için kendine düşen payı yerine getiriyorsa, bir vali de siyasetle uğraşarak kendine ait bir hizmeti ifa ediyordu; dolayısıyla hizmetler arasında eşitlik vardı; herkes toplumsal zenginliği eşit bir şekilde paylaşmalı aynı haklara sahip olmalıydı; çünkü bütün insanlar medeni cemiyete hizmet etmekteydi. Bu burjuva eşitlik anlayışı sınıf çelişkisini doğal olarak görmezden geliyor, dolayısıyla Enternasyonal’i de yoksulların davasını güden “cemiyete faydalı” bir örgüt olarak anlıyordu. Burjuva-aristokrat aydınların, Enternasyonal hakkındaki naif değerlendirmelerine karşın devlet, Enternasyonalce, bünyesindeki bütün çelişkilere karşın tehdit edici bir yan görmüştü.
Ali Paşa, Enternasyonal savunucularına gözdağı yüklü bir emirname yayınlamıştı bile: “İşçinin kapitalistle zenginlik ve nimetlerden faydalanma hususunda eşitliğini sağlamak amacıyla ortadaki malları bölüşmek ve hükümeti onlarla ortaklaşa idare etmek gibi zararlı fikirler 1860-61 yıllarında meydana çıkmış, dokuz-on yıl içinde habis ruhlar gibi Avrupa’nın her tarafına yayılmış ve bu fikirleri besleyenler Enternasyonal adıyla büyük bir dernek kurmuşlardır… Yaratılış kanununa aykırı olan bu gibi fikirlerin gerçekleşmesi -Allah göstermesin!- türlü türlü ihtilaller ve çatışmalar doğurur. Bu gibi fikirler taşıyan komünarların Paris’i ne hale soktukları da gözlerimizin önündedir. Bu, insan toplumunu vahşete sürüklemek, haydutluğu ve eşkıyalığı sistemleştirip mubah kılmak demektir… Bunun imparatorluk sınırları içine girmemesini sağlamak ve bu fesatçı fikre saplananların maksat ve emellerine ulaşmalarına kesin olarak fırsat verilmemesi için gerekli tedbir almak hükümetin görevidir” (A. Cerrahoğlu, agy, Birinci kitap, s. 67)
Gerekli tedbirlerin alınması hiçbir zaman ihmal edilmeyecekti. Her türden muhalefet, şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Ama ülkedeki bütün sosyal sınıf ve katmanların hoşnutsuzluklarını ortak bir rotaya sokarak gelişen burjuva devrim engellenemedi. Bir zamanlar merkezi idareyi eleştirerek “özgürlük, eşitlik ve adalet” sloganlarını atan ticaret burjuvazisi iktidara geldi. Sosyalizm tartışmaları, Jön Türk devriminden sonra yeni bir ivme kazandı ve tabelalarına sosyalizm sözcüğünü koyan ilk sosyalist örgütler kurulmaya başlandı. İktidara gelen İttihat ve Terakki Örgütü, işçi sınıfı eylemlerini ve grevlerini kanla bastırıp, muhalif örgütleri yasaklarken, sosyalizmin Osmanlıca versiyonu, İttihat ve Terakki iktidarına karşı muhalefet eden işçi ve aydın kesimlerle, ulusal mücadele veren çevrelerin bayrağı haline geldi. Bu çevreler, aradıklarını bulamamışlar, kendi talepleriyle katılıp destek verdikleri devrim, onlara yüz çevirmişti. Huzursuzluk katlanarak artmış, muhalefet yeni bir içerik kazanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun her yöresinde köylülerin toprak talebini de içererek gelişen milliyetçi ayaklanmalar hız kazanmıştı.

GREVLER, İŞÇİ ÖRGÜTLERİ, SOSYALİZM VE MEŞRUTİYET
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk işçi örgütü 1895’te Tophane işçileri tarafından kuruldu. Osmanlı Amele Cemiyeti adını taşıyan bu örgüt, bir yıl faaliyet yürüttükten sonra yöneticileri yakalanıp tutuklandı, tutuklananlar 7-8 yıllık sürgün cezasına çarptırıldı. Bir kısmı da yurtdışına çıktı.
Abdülhamit’in istibdat dönemleri boyunca bu örgüt dışında başka bir işçi örgütü kurulamadı. Ancak 1906-1908 yılları arasında yoğunlaşan işçi grevleri ve halk ayaklanmaları ve giderek gelişen Jön Türk devrimi, işçi örgütlerinin yeniden gündeme gelmesini sağladığı gibi, bir süredir durmuş bulunan sosyalizm tartışmalarını da alevlendirdi.
Devrimden bir yıl önce Beynelmilel İhtilal Fırkaları adını taşıyan bir kitap yayınlandı. Bu kitapta, Owen, Fourier, Saint Simon, Louis Blanc, Proudhon, Etienne Cabet, Babeuf, Marx ve Engels hakkında bilgiler veriliyor, Komünist Manifesto’dan dört sayfalık bir de özet bulunuyordu. Ayrıca Avrupa’daki çeşitli sosyalist, anarşist ve milliyetçi devrimci partilerin tanıtıldığı kitap, ilgiyle karşılanmıştı. Böylece sosyalizm sözünün kullanılmasını yasaklayan Abdülhamit yasaları, değişen siyasal koşullar nedeniyle hükümsüz kalmaya başlamıştı. Ama henüz bu bir başlangıçtı.
Devrimin ertesinde, ağustos ve eylül aylarında 30 gün içinde en az otuz yerde grevler başladı. 1908’in ilk grevi imparatorluğun Avrupa kesiminde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’a yakın bölgelerdeki demiryolu işçileri tarafından yapıldı. Bu grevler kısa zamanda hızla yayılarak İstanbul-Edirne hatlarına kadar sıçradı. Bir süre sonra Aydın demiryolu işçileri ve düşük maaşlı memurlar da greve gittiler.
Daha sonra bazı maden ocaklarında, İstanbul ve Ankara’daki tütün işletmelerinde ücret ve kötü çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle grevler görüldü.
Ama greve giden bazı işçilerin talepleri bunlarla sınırlı kalmıyordu. Anadolu Bağdat Demiryolu işçileri 17 Ağustos’ta hükümete verdikleri dilekçeyle
-Bağdat demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemiyeti adlı dernek tanınmadığı
-Şube müdürlüklerinden başka bütün memurlara birer maaş ikramiye verilmediği
-Gece çalışanlara iki kat gündelik verilmediği
-Hasta memurlar işte, çıkarılmaya devam edildiği taktirde greve gideceklerini belirttiler. İşçiler, istekleri kabul edilmeyince kısa süre içinde greve gittiler. 15 Eylül 1908 tarihli İkdam gazetesinde bu grevle ilgili haber şu ifadelerle yer aldı: “Eskişehir, Ankara- Konya- Bulgurlu hatlarıyla bütün şubelerindeki memurlar ve amele grev yapmışlardır. Dün, amele, önlerinde mızıka ve ellerindeki bayraklarla Kadıköy ve civarını dolaşmışlar, tezahürat yapmışlardır. Bu gezintiden sonra, Haydarpaşa İstasyonu’nun kapısına astıkları bir beyannamede, akşam trenlerinin gelişinden sonra tekmil memurinin işi bırakacakları yazılıydı” (Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge yayınları, s.38)
Aynı yıl, Alatini Tuğla Fabrikası işçileri, Selanik’te iki tütün ticarethanesi, Varnalı işçiler, şimendifer işçileri, Zonguldak maden işçileri, liman işçileri, Şirketi Hayriye işçileri, Adana’da pamuklu dokuma fabrikası işçileri de greve gitti.
Bazı grevler, hükümetin emri üzerine şiddetle bastırıldı. Aydın Demiryolu işçilerinin grevine saldıran jandarmalarla işçiler arasında çıkan çatışmalar sırasında bir işçi öldü, birçoğu tutuklandı, bir kısmı da yaralandı. Olaylar giderek büyüyünce İzmir Valisi’nin isteği üzerine kente Mecidiye zırhlısı gönderildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda işçilerin durumu oldukça kötüydü. Günlük çalışma süresi 15-16 saati buluyor, haftalık tatil haklarını kullanamıyorlardı. Ücretlerin zamanında ödendiği olmuyordu, üstelik sadece çalışılan günler için ödeniyor, yemek saatleri ve dinlenme aralarında kesiliyordu. Ücretler yıllarca aynı kalıyordu. Örneğin Ergani Bakır İşletmeleri’nde çalışan işçilerin yevmiyeleri, elli yılda iki kuruş artmıştı. Diğer yandan ülkedeki kapitalist işletmelerin yabancı kumpanyalar tarafından işletilmesi o sıralarda uyanan Türk milliyetçiliğinin etkisi altında kalan Türk işçileri rahatsız ediyor ve birçok grev, yabancı kumpanyalara karşı gelişen bir tepkinin ürünü olabiliyordu.
1908’de ağırlıklı olarak ücret sorunu gözetilerek başlatılan grevlerin daha sonraki yıllarda zenginleşen işçi talepleri nedeniyle içeriği de değişecekti. Ancak, kısa zamanda çok sayıda grevle karşılaşan İttihat ve Terakki Hükümeti 25 Eylül 1908’de (ki, temmuzda iktidara gelmişti) Tatil-i Eşgal yasası hazırlayarak grevleri ve işçilerin sendikalarda örgütlenmelerini yasakladı, basına sansür getirildi. Ancak, bu yasak ve baskılara karşın grevler durmadı. Devrimden iki yıl sonra Tramvay işçileri, Kazlıçeşme deri işçileri, Manastır Dokuma Fabrikası işçileri, İstanbul’da kömür yükleme ve tütün deposu işçileri grevdeydi.
Selanik, özgürlükçü fikirlerin en çok kök saldığı bir kent olarak işçi eylemleri bakımından kaynamaktadır. İşçilerin artık 8 saatlik işgünü ve hafta tatili talebiyle başladıkları bu grevlerin, öncekilerin ve sonraki grevlerin birçoğu polis zoruyla bastırıldı.
Sendikal Örgütlenmenin Tatil-i Eşgal yasasıyla yasaklanmasına karşın, 1908’den 1913’e kadar olan dönemde birçok sendika kurulmuş ve çok sayıda işçi sendikalılaşmıştı. İstanbul’da marangozlar, terziler, Anadolu demiryolu memurları; Selanik’te tütün işçileri, pamuk ipliği bükümcüleri, hamallar, yükleme işçileri ve demiryolu memurları; Zonguldak maden işçileri; İzmir’de yükleme ve demiryolu işçileri sendikaları kurulmuştu. Bunların yanı sıra sendika olmayan çeşitli işçi kuruluşları da yaygınlaşıyordu. (Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Cilt 1, Bilgi Yayınevi, s.35)
İşçi hareketi gelişirken, birçok bölgede sosyalist cemiyetler kurulmaya ve sosyalist antetli yayınlar çıkmaya başladı. Gerçi, Makedonya’da, sosyalist takısı almış örgütler 1908’den çok önce faaliyete başlamışlardı ama sosyalizmin, örgütsel ifade olanağı kazanması 1909’da başlayacak. 1910’lardan sonra yaygınlaşacaktı. 1904’te faaliyete başlayan Makedonya-Edirne hattındaki İç Makedonya Devrimci Örgütü, daha çok Bulgarlar arasında çalışma yürütüyordu ama bu faaliyet Türk işçilerini de etkilemeye başlamıştı. Selanik’te, devrimden bir yıl sonra kurulan ve Türk, Yunan ve Yahudi işçilerin üye olduğu Selanik İşçi Kulübü ise, 1 Mayıs 1909’dan sonra Sosyalist İşçi Federasyonu’na dönüşecekti. Faaliyetlerini sürdürdükleri süre içinde çok sayıda işçiyi örgütlemeyi başaran bu örgütler, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan reformist örgütlerdi. Bunların ve 1910’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırka ve örgütlerinin sosyalizm perspektifi, özünde, iktidardaki İttihat ve Terakki Örgütünün perspektifini aşmıyor ancak, işçi ve emekçi kitlelerinin duydukları hoşnutsuzluğu örgütleme işlevi görüyorlardı. Sosyalizm, alternatif bir düzen olarak o kadar çok tartışılıyordu ki, İttihat ve Terakkiciler de bu tartışmaya katılmadan edemiyorlardı. 1908’deki tartışmaların içeriği, 1871’de Komün’ü tartışan Genç Osmanlı aydınlarının yürüttüğü tartışmalardan çok farklı değildi; belki biraz daha entelektüel derinlik ve sosyalizm hakkında konuşulanlarla ilgilenen çevrelerde bir genişleme sağlanmıştı. Selanik’te çıkan İttihat ve Terakki adlı gazete, devlet sosyalizmini savunuyor ve bundan anlaşılması gerekenin fizyokratizmle sosyalizm arasında bir sentez yapmak olduğunu kaydediyordu. “Fizyokratlar devletin pozitif görevini inkâr ederler. Fizyokratlara göre devlet servet istihsal etmeyecek, servet için çalışanlara karışmayacaktır. Bunun zıddı bir doktrin vardır ki, devlet komünizmi adıyla tanınır. ‘Komünizm deta’ yani devlet komünizmi adı ile tanınmıştır. Devlet komünizmindeki sakatlık ortadadır. Çünkü devlet, üretim vasıtalarının sahibi hele tek sahibi hiç değildir. Kişilerin akli ve adali yani kafa ve kol çalışmalarına hiç sahip olamaz. Böyle olunca devletin varlığını inkâr etmek yok etmek gerekir… Fizyokratlarınkiyle devlet komünizmi arasında ortalama bir meslek çıkmıştır ki buna devlet sosyalizmi denir. Buna göre devlet, bazı hususlarda özel teşebbüsün yerine geçmelidir veya özel teşebbüse müdahale etmelidir… Ama özel teşebbüse engel olmamak gerekir. Devlet hiçbir zaman üretim araçlarının tek sahibi olarak kabul olunamaz… Önerdiğimiz fikir bugün medeni toplumlar tarafından uygulanan devlet sosyalizmidir… Müdahale mesleğini o suretle sınırlandırmak gerekir ki özel teşebbüsün tam serbestliğine engel olmasın” (A. Cerrahoğlu, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, May yayınları, 1975, s. 501)
Bu, İttihat ve Terakki’nin ilkelerine sadık gazeteden yapılan uzunca alıntıda görüldüğü gibi Türkiye’de tekelci devlet kapitalizminin ve özel teşebbüsün hangi ilişkiler içinde gerçekleştirileceği tartışılıp, önerilen yönteme sosyalist devletçilik adı verilmekteydi. Sosyalizmi savunan Osmanlı sosyalistlerinin büyük bir çoğunluğu ise gazetenin izlediği yöntemin tersini uygulayarak kendi sosyalizmlerinin içeriğini, tekelci devlet kapitalizmini açıklayan unsurlarla doldurdular. Bir yanlarıyla Osmanlıya bir yanlarıyla da ancak, yakın gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıydılar, ufuklarına sosyalizm adına fazla bir şey yerleştirememişlerdi; zaten oldukça erkendi; buna zaman vardı.

OSMANLI SOSYALİST FIRKASI VE İŞTİRAKÇİ HİLMİ
İlk Türk “sosyalist” dergisi 26 Şubat 1910 yılında yayınlanmaya başlanan İştirak’ti. Yayın sorumluluğunu Hüseyin Hilmi’nin üstlendiği İştirak birkaç kez Örfi İdare tarafından kapatılmış, her seferinde bir başka adla yeniden yayınlanmaya başlamıştı. İnsaniyet, Sosyalist, Medeniyet adlarını alarak yayın faaliyetini kesintili olarak sürdüren dergi, Osmanlı Sosyalist Fırkası (OSF)’nin kurulmasından sonra, bu partinin yayın organı oldu. OSF’nin programı da İştirak sayfalarında yayınlandı. Fırkanın sosyal ve siyasal görüşlerini yansıtan şu görüş, onun sosyalizm anlayışını, halk ve devlet arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü örneklemesi bakımından ilginçtir:
“Hükümet Anadolu’da kooperatif şirketler, küçük sendikalar teşkil etmeli; köylü az faizle istediği parayı oradan alabilmeli. Biz, hükümetimizden ne bir Grand Opera ne de Sarayburnu’ndan Haydarpaşa’ya asma köprü istiyoruz… Biz işçileri, rençperleri, köylüleri biraz terfih edebilirsek, büyük iş görmüş oluruz.” (Cerrahoğlu, 106)
Başlıca kadroları arasında Refik Nevzad, Namık Hasan, Pertev Tevfik. Baha Tevfik, İsmail Faik Hamit, Suphi bulunuyordu. Partinin Paris’te bir yurtdışı bürosu, İstanbul, Kastamonu ve Ankara’da temsilcilikleri vardı.
Parti ve yayın organında ilginç bir sosyalizm anlayışı hâkimdi. İslamiyet’in, özünde sosyalizmi içerdiğini düşünüyor ve sosyalizmi haklı çıkaracak gerekçeleri İslam dininde arıyorlardı. Diğer yandan, OSF, milliyetçi bir partiydi. Hüseyin Hilmi bir keresinde şöyle yazmıştı ” İslamiyet’te nice ayet-i kerime ve hadis-i şerif ile tasdik olunan sosyalist ilkeler zekât gibi ameli bir surette dahi ifrağ edilmektedir.” Sosyalizmin İslami ifadesi, zekâtta bulunmuştu.
Jön Türk iktidarına yönelik sürekli eleştiriler getiren Hüseyin Hilmi ve arkadaşları, bu yönetimin bir diktatörlük olduğunu vurguluyor ve “amele”ye daha iyi koşullar sağlamak için mücadele ediyorlardı. Bir amele örgütü olduklarını her fırsatta yinelemelerine karşın sınıfsal bir perspektife ve buna bağlı bir devlet tasarımına sahip değildiler. Yayın organlarının logosunda “Biri Yer Biri Bakar Kıyamet Ondan Kopar” ibaresi bulunuyordu. İştirak’in birinci sayısında “Sosyalizm sermayenin bir avuç zalim kimsenin elinde bulunmasına razı değildir. Bu yüzden herkese hakkı kadar verilmesi prensibini ortaya koyar. Niçin milyonlarca insan bir kişinin esiri olsun!” denilmekteydi. Muğlâk bir hak kavramıyla açıklamaya çalıştıkları bölüşüm problemi, programlarının temel sorunuydu. İşçilerin mevcut içler acısı durumlarının hakkaniyet gözeterek yapılacak bir bölüşümle düzeltilebileceğini düşünüyorlardı. Temel talepleri şunlardı: Bütün seçimlerin tek dereceli olması, geniş bir basın ve toplantı özgürlüğü tanınması, ölüm cezasının kaldırılması, temel tüketim malları üzerindeki vergilerin kaldırılması, demiryolu, banka, sigorta ve maden ocaklarının millileştirilmesi ve tekellerin dağıtılması, barış zamanında ordunun yalnızca milis kuvvetlerinden meydana gelmesi, gösteri, grev ve basın özgürlüğü vs.
Bu türden talepleriyle, Jön Türklerin, yola çıkıp da yarım bıraktıkları burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını öngörmekteydiler. Adalet, eşitlik ve özgürlük vaatleri yerine getirildiği takdirde, işçilerin yoksulluk sorunu çözülecekti. Mevcut hükümet buna muktedir değildi, çünkü bunu yapabileceği halde yapmıyor sermayenin, bir avuç insanın elinde tutulmasına göz yumuyordu.
OSF’liler devletin bütün ekonomiyi elinde tutan bir tekel haline gelmesini istiyorlardı. Emperyalistlerin kontrolü altındaki işletmelerin millileştirilmesini savunuyor ve bunun sosyalist ekonominin kurulması için yeterli olacağını sanıyorlardı. Önerileri aslında kapitalizmin geliştirilmesinden başka bir sonuç vermiyordu. Yasal düzenlemelerden çok fazla şey umuyorlardı. “Dilenciliği ve serseriliği ortadan kaldırmak için adalete uygun kanunlar koymak gerekir” ifadelerinin yer aldığı, Paris bürosunun yayınladığı bir bildiride, serserilerle ilgili bir yasa çıkaran devlet, eleştirilip “serserilere iş bulmak ve karınlarını doyurmak” gibi hedefler gösterilmekteydi.
Devrimin sınıfsal niteliği konusunda doğru bir tahlil yapamamışlardı, bu yüzden iktidarda olan burjuva devrimcileri, hayal kırıklığına uğrayanların bulunduğu bir başka burjuva demokrat cepheden eleştirmekle yetindiler, daha ileri gidemediler.
Aynı bildiride bu ruh durumu da yansıyordu: “Eğer birisi bize üç yıl önce büyük Osmanlı devrimi için ‘sizin, olması için 15 yıldan fazla çalıştığınız o büyük devrim bir gün memleketinizde kamçıyı sosyal yasalar içine sokacaktır’ demiş olsaydı o zatı yalancılıkla suçlardık. Şöyle derdik: ‘Bizim kuracağımız meşrutiyet rejimi ilerlemenin temellerini atacak, birliği bozucu olmayacak, Hürriyet aşkının mucidi olacak, kin ve garezin mucidi değil! Medeniyet fikrini ihya edecek, vahşet fikrini değil, Sosyal mutluluğun ve özgürlüğün sorumlusu olacak, yoksulluğun değil”
Onlara göre Jön Türkler milli birliği sağlayamamışlardı. Hâlbuki “herkes mutlu herkes müsterih olmalıydı”; ama bunun koşulu milli hâkimiyetin sağlanması için ulusun her ferdi ile istişare etmekti.
OSF’nin bu görüşleri daha sonra kurulacak kimi sosyalist fırkalar tarafından da geliştirilerek emperyalizme karşı milli kapitalizmin savunulması doğrultusunda faaliyet yürütmeyi öğütleme düzeyine gelecek, böylece anlamlı bir antiemperyalist politika bile güdülmüş olmayacaktı. Bu görüşlerin en gelişmiş biçimi Şefik Hüsnü’nün TKP’sinde görülecek; perspektifin doğal gelişme çizgisi, sınıf işbirliğine varacaktır.
İlk sosyalistler, işçilerin birliğini, çoğunluğun haklarının gözetildiği ulusal birliğin sağlanması için istiyorlardı. Mevcut hükümet bu birliği sağlayamamış, çoğunluğun haklarını gözetmemişti. Kardeşlik ve eşitlik vaadi boş çıkmıştı. “Osmanlı Sosyalist Fırkası memleketimizde çeşitli unsurlar arasında birlik, kardeşlik, eşitlik esaslarına hizmet edecek ve başlıca bölünme sebebi olan nefret ve yanlış anlamanın giderilmesine çalışacaktır. Temel amaçlarından birincisi, resmi programında beyan olunduğu üzere, çoğunluğun haklarını ve refahını sağlamak, ikincisi ise yine aynı amacın daha çok gerçekleştirilmesi için bütün yeryüzündeki işçilerle işbirliği ve hareket birliğini sağlamaktır.”
1913’e gelindiğinde, politik yaşamında üçüncü yılını dolduran OSF, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin gazabına uğradı. İştirak dergisi ve Parti kapatıldı. Hüseyin Hilmi ve arkadaşlarından bazıları sürgüne gönderildi, Divanı Harb’e verilen muhaliflerden bazıları o sırada bir suikasta uğrayan Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sorumlu tutularak idama mahkûm edildi.
Bu fırtına, OSF’nin ve diğer muhalif hareketlerin sonu oldu. Bundan sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar hiçbir sosyalist girişim gündeme gelmedi.
Hüseyin Hilmi ve arkadaşları sürgünden ancak 1918’de dönebildiler. Döner dönmez de OSF’yi bu kez yeni bir ad altında canlandırmaya çalıştılar. 1919 yılının şubat ayında kurulan yeni partinin adı Türkiye Sosyalist Fırkası (TSF)’ydı. Bu dönem Türkiye açısından da yeni bir dönemdi ve iki yıl içinde birçok siyasal oluşum tarih sahnesine çıkacak, işçi hareketleri yeniden başlayacaktı.

İKİNCİ DİRİLİŞ TSF
Bir ay içinde programını açıklayan TSF’nin temel programatik ilkesi eşitsizlik ve adaletsizliğe dayanan bugünkü toplumun ana kuruluşunda değişiklikler yaparak, onu çekilebilecek bir duruma getirmekti. Üretim ve dağıtım araçlarının devletleştirilmesi ve aynı amacı güdenlerle işbirliği yapılmasını hedefliyorlar bu amaca ulaşıncaya kadar da birtakım reformların yapılmasını öngörüyorlardı.
Parti, hükümeti ekonomide millileştirmelere gitmesi için sıkıştıracaktır. Yeni bir vergi reformu yapılmalı, zorunlu tüketim vergileri kaldırılmalı, lüks harcamalar ve kullanılmayan servetler vergilendirilmeli, emekçilerden vergi alınmamalı; birtakım önlemler alınarak “sermayesiz sınıf korunmalıydı.
Parti’nin yayın organı tek yaprak halinde basılan idrak’ti. TSF’nin görüşleri OSF’nin görüşlerinden biraz farklılaşmış, ama bu değişiklik öze ilişkin olmamıştı. Ancak, aradan bir dünya savaşının geçmesiyle değişen konjonktürel durum itibariyle TSF, kendisini yeni koşullara uydurmuştu. Ama yine sosyalizmle İslam dini arasında zoraki bir ilişki kurma çabasına girilmektedir. Biraz laikleşilmiştir ama din, sosyalizmin kaynağı olarak görülmeye devam etmekteydi. İdrak gazetesinde “Memleketimiz, ezeli bir sosyalist memleketidir. Muhammed’in kuralları ise esasen yüksek hükümleriyle bir sosyalist düsturudur. Ve bu düstura tamamen uyulduğu sürece, şeriat hükümlerine itaat edildikçe bu millet refah içinde vaşamıştır” ifadeleri bile yer aldı.
Parti’nin milliyetçiliğinde de herhangi bir değişiklik olmamıştır. O zamanlar İdrak’te Zenon imzasıyla yazan Ziynetullah Nuşirevan (daha sonra Halk İştirakiyyun Fırkası’na geçecek, Mustafa Suphi’ye yakınlaşacaktır) sosyalizmle milliyetçilik arasında şöyle bir ilişki kuruyordu: “Sosyalistler görevlerini yapıyorlarsa milliyetçiliğe hizmet etmiş olurlar; milliyetçiler de halkçı anlamıyla programlarını uygularlarsa bu da sosyalistlerin işine gelir. Ama milliyetçilikte şovenizme kayma yönelimi vardır. Yine de bu derdin yegâne devası sosyalizmdir.” (Mete Tuncay agy, s. 74) Bu görüşler, OSF’lilerin milli birlikçi düşüncelerinden oldukça değişiktir.
O dönem, “sosyalistlerin ısrarla ve sürekli olarak milliyetçilikten söz etmelerinin nedeni, Türkiye’nin batı kapitalizmi karşısındaki konumu olduğu kadar, Türkiye’de proletaryanın, burjuvazinin ve aristokrasinin olmadığına inanmalarıydı. Türkiye devasa bir köylü kitlesinden oluşmakta, bu kitle, Osmanlı hükümeti ve Avrupa kapitalistleri tarafından sömürülmekteydi. Dolayısıyla, milli birlik halinde, hükümete ve daha çok da Avrupalı kapitalistlere karşı savaşılmalıydı. Sınıf mücadelesinden anladıkları, Türk ulusu olarak Avrupalı emperyalistlere karşı savaşmak biçiminde ifade buluyordu. Kuşkusuz, bir süre sonra girilecek olan ulusal kurtuluş savaşı ortamı, sosyalistlerin, ufuklarını bu hedeflerle sınırlamalarını kolaylaştırıyor ve doğallaştırıyordu; ama bu perspektif, onları fazla ilerletemiyordu. Hükümete yönelik altı doldurulmamış muhalefet biçimi ise, onların oldukları yerde durmadan dönmelerine neden oluyordu.
Ama bu kez, Hüseyin Hilmi ve çevresi OSF dönemindekinden farklı olarak belli bir işçi kitlesiyle ilişki kurabilmişti. 1920’deki tramvay işçilerinin grevi TSF’nin inisiyatifi altında gerçekleşti. İşverenle görüşmeler TSF tarafından yapılarak, grevin bazı işçi taleplerinin kabul edilmesiyle sonuçlanması sağlanmıştı. TSF aynı dönemdeki tersane ve debbağ hane grevlerinde de rol oynadı ve bu ona prestij kazandırdı. 1921 1 Mayısı’nda ise Şir-ket-i Hayriye. Seyrü-sefain, Haliç İdaresi, Tramvay Kumpanyası işçileri toplu halde “amele bayramını” kutlamak üzere Parti Merkezi’ne geldiklerinde Hüseyin Hilmi ve üç partili, işçilerle bayramlaştıktan sonra onları Babıali’ye, sadrazam paşaya ziyarete götürmüştü. Sadrazam ziyareti yapılarak kutlanan 1 Mayıs, yoğun bir işçi katılımıyla gerçekleşmesi bakımından dikkat çekici oldu.
Fırka’nın parlak günleri, bir süre sonra sona erdi. Parti içinde Hüseyin Hilmi’nin diktatörlüğünden yakınan çeşitli gruplar, partiden ayrıldılar. Bir kısmı yeni partiler kurarak faaliyetlerini buralarda devam ettirdiler.
TSF, Tramvay işçilerinin grevi sırasında İngiliz işgal kuvvetleri tarafından desteklenmişti. Çünkü o sıralarda Tramvaylar, Fransız kumpanyasına aitti ve İngilizlerin Fransızlarla arası oldukça kötüydü. Hilmi’nin grevci işçilere iane sağlamak için İngilizlerden para yardımı aldığı da söylenmektedir. Ancak İngilizlerle Fransızların arası düzelince Hilmi ve partisi destekten yoksun kaldığı gibi daha sonra yapılan grevler başarısızlıkla sonuçlandı. TSF’nin bu türden çelişkilere bel bağlayan politikası, partiyi parçalayan etkenlerden biri oldu. Hüseyin Hilmi, girdiği karanlık ilişkilerin sonucu olarak öldürülmeden önce, bir süre ortadan kaybolmuş ortaya tekrar çıktığında ise bol para harcayıp lüks yaşamaya başlamıştı. Hakkında işgal devletlerine ajanlık yaptığı doğrultusunda iddialar da ortaya atıldı. İştirakçi Hilmi’nin kişisel tutumlarından bağımsız olarak, OSF ve TSF, Osmanlı İmparatorluğundan modern Türkiye’ye doğru gelinen yerde, işçi örgütlenmeleri ve sosyalizm adına bir dönemin simgesi ve önemli kaldıracı olmuştu. Ama TSF’nin kurulmasından bir yıl sonra, bu parti, alanında tek değildi artık; başka oluşumlar ve fırkalar da kurulmaya başladı.
TSF miadını doldururken Türkiye’de işçi eylemleri artmış, sosyalist hareket yeni bir dönemece girmişti bile.
Özgürlük Dünyası’nın bir sonraki sayısında TSF dışındaki diğer örgütlere değineceğiz.

Mayıs 1994

Mütareke Yıllarında: GELİŞEN SOSYALİZME BARİKAT: SAHTE SOL, YEŞİL ORDU VE RESMİ TKP

Türkiye’de, 1. Dünya Savaşı döneminde duran işçi eylemleri ve sosyalizm tartış¬maları, İngiliz emperyalistlerinin ve Yu¬nan gericiliğinin işgaline karşı verilen anti-emperyalist savaş sırasında yeniden başladı. Ortaya çıkan birçok “sosyalist” fırka ve örgü¬tün beslendiği kaynak da “mütareke” orta¬mında yaygınlaşan, feodal ayrıcalıklara sahip oldukları için eski düzenin sürüp gitmesini savunan, bu yüzden emperyalistlerle işbirliği halinde olan bir zümrenin dışında, ülkedeki bütün sosyal sınıfları etkisi altına alan ulusal¬cı düşünceler ve İngiliz işgalinden bir yıl ön¬ce gerçekleşen Sovyet devriminin Türki¬ye’deki yankısıydı.
Kuzeydeki gelişmeleri yakından izleyen basının da etkisiyle Ekim Devrimi, ülkenin birçok yerinde heyecanla karşılanmıştı. Sov¬yet sözcüğünün Osmanlıca karşılığı olarak benimsenen ve politik bir içerik kazanan Şu¬ra kavramı, sol eğilimli basın ve halk için,
Kurtuluş Savaşı döneminde bir yol ayrımında bulunan Türkiye’de, bir siyasal sistem tercihi¬ni ifade eden simge durumuna gelmişti. Dev¬rimden sonra, Sovyetler Birliği’nden yurda dönen savaş esirleri, olup bitenlerin canlı tanığıydılar ve onların anıları, aydınlar, işçiler ve köylü kitleleri arasında kulaktan kulağa yayılıyordu. “1919 yılının kasım ayında Kara¬deniz bölgesindeki kasabaların birinde halk sokaklara dökülmüş ‘yaşasın şuralar’ diye ba¬ğırmıştır. Amaçları kasabada bir şura idaresi kurmaktır. O yörede savaşan çetelerin de (Çete sözcüğü, “düzenli ordu dışı silahlı güç” anlamına gelir. Resmi literatürde, hay¬dut, eşkıya ile eşanlamlı olarak kullanılır. Ya-zımızın konu aldığı dönemde silahlı halk güç¬lerinin bu biçimde anılmasına uygun olarak, biz de bu kavramı kullanacağız.) kendileri¬ne katılmasıyla hapishaneyi basıp mahkûmları serbest bırakırlar. Hükümet konağını ele geçirirler. El konulan dükkânlardaki bütün yiyecekler, fakir halka dağıtılır. Kasaba üç gün süreyle halkın denetiminde kalır. Tam şura seçimi hazırlıklarına başlanıldığı sırada hükümet kuvvetleri kasabayı ele geçirirler” ( Dimıtır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yayınları, 1978, S. 62)
Şişmanov’un raporunda yer alan bu ifade¬ler, Anadolu halkının, Sovyetler Birliği dene¬yinden ne denli etkilendiğini göstermesi ba¬kımından önemlidir. O dönemde birçok yörede, şura hükümeti kurmak isteyen halk; ayaklanmış, birçok gösteri yapılmıştır.
Sovyetler Birliği’nin, ezilen doğu halkları¬nın antiemperyalist ulusal kurtuluş savaşları¬na verdiği destek, bu ülkeye duyulan yakınlı¬ğın nedeniydi.
O yıllar, aynı zamanda, 1. Dünya Savaşı’ndan önce çalışmak ya da öğrenim görmek için Almanya’ya giden ve burada cereyan eden Spartakist ayaklanmaların yakın tanığı olan genç işçi ve aydınların yurda dönüş za¬manıydı. Devrimci bir atmosfer içinde bulu¬nan Almanya’da bazı örgütler kuran Türkler, örgütsel deneyimlerini ve edindikleri devrim¬ci fikirleri de transfer etmişlerdi.
Böylece Kurtuluş Savaşı, kimi kesimlerin, bu savaşın sonunda Sovyetler Birliği’ne ben¬zer bir siyasal sistemin kurulacağını umarak, kimilerinin de emperyalistlere karşı tek tutar¬lı müttefikin Sovyetler Birliği olduğunu kabul etmek zorunda kalarak katıldığı bir ulusal uz¬laşma ortamı yarattı. Bu, o dönemde sosya¬list olduklarını iddia eden örgütler için ol¬dukça kritik bir mevzilenmeydi ki, bir kısmı, milli burjuvazinin önderliğinde gelişen bu sa¬vaşta kendi politik bağımsızlıklarını koruyamadılar ve bu çizgi sonradan sınıf işbirlikçisi bir çizgiye dönüştü. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu daha 1920’de, Türkiyeli dev¬rimcileri uyarmıştı. “Beylerin bir bölüğü ken¬dini yabancı kapitalistlere sattı. Başka bir bölüğü ise sizleri silah başına çağırıyor, sizi yabancı istilacılara karşı örgütlüyor. Ama onlar ı da sizlerin kendi ülkenizin hükümetinin başına geçmenize, asalakların sultandan armağan diye aldığı toprak ve tarlalara sahip çıkmanıza ekip biçmenize izin vermiyor. Ve yarın yabancı kapitalistler efendilerinize daha elverişli barış koşulları tanıdığında bugünkü önderleriniz sizi, yabancı efendilerin de yardımıyla zincire vurur; tıpkı büyük toprak sahipleriyle eski memurların yabancı orduların i bulunduğu bölgelerde şimdiden yaptığı gibi.  Anadolu köylüleri! Yabancı istilacılara karşı mücadele etmek üzere Kemal Paşa’nın bayrağı altına çağrılıyorsunuz. Ama biz sizin, kendi halk ve köylü partinizi kurma çabasında olduğunuzu da biliyoruz. İşte bu parti, paşalar, i sömürücü ittifak devletleriyle barış yapsalar bile, mücadele etme yeteneğine sahip tek partidir.” (Komintern Belgelerinde Türkiye-1, Kaynak Yayınları, 1993, s.16)
Bu uyarı, oldukça haklıydı. Tehlikeye dik¬kat çeken Enternasyonale rağmen Türki¬ye’de süreç, “sosyalistlerin çoğu için, yukarı¬da öngörüldüğü gibi yaşandı. Kurtuluş Savaşı’na diğer halk sınıfları da katıldığı hal¬de, bunlar, başta işçi sınıfı olmak üzere kap¬sayıcı ve etkili bir devrimci örgütten yoksun oldukları için, siyasal rejim tartışmalarında politik bir inisiyatif koyamadılar ve antiem¬peryalist savaş içindeki konumları Kemalist burjuvazinin çizgisine bir motif olarak dahil oldu. Böylece, ezilen sınıfların örgütlerinin içinde bulunduğu zafiyetin de etkisiyle 1908’de başlayan burjuva devrimci süreç, an¬tiemperyalist savaş sırasında ve sonrasında da görevlerini tamamlamayı reddettiği için yarım bırakıldı, Burjuvazi, en devrimci oldu¬ğu döneminde bile, bir ayağıyla bağlı bulunduğu toprak ağaları sınıfı ve diğer feodal ay¬rıcalıklı sınıflarla bağını koparmayı reddede¬rek köylülüğün toprak talebiyle, işçi sınıfının demokratik istemlerini görmezlikten geldi.
Ama bu sonuca varmadan önce, Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’ne kur ya¬pan Kemalist burjuvazi, bir dönem sosyalist örgütlerin açılmasına göz yumdu, mecliste sosyalizm tartışmaları yapıldı, hatta resmi ko¬münist örgütler bile kuruldu; burjuvazinin politik ve askeri önderlerinden birçoğu ko¬münist olduklarını iddia ettiler. Kurtuluş Sa¬vaşı döneminde ortaya çıkan icazetli sahte sol, burjuvazinin politik ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlıyordu; bu ihtiyaçların odak¬landığı nokta ise Sovyetler Birliği’nin desteği¬nin sağlanması ve komünizme duyulan içten ilginin burjuva bir çerçeve içine alınarak etki¬siz hale getirilmesiydi.

GELİŞEN DEVRİMCİ HAREKETE DALGAKIRAN
Anadolu işgal edildiğinde, halk kendiliğin¬den direniş organları oluşturmuştu. Birçok bölgede, işçilerden, köylülerden ve padişah ordusundan kaçan askerlerden kurulan çete¬ler düzenli olmayan bir savaş yürüterek em¬peryalist işgale karşı mücadele ediyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak ilan edilen 19 Mayıs 1919’dan daha önce mü¬cadele etmeye başlayan bu milis örgütlenme¬leri, bunları daha sonra, uzun mücadeleler içinde düzenli ordu unsurları haline getirme¬ye çalışacak olan Kemalistler için başlangıçta fazla tehlike arz etmiyordu. Ama bu çetelerin bir kısmı kontrolden çıkıp, iktidarın dışında kalan ve ona bir türlü bağlanmayan unsurlar haline geldiklerinde, Kemalist rejim, savaşçı halk gruplarını bastırmak için her şeyi yapa¬cak, bunun için yarı resmi bir karakter taşı¬yan Yeşil Ordu’yu da dağıtacaktır.
Çetelerin Kurtuluş Savaşı’na başladığı yıl¬larda, bir başka kontrol altına alınamaz grup olan komünistler de 1918’den itibaren Bakû’de yayınlamaya başladıkları Yeni Dün¬ya gazetesi ile halkı işgale karşı mücadeleye çağırıyordu. Bu gazetede emperyalizmi boz¬guna uğratan Sovyetler Birliği halkından öv¬güyle bahsediliyor ve sosyalizm, Türkiye halklarına da model olarak öneriliyordu.
Bu dönemde işçi örgütlerinin sayısında da bir artış gözlenmekteydi. Grevler, 1919’dan itibaren, başta işgal bölgeleri ol¬mak üzere Anadolu’nun birçok yerinde anti-emperyalist bir muhteva kazanarak yaygınlaşıyordu. 1919 Mayısı’nda İzmir’in işgal edilmesinden sonra yapılan mitinglere yüz-binlerce işçi katıldı.
Telefon memurları, reji işçileri, Hisar iske¬lesi hamalları, Haliç vapurları müstahdemi, fırıncılar, tramvay işçileri, Şirketi Hayriye me¬murları, Tünel amelesi, Deniz Maden Kömürü Cemiyeti işçileri, Kadıköy havagazı işçileri, demiryolu işçileri, Şark şimendiferleri işçile¬ri, Zonguldak maden işçileri, terkos işçileri, Dolmabahçe Gazhanesi işçileri birbiri ardın¬dan greve gittiler.
Bu dönemde işçi hareketinin karakteristiği, grevlerde ve eylemlerde, ücret zammının yanı sıra işçi sınıfının demokratik birtakım taleplerinin de gündeme getirilmesiydi. Grev¬lerin öncelikli talepleri arasında 8 saatlik işgünü, hafta tatili hakkının tanınması, işçi ço¬cuklarına eğitim olanaklarının hazırlanması, iş güvenliği koşullarının sağlanması, örgütlen¬me ve sendikal hakların tanınması gibi talep¬ler yer alır. Ve yine bu dönem, işçi hareketi¬nin az çok, sol siyasal örgütlerle yakınlaşma içine girdiği dönemdir. 1922’ye dek birçok grev, TSF’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiştir. Böylece ilk kez, ilişki kurulan örgütün niteli¬ği ye bu ilişkinin gerçekleşme düzeyi ile etki¬si tartışma dışı bırakıldığında söylenebilir ki, işçi eylemleri bir politik örgütle dirsek tema¬sı içinde olmuştur.
Aynı dönemde mesleki ya da sendikal ni¬telikte birçok işçi örgütünün kurulduğu görü¬lür. Anadolu Şimendifer Amelesi Cemiyeti, Beynelmilel Deniz İşçileri İttihadı, Beynelmi¬lel Bira İşçileri İttihadı, İstanbul ve İzmir İşçi¬leri Cemiyeti, Matbaa İşçileri Cemiyeti, Şark Demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemi¬yeti, Zonguldak Amele Birliği, Balya-Karaaydın Amele Birliği bu örgütlerden bazı¬larıdır.
1924’e gelindiğinde bu örgüt ve cemiyet¬lerin sayısı artacaktır.
İşçi örgütleri ve eylemleri “sosyalist” fırka ve örgütlerle yakınlaşmaya başlamakla birlik¬te, bu henüz, işçi sınıfı saflarında devrimci-sosyalist bir politikanın yaygınlaştığı, rağbet gördüğü ve eylemlerin karakterini oluşturdu¬ğu anlamına gelmez. Çünkü gerçekte, 1920’de kurulan, Mustafa Suphi’nin kısa ömürlü ve etkisi zayıf Komünist Partisi bir yana bırakılırsa, o dönem kurulan fırkalar, devrimci özellikten yoksun partilerdi. Musta¬fa Suphi’nin partisinin ise işçi sınıfı içinde bağları yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri sosya¬lizmle birleşebilme özelliğine sahip olama¬mış, bu eylemlerin ufku, dönemin özellikleri¬ne uygun olarak en fazla emperyalist işgale karşı çıkmaya kadar genişleyebilmiştir.
Zaten, sosyalizmi bir ütopya ve herkesin toplumsal mutluluktan eşit pay aldığı bir ah¬laki rejim olarak tasarlayan “sosyalistler”in durumu da pek iç açıcı değildir. Marksist lite¬ratür çoğunlukla ikinci elden okunmuş ve bu yayınların Türkiye’ye gelmesi gecikmiştir. Ko¬münist Manifesto’nun özetlenmiş bir çevirisi mütarekenin son yıllarında piyasaya çıkacak¬tır.
Ama yine de, yayınlanan birçok sol içerik¬li yayın, geniş halk, kitlelerinde sosyalizm hakkında bir sempatinin oluşmasını sağlayacaktır. Sosyalizm propagandası yapan, Sov¬yetler Birliği deneyini propaganda malzemesi olarak işleyen örgütler ve fırkalar, bu sempa¬tinin aktığı bir kaynak olarak çok sayıda in¬sanı çeperinde toplamayı başaracaktır.
Anadolu’da sosyalizm, işgal koşullarından ve yoksulluktan kurtuluşun olanağı olarak toplumsal kesimlerin büyük çoğunluğu tara¬fından kabul gören bir düzen, bir yeni dün¬ya ve düşünsel bir akım olarak benimsenme¬ye başlamıştır.
Bu durum burjuvazi için tehdit edici ol¬muş; gelişip arınarak, doğal kanalına yani sı¬nıf mücadelesi kanalına akma potansiyeli ta¬şıyan sosyalizmin önüne burjuva bir barikatın dikilmesinin zamanı gelmiştir. Ama Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkilerin korun¬ması ihtiyacı da vardır. Öyleyse klasik yön¬tem uygulanmalı; “bu memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız” denmeli, sahte örgütler kurulmalıdır.
Bu örgütler, kontrol altına alınamayan toplumsal güçlere uzatılan bir ökse olacaktır.

YEŞİL ORDU

Yeşil Ordu henüz kurulmadan önce efsa¬nesi yaygınlaştırılmıştı. Bu efsane, bütün di¬ğer söylenceler gibi bir gerçeğe dayanıyordu ama dayandığı, gerçeğin tahrif edilmiş haliy¬di.
Söylence, esin kaynağını Irkçı-Turancı politikalarının peşinden Türkistan’a giden Enver Paşa’nın serüvenlerinin Türkiye’ye şekil değiştirerek ulaşmasını takiben, “esir Türk ulusu”nu kurtarmak üzere Kafkaslar’dan ül¬keye girmeye hazırlanan bir Yeşil Ordu’nun halk üzerinde uyandırdığı mistik etkiden al¬mıştı. Bu söylence, resmi kaynaklar tarafın¬dan da işlenerek etkisi güçlendirildi ve Anka¬ra hükümetinin, sol söylemli resmi organı Hâkimiyeti Milliye gazetesinde halkın bu bek¬lentilerini kışkırtacak yayınlar yapıldı. Yeşil Ordu’yla ilgili olmadık haberler yayınlandı.
Hâkimiyeti Milliye gazetesinde şöyle bir haber yer almıştı “Paris’ten bildirildiğine gö¬re Yeşil Ordu, programının ilk safhasını tatbi¬ke başlamıştır. Bakû’den hareket eden Yeşil Ordu’nun Tiflis üzerinden ilerleyeceği tahmin ediliyor… Bu orduya mütemadiyen gönüllü¬ler iltihak ettiğinden Batum’a muvasalat edinceye kadar ordunun kuvveti bir misli ar¬tacaktır. Kızıl ve Yeşil orduların Azerbaycan ile anlaşarak bu memlekete dâhil olduktan sonra Gürcistan ve Ermenistan hudutlarına dayandıkları malumdur” (Dr. Fethi Tevetoğlu, 1967, Türkiye’de sosyalist ve komünist fa¬aliyetler, s. 130)
Enver Paşa, ittihat ve Terakki örgütü için¬de gelişen milliyetçi eğilimleri, Irkçı – Turancı bir çizgiye kadar geliştirmişti. Osmanlı İmpa¬ratorluğu’nun Avrupa kıtasındaki toprakla¬rında başlayan ulusal mücadeleler sonucun-da bu topraklar üzerinde yaşayan ulusların ayrılmasından sonra, imparatorluğun doğu¬daki topraklarına ve Türklerin yaşadığı Tu¬ran bölgesine dayanarak sürdürülmesi gerek¬tiğini savunuyordu. Batıya ve batılılara karşı duyduğu düşmanlığın doğal sonucu olarak da İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşıydı.
Kemalist burjuvaziye karşı iktidar müca¬delesi veren Enver Paşa ve arkadaşları, İngilizlere karşı en büyük desteği Sovyetler Birli¬ği’nden alacaklarını ummuşlardı. Mustafa Ke¬mal ise, Sovyetler Birliği’nden gelecek yardım için en küçük olanağı bile kaçırmak iste¬miyordu ve muhalifi Enver’in çabalarını, alınacak yardımın sağlayacağı ölçüde destek¬ledi. Enver Paşa’ya da, çabalarının “Pan¬islamizm şekil ve suretinde izharının Rusları şüphe ve endişeye sevk etmemesi için daha çok İngiltere’ye yönelmiş bir antiemperyalist hareket olarak ortaya konulmasını” öğütledi.
Öyle ki, Enver Paşa, 1920’de Bakû’de top¬lanan Doğu Halkları Kurultayı’na Kuzey Avru¬pa devrimcilerini temsilen katıldı. Ortak düş¬man; Kemalistleri olduğu gibi, Enver Paşa ve arkadaşlarını da Sovyetlere yaklaştırıyordu. Halk Şuralar Fırkası adını verdikleri bir parti¬yi kurma girişimleri de bu yakınlığın pekişti¬rilmesini hedefliyordu. Ye komünist olma¬dan, Sovyet teşkilatını kabul ettiklerini iddia ediyorlardı. Enver Paşa, “Ben Türkiye’de şim¬diki mücadele devamı müddetince birlikte ça¬lışmak fakat komünist olmamak üzere bir muhalif fırkanın her an mevcut olması taraf¬tarıyım. Bu suretle günün birinde Rusya’da çalışmak mümkün olmazsa memlekette bu esasta devam olunabilir ” diyordu. (Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayıne¬vi,1978, s. 119) 1921’de Moskova’da bir İs¬lam ihtilal Cemiyetleri İttihadı Kongresi top¬layan Enver Paşa’nın eski ittihatçılar üzerindeki nüfuzu güçlüydü. Kemalistler Bakû’de ayrıca bir komünist partisi kurmaya teşebbüs etmiş olan bu çevreyi aynı tarihler¬de orada faaliyet yürüten Mustafa Suphi ve arkadaşlarının etkinliğini kırmak amacıyla da desteklemekteydiler.
İşte Turancı bir perspektifle Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden diriltmeye çalışan Enver Paşa’nın Kafkaslardaki maceraları Ye¬şil Ordu söylencesinin temeli oldu. Enver, 1917 Ekim Devrimi sırasında Rus ordusunun Kafkasları terk etmesi üzerine, yeşil bayrak taşıyan Azeri gönüllü milislerden bir “İslam ordusu” oluşturarak Turan’a doğru yola çık¬mıştı.
Kökeninde Enver Paşa’nın Turan macera¬larının bulunduğu Yeşil Ordu söylencesi, 1920 Mayısı’nda Yeşil Ordu Cemiyeti adını taşıyan bir örgütün kurulmasıyla ete kemiğe büründü ve örgüt, efsanenin içerdiği kurtarı-cılık imajının mirasını üstlendi.
Konya mebusu Refik Bey’in meclis kürsü¬sünden yaptığı bir konuşma, Yeşil Ordu’nun yarattığı etki hakkında bir fikir veriyordu: “Milletimiz Şark’tan muazzam bir kudretin zuhurunu işitti ve derhal ona kulaklarını dik¬ti. Biz de mağduruz. Acaba bu insanlar bizi saadete erdirecek ve mazlumiyet ve mağduri¬yetimize son verecek midir? … Rusya dâhilinde din kardeşlerimiz olan İslamlar, Yeşil Or¬du namı altında toplanarak evvela kendilerini sonra bizi kurtarmak üzere zalim kuvvetlerin karşısına gelebileceklerini neşir ve ilan ediyorlardı. Halkımız bir şey bekli¬yor ve diyordu ki, acaba biz yalnız mıyız? … Hariçten bize bir kuvvet yardım etmeyecek midir? Diyorlardı ki, İzmir’e hücum eden Yu¬nanlıların karşısına bizimle beraber hiç de¬ğilse Yeşil Ordu’dan beş on kişi olmalıydı. O zaman görecektiniz…”
Yeşil Ordu’nun eklektik bir ideolojisi var¬dı. Bildirilerinde, İslami motiflerle süslenmiş bir Sovyet hayranlığı göze çarpıyordu. Ger¬çek işlevi ise, Milli Mücadeleyi Bolşeviklikle suçlayarak anti-emperyalist savaşı kâfirlik ola-rak ilan eden saray yanlısı dinci-gerici çevre¬lerin propagandalarını, halka Bolşevikliğin İslam ilkelerinin aynen uygulanmasından başka bir şey demek olmadığını anlatarak et¬kisiz kılmaktı. Tarihçi Cemal Kutay, örgütün kuruluş gerekçesi olarak “Cemiyeti Ahmediye’nin (İstanbul Hükümeti’ni temsil eden Da¬mat Ferit Paşa’nın İngilizlerin teşviki ile kur¬duğu örgüt) menfi ve muzır telkinlerine mukabil halka hakikatleri anlatmak ve onları milli mücadelenin zaruretine inandırmaktır” diyordu.
Yeşil Ordu, yayınladığı nizamnamesinde anti-emperyalist bir vurguya özen göstermişti, batıdan gelen ihtirasların Asya’dan sökülüp atılmasına çalışılacaktı. Örgüt, Allah’ın yolun¬da yürüyecekti, aile hayatına saygılıydı, “mil¬letlerarası olmaktan ziyade milli olmaya” dik¬kat ediyordu.
Özetle, Yeşil Ordu’nun politikası “Bolşe¬vik” bir kılıf geçirilerek süslenmiş, Enver Pa¬şa’nın gerici düşüncelerinden oluşuyordu. Ye¬şil Ordu, Komintern’in 1922’de yapılan dördüncü kongresinde “İkinci Komintern kongresinin işaret ettiği üzere burjuva milli¬yetçiliğinin temsilcileri, -her zaman bunun bi¬lincine varmış olmasalar da- tomurcuk halin¬deki proleter grubunu bir sınıf teşkilatı kurmanın direkt ödevlerinden saptırmak amacıyla, Sovyet Rusya’nın siyasi otoritesin¬den faydalanarak ve kendilerini işçilerin sınıf güdülerine uydurarak burjuva demokratik heveslerini ‘sosyalist’ ‘komünist’ bir kisveye büründürürler.” (Mete Tuncay agy, s. 141) di¬ye tarif edilen burjuva örgütlerden biriydi ve Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde kurulmuş¬tu. Kısa zamanda önemli bir silahlı güç duru¬muna da gelen Yeşil Ordu, Hilafet Ordusu ka¬lıntılarının gerici ayaklanmalarını bastırmak için de kullanıldı. Kendisi hakkında, kurulu¬şundan çok önce çıkarılan söylentilerin ka¬zandırdığı prestiji kullanarak giderek genişle¬yen örgüt, bir süre sonra kontrol edilemez hale geldi.
Küçük burjuva devrimci özlemleri olan köylülerle, bazı kentli aydınların da ilgisini çeken Yeşil Ordu, çok geçmeden anti-emperyalist mücadelenin önemli unsurlarından biri haline geldi. Çetelerin bir kısmının Yeşil Ordu’ya katıldığı bir süreç başladı.
Merkez Komitesi içinde yer alan üyelerin arasında üç bakanın bulunması, hem bu olu¬şumu gözaltında tutmak isteyen Ankara hü¬kümeti için bir güvenceydi hem de üyeleri için, örgütün meşruiyetini garanti altına alıyordu.
Ancak bir süre sonra Ankara hükümetiyle Yeşil Ordu örgütünün yolları ayrıldı.
Çünkü Yeşil Ordu’ya katılan Çerkez Ethem ve çetesi, artık, düzenli ordu kurma ihti¬yacı hisseden iktidarın bu eğilimine kolaylık¬la boyun eğmeyi reddetmişti. “Eskişehir sokaklarında, açıktan açığa subaylığın ve mecburi askeri hizmetin kaldırılması lüzumu hakkında aklı eren ve ermeyen herkes bağı¬rıp söylüyordu. Şarktan gelen Yeşil Ordu teş¬kilatına girmiş olan birçokları da aynı propa¬gandayı yapmakta idiler…”
Hem Çerkez Ethem sorunu hem de örgüt saflarında yer alan bazılarının sosyalizmi te¬laffuz etmede aşırıya kaçmaları gibi neden¬lerle Yeşil Ordu’nun miadı dolduruldu. Kaldı ki, merkezi düzeydeki yöneticilerinden bir ikisi de Yeşil Ordu için çizilmiş politik çerçe¬veyi aşmışlardı. Daha sonra, İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanıp bir müddet hapis yat¬tıktan sonra çıktıklarında Halk İştirakiyyun Fırkası’na katılacak olan bu mebuslar, Yeşil Ordu’nun vurulmasında, zayıf nokta olarak seçilmişlerdi.
Burjuvazi, miadı dolan ve kontrolden çı¬kan örgütü dağıttı. Yeşil Ordu’nun mensupla¬rı ve kurucuları istiklâl Mahkemesi’nde yargı¬landılar. Ali Fuat Cebesoy, Ankara hükümetinin Yeşil Ordu konusundaki görüşü¬nü şu sözlerle açıkladı: “Gerek Yeşil Or¬du’nun gerekse Komünist Partisi’nin teşekkü¬lü bir tedbirden ziyade bir hata olduğu son¬radan anlaşıldı. Birincisi lağvedilmiştir. İkincisi de edilmek üzeredir” (Tevetoğlu, agy, 132)
Böylece, kimine göre ulusal hareketi des¬teklemek üzere Rusya’dan gelmiş bir ordu olan, kimine göre sosyalist bir örgüt olarak tanınan ama geniş köylü yığınlarının onu “se¬mavi bir kuvvet” olarak bilmesinden yarar umulan, bir bakıma “Rusları, Türkleri tutmak¬la bütün bir İslam âlemini tutacaklarına” ik¬na etmek için kurulan, “dâhili ihtilaflar karşı¬sında yeni zihniyete göre yetiştirilmemiş bir ordunun iş göremeyeceği” anlaşıldığı için “inkılâp maksadını daha kolaylıkla anlayabile¬cek bir teşkilat” olarak tasarlanan Yeşil Or¬du, burjuvazi için kendi doğurduğu çirkin ördek yavrusu idi. Bu yüzden, onunla arasın¬daki nesep ilişkisini hem reddetti hem de bu çirkin ördek yavrusunu yok etti. Mustafa Ke¬mal, kendi bilgisi dâhilinde kurulan örgütün dağıtılmasına gerekçe olarak, Yeşil Ordu’nun “Bizim takip ettiğimiz muntazam ordu teşkili fikrine muarız olarak milis diyebileceğimiz bir nevi teşkilat fikrine umumi bir cereyan vermeye çalış”tığını gösteriyordu.

SAHTE TKP

1920 yılında, Mustafa Kemal’in direktifiy¬le kurulan sahte TKP, Yeşil Ordu’dan bekle¬nen ama süreç içinde böyle bir örgüt biçimi¬nin karşılanmasının mümkün olmadığına kanaat getirilen işlevi karşılaması düşünüle-rek oluşturulmuştu. Parti’nin, ülkede yaygın¬laşıp popülerleşmeye başlayan komünist dü¬şüncelerin gelişmesini önlemek, komünizan eğilimleri Kemalist amaçlara doğru kanalize ederek eritmek, güçsüzleştirmek, milli burjuvazinin sol kanadının meclis içinde oluştur¬duğu “halk zümresi”nin bir çekim merkezi haline gelmesine engel olmak gibi fonksiyo¬nu vardı. Eylül 1919’da” Bolşevizm’e gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye’de ne kapita¬listler ne de milyonlarca işçi vardır. Zirai bir problem de önümüze dikilmiş değildir. İçti¬mai nokta-i nazardan dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta Türk milleti, lüzumu halinde ona karşı savaşmaya hazırdır” diye demeçler veren Mustafa Kemal, bu sözlere de içerilmiş oldu¬ğu gibi ülkede bir sınıf çatışması olduğunu sürekli reddediyordu, ama eşyanın doğası ge¬reği, ulusal savaş sırasında bile ortaya çıka¬rak, bu iddiaları ileri sürüldüğü anda yalanla¬yan muhalif hareketler, burjuvazi için ciddi bir tehlike olmaya devam ediyordu. Sovyet¬ler Birliği’nde karşı-devrimcilerin temizlenme¬siyle güçlenen devrim ve bünyesinde çok sa¬yıda komünist partisini toplayarak önemli bir inisiyatif merkezi haline gelen 3. Enter¬nasyonal gibi iki etken, Türkiye’deki devrim¬ci örgütlerin de iktidar alternatifi olarak şan¬sını artırıyor, bu durum ise genç Türk burjuvazisinin iktidarı olmaya aday olan An¬kara hükümetini huzursuzlandırıyordu. Diğer yandan Sovyetler Birliği, pragmatist Kemalistlere, dereyi geçerken kullanacakları köprü gibi görünüyordu. Bu yüzden Lenin ve Çiçerin’le görüşüp yardım talep etmek için Mos¬kova’ya bir heyet de gönderilmişti. Doğu Halkları Kurultayı’na da Ankara hükümetini temsilen bir heyet katılmıştı. Bu dönem, Kemalistlerin Anadolu’da oluşmuş küçük komü¬nist nüvelerden ve bir komünist partinin ku¬rulması fikrinden en çok korktukları, ama Sovyetler Birliği’nin desteğine en çok ihtiyaç duydukları dönemdi. Batı Anadolu’da, “Yunan taarruzu”nun sürdüğü, İstanbul’un ve Güney illerinin İngiliz-Fransız işgali altında tutulmaya devam edildiği o günlerde, hükü¬met üyeleri Sovyetler Birliği’ne dostluk duy¬gularını ileten demeçler veriyor, basın bu dostluk duygusunu işliyordu. Kimi milletve¬killerinin kırmızı başlıklar taktıkları bile gö¬rüldü. Ama bu dönem kısa sürecek, Yunan kuvvetlerine ilk önemli darbenin indirilmesi-ni takiben Mustafa Suphi ve on beş arkadaşı öldürülecekti.
Sahte TKP, burjuvazinin adı geçen ihtiyaç¬larını karşılamak üzere böyle bir dönemde kuruldu. Mustafa Kemal’in önderliğinde kuru¬lan yeni iktidarın genel eğilimi, muhalefet hareketlerini ezmeden önce düzene bağlama¬ya çalışmaktı). Yeşil Ordu, böyle bir perspekti¬fe uygun kurulmuş, dağıtılmasının gerekçesi olarak Çerkeş Ethem’in isyanı öne sürülmüş¬tü. Ama bir icazetli komünist partisi kurulma¬sına karar verdiğinde Mustafa Kemal, Ethem’e bir mektup yazarak kendisinin de yer alacağı oluşuma onun da katılmasını istemiş¬ti. Bu mektupta Ethem’e şöyle denilmişti. “Muhterem Ethem Beyefendi, … Üçüncü Enternasyonal’e bağlı olarak Ankara’da bir umumi merkez kuruldu. Bu cemiyeti merkeziyeye ben, sen ve Refet Bey de alındık. Yeni Dünya gazetesi işte bu cemiyetin fikirlerini yayacaktır… Hazırlanmakta olan program ta¬mamlandığı anda size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal icap eden merkez ve mevkilerde, şubeler açılmasına lütfen him¬met ve delalet buyurursunuz. Sıhhat ve afi¬yet muhterem yoldaş”
Çerkez Ethem, Mustafa Kemal’in isteği üzerine, bir ay önce Eskişehir’de çıkarmaya başladığı Yeni Dünya adlı gazeteyi Ankara’ya taşımaya razı olacak ve gazete, resmi TKP’nin yayın organı olarak yayınlanmaya başlayacaktır. Gazetenin logosunda “dünya¬nın fukara-i kesibesi birlesiniz” yazılıdır.
Gazetenin adı, Mustafa Suphi teşkilatının Bakû’de yayınladığı gazetenin adıyla aynıdır. Ethem’in Kuvayı Seyyaresi’ni hatırlatmak üzere logoya eklenen “Seyyare” sözcüğü bir yana bırakıldığında, iki gazetenin adı da Yeni Dünya’dır. Resmi TKP’nin, kendisinden bir ay önce Bakû’de kurulan gerçek Komünist Parti’si hakkında yanılsama yaratmak üzere bir¬çok unsuru tamamladığı görülüyordu. Ancak, bu zavallı çabalar, partinin üye olmak için başvurduğu Enternasyonal’i ve ülkede komü¬nist bir güç olarak kendilerinin muhatap alın¬masını istedikleri Sovyetler Birliği’ni doğal olarak ikna edemedi. Parti, Enternasyonal’e alınmadı.
Parti, ülke içinde de Üçüncü Enternasyonal’in programına sadık olduğunu ilan etmiş, ama program metni tahrif edilerek yayınlan¬mıştı. Parti kısa süren ömrü süresince Marksizm-Leninizm’in temel tezlerini de değiştire¬rek tanınmaz hale getirmiş, böylece revizyonizm, Marksizm-Leninizm’in Türki¬ye’de yeni yeni hayat bulmaya çalıştığı bir dönemde mevcut burjuva iktidarla göbek ba¬ğı apaçık görünecek biçimde desteklenmişti. Bu nedenle komünistler arasında, revizyonist öğretinin burjuva devletle ilişkisini gizleyen başka ideolojik faktörler devreye girmediği için, bu sahte TKP herhangi bir yalpalama ya da bulanıklık yaratmadı. Bu zavallı girişim, komünistler tarafından, özel ve zaman alan bir ikna çabası gerektirmeden kolaylıkla mahkûm edildi.
Komünistler, ulusal kurtuluş savaşı süre¬since Ankara hükümetine temkinli bir destek vermişlerdi. Gerçek TKP’nin temsilcisi Süley¬man Nuri şöyle diyordu: “Bizim komünist partimizin bu parti ile hiçbir iştirak ve münasebeti yoktur. Fakat milli kurtuluş hareketi süresince kendilerini harikulade bir tarzda hazır tutan Anadolu köylü ve işçileri de biz komünistlerle birlikte O’nu (Mustafa Kemal Paşa)’yı destekleyecektir. Fakat eğer Mustafa Kemal Paşa bu kurtuluş mücadelesini durdur¬maya ve düşmanla uzlaşmaya cüret ederse o zaman Anadolu köylü ve işçileri tek bir vücut gibi ayaklanarak Mustafa Kemal Paşa’yı devi¬recekler ve kendi kurtuluşları için bütün şark ile el ele verip savaşmak üzere onun cesedi¬nin üstünden cepheye yürüyeceklerdir.” (Tevetoğlu agy, s. 313)
Burjuvazinin, daha sonra kurulmasının gereksizliğinde mutabık kaldığı sahte TKP, kısa süren ömrü boyunca İslam dininin ve Kemalizm’in kimi düsturlarını, komünizmin temel ilkeleri olarak lanse etti. Kapitalizm, bu partiye göre, dışarıdan gelen tehlikenin adıydı; işçi ve köylü halk için Türkiye’de böy¬le bir tehlike söz konusu değildi. “Bir memle¬kette kapitalizmin zulmü dâhilden değil de hariçten gelecek olursa, o memlekette zen¬ginle fakirin aynı zulme karşı birleşmesi ka¬bildir… Anadolu’da Rusya’daki tarzda haşin ve kanlı bir proletarya diktatörlüğü tesisine lüzum kalmaksızın komünizm tahakkuk ede¬cek ve belki de imha için sarf olunan kuvvet¬ler ihyaya tahsis edileceği için Anadolu ko¬münizme daha feyyaz daha müsmir neticelere doğru gidecektir” deniyordu. Res¬mi TKP, düzen değişikliği için devrimci şiddeti öngören komünistlerin bu eğilimini, sade¬ce emperyalist işgalcilere doğru yöneltmek ve bu sınırlar içinde tutmak çabası içindeydi. Parti, burjuvazinin en temel korkusunu pay¬laşıyordu ve teorisiyle programını bu korku üzerine kurdu. Ülke içinde sınıf mücadelesi veren güçlerin, (başta işçi sınıfının) nicel ve nitel genliği, o koşullarda bir proletarya dik¬tatörlüğünün kurulmasına elvermeyecekti belki, ama bu gerçek bile iktidardaki sınıfın korku duymasını engellemiyordu. Öyle ya “komünist fikirlerin teşkil ettiği program memleketimiz için sadece zararlı değil aynı zamanda tahripkârdır. Bir asker bir vatanı ol¬ması gerekmediğini idrak ederse onu savun¬mak için ortaya çıkmaz. Milletlerden nefret edilmeyeceğini duyarsa gidip Yunanlılarla dövüşmez”(!) Oysa anti-emperyalist savaş sırasında komünistler askerlere bir vatanları¬nın olmaması gerektiğini söylememişler, ter¬sine işgalcileri kovmak için var güçleriyle savaşmışlardı. Ancak enerjilerini, çoğunlukla bu alanla sınırlı olarak kullanmış olmaları, iktidara yönelik eleştiride zayıf kalmış olma¬ları bakımından tarihsel olarak eleştirilebilir¬lerdi ama burjuvazinin, komünistlerden duy¬duğu körkuyu o zaman için haklı çıkaracak komünistlerin herhangi bir davranışları olmamıştı. Çünkü dönemin sosyalistleri gere-ğinden fazla vatanperver gereğinden az enternasyonalist davranmışlardı.
Sahte TKP nizamnamesine göre ihtilal “evrim yollarının en sonuncusudur ve olağa¬nüstü bir yoldur: Ancak inkılâpçı hareketlere karşı inatla kapılarını kapayan uluslarda bas¬kıya karşı uğrayan fikrin patlayışıdır.” Türki¬ye, inkılâpçı hareketlere kapılarını inatla ka¬patmadığı için öyleyse ihtilale de gerek yoktur. İnkılâbın baskı altına alınmamasının garantisi de sahte TKP’dir(!) Ama TKP’nin ih¬tilalle ilgili görüşleri sadece Türkiye için geçerli değildir, Parti, “Cihan inkılâbını ihtilal sonucu olarak değil tekâmül ürünü olarak ka¬bul etmiştir.”
Ayrıca resmi TKP’ye göre, bu ülkede ara¬larında sınıf savaşının cereyan edeceği sınıf¬lar da yoktur. “Bizde hükümete dayanan ve parmakla sayılacak kadar az olan parazit zen¬ginler istisna edilirse, köylü ve işçinin yaşam ve mutluluğunu yok etmek suretiyle geçimi¬ni sağlayan kimseye rastlanmaz.” Partinin gerçek niyeti ve kuruluş amacı daha çok bu sözlerde gizlidir. Olası bir sınıf mücadelesini şimdiden bastırmak, ezilen sınıfları kendileri¬ni temsil eden tek iktidarın Ankara hükümeti olduğuna inandırarak, onların çıkarlarını burjuvazinin çıkarlarına bağlayarak yok et¬mektir. Resmi TKP’nin bu bakımdan dünya¬daki bütün revizyonist partilerle aynılığı var¬dır.
Ama bu parti, burjuva devlet iktidarından açık icazet alarak kurulmamış olan, ama uy¬guladıkları politikalar ve ideolojik formas¬yonları nedeniyle devletin uzantısı gibi çalı¬şan ve ezilen sınıfların hedefini şaşırtarak onları devlete ve düzene bağlayan diğer re¬vizyonist partilerin dışında, devletle ilişkisi çok açık olan ve kimliği net olarak ortaya konabilen bir parti olduğu için, hakkında daha fazla söz söylemeyi gerektirmeyen bir olu¬şumdur. Ama diğer revizyonist partilerin ger¬çek niteliklerini gizleyen süslü söylemlere iti¬bar etmeksizin, dolambaçlı yollar izlemeksizin işçi, köylü ve aydın kitlelerin devrimci ve sosyalist eğilimlerini, egemen sı¬nıfın iktidarına bağlama işlevini yerine geti¬rirken kullandığı yöntemler ve olanca kabalı¬ğı içinde yaşama geçirdiği terminoloji, işçi sınıfı örgütlerine ve sosyalizme sızan devlet etkilerinin daha inceltilmiş biçimlerinin ta¬nınmasını kolaylaştırması bakımından ince¬lenmeye değerdir.
Bu bakımdan tarihsel bir önem taşıyan resmi TKP, üstlendiği işlevi yerine getirecek bir örgütlenme olmadığı için, kısa zamanda dağıldı gitti.

Haziran 1994

Şefik Hüsnü ve TKP’si

Birinci Savaş’tan sonra çalışmak ya da öğrenim görmek üzere Almanya’ya gi¬den Türkler, bu ülkede kaldıkları yıllar boyunca politik bir formasyon edindiler ve 1919’daki Spartakist Ayaklanması’yla hare¬kete geçen komünistleri, işçileri, küçük bur¬juva devrimcilerini ve aydınları çok yakın¬dan gözleme olanağı elde ettiler. Almanya’daki Türkiyeli işçiler ve aydınlar; Spartakistler’in eyleminden, büyük çoğunlu¬ğunun Türkiye’ye dönme kararı verdikleri mayıs ayı başlarına kadar, emperyalist işgal altındaki ülkelerinin içinde bulunduğu du¬rumdan nasıl kurtarılacağı konusunda feyz aldılar. Almanya’da kurdukları milliyetçi örgütlerde sürdürdükleri tartışmalarda geliştir¬dikleri “sosyalist” görüşler Spartakistler’in politikalarıyla bire bir örtüşmüyordu ama Almanya’daki sınıf mücadelesine ağırlıkları¬nı koyan komünistler, bu gençlerin hayranlı¬ğını çekiyordu. Almanya’dayken ve Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde kalaba¬lık bir ekip olarak Türkiye’ye döndükleri za¬man Spartakistler olarak anılmalarından bundan dolayı hoşnutluk duymuşlardı.
Bir gemiyle Türkiye’ye dönenler çok kısa bir süre önce Almanya’da İşçi ve Çiftçi Parti¬si adıyla bir örgüt kurmuş ve örgütün yayın organı olarak da “Kurtuluş” dergisini çıkar¬maya başlamışlardı. Bu örgüt ve yayın orga-nı vasıtasıyla Türkiyeli işçileri örgütlemeye çalışmışlar ve sendikal faaliyetlerde bulun¬muşlardı.
Bundan sonra da örgütlenme faaliyetini işgal koşullan altındaki İstanbul’da sürdüre¬ceklerdi: Bir kısmı Anadolu’ya geçmeye ka¬rar verdi ve milli kurtuluş savaşı yürüten, milli burjuvazinin örgütü Kuvay-ı Milliye saflarına katıldı.

ÇARPITILMIŞ “PROLETARYA” KAVRAMI
Kurtuluş dergisi ve daha önce Fransa’da yaşayan Şefik Hüsnü’nün başında bulundu¬ğu İşçi ve Çiftçi Partisi çevresinde bulunanlar, işçi sınıfının tarihsel rolü gibi bir kavra¬mı daha önce sık sık duymuş olmalarına karşın, entelektüalizmin etkisi altındaydılar ve işçi sınıfına yönelik cılız propaganda ça¬lışmaları da bu perspektifin etkisinden kurtulamıyordu. O dönem hazırlayıp dağıttıkla¬rı bildirilerde de işçi sınıfının somut ve acil sorunlarına açık ve kesin bir dille değinilmektense, ikincil sorunlar öne çıkarılıyor ve entelektüel bir dil kullanılmaya özen göste¬riliyordu.
Diğer yandan da partinin kadroları, kö¬ken itibariyle burjuva-aristokrat sınıftan gel¬mekteydiler. Bunların bir kısmı zaten daha sonra, TKP’nin sınıf uzlaşmacı politikaları¬nın yönlendirmesiyle, Kemalistlerle araların¬daki, o, daha önceki belli belirsiz olan sınırı kaldırıp atarak onlarla özdeşleşecek, devlet kademelerinde önemli görevlere gelecekler¬di. Bunlar, Kemalist kadro hareketine TKP’den yetişen unsurlar olarak katkıda bulunacaklardı.
Etkinliklerini göstermeye başladıkları Milli Kurtuluş Savaşı döneminden başlamak üzere yaklaşık ‘70 yıl boyunca politika sah¬nesinde kalan TKP, özellikle kurucusu Mus¬tafa Suphi’nin öldürülmesinden sonraki tari¬hi boyunca sınıf işbirlikçi bir politika yürüttü ve ’50’lerden sonra da Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen revizyonist güruha endeksli olarak yürüttüğü politikalarının so¬nucunda giderek derinleşen bir krize girdi. Sonra da, bilindiği üzere, tasfiye oldu. TKP’nin bir örgüt olarak tasfiye olması, elbette ki, yarım yüzyıldan fazla bir süre propagandası yapılan revizyonist görüşlerin de etkisinin sona ermesi anlamına gelmiyordu ve bu görüşler çeşitli platformlarda dile geti¬rilme olanağı bularak, çeşitli kesimler tara¬fından şu veya bu ölçüde her zaman telaffuz edilir oldu ve edilmeye devam ediliyor. Mo¬dern revizyonist teorilerin içsel evriminin, son olarak ABD patentli Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen değerleriyle birleşip, sınıf iş¬birlikçi tezlerin, başka hiçbir şeyle gizlemeye gerek görmeksizin apaçık savunulmaya baş¬landığı bir düzeye erişmesi kaçınılmazdı ve Türkiye’de bunun zemini Şefik Hüsnü TKP’sinin ta başlangıcında oluşturuldu.
İşçi ve Çiftçi Partisi’yle TKP’nin, Milli Kur¬tuluş Savaşı döneminde inşa edilen tezlerin¬de, o dönem kurulan çeşitli sol veya sosya¬list etiketli partilerde de olduğu gibi, işçi sınıfı ve köylülüğün sınıfsal çıkarları, anti-emperyalist savaşa önderlik eden milli bur¬juvazinin çıkarlarında eritiliyor; politika, burjuvazinin perspektifine uygun yürütülü¬yordu. İşçi ve emekçilerin Kurtuluş Savaşı’na örgütlü ve bağımsız bir siyasal güç olarak katılamamaları nedeniyle, Kurtuluş Savaşı, ağırlıklı olarak burjuva bir karakter taşımış olan bu hâkim ideolojik ortam, muhalif bir kimlikle ortaya çıkan sol kesimi ve örgütleri¬ni de etkilemişti. Ankara’da kurulan hükü¬mete önderlik eden aynı zamanda yürütülen savaşın kurmayları da olan burjuva politika¬cılarının ve ideologlarının söylemleri sol, “sosyalist” partilerin de rağbet ettiği söylem¬ler olmuştu.
Kemalistler, bütün diğer sosyal sınıf ve katmanların, henüz bağımsız bir varlık gösterememelerinden dolayı, kendi çevrelerin¬de ve “ulusal mutabakat” çerçevesinde top¬lanmalarına özel bir önem veriyorlardı. Türkiye’de, Avrupa’daki gibi çıkarları birbiri¬ne karşıt sınıfların bulunmadığı iddiası en çok işledikleri konuydu. Ve bu tez, karşılığı¬nı, muhalif sol örgütlerin programlarında hemen hemen aynı üslupla bulmuştu.
Şefik Hüsnü ise, kimi zaman Türkiye’de sınıfların olmadığından dem vururken kimi zaman da, yaptığı sınıf tahlilleriyle sınıflar arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve bu da hemen hemen ilkiyle aynı sonuçları verdi.
1921’de şöyle diyordu. “Proletaryanın bir¬çok adı vardır. Biz burada Türkiye’de bir ad altında toplanabilecek olanları saymak¬la yetineceğiz. En başta hiç şüphesiz, fabri¬kalara, taşıt araçları şirketlerine, maden şirketlerine, kolunun işgücünü kiralayan işçi ve hizmetliler akla gelir. Bunlar ara¬sında hükümet dairelerinde, banka ve ti¬carethane gibi yerlerde yazıcılık vb. gibi iş¬ler yapan küçük ücretli memurları da saymak gerekir. Zira bunların gördüğü iş¬te beynin katkısı, usta bir işçininkinden fazla değildir ve asıl işleyen gerçekte kol kuvvetidir. Zekâ işçileri bu sınıfın ikinci zümresini teşkil eder. Serbest meslek sa¬hipleri burada önemli bir yer tutar… Ünlü olanları bir yana bırakılırsa şairler, edebi¬yatçılar, gazeteciler bütün güzel sanatlarla uğraşanlar hep aynı didinme içinde yaşar¬lar… Bir işçi ile sermayesi olmayan bir ga¬zeteci, bir hekim, bir avukat arasında fark bulmak zor olur… Tekmil eğitimciler ve öğretmenler de -gerek okullarda, gerek ev¬lerde çalışanlar- çeşitli nitelikleriyle prole¬tarya sınıfındandırlar.” (“Şefik Hüsnü; Ya¬şamı, Yazıları, Yoldaşları”, Sosyalist yayınlar, Hazırlayan: Hasan Basri Gürses, s.102)
Proletaryanın kapsamına hizmetlilerden sanatçılara kadar birçok toplumsal kesimi yerleştiren bu anlayışın, modern revizyonist¬lerin, son yıllarda bilimsel teknik bir devri¬min gerçekleşerek, artık, sınıflar arasındaki sınırların ve farklılıkların, dolayısıyla çıkar çelişkilerinin ortadan kalktığını, işçi sınıfının çözülerek beyaz yakalı tabir edilen hizmet sektörüne dâhil olduğunu iddia eden teziyle tersinden uygunluk içindedir. Hemen her iki tez de Marksist sınıf tanımının tahrif edile¬rek bulandırılması, işçi sınıfının tarihsel ro¬lünün inkâr edilmesi sonucunu verir. Bura¬da proletarya kavramı, yalnızca “çalışan insan” anlamında kullanılmıştır ve görüldü¬ğü gibi, küçük burjuvaziyi de kapsayacak şe¬kilde genişletilmiştir. Kuşkusuz bu yaklaşı¬mın, Türkiye’nin o günkü koşullarında sanayi proletaryasının nicelik ve nitelikçe gelişme düzeyinin büyük etkisi vardır; fakat bu durumun proletarya kavramının bozul¬masına yol açacak şekilde teorize edilmesi, partinin sınıf mücadelesi hakkındaki görüşle¬rinin, taktiklerinin ve stratejisinin sınıf uz¬laşmacı bir temele oturmasında belirleyici bir etki yapmıştır. “Proletarya” kavramına, aydınların, memurların, küçük esnafın dâhil edilmesi, yalnızca bir teorik yanlış olarak kalmamakta, bu ara sınıf ve tabakaların dün¬ya görüşlerinin, özlemlerinin ve burjuvazi karşısındaki uzlaşmacı tutumlarının proletar¬ya içine taşınmasına yol açmaktadır.
Şefik Hüsnü başka yerde devam eder: “Toplu proletarya ile toplu sermayenin aralarındaki engeli (kapitalist) kaldırarak birbirine kavuşmak istemesinden daha do¬ğal bir şey düşünülemez. Sınıflara bölün¬medeki haksızlığın ve insafsızlığın acısını ve kahrını çekmiş olanlar, çıkarları ve var¬lığı türlü sınıflara bölmeyi gerektiren bi¬reysel mülkiyetten yana olamazlar. Tek is¬tekleri sınıfsız bir topluma erişmektir.” (agy, s.113)
Gerçekte küçük burjuvaziye dâhil olan hizmetliler, memurlar, sanatçılar vs. eğer proletaryaya dâhil oluyorsa Şefik Hüsnü, kü¬çük mülk sahibi sınıflara mülkiyetin ortadan kaldırılması ve sınıfsız toplumun kurulmasında önemli bir rol tanıyor demektir. Ama sınıfsız toplum kavramı da muğlâktır ve aynı yerde, birkaç satır sonra, sınıfsız toplumun karşılığı “tek sınıflı toplum” oluverir.
Ama Şefik Hüsnü yine de kendi “proletarya”sına çok güvenmez. 1924’e kadar, tezle¬rinde sınıflar-üstü bir konuma yerleştirdiği ulusal burjuvazinin Kemalist kanadını, TKP’nin öngördüğü toplumsal dönüşümü gerçekleştireceğine dair umut bağlayarak destekler. Bu süreçte ve hatta 1924’ten son¬ra da, “proletarya”ya, Kemalistleri işçi ve köylüler lehine yapılacak birtakım iyileştir¬meleri zorlama görevini verir.
Şefik Hüsnü için kapitalizm, Türkiye’de henüz olmayan bir şeydir ve sınıf mücadele¬si dendiğinde, o, ulusal güçlerin Avrupalı emperyalistlere karşı verdiği mücadeleyi an¬lar. Yine ona göre “sırf kapitalist görüşünü güden yerli zengin hiç şüphesiz samimi değildir, kendi de varlığına güvenmiyor, ilerde cahil halkımızı batı kapitalisti adı¬na soymak, sömürmek suretiyle kendisi de palazlanmayı tasarlıyor.” (agy, s. 129) Kav¬ramların içeriği keyfi olarak doldurulduğun¬da yerli zenginin, yani ulusal burjuvazinin palazlanma, emperyalizme eklemlenme eğili¬mi Şefik Hüsnü için anlaşılmaz olur. Çünkü o. bu eğilimi iradi bir tercih olarak görmek¬tedir ve ulusal burjuva, bütün sınıfsal çıkar¬larım bir yana bırakarak, kendisine çekidü¬zen verip “kapitalist görüşü gütme”mek, “cahil halkımızı batı kapitalisti adına soyma¬mak” gibi bir tercihten yana olabilir ve bu¬nu bütün sınıfsal eğilimlerini inkâr ederek yapabilme istencine sahiptir!
İktidara gelen ulusal burjuvaziyle ilgili beklentilerin dile getirildiği alıntıları kere¬lerce çoğaltmak mümkün, sonuçta görülecek olan odur ki, Şefik Hüsnü ve partisi, aymazlıkla ulusal burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistleri sınıflar-üstü bir yerde görmüşler ve kendi rollerini de burjuvaziye seçenek sunmakla sınırlı tutmuşlardır. 1923’e gelin¬diğinde hükümetin sınıfsal yapısı hâlâ tahlil edilememekte, bu yüzden, “meclisin çoğun¬luğu, işçi ve köylü geniş halk kitlelerine dayanılarak mı, yoksa bazı imtiyazlı züm¬re çıkarları adına mı faaliyette bulunmak niyetinde olduğunu gösterecektir” denile¬bilmekte ya da “sınıf mücadelesi yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumun¬da olan yerli eşraf ve servet sahibi arasın¬da olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır… Bundan sonra iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin yani ulusun tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır” ifadeleri kullanılabilmektedir.
Bu tezlerin ardında yatan perspektif, bur¬juvazinin, 1908’de yarım bıraktığı demokra¬tik devrimi bundan böyle tamamlayacağına duyulan inançla beslenir. Ona göre, Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan “sınıflar-üstü hükü¬met”, burjuva devrimi sonuna kadar götüre¬cek, siyasal demokrasiyi sağlayarak yoksul köylülerin toprak talebini karşılayacaktır! Oysa Kemalistler işçi sınıfının siyasi temsilci¬leri olan komünistleri hükümeti kurmadan bir süre önce katletmişler, birçoğunu da İs¬tiklâl Mahkemeleri’nde yargılamaya başla¬mışlardı. İşçiler ye köylüler, ezilenleri örgütleyip etkin bir sınıf mücadelesi yürütecek bir örgütsel olanaktan yoksun oldukları için Kemalistlerle karşı karşıya gelmeden ve ulusal burjuvazinin örgütlerinde, şekilsiz bir yığın olarak ulusal çıkarlar için dövüşüyorlardı. Ancak bu durumda yapılacak şey, ezilen halk sınıflarının bu pozisyonda kalmasına göz yummak, onları buna rıza gösterir halde tutmak, bunu öğütlemek değildi. Ama Şefik Hüsnü, toplumsal devrime önderlik etme ro¬lünü burjuvaziye bırakmakta ısrar etti ve bu tavrı son tahlilde, şimdi artık, burjuvazi ta¬rihsel olarak gericileştiği için demokratik devrimi sonuna kadar götürmeye muktedir tek sınıf işçi sınıfı olduğu halde, bu sınıfı ve müttefiki köylülüğü Kemalistlerin yedeği ol¬maya zorladı. Aynı şeyi yoksul köylüler için de yaptı. Onların toprak talebinin karşılan¬masını Kemalist iktidardan beklediğini açık¬layarak, geniş köylü kitlelerini burjuva feodal diktatörlüğün yedeğine sürükledi. İşçi sı¬nıfının ve köylülüğün devrimci inisiyatifinin gelişmesinin önüne TKP barikatını çıkarmış oldu.

KEMALİ STLERDEN BEKLENEN DEMOKRATİK DEVRİM

Şefik Hüsnü’nün sözlerinde dikkat çeken bir başka özellik, ulus ve işçi sözcüklerini eşitlemesidir: “emeğin yani ulusun …” söz¬leri, ulus kavramının sınıfları içermediği an¬layışını göstermektedir. Zaten Kemalistler de bütün egemen sınıflar gibi, kendi çıkarla¬rını genel olarak bütün ulusun çıkarları ola¬rak lanse ediyorlardı. TKP’nin ve Ankara hü¬kümetinin politikası iki ayrı yerden kalkarak aynı yerde buluştu. Şefik Hüsnü, dışarıdan zorlamak kaydıyla, siyasal ve toplumsal dö¬nüşümleri Kemalist hükümete bırakırken bu¬nun pratik sonucu TKP’nin, faaliyetini eko¬nomik alanla sınırlaması oldu. Komünist partinin işlevi, işçi sınıfının günlük çıkarları içinde boğularak, üstelik günlük ve kısa va¬deli çıkarları genel devrimci bir politikanın parçası kılmak gibi bir derde de düşmeksi¬zin birkaç sendika içinde faaliyet yürütmeye indirgendi. Şefik Hüsnü bunlarla uğraşırken, burjuva hükümet “iş ve işçi hükümeti”ne dö¬nüşme sürecine girecekti! Politika, işçi ve emekçi sınıfların uğraş alanlarından çıkarıl¬mış, burjuvaziye devredilmişti. Çünkü burju¬vazi, TKP’nin denetimi altında toplumsal dö-nüşümleri gerçekleştirecek, demokratik devrimi sonuna kadar ilerletecek hatta belki bir gün sosyalizme bile geçebilecekti. Şefik Hüsnü’nün bakış açısının pratik sonuçlan bundan ibaretti.
TKP’ye göre, demokratik devrimi, siyasal ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmeye muktedir olduğu için devlet aygıtı desteklen¬meliydi. Şefik Hüsnü, 1922’de, bir keresinde şöyle demişti: “Başlanılan işi sonuna ka-dar götürmek için yeni fedakârlıklara razı olmak gerekecek. İşçi ve köylülerimiz bu ihtimali şimdiden göz önünde tutmakta ve milletin bir bütün olarak olayların gelişmesini izlemesi gereğini takdir etmekte… Emekçi sınıfı her zamandan daha uyanık bulunmak zorunda olduğunu iyice bilmektedir… Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir haktır.” (Şefik Hüsnü, Seçme Yazılar, s. 19)
Şefik Hüsnü’nün her zaman izleyici locasında görmek istediği işçi ve emekçi sınıflar, kendilerinin iktidara gelme gibi bir perspektifleri olmaksızın Kemalist burjuvaziyi desteklemeli, burjuva feodal devlet aygıtının eksikliklerini tamamlayarak yardımcı olmalıydı.
Ama burada, iktidar perspektifine sahip olmadığını söyleyerek Şefik Hüsnü’ye haksız¬lık etmemek de gerekiyor! Çünkü o, işçilere, 1923’te feshedilen ve yeniden kurulacak olan meclise seçilecek olan mebuslar arasın¬da tercih yapmalarını da salık verdi. Çünkü ne kadar çok işçi ve emekçi kökenli milletve¬kili olursa hükümetin o kadar “iş ve işçi hü¬kümeti” olacağına inanıyordu. Burjuva-feodal devlet aygıtının öğelerinden biri olan hükümetin sınıfsal özelliğinin tek tek millet¬vekillerine bağlı olarak değişebileceği ve Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Kemalist burjuvazinin bu milletvekilleri tarafından temsil edilen kitlelerle birlikte el ele, gerekli değişiklikleri yapacağına inanmak gibi bir gaflete kapıldı; demokratik devrimin bu meclis eliyle tamamlanacağına kanaat getir¬di. Kemalist burjuvazinin bir ayağı feodal ayrıcalıklara ve toprak ağalarına bağlıydı ama, Şefik Hüsnü, bunu anlayamadığı için, Kema¬listlerin merkezi feodal otoritenin devrilmesinde gösterdikleri “kararlılığı” feodal iktisa¬di ilişkilerin tasfiye edilmesinde de göstere¬ceklerini düşünüyordu. Şefik Hüsnü bu dü-şüncelerini 1923’te şöyle ifade etmişti:
“Zaten bu ülkede bundan sonra üç tür¬lü siyasal akım düşünülebilir. 1) Bugünkü devrimi yapan ve yaşatmaya uğraşanların temsil ettiği siyasal akım. 2) Derebeylik kalıntısı olan geleneklere ve Osmanoğlu hanedanına bağlı olanları çevresinde to¬parlayan karşıdevrimci akım. 3) Fakir işçi ve köylü kitleleri ve orta halli sınıflar lehi¬ne devrimimizi derinleştirmek, geliştirmek ve onu kolektif mülkiyete dayalı bir top¬lumsal devrimle sonuçlandırmak amacını güden sosyalist akım. Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset uzun süre el ele hareket edebilecek.” (“Şefik Hüsnü; Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları”, s. 139)
Ama burjuva feodal devlet aygıtını elin¬de bulunduran Kemalist burjuvazi Şefik Hüs¬nü’nün bütün temennilerine rağmen “üçün¬cü siyaset”le el ele hareket etmedi. Sınıfsal çıkarları gereği edemezdi de zaten; burjuva feodal diktatörlüğünü inşa ederek, “derebey¬lik kalıntısı olan geleneklere” yaslanmayı iktidarının garantisi olarak gördü. Ezilenlere karşı, toprak ağalarıyla olan ittifakını güç¬lendirdi. Şefik Hüsnü ise, 1926’da yazdığı yazılarında Kemalistlerin feodalizmi sonuna kadar tasfiye ettiklerini yazıyordu. Merkezi feodal iktidarın devrilmesini feodalizmin tasfiyesi olarak görüyordu ama o yıllarda hâlâ başat halde bulunan feodal toprak ilişkilerini nedense fark etmiyordu. Kemalist burjuvazinin, iktidarı, toprak ağalarıyla pay¬laşarak, feodal toprak mülkiyetini köylülü¬ğün üzerinde bir demokles kılıcı gibi tutma¬ya devam ettiğini de anlamamıştı.
Bu arada, Şefik Hüsnü’nün pekâlâ fark ederek dile getirme gereği duyduğu gibi, bir¬çok yerde ortaya çıkan grevler bastırıldı. Ya¬bancı kumpanyaların işletmelerinde gerçek¬leşen grevler, hükümetin emperyalistlere ta¬nıdığı olanaklar nedeniyle çok kolay ezilebildi. Bu, ulusal ekonominin kurulması için Kemalistlerle iş ve elbirliği yapılması önerilen işçi sınıfının elini uzatacağı sınıfın, ulusal duygulardan çok, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini gösterdi. Yi¬ne de, burjuva feodal diktatörlüğün sınıfsal yapısını ortaya koyan bu duranı, hükümet-ten işçi lehine kararlar almasını “rica eden” eğer öyle davranılmazsa işçilerin hükümete duyduğu güvenin sarsılacağını söyleyerek burjuvazi adına endişe duyan, burjuvaziden de bu endişeyi duymasını isteyen “sosyalist¬lerde, kendini gözden geçirme ihtiyacı ya¬ratmadı.
Ancak, bünyesinde yer aldığı Komintern’in Beşinci Kongre’sinde, TKP, Kemalist politikaları desteklediği gerekçesiyle eleştiril¬di: “İkinci kongrede genç komünist kesim¬lerin, iktidar yolunda yürüyen burjuvazi¬nin önderliği altındaki ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alacakları tutumu belirledik. Fakat o zamandan beri doğu ül¬kelerinde yeni bir durumla karşılaştık. İk¬tidarı ele geçirmiş burjuvalara karşı ne yapacağız? … Durumun apaçıklığına karşın Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hatalar iş¬lemişlerdir. Örneğin TKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta komünist partisini yaban¬cı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı ma¬kaleler çıktı. Türk yoldaşlarımızdan bazıla¬rı da önceleri üretici güçlerin gelişmesinin çıkarlarını, kapitalizmin gelişmesinin çı¬karlarıyla karıştırmak yönsemesinde göründüler”. (Aktaran Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi, 1978, s. 350) Komintern’de, Şefik Hüsnü TKP’sinin izlediği politika, Rusya’da demokratik devrimin öncülüğünü burjuvaziye bırakarak sos¬yalizme barışçıl bir evrim sonucunda ulaşıl¬ması gerektiğini savunan Struvecilikle bir tu¬tulmuştu.
Bu eleştirilerin de etkisiyle TKP’nin poli¬tikalarında 1924’ten sonra bazı değişiklikler gündeme geldi. Daha önce sınıflar-üstü ol¬dukları kabul ve ilan edilen Kemalistlerin küçük burjuva sınıfsal bir konuma ait oldukları saptandı. Şefik Hüsnü, artık, burjuvazi¬nin demokratik devrimi tamamlayacağına “pek” inanmıyordu; daha doğrusu çok “zayıf bir ihtimal” veriyordu.
Siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfın küçük burjuva olarak tahlil edilmesi, TKP’nin politikalarının radikal bir değişime tabi tutulmuş olduğu anlamına gelmiyordu. Kemalist iktidara artık güvenilmediği vurgu¬lansa da iktidarın küçük burjuvazinin elinde olduğunun söylenmesi örtük olarak, TKP’nin, bir beklenti halinde olduğunu gös¬teriyordu. Gerçekten de Şefik Hüsnü, bu beklentiyi dile getiren sayısız yazı yazdı ve TKP’nin yayın organlarında burjuvazi teşvik edilmeye devam edildi.
Şefik Hüsnü’nün burjuva feodal diktatör¬lüğe duyduğu güvensizliğin nedeni, Kema¬listlerin toplumsal dönüşümleri yapamaya¬caklarına kanaat getirmesinden kaynaklanmıyordu. Tersine, şimdi onların yalpalama halinde olduklarını düşündüğü için, demokratik devrimi sonuna kadar gö¬türmeye muktedir olmadıklarına dair bir açık kapı bırakmakla yetiniyordu; eski teori¬ye sadece birazcık kuşku eklenmişti. Devlet, desteklenmeye devam edilecekti. “İşçi mese¬lesinin hallini ve toplumsal devrimin ger¬çekleşmesini yeni hükümet adamlarının iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vazgeçmekle birdir. Bu bir iyi niyet mesele¬si değildir. Çünkü bugün iktidarda bulu¬nanlar işçininkinden ayrı ve onlarınkine zıt belirli çıkarlara sahip bir sınıfın temsil¬cileridir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. … s. 48) der¬ken, Şefik Hüsnü, doğru bir saptamada bulu¬nuyordu ve özeleştiri veriyordu: “Bizim gibi, halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sö¬mürü ve tahakkümünden uzak kalması¬nın, ancak ulusun çoğunluğunu temsil eden işçi ve köylü sınıflardan güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuru¬luşlarla mümkün olabileceğini ileri sür¬dük… Devrimimizi derinleştirmesini hükü-metimizden temenni ediyorduk… Bazı kökten tedbirlere başvurma zorunluluğu¬nun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.” (agy, s.149)
Bu sözlerden öyle anlaşılabilirdi ki, TKP ve Şefik Hüsnü, süreç içinde, baştan boş bir hayale kapılmış olduklarının farkına varıp, önceki saptama ve tahlillerin yanlış olduğu¬nu görmüşler ve politikalarını değiştirmeye karar vermişlerdi. Ama bunun böyle olmadı¬ğı daha aynı yazıda ortaya çıkıyordu. Çünkü Şefik Hüsnü, devlet aygıtıyla hükümeti bir ve aynı şey olarak görmüştü. Siyasal iktidar¬dan anladığı hükümetti. Hükümet ise, küçük burjuva kökenli milletvekillerinden oluştuğu için yalpalama halindeydi. Yani sonuç olarak TKP’nin güvenmediği “makine” burjuva feo¬dal devlet aygıtı değil de hükümetti. Tered¬düt halinde olan “cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak da” işçi sınıfına “ihmal edilmeyecek bir görev” olarak düşüyordu. Böylece TKP, “henüz sona ermeyen burjuva devrimini” geliştirme ilke¬sine. 1924’ten sonraki dönemde de sadık kal¬dı. Bu, TKP’nin “arındığı” yeni dönemde de, demokratik devrimin önderliği sorununda işçi sınıfını tanımamak, demokratik devrim¬den kesintisiz olarak sosyalizme geçiş prog¬ramını inkâr etmek sonuçlarını veriyordu.
Siyasal iktidarını sağlamlaştırması için işçi sınıfı burjuvaziye yardım edecek, onun yede¬ğinde kalarak, “çıkarlarını serbestçe savun¬mayı mümkün kılacak yasalar yapması” kar¬şılığında, cumhuriyeti savunacaktı.
Şefik Hüsnü, sınıf işbirlikçisi tezlerini burjuvazinin çeşitli klikleri arasında tercih yapmaya kadar götürdü. Yerli burjuvazinin kompradorlaşmaya başlayan kanadıyla, alt kesimleri arasında bir çelişkinin doğmaya başladığını fark ediyor, cumhuriyetin korun¬ması ve kollanmasında, devrimin kazanımlarının derinleştirilmesinde işçi sınıfının, Şefik Hüsnü’nün Anadolu burjuvazisi olarak ta¬nımladığı ulusal burjuvazinin alt kesimleri¬nin önderliğini tanımasını istiyordu. Şefik Hüsnü bu görüşlerini “Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı de¬neyle sabit olmuştur” (agy, s. 156) şimdiki saptamasında bulunarak ifade ederken yan¬lış bir öncülden yola çıkmamıştı ama bir şe¬yi karıştırıyordu. Türkiye’de olup bitenler emperyalizm çağma tekabül ediyordu ve burjuvazi, tekel öncesi döneminde, feodal iktidarları ve iktisadi ilişkileri ortadan kaldı¬rırken sahip olduğu devrimci özelliğini em¬peryalizm döneminde çoktan yitirmişti. Ar¬ak demokratik devrim, işçi sınıfının önderliği sorununa bağlıydı. Emperyalist ka¬pitalizm, süreç içinde, sermayenin genişletil¬me yeniden üretimine gereken koşulları ha¬mlamak için feodal iktisadi ilişkileri giderek önemli ölçüde dumura uğratacaktı ama, Şe¬fik Hüsnü’nün iddia ettiği gibi bu, demokra¬tik devrim değildi. Artık, ondan çok başka bir şeydi.
Ama Şefik Hüsnü için bunun önemi yok¬tu. Asgari isteklerinin gerçekleşmesi karşılı¬ğında, o, işçi sınıfının acil sorunu olarak
“Anadolu’nun genç burjuvazisiyle birlikte devrimin sonuçlarını savunma”yı saptamıştı.
Bu nedenle, tramvay kumpanyasında çı¬kan grev sırasında hükümetin onayıyla işçi¬ler süngüden geçirildiğinde Şefik Hüsnü, bu¬nun burjuva feodal diktatörlüğün, sınıfsal yönelimlerine uygun bir davranış olduğunu düşünmekten imtina etmeye devam etti. “Cebir ve şiddet vesaitine müracaat edil¬meseydi, mesele kemal-i sükûnetle halledi¬lecekti… Şirketin arkasında hükümet bu¬lunduğu hissi alakadarlarda hâsıl olmayacaktı. Bunun için şirket bütün kuv¬vetlerini seferber hale vazetti. Ehemmiyet¬siz mahalli bir patron ve işçi kavgası masum kanı akıtmakla halledilen bir asayiş meselesi halini aldı” diye yazdı, (agy, s.164) Şefik Hüsnü yangın söndürücü bir rol oynamaya devam ediyordu. Ona göre sorun “amele ve patron münasebetlerini ve iş şartlarını tespit eden bir kanun bulunma¬masından” kaynaklanmıştı; yoksa çıkarları uzlaşmaz olan iki sınıfın, burjuvazinin ve iş¬çi sınıfının, kaçınılmaz olarak karşı karşıya geleceklerini, bunun toplumsal bir gerçek ol¬duğunu düşünmüyordu. Bütün derdi, bu tür¬den olayların büyümesini önlemekti. Ama iş¬çiler ve devlet, nedense, sınıf mücadelesini “ehemmiyetsiz patron işçi kavgası olarak” gören Şefik Hüsnü’yü dinlemiyordu. Hükü¬met, emperyalist kumpanya yöneticilerinin işçilere saldırmaları için start vermişti.
Emperyalist işgale karşı ve emperyalistle¬rin maşası olan Yunan gericiliğinin Anadolu topraklarında yürüttüğü harekâta karşı Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini üstlenen mil¬li burjuvazinin, emperyalistlerle işbirliği ya¬pan gerici İstanbul hükümetini devirerek kendi siyasal iktidarını kurmasından sonra, emperyalistlerle tüm bağlarını kopararak, onlarla hiçbir bağımlılık içinde olmaksızın ulusal bir sanayi kuracağına dair inanç, Şefik Hüsnü ve TKP saflarında oldukça güçlüy¬dü. Türkiye için de, tekel öncesinde Avrupa’daki gibi kapitalist bir gelişme öngörmüş¬lerdi. Oysa Kemalistler daha mütareke döneminde, bir yandan Sovyetler Birliği’ne yakınlaşırken diğer yandan da diğer emper¬yalistlerle anlaşmanın yollarını aramaya baş¬lamışlar; emperyalist tekellerle ilişki içinde, eski azınlık (Rum, Ermeni, Yahudi) kompra¬dorların yerini dolduracak bir burjuvazi ge-lişmeye başlamıştı.
Kemalistler, iktidara geldikten sonra da emperyalistlerle ekonomik ilişkilerini geliş¬tirdiler ve onlara daha önce tanınmış ayrıca¬lıklar, kısmen yeniden düzenlenerek işleme¬ye devam etti. 1923, İktisat Kongresi’nde de yabancı sermayeye ülkenin bütün kapıları¬nın açık tutulduğu duyuruldu ve emperya¬listler yatırım yapmak üzere Türkiye’ye çağı¬rıldı.
Diktatörlüğün, yabancı sermayeye uzak durmak gibi bir derdi de yoktu zaten. Ama Şefik Hüsnü, mütareke döneminde cılız bir antiemperyalist yönelime sahip olan, daha sonra bu yönelimini terk eden Kemalist bur¬juvazinin bu özelliğini korumaya devam etti¬ğine inandı. Kemalistlerin özel teşebbüsü ge¬liştirme gayretlerine tepki gösterip, tekelci devlet kapitalizminin emperyalist müdahale¬lere olanak vermeyeceğini, ulusal bir kapita-lizmi geliştireceğini iddia ederek devletin her türlü ekonomik girişimini destekledi. Ona göre, özel teşebbüs sadece yerli burju¬vazinin emperyalistlerle ilişki içinde olan ke¬siminin tercihiydi. Ve bu, eninde sonunda Türkiye’yi emperyalizmin kucağına atacaktı. Devlet tekelciliği ise Türkiye’yi emperyalizm¬den koruyacak yegâne yöntemdi.
Şefik Hüsnü 1925’te, “Özel teşebbüsçü-lük önemli bir rol oynayabilmek için mut¬lak bir tarzda yabancı sermaye’ ile işbirli¬ğine gider.  Bu durumda olan yerli kapitalistin ihtiyaçları, temennileri, istekle¬ri yabancı kapitalistinki ile birleşir. Hükü¬met kendi taraftarlarının baskısıyla karşı¬laşır. Tekelcilikten vazgeçmekte, emperyalist devletlerle, milletin zararına olarak birleşmek zorunda kalır” diyordu, (agy, s.175)
Ekonomiye devlet müdahalesinin yabancı sermayenin sömürüsünden ülkeyi kurtaraca¬ğını iddia eden Şefik Hüsnü, devletin hangi sınıfın elinde olduğuna bakmaksızın özel te¬şebbüsün karşısına devlet tekelini çıkarıyor ve bunu destekliyordu. Hükümetin sınıfsal tahlilini kendince yapmıştı ama aynı şeyi ya¬pamadığı için sınıflar-üstü gördüğü devlet hakkında boş hayaller kurmaya devam edi¬yor, işçi sınıfı ve köylülüğü de, burjuva feo¬dal diktatörlük hakkında böyle hayaller kur¬maya zorluyordu.
TKP, tekelciliği geliştirecek olan devlete her türlü desteği vermeye hazırdı ama işçi¬lerin de buna hazır olması gerekiyordu. Şe¬fik Hüsnü çok haklı olarak, Kemalistlerin ekonomik politikalarının işçi ve emekçilere kesilecek bir yığın yüklü faturayı gündeme getireceğini sezmişti. Ama işçiler bu fedakârlığı yapacaktı, onlara şöyle seslendi: “Türki¬ye’deki devlet aygıtının her alandaki kesin hâkimiyeti, bu bağımsız gelişmeyi kolaylaştırmaktadır” ve burjuvaziye güven verdi: “Emekçi kitleler Kemalist burjuvazinin ik¬tisadi çabalarının emperyalist kapitaliz¬min girmesine etkili bir şekilde set çektiği¬ni ve dolayısıyla ilerici bir nitelik taşıdığını görmekle beraber, bu iktisadi ge¬lişmelerin iç mekanizmasının kendi sırtla¬rına bindiğini ve bu mekanizmanın işleyi¬şinin bedelini kendilerinin ödediğini kavramak zorundadır. Milliyetçi burjuvazi¬nin uyguladığı sistem, antiemperyalist bir rol oynadığı sürece, emekçi kitleler tarafın¬dan esas olarak kabul edilebilir.” (agy, 5.190)
TKP; bütün bu devlet destekçisi sınıf iş¬birlikçi çizgisine karşın, işçi ve emekçi kitle¬leri iktidardaki Kemalist burjuvazinin yedeği ve eklentisi haline getirmek konusunda har¬cadığı çabaya karşın burjuvazinin, muhalefe¬ti sindirme operasyonlarının konusu olmak¬tan kurtulamadı. Şefik Hüsnü’nün yukarıdaki satırları yazdığı 1925 yılında bir¬çok TKP’li tutuklandı, işkence gördü. İ922’de Mustafa Suphi TKP’sinin geleneğini sürdüren legal Halk İştirakiyun Fırkası’nın, Kemalistlere hitap eden tehdit dolu bir mek¬tup yazmasını eleştiren ve partinin bu tavrı¬nı, partinin kapatılması ve “en faal savaşçıla¬rının zindanlara atılması”na vesile yarattığı gerekçesiyle hatalı bulan Şefik Hüsnü, başın¬da bulunduğu TKP’nin asla böyle bir tavrı olmadığı halde kovuşturmaya uğramasına elbette çok şaşırdı ve Komünist Enternasyonal’in dergisine yazdığı bir yazıda, “hükü¬metin bu çalışmalara son vermek için en küçük bir fırsatı kullanacağı herkes tarafından biliniyordu. Fakat bütün komünist yayınların çıkmasını bir anda yasaklayan bakanlık genelgesi gene de beklenmiyor¬du” dedi. TKP’nin uğradığı “Kemalist te¬rörün sorumlusunun devlet olduğu yine an¬laşılamamış, yine hükümet eleştirilmişti.
TKP, devleti anlamamaya her zaman de¬vim etti. Demokratik devrimi tamamlayacak olan burjuvaziye o kadar çok avans tanıdı ki sonunda sosyalizm fi tarihine ertelenmiş oldu. Demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi; işçi sınıfının önderliğinde gerçekleştirilecek olan birincisiyle ikincisi arasındaki kesintisiz geçiş olanağını kavraya¬madı. Ama buna karşın, 1926’da hazırlanan Çalışma Programı’nda tesadüfen bazı olum¬lu saptamalar da yer almıştır:
‘TKP, köylünün belli başlı kitlelerini proletaryanın önderliği altında toplar.
Böylece ve aynı zamanda amele ve köylü¬lüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi dik¬tatörlüklerini gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatör¬lük halkçı burjuva inkılâbını yerine getire-bilir. Ancak böyle bir inkılap Sovyet Sosya¬list Cumhuriyetleri Birliği ile ittifak halinde sosyalizmin kuruluşuna geçişi sağ¬layabilir ve hızlandırabilir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. s. 256) Ancak, 1930’da hazırlanan faaliyet raporunda, köylülüğün proletarya¬nın önderliği altında toparlanarak gerçekleş¬tireceği “halkçı burjuva inkılabın” Halk Fır¬kası hükümetinin yıkılmasından ibaret olduğu görülür. “Türkiye’nin devlet olarak istiklalini tehdit etmeye ve hatta onu büs¬bütün istiklalinden mahrum etmeye uğra¬şan emperyalizme aleyhtar mücadeleyi an¬cak ve ancak amele sınıfı sevki idare edebilir ve onu bizzat halk fırkası hüküme¬tini yıkmak suretiyle sonuna kadar devam ettirebilir.” (agy, s.276) Her iki alıntı birlik¬te okunduğunda anlaşılacağı üzere, işçi ve köylülerin kuracakları diktatörlük, Şefik Hüsnü’ye göre burjuva devlet aygıtının bünye¬sinde gerçekleştirilebilir bir şeydi ve basit bir hükümet değişikliğinden ibaretti.
TKP’nin, demokratik dönüşümleri hükü¬met değişikliklerine bağlaması, partinin bü¬tün siyasal yaşamı boyunca devam etti. Bu nedenle, mevcut devlet aygıtı baki kalmak üzere, her zaman bir hükümete, ya da bir burjuva partiye karşı, en ya da daha “de¬mokrat” olan diğerini destekledi; dolayısıyla burjuva klikler arasında tercih yaptı. Parti¬nin bütün politikası bu tercihler, teşvikler ve destekler üzerine kuruldu.
Emperyalist klikler ve onların yerli uzan¬tıları konusunda da tercihleri vardı. 1940’lı yıllarda da, Alman faşistlerine karşı “Anglo-sakson demokrasileri”ni, İngiltere ve ABD’yi destekledi. Alman yanlısı Saraçoğlu hükümetinin devrilmesini ve yerine ABD veya İngil¬tere yanlısı bir burjuva kliğini temsil eden hükümetin iktidara gelmesini talep ediyor¬du. Ona göre devlet mekanizmasının, hükü¬met değişiklikleri vasıtasıyla demokratikleştirilmesi mümkündü ve bu anlayışın pratik sonucu da faşist diktatörlüğün varlığını ko¬rumak, onun devamına çanak tutmaktı.
Mart 1978’de yayınlanmaya başlayan Parti Bayrağı dergisinin Temmuz 1978 tarih¬li 5. sayısında Şefik Hüsnü’nün bu tavrı şu sözlerle eleştirilmekteydi: “Şefik Hüsnü, ABD ve İngiltere’nin Alman yanlısı Sara¬çoğlu hükümetine karşı olmalarının, onla¬rı faşist diktatörlüğü tasfiye etmeye zorla¬dığını ileri sürmekle faşizmi devrim ve karşıdevrim arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak değil, emperyalist klikler arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak ele almaktadır.”
Bu klik çatışmasında TKP, burjuva de¬mokrat olduğunu ileri sürdüğü Refik Say¬dam hükümetini destekledi. Bu hükümetin desteklenmesi, TKP’nin kuruluşundan beri geliştirdiği, “yalpalayan hükümeti” demokra¬siyi ve inkılâbı geliştirmesi için zorlama poli¬tikasının doğal sonucuydu. Bu da o yıllarda faşizmin karakterinin gizlenmesine yol açı¬yor, faşizme karşı verilecek mücadeleyi hü¬kümet değişikliklerine ve faşist kamp dışın¬da kalan emperyalistler arasındaki tercihe indirgiyordu.
Şefik Hüsnü ve TKP’si bunu hep yaptı. Çok partili döneme geçildiğinde, önceden beri eleştirdiği CHP hükümetinin karşısında yer alan DP’yi demokrasi getireceği iddiasıy¬la destekledi. Şefik Hüsnü, arkasında ya da yanında duracağı bir burjuva partiyi her za¬man buldu ve işçi ve köylü kitlelerini faşist parlamentonun her şeye kadir olduğu konu¬sunda yanılttı. Onların düzen dışı eğilimleri¬nin törpülenip yatıştırılmasında, kitlelerin beklentilerini parlamentonun sınırına hepse-den TKP’nin büyük katkısı oldu.
Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist deği¬şimlere de derhal ayak uydurarak, bu ülke¬nin emperyalist çıkarlarını korudu. Bu ülke¬nin sosyalist olduğunu iddia ederek kitleleri uyuttu, revizyonizmin günahlarının sosyaliz¬me fatura edilmesinde etkin bir rol oynadı ve soğuk savaşta kapitalizmin cephe gerisini tahkim etti.     Rusya’daki çözülmenin gizlene¬mez hale gelerek gerçeğin apaçık ortaya çık¬tığı sıralarda da, TKP’nin örgütsel misyonu bitti.
Ama yaklaşık 70 yıldan beri enjekte etti¬ği sınıf işbirlikçi tezleri, bundan sonra da, sendika ağalarında, kimi kitle örgütlerinde ve siyasal örgütlerin kuram ve pratiklerinde bir biçimde yaşamaya devam ederek tahrip edici etkilerini sürdürdü, sürdürüyor.
Modern revizyonizmin, esnek ve herhan¬gi bir alandaki tahribatı ortaya çıkarılıp teş¬hir edildiğinde hemen başka bir formülasyonu piyasaya sürüp, kılık değiştirme yeteneğine sahip karakteri devrimci hareke¬tin gelişimini olumsuz yönde etkileyen fak¬törlerden oldu. İflas etmiş TKP’nin tezleri, bugün de Amerikan emperyalizmi kaynaklı teorilerin Türkiye’de geliştirilip taraftar top¬lamasına yataklık ediyor. Aradaki küçük fark o kadar silinmiştir ki, TKP’nin eski şef¬leri, tarihin artık bittiğini söyleyerek prole¬taryaya elveda diyen CIA ideologlarıyla aynı platformda çoktan buluşmuşlar birinin nere¬de bittiği diğerinin nerede başladığı anlaşıl¬maz olmuştur. Şimdi onlar, bilimsel teknik devrimin tamamlanarak komünizme kendili¬ğinden geçişin gerçekleşmesini beklemekte¬dirler. Bu durumda daha çok bekleyecekleri de kesindir.

Temmuz ’94

Kim bu Sosyalistler?

Meğer ne çok sosyalist, Marksist ve devrimci varmış! Hatta Türkiye’de “hâlâ” sosyalizm yaşanıyormuş da kimse farkında değilmiş!
İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan’la biraderi Ahmet Altan’ın Marksist, Kemalist-cumhuriyetçi Toktamış Ateş’in sosyalist, liberal burjuva Hüsamettin Cindoruk’un devrimci olduklarını ya kendileri söylediler ya da medyada katıldıkları açık oturumlarda kartvizitleri böyle okundu. Turgut Özal’ın devrimci bir lider olduğuna da bütün yalaka köşe yazarları ikna olmuştu. Devrimci, sosyalist ve Marksist etiketler takınmak için bütün burjuvalar ne kadar hevesliymiş de, bu ülkede sosyalizmi kurmak için bunca yıldır canını dişine takarak mücadele eden, bu uğurda “faili meçhul” cinayetlere kurban giden, işkence gören, okuduğu yasal ya da yasadışı yayın için hesap vermek zorunda kalan, kitle gösterilerinde coplanan cezaevlerine tıkılan, yerinden yurdundan sürülen, bir gecede kaybedilen binlerce insan boşuna uğraşıyormuş.
Bu ne yaman çelişkiymiş; en “devrimci” burjuvalar oturdukları iktidar koltuklarından devrimciler için vur emri verirken, en “devrimci” köşe yazarları da demokrasinin “bekası” için, bu “teröristler”in katline onay veriyorlar ama hâlâ kendilerine Marksist veya sosyalist demekten vazgeçmiyorlar.
Aydınların bir kısmı devlet arpalıklarından beslenebilir duruma gelmeden önce, Türkiye’de yükselen toplumsal muhalefetin çekim gücüne kendilerini kaptırmışlar ve bir şekilde “sosyalist” olmuşlardı. ‘70’li yıllar boyunca sosyalist olmak erdem, devrimciyim demek ise geniş kitleler nezdinde itibar sahibi olmak anlamına geliyordu. Marksist olduğunu iddia etmeyen aydın kalmamıştı. Gerçi büyük çoğunluğu Marksizm’i ikinci elden ve ’50’lerden sonra yükselen modern revizyonist perspektiften ve devlet yanlısı TKP’nin literatüründe yer aldığı biçimiyle öğrenmişlerdi. Marx’ı ve Lenin’i ingiliz New Left Review grubunun, Alman Frankfurt Okulu’nun, Fransız Euro-komünistleri’nin süzgecinden geçmiş haliyle benimseyen bu “esnek ve güler yüzlü” sosyalistlerin sosyalizmi, sonuçta Turgut Özal’ın liberalizmiyle birleşmekte bir sakınca görmedi. Evrimin böyle tamamlanması aslında kaçınılmazdı.
Bu süreci tek tek aydınların kişisel kıvraklıklarıyla ya da oportünizmiyle açıklamak yanlış olacaktır. Çetin Altan, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar ve Hadi Uluengin gibi, kendilerine açıktan dönek etiketi yapıştırılanlar ve dönmüşlüklerini köşelerinden sosyalizme yönelik bayağı saldırılarda bulunup, liberalizmi kutsayarak ve geçmişlerine lanetler yağdırarak onaylayanlar bir yana, hâlâ “sosyalistliğe devam edenler, bir bakıma birçok işlemden geçtiler. Örtük devlet savunuculuğundan daha az örtük devlet savunuculuğuna uzanan güzergâhta çok önemli tarihsel toplumsal değişiklikler gündeme geldi.
Bütün dünyada, anarşizmin ideologları, 1921 Kronstadt Ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Troçkistler de Stalin dönemi başlangıcından itibaren Sovyetler Birliği’ndeki yönetime ateş püskürüyorlardı; bunların ateş olup cürümü kadar yer yakmayan tepkileri dışarıda tutulduğunda, bütün dünyada uzunca bir süre sosyalist olmanın temel kıstası Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümleri savunmak, ona yönelik saldırılara karşı bu ülkenin yanında yer almaktı. Çünkü Sovyetler Birliği bütün dünya emekçileri için, hatta burjuva demokrat aydınlar için bile, değişim ve daha iyi bir dünya özleminin kendisinde cisimleştiği bir ülke haline gelmiş; insanın mutlu olabileceği sistemler tasvir eden eski ütopyaların, içeriklerinin değil ama, vaatlerinin herkesin tanık olabileceği biçimde ete kemiğe büründüğü bir ülke haline gelmişti.
Bu bakımdan iki dünya arasındaki çelişki, durumundan sezgisel olarak hoşnutsuz olanları, kapitalizmin bilimsel analizini yaparak sosyalizmin zorunlu bir aşama olduğunu gören ve özgür tercihlerini yapan aydınları; Sovyetler Birliği ekseninde oluşan komünist kampın yanında olmaya sürükledi. ’30’lardan sonra giderek yükselen faşist hareketin de etkisiyle iki dünya arasındaki; kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişki, açık bir çatışmaya dönüştü ve bu süreçte kimse için arada bir yerde durmanın olanağı kalmadı. Saflaşma, kesin ve açıktı.
Anti-Nazi veya antifaşist mücadelenin direksiyonu her ülkenin kendi komünist partisinin elindeydi ama bu mücadeleye katılan herkesin komünist olduğu söylenemezdi. Somut siyasal koşullar ve Avrupa’daki konjonktürel durum, genel olarak aydınları ve küçük burjuvaları, bir süre sonra kendilerine yönelik saldırılar halinde de tezahür edecek olan Nazi yayılmacılığına karşı mücadele etmeye sevk etmiş ve komünistlerin çevresinde, sosyalist propagandadan etkilenen küçük burjuvaların ve aydınların oluşturduğu geniş bir anti-faşist çeper oluşmuştu. İşte bu tarihsel dönem içinde, sosyalist olmanın anlamını bu tarihsel toplumsal koşullar belirliyordu. Biri çıkıp da kendisini sosyalist olarak tanımladığında; bununla, anti-faşist mücadele veren Avrupa halklarının yer aldığı ve odağında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu bir kampla aidiyet ilişkisi içinde olduğunu kastediyor demekti. Çünkü anti-faşist mücadeleyi en radikal biçimde sosyalistler veriyor, bu mücadelenin perspektifini sosyalizm oluşturuyordu.
Sosyalizm, açık ve keskin bir kamplaşmanın ifadesi olarak, muhalifler için tek meşru ve onaylanmış kimlik kartıydı. Ama bu, sadece, faşizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun ya da aydınca korkunun sonucunda olmadı. Sovyetler Birliği, dünya işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar nezdinde bir sempati yaratmış ve bu ülkede egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın sesi, diğer ülkelerde de dünyayı değiştirebilecek gücün işçi sınıfı olduğu biçiminde bir yankı uyandırarak, emekçiler için, devrimi, çözülmek üzere gündeme gelmiş bir sorun haline getirmişti. Zaten, devrimle karşıdevrimi karşı karşıya getiren, bütün dünya burjuvazisini, kendi devletlerini de tehdit etmeye başlayan bu “heyula”ya karşı birleştiren de sosyalizmin yaygınlaşan prestiji değil miydi?
Dolayısıyla sosyalist hegemonyanın yaygınlaşması böyle iki sonuca yol açtı. İşçi ve emekçi sınıfların devrim için örgütlenme sürecini hızlandırdı, diğer yandan da burjuva kampı ve burjuva ideolojisinin hegemonik etkisini parçalayarak aydınların büyük çoğunluğunu etkisi altına aldı.
Böyle toplumsal çatışma dönemlerinde saflaşmaların hızlandığı, çelişkilerin derinleştiği daha önce de görülmüştü. 1848’de Fransa’da, o ana dek aristokrasiye karşı birlikte mücadele eden burjuvaziyle proletaryanın, burjuvazinin ihaneti sonucunda doğal kutuplarına çekildiği, proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı Haziran ayaklanmasından sonra da benzer bir süreç yaşandı. Ütopik sosyalistlerden bu yana yeni bir toplumsal düzene duyulan özlem, sosyalizm kavramıyla ifade ediliyor ve hemen hemen herkes kendisini sosyalist olarak tanımlıyordu. Engels, o yıl Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Barmen’deki polis komiseri de komünisttir. Burada Elberfeld’de mucizeler oluyor. Kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında üçüncü komünist toplantımızı yaptık. İlk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüsüne ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden dükkân sahiplerine kadar, bütün Elberfeld ve Barmen, proletarya dışında herkes toplantılarda temsil edildi.”
O koşullarda sosyalizm ve işçi sınıfı hareketi arasında organik bir ilişki henüz sağlanamamıştı ama sosyalistlerin propagandaları, Avrupa’nın bu altüst oluş döneminde birçok aydını, karşı bloğu parçalayarak etkisi altına almış; herkes sosyalist olduğunu söylemeye başlamıştı. Kuşkusuz sosyalizm talebinde bulunan tek tek herkesin kafasındaki sosyalizm birbirine benzemiyordu, pek azının sosyalizmden anladığı şey, Marksist teori ve işçi sınıfı mücadelesinin birliğinin üzerinde oluşmuştu ama bu kavram, genel olarak mevcut duruma duyulan hoşnutsuzluğun aritmetik toplamının oluşturduğu bir içerikle dolmuştu. Sosyalizm, o zaman için mevcut koşullardan kurtulma isteğinin ifadesiydi ve Marksist olmayanlar için, çoğu kere ütopik bir anlam yükleniyordu.
Proletaryanın sınıf mücadelesinin gelişmesine bağlı olarak ideolojik hegemonyanın güçlendiği ve bunun etkisiyle diğer toplumsal sınıf ve katmanlar arasında hoşnutsuzluğun yaygınlaştığı tarihsel dönüm noktalarında çoğunlukla böyle oldu; kutuplara doğru çekilme, ara tabakaların ve ara ideolojilerin çözülmesi ve iki sınıf arasındaki barikatın hiçbir muğlaklığa yer bırakmaksızın oldukça berrak bir biçimde ortaya çıkması gündeme geldi. Barikatın devrimci yanında olanların homojen bir anlayış birliği veya irade ortaklığında bulunması söz konusu değildi; ancak önemli olan, burada yer almanın taşıdığı anlamdı.
Sınıf mücadelesinin ivmesinin azaldığı ya da karşıdevrimin azgınca saldırıya geçerek henüz yeterince etkili bir güç haline gelemeyen muhalefeti sindirmeye başladığı zamanlarda ise, muhalif bir potansiyel taşıyan ara sınıflar sallanmaya, kaygan bir zeminde yürümeye başlar. Bu özellikleri nedeniyle de, bu tabakalar, egemen sınıfların hegemonik etkisi altında çok rahatlıkla tutulabilir ve muhalif özleri giderek silikleşir. Küçük burjuva, kendisini burjuvaziye daha yakın hisseder. Bu, kendisine sosyalistim demeye devam etse bile, pratikte böyledir. Küçük burjuva aydın, düzene organik olarak eklemlenip hâlâ bir “devlet memuru” haline gelmemişse, mevcut duruma duyduğu memnuniyetsizlik, kendisini işçi sınıfının politik programıyla ifade edemediği sürece en fazla, burjuva reformist akımların yedeğine düşer. Devletin reorganize edilerek güçlendirilmesi, kurumların ya da militarist aygıtların şurasının veya burasının düzeltilmesi gerektiğini mız mız bir şekilde savunmaya başlar. Her dönemin yükselen değerleri onun gözde değerleri haline gelir. Ama kimileri için de, Marksist terminoloji ve sosyalist kavramlar etkilerini henüz yitirmemişlerdir ve burjuvazinin ideologluğuna soyunduklarında, gerici tezlerini, bu kavramlardan ördükleri maskenin arkasında gizlemeye çalışırlar.
Birincilerin durumu oldukça vahimdir ve daha önce bazılarının adlarını andığımız aydınlar bu kategoriye girer. Bunlardan daha sonra söz etmek üzere, denebilir ki, ikinciler için, yani hâlâ Marksist-Leninist kavramları kullanarak teori yapanlar için, kuşkusuz en elverişli besi yeri, modern revizyonizm olmuştur. Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde birdenbire keşfedilerek kendisine karşı ideolojik cihat açılan “kişi kültü”, Stalin’e, öğretisine ve Sovyetler Birliği’ne yönelik karşıdevrimci kampanyanın motiflerinden biri haline getirildi. “Stalin diktatörlüğü”ne karşı açılan savaş, sosyalizm adına yapılıyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin çözülmeye başladığı ve kapitalist restorasyonun hızla ilerlediği uzunca bir süreç boyunca, bu ülkedeki her türlü karşıdevrimci reform da, sosyalizmin gelişmesinin bir göstergesi haline getirildi. Böylece proletaryanın ülkesi, emperyalist ideoloji tarafından içten içe kemirilmeye başlarken bunun doğal sonucu da, işlevlerini şimdiye dek işçi sınıfı teorisini sağlamlaştırmak, ideolojik mücadele yürütmek olarak belirleyen aydınlar vasıtasıyla proleter ideoloji ve teorinin yozlaştırılması, bozulması oldu. İşe Stalin’i karalamakla başlamışlardı ama çok geçmeden sosyalizmin bütün diğer değer ve kurumlarına eleştiriye kadar uzandı bu. Feyiz aldıkları ışık, Kruşçev ve Brejnev’den geliyordu ve tıpkı bu Kremlin’de oturan babaları gibi, revizyonist aydınlar da, kendilerinin ve Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğunda ısrarlıydılar. Bunlar, bir bakıma, Ekim Devrimi’yle etkisi sıfırlanan ve yaygınlaşması kesintiye uğratılan ikinci Enternasyonal’in Bernstein’cı ve Kautsky’ci teorilerini yeniden hortlatmaktaydı; dolayısıyla bu eski revizyonistlerin görüşleri modern revizyonistlerin eyleminde yeniden yaşam olanağı buldular.
Bu tahrip edici etki, sonuçlarını verdi. Rusya’da, kapitalizm açık açık ilan edilince kendi kafalarındaki Marksizm de “bunalıma girdi.” Gerçekte onların Marksizm’inin veya sosyalizminin, işçi sınıfının politikasıyla ve devrimci mücadeleyle hiçbir ilişkisi yoktu ya da tersinden bir ilişkisi, bu mücadele hakkında kuşkular uyandırmak, sosyalizm umudunu kırmak, işçi sınıfı hareketini iğdiş etmek amacını güden bir misyonerlik ilişkisi vardı. Bunalım, bu işlevin tamamlandığı, itici gücünü Moskova’dan alan modern revizyonizmin miadını tamamladığı anda patlak verdi. Marksizm’i içinden çökertmek için o kadar uğraşmışlardı ki, bu uğraş Marksizm’i değil ama bu aydınların kendilerini ve müritlerini iyice bunalttı. Belki sonradan yeniden ortaya çıkmak üzere, dinlenmeye alındılar.

YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN “SOSYALİZM’İ
Şimdi yeni bir süreç yaşanıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılmasından sonra, burjuva ideologlar, Marksist tarih anlayışını özetleyen “tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir” saptamasından hareketle, Sovyetler Birliği yıkıldığına, dolayısıyla sosyalizm öldüğüne göre sınıf mücadelesi de bitmiştir; öyleyse tarihin de sonuna gelinmiştir biçiminde tezler ileri sürüyorlar. Bu burjuva mantık, Yeni Dünya Düzeni şemsiyesi altında yeni bir kavramsal savaşın startını veriyor.
Bu kez yapılan, sadece kavramların içeriğini boşaltmak değil; aynı zamanda, bilinen en kaşarlanmış burjuvalar, devlet adamları, politikacılar bu kavramları, dillerine pelesenk etmek suretiyle, bitmiş bir savaştan sonra toplanan ganimetler gibi kendi dünyalarına ait kılıyorlar. Böylece, kendileri için eskiden ürkütücü olan terimler zararsız, içi boşaltılmış oyuncak silahlara dönüşüyor. Devrim, sosyalizm ve Marksizm sözcükleri son on yıldan beri mevcut Türkiye’yi ve kimi devlet yöneticilerini tarif etmek için kullanıldı. Bu el çabukluğunda birçok amaç var. Birincisi, devrimcilerden çalınan cephaneliğin tersine çevrilerek kullanılması, diğeri de işçi ve emekçi kesimlerde hâlâ yaygın bir sempati kaynağı olan sosyalizm hakkında düşünsel bulanıklık yaratılması.
Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin özelleştirilmesi gündeme geldiğinden beri, bunların birer sosyalist kurumlar olduğu ve sadece Türkiye’de yaşamaya devam ettikleri konusunda çıkarılan yaygaranın nedeni ise başka. Sanki devlet mülkiyetinde olan kurumlar, devletin hangi sınıfın elinde olduğu sorunundan bağımsız olarak her zaman sosyalizme ait bir uygulama olabilirmiş gibi bir yanılsama eşliğinde yürütülen kampanya, özelleştirmelere karşı çıkanlara yönelen karşıdevrimci propagandanın unsuru haline geldi.
Çünkü burjuvazi sosyalizmi ve sosyalistleri tarih öncesinden kalma dinozorlar, sosyalizmi savunanları da gerici olarak ilan etti. Özelleştirmelere karşı çıkan ya da kazanılmış sosyal hakların budanması karşısında sesini çıkaran herkes gericiydi, çünkü devletin küçültülmesine karşı çıkıyorlardı. Oysa devletin ekonomiden elini çekmesi bütün sosyal kazanımların artık, piyasaya çıkarılarak bir alışveriş ilişkisi kapsamına alınmasını savunmak gerekiyordu; ilerici ve devrimci tek seçenek onlara göre budur.
Kapitalizmi ve Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen (ortaya atıldığı andan itibaren inişe geçti) değerlerini savunanlar bu şekilde kendiliğinden ilerici ve çağdaş oluyorlar. Öyleyse bir kez Yeni Dünya Düzeni’nin ruhu kavrandı mı da, ondan sonra, burjuvazi için devrimcilikten, ilericilikten falan bahsedilmesinin hiçbir mahsuru yoktur. Çünkü kavramların yüklendikleri anlam değişmiş sayılmaktadır.
Bu yeni düzen öyle bir belkemiksizliği ifade etmektedir ki, sosyalizmin argümanlarının rahatlıkla piyasaya sürülebileceği, birer meta haline getirilebileceği sanılır.
Yeni Dünya Düzeni’nin aydınlarına gelince, onlar geçmişte, çekim gücüne karşı koyamayarak bir süre katıldıkları devrimci saflarda öğrendikleri üç beş kavramı, reklâm spotu yazarken kullanıyorlar. Bluejeans’ın ve Peugeot marka otomobilin devrimci olduğunu dünya âleme ilan ediyorlar. Marx’ın fotoğrafını uyduruk bir reklâm metnine fon olarak kullanmayı birikimlerinin göstergesi olarak lanse ediyorlar.
Reklâm metni yazmayanlar ise, muhalif mimiklerini yüzlerinde bir maske gibi taşımaya devam ediyorlar. Büyük basın tekellerinin en gözde köşe yazarları ya da sosyal bilimlerle ilgili fakültelerin en itibarlı, her devrin adamı oldukları için de kolay kolay mevki ve kürsü kaybetmeyen en istikrarlı “bilim adamları” onlar. Medyada, açık oturumlara ve politika tartışmalarına katıldıkları zaman, kendilerinden Marksist ya da sosyalist olarak bahsediliyor.
Ama görülüyor ki, bu “sosyalist” aydınlarla, geçmişte konjonktürün işçi sınıfı mücadelesinden yana olmaya zorladığı aydınlar arasında büyük farklar var. İkinciler, gelişen bir toplumsal dalganın etkisiyle işçi sınıfının yanında yürümeyi tercih etmişler, birikimlerini ve becerilerini bu mücadelenin hizmetine sunmuşlardı. Yeni Dünya Düzeni’nin sosyalistleri, ise döneme uygun olarak, “kabuk devlet”e karşı yönelttikleri eleştirinin içeriğini ise özelleştirme dalkavukluğu, sosyal hakları budama tellallığı yaparak dolduruyorlar. Mevcut durumu, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik olumsuz sonuçlar verecek olan ve bu kesimlerin her bakımdan daha fazla baskıya maruz kalmalarına yol açacak, yoksullaştıracak sosyal ve ekonomik önlemlerin bir an önce alınması perspektifiyle eleştiriyorlar. Ya da bazıları, her ikisi de devlet güdümlü olarak geliştirilen laik-şeriatçı kamplaşmasında laik yanda durmanın ilericilik, Marksistlik anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Oysa laiklik kavramına sosyalist bir perspektifle yaklaşılmadığında her iki durumda da kapitalist devlet savunuluyor. Bütün bunlardan olacak; 12 Eylül faşist cuntasının işbaşına getirdiği Turgut Özal, onun döneminde uygulanan politikalar nedeniyle Türkiye’nin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin hızlandığı, işçi ve emekçi sınıfların en hızlı yoksullaşma sürecine girdiği, cezaevlerinin devrimcilerle tıka basa doldurulduğu, Terörle Mücadele Yasası ucubesiyle kitle örgütlerinin kovuşturmaya uğradığı, komünistlere en acımasızca işkencelerin yapıldığı görmezlikten gelinerek devrimci sıfatına hak kazanıyor. Neyi devirdiği belli değil ama “aydın” kesimlerden, bu büyük “devrimci”nin peşine takılanların sayısı da az değil. Sağlığında önünde el-pençe divan duranlar, öldükten sonra da sadakatlerini dile getirmekten vazgeçmiyorlar. Doğrudur; çünkü Turgut Özal bir süreçtir ve bu süreç daha bitmemiştir. Bu yüzden kendi kendisini devrimci veya sosyalist ilan edenlere daha çok rastlanacaktır.

HANGİ SOSYALİSTLER, HANGİ DEVRİMCİLER
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseldiği, diğer alt sınıfların büyük bir kaynaşma içine girdiği dönemlerde sosyalizm ve işçi sınıfının politikası bütün bu kerimlerde canlı yankılar ve yanıtlar uyandırır. Böyle dönemlerde, proletarya partisi, devrimin motor gücü olarak muhalefeti yönlendirir ve kendi politik programını hayata geçirmek için bu kesimleri mevzilendirir.
Bu anlamda, devrimci komünist partinin yakın çeperinde hatta bünyesinde sosyalist teoriyi tümüyle özümsemeyen, ama bulundukları mevzi dolayısıyla kendilerini partinin politik programına yakın hissederek mücadele eden pek çok insan yer alabilir. Sınıflar apaçık bir biçimde karşı karşıya gelmiş, çelişki kesinleşmiştir.
Sosyalist kimlik, bu bakımdan tek tek insanların niyet ve kavrayışlarından bağımsız olarak genel bir anlam kazanır. Bu kimliği bağlayıcı olan, kimlik sahibinin politik örgütün programıyla olan ilişkisidir. Devrimin yükseliş dönemlerinde bu türden yönelimler çok hızlı veya olağandır ama görece bir dinginliğin yaşandığı zamanlarda da sosyalist kimlik edinmenin kıstası, ortalıkta sosyalistim diye dolaşarak sempati toplamaya çalışan tek tek ve yüzergezer aydınlar için de bundan çok farklı olmaz. İlk durumda, sadece bu sosyalist kimliğin turnusol kâğıdında verdiği rengin herkes tarafından aynı tonda görülmesi kolaylaşır. Diğer zamanlarda ise, gerçek kızıl tonun hangisi olduğunun anlaşılması herkes için aynı ölçüde kolay olmaz. Sosyalist kimliğin yorumunun birçok türünün olacağı yolunda bir iddiaya ikna olmaya hazır birçok insan vardır. Çünkü bu ikna sürecinde, söylenen bu türden sözlere tereddütle yaklaşılmasını sağlayan sosyal-siyasal bir atmosfer oluşmadığından, işçi sınıfının hatta ara sınıfların muğlâk konumlanışı yüzünden kavramın içeriği burjuva sızmalara açık hale gelebilir. Böylece bir kavramı burjuva anlamla doldurmak için koşullar uygundur. Proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşın, yani sınıf mücadelesinin kavramsal düzeyde de cereyan ettiği bir kez daha hatırlanırsa, sosyalist kimlik kavramının son zamanlardaki bu yozlaştırılma çabalarına karşı da bir sınıf mücadelesi verilmesi gerektiği anlaşılır. Sosyalist kimliğin devrimci-Marksist anlamdaki tanımının, her türlü saldırıya ve iyi ya da kötü niyetle yapılan yozlaştırılma çabalarına karşı korunması gerekiyor. Bunun için de ölçütlerin açıklık kazanmasına önem verilmelidir.
Lenin 1890’da yazdığı Din Üzerine başlıklı makalesinde şunları söyler: “Eğer bir papaz siyasal çalışmalarımıza katılmak üzere bize gelir ve partinin programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli olarak yürütürse, bu kimsenin sosyal demokratların saflarına katılmasına izin verilebilir.” Lenin daha sonra, bunun partinin değil papazın çelişkisi olduğunu ekler. Lenin’in seçtiği, uç bir örnektir belki ama papaz, parti saflarına katılmaya ve programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli yürütmeye başladığı andan itibaren komünistlerin arasında, dahası parti bünyesinde yer alır. Çünkü artık onun kimliğini belirleyen papazlığı değil, politik örgütün programına beslediği sadakat olmuştur.
Tartışma tersinden yapıldığında da, bugün Türkiye’de sık sık ortaya çıkıp kendilerinin sosyalist olduklarını iddia eden aydınların veya kimi küçük burjuvaların durumu için de aynı ilke açıklayıcı olacaktır. Papazın kimlik sorunuyla sosyalist etiket taşıyan aydının kimlik sorununun çözümü arasında hiçbir fark yoktur.
Sosyalist etiket, bir kez sahibi tarafından edinildi mi, yapıştırıldığı yere yerleşecek bir imaj olarak görülüyor. Oysa sosyalist olmak, bunu iddia eden kişinin bazı normlara sahip olmasını gerektirir. Kuşkusuz, sosyalizmin ölüp bittiğini yineleyip duran birçok “otorite”nin türediği ya da devlete avdet ederek sosyalizmi salvo ateşine tutmaya başlayanların çok olduğu günümüzde sosyalizmin lafzi telaffuzunun da bir önemi vardır. Ama gerçekten sosyalist olmak için, laftan daha fazla bir şeye, bunun pratik olarak da ifade edilmesine gerek vardır.
Bu, şu anlama gelmez: Sosyalist kimliğin edinilmesi çok zor, meşakkatli ve ağır bir süreçtir! Böyle bakıldığında, soruna, sosyalist ya da devrimci kimliğin tümüyle bireysel çabaya indirgendiği idealist bir perspektiften yaklaşılmış olacaktır. Tersine, sosyalist olmak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi karşısında alınan tavırla ölçülmelidir. Tek başına, uzun bireysel uğraşlar kazanılmış yoğun teorik birikim bunu sağlamaya yetmez. Kaldı ki bu birikimin bir sınırının olabileceği söylenemeyeceği için teorik donanımın iyi sosyalistin ayarım vereceği, en çok bilenin en iyi sosyalist olacağı da söylenemez.
Çünkü hangi düzeyde olursa olsun tek başına teorik donanım, eğer bu birikim, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmıyorsa kimseye kendiliğinden sosyalist bir kimlik edinme hakkı vermez. Oysa böylelerinin pek çok örneği vardır; masa başında, işçi sınıfının mücadelesine bağlanıp ona katkı sunmayan, politik bir perspektiften dolayısıyla yararlılıktan uzak teoriler üretip sosyalist olduklarını iddia eden aydınlar, bir kez üzerlerine yapıştırdıkları etiketin yaşam boyu kendilerini yalnız bırakmayacağını düşünürler; sosyalistlikleri kendilerine tapuludur ve bakidir.
Ama bunlara hemen eklemek gerekir ki, teorik birikimle desteklenmeyen bir eylemin de tek başına hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz. İşleri sadece entelektüel birikim edinmek olan aydınlara yönelik söylenenleri, sınıf mücadelesini bir teknik iş olarak görüp günlük pratik faaliyet içinde teoriyi küçümseyenler için de söylemek mümkündür. Teorik yetkinliğin sınırı yoktur ama bunun için çaba harcanılmaması da onaylanamaz. Bu, devrimci mücadeleyi bir teknisyen pratiğine indirger, teoriyle pratik arasındaki birliğin koparılmasına yol açar. Ne yazık ki, bu türden anlayışlara en az diğeri kadar sık rastlanmaktadır. “Sosyalist” aydın nasıl birikimini örgütlü sınıf mücadelesinin akış yönünde işlevlendirmeyi reddediyorsa, kimi zaman “sıkı” devrimcilerin de aynı idealist yaklaşımla teoriyi önemsemediği görülür. Gerçekte ise, bu iki tavrın birbirinden hiçbir farkı yoktur.
Öyleyse kavramlarımızın anlamlarını da; her türlü yozlaştırıcı etkiye, burjuvazinin ideolojik müdahalesine ve saldırılara karşı korumak zorundayız. İster, apaçık devlet yanlısı oldukları halde kendilerine sosyalist diyenler; isterse suya sabuna dokunmadıkları halde sosyalist etiketini kibirle taşımaya devam edenler ya da “sıkı” devrimci olduklarını iddia ettikleri halde teoriyi küçümseyerek birer dar pratikçi olarak kalmaya devam edenler karşısında sosyalist kimliğin bir tek anlamı olabileceğini; bu anlamın da işçi sınıfı mücadelesinin ve bu sınıfın politik programının yanında durmak ve teorik donanımı bu programı hayata geçirmek için kullanmak olduğunu savunmak gerekmektedir.
Orada burada tek tek aydınların kişisel uğraşlarının toplamından bile, dişe dokunur bir tek sosyalist eylemin ya da ürünün devşirilemeyeceği aslında deneylerle sabittir. Yıllardır, Türkiye’de, sosyalistlerin birliğini sağlamak için toplantı üstüne toplantı düzenleyenlerin, partiler kurmaya çalışanların aldığı sonuçlar bunu kanıtlıyor.
Ama diğer yandan, Lenin’in sözünü ettiği papaz, komünist parti safları içinde yer aldığında ne olacaktır. Hemen söylenebilir ki, papaz artık, papaz kimliğini kapıda bırakmış, sosyalist mücadele vermek amacıyla partiye katılmıştır ve onu, bundan sonra partinin politik programı bağlayacaktır.
Ama papaz için bu, bitmiş bir süreç değil yeni başlayan bir süreçtir. Bir bakıma, devrimin yanında işçi sınıfının politik örgütünde yer almış olması kişiye sosyalist kimliği sahiplenme olanağı verir. Ama bu yeterli değildir. Bundan sonra -yine papaz örneğini verelim- papazın, eski kimliğinden sadece biçimsel olarak değil, aynı zamanda esasta da kurtulması gerekir. Bu, parti saflarına katılan ya da sosyalist mücadelenin ihtiyacı olan herhangi bir mevzide savaşan bütün sosyalistler için de geçerlidir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, onu korumak için her gün yeniden üretilmeye ihtiyacı olan bir kimliktir ve bu, hiçbir iş yapmadan ahkâm kesmekten daha fazla şey gerektirir. Ama aktivistler için de yapılacak şey aynıdır; teori ile pratik arasındaki birliği (praksis) sağlamaya özen göstermek; her gün biraz daha yetkinleşmek.
İşçi sınıfı mücadelesinin sosyalizmle birleştiği tek düzey olan devrimci komünist örgüt, sosyalizm için verilen mücadelenin en önünde yürürken, aynı zamanda sosyalist kimliğin ana hatlarını olduğu kadar, ayrıntılarını da belirginleştirir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, politik örgüt önderliğinde gelişen işçi sınıfı mücadelesiyle ilişki içinde edinilen, kolektif bir çabanın ürünü olan bir varoluş düzeyini ifade eder.
Bu kıstas, sosyalizm adına bol keseden atanlardan, gerçek sosyalistleri ayırır; geriye kalan, bir biçimde kapitalizmi savunmaktır.

Kasım 1994

Sosyal Demokrasinin İflası

Kriz, iflas eden işletmelerin sayısını ciddi boyutlara vardırdı. Son yıllarda, özellikle 5 Nisan Kararları’ndan sonra binlerce küçük işletmenin yanında aralarında üç bankanın da olduğu birçok büyük işletme de iflasa gitti. Ancak iflaslar, yalnızca ekonomik alanda yaşanmıyor. Kapitalizm dünyasındaki çıkmaz, bir dizi siyasal akımı da, siyasal olmanın yanında ideolojik ve örgütsel iflasa da sürüklemektedir.
İlk ideolojik siyasal iflas ’80’li yılların sonunda modern revizyonizmin çöküşüyle yaşandı. Günümüzde, bu çöküş ve sonuçlarından da etkilenerek kendi çöküşüne koşan bir ikincisi yaşanıyor: Sosyal demokrasinin iflası. Uzun yıllar emekçi kitleleri yanılsamalı hedefler peşinde mevcut kapitalist düzene bağlayan, onları hayallerle uyuşturup yatıştıran sosyal demokrasi, artık bu kitleleri aldatamaz olmaktadır. Emekçi kitleler sosyal demokrasiden oldukça hızlı bir şekilde kopmaktadırlar. Sosyal demokrasinin Türkiye’deki “büyük” partisi SHP’nin yüzde 20’lerde dolaşan oy oranı, anketlerin gösterdiğine göre 10’ların altına düşmüştür. “Küçük” kardeş CHP ise yüzde 2-3 puanın üstüne çıkamamakta, DSP ise abartılmış ve reklamcılıkla lanse edilen “gelişme” ve “büyüme” balonunun patlamasından kaçınmak üzere ara seçimlere katılmamaktadır. Ancak bu göstergelerin de ötesinde belki yeniden lanse edilmekte olan Ecevit ve DSP’si bir yana bırakılırsa, sosyal demokrasi içler acısı bir görünüm arz etmektedir.
Medya tarafından sürekli aşağılanmakta olan SHP, hükümet koltuğuna yapışmış buradan itelenmelere her şeyden vazgeçerek direnmekte, kuyruk görünümü bile sergilemekte zorlanmaktadır. Emekçi kitleler açısından bir çekiciliği kalmamış, “yoksa şeriat gelir” yollu ehven-i şer dilenciliği bile prim sağlamaz olmuştur.
Sosyal demokrasinin iflası, belki en ileri boyuttaki pespayeliği ile Türkiye’de yaşanmaktadır; ama bu iflas, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Sosyal demokrasi, anavatanı Almanya ve sosyal demokrasi ve “refah ülkesi” modeli olarak gösterilen İsveç de içinde olmak üzere Avrupa ve tüm dünyada çözülmekte ve iflasa gitmektedir. İdeolojik ve siyasal olarak işlevsizleşmekte, örgüt olarak muhafazakâr ve liberal partilerden ayırt edilememekte, yıllardır savuna-geldiği programlarından rücu etmekte, emekçi kitleler açısından aldatıcı bir umut ve dolayısıyla burjuvazi için bir çıkış olanağı oluşturamamaktadır.
Sosyal demokrasinin çözülmesi, günümüz dünyasının bir gerçeğidir. Ama bugün yaşanan sosyal demokrasinin ilk iflası değildir.

SOSYAL DEMOKRASİNİN DOĞUŞU
Marksizm, tarihin diyalektik materyalist yorumu ve kapitalizmin gizeminin artı-değer teorisi ile açıklanması yoluyla, sosyalizmi bilimsel bir öğreti düzeyine yükselterek, bütün Marksizm öncesi sosyalizm akımları üzerinde teorik zaferini sağladıktan ve işçi sınıfı Avrupa ülkelerinde hızla Marksist partiler içinde toplanmaya başladıktan sonra, Marksizm öncesi çeşitli sosyalizm akımlarında ifadelerini bulan eğilimler, bu kez, cepheden Marksizm’e saldıramadılar, ama onu “içeriden” kemirmek üzere, kendilerine yeni kanallar oluşturmaya giriştiler. Marksizm’i genel olarak olumsuzlamıyor ya da olumsuzlayamıyorlardı, onun oluşturduğu genel zemin üzerinde hareket etmek zorunda kalmışlardı. Çeşitli gerekçelerle bazı tezlerinin eskidiğini ve değişmesi gerektiğini ileri sürerek “sapmalar” ve revizyonizm olarak şekillenen akımlarla karşılaşıldı. Marksizm öncesi eğilimleri seslendiriyorlardı; ancak biçimleri değişmişti.
Önce Bernstein ortaya çıktı. Bir zamanların “Ortodoks Marksist’i”, Marksizm’i belirgin amaçlı revizyonlarla ifade etmeye yöneldiğinde, fikirlerinin burjuva liberallerinin bilinen görüşlerinden pek az farkı kaldı. Diyalektiğin nitel değişikliklerle sıçramalı gelişimi basit ve sakin “evrim” fikriyle değiştirilirken, ekonomik gelişmenin “yeni verileri” büyük bir tantanayla reklâm edildi. 19. yüzyılın sonlarında yeni ortaya çıkmaya başlayan kartel ve tröstlerin kapitalizmin bunalımlı ilerleyişinin üstesinden gelmeye güç yetirebileceği ve sınıf zıtlıklarını yumuşatarak kapitalizmi, kendisini bekleyen sondan, çöküşten kurtarabileceği ileri sürüldü. Devletin ekonomik yaşama müdahalesi ve devlet tekeli, bir sosyalleşme olarak sunuldu. Tekeller oynadıkları rolle kendilerini gerçek görünümleriyle ortaya koyduklarında bu fikirler geçersizleşti; ama bu “teoriler”in kalıntıları üzerinde siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy hakkının sınıf mücadelesinin zeminini ortadan kaldırdığına ilişkin “barışçıl” kapitalist gelişmeyle beslenen siyasal yaklaşımlar görece kalıcı ve sağlam bir yer tuttu. Parlamenter mücadelenin başarılı gelişmesiyle güçlenen bu eğilim, parlamenterler, sendika bürokratları ve işçi sınıfının burjuvazi tarafından beslenen ince bir tabakası içinde, yalnız avangartlarına değil tabanına da sahip oldu.
Demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi ve onun temeli olarak görülen genel oy hakkı “çoğunluğun iradesi”ni üstün kılacaktı: Buradan bütün bu İkinci Enternasyonal ve partilerine (hemen sadece Bolşevik Partisi hariç) sirayet eden parlamenter avanaklık fışkırdı. Devlet, sınıf iktidarının organı görülmemeliydi ve gericilere karşı, ilerici sosyal-reformcu burjuvaziyle ittifak yapılabilirdi. Önemli olan parlamento ve parlamenter kombinezonlardı. Sosyalizm, pekâlâ parlamenter yoldan çoğunluk kazanılarak barışçıl tarzda kurulabilirdi. Zaten üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmin sosyalleşmesine götürüyordu.
Kimi bu denli açık bir Marksizm tahrifatçılığı ile kimiyse barışçıl gelişme ve parlamenter kazanımların rehavetiyle hemen tüm ikinci Enternasyonal partileri, devrimin hazırlanması görevinden uzak durdular, parlamenter örgütlenme ve mücadeleyi hemen tek örgüt ve mücadele biçimi olarak benimsediler. Demokrasinin kazanılması ya da sağlamlaştırılması amacıyla gericiliğe, monarşilere karşı liberal burjuvazi ile ittifak (örneğin Rusya’da Menşeviklerin Kadetler’le ittifakı) burjuvazi ile ayrımı yok ediciydi ve sosyalizmi burjuva limanlara sürükledi. Demokrasi ve özgürlük istemleri ve hatta günlük çıkarlar, proletaryanın kapitalist evrimin ayırt edici özelliklerinden kaynaklanan ve onun devrilmesini zorunlu kılan birincil çıkarlarının önüne geçirilmişti. Bu pragmatist yaklaşım, en özlü ifadesini Bernstein’ın “hareket her şeydir, amaç hiçbir şey” formülasyonunda buldu.
Kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi ve dünyanın paylaşımının artık zora başvurmaksızın yenilenemeyecek olarak tamamlanmış olması, “uygar ülkeleri” tüm dünyayı peşlerinden sürükleyecekleri bir savaşa sürüklerken, Marksizm zemininde boy atan, onu alttan alta yozlaştıran ve bozan oportünizm ve revizyonizm, hemen bütün ikinci Enternasyonal partilerine çöreklenmişti. Ve savaşla birlikte kendi doğallığı içinde gelişerek varması gereken yere vardı: Sosyal-şovenizm, sosyal-emperyalizm. Bolşevik Partisi dışındaki bütün İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist savaşı “kendi” ülkeleri, yani “kendi” burjuvazileri açısından haklı ve meşru göstermeye giriştiler; savaş harcamaları lehinde oy kullandılar ve uluslararası işçi hareketini, birbirinin boğazına sarılan Alman, İngiliz, Fransız vb. burjuvazilerinin çıkarlarına peşkeş çekerek bölüp parçaladılar ve dağıttılar. İkinci Enternasyonal, böylece çöktü. Sınıf mücadelesinin yerine sınıf işbirliğinin geçirilmesi, demokrasiye bel bağlama ve barışçıl yoldan sosyalizm hayalleri de birlikte çökmüştü. Bu, sosyal demokrasinin ilk iflasıydı.
Sosyal şovenizme dönüşerek iflas eden uluslararası oportünizmin işçi hareketinde yol açtığı bölünme, işçi sınıfı içinde, sömürgelerden elde edilen tekel kârlarından kırıntılarla beslenen ve sınıf içinde burjuvazinin  kâhyalığı”nı yapan aristokrat tabakanın çıkarlarının sınıfa dayatılması sonucuydu. Burjuvaziyle sınıf işbirliği ve kapitalist çıkarlarının ve sistemin devamının savunulması, “çözümün” sistem içi “demokratik” kanallarda aranması, işçi aristokrasisi yanında “demokrasinin” nimetlerinden yararlanan ve sendikaların yönetimlerine kurulmuş sendika bürokratları ile basın, parlamento, çeşitli türden birlikler gibi burjuva yasallığının ve demokrasisinin kurumlarında ayrıcalıklı yerler tutmuş ve kapitalist sistemin olanaklarından kırıntılar olarak yararlanmış, memurlaşmış işçilerin tutumuydu ve işçi sınıfının bu küçük burjuva tabakasının çıkarlarını ifade ediyordu.
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ekonomik temeli aynıdır” diyen Lenin şöyle devam ediyordu: “Ayrıcılıklı isçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük burjuvazinin ortak çıkarları: Yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan yararlanarak öteki ulusları soymasından paylarına düşecek kırıntılar…”(1)
Bu tabaka, önce sömürgecilik siyasetinde en ileri gitmiş İngiltere’de sonra da emperyalizm döneminde tüm belli başlı büyük devletlerde tekel kârlarından paylar dağıtılıp satın alınarak oluşturulmuş burjuva işçi partilerinin sosyal temeli olmuştur. Marksist partileri bölerek oluşan, işçi sınıfı içinde onun burjuva aristokrat tabakasına dayanarak örgütlenmiş, burjuva yasallığının güç verdiği burjuva işçi partilerinin temel görüşleri ve kullandıkları kavramlar başlıca olarak şöyleydi: Sınıf işbirliği, kapitalizmin kendisini onarma gücüne sahip olduğu, reformlar için mücadele yürüterek onu sosyalleştirmenin olanaklı olduğu, demokrasinin bunun için uygun zemini sağladığı ve bu zemin üzerinde alt üst oluşlara, devrimlere ve zora gerek olmaksızın, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gerekmeksizin sosyalizme ulaşılabileceği vb. vb. Lenin, bu partiler hakkında şunları söylüyor:
“Önemli olan şu ki, iktisadi olarak, işçi aristokrasisinin bir katmanının burjuvaziden yana geçmesi erginlik çağına ulaşmış ve gerçekleşmiş bir olgu haline gelmiştir ve bu iktisadi olgu, sınıf ilişkilerindeki bu yer değiştirme, herhangi bir özel ‘güçlükle’ karşılaşmaksızın, şu ya da bu biçim altında, siyasal biçimini bulacaktır.
“Yukarıda değinilen iktisadi temel üzerinde, modem kapitalizmin siyasi kurumları -basın, parlamento, birlikler, kongreler vb.- saygıdeğer, uysal, reformcu ve yurtsever memur ve işçiler için, ekonomik ayrıcalıklar ve sus payları yaratmıştır. Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve çeşitli komitelerde, legal olarak yayınlanan “saygıdeğer” gazetelerin yazı kadrolarında ya da bundan daha az saygıdeğer olmayan yönetim kurullarında ve “burjuva yasalarına bağlı” sendikalarda kârlı ve tatlı işler? Emperyalist burjuvazinin, ‘burjuva işçi partilerinin’ temsilcilerini ve destekleyicilerini çekmek ve ödüllendirmek için kullandığı olta işte budur.” (2)
Devam eden Lenin, “siyasal demokrasi makinesi de aynı yönde çalışır” der, “zamanımızda seçim olmadan bir şey yapılamaz; yığınlar olmadan bir şey yapılamaz. Ve bu basın ve parlamentarizm döneminde, geniş bir biçimde dallanıp budaklanmış, sistemli bir biçimde düzenlenmiş, iyi donatılmış dalkavukluk, yalan, sahtekârlık sistemi olmaksızın, geçer akçe ve yaygın sloganlarla hokkabazlık yapılmaksızın ve -burjuvaziyi alaşağı etmek için devrimci savaşımı reddettikleri sürece- sağda ve soldaki işçilere her türden reformlar ve nimetler vaat edilmeksizin yığınların yandaşlığını kazanmak olanaksızdır. Bu sisteme ben, ‘burjuva işçi partisinin’ klasik toprağında bu sistemin en önde gelen ve en hünerli temsilcilerinden biri olan İngiliz Bakan Lloyd George’un adına ithaf en, Lloyd Georgeculuk diyeceğim. Birinci sınıf bir burjuva dalaverecisi, kurnaz ve politikacı, istediğiniz çeşitten hatta işçi dinleyicilere devrimci türden nutuklar atan bir halk hatibi ve toplumsal reformlar adı altında (sigorta vb.) uysal işçilere hesaplı bir sus payı elde etme yeteneğinde olan bir adam, Lloyd George, burjuvaziye büyük bir başarıyla hizmet ediyor, burjuvazinin etkinliğini, onun en çok gereksinim duyduğu yere ve yığınları törel olarak boyunduruk altına almada en çok güçlükle karşılaştığı yere, tam da proletaryaya taşıyor.” der. (3)
İşçi ve emekçileri çeşitli reform yönelişleriyle yatıştırarak sınıf işbirliğini tezgahlayan ve yığınların darbelerinden korumaya yöneldiği kapitalist sistemi dayanıklı kılmaya, korumaya ve hatta sağlamlaştırmaya çalışan burjuva işçi partisi, böylelikle kendi sus paylarını ve ayrıcalıklarını kazanarak ve garanti ederek sistemin ayrılmaz bir parçası olur. Çıkarları kapitalizmin çıkarları ile birleşmiştir; politikası burjuvaziye yaslanır; onun işçi politikasını izler. İşte bu parti sosyal demokrat partidir.
Ekim Devrimi’nin zaferi, Rusya’da kapitalizmin devrilmesi ve dünyada ilk kez proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra, Marksizm’in yozlaştırılması zemini üzerinde doğmuş ve gelişmesi sürecinde tamamen burjuvazi ile birleşmiş, bir burjuva işçi partisi haline gelmiş sosyal demokrasi daha da gericileşti.
Burjuva işçi partisi olan sosyal demokrat partiler, Ekim Devrimi’nde, kendi varlık nedenlerine yöneltilmiş ölümcül bir saldın gördüler. Devrim, işçi sınıfının önüne burjuva demokrasisi, parlamentarizm ve reformcu sahtekârlığın ötesinde bir başka yol ve örnek koymaktaydı. Demokratizm ve burjuva diktatörlüğü ile Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü farklı dünya olarak karşı karşıya gelmiş ve sosyal demokrasi, sınıf mücadelesi ve bunun sonucuna vardırılması, yani devrim ve proletarya diktatörlüğü ve sermayenin mülksüzleştirilmesi (zoralımı) karşısında geleneksel hale getirdiği konum ve politikalarını sürdürerek sınıf işbirliği ve burjuvazi ile birliği Ekim Devrimi ve proletarya diktatörlüğüne yönelik kapitalist kuşatma ve saldırganlığın ideolojik ve pratik/politik açıdan somut olarak desteklenmesine vardırmıştı. Sosyal demokrat partiler, bir yandan proletarya diktatörlüğüne karşı burjuva demokrasisini savundular, öte yandan da 1918-20 yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı askeri müdahalenin gerçekleştirilmesinde kendi burjuvazilerine yardım edip destek oldular.
Avusturyalı sosyal demokrat Otto Bauer, “Sosyalizme Giden Yol” broşüründe, kendi ülkesinden meslektaşı Scheidmann saldırganlığa açık destek sunarken şöyle yazıyordu: “Mülksüzleştirme… kapitalist ve feodal, özel mülkiyete vahşi bir biçimde el koyma biçiminde gerçekleşemez ve gerçekleşmemelidir; çünkü bu biçimdeki bir el koyma, ancak üretim araçlarının büyük bir tahribatı pahasına gerçekleşebilir; bu durumda halk kitleleri bizzat sefalete sürüklenir, milli gelir kaynakları sarsılır, Mülksüzleştir enlerin mülksüzleştirilmesi daha çok, düzenli, sistemli bir biçimde yapılmalıdır.” (4) Savunduğu, mülksüzleştirmenin bir devrim ve zoralım olmadan vergilendirme yoluyla yapılması, sosyalizme “barışçıl” geçilmesidir.
Kapitalizmin “ultra emperyalist” barışçıllığı ve koşullarını oluşturduğu sosyalizme dönüşme olasılığı üzerine yazan Kautsky de, proletarya diktatörlüğü karşısında aşırı saldırgan bir tutum benimsemiş Ebert ve Noske’ye ve Alman burjuvazisine destek sunarak, “Proletarya Devrimi ve Programı” broşüründe benzer görüşler ortaya koymuştur: “Proleter bir rejim, sabotaj girişimlerine gereksinme duyan kapitalistlere başarıyla karşı koymak istiyorsa, o zaman onlara, işletmelerinin aralıksız gelişmesinde ve sürekli daha iyiye gitmesinde çıkarlarının olduğunu telkin etmelidir. Toplumsallaştırılan her işletmeye el konulursa bu olanaksızdır. Bu yalnızca, toplumsallaşmaya başladığında, işletmeyi ucuz bir teminat karşılığı devralmakla olanaklıdır. Yani bu teminat, işletmelerin zamanın düzeyinde tutmuş, iyi bir ticari başarıyla yönetmiş olanlar için bir ödül olmalıdır… Bunu yaparken ekonomik sarsıntılardan ne kadar kaçınılırsa, ne kadar karşılıklı anlayışla bu iş halledilirse, teminatla da olsa, zorla mülksüzleştirmeden ne kadar kaçınılırsa, o kadar iyi olur.” (5)
Sosyalizme burjuvazi ile işbirliği içinde karşılıklı anlayışla “barışçıl” geçiş, proletarya diktatörlüğü koşullarında, artık ona yöneltilmiş kapitalist saldırıların açık savunuculuğuna dönüşmüş; örneğin mülksüzleştirme tartışmaları, proletarya devrimlerinden ve hazırlığından uzak tutuluşu, günlük çıkarlarının reformlar yoluyla karşılanabileceği, sosyalizmin ise barış içinde geleceği hayalleri ile aldatılırken yürütülen teorik bir tartışma olmaktan, son derece pratik ve proletarya diktatörlüğüne karşı saldırıda bulunan burjuvaziye somut olarak sunulmuş desteğin gerekçelendirilmesi boyutuna yükselmiştir. Artık, Ekim Devrimi ile birlikte, burjuva demokrasisi ile yetinme ve barışçıl hayallerden, onu proletarya diktatörlüğü karşısında ve burjuvazinin peşinde savunma ve koruma sosyal demokrasinin temel yaklaşımı olmuştur. Kapitalizm ve burjuva demokrasisi hayranlığı, tam ve pratik bir karşıdevrime götürmüştür.
Bu, Sovyet Rusyası’na karşı sosyal demokrasinin aldığı tutumla sınırlı kalmamış, emperyalist savaş ve Ekim Devrimi’nin olağanüstü derinleştirdiği kapitalizmin krizi koşullarında gericileşmesinin doruğunda sosyal demokrasi, burjuva diktatörlüğünün temel dayanağı haline gelirken, proleter devrimlerin patlak verdiği ülkelerde; Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya ve Finlandiya’da, ayaklanmış işçi yığınlarının cellâtlığını yapmıştır. Burada sosyal demokrasinin anavatanı ve Spartakistler’in silahlı başarıcısı Ebert’le Noske’nin adını anmalıyız. Bu, kuşkusuz sosyal demokrasinin bir başka iflasıdır. “İşçi partisi”, işçi devletine karşı açılan sefere katılmış ve işçi ayaklanmalarını kanla bastırmıştır.
Almanya örneğini alırsak, ardından, kriz ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi koşullarında sosyal demokrasinin yaşadığı bir başka iflas ve çözülmesi gelmiştir. ‘70’lerde Almanya, bir yandan Versay Kölelik Anlaşması’nın mahkûm ettiği onursuzluk ve aşağılanma koşullarını yaşarken bir yandan da kapitalizmin krizi ve dizginsiz enflasyon koşullarında, tahrip edilmiş üretici güçleriyle emekçi kitleler için tam bir cehennem halini almıştı. İşsizlik ve sefalet hem her gün daha çok ilerleyen grev ve gösterilerle işçi sınıfı mücadelesine hem de Versay karşıtlığı ile güç toplayan faşizmin yükselişine götürüyor; sosyal demokrasinin işçilerle burjuvaziyi uzlaştırma, sınıf işbirliği ve barışçıl geçiş hayalleri, hemen tüm ’20’li yıllar boyunca Sosyal Demokrat Parti büyük oy potansiyeline sahip olmasına karşın bir işe yaramıyordu. Aslında yaradığı iş de vardı: Sosyal demokrasi, kapitalist ekonomiyi sağlamlaştırmada burjuvaziyi aktif olarak destekliyor, SPD tek başına ya da ortağı olduğu burjuva hükümetleri aracılığıyla işçi sınıfını kapitalist rasyonelleştirme boyunduruğuna sıkıştırırken, bunun unsuru olarak ücretlerin düşürülmesi ve sosyal sigortalar sisteminin kaldırılması politikasını destekliyordu. Grev kırıcılığını günlük eylemi haline getiren parti, komünistlere ve işçilere karşı tevkifatlar düzenledi, komünist örgütleri (örneğin Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği-faşizme ve faşist teröre karşı savaş örgütü) ve işçi örgütlerini yasakladı. Grev kırıcılığın ötesine geçerek işçi gösterilerini dağıttı ve işçilerin üzerine ateş açtırdı.
Sosyal demokrasiyi Almanya’da faşizmin tırmanışı, kriz ve keskinleşen sınıf mücadelesi koşullarında iflasa ve çözülmeye götüren politikası, ehven-i şer mantığıyla burjuva gericiliğin desteklenmesi, örneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde savaş generali Hindenburg’a oy verilmesi ve faşizmin önüne ona karşı sert mücadele ile değil gericiliğin desteklenip güçlendirilmesi, gerici yasa ve önlemlerin gündeme getirilmesi ile alınabileceğinin düşünülmesi ile faşizmin yükselişini kolaylaştıran gerici önlemlere başvurulması oldu. Sosyal sigorta başta olmak üzere, devrim yıllarında burjuvazinin işçilere vermek zorunda olduğu birçok hak sosyal demokratlar eliyle geri alındı. Anayasa maddeleri ve işçilerin kazanından birbiri ardına ortadan kaldırıldı ve devlet gerici önlemler aracılığıyla adım adım faşistleştirildi.
Sosyal demokrasi, grevleri kırma ve dağıtma, işçi gösterilerini yasaklayıp kovuşturma yanında işçi kitle örgütlerini, sus payı alan yiyici bürokratların önderliğinde çalışamaz hale getirdi ve dağıttı. Devrimci işçileri bu örgütlerden attı ve kendi emri altında merkezileştirilmiş işçi örgütleri ağıyla işçilerin inisiyatifini köreltti; bölüp parçaladığı ve inisiyatifini kırdığı işçi sınıfının, sermaye ve faşizme karşı mücadele yeteneğini yıprattı ve saldırgan faşist çeteler karşısında kararlı bir direniş örgütlenmesini olanaksızlaştırdı. Sosyal demokrasinin bölüp silahsızlandırdığı işçi sınıfı, faşizm karşısında savunmasız kaldı. Ve sosyal demokrat hükümetler, ülkeyi faşizme teslim etti. Faşizm, sosyal demokrasinin burjuvaziye hizmetinin belgesi olarak gerçekleşti.
Sosyal demokrasi, bu tür bir karşı-devrimci politikayı kuşkusuz tekdüze, kendi içinde hiç farklılaşma olmadan izlemedi. Bu politikayı sistemli bir biçimde yürütmek için iki kanadından da yararlandı. Noske ve Kautsky, Scheidmann ve Otto Bauer örneklerinde olduğu gibi, sağ kanat burjuvazisi ile pazarlıklar ve onunla dolaysız bağ açısından vazgeçilmezdi; ama “sol” kanat da işçileri aldatmaya yönelik ince manevralar düzenlemek, görünüşte muhalif bir çizgi izleyerek güncel çıkarlarının savunulduğu görünümü altında, burjuvaziye bağlamak üzere işçileri etkilemeye ve kazanmaya çalışmak açısından gereklidir. Sosyal demokrasi, sınıf işbirliği olan temel işlevini gerçekleştirmek üzere bu iki kanada sahip olmuş, ikisinden de yararlanmıştır.
Almanya’da Hitler’in işbaşına gelmesi, sosyal demokrasinin iflasını kesinleştirdiği gibi, onun tarafından yüceltilen parlamentarizmin de iflası demek oldu. Keskinleşen sınıf mücadelesi, sosyal demokrasinin yüceltilmesine rağmen, onun iflasını dayatmıştı. Ve daha Hitler’in zaferi öncesi, zaten halk temsili ve halk iradesi üstünlüğünün oynadığı rol yozlaşmış, demokratik özgürlükler kısıtlanmış ve yönetmenin, “küçük kabine” vs. türden kulisleri daha belirgin bir şekilde kullanan yeni yöntemleri kullanılır olmuştu. Ama faşizmin zaferi, sosyal demokrasinin iflasıyla birlikte parlamentarizmin de iflasının kesin bir kanıtı oldu.
Sosyal demokrasinin programına ve propagandasına bakılırsa, işçilerin çıkarlarını savunmaktaydı, sömürüye karşıydı ve barışçıl yoldan olacak ama sosyalizmi kuracaktı. Gerçekleştirmeye çalıştığı programına göre, burjuvazi sosyalleşmeye ikna edilecekti. Bu amaçlarla sınıf mücadelesini değil, işbirliğini esas adı. Ama pratiği işçi sınıfına saldın ve onu bölmek, gericiliği geliştirerek, kapitalizmi sağlamlaştırmak oldu. İflas eden, Komintern Programı’nda tanımlanmış şu teorik görüşleriydi:
“Teori alanında sosyal demokrasi Marksizm’i tümüyle gözden çıkarmıştır. Revizyonizm aşamasından geçerek, tam anlamıyla burjuva liberal sosyal reforma ve açıkça sosyal emperyalizme varmıştır. Marx’ın kapitalizmin çelişkilerine ilişkin öğretisinin yerine, kapitalizmin uyumlu gelişimine ilişkin burjuva öğretisini geçirmiş; bunalımlara ve proletaryanın yoksullaşmasına ilişkin öğretiyi rafa kaldırmış; sınıf mücadelesinin savaşçı, alev alev yanan teorisini o mantıksız sınıf barışı vaazına çevirmiş; sınıf karşıtlıklarının keskinleşmesine ilişkin öğretiyi gözden çıkartarak, yerine kapitalizmin ‘demokratikleştirilmesine’ ilişkin ahmakça masalları geçirmiş; kapitalizmde savaşların kaçınılmazlığı teorisinin karşısına burjuvazinin pasifizm dalaveresini ve ‘ultra emperyalizm’ denen şu düzenbazca sureyi koymuş; kapitalizmin devrimci tarzda yıkılışı teorisini çarpıtarak barışçıl yoldan sosyalizm haline geliveren ‘sağlıklı’ kapitalizme ilişkin şu beş para etmez görüşü ortaya sürmüş; devrimin yerine evrimi geçirmiş; burjuva devletin parçalanması yerine onun inşasına aktif biçimde katılmayı; proletarya diktatörlüğü öğretisi yerine burjuvaziyle koalisyon teorisini; uluslararası proletarya dayanışması yerine emperyalist anavatanların savunulmasından söz eden İncil’i; Marx’ın diyalektik materyalizmi yerine idealist felsefeyi ve burjuvazinin masasından düşen dini artıklarla kırıştırılmasını getirmiştir.” (6)

İKİNCİ SAVAŞ SONRASI SOSYAL DEMOKRASİ

Bekleneceği gibi, sosyal demokrasi antifaşist savaşta hiçbir varlık gösteremedi. Faşist ülkelerde ağır illgalite koşullarına dayanamadığı gibi, faşist işgale uğrayan ülkelerde de faşizme karşı savaşmanın zorlukları ona göre değildi. Sosyal demokrasi barış ve sınıfsal uyum için yaratılmıştı; savaşıp kanlarını akıtanlar işçiler ve komünistler oldu; ama savaş sonrasında bu akım, burjuvazinin kanatları altında palazlandı ve giderek, kendisine olan ihtiyaç arttıkça, zaferin meyveleri üzerine çöreklenmeyi becerdi.
Savaş sonrası, burjuvazinin başlattığı antikomünist “soğuk savaş” döneminde muhafazakârlar revaçtaydı; ama burjuvazi, sosyal demokrasinin, artık burjuva liberal bir partiye dönüşmüş de olsa, bir burjuva işçi partisi olarak olanaklarından yararlanmak üzere onu beslemezlik etmedi.
Anavatanında sosyal demokrasi parçalanmaya uğradı. Komünistlerin savaşta ortaya koydukları cesaret ve mücadele gücü, Kızıl Ordu’nun zaferle ilerleyişi ile birleşince Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, Almanya Komünist Partisi’nin çağrısını olumlu yanıtlayarak, iki parti birleşmiş ve Almanya Birleşik Sosyalist Partisi kurulmuştur. SPD lideri Otto Grotewohl Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olmuş; ama Amerikan-İngiliz-Fransız işgal bölgelerinde örgütlenen ve başlarında Kurt Schumacher’in bulunduğu besleme sosyal demokratlar, bu birleşmeye karşı çıkmışlar, böylelikle Almanya’nın bölünmesine de katkıda bulunmuşlardı.
Ama sosyalizm, antifaşist savaştan zaferle çıkmıştı ve uluslararası işçi sınıfı içinde büyük bir prestije sahipti. Varlığı ve etki gücü görmezden gelinemez ve küçümsenemezdi. Bu, burjuvazinin yeniden sosyal demokrasiye ihtiyaç duyuşu ve onu palazlandırmaya yönelişinin olduğu kadar, sosyal demokrasinin görünüşte işçi ve sosyalizm yanlısı görüşlerinin de nedenini oluşturmuştur. Nitekim SSCB ve sosyalizme karşı düşmanca kesin bir tavır alan Kurt Schumacher, gerek SSCB’nin başarıları ve sosyalizmin anayurdunda uygulanmakta olan kolektivizmin dünya proletaryası için bir örnek oluşturması ve işçi sınıfı içinde kolektivist düşüncelerin yaygınlığı, gerekse de geleneksel barışçıl sosyalizmin bir unsuru olarak ulusallaştırma ve toplumsallaştırma yanlısı olarak ortaya çıkmıştır. Ocak ’45’deki ünlü Kiel konuşmasında şöyle söylemektedir:
“Büyük sanayi ve yüksek finansın ulusallaştırılması ve büyük toprak sahipliğinin düzene konması ekonomik acıdan mutlak bir gerekliliktir. Özellikle madencilik, ağır sanayi, enerji üretimi, sanayi, taşımacılık, imalat sanayinin büyük bir kısmı, sigortacılık, bankacılık, yalnızca sosyalizasyon için olgun olmakla kalmamakta; Alman ekonomisinin verimli işleyişi için toplumsallaştırılmalıdır.” (7)
Aynı yönde görüşler, Fransız Sosyalist Partisi’nin İlkeler Bildirgesi’nde yer almış, partinin “amacının kapitalist mülkiyet rejimi yerine, doğal zenginliklerin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetini ve böylece sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasını gerçekleştirecek bir rejim getirmek…” (8) olduğu açıklanmıştır.
Sosyalizmin zaferi ve başarıları, kapitalizm dünyasında bir yandan anti-komünist “soğuk savaş” histerisini yükseltirken, diğer yandan Keynesyen teorilerle “sosyal devlet”e olan ihtiyacı artırmış savaş sonrası girilen refah dönemi ise bu ihtiyacın karşılanmasını olanaklı hale getirmiştir. Bu durum, uluslararası sosyal-demokrasiyi canlandırmamazlık edemezdi. Nitekim sosyal demokrasi, birçok, Avrupa ülkesinde ve buradan yayılarak başka ülkelerde güç toplamaya ve ’60’larla birlikte yine burjuvaziyle koalisyona yöneldi. Artık, işçi ve sosyal adalet ve yine barışçıl sosyalizm demagojisini yapan bir partiydi. Liberalleşmişti; ama yine de işçi sınıfı içinde örgütlenmişti ve sendikalara dayanmaktaydı. Üstelik sosyal demokrasi yeni iltihaklarla da güçleniyordu. “Soğuk savaş”ın yaydığı korku ve yoğun antikomünist kampanya, önce ABD Komünist Partisi ve şefi Browder’in ardından İtalyan Komünist Partisi ve Togliatti’nin “tarihsel uzlaşma” ve Hıristiyan Demokratlar’la koalisyon tezleriyle sosyal demokrasi safına geçişine neden oldu.
’50’lerin ikinci yarısında tarih sahnesine çıkan ve sınıf mücadelesinin gelişmesini baltalayan modern revizyonizm, bir yandan burjuvaziye dev olanaklar sunarken bir yandan da sosyal demokrasinin manevra alanını da genişletti. Sovyet modern revizyonizmi, karşıdevrimci sosyal demokrasiyi etkisizleştirme politikasının yerine onlarla birlik yaklaşımını geçirdi. Bu tutum, Marksizm yolundan sapıklığım ve kapitalizm için ondan yıkıcı bir tehlike gelmeyeceğini gören sosyal demokrasi tarafından olumlu yanıtlandı; Alman sosyal demokrasisinin şefi Willy Brand, yumuşama sürecine katıldı ve “Ostpolitik”i açıkladı.
Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1959 Kasımı’nda Bad Godesberg’de toplanan Olağanüstü Parti Konferansı’nda Temel Programı’nı kabul etti. Burada antikomünizme ve sosyalizmin “demokratik” türüne(!) vurgu yinelendi.
“Biz her diktatörlüğe, totaliter ve otoriter yönetimlerin her türüne karşıyız. Çünkü onlar, insanlık onurunu bozuyor. İnsanın özgürlüğünü ve hukuk düzenini tahrip ediyor. Sosyalizm, yalnızca demokrasi yoluyla gerçekleşebilir ve demokrasi ancak sosyalizm yoluyla tamamlanabilir. ” (9)
Bu programda kamu mülkiyetine vurgu yapılarak, kamu ve özel mülkiyetin bir arada bulunacağı karma ekonomi sistemi öngörülüyor ve bir sosyal haklar sistemi olarak “sosyal devlet” savunuluyordu:
“Devletin sosyal işlevi, herkesin kendi yaşamını özgürce şekillendirmede ve özgür, toplumun ileriye doğru gelişmesinde sorumluluğunu gerçekleştirebilmesi için vatandaşların sosyal güvenliğini sağlamaktır.” (10)
“Üretim araçlarının özel mülkiyeti, sosyali adaletin tesisini engellemedikçe, toplumdan korunma talep edebilir.” (11 )
“Kamu işletmelerinin rekabeti özel işletmelerin pazara egemen olmasını önlemede önemli bir araçtır. Kamu işletmeleri bir bütün olarak topluluğun çıkarlarını korumalıdır. Kamu mülkiyeti, hiçbir modem devletin onsuz edemediği kamu denetiminin meşru bir biçimdir.” (12)
SPD, hükümetten düştükten sonra 1982 Nisanı’nda yayınladığı Münih Deklarasyonu’nda da benzer görüşleri tekrarladı:
“Biz, işsizliği, sosyal çöküntü örneklerini ve kabul edilemez ekolojik yükleri önlemeye yardım etmek için devletin ekonomik süreçlere aktif müdahalesini savunmaya devam ediyoruz… SPD, emeğin partisidir ve daima öyle kalacaktır… Eşitlik ilkesini koruma koşullarında sosyal güvenlik sistemimizi pekiştirmeye hazırız.” (13)
Ama bugün SPD, sosyalizm ve sınıf sözcüklerinden bile tamamen vazgeçmenin ötesinde Hıristiyan Demokratlardan farkını ne programatik ve ne de pratik politika ve eylem düzeyinde açıklayamayacak düzeydedir. Almanya’da burjuva partisinin fraksiyonları arasındaki nüanslar bile silinmektedir. Bu durum, sosyal demokrasinin emekçi kitleler nezdinde etkisizleşmesinde görülmektedir. Oysa artan enflasyon, yükselen işsizlik ve kapatılan işletmelerin sayısının arttığı, sınıf mücadelesinin giderek keskinleşme ve faşizmin yeniden yükselme durumuna geçtiği Almanya’da işçi ve emekçilerin hoşnutsuzlukları artmakta ve grev ve gösterileri yaygınlaşmaktadır. SPD, bu durumda, bir “işçi partisi” olmanın ürünlerini derleyemez olmuştur. Nedeni; CDU (Hıristiyan Demokrat Parti)’dan ne farkı olduğunu işçilere anlatamaması, çünkü böyle bir farkın hemen hiç olmaması; SPD’nin özelleştirmeler, çelik vb. sanayi dallarında işletmelerin kapatılması ve birçok işkolunda yaygın işçi çıkarımı karşısında sessiz kalması, programında yazılı devlet müdahalesi konusunda, özellikle sosyal haklar tümüyle tırpanlanır ve geri alınırken, bu politika ile uyuşması ve karşı tek söz söylememesidir. Almanya’da sosyal demokrasi iflasa gitmektedir. Bu, sivil toplum ve insan hak ve özgürlükleri konusunda “Temel Programı”nda yazılmış olanları çiğneyip yutmasıyla daha belirgindir. SPD ’90’ların başında, yurtdışına asker gönderme, iltica hakkını sınırlandırma ve “şüpheli” kişilerin ev ve işyerlerinin dinlenmesi gibi maddeleriyle Anayasa “reformu”na destek sunduğu da, artık, o çok yücelttiği demokrasi ile de çelişmeye ve tıpkı Hitler’in yükseliş döneminde olduğu gibi, faşizmi kolaylaştıran gerici önlemlere el vermeye ve dolayısıyla işlevsizleşmeye ve iflasa yönelmiştir. Bugün, sosyal demokrasiye can vermiş olan demokrasi ve “sosyal devlet” ilkesini çoktan unutarak, işçi ve emekçilerden kopma yoluna girmiştir.
“Sosyal devlet” karşısında tutum, gerçi sosyal demokrasiye temel sağlayan belirgin bir ideolojik-politik- pratik unsur durumundadır; ancak, ondan kolayca vazgeçmesi, sosyal demokrasinin işlevsizleşmesinin yanında, kendi kararlarını kendisi veren, kendine yeterli bir bütünlük olmadığını da göstermektedir.
Revizyonizmin çöküşü sonrası, sosyalizm ve SSCB’de hâlâ bir ölçüde yaşayan biçimsel kalıntıları karşısında kapitalist burjuvazinin ihtiyaç duyduğu, başka türlü işçi sınıfını denetim altında tutamayacağına inandığı sosyal devlet ilkesi, bütün bir sosyal sigortalar sistemi, işsizlik sigortası, sosyal ödenekler, parasız sağlık ve eğitim vb. unsurları ile birlikte, geçersiz bir maliyet faktörü haline gelmiş ve ideolojik propagandanın gereği olarak da özelleştirme ileri sürülerek Batı değerlerinin üstünlüğünün kanıtlanması yoluna gidilmiştir. Sosyal demokrasi, uluslararası burjuvazinin bu yöneliminin dışında kalmamış, buna karşı çıkma gücünü, kapitalizmin bir aleti ve hâlâ bir ölçüde işçi sınıfına dayanan uşağı olarak kuşkusuz bulamamış, işçilerle ilgisi olmadığını, onlara ihanet içinde bulunduğunu kanıtlamak üzere, burjuvazinin genel yönelişine uygun olarak devlet müdahaleciliği ve sosyal devlet laflarını ağzına almaz olmuştur. Bu, çok söylenen, sosyal demokrasinin bunalımı ve dünya “sofunun açmazının temel unsuru olarak şekillenmiş, sosyal demokrasi ideolojik dayanaksız ve işlevsiz kalmıştır.
Aynı durum, sosyal demokrasinin yönetiminde “refah ülkesi modeli” olarak lanse edilen İsveç’te, İsveç sosyal demokrasisi açısından ortaya çıkmıştır.
İsveç’te 2. Savaş sonrası 30 yıldan fazla hükümet eden ve kapitalizmin savaş sonrası canlanma döneminde belirli bir refahı örgütleyen, kamu yatırımları yanında sermaye işletmeleri üzerinde oldukça ileri boyutta vergilendirme vb. önlemlerle kamu denetimini de sağlayan, sosyal devlet uygulamasını belki de dünyada en ileri ölçüde uygulamaya koyan sosyal demokrasi, artık kendisinin varlık nedenini kaybetme durumundadır. Ne sosyal devlet ilkesi ve ne de devletin ekonomiye müdahalesinin geçer akçe olabildiği günümüz kapitalist dünyasında, İsveç sosyal-demokrasisi de bu genel yöneliminin dışında kalamamış, işlev yitimini ilan noktasına gelmiştir.
Oysa onun da programında, demokrasinin, hem de yalnızca siyasal değil ekonomik demokrasi olarak savunusu yanında devletin ekonomiye müdahalesi, sosyal devletin unsurları olarak sosyalizasyon önlemleri ve en başta işsizliğin giderilmesinin devletin temel görevlerinden olduğu yazılıdır:
1975’de kabul edilen İsveç Sosyal Demokrat Partisi Programı’na göre “SDP, … sınıflara dayalı bir sosyal düzenin yerini, özgürlük ve eşitlik esasına dayanan, birbirleriyle ortaklaşan bir toplumun aldığı bir topluma dönüştürmeyi arzulamaktadır.” (14)
Programda şunlar da yazılıdır:
“Eşitlik hususundaki mücadele, her türlü sınıfsal, ekonomik, sosyal ve kültürel ayırımı hedef almıştır.” (15)
“Üretimden alınan, miktarı giderek büyüyen paylar, kapitalizmin bölüşüm ilkeleri yerine, dayanışma ilkesinden ayrılmadan gereksinimlere göre bölüşülmektedir.” (16)
Burada toplumda yerleşik hale gelen bir uygulama tanımlanmakta ve vergilendirme (ki İsveç’te artan oranlı vergilendirme uygulanıyordu) vb. yasalarla sağlanan fonların sosyal yardım fonları olarak kullanılmasına işaret edilmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, kapitalizm ve sermaye egemenliğinin giderilmediği koşullarda, üretim kapitalist tarzda yapılmakta, ama bölüşüm komünistçe gerçekleşmektedir. Refah döneminde ve “sosyal devlet” uygulamalarının kapitalizmde geçer akçe olduğu koşullarda barışçıl sosyalizm (hatta “komünizm”) üzerine böyle yüksek perdeden konuşan sosyal demokrasi, bugün parlamentoda sosyal hakların kısılması ve ücretlerin düşürülmesi için oy kullanmaktadır. Birkaç madde daha aktaralım sosyal demokrasi programından:
“Sosyal demokrasi; sosyal ve ekonomik ayrıcalıklar ve iktidar konularından (üretim araçları üzerinde) gelen gelir ve refah farklılıklarını kabul etmez.” (17)
“Tüm ekonomik faaliyet alanları çoğunluk denetiminde planlı kaynak yönetimi yoluyla düzenlenmelidir. Bu tür ekonominin hedefi; toplumun üretken kaynaklarının tam kapasite ile kullanımı ve böylelikle herkese iş sağlamaktır.” (18)
“İnsan gereksinimleri artan bir oranda kamu hizmetiyle sağlanmalıdır.” (19)
“Her birey kapasitesine uygun olarak çalışma hayatına katılma hakkına sahiptir.” ve “evrensel çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret” (20)
“Doğal kaynaklar, kredi kuruluşları ve şirketler kamu mülkiyetine dönüştürülecek ya da ortam çıkarları korumak için gerekli olan tam bir kamu denetimine tabi tutulacaklardır.” (21)
Ve program, belirli bir gelir düzeyinin altında vergiden muafiyet, enerji sektörünün kamulaştırılması, parasız eğitim, sağlık hizmetlerinin çok düşük ödemelerle sağlanması, çalışma hayatı ve sosyal haklara ilişkin bir dizi maddeyle devam etmektedir.
Ama İsveç sosyal demokrasisi, hem de hükümette değilken, derinleşen kriz koşullarında dört sağ parti koalisyon hükümetinin getirdiği 1. ve 2. kriz paketlerini onaylayıp oylarıyla desteklediler. Gerekçeleri, “ülke ekonomisini düzlüğe çıkarmak ve krizi atlatmak”tı. Ve işçilere karşı bu sermaye saldırganlığı ittifakını “tarihsel uzlaşma” olarak nitelendirdiler. Daha Carlson başbakanlığındaki sosyal-demokrat hükümet devrilmeden, ücret artışlarını durdurmayı, grev yasaklarını, sosyal hakların tırpanlanmasını öngören bir kriz paketini bizzat sosyal demokratlar hazırlayıp parlamentoya sunmuş, ama işçilerin eylemli ve yaygın karşı çıkıları nedeniyle hükümetten çekilmişlerdi. Sosyal demokrasiye göre de yapacak başka şey yoktu. Çünkü o, kapitalizmin bir aletinden başka bir şey değildi, kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey yapmaz, yapamazdı. Kriz paketi zorunluluktu, yük işçilere yüklenecekti! Oysa programlarında hâlâ “kapitalizmin geniş bir alana yayılmış olan işsizliği ve şahlanmış olan enflasyonu önleme konusunda yapacak pek fazla bir şeyi yoktur” diye yazılıydı. Şimdi kendileri de işten atmalara, ücretlerin sınırlandırılmasına oy veriyorlardı. Bu, iflastan başka bir şey değildir. İşlevsizleşmedir. Ve olanca kamu denetimi ve yatırımları söylemine ve bunların yıllardır uygulanmasına rağmen, özelleştirme İsveç’te de başlamıştır ve sosyal demokratlar bu gelişme karşısında sessiz kalmakta, destek sunmaktadırlar. Sağcı hükümet bu konuda da sosyal demokrasinin desteğini sağlamış, silah sanayisinden, sağlık ve eğitime kadar geniş bir özelleştirme dalgası İsveç’i sarmıştır. Programda çözümsüz olduğu söylenen pazar ekonomisinin kamu yatırımları ve ekonomisinin yerini alması, şimdi dünya kapitalizminin estirdiği rüzgâra kapılan İsveç sosyal demokratlarınca da, işlevsizleşme ve varlık nedenlerini yitirmelerini kabullenmek anlamına gelmesi savunulmaktadır ve sosyal demokrasi, program ve eylemiyle burjuva partisinin diğer fraksiyonlarından ayrılamaz duruma gelmiştir. Artık ne kamu yatırımcılığı ve sosyal demokrasinin alâmetifarikası olan karma ekonomiyi, ne işsizliğin yüzde 12’ye (19 Kasım 1994 itibarı ile) vurduğu bir ülkede “herkese iş” talebini, ne tırpanlanmasına destek verdiği sosyal haklar ve iş güvenliğini alçak sesle bile olsa savunabilmektedir.
Öyle görülüyor ki; Alman ve İsveç proletaryaları başta olmak üzere, dünya proletaryası sosyal demokrasinin ağulayıcı, yatıştırıcı, mücadele yeteneğini bozucu ve inisiyatifini kırıcı belalı görüşlerinin etkisinden, onların iflası dolayısıyla kurtulmaktadır. Ancak bu görüşler, her günkü aydınlatma faaliyeti içinde tüm zehirli sonuçlarıyla birlikte yok edilmez ve işçi ve emekçiler kapitalizm karşısındaki gerçek konumlarına çekilmezse, tarihin gösterdiği gibi başka zararlı sonuçlara götürebilecek ya da yeni koşullarda benzer görüşlerin yeniden yayılmasının önü alınamayacak; ama hepsinden önemlisi proletarya, kapitalizmin zinciriyle bağlı olarak sömürü ve sefalet koşullarında yaşamını sürdürmeye mahkum olacaktır.

TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ
Türkiye sosyal demokrasi söylemiyle ilk kez 1960’ların ortalarında karşılaştı. Sosyal demokrasi sözcüğü, Mustafa Kemal’in başlangıçta milli devrimin siyasal örgütü olarak, ama aynı zamanda yönetici bir devlet partisi olarak kurduğu, devrimin karşı-devrime dönüşmesi sürecinde gericileşip faşist tek parti haline gelen, milli şef faşizminin siyasal örgütü CHP tarafından ortaya atıldı.
Gençlik hareketinin ve ordu alt kademelerindeki reform yanlısı subayların örgütlediği cuntaların faal olduğu ve halk kitlelerinin Bayar-Menderes faşizmine karşı yaygın hoşnutsuzluğunun yükselme ve eyleme dökülme eğilimi gösterdiği koşullarda gericiliğin bir “at değiştirme” hareketi olarak gerçekleşen 27 Mayıs Darbesi sonrasında, darbeye yol açan etkenler nedeniyle, belirli demokratik özgürlüklerin kullanılabildiği bir reform atmosferi doğmuştu. Başta gençlik olmak üzere emekçilerde sol fikir ve akımlara bir eğilim ortaya çıkmış, faşizme karşı yoğunlaşmış tepki, belirgin ve sistemli talepler şeklinde formüle edilmemiş, muğlâk biçimiyle de olsa düzen değişikliği lehinde görüşlerin etkinlik kazanmasının nedeni olmuştu.
İşçiler, ekonomik ve sosyal haklar için grevlere çıkarken TİP kurulmuş ve canlılık ve eylemlilik düzeyi en yüksek olmak üzere gençlik hareketi hızlı ve yaygın bir gelişme içine girmişti. Bu gelişme, Bayar-Menderes faşizmine karşı toplumsal muhalefetle belirli bağlantılar kurmuş CHP’yi de etkileyip onun içinde belirli yansımalara yol açmasının yanında CHP, egemen sınıflar için gelişen işçi ve gençlik hareketi ve sol potansiyeli kanalize edip denetlemeye en yatkın ve yetenekli örgüt olarak görüldü. Tarihsel özellikleri nedeniyle ulusal fikirlere yakın duruyor; geleneksel Kemalist yaklaşım ve tutumlar da, henüz başlıca yönelimi antiemperyalizm olan özellikle gençlik hareketi tarafından benimseniyor ve bu durum CHP’nin toplumsal muhalefet ile bağlantı kurması açısından elverişli bir ortam yaratıyordu.
Ecevit, İsmet Paşa’yı, tarihsel konjonktür ve Türkiye’nin sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından içinde bulunduğu ortam; önce Ecevit’i sonra ikisini birden, sola açılma yönünde ikna etti ve her ikisi de, Paşa’nın güvenilir ellerinde gelişen sınıf mücadelesinin denetim altına alınması ve yatıştırılması ihtiyacını karşılama peşindeki burjuvazi tarafından yüreklendirilip teşvik ve “ortanın solu” ilan edildiler. Uzunca bir süre “ortanın solu” olarak idare edildi, sonra asıl tanımının sosyal demokrasi olduğu söylendi.
Türkiye’de sosyal demokrasi, Avrupa ülkelerinden farklı olarak böyle ortaya çıktı. Marksist kökene sahip olmadığı gibi, onun bozulup yozlaştırılması ve demokratize edilmesi yoluyla da doğmamıştı. İşçi hareketi içinde köklere sahip değildi. İşçi hareketinin içinden gelmemekteydi. Burjuvazinin işçi hareketini saptırma çabasına bağlı olarak dağıttığı kırıntılarla oluşturduğu burjuva işçi tabakasına, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanmıyor, onların burjuvazi ile işbirliği eğilimini ifade etmiyor, bir burjuva ve işçi partisi olarak şekillenmiyordu. Gelişmesi de böyle olmadı. Gerçi CHP, işçi sendikalarında belirli bir etkiye sahip oldu, onların belirli bir kısmının yönetimlerini de ele geçirdi ve işçi hareketini bir şekilde etkiledi; ancak işçileri ne sosyalizmin yozlaştırılmış demokratik bir yorumuna kazanıyor, ne de işçileri düzene bağlamanın aracı olarak, onların ekonomik ve sosyal haklarını demagojik bir biçimde savunmanın ötesinde -amaç ve hedefleri kuşkusuz çarpıtılmış- bir işçi hareketi olarak örgütleniyordu. Ortaya atılan sosyal demokrasi ve bu yönde dile getirilen sloganlar, kuşkusuz işçi hareketinin denetim altına alınıp yatıştırılmasına da yönelikti; ama güncel ideolojik atmosferin de etkisiyle sınıf sözcüğünü bile kullanmayıp tepki ile karşılıyor, işçileri “ayak takımı” olarak görüyor, sadece yatıştırılmaları ve oy deposu olarak kullanılmalarına yatırım yapıyor, sınıf içinde örgütlenmeye eğilim göstermiyordu. Gerçekte bu eğilimi gösterse bile, sahip olduğu ideolojik tutumu, tamamen seçkinci bürokrat burjuva şekillenişi buna elvermezdi. Yine de CHP, bu süreçte belirli bir liberalleşme yaşadı; bürokratik devlet partisi niteliğinden burjuva liberalizmine doğru evrildi.
CHP, özellikle Ecevit aracılığıyla, düzen değişikliğine ilişkin talepler ileri sürdü. “Toprak işleyenin, su kullananın”, “köy-kentler” gibi. Tekellerin egemenliğinin sınırlandırılması ve “düzen değişikliği”, küçük üretici ve orta büyüklükteki sanayicilerin taleplerine sahiplenilmesi gibi şeyler CHP tarafından sloganlaştırıldı. ’71 12 Mart Darbesi’nin ardından “faşizmden hesap sorma” sloganı CHP’nin güç toplamasına neden olan temel etken oldu. İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına ilişkin olanları en arkada kalıyordu. Bir aralar Ecevit ve CHP, o zamanki adı “Ortak Pazar” olan AET’ye girilmesine bile karşı idi ve ülkenin bağımsızlığından yana eğilimler gösteriyordu.
Ancak düzen değişikliğine ilişkin ileri sürülen tüm talep ve sloganlar ve daha bir dizi benzeri, pek tereddütlü olarak ve ürkekçe savunuluyor ve asıl önemlisi, düzen, düzen içinde değiştirilme peşinde reformculuğun en gerisi ve uzlaşmacılığın en kötüsü yapılıyordu.
Değiştirilmesi öngörülen düzen, tekelci kapitalist (ve feodal kalıntıların hüküm sürdüğü) düzendi ve yarı sömürge yapıydı. Ancak bütün reformcular gibi, Ecevit ve CHP de, değiştirmekten restore etme ve aşırı kötülüklerini gidermeyi anlıyordu. Ve uzlaşmacılık ve reformizm bu alanda ortaya çıkıyordu. CHP, Türkiye sosyal demokrasisi, başlıca, işçi sınıfını kapitalizme bağlama ve burjuvazi ile sınıf işbirliğini savunma noktasına bile gelmemişti ve uzlaşma barikatlarını daha geri bir cephe hattında kuruyordu: Emperyalizmle, tekelci kapitalizm ve feodal kalıntılarla uzlaşma. Türkiye’de sosyal demokrasi, sosyalizmin gelişmesini önlemek üzere burjuvazi ile bir uzlaşma arayışı olarak değil, demokrasi mücadelesinin genişlemesini önlemek üzere tekeller ve emperyalizmle, büyük toprak sahipleri ile uzlaşma girişimi olarak yalnızca işçi sınıfını değil, bütün halkı reforme edeceğini ileri sürdüğü düzene bağlama peşindeydi. Bu ideolojik politik tutumu ve belirleyişiyle, Türkiye’de sosyal demokrasi, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanı küçük burjuva tabakanın işçi aristokrasisinin bir akımı olarak değil, tekellerle ve emperyalizmle ve kuşkusuz feodal kalıntılarla belirli çelişmelere, ama onlarla aynı zamanda ciddi ve gelişkin bağlara da sahip olan, düzenden yana, buna rağmen onun aşırılıklarının törpülenmesinde çıkarı olan tekel dışı burjuvazinin, orta burjuvazinin, ama onun en çok uzlaşma ihtiyacı içindeki üst kesiminin bir akımı ve örgütü olarak ortaya çıkmıştı.
Bu akımın “sosyal demokrasi” olarak tanımlanması, kendinden menkuldür. Gerçekte, doğuşu ve gelişmesi dikkate alındığında, kuşkusuz sosyal demokrasi ile ilişkisizdir. Türkiye’de bu akımın hâlâ “sosyal demokrasi” olarak nitelenmesinin başlıca iki nedeni olduğu saptanabilir: Birincisi, bir yanlışın ağız alışkanlığı olarak sürdürülmesi ve ikincisi, sosyal demokrat partilerin gelişmelerinin sonunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında geldikleri burjuva liberal konumlarıyla Türkiye’deki sosyal demokrat akımın oldukça yakın benzerlik içinde olmalarıdır. Sosyal demokrasi tanımının değişmez kalıcılığı içinde değil; ama süreçte gösterdiği gelişme ile anlaşılması durumunda (kuşkusuz doğrusu budur), kökeni, ortaya çıkış ve gelişme süreci ve sınıfla bağları açısından farklılıklar taşınmasına rağmen, sözü edilen Türk akımı da sosyal demokrasi olarak tanımlanabilir.
Ancak, temel yaklaşım ve yönelimleri dikkate alındığında, -Marksizm’e bulaşık kökenleri, hem mevcut düzen hem de kapitalist burjuvazi karşısındaki uzlaşmacılık ve sınıf işbirliği amaç ve tutumları, demokratizmleri ve hem reformize halkçılıkları hem de sınırlı bir burjuva işçi partisi görünümü taşımaları gibi nedenlerle- Türkiye’de sosyal demokrasinin; asıl olarak, kiminin bir dizi keskin söylemi bir yana bırakılırsa (bırakılmalıdır, çünkü politik pratikleri bu yönde değildir) bir kısmı başlangıçtan beri sosyal demokrat gelenekli, diğer bir kısmı ise sosyal demokrasiye sonradan iltihak etmiş ve çoğu kere bu iltihakı yalnızca ideolojik ve politik alanla sınırlı tutmayıp örgütsel alanda da gerçekleşmiş; İP, DSP, Dev-Yol ve Kurtuluş gibi akımlarca temsil edildiği belirtilmelidir.
Sosyal demokrasi Avrupa’da sosyalizmi barışçıl yolla kurmak ve parlamenter iktidar aracılığıyla, vergilendirme, ikna etme vb. yöntemlerle sermayeyi mülksüzleştirerek kamu mülkiyetini tesis etmek, böylece pazar ekonomisine son vererek ve planlı ekonomi aracılığıyla kâr için değil, halkın gereksinimlerinin karşılanması için üretimin ve adil bölüşümün gerçekleşeceği sosyal, demokratik bir düzen kurmak için yola çıkmıştı. Proletarya diktatörlüğüne karşıydı ama sosyalizmi kuracaktı! Bu, kuşkusuz, burjuvazi ile birlik ve işçi sınıfının yatıştırılması yoluyla kapitalizmin sağlamlaştırılması ve savunulması kaygısından kaynaklanan hayaller yayılması yanında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu kapitalizmin dayanıklılığım artırmak üzere aşırı kötülüklerinden arındırılması; bu hayaller ve arındırıcı reformlar aracılığıyla işçi ve emekçi kitlelerin sisteme bağlanması demekti.
Sonra, özellikle 2. Savaş ertesinde, “soğuk savaş” baskısı ve sosyalizmin (proletarya diktatörlükleri ve onun özgül biçimlerinin) yaygınlaşmasından duyulan korku yanında sosyal demokrasinin “kendi deneyiyle pişmesi” nedenleriyle sosyalizm söyleminden vazgeçilirken, ya da bu söylem büyük ölçüde muğlâklaştırılırken; burjuvazinin, sosyalizm karşısında “sosyal devlet”e duyduğu ihtiyaç ve bu dönemde Keynesyen politikalara yönelmesine bağlı olarak, sosyal demokrasi de, mülksüzleştirme ve toplumsallaştırmadan, savaş sonrası programına damgasını vuran ”karma ekonomi” savunuculuğuna, pazar ekonomisinin kabulüne, ama devlet müdahaleciğinin benimsenmesine geçti. Değişiklik, özde değildi, yalnızca biçime ilişkindi. Öz olarak savunulan, yine kapitalizmin sağlamlaştırılmasıydı; bunun için reformlarla düzenlemelerdi. Gelecek tasarımı olarak sunulan hayaller (sosyalizmin savunuluyor gösterilmesi vb.) bir yana, sosyal demokrasinin işlevi ve eylemi amacı ile birlikte değişmemiş, sadece söylem değişikliğine gidilmişti. Konjonktürel değişimler ve burjuvazinin ihtiyaçlarındaki farklılaşma, bu kadar değişikliğe yol açsındı!
Türkiye’de sosyal demokrasi olarak kendisini ifade eden akım, 2. Dünya Savaşı’ndan hayli sonra ortaya çıktığında, bir burjuva liberal akım olarak, sosyal demokrasinin değişen söylemi ile kendi somutluğu açısından uyum içinde oldu; bu nedenle de sosyal demokratlığı tartışılmadı.

TÜRK SOSYAL DEMOKRASİSİ, GELİŞMESİ VE İFLASI
İlk ortaya çıktığında, emekçi halkı ve özellikle gençlik hareketini denetimi altına alma başarısını gösteremeyen sosyal demokrasi, devrimci radikalizm, sınıf mücadelesine damgasını vurup, ’71’de yenildikten sonra gericilik yıllarında derlenip toplandı ve 12 Mart sonrası yapılan ilk seçimlerde sol söylemiyle devrimci radikalizmin sürdüğü toprakta yeşerttiği ürünleri derleyerek hükümet ortaklığı şansını yakaladı. Hem de hükümetin büyük ortağı oldu. Ama ’75 ile birlikte işçi ve halk hareketinde görülen yeniden canlanma, sınıf çelişkileri ve mücadelesinin ciddi bir keskinleşme içine girmesi, CHP’nin ortamın devrimcileşmesinden duyduğu korkuyla gericiliğe ve gerici önlemler almaya yönelmesiyle birleşince, giderek emekçi kitleleri denetim altında tutar olmaktan çıktı. Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları ’70’lerin ortalarından itibaren kötüleşmeye başlamıştı. Sömürü oranı yükselmekte, gerçek ücretler düşmekte, işsizlik artmakta ve demokratik hak ve özgürlük kırıntıları saldırıya uğramakta ve gasp edilmekteydi. Tekelci sermaye ekonomik ve siyasal saldırısını tırmandırmakta, diktatörlük ve sivil faşist çeteler, işçilere ve halka saldırmaktaydı. Buna karşılık grev ve gösterilerin sayı ve niteliği yükselmekte, sermaye ve faşizmin saldırısına karşı direniş gelişmekteydi. Bu durum, uzlaştırıcı işleviyle sosyal demokrasinin umut olmaktan çıkması ve işlevini gerçekleştirememesi yönünde rol oynadı. İşçi ve emekçi hareketi, tavizler ve reform önlemleriyle yatıştırılamayacak bir gelişme göstermekteydi. Faşizm, zor yoluyla düzenin istikrarını sağlamaya yönelirken, tavizler yoluyla sistemin istikrarının sağlanması ve sürecin yönünün değiştirilmesi olanağı, aynı anlama gelmek üzere, sosyal demokrasinin manevra olanağı olağanüstü daralmış ve sınırlanmıştı.
CHP, açık faşist darbeyi kolaylaştıran gerici önlemlere başvurmaktan başka bir şey yapamadı. Düzen savunuculuğu, tüm “değişiklik” ve reform söyleminden vazgeçerek “toplumsal anlaşma” (ekonomik ve sosyal hak talepleri ve grevlerin durdurulması amaçlı işveren ağırlıklı karar yetkili bir kurul kurulması içerikli) ve “eşel-mobil sistemi” (ücretlerin enflasyona endekslenmesi yoluyla dondurulması) önlemleriyle ekonomik ve Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan ederek siyasal saldırının önünü tümüyle açtı, uzlaştırıcılıktan saldırgan cepheye geçti. Bu gelişme, Türkiye’de sosyal demokrasinin iflasına giden yolda atılmış ilk temelli adım oldu.
Ecevit’in sözü edilen önlemlerinin ardından, önce 24 Ocak “Paketi” ve sonra 12 Eylül geldi.
Uzlaştırıcılık sökmemiş, ’79 seçimleri (devrimci ve komünistler boykot etmiş ve boykot ciddi bir etki sağlamıştı),-sosyal demokrasinin emekçi kitlelerin önemli ölçüde sosyal demokrasiden kopup uzaklaştığını göstermişti. Kitleler aynı zamanda parlamento ve düzenden de kopma eğilimi içindeydiler. Gelişme, sosyal demokrasinin iktidarsızlığı ve işlev kaybını da göstermek üzere, faşist darbe ile önlendi.
Görece uzun ve zorlu geçen karanlık gericilik yılları sonrasında sosyal demokrasi, yeniden ve bu kez, faşist cuntadan icazetle örgütlendi. Sosyal demokrasinin bir kez “çivisi çıkmıştı” ve hiç sorunlu örgüt olmaktan kurtulamadı, en çok kendi içinde uğraştı ve emekçilerin talepleriyle hemen hiç ilgilenmedi. Gerçi, 12 Eylül’e ve uygulamalarına duydukları tepkiyle emekçi kitlelerinin belirli bir bölümü, sadece, “sosyal” ya da “halkçı” gibi adlar kullanmaları dolayısıyla sosyal demokrat partilere oy verdiler ve destek sundular; ama baştan beri bu partiler hakkında pek de umut beslemediler.
Sosyal demokrasi bu kez ürküntü içindeydi ve “akıllanmıştı”; Ecevit’in 12 Mart karşısında diline doladığı (ama çabuk vazgeçtiği) “faşizmden hesap sorma” sözcüklerini ağzına bile almadı, 12 Eylül Cuntası ve uygulamalarına tek bir eleştiri bile yöneltmedi. Uzlaşma hattını olağanüstü geri mevzilerde kabul ederek daha baştan işlevsizliğini kabullendi. Buna rağmen ehven-i şer yaklaşımı ve “acaba sonradan sahiplenir mi” beklentisi ile yine de kitlelerden belirli bir oy aldı. Cuntanın adamı Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si, hemen hiçbir örgütlenmesi olmamasına rağmen, sadece “köprüyü sattırmam” lafı ile yüzde 30 dolayında oy alırken; sonradan SHP, daha incelikli ve örgütlü birkaç iyileştirme talebi ile bu düzeye yaklaştı.
Yerel yönetim seçimlerinde önemli bir başarı elde ederek büyük şehir yönetimlerini elde etmesinin ardından SHP, kendisini gölgede bırakan demokrasi havariliği ile birinci parti olarak son genel seçimlerden galip çıkan Demirel/DYP ile koalisyon kurarak hükümet ortağı oldu. Burjuvazi, girilen istikrarsızlık ve bunalım döneminde sınıf mücadelesinin yükseleceğini hesap ediyor ve SHP yatıştırıcılığından gayret bekliyordu. SHP’nin, alay edilip itilip kakılsa da, bu beklentiyi tümüyle boşa çıkardığı söylenemez.
Ama asıl beklenti, DYP-SHP Hükümeti’nin nispi bir demokratik ortam sağlayacağı şeklinde ortaya çıktı. Başta geniş aydın çevre olmak üzere, sınıf mücadelesine, işçi sınıfı ve halka inancını kaybetmiş 12 Eylül kılıç artıkları, Devrimci Yol’dan İP’e kadar hemen tüm “sol” yelpaze ve hatta (ulusal mücadeleye, amaçlarına, onun yol ve yöntemlerine yaklaşımını da göstermek üzere) seçimlerde SHP ile ittifak yapan ve onu açıktan destekleyen PKK, bir terör hükümeti olarak kurulan DYP-SHP Hükümeti’nden demokrasi beklentisinin yayıcısı oldular.
Hemen tüm “sol”u kucaklayan bu beklenticiliğin işçi ve emekçi kitlelerin özellikle geri kesimlerini etkilememesi düşünülemezdi. “Sorunları çözmek için zamana ihtiyacı olduğu” propagandası ve bunun demokrasinin “son şansı” olduğu tehdidi ile kitlelerin bu beklentisi belirli bir süre uyuşturuldu.
Emekçi kitleler, propaganda edilenlere pek inanmıyor, birbirinden hemen hiç farkı görünmeyen partilere güvenmiyor, umut bağlamıyor, ama yine de ekonomik ve siyasal acil taleplerinin belki kısmen karşılanabileceği beklentisiyle, acabalı tereddütlerle de olsa olacakları gözlüyordu. Ne ekonomik ve politik istikrar gerçekleşebildi, ne de kitleler acil taleplerine kısmen de olsa kavuşabildiler; ancak bu beklenti bile, kitle hareketinde geçici bir gerilemeye neden oldu.
Sonuç, birbiri ardı sıra yeni saldırı paketlerinin devreye girmesi oldu. Sermaye ve faşizmin ekonomik ve siyasal saldırıları sürdü. Sık sık yapılan zamlar, 5 Nisan Paketi ile doruğuna çıktı. İşletme kapatmalar ve büyük sayılarla işçi çıkarmalar gündeme getirildi. En son özelleştirme, yasaya bağlandı. Sendikal örgütlenme yok edilmek isteniyor. “Terör Yasası” ve CMUK ile ne düşünce ne de örgütlenme özgürlüğü kaldı. “Demokratikleşme paketi” olarak propaganda edilen şey, yalnızca, adı Avrupa kamuoyuna mal olmuş birkaç aydının cezaevinden çıkarılmasına indirgendi. DYP-SHP Hükümeti’nin ürünleri, demokrasi yerine gericiliğin tırmandırılması, insan haklarına, en başta yaşama hakkına azgın bir saldırı, her gün onlarca insanın öldürülmesinin propaganda edilmesi, köylerin içinde insanlarla birlikte yakılması, ülkenin büyük bir bölümünün savaş alanı olarak muamele görmesi, acil taleplerin gerçekleştirilmesi yerine zamlar, özelleştirme ve bir yılda 1 milyondan fazla işçinin işten atılması, sosyal hak adına hemen hiçbir şey bırakılmaması oldu.
Demokrasi ve “Kürtlere şefkat” vaatleri ile işbaşına gelen hükümet, ülkenin bugüne dek görmediği bir terör ve kitlesel kırımın uygulayıcısı durumunda. İşbaşına gelmesinden bu yana Kürt illerinde yok etme seferleri düzenlenmesinin resmi sorumluluğunu taşıyor,
Ve krizin derinleşip sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, mücadelenin şiddetlenme eğilimi göstermesi koşullarında, DYP bir yana, ondan hiçbir konuda hiçbir farkının olmadığını ortaya koymuş, sermaye ve faşizmin bütün saldırılarının altına onunla birlikte imza atan, tekleşen düzen partisinin bir fraksiyonu durumundaki SHP (ve ondan farkını, şimdiye kadarki demagojik açıklamalarının ötesinde, bugünlerde giderme peşinde olan CHP ve sosyal demokrat söyleme bile yabancılaşmış DSP) “politikaları” ve uygulamalarıyla kendisini inkâr etmiş, işlevsizliğini ve iflasını kabul etmiş durumda gözüküyor.
Belediyelerde yolsuzluğa gömülüyor, oralı olmuyor; programında reddettiği özelleştirmenin imzacısı oluyor, aldırmıyor; sosyal demokrasi adına 5 Nisan Kararları’nı savunuyor, utanmıyor; demokrasi ve özgürlük yerine “terör yasası” ve terörün yaygın uygulanması ve katliamların kanma batıyor, bununla “solculuk” taslıyor; her gün onlarca ölümle insan haklarının ırzına geçiyor, batıyor; insanlık adına konuşmaktan gen kalmıyor, buna yüzsüzlük denir. Bir başka adı da iflastır. Ve iflas, yüzde onların altına düşen oy oranı ve burjuvazinin emekçi yığınların yatıştırılması açısından artık kendisine pek ihtiyaç duymayarak yeni hükümet alternatiflerini sesli düşünmeye yönelmesiyle belirgin şekilde görünüyor.
Yine de programından alıntılarla hükümet ortaklığının kriz ve çelişkilerin keskinleşmesi koşullarında iflasa sürüklediği sosyal demokrasinin ideolojik tutumları ile uygulamaları arasında bir karşılaştırma yapma olanağı sağlayalım.
Ancak geçmeden belirtilmelidir ki, sosyal demokrasinin Türkiye’deki iflası, uluslararası iflasından, onun temel bir nedeni olan revizyonizmin çöküşü sonrası dünya burjuvazisinin “sosyal devlet”e olan ihtiyacının ortadan kalkmasından ayrı düşünülmemelidir, düşünülemez. Bu uluslararası etkenin de manevra alanını olağanüstü daralttığı sosyal demokrasinin Türkiye koşullarının özel olarak dayattığı iflası, onu sıfırı tüketme noktasına getirmiştir.
SHP’nin uygulamalarıyla iflasını ilan ettiği programında şu tür maddeler bulunuyor:
“İnsana en üstün değer… I Her günkü ölümler, issizlik, sefalet/”(SHP Program Uygulama Politikaları, Mart 1991, s.13)
“Gücünü halktan alan,”/ “delege ağaları, ihaleler, seçkincilik”! (s.13)
“İnsan haklarına, özgürlüklerine ve emeğine saygılı,/ Gülmek mi ağlamak mı gerekli? İşkence, “yargısız infazlar”, köy yakmalar, düşünce suçları, hapis, gazete, dergi ve kitap toplatmalar, toplantı ve grev yasakları, işten atmalar, emeğin değersizleşmesi, sefalet.” (s.13)
“Demokrasiyi yaşamın her alanına yayan,/ o kadar yayılmış ki bulunamıyor?” (s.13)
“Haksız kazancı önleyen,/ spekülasyon, faiz ve rant gelirlerinde artış, ISKI ve diğer yolsuzluklar/” (s.13)
“Ulusun bağımsızlığını güçlendirme…/ IMF diktelerini kabul, NATO’ya bağlılık özelleştirilecek işletmelerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi!” (s.13)
Bunları programın giriş bölümünden aktardık. Bu kadar yalanı bir arada görmeyen bu bölüme bakmalı.
“Toplumda, kişiler arasında özgürlüklerini kullanma, haklar ve siyasal katılma olanakları açısından hiçbir ayrım bulunmamalıdır./ MGK Cumhuriyetine karşı çıkmayış. Denetimsiz Kontrgerillaya söz etmeme. Komünist Partisi ile Kürt Partisi’ne yasak karşısında sessizlik/” (s.14)
“Emek en yüce değerdir/ Emeğe bunca saldırganlık üstüne bir de alay!” (s.15)
“… Üretimden hakça pay… ! Üçte birin altına düşen gerçek ücretler, artan sömürü oranı, asgari ücretin vergiye tabiliği!” (sf. 15)
“Bağımsızlığın korunması, ekonomik bağımsızlığın da gerçekleştirilmesiyle olacaktır./ IMF, özelleştirme, yabancı sermaye./”(sf. 17)
“/SHP/ Her türlü sömürü ve yayılmacılığa karşıdır./ Dilin kemiği yok! Sömürü karşıtlığını bırak, sömürünün oranının yükselişini durdur.’/” (sf.20)
“Sağlıklı bir demokrasinin oluşmasında, tekelleşmiş özel kesimin dışında kalan bütün grupların, özellikle küçük üretici ve girişimcilerin, esnaf ve zanaatlar ile memur ve işçilerin ekonomik gücünün geliştirilmesi gereklidir. /Doğru söze ne denir? Ama neden tersini yapıyorsunuz?/” (sf. 21)
“SHP devletçidir./ Öyleyse neden özelleştirme?/” (sf. 21)
“… Katılımcı bir planlama ve karma ekonomi düzeni…/ Plana ve kamu mülkiyetine ilişkin her şeyin sosyal demokrasi imzasıyla yok edilmek üzere masaya yatırıldığı biliniyor./” (sf. 21)
Ve işte SHP’nin özelleştirme imzasına “dayandırdığı” programının temel görüşler bölümünün ilgili maddesi: “SHP, kalkınmayı hızlandırmak, ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonominin işlerliğini sağlamak ve geliştirmek için gerekli gördüğü alanlarda devletin doğrudan üretim işlevlerini yüklenmesinin toplum yararına olduğuna inanır. SHP aşağıdaki üretim alanlarına devletin doğrudan girmesini öngörür: /Devletin kapitalizmin geliştirilmesi ve korunmasında yardımcı ekonomik işlevi olarak devlet müdahaleciliğinin alanları sayılır ve eklenir: /Devlet, üretimini esas olarak KİT’ler aracılığıyla geliştirecektir. I Hem devlet müdahaleciliğinin hem de KİT’lerin idam kararını imzalayan aynı SHP’dir.” (sf. 25-26)
“SHP, özel kesimde tekel rantlarını önlemek ve tüketicinin korunmasını sağlamak üzere önlemler getirecektir./ En çoğu spekülatif alanda olmak üzere tekel rantlarından geçilmemekte ve SHP aklına gelen tekelin aklına geldiği zaman yaptığı zamlara olanak tanıyan iki hükümet ortağından biridir.”
“SHP, demokrasinin gerçekleşmesini güçleştirici tüm ekonomik, toplumsal ve yasal engellerin kaldırılmasını devletin görevi olarak görür. “Tam görevin devlete tevdi edilmesi nedeniyle bu alanda bir şey yapılmamakta siyasal toplumsal olanlar bir yana 12 Eylül Anayasası başta olmak üzere demokrasi düşmanı yasaları, zaman zaman ve alçak sesle demagojik bir eleştiriye tabi tutmakla yetinmekte ama katiyen eyleminin konusu edinmemektedir. Bu alanda ANAP ve DYP’den bile geridedir I” (sf. 29)

“SOSYAL DEVLET”
“SHP, devletin vatandaşların toplumsal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenerek, onlara onurlu bir yaşam düzeyi sağlamakla yükümlü olmasını öngörür. SHP, devletin sosyal olma niteliğinin gerçekleşmesinde sosyal adalete dayanan bir kalkınmanın önkoşulu olduğuna inanır. Sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için kalkınmayı, gerçek bir kalkınmanın olabilmesi için de adil bir gelir dağılımını gerekli bulur. I Tüm bu alanlarda iflası kanıtlamaya gerek var mı?/” (sf. 30)
“SHP, halkın temel sağlık gereksinimlerinin devlet tarafından ve ücretsiz olarak karşılanması gerektiğine inanır./ Sağlık alanı da özelleştirilmektedir ve tümüyle paralı kılınmıştır./ “(sf. 31)
“SHP, Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni hızlı ve belirli yapıda bir sanayileşmenin gerçekleşmesi için en güçlü araç olarak görmektedir./ Bu nedenle ölüm kararlarına imza atmıştır./ ” (sf. 60)
“IMF, Dünya Bankası ve benzeri kuruluşlarla ilişkilerinde bu kuruluşların Türkiye’ye, ‘ekonomi politikası’ benimsetmelerine izin verilmez./ 5 Nisan Kararlarının IMF direktifi ile alındığı ve bu hükümet döneminde Türkiye’nin en dışa bağımlı dönemini yaşadığı biliniyor./ ” (sf. 103)’
“… Kamu yararını gözeterek görev yapan güçlü bir bankacılık sistemi amacımızdır./ İki kamu bankası dışında bütün diğerleri özelleştirilmektedir.(sf. 117)
“… Yüksek faiz politikasına son verilecektir./ yüzde 400’ü aşan faizleriyle hazine bonoları vb. bu hükümetin marifetidir./” (sf. 129)
“Tam istihdam hedeftir. SHP herkese, eğitime, bilgi birikimine, yeteneklerine göre iş sağlamayı devletin görevi sayar./ Bırakalım yetenek sorunu ve mühendislerin işportacılık yapmasını, bu hükümet döneminde milyonlarca işçi işten atıldı./” (sf. 132)
“SHP, herkesin sosyal güvenlik sistemi kapsamına alınmasını amaçlar./ işverenin primlerini ödememesi sonucu SSK iflas durumundadır./” Sf. 132)
“… Sendikalaşma, toplusözleşme ve grev hakkının yaygınlaştırılması ve giderek tüm çalışanları kapsaması…/ Bu hak sınırlanmıştır./ ” (sf. 145)
“… Kişilerin eşitliğini ve özgürlüğünü sağlayan ölçülerden biri hukukun üstünlüğüdür./ Bu nedenle “Terör Yasası”nda adi ve siyasal suçlular çifte standarda tabi tutulmuştur!/” (sf. 253)
Bunlar ilk bakışta seçilenler. SHP bütünüyle bir yalan kumkuması ve iflas durumundadır.
Sosyal demokrasinin programıyla bütünüyle zıt uygulamalarının, hükümete ancak ortak olarak katılması gerekçe gösterilerek açıklanmaya çalışılması ve aksi durumda sağın hükümet olacağı korkuluğunun sallanması tam bir sahtekârlıktır. Programı tamamen düzenbazlık oyunu olmayan hiçbir parti tam tersini uygulamak üzere hükümet olmaz. Bu yalnızca sosyal demokrasiye değil, ama en çok ona özgüdür. Burjuva düzen partileri muhalefette güç toplamak üzere başka, hükümet ettiklerinde ise başka tablolar çizmekte ve uygulamalar göstermektedir. Bu, halkı aldatarak oyunu almaya çalışan tüm düzen partileri açısından geçerlidir. Ancak “düzen değişikliği” yönünde açıklamaları ve hükümet olduğunda düzeni sağlamlaştırmayı amaçlamaları ve zaten temel işlevlerinin bu oluşu, sosyal demokrasi açısından belirgindir.
SHP ve genel olarak sosyal demokrasi, yalnızca programı ile çelişmesiyle değil, ama düzenin istikrarını sağlamak üzere emekçi kitleleri yatıştırma olanaklarını yitirmesiyle ve onlardan kopuşuyla da iflas durumundadır. İşlevsizleşmiştir.
Sosyal demokrasi ve ona yeni iltihaklara zerrece bel bağlamadan, ondan zaten kopmakta olan işçi ve emekçilerin aydınlatılıp örgütlenmesi ve düzenle olan çelişkileri ve taleplerinin kapitalizmi devirmek üzere harekete geçirilmesi için tüm olanakların seferber edilmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin geleceğinin temel belirleyenlerinden biri olacaktır.

Aralık 1994

KAYNAKÇA
(1) (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 22, Sol Yayınları)
(2) (Lenin, Marx, Engels, Marksizm, s. 254, Sol Yayınları)
(3) (aynı yerde)
(4) (Proleter Devrimin Teorisi, Aktaran Lenin, s.74, Yıldız Yayınevi,)
(5) (Age.)
(6) (Üçüncü Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, s. 182, Belge Yayınları)
(7) (A History of German Social Democracy, s. 269)
(8) (Marksizm Leninizm’in ilkeleri, Kuzinen, s. 162, Yar Yayınları)
(9) (A History of German Social Democracy, s. 275)
(10) (Agy, s. 276)
(11) (Agy, s. 279)
(12) (Agy, s. 279)
(13) (Agy, s. 288-289)
(14) (Programme of the Swedish Social Democratic Party Çev. Mesut Arslanbek, s.1)
(15) (Agy. s.2)
(16) (Agy. s. 6)
(17) (Agy. s. 14)
(18) (Agy, s.14)
(19) (Agy. s. 19)
(20) (age.)
(21) (age. sf. 27)

1917 ŞUBAT DEVRİMİ: İKİLİ İKTİDARDAN PROLETER DEVRİMİNE GİDEN YOL

1917 Şubatı’nda, Rusya’da, otokrasiye karşı o tarihten yaklaşık yarım asır önce Narodnikler’in başlattığı köylü karakterli devrimci eylemden, bu süre içinde giderek gelişen ve bilinçlenen işçi sınıfının iktidara geldiği Ekim’e giden süreç içinde mayalanan Sovyet Devrimi’nin kaldıracını oluşturacak olan önemli bir tarihsel eylem yaşandı. Bu tarihsel eylem, kendisine verilen önemi, sadece, dünyanın ilk sosyalist ülkesi olma onurunu taşıyan Rus halkının özgül tarihi içinde tuttuğu yerden almaz; çünkü 1917 Şubat Devrimi, belirli bir coğrafyada yaşayan devrimci bir halka ait özel bir eylem olmaktan daha çok, sınıflar mücadelesi tarihinde, kendisinden birçok dersler çıkarılmaya elverişli bir tarihsel dönüm noktası olması bakımından öne çıkar.
Şubat, Rusya’da işçi sınıfının devrimci birikiminin; sonradan komünist partisi adını alacak olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin gerici, zorba çarlık rejimi altında sürdürdüğü amansız mücadelenin; yoğun bir küçük burjuva nüfusa sahip olan bu ülkede proletaryanın, ara sınıfların ürettiği ideolojik ve politik yanılsamaları ortadan kaldırmak için girdiği uzun ve inatçı çabanın ürünüdür ve elbette, bütün bunların sonucu sadece Şubat Devrimi değildir. 1905’te başlayan ve 1917 Şubatı’nda “tamamlanan” burjuva demokratik devrim süreci ile Şubat’tan sosyalist devrime kadar olan zaman içindeki gelişmeler, diğer bütün ülkelerin proletaryası için, devrimci mücadelede yararlanılacak tarihsel bir malzeme, pratik bir model olarak aktarılmış; bu dönemde, partinin zamana ve koşullara bağlı olarak taktik değiştirmekte gösterdiği manevra yeteneği, Bolşeviklerin küçük burjuva devrimcilerle ve liberal burjuvazinin sözcüleriyle sürdürdükleri politik tartışmalar ve onlarla girdikleri ideolojik mücadele sırasında kullandıkları yöntem, dünyayı değiştirmeye muktedir tek gücün ve devrime önderlik edebilme yeteneğine sahip tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söyleyen Marksist dünya görüşünün ve işçi sınıfı politikasının bir kez daha haklılığını göstermiş; bunların üzerinde oluşan birikim genel olarak, işçi sınıfının cephaneliğini güçlendirmiştir.
Gerçekten de, 1905 ve 1917 Şubat Devrimleri sırasında yapılan bütün tartışmalar, eninde sonunda proletaryanın politik iktidarı sorununa bağlanıyor, bu konuda, liberal burjuvaların ve küçük burjuvaziyi temsil eden çeşitli partilerin literatürlerinde yer alan tezlerde ifade edilen görüşler, Bolşeviklerin demokratik devrimde işçi sınıfının rolü üzerine söyledikleriyle ve politik iktidar sorununa bakış açılarıyla çatışıyordu. Şubat Devrimi’nden sonraki dönem, bu düğümün çözüldüğü ve işçi sınıfı ve partisinin geniş halk kitlelerini devrimci politikaya, bizzat eylem içinde tartışarak kazanabildiği bir dönemdi.
Lenin’in “İki Taktik”ten “Nisan Tezleri”ne dek yazdıkları, bu tartışmalara hem ışık tutar hem de Rusya’da, kitlelerin işçi sınıfı politikasına nasıl kazanıldığına dair belgesel bir değer taşır. Bütün bunlardan öte de, Rusçaya uyarlanmış biçimiyle burjuva ve küçük burjuva ideolojiyle nasıl kavga edileceğini ve Marksizm’in bir ülkenin özgül koşulları içinde eylem kılavuzu olarak nasıl kullanılacağını, işçi sınıfının öncü örgütünün karşısına çıkan engelleri nasıl aşabileceğini gösterir. Bu yüzden, Sovyet devrimi çok önemli derslerle doludur. Çünkü ayrıca, hareketin çok hızlı değişip geliştiği, sınıflar arasındaki ilişkilerin durmadan bir boyuttan bir diğerine evrildiği ve oldukça kaygan bir zeminde tezahür ettiği, bu bakımdan da hızlı gelişen süreçleri takip etmek zorlaştığı için, verilen kararların her zamankinden daha çok, tarihsel yazgıyı belirleme niteliğine sahip olduğu Şubat Devrimi’yle başlayan süreç, Bolşevik Parti’yi sürekli olarak hayati kararlar almaya, doğru öngörülerde bulunmaya ve bu kararları her zamankinden daha yetkin bir iradeyle savunmaya zorlamıştır. Öyleyse Şubat ve sonrası, komünistler için “olmak ya da olmamak” gibi iki seçenekten birincisini hangi koşulun ve kararın sağlayabileceğini sezebilme yeteneğinin sınavıdır; çünkü Şubat sonrasında kurulan “ikili iktidar” zamanında politik ibre devrim ile karşıdevrim arasında salınırken, eğer doğru bir tarzda harekete geçilmezse proletarya ve devrim için ölüm vaat edilmektedir. Ama Bolşevik Parti ve Lenin, bu ölümcül karar anlarında, politik sezgi gücünü büyük bir yetenekle kullanmış; Ekim’e gelindiğinde bütün Rusya’da sosyalizm isteyenlerin sayısı hızla artmıştır.

İKİ DEVRİM: 1905 VE 1917 DEMOKRATİK DEVRİMDE İKTİDAR SORUNU VE BOLŞEVİKLER

1905’te, çarın resimlerini taşıyarak Papaz Gapon’la birlikte Kışlık Saray’a yürüyen kitleler, kendisinden inayet bekledikleri “Çar Baba”nın atlı polisleri tarafından saldırıya uğradıklarında oldukça şaşırmışlardı. Çünkü bu, parlamento geleneği olmayan ülkede yaşayan milyonlarca işçi ve köylüyü temsil eden kalabalık bir kitle, yoksul ve eziyetli geçen hayatlarına duydukları öfkeyi yatıştırsın ve bir çare bulsun diye çarı ziyarete gitmişti. Bu oldukça barışçıl ve saf niyetlerle yapılan bir gösteriydi. Ama çar öyle düşünmüyordu. Ortalık kan gölüne döndü.
1905 Devrimi’ni tetikleyen en önemli etkenlerden biri, işte bu iyi niyetli ricacı eylemcilere yönelen saldırı oldu. Zaten 1902’den başlamak üzere Petersburg’da, Bakû’de ve Rusya’nın birçok bölgesinde grevler başlamış; 1905’e gelindiğinde hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştı: “Çarlık Rusyası’nda kapitalist boyunduruk, çarlık boyunduruğuyla daha da ağırlaşıyordu. İşçiler sadece kapitalist sömürüden insanlık dışı çalışma rejiminden değil, tüm halkla birlikte, her türlü haktan yoksun bulunmaktan da çekmekteydiler. Bu nedenle sınıf bilinçli işçiler, kent ve kırın tüm demokratik unsurlarının çarlığa karşı devrimci hareketine önderlik etmeye çalışıyorlardı. Köylülük topraksızlıktan boğuluyor, çok sayıdaki serflik kalıntısından çekiyordu; çiftlik sahiplerinin ve kulakların borç kölesi durumunda bulunuyordu. Çarlık Rusyası’nda yaşayan uluslar, çifte bir boyunduruk, hem kendi hem de Rus çiftliklerinin ve kapitalistlerinin boyunduruğu altında inliyorlardı. 1900-1903 yıllarındaki iktisadi kriz, emekçi yığınların içinde bulunduğu güçlükleri ağırlaştırmıştı. Savaştaki yenilgiler, kitlelerin çarlığa karşı nefretini bir kat daha arttırdı. Halkın sabrı tükeniyordu” (Stalin, Eserler, Cilt 15, Inter yayınları, s. 73)
1905 Devrimi’ni başlatan koşullar bunlardı. Devrimci dalga kısa sürede gelişti ve çarlık rejimini tehdit etmeye başladı. Ve ilk kez o zaman, gelecekte hem yasama hem de yürütme işlevi görecek ve şimdiye dek idari mekanizmalar hakkında hiçbir fikre sahip olmayan milyonlarca emekçiye devlet yönetme alışkanlığı ve yeteneği kazandıracak; kısaca iktidar organları haline gelecek olan Sovyetler oluşmaya başladı. Kendiliğinden başlayan bu süreç; Sovyet örgütlerinin kurulmaya başlaması, işçi sınıfının devrimci inisiyatifinin bir ürünü ve göstergesiydi ve ilk Sovyet, Ivanovo-Voznessensk işçileri tarafından kuruldu.
Bunu Petersburg işçileri takip etti. Pek çok yerde kurulan organlardan biri olan Moskova Sovyet’i ise bir silahlı ayaklanma örgütledi.
Grevler bütün ülkeyi sarmaya başladığında köylü hareketinde de bir sıçrama görüldü ve giderek yaygınlaştı. Devrim gelişiyordu ve bu yüzden çar, birtakım reformları yerine getirme vaadinde bulundu. Buna göre, liberal bir anayasa hazırlanacak ve temsili bir kurum olan Duma kabul edilecek ve siyasi partiler kurulabilecekti. Böylece devrimci eylem, Rusya’da bazı demokratik adımların atılmasını sağlamış; arkadan gelen, çarın gerici darbesiyle de 1917’de yeniden başlamak üzere bir süre geriye çekilmişti.
1905 Devrimi, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve işçi sınıfı için politik iktidar, devrimin karakteri ve diğer sınıflarla olan ilişkiler açısından önemli tartışmaların yaşanması ve 1917 Şubat Devrimi’nde de bu tartışmaların, değişen koşullara uygun yeni bir içerikle gündeme gelmesi bakımından oldukça zengin bir deneydir. Lenin ve yoldaşları, kısaca, “devrimin yazgısı şuna bağlıdır: îşçi sınıfı, burjuvazinin bir yardımcısı, otokrasi üzerindeki baskısı yüzünden, kuvvet yönünden güçlü, ama siyasal olarak güçsüz bir yardımcısı rolünü mü oynayacaktır, yoksa halk devriminin kılavuzu ve önderi rolünü mü!”‘ (Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yay, 1978, s. 9) biçiminde özetlenebilecek ikilemi dayatan gelişmeler sırasında, demokratik devrime, gerçekte burjuva bir karaktere sahip olduğu için liberal burjuvaların önderlik etmesi ve iktidarın bu sınıfa bırakılması; işçi sınıfının da dışarıdan denetleyici bir rol oynaması gerektiğini iddia eden gericilerle mücadele etmek zorunda kaldılar. Çünkü iktidarın, eninde sonunda otokrasiyle uzlaşacak olan bu sınıfa bırakılması devrimin sonuçlarından vazgeçmek anlamına gelecekti.
Lenin, işçi sınıfı için bu ikilemi formüle ederken şöyle diyordu: “Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının eğitimi ve örgütlendirilmesi için henüz yapacak çok, pek çok şey var, ama şimdi en önemli olan, bu eğitim ve örgütlendirme çalışmasında esas siyasal ağırlığı nereye vermemiz gerektiğidir. Sendikalara ve yasal örgütlere mi, yoksa bir ayaklanmaya, devrimci bir hükümet ve devrimci bir ordu yaratma çabasına mı…” (agy, aynı yer)
Devrimcilerin soruya verdiği cevap açıktır ve “iktidarın tümüyle kurucu bir meclise devredilmesini ve bu amaçla genel seçim hakkıyla ve tam bir ajitasyon özgürlüğüyle birlikte çar hükümetinin hemen iktidardan uzaklaştırılmasını ve onun yerine bir geçici hükümetin kurulmasını istemektedirler. Ama böyle bir hükümete katılmanın olanaklı olup olmadığına bakılmaksızın, “sosyal demokrat parti tarafından yönetilen silahlanmış proletarya düşüncesini proletaryanın en geniş kesimleri arasında yaymalı ve devrimin kazanımlarının savunulması, pekiştirilmesi ve geliştirilmesi ve genişletilmesi yolunda geçici hükümete sürekli baskı yapmalıyız”: RSDİP’in üçüncü kongresinde alınan bu karar, devrim sonrasında kurulan hükümetin karşısında işçi sınıfı ve köylülüğü eli kolu bağlı olarak seyirci konumunda tutmak isteyen liberal burjuvazinin sözcülerininkinden ve “devrimin yol arkadaşlarının düşüncelerinden oldukça farklıdır. Ve Lenin’e göre, demokratik iktidarda yer alan proletarya, iktidarı tümüyle ele geçirme perspektifini asla bir kenara bırakmamalıdır. Çünkü zaten, bu iktidarı ideolojik birlik sağlanamayacağı halde burjuvaziyle paylaşmanın nedenlerinden biri, devrimden diğer halk sınıflarının da çıkarının olmasıysa diğeri de, nesnel koşullar nedeniyle kaçınılmaz olarak diğer sınıflarla paylaşılmak zorunda kalman bu iktidarın “başarılı bir halk ayaklanmasının organı olarak görülmesidir. “Demokrasi savaşımının öncüsü ve bu savaşımın başını çeken proletarya, burjuva demokrasisinin ya da yeni savaşımın getirdiği yeni uzlaşmaz karşıtlıkları bir an için bile aklından çıkarmamalıdır.” (agy. s. 18)
İşçi sınıfının köylülükle birlikte kuracağı demokrasinin iç çelişkileri vardır ve akıldan çıkarılmaması gereken de, bu iktidarın ve demokratik devrimin burjuva bir karakter taşıyor olmasıdır. Ama iktidarda yer alan proletarya, devrimden çıkarı olan küçük üreticilerin burjuvalaşma eğilimi içinde olduklarını unutmadan, bu kesimleri kazanma ve burjuva eğilimlerle savaşma yeteneğini gösterirse kazanan, sosyalizm olacaktır.
Yoksul köylülüğü ve proletaryanın yanında yer alabilecek diğer katmanları eğitmenin bir aracı olarak demokratik hükümet, sınıf savaşımının ve işçi sınıfıyla halk kitlelerini örgütlemenin yeni bir olanağı olarak görülür. Ama Lenin bu eğitim faaliyetini sendikalara ve yasal örgütlere sıkıştırmak isteyenlere şiddetle karşı çıkar.
Komünistlerin bu konuda aynı şiddetle tartıştığı kesimlerden biri de “sosyalizmi geciktiriyorsunuz” çığlıkları atan anarşistlerdir.
İşçi sınıfını, sosyalist mücadelede müttefiklerinden uzaklaştırarak yalnız bırakma hevesinde olanlarla demokratik hükümette yer almasını tasvip etmeyerek onu bir kontrolör durumuna indirgeyen kesimlerin fikirleri sonuçta bir ve aynı sonucu vermektedir. Komünistler, dönemin özelliklerine ve koşullarına uygun doğru politikaların ve doğru taktiklerin belirlenmesinin hayati bir önem taşıdığı üzerinde durarak Rusya’nın koşullarında sosyalizme gidişin “mümkün olan tek yol”unun “tek doğru yol”un demokratik cumhuriyet olduğunda ısrar ederler. Ve bu devrimci hükümette yer alan işçi sınıfının siyasal örgütünün, otokrasiye karşı ayaklanmış halkın azami çıkarının ifadesi olan “proleter demokrasinin asgari programını” uygulaması gerektiğini durmadan tekrar ederler. Bir şey daha; “Biz demokratik devrimden sonra derhal ve yalnızca gücümüze, sınıf bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücüne dayanarak sosyalist devrime doğru ilerlemeye başlayacağız… Biz kesintisiz devrimi savunuyoruz. Yarı yolda durmayacağız” der Lenin.
1905 yılında yapılan bu tartışmalar, daha sonra 1917’de benzer biçimlerde tekrarlanacaktır. Devrim, karanlık gericilik yıllarını geride bırakarak Şubat’a doğru gelindiğinde, toplumsal hareket bir kez daha artar. Bu hareket, hızına yetişemeyenleri saf dışı bırakırken, Bolşevikler yeni dönemde değişen taktikler ve sloganlar için yeni bir ikna faaliyetine girişmek durumunda kalırlar. 1917 Şubat Devrimi’nin verdiği en önemli derslerden ikisi şudur; sınıf mücadelesinin geldiği her aşamada eski formüllere körü körüne bağlı kalmadan koşullara uygun doğru taktik ve sloganların saptanması belirleyici öneme sahiptir ve ama, bu yetmez, bu sloganların sokaktan da ses getirmesi için geniş kitlelerin ikna edilmesi gerekir. Şubat’tan Ekim’e kadar geçen süre, bu bakımdan emekçilerin, “ikili iktidar”a bağlılıktan koparak “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını benimsemeleri için yapılan komünist çalışmanın yoğunlaştığı, sosyalist devrimin şartlarının olgunlaştığı bir dönemdir. Burjuva demokratik devrim Şubat’la artık, tamamlanmıştır.

‘İKİLİ İKTİDAR” VE “BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE”
Şubat Devrimi, grevler ve silahlı çatışmalarla başladığında otokrasinin ömrünün çok uzun olamayacağı anlaşılmıştı. 1914’ten bu yana süren savaş nedeniyle de, politik ve iktisadi kriz içine giren Rusya’da yıllardan beri “bekleyin yeni bir 1905 gelecek” diyen işçilerin vaadi gerçekleşiyordu. Çar devrildi. Ve devrimin daha ilk günlerinde, 1905’ten beri işçi sınıfının belleğinde yaşayan Sovyetler birer birer, yeniden boy verdi. Ayaklanan işçi ve askerler ki askerler, üniforma giydirilerek cepheye gönderilen köylülerdir, işçi ve asker temsilcileri Sovyetlerini kurmaya başladılar.
Böylece Lenin’in 1905’te İki Taktik’te ayaklanma organları olarak tanımladığı Sovyetler, demokratik işçi-köylü iktidarının araçları olarak tarih sahnesine bu kez daha yaygın olarak çıkmaktaydılar.
Aşağıdan gelen iktidarın karşısında ise, liberal burjuvazinin kapitalist toprak sahipleriyle ittifak halinde oluşturduğu Geçici Hükümet vardı. Devrim, çarlığın devrilmesine yol açmış ama küçük burjuva “Sosyalist Devrimciler”le, Sovyetlerde çoğunluğu ele geçirmiş bulunan Menşeviklerin sayesinde erk, burjuvaziye teslim edilmişti. İşçi sınıfının ve yoksul köylülüğün gücüne inanmayan ve burjuvazinin kuyruğundan ayrılmayan bu iki kesim nedeniyle iktidar, gönüllü olarak gericiliğe verilmişti.
Bu, Rusya için daha önce öngörülmeyen bir gelişmeydi. Beklenilen, 1905’te olduğu ya da o zaman kabaca formüle edildiği gibi, işçi sınıfının köylülükle iktidarı paylaştığı bir demokratik iktidar durumuydu. Ama şimdi öyle olmamıştı. İşçi ve köylülerin Sovyetleri tek başına iktidarda değildi. Bu durum, birçok Bolşevik’in de kafasını karıştırdı. Bu yüzden, Geçici Hükümet’in ve Sovyetlerin kurulmasıyla birlikte demokratik devrimin tamamlandığı, bundan sonra devrimci çabanın, sosyalist devrim hedeflenerek yoğunlaştırılması gerektiği konusunda ikna olanların sayısı fazla değildi; peki şimdi, bu beklenmedik durum karşısında ne yapılacaktı?
Komünist parti, Lenin’in uzak görüşlülüğünün de yardımıyla bu beklenmedik sorunun işçi sınıfı lehine çözülmesinde gereken esnekliği, manevra yeteneğini ve cesareti gösterdi. Üstelik Bolşeviklerin 1905’te yaptıkları parti kongresinde alınan karara göre “tüm halk tarafından tanınan bir kurucu meclis toplamaya yetenekli bir geçici hükümete katılma” ilkesi benimsenmişti. Şubat’tan sonra sürgünden dönen Lenin, Nisan Tezleri olarak tanınan tezlerinde, yeni durumu değerlendirerek Bolşeviklerin bundan sonraki taktiğinin geçici hükümete katılmak olmadığını, tersine bu hükümete karşı savaşmak olduğunu vurguladı. Çünkü işçi vekilleri Sovyetlerinin yaygın bir olgu haline geldiği şu koşullarda, parlamenter cumhuriyet talebi, artık, gerici bir içerik taşıyordu.
1905’teki sorun burjuva demokratik devrimin geliştirilmesiyken şimdi yaşanan süreçte sorun, proleter demokrasisinin nasıl gerçekleştirileceği ve sosyalizme nasıl yürüneceğiydi. Ama tezlerin kabul görmesi için zaman geçmeli ve bunun için Bolşevikler Sovyetlerde gerekli çoğunluğu sağlamalıydı. Lenin’in, üçüncü kongre kararlarına karşın, yeni taktiği saptamakta gösterdiği uyanıklık, tamamen, “somut durumun somut tahlili” ilkesine dayanıyordu. Buna rağmen, Lenin’in; Troçki’nin 1905’te söylediği şeylere ikna olarak fikrini değiştirdiğini iddia edenler oldu. Oysa yine Lenin, daha 1905’te, “Sosyal Demokratlar için yığınlara önderlik etmekte doğru taktik sloganlara sahip olmak bugün son derece büyük bir önem taşımaktadır. Devrimci bir dönemde ilkelere dayanan sağlam taktik sloganların önemini küçümsemek kadar tehlikeli bir şey olamaz” demişti. (İki Taktik, s. 9)
Yine aynı ilke doğrultusunda Bolşevikler, kitleleri harekete geçirmek üzere saptanan “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını atmak ya da bir silahlı ayaklanma çağrısı yapmak için koşulların bunun için hazır hale gelmesini beklediler. Ama bu, pasif bir bekleme değildi; kurulan hükümetin barıştan yana değil savaşı sürdürme taraftarı olduğuna, işçi ve köylü dostu değil “emperyalist haydutluk peşinde” olduğuna kitleleri ikna etmek için uzun ve sabırlı bir propaganda çalışması yapmak gerekiyordu. Lenin, durumu nisanda şöyle saptamıştı: “Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletarya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir. … Bu geçişin özelliği, bir yandan azami yaşattıktır (bugün Rusya, savaş halinde bulunan bütün ülkeler arasında, dünyanın en özgür ülkesidir); öte yandan, yığınlara karşı zor kullanılmaması ve en son, kapitalistlerin hükümetine, barışın ve sosyalizmin o en amansız düşmanlarının hükümetine karşı yığınların göstermekte oldukları bilinçsiz güvendir… Partimizin azınlıkta olduğunun ve şimdi zayıf bir azınlık oluşturduğunun bilinmesi… “gerekir. (Lenin, Nisan tezleri, Sol yayınları, 1989, s. 11)
Lenin devam eder, “doğrudan görevimiz, sosyalizmin başlatılması değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (abç, Nisan Tezleri, s. 12 )
Sosyalizme başlamak için henüz erken, parlamenter demokrasiyi ya da geçici hükümete katılmayı savunmak içinse çok geçti. Ve yine Lenin, yoldaşlarını, “eski formülleri, Bolşevizm’in eski formüllerini tamamlayıp düzenlemeyi bilmek gerek” diye uyarıyordu. Çünkü onlar her ne kadar doğru çıkmışlarsa da somut uygulamaları farklı olmuştu, “bu iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünürdü ne de düşünebilirdi. Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü şimdiden gerçekleşmiş bulunuyor, ama olağanüstü özgün bir biçimde ve çok önemli değişikliklerle… Eskiden yapıldığı gibi burjuva devrimini tamamlama sorununu ortaya atmak, canlı Marksizm’i ölü metinlere feda etmek demektir” (Lenin agy, s. 22-23)
Öyleyse, bundan sonra ikili iktidar durumundan bir an önce kurtulunmaya bakılacaktı. Ama sonuçta ikili iktidar durumu, aşağıdan gelen iktidarla burjuvazi arasında bir tür uzlaşmaydı ve Bolşevikler böyle bir uzlaşma durumunda kitleler adına kendileri eyleme geçemezlerdi. Üstelik henüz yığınlara şiddet uygulamayan hükümet, belirli bir sempati de toplamıştı. Bu yüzden muhaliflerinin Lenin’e yönelttiği Blankizm, iç savaş çıkarma ya da silahlı ayaklanma çağrısı yapma suçlaması Haziran-Temmuz aylarına gelinceye değin, etkili bir karşı propaganda yöntemi oldu. Bolşevikler bütün bunlara sabırla yanıt verdiler. Kitleler hazır hale gelinceye dek, ağızlarına silahlı ayaklanma sözünü almadılar.
Şubat’tan sonra başlayan demokrasi ortamında bütün Bolşevik liderler yurtdışından dönmüş, parti legal faaliyet yürütür hale gelmiş ve Bolşevik yayınlar yasal olarak yayınlanır olabilmişti. Bunu sağlayan, hiç kuşkusuz devrimin kendisiydi. Ancak, şubattan ekime dek geçen süre zarfında siyasal durum birçok kez değişti. Yayınların artık eskisi gibi rahat çıkamadığı ya da Bolşeviklerin kısa bir dönem yeraltına çekildiği, karşı-devrimci saldırıların arttığı dönemler de yaşandı. Ama bu dönemler de “rahat” dönemler kadar kısa ve geçiciydi; Çünkü Rusya, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı bir siyasal değişim yaşıyordu. Bolşevikler, “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını nisan ayında atmaya başladılar. Ama bu slogan daha ancak, bir propaganda içeriği taşıyordu, Temmuz başlarında, Bolşeviklerin yanlış veya erken bulsalar da başına geçmekte bir an bile tereddüt etmedikleri, kendiliğinden gelişen bir ayaklanma sırasında da; kitleler, bu sloganla harekete geçmiş olmalarına karşın iktidarın alınmasına biraz zaman vardı.
Ama Eylül ayına gelindiğinde Lenin bir kez daha soruyordu “Ne yapmalı?” Ayaklanma zamanı gelmişti ve “şimdiki fırsatı kaçırmak tam bir alıklık tam bir ihanet olurdu” (Lenin agy,s. 170). “Ayaklanma bir sanattır” diye saptamıştı Lenin ve son büyük atak yapılıp iktidar Sovyetlere devredildiğinde, ayaklanma için harcanan onca çabanın karşılığı olarak Bolşeviklerin arkasından milyonlarca Rus emekçisi gelmekteydi.
Şubat Devrimi’nden sonra komünistlerin önüne, kitleleri devrime ve iktidara ikna etme görevini koyan Bolşevik Partisi, Ekim’de artık, milyonlarca Rus işçi ve köylüsünün kurtuluşunun önkoşullarını hazırlayan devrim için, hareket çağrısında bulunmuştu. İkili iktidar döneminde burjuvaziyle kurulan uzlaşma kırılmış, Sovyetlerdeki Menşevik etkinliği tersine dönerek Bolşevikler çoğunluğu sağlamışlardı. Bir zamanlar Kışlık Saray’a Papaz Gapon’la yürüyen yığınların önünde şimdi Bolşevik militanlar vardı. Ve iktidar, Ekim ayında, hiçbir gerici dirençle karşılaşmadan, oldukça kansız bir biçimde ele geçirildi. Devrimin yeni bir dönemi başladı.
Şubat Devrimi, Lenin’in “Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidar” diye tanımladığı Sovyet örgütlenmesini, proleter demokrasisinin bir organı olarak tarih sahnesine çıkardı. Bu iktidarın başlıca belirtici özellikleri yine Lenin tarafından şu şekilde saptandı:
“-İktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyim kullanmak gerekirse dolaysız bir zorlamadır.
– Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetir.
Memurlar topluluğu da, bürokrasi de halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş ya da hiç değilse özel bir denetim altına konmuştur.” (Nisan Tezleri s. 16)
Böylece, Fransız Devrimi’nin gündeme getirdiği demokrasi tartışmaları, Şubat Devrimi’ndeki ikili iktidar döneminde, proleter demokrasisi tartışmasının başlamasıyla yeni bir boyuta evrildi. Şubat, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasinin, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki kesintisiz ilişkinin, demokratik devrimden sonraki iktidar sorununun pratik olarak çözümlenip ilkelere bağlandığı bir tarihsel dönem oldu. Komünistlerin (RSDİP, Lenin’in önerisiyle, Şubat Devrimi’nden sonra Komünist Partisi adını alacaktı), bu çok hızlı değişen siyasal koşullarda gösterdikleri direşkenlik ve uzak görüşlülük, bu iki demokrasi arasındaki farkın ortaya konmasını sağlarken Rus halkı da kendi deneyleriyle bunu bütün dünya halklarına gösterdi. Kışlık Saray’ın alınması ve genel olarak işçi sınıfının iktidara gelmesi; bütün iktidarın Sovyetlere geçmesi neredeyse “tek bir silah patlamadan” gerçekleşmişti, ama yine bu dönemde devrimin barışçıl koşullarda gerçekleşmesiyle iç savaş ilişkisi üzerine çok şey tartışıldı. Bolşevikler ve Sovyetlerde örgütlenen halk, silahlı mücadeleye de hazırlanmışlardı. Gerici Kornilov Ayaklanması’nı bastıran da Sovyetlerde silahlanmış olan işçiler ve köylülerdi. Ve elbette bu durum, zaten siyasi ve ekonomik bakımdan krizde olan egemen sınıfların sahneyi telaşla terk etmesine yol açtı. Kitleler Kışlık Saray’a doğru yürürken Kerenski’nin bir otomobille savaş meydanını terk ettiğini herkes gördü.
Şubat Devrimi, ayaklanmayı bir sanat olarak tanımlayan Bolşeviklerin ince ince işledikleri bir şaheserdi.

Şubat 1995

Kadından insana… August Bebel’le

August Bebel, insanlığın, antikçağdan sonra bir kez de 19. yüzyılda yaşadığı kahramanlık çağında doğdu. 19. yüzyıldaki kahramanların niteliği ve kahramanlık kavramının içeriği, antik çağdaki tanrıya tamamlanma ereğini taşıyan fiziksel ve zihinsel bakımdan güçlü olma, insanüstü yetenekler gösterme ilkesinden farklı olarak, gelişmekte ve siyasal iktidar talebinde bulunmakta olan burjuvazinin politik çıkarları doğrultusunda ihtiyaç duyulan, girişim yeteneğine sahip fertlerin özellikleriyle belirleniyordu. Bu bakımdan, bütün Orta Avrupa’yı ve yeni kıtayı kasıp kavuran burjuva devrimler ve ulusal mücadeleler, bireyi öne çıkaran ve ona kahramanlık yapma fırsat veren olanakları sundu. Ferdi teşebbüse yol açan sosyal çalkantılar, insan tekinin olağanüstü yeteneklerini sergilemesi için elverişli bir zemindi. Burjuvazi kendi devriminin bayrağını “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganıyla yükseltmiş, saraylara savaş açarken bütün vatandaşların eşit haklara sahip olduğunu iddia etmişti. O dönem ortaya atılan yurttaşlık kavramının, sınıfsal konumlarına bakmaksızın, hukuki kapsamda, sözde, herkesi eşitlediğine yeminler etmekteydi. Bayrağın altında, burjuva evrensel çıkarları benimsemek kaydıyla herkes, eşit bireyler olarak yer alabilecekti. Bu, insanın bir zamanlar, tanrıya monarşist iktidarlar vasıtasıyla kul olarak bağlandığı feodal sisteme göre bir ilerlemeydi.
Ama kahramanlık yüzyılındaki panoramayı sadece burjuva-insanın birey kimliği ile öne çıkması oluşturmadı. Bütün kıtada iktisadi ve sosyal ilişkileri altüst eden, yeni moral ve estetik değerlerin doğmasına yol açan sanayi devrimi, milyonlarca kadın ve erkeği, emek güçlerini “özgür ve eşit” pazarlık koşullarında satmak üzere fabrikaların kapısına bırakıp attığında, işverenin karşısına tekil kimlikleriyle çıkan -henüz kendisi için sınıf olma karakterinden yoksun- bu işçi yığınına mensup “baldırı çıplak”lar için kahramanlığın içeriği de, birey olmanın anlamı da burjuva değerlerden farklı değerlerle tanımlanmak üzereydi. Proletarya,    kahramanlığını, kendisi için olduğu kadar başka bütün diğer katmanlar için de, sınıfları ve her türden sömürüyü ortadan kaldırarak, nihai kurtuluşu sağlayacak komünizme giden yolu açma becerisini göstermek biçiminde tanımlayacaktı. Bu yetenek, örgütlü olunarak kazanılabilirdi; tek tek insanların, girişimleriyle değil. Denebilir ki, burjuvazi tarafından bireyin ve yurttaş kimliğinin yükseltildiği bu yüzyıl, örgütlü sınıfsal kimliğin insanın burjuva tanımlanmasını yok etmek üzere, işçi sınıfı tarafından geliştirildiği bir dönem oldu.
Bebel’in doğumundan sekiz yıl sonra, yani 1848 yılında, Fransa’da Almanya’da, Avusturya’da ve Avrupa’nın birçok yerinde artık devrim, iki sınıfın; burjuvazi ve proletaryanın politik ve örgütsel olarak ayrışmasına yol açmıştı. Silezya’da ayaklanan işçiler, tıpkı Fransa’daki kardeşlerinin yaptığı gibi, burjuva bayrağının altındaki yerlerini terk ettiklerini ilan ediyorlardı. Sınıf mücadelesi keskinleşmiş, iki sınıf kıran kırana bir mücadeleye başlamıştı. Savaş ideolojik düzlemde de, burjuvazinin, proletaryanın ve ara sınıfların sözcüleri arasında aynı şiddetle sürüyor, işçi sınıfının dünya görüşünün sistemli ifade edilmesi anlamına gelen, diğer yandan da bir mücadele kılavuzu olma misyonunu yüklenen teori olgunlaşıyordu. Komünist Manifesto; şekilsiz ve çaresiz bir yığın olmaktan çıkarak kendisi için sınıf olmaya başlayan; bağımsız, politik örgütler kurma ihtiyacını çok derinden hisseden proletaryanın ilk örgütsel programı olarak o günlerde yazılmıştı.
Aynı süreç kadın hareketi cephesinde de yaşandı. Feodal iktidara karşı burjuvazinin bayrağı altında, özgürlük ve eşitlik talebiyle dövüşen kadınlar, bu sınıfın kadınlar için gözetmediği temel hukuki eşitlik ilkelerinin yerine getirilmesini istemekteydiler. Çok uzun zamanlar boyunca insan olarak bile tanımlanmamışlardı ve şimdi bu hukuki prosedür içinde yer alarak haklarının verilmesini bekliyorlardı. Onların yürekli çıkışları, feodal ayrıcalıkları sarsan öğelerden biri oldu ve iktidara yürüyen genç burjuvazinin kurduğu sistemin eksik unsurlarının tamamlanmasına katkıda bulundu, İngiliz, Fransız ve Alman burjuva kadın hareketi, sayısız kadını tarih sahnesinde ön plana çıkardı ve onların “eşitlik istiyoruz” çığlıklarıyla milyonlarca kadın harekete geçti. Yüzyılın kahramanlar kortejinde onların da fotoğrafları taşındı. Ama işçi sınıfının asıl devrimci güç ve tarihi yapan esas faktör olarak ortaya çıktığı andan itibaren, kadınları harekete geçiren sloganların işaret ettiği hedef değiştiğinde, bu kadınların tarihsel misyonu bitti. Bundan sonra, kadın sorunu yeniden tanımlanmak ve kadın hareketi yeni bir politikaya göre yeniden örgütlenmek zorundaydı. Çünkü proletarya, 1871 Paris Komünü sırasında, henüz proletarya diktatörlüğü kavramı telaffuz edilmese de, egemen sınıf olarak örgütlenme deneyi yaşamış; bu deney, işçi sınıfının politik ufkunu bir ütopya olmaktan çıkararak ulaşılabilir bir gerçeklik düzeyine yükseltmişti.

* * *
Alman İşçi sınıfının devrimci çıkışları ve Alman kadınlarının sınıf mücadelesindeki rolleri göz önüne alındığında sosyalist teoriye katkı babında kadınlar hakkında yazılmış ilk eserin bu ülkeden çıkmış olmasının bir rastlantı olmadığı anlaşılacaktır. 1848 yılında devrimin merkezinin Almanya’ya doğru kaydığını kaydeden Marx ve Engels yanılmamışlar; sanayileşmede diğer ülkelerden daha öne geçen Almanya’da, proletarya da örgütsel ve ideolojik olarak gelişmeye başlamıştı. Yüzyılın sonlarına doğru Alman Sosyal Demokrat Partisi kurulduğunda, çoktan beri, çeşitli derneklerde ve birliklerde örgütlenerek az çok bilinçlenmiş bir işçi kitlesinden oluşan bir zemini hazır bulmuştu. Bu partinin iki önde gelen militanı kadındı; biri Rosa Luxemburg diğeri Clara Zetkin’di.
Bu kadınlar, bir zamanlar, düzenlenen Birinci Alman Kadınlar Konferansı’nda “…tamamen yeni toplumun esası olması gereken çalışma, kadının da şerefi ve görevidir. Kadının da çalışma hakkını elde etmesini ve kadınların çalışmasının önünde bulunan engellerin ortadan kaldırılmasını gerekli buluyoruz” diyen ve ” bu bakımdan kadın eğitim dernekleri ve basın aracılığıyla kadınlara tercihen tavsiye edilecek üretken ortaklıkların kurulması faaliyetleri yanında kızlar için endüstri sergilerinin açılmasına, kız yurtları kurulmasına, ama nihayet amaca ulaşmak için yüksek bilimsel eğitimin uygun olacağına inanıyoruz” (Norgard Kohlhagen, Dünyayı Değiştiren Kadınlar, Cep y. s, 90) biçiminde öneriler sunan, kadının eğitimle geliştirilmesi yöneliminde olan Louise Otto-Peters’in durduğu burjuva demokrat ve eşitlikçi noktadan daha ilerideydiler ve sosyalist devrimi hazırlayan partinin ön sıralarında çarpışmaktaydılar. Bebel’in yoldaşlarının birçoğu, sadece bu iki kadın değil, ama bu iki kadın gibi kendilerini engelleyen toplumsal koşulları kişisel ve örgütlü çabalarıyla kırıp öne fırlamış kadınlardı. Kahramanlık çağı, gücünü örgütünden ya da partisinden alan bazı proleter kadınları sosyalizmin ustaları mertebesine yükseltmişti.
Kapitalizm “kadın sorunu” diye bir sorunu da gündeme getirerek gelişmiş ama proletarya partilerinin ortaya çıktığı ve kadın erkek bütün ezilenlerin egemen sınıfa karşı birlikte mücadele vermelerinin tarihsel bir zorunluluk haline geldiği koşullarda, bu sorunun yeni bir sınıfsal perspektifle tanımlanması şart olmuştu. Bebel’in, ölümsüz yapıtı “Kadın ve Sosyalizm”le yaptığı bu oldu; emekçi kadın hareketinin ilk teorik adımını o attı.

İŞÇİ VE EMEKÇİ KADINLARIN İLK UZUN MENZİLLİ SİLAHI “KADIN VE SOSYALİZM”
Yaklaşık 500 sayfayı bulan, Bebel’in bu yapıtı 1879’da yayınlandı. 1910 yılına gelindiğinde kitabın elli baskısı yapılmış ve hemen her sosyalistin ve kadın ve erkek emekçinin başucu kitabı haline gelmişti. Kitabına,
Manifesto’nun, “Avrupa’da bir hayalet kol geziyor; komünizm hayaleti” biçimindeki girişini andıran “Herkes üzerinde durduğu toprağın sallandığını hissediyor” sözleriyle başlayan Bebel, “çözümleri üzerine lehte ve aleyhte tartışılan, gittikçe daha fazla çevreyi uğraştıran bir sürü sorun ortaya çıktı” dedikten sonra bu sorunlardan birinin de kadın sorunu olduğunu vurgular. Ama kitapta kadın sorununa yönelik özel vurgu, sadece, sözcüğün yazımında seçilen italik siyah harflerle yapılmayacaktır.
Bu sorunu tanımanın önemini şöyle açıklar Bebel: “Kadın sorununun eskiden ve şu anda nasıl olduğu ve gelecekte nasıl olacağı sorusu en azından Avrupa’da, toplumun yarıdan fazlasını ilgilendiriyor, çünkü kadın cinsi nüfusun yarısını oluşturuyor.”
“Eskiden nasıl olduğu” sorusunun yanıtının sosyalistler için özel bir politik önemi vardır. Çünkü geçmişte olan bitenin bugün yaşananlara benzemediğinin kanıtlanması, dünyanın ezelden ebede hep aynı biçimde gideceğini iddia eden burjuva önyargının kırılması anlamına gelir. Kadının konumu eğer, geçmişten bugüne birçok kez değişmişse, bu, toplumsal ilişkilerin gelecekte de bugünkü gibi olmayacağını gösterir. Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’ni Bebel’in kitabından beş yıl sonra yayınlayan Engels’in de en önemli kaygılarından biridir bu. Bu yüzden, insan toplumlarının, çocukluk dönemlerine dair antropolojik araştırmaların sonuçları hem Bebel hem Engels için, en önemli referanstır. Bundan dolayı, kitabının başlangıcında, Bebel, antropolojik verilerin politik bakımdan yorumlanmasına oldukça uzun yer verir ve “köleden önceki köledir kadın” diye yazar. “Analık hukuku”ndan babalık hukukuna geçişle birlikte değişen kadının konumunu ve statü yitimini mitoloji ve antikçağ edebiyatındaki ipuçlarını sabırla takip ederek analiz eder. Kadının, erkek cinsi karşısındaki köleleştirilmesi ve kendi içinde de hem sınıfsal hem de başka bazı kategorilere ayrışması sınıfların ortaya çıkmasıyla başlamıştır; bu aynı zamanda ailenin ve fuhuşun da ortaya çıktığı dönemdir. Sonradan Engels’in de kanıtlayacağı gibi, Bebel, gensin dağılışıyla birlikte, devletin doğduğunu vurgular. Böylece, bir sınıfın bir diğer sınıfı zorla tahakküm altında tutmasının olanağı olarak devlet, kadının köleleştirilmesinden yarar uman bir aygıt durumundadır; bundan sonra, din, ahlak, estetik vs. gibi ideolojik dolayımlar vasıtasıyla kadının aşağılanması devam eder. “Sevgi dini” olarak doğan Hıristiyanlıkta da sevgi boş bir sözden ibarettir. Şöyle yazar Bebel; “Hıristiyanlığa göre kadın, yeryüzüne günahı getiren erkeği mahveden, pis, baştan çıkarıcıdır. Tertullian şöyle seslenir, ‘kadın, sen, paçavralar ve yas içinde dolaşmalısın, insan soyunu mahvettiğini unutturmak için gözlerin yaşlarla dolu olmalı, bakışların pişmanlığını göstermelidir’…  Origines şu açıklamayı yapıyor, ‘evlilik uğursuz ve pis bir şeydir, şehvani zevkin aracıdır’… Hepsi aynı doğrultuda öğreten en etkin kilise öğretmenlerinden, daha yüzlerce alıntı yapılabilir. Ve bunlar sürdürdükleri öğretileri ve vaazları ile, bir doğa buyruğu ve yerine getirilmesi yaşam amacının en önemli görevlerinden olan cinsler arası ilişki ve cinsellik üzerine o doğal olmayan görüşleri yaydılar. Bu öğretiler bugünün toplumunu hala ağır biçimde sakatlıyor ve toplum ancak çok yavaş iyileşebiliyor” (Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter yay, 1991. s. 90)
Uzun ortaçağ boyunca aşağılanan ve bir irin gibi kendisinden tiksinilen kadın cinsinin konumu kapitalizmle birlikte biraz farklılaşır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunan burjuvazi ve onun “dinde reform”cu ideolojik öncüleri, “evlilik ve boşanma hukukçulara emanet edilsin ve dünyevi yönetime bırakılsın, çünkü evlilik bütünüyle dünyevi ve dışsal bir şeydir” diye konuşurlar. Çok geçmeden kadın, feodal küçük aile üretiminin dağılmasıyla birlikte evinden dışarı çıkacak ve fabrikada, emek-gücünü satmaya başlayacakta.
Kapitalizm koşullarında, Almanya’daki sosyoekonomik ilişkileri birçok ara başlık altında incelerken Bebel, bütün bu süreçlerin kadının günlük hayatında, duygusal ve ruhsal süreçlerinde nasıl etkiler bıraktığını ayrıntılı olarak anlatır. İffetli kadınların cinsel duygularının olamayacağını söyleyen, geleneksel düşünceye karşı, Bebel’in kadının cinsel güdülerinden söz etmesi, o koşullarda oldukça önemlidir.
Aile üzerine ortaya atılan burjuva nitelikli şatafatlı sözlere karşın işte, aile de çözülmektedir. Kadınlardaki intihar sıklığı, boşanmaların yoğunlaşması gibi göstergelerden yola çıkarak kurumun “yıkımı”nı kanıtlayan Bebel, kiliseden alınarak kendisine bırakılan evlilik işlerini düzenlerken devletin, zorba ve ikiyüzlü davrandığına dikkat çeker. “…mutsuz kurban olan kadının bizzat tahmin ettiği gibi, böyle bir evlilik çok mutsuz olduğunda taraflardan biri ayrılmaya karar verdiğinde, bağı kuranın aşk ve ahlaki güdüler mi yoksa çıplak, kirli egoizm mi olduğunu önceden sormamış devlet ve kilise, en büyük zorlukları çıkarır”
Bebel’in metni, ajitasyon yükü yüksek bir metin olmasına karşın titizlikle ve özenle incelenmiş istatistiki veriler ve bunların yorumlanmasında gösterilen politik uz-görü göz önüne alındığında tezlerden ve kanıtlardan oluşan bir bilimsel eserle de karşı karşıya olunduğu görülür. Gerçekten de Bebel, Almanya’da yapılmış kadınlarla ilgili ne kadar istatistik çalışma varsa gözden geçirmiş, ne kadar yayın varsa hepsini taramıştır. Onun kanıtlarla yazmaya gösterdiği özel özen, kendisini bütün ayrıntılarda hissettirir. Kadının beyninin küçük olduğu için erkeklerden daha geri bir düşünsel düzeyde olduğunu iddia eden dar kafalılara karşı, bıkmadan usanmadan ölçüm sonuçlarını gösterir; hayır, kadının beyni kendi gövdesine oranla küçük değildir. Ama kadının, entelektüel geriliğinin nedeni, bu cins içinden dehaların çıkmamasının nedeni, mevcut toplumsal düzen, sınıflı toplumdur. Kitapta, cinsel sömürünün ve asamın bütün nedenleri kanıtlarıyla birlikte ortaya konularak kapitalizme bağlanır.
Kapitalizm, gerçekten, kadını pis ve hastalık üreten koşullarda çok uzun saatler boyu çalışmaya zorlayarak onu insanlıktan çıkarmıştır. Diğer yandan da onu evdeki berbat, geriletici ve köreltici işlere mahkûm etmiş; analığı kutsarken milyonlarca proleter çocuğunu sokakta, tehlikeler altında yetişmeye mecbur etmiştir. Burjuva hukukunun kadınlarla ilgili maddeleri de bu köle statüsünü pekiştirmek üzere yazılmıştır. Ama bu, bir kader değildir.
Bebel, kadınların, bu aşağılık durumdan kurtulmak için mücadele etmelerini salık verir. Kadınlar genel olarak politikaya ilgisiz davranmaktadırlar ama bu, ilgilenmeyecekleri anlamına gelmez. Şöyle yazar: “Bugüne kadar kadınların siyasal harekete çok zayıf ilgi gösterdikleri itirazıyla bir şey kanıtlanmış olmuyor. Kadınlar şimdiye dek politikayla ilgilenmediyse bu, ilgilenmek zorunda olmadıklarını kanıtlamaz. Kadınların oy hakkına karşı öne sürülen nedenlerin aynısı, altmışlı yılların ilk yarısında erkeklerin genel oy hakkına karşı öne sürülmüştü. Bu eserin yazarı da-1963’te buna karşı olanlardandı. Dört yıl Reichstag’a bu hak sayesinde seçildi. On binlerce kişinin başına aynı şey geldi: Fikirlerini değiştirdiler” (Agy, s.306)
Sosyalistler, Bebel’in tutumunun da gösterdiği gibi, kadınların kurtuluşunun ön koşullarının sosyalizmde gerçekleşeceğinden hareketle geniş emekçi kadın kitlelerini devrim mücadelesine çağırırken, onların güncel taleplerine de göz yummazlar. Kadınlara oy hakkı tanınması için verilen kavganın en tutarlı savunucularıdırlar. Çünkü düzen içi talepler asıl büyük kavganın, sosyalizm için verilen mücadelenin bir parçası kılındığında,
reform istemleri sosyalizm için bir kaldıraç alarak görüldüğünde burjuvazinin sistemini güçlendirme işlevini görme özelliğini yitirerek proletaryanın silahı haline gelirler. Ama bu kavga, en küçük güncel talepleri devrim sorununa bağlama yeteneğine sahip tek güç olan komünist örgütle verilmelidir. Bu yüzden Kadın ve Sosyalizm’in birçok yerinde, kadınlara, Sosyal Demokrat Parti’de örgütlenme önerisinde bulunulur.
Bu öneri boş ve içeriği tanımlanmamış bir öneri değildir. Yazar sayfalar boyunca kadının konumunun tarih boyunca değişimini nasıl aynı ayrıntı düşkünlüğüyle kanıtlamaya çalıştıysa ve kapitalizmi tahlil etmek için nasıl emek harcadıysa aynı yoğun dikkati, geleceğin toplumundaki kadını anlatmak için gösterir.
Bebel’in tasvirleri, belki, işçi sınıfının bugün ulaştığı politik gelişkinlik düzeyine, bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklara, kısacası üretici güçlerin bugünkü konumuna bakıldığında naif ve biraz ütopik bulunabilir; ama henüz sosyalizmin bir yeryüzü gerçekliği haline gelmediği yıllarda yazılmış bu eserde görünen, o günkü koşullara göre, iyi niyet dozu aza indirgenmeye çalışılmış bilimsel tutum son derece önemlidir. Ve ona tarihsel bir belge olmaktan daha fazla rol yükleyen de budur. Bebel, çoğu kere burjuva iktisatçıların söylediklerini de tekrarlamış olur. Liberal burjuvaların gözlemlerine ve işçi sınıfı kadınlarının perişan halleri karşısında yürekleri sızlayan reformistlerin gözlemlerine de sıcak bakar. Örneğin bir burjuva şunları söylemiştir: “İşverenlerin mümkün olan her yerde kadın işçilerin kullanımını tercih etmelerinin nedeni, kadın işçilerin düşük ücretleridir. Kadın işçilerin daha büyük sayıda kullanıldığı sanayi dallarında ücretlerin en düşük olması bunun için yeterli kanıttır… Bu nedenle sanayi dallarında kadın işçilerin büyük boyutlarda çalıştırılma olanağı, işçi ailelerinde kadınları gerçekten işe başlatma zorunda kalmaları etkisi yaratır.” (Agy, s.249)
Bebel bu gözlemden yararlanır; ama bir komünisti bir burjuva bilim adamından ayıran, kaçınılmaz olarak kendini kabul ettirmeye zorlayan gerçek karşısında onu olduğu gibi benimsemek ve tasvir etmek değil bundan politik sonuçlar çıkarmaktır. Bebel, bunu yapar, işçi ve emekçi kadınlar mademki en çok sömürülen en çok acı çeken kesimler arasında yer alırlar, devrimden en çok çıkarı olanlar onlardır, öyleyse komünistlerin partisinde örgütlenmelidirler. Sosyal demokrat kadınlara düşen de bunun için yapılacak ajitasyonu güçlendirmektir.

* * *
Kuşkusuz, Bebel’in kitabı işçi ve emekçi kadınların en büyük öğretmenlerinden biri olan Engels’in kitabıyla birlikte okunmalıdır. Çünkü bu iki kitap, üretimin toplumsallaşmaya başladığı ama mülkiyetin özel karakterini koruduğu kapitalizmin özel bir döneminde, sanayi devrimi sırasında, evden çıkarak üretime katıldığı halde evdeki yükümlülüklerini de sürdürmek zorunda kalan kadının, tam da bu iki işlev arasındaki çelişkiden doğan özel bir “sorun”la kendisini gündeme getirdiği bir dönemde yazıldılar. Ve bu sorunu devrimci anlamda yeniden tanımladılar. (Bebel’in kimi yanılgıları bu sorunun tanımlanmasında kitabın taşıdığı önemi azaltmaz. Hemen örnekleyelim. Bebel, proleterlerin bugünkü koşullarda ‘kural’ olarak aşk evliliği yaptığını yazar. Ama bu görüş, işçi sınıfının politik eylem dışındayken sermayenin bir parçası olduğu ve işçi tekinin, olağan koşullarda, kadın sorunu ve evlilik gibi konularda da bir burjuva gibi düşünmeye yatkın olduğu gerçeğiyle, egemen ideolojinin egemen sınıfın ideolojisi olduğu; dolayısıyla işçi sınıfının potansiyel olarak taşıdığı özellikleri ancak sınıfsal eylem içinde dinamikleştirebileceği, aşk evliliğinin ancak sosyalizmde mümkün olabileceği tahlilini az çok göz ardı eder. İdeoloji, ekonomik determinizme kayılarak, önemsenmemiş gibidir. Ama Bebel bu örnekte görüldüğü gibi, bazı tezlerinin son tahlilde yol açacağı sonuçları kestirmemiş olmasına karşın yanlışlarını sistemleştirmez. Clara Zetkin, Bebel’in eserinin toplumsal ve tarihsel önemini teslim ederek, Bebel’i kendi koşulları içinde değerlendirmek gerektiğini yazar. Ve kitap… böyle okunmalıdır)
Burjuva kadın hareketi bu sorunu, gerçeklerle değil görünümlerle uğraşarak, hukuki düzenlemeler ve bazı sosyal “haklar”la çözebileceğini ve erkek egemenliğinin önüne geçebileceğini sanmıştı. Ama tam da eşyanın doğası gereği taşıdığı ufuk darlığı nedeniyle tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldı. Şimdi orada burada, ortaya çıkarak haminnelerini taklit eden burjuva kadınlar, geniş kadın yığınlarının önünde oluşturdukları barikatı inatla, ama kof bir inatla savunuyorlar. Tarihin rotasını tersine çevirmeye çalışan bu hareketin karşısında sosyalist kadınların elinde yine yüzyıl önce kazanılmış bir silah var; “Kadın ve Sosyalizm.”
Ama “Kadın ve Sosyalizm”in güncel önemi, onun, emekçi kadın hareketi tarafından burjuva kadın hareketi karşısında hâlâ etkili bir polemik silahı olarak kullanılabilme özelliğinden gelmiyor. “Kadın ve Sosyalizm” aynı zamanda “insanlığın kendisinde yitirildiği” (Marx, bunu “insanlığın kendisinde yitirildiği proletarya” olarak yazar, Kutsal Aile’de) kadın cinsinin, komünist anlamda insanlığını geri kazanma sürecinde bir kılavuz olma mahiyetini taşıyor. Bebel, bu kılavuzu titizlikle ve özenle hazırladı ve proletaryanın amaçlarına sundu. Eski sınıfsız, devletsiz “altın çağı” yeniden ama daha gelişkin ve yetkin olarak kurmak isteyen proletarya için de bu kitap yürekli bir yol arkadaşı oldu; o günden bugüne.
Ve o günden bugüne işçi ve emekçi kadınlar; kendilerini hiçbir zaman insan yerine koymayan sınıflı toplumları yıkmak için yürüyorlar. Bütün kahramanlıkları bu olacaktır onların.
Proletaryanın kadın cinsi, cinsel ve sınıfsal köleliği sona erdirme yeteneğinin ve kurtuluşun kendi kollarında olduğunu ilk kez Bebel’den öğrendi: Proletaryanın erkek cinsi de “kadınsız devrim olmaz”ı.

Nisan-Mayıs 1995

1848 devrimi’nde proletarya Üç renkli bayraktan kızıla

Sınıf mücadelesi tarihinde, Fransa’daki 1848 Haziran devrimi, o güne kadar gerginleşmiş ve artık yeniden saflaşmak üzere altüst olmak zorunda kalan sınıflar-arası ilişkilerin çözüldüğü ve bunların bir başka düzlemde ve platformda yeniden kurulacakları tarihsel sürecin başladığı özel ve özgün bir uğraktır. Dünyada daha önce ve sonra da çok sayıda devrim yaşanmasına rağmen, Haziran devriminin, daha genel olarak da 1789’dan itibaren Avrupa’daki sosyal ve siyasal haritayı değiştiren Fransız devrimlerinin, devrim tarihinde ayrıcalıklı bir yer tutmasının nedenleri vardır ve bu devrimlere özgünlüğünü veren de bu nedenlerdir.

Kimi zaman sanıldığı gibi, bu önem, Marx ve Engels’in diyalektik materyalist yöntemi tarih çözümlemesi yapmak üzere geliştirme olanağını ilk kez, hemen yanı başlarında cereyan eden Fransız devriminde bulmuş olmalarından gelmez. Kuşkusuz, bu pratik olanak, teorinin zenginleşmesine ve gelişmesine, tarihsel materyalizmin olgunlaşmasına çok büyük katkılar sağlamıştır ama Fransız devrimi, teorik bir olanaktan çok daha fazla şeyi ifade eder. Dahası, Marx’ın, kendi yaşadığı dönemde, onun için yakın olan bir tarihe projeksiyon tutarak onu analiz etmeye çalışmasından yola çıkarak teorinin Avrupa merkezli bir mahiyet taşıdığını, diğer anakaralarda yaşanan süreçleri açıklayamayacağı iddialarını da Engels, Marx’ın kaleme aldığı Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inin üçüncü baskısına yazdığı önsözde yanıtlar. Der ki Engels, “Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri ve bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirledikleri biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirledikleri ülkedir. Ortaçağ feodalizminin merkezi, Rönesans’tan beri babadan oğla geçen krallığın klasik ülkesi olan Fransa, Büyük Devrimi’nde, feodalizmi yıktı ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız klasik bir özellik verdi. Aynı biçimde, devrimci proletaryanın, hüküm süren burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da başka yerde bilinmeyen keskin biçimlere büründü. Marx’ın eski Fransız tarihini, özel bir önem vererek incelemekle kalmayıp, geçmekte olan tarihin bütün ayrıntılarını izlemesinin ve daha sonra yararlanılmak üzere malzeme toplamasının nedeni budur.” (Karl Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, sol yay, 1990, s.11, Sevim Belli çevirisi)

Öyleyse, teorinin de bizzat ürünü olduğu 19. yüzyıldaki Avrupa’daki devrimlerin içinde özel bir yer tutan Fransız devriminin sonuçları ve kendisinden sonra gündeme getirdiği siyasal ve sosyal değişikliklerin bugünkü politik ihtiyaçlar bakımından bir kez daha hatırlanmasında yarar olacaktır. Çünkü tarih, aslında bugünü açıklar. Üstelik Fransız ihtilali, başka zamanlarda, değişmesi için aylar ya da yıllar gereken sınıflar-arası ilişkilerin her gün değiştiği, hiçbir şeyin bir önceki gün gibi olmadığı, hiçbir ilkenin ya da dengenin ertesi gün aynı konumda kalmadığı, pek çok şeyin çok kısa anlara sığdığı bir tarihsel dönem olması bakımından, bu devrimde yer alan, karşı karşıya gelen, yan yana duran, süreç içinde ayrışan veya birleşen sınıfların durumları, geçişleri ve gelişmeleri hakkında açık ipuçları- verir; bu durumların en kristalize olmuş hallerini görmemize olanak sağlayarak bugünkü, daha dolaylı, bazen, henüz açığa çıkmamış ilişkilerin nereye evrileceğini anlamamızı kolaylaştırır. Denebilir ki Fransız devrimi bir siyaset okuludur.

 

HAZİRAN ÖNCESİ

Fransa’da 1789’dan başlayarak 1871 Paris Komünü’ne kadar uzanan devrimci süreçte sayısız çalkantılar yaşanmış, burjuvazi, siyasal iktidarı aristokrasiden almak için girdiği pek çok çatışmadan sonra bazen bu iktidar üzerinde denetim sağlayabilmiş ama çoğu kez de gerici sınıflarla işbirliği yapmayı tercih ederek kendisine tanınan temsil yetkisiyle yetinmişti. Fransız burjuvazisinin iktidar için mücadelesinin bu kadar uzun zamana yayılmasının, bu sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan az gelişmiş olmasıyla bir ilişkisi olduğu gibi, onunla birlikte giderek gelişen ama henüz, politik olgunluğa ulaşmamış alt sınıfların iktidardan bekledikleri talepler karşısında duyduğu ürküntüyle de ilişkisi vardır. Ve bütün devrimci süreçte, Fransa bu sınıfların birbirlerine karşı sürekli değişen tutumlarına, politik hesaplarına sahne olur.

1830’da, aristokrasiye karşı başkaldıran cumhuriyetçi burjuvazinin daha sonra, iktidara getirilen Orleans Hanedanı’ndan Louis Philippe’le uzlaşmayı tercih etmesiyle birlikte Temmuz Monarşisi adıyla anılan dönem başlamıştı. Temmuz iktidarında söz sahibi olan, burjuvazinin bütün kanatları değildi ve bu yüzden 1848, hatta 1852’ye kadar süren süreç, burjuvazinin bütün kanatlarının birleşik iktidarının sağlanması için verilen mücadeleleri kapsar. Louis Philippe’in zamanında tahta yerleşen kesim; “bankacılar, borsa kralları, demiryolu kralları, demir madeni sahipleri, orman sahipleri ve toprak mülkiyetinin onlara bağlı bölümü”nü içeren mali aristokrasiydi. Sanayi burjuvazisi ise iktidarla temsili düzeyde ilgiliydi ama azınlıktaydı. Burjuvazinin muhalefete itilen bu kanadıyla iktidardaki mali aristokrasi arasında cereyan eden çelişki, devletin içine düştüğü ekonomik bunalıma bağlı olarak da keskinleştiğinde, ticareti, sanayiyi, denizciliği ve sanayi burjuvazinin çıkarlarını durmadan tehdit eden ve zarara uğratan bu hükümete karşı sanayi burjuvazisi yani “resmi muhalefet”, toplumun tüm kesimlerini de etkileyecek bir savaşa hazırlanmak üzereydi. 1845–46 yıllarında tarımsal üretimin gerilemesi, yaşamın pahalılaşması, İngiltere’de baş gösteren ekonomik bunalım, taşra bankalarının iflası gibi nedenlerle bütün Avrupa’yı harekete geçiren dalga, Fransa’yı da 1848 Şubat devrimine götürdü. “Ekonomik bunalımın ticaret ve sanayide neden olduğu yıkıntı, mali aristokrasinin her şeyi yapabilme gücünü, tüm yetkilere sahip oluşunu daha da katlanılmaz kılıyordu. Burjuva muhalefeti bütün Fransa’da ziyafetler yoluyla mali reform lehinde bir kışkırtma hareketi başlattı. Bu hareket, burjuva muhalefetine meclislerde çoğunluğu kazandıracak ve borsa kabinesini devirmesini sağlayacaktı. ” (Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848–1850, Sol yayınları, 1976, s.44, Sevim Belli çevirisi) Böylece sanayi burjuvazisi, mali aristokrasiye karşı yürüttüğü muhalefetin sonucunda, egemenliğini ilan etmeyi tasarlıyordu. Öte yandan, diğer sınıflarda da derin bir kaynaşma vardı. Köylülük zor durumdaydı ve ipotek faizleri yüzünden iki yakasını bir araya getiremez olmuştu, kent küçük burjuvazisi yani “dükkân” ise büyük tüccara, bankere ve fabrikatöre karşı giderek derinleşen bir öfke biriktiriyordu. Proletarya ise en alttaki sınıf olarak yoksullaşmanın son sınırına kadar gelmiş dayanmıştı. Ve Fransa geniş bir lümpen proleter kitlesine sahipti. Bütün bu sınıfların devrimden çıkarları, burjuvazinin üç renkli bayrağı altında birleşti ve mali aristokrasiye yönelik muhalefetin içinde eridi. Şubat ayaklanması, ardında bir Geçici Hükümet bırakıp geçtiğinde, yeni durumda, bütün toplumsal sınıflar iktidarda az çok temsil edilebilme olanağı buldular. Burjuvazinin sözcüleri, bu kardeşlikten dolayı bütün ulusun sarhoşluktan başının dönmesini bekliyordu. Çünkü geçici hükümetle birlikte, önceki dönemlerin hâkim anlayışı kırılmıştı: Sınıf farklılıkları bir yanlış anlamadan ibaretti ya da Temmuz Monarşisi günlerinin bir kötülüğüydü, şimdi ise tarihe karışmıştı: “Sınıf ilişkilerinin bu yalnızca düşüncede kaldırılmış olmasına karşılık veren sözcük fraternite, kardeşleşme, evrensel kardeşlik idi. Sınıflar-arası uzlaşmaz çelişkilerin bu yumuşak başlılıkla soyutlanışı, karşıt sınıf çıkarlarının bu duygusal dengesi, fraternitenin coşkunlukla sınıf savaşımının üzerinde yüceltilmesi, işte gerçekten Şubat devriminin özeti bunlardı. Sınıfları birbirinden ayıran şey basit bir yanlış anlama idi ve 24 Şubat’ta, Lamartine, Geçici Hükümetin adını taktı: ‘çeşitli sınıflar arasındaki o korkunç anlayışı ortadan kaldıran hükümet’ Paris proletaryası ise bu yüce gönüllü kardeşlik sarhoşluğuna kendini kaptırdı gitti. ” (agy, s. 51)

Kuşkusuz bu kısacık bir andı ve Geçici Hükümet dönemi, Haziran günlerine gelinceye değin yoğun bir huzursuzluğun yaşandığı dönem oldu. Anlık denge çok kısa bir süre içinde çözülecek, burjuvazinin, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla kendi bayrağı altında topladığı alt sınıflardan kurtulmak için düzenlediği entrikalar bu kez burjuvaziyle, müttefiki proletaryayı Haziran barikatlarında karşı karşıya getirecekti. Üstelik Haziran barikatlarının bir tarafında yer alan proletarya, burjuvazinin bir süre sonra ona da ihanet edeceği “dükkân”ı yanında bulamayacaktı.

Geçici Hükümette, cumhuriyetçi küçük burjuvazi, cumhuriyetçi burjuvazi, hanedan muhalefeti ve işçi sınıfı temsil edilmekteydi. Bu, çıkarları birbirine karşıt ve düşman sınıflar Şubat Devrimini birlikte yapmışlardı ve şimdi de iktidarı paylaşıyorlardı. Şubatın son günlerine doğru, Paris proletaryası, Geçici Hükümete silah zoruyla cumhuriyeti ilan ettirdi. Böylece proletarya tarih sahnesine ilk kez etkin bir güç olarak çıkmış oldu. Devrim sırasındaki ve Cumhuriyetin ilan edilmesindeki rolünden dolayı da devrimin kazanımlarını ve Geçici Hükümeti alkışlıyordu. Marx, şöyle yazıyordu: “Toplumun devrimci çıkarlarını kendinde toplayan bir sınıf başkaldırdı mı derhal, kendi özel durumunda, kendi devrimci eyleminin içeriğini ve maddesini bulur: Düşmanlarını ezmek, savaşım gereklerini zorladığı önlemleri almak ve onun kendi eylemlerinin sonuçları onu daha ileriye iter. Kendi özel görevi üzerine hiçbir teorik araştırmaya girişmez. Fransız işçi sınıfı henüz bu noktada değildi. O, henüz kendi devrimini yapacak yetenekte değildi.” (agy, s. 49)

Proletarya Şubat günlerinde kendi eyleminin sonuçlarını daha ileri götürmek için hiçbir şey yapmadı. Bu çatlamaya mahkûm ortak hükümeti -üstelik burjuvazi bir süre sonra, proletaryadan kurtulmak isterken buna cumhuriyetin selametini gerekçe gösterecekken- herkesten daha çok savundu.

Umulabileceği gibi devrim bir süre sonra gerilemeye başladı. Burjuvazi özel yöntemler uygulayarak, köylülüğü proletaryaya, proletaryanın bir kesimini diğer kesimine düşürmeye çalıştı. Devrimin masrafları “saf Jacques”e yani köylüye ödetilmek üzere yeni vergi yasaları çıkarıldığında “cumhuriyet Fransız köylüsü için bundan böyle 45 sentlik vergi demek” olacaktı ve “Paris proletaryasını kendi sırtından keyif çatan bir savurgan olarak” görecekti. Böylece burjuva devrimi, feodal kötülükleri ortadan kaldırmak gibi bir siyasal görevi tamamlamayı burjuvazinin diğer çıkarları adına reddediyor, hızını kesiyordu. Proletaryanın birbirine düşürülmesinin yöntemi de lümpen proleter unsurlardan oluşturulan gezgin muhafız taburlarının oluşturulmasıydı. Bunlar herhangi bir iç karışıklıkta proletaryaya karşı devleti savunacaklardı. Nitekim çok geçmeden de bu, böyle oldu. İç savaş Haziran’da patladı. Cumhuriyet, zaten aslında kardeşlikten çok, bir iç savaş olasılığını nüve olarak barındıran ucube bir ortaklıktı. Neue Reinische Zeitung’da şunlar yazıldı: “Şubatta ilan edilen büyük harflerle Paris’in her alanına, her cezaevinin, her kışlanın duvarları üzerine yazdan bu kardeşliğin gerçek, aslına uygun, alelade yalın ifadesi iç savaştır. En korkunç biçimiyle iç savaş, emek ile sermaye arasındaki savaş… Bu devrimde krallığa karşı patlak veren uzlaşmaz çelişkiler, henüz embriyon halinde uslu uslu yan yana uyuklamaktaydılar, çünkü onun arka planını oluşturan toplumsal savaşım ancak hayal meyal belirimsiz bir varlık, ancak sözde, kelamda bir varlık kazanabilmişti” (Alıntı Marx’ın agy, s. 66)

 

HAZİRAN VE SONUÇLARI: “DEVRİM ÖLDÜ YAŞASIN DEVRİM”

Haziran ayaklanmasına proletaryayı burjuvazi zorlamıştı, iç savaş, Paris’i doğudan batıya kesen hattın; Montmartre’dan başlayan Saint Denis caddesinden geçen, Saint Jacques sokağı boyunca uzanan hattın üzerine oluşan barikatın iki tarafında toplanan iki sınıf arasında yaşandı. “Haziran devrimi, bütün toplumu Doğu Paris ve Batı Paris tarafından temsil edilen iki büyük düşman kampa gerçekten bölen ilk devrimdir. Şubat Devrimi’nin oybirliği, göz kamaştırıcı yanılsamalarla dolu, güzel yalanlarla dolu ve dilinden ballar akan hain Lamartine’in yakışığınca temsil ettiği oybirliği yok oldu” (Engels)

O zamana değin üç renkli bayrağın altında burjuvaziyi, kendi talepleri için sadece zorlamak niyetinde olan, cumhuriyetin varlığını bunun teminatı olarak gördüğü için silahlarını yitirip, kızıl bayrağını indiren işçi sınıfı, kendisini, Paris sokaklarını, içlerinden çoğunun kanıyla yıkamaya getiren gelişmeler karşısında aslında hazırlıksız yakalanmıştı. Erken kurulan barikatın kendi tarafında, bağımsız bir örgüt ve mücadele deneyiminden yoksun halde, üç kuruşluk hesaplara devrimi satan küçük burjuvazinin ve burjuvazinin ihanetinin bedelini korkunç bir yenilgiyle ödedi. Ama diğer yandan 1834’te ayaklanan, sınıfın Lyonlu mensuplarının gerçekleştirmiş olduğundan bu yana Fransa’nın gördüğü en büyük işçi ayaklanmasıydı bu ve bir bakıma tarih hem burjuvazi için hem de proletarya için yeni yazılıyordu. Ne 1789 ne 1930 ve ne de 1848 Şubat Devrimi’nin sağlayamadığı bir şeyi; burjuvazinin siyasal iktidarının kurulmasını, burjuvazinin tüm kesimlerinin açık, yalın ve kesin iktidarını Haziran günleri sağladı, iktidar mücadelesi verirken, feodal aristokrasinin karşısında kaypak ve teslimiyetçi davranan burjuvazi, bir tarihsel dönemi feodalizme karşı verdiği mücadeleler sayesinde olduğu kadar, en az onun kadar, proletaryanın Paris sokaklarında akan kanı üzerine basmak suretiyle başlattı. Diyalektik olarak bunun tersini söylemek daha doğrudur, modern sınıf ilişkilerinin içinde boy verip serpileceği düzenin siyasi miladı aslında Haziran günleridir; devrim o gün öldürülmüştür ama bir yandan da o gün doğmuştur. Haziran günlerini anlatan Marx bu yüzden makalesini “devrim öldü yaşasın devrim” diye yazacaktır.

Devrim ölmüştü; bunun pek çok nedeni vardı; eğer tarihsel bakımdan “erken” sözcüğü yeterince açıklayıcıysa, proletaryanın bu ilk bağımsız tavrı, komünizmin ütopik fikirlerinden yeni yeni arınmaya başladığı, politik programının henüz Şubat’ta, Manifesto’da ifade olanağı bulabildiği, parti fikrinin daha olgunlaşmadığı, gerçek komünist örgütlerin, bütün Avrupa’da ancak yüzlerle ifade edilebilecek bir üye sayısına sahip olabildiği üstelik bu örgütlerin işçi sınıfı mücadelesiyle, onu disipline edebilecek, yönetebilecek ve birleştirecek düzeyde doğrudan bağlantı halinde olamadığı bir dönemde işçi sınıfının Haziran’da neden yenildiğini de açıklayacaktır kuşkusuz. “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için yeterince olgunlaşmamıştır.” (Engels)

Proletaryanın yenilgisinin nedenlerinden birini de Engels, Haziran devrimini askeri bakımdan da tartıştığı, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”nın önsözü’nde şöyle açıklar: ” Haziran 1848’de Paris’te, Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresde’de saldırıyı yöneten liderler, siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgiyle sonuçlanmasında, şaşılacak bir şey yoktur.” Ve sonuçta, en büyük çatışmaların 1848 ve ‘49’da yaşandığı barikat savaşlarını eskimiş bir savaş yöntemi olarak buluyordu Engels. Bu bakımdan Haziran’ın kazanından arasında, sınıf mücadelesinde iyi uygulanan askeri yöntem ve taktiklere ihtiyaç duyulduğunun anlaşılmasını saymak gerekir. Üstelik bu yöntem ve taktikler, zaman, mekân ve teknolojinin gelişmesine bağlı olarak durmaksızın değişmekte, bir öncekiler eskimekte yeni yöntemlerin bulunmasıyla zenginleşmektedir. Bu konuda yaratıcı olmaya ihtiyaç vardır, çünkü 1848’de Paris sokaklarında gerçek barikatların kurulmasından sonra, bütün dünyada da burjuvazi ile proletarya arasında bu türden manevi barikatlar kurulacaktır. O yüzden, burjuva Paris, Haziran günlerinden sonra yeniden düzenlenirken burjuvazinin o derin sınıfsal korkusunun ve kininin doğurduğu ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenir; bu, aslında dünyanın yeniden nasıl düzenleneceğinin işaretlerini verir. Burjuvazinin kentleri düzenleyiş biçimi bile proletaryaya karşı bir mevzilenme biçimine denk düşer; öyleyse 1848’den sonra verilecek sınıf mücadelesi, bu değişiklikleri gözetmek zorundadır. Şöyle yazar Engels: “Son olarak 1848’den bu yana büyük kentlerde kurulan mahallelerin caddeleri uzun, dümdüz ve geniş ve yeni topların, yeni tüfeklerin etkinliklerine uyarlanmışa benzerler. Bir barikat savaşı için Berlin’in kuzey ve doğusundaki yeni işçi semtlerini seçecek bir devrimcinin çılgın olması gerekirdi. Bu demek midir ki, gelecekte sokak savaşı hiçbir rol oynamayacaktır? Hiç de değil yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur… Büyük kuvvetler bütün Fransız devriminde… Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.” ( Engels, Fransa’da Sınıf Savaşımları’na önsöz)

Bunların yanı sıra, proletaryanın haziran günlerinde öğrendiği bir şey daha vardır. Müttefiklerini doğru saptamak ve onları kendi yanına çekmek. Haziran günlerine, cumhuriyetçi demokrat küçük burjuvaların ve köylülüğün desteğinden yoksun bir biçimde giren işçi sınıfı, yapılan burjuva propagandalar nedeniyle kendisinden uzak, hatta düşmanca bir konumda duran bu iki toplumsal katmanı kazanmak için pek bir şey yapmamıştı. Buna belki zamanı da olmamıştı ve hazır olmadığı bir savaşa zorla çekilirken işçi sınıfının saflarında da gevşeklikler yaşanıyordu. “Ulusun burjuva rejimine sermayenin egemenliğine başkaldırmış proletarya ile burjuvazi arasında yer alan kitlesi, yani köylülük ve küçük burjuvazi, devrimin ileri doğru yürüyüşü ile proleterleri öncüleri olarak tanıyıp onlara katılmak zorunda bırakılmadıkça, Fransız işçileri bir tek ileri adım atamazlar ve bu rejimin kılına bile dokunamazlardı, işçiler bu zaferi ancak Haziran yenilgisi ile satın alabilirlerdi…” (Marx, agy, s. 50) Oysa “Haziran günlerinde, hiç kimse mülkiyeti kurtarma uğruna ve krediyi yeniden tesis etme uğruna Paris küçük burjuvaları kadar bağnazca savaşmamıştı. Dükkân bütün kuvvetini toplayarak sokaktan dükkâna geçişi yeniden sağlamak için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın ardında dükkânın müşterileri ve borçluları, önünde ise alacaklıları vardı. Ve barikatlar devrilip işçiler ezildiğinde ve mağazaların bekçileri zafer sarhoşluğu içinde yeniden dükkânlarına koştukları zaman, dükkân kapısının, mülkiyetin bir bekçisi tarafından, kendilerine bir takım göz korkutucu kâğıtlar uzatan resmi bir kredi memuru tarafından kesilmiş olduğunu gördüler. Vadesi geçmiş poliçe, vadesi geçmiş bono, batmış dükkân ve batmış dükkâncı buldular. ” (Marx, agy. 74)

Küçük burjuvazinin Haziran’dan sonra karşılaştığı sıkıntı sadece ekonomik değildir. Burjuvazi bu sınıfın temsilcisi olan siyasi hasımlarından da kurtulmanın bir yolunu bularak iktidarı tek başına elinde tutabileceği koşulları yaratmaya çalışır. Ama küçük burjuva cumhuriyetçi demokratlar, burjuvaziye karşı anayasal yoldan mücadeleyi tercih ederler, burjuva anayasayı bağnazca savunurken, sokaktan ürkmektedirler. Aynı zaman zarfında diğer toplumsal sınıflar arasındaki gerginlik giderek artar ve Aralık ayında köylüler ayaklanır ve iktidarda söz sahibi olmak isterler. Marx, bu ayaklanmayı “köylü şubatı” olarak tanımlamaktadır. 1848’den sonraki dönem iktidar mücadelelerinin kızışmaya devam ettiği dönemdir; aynı zamanda, devrim de hızla geriler. Burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdıkça bütün muhalefete darbe üstüne darbe indirecektir. Louis Bonaparte’in iktidara geldiği sıralarda -Bonaparte, bütün sınıfların desteğini alarak, köylü ayaklanmasını takiben iktidara getirilir- ise, önce işçi örgütleri olan kulüpler kapatılır, işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylülüğün iktidarda denetim kurmasının araçlarından bir olan genel oy hakkı kaldırılır. Gericilik yılları başlamış; kardeşliğin yerini devrime ihanet, devrime katlan sınıflara yönelik baskılar almıştır. Ama Haziran günleri sadece bir yenilgiyle açıklanamayacağı, bu ayaklanmanın, proletaryanın çok açık bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkması gibi bir kazanımla sonuçlanmış olması bu yenilginin kendisinden daha önemli olduğu için yeni bir süreç başlamıştır. Burjuvazinin siyasal iktidarını, aristokrasinin koltuğunda güçlendirmek için harcadığı onca çabaya karşın, bir zamanlar, kardeşlik bayrağının altında henüz nüve halinde saklanan iç savaş şimdi artık bir gündem haline gelmiştir. “Zambak arkasına gizlenen” üç renkli bayrak, kırmızısından, kendi mezarını kazacak olan sınıfın bayrağını dikmiştir. Bu bayrağın üzerine demek ki “bütün işçiler birleşin” sözü yazılacaktır. Manifesto bunu daha Şubat günlerinde görmemiş midir?

 

Haziran-Temmuz 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑