Teknokrat hükümetler ve burjuva diktatörlüğü

Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, beklendiği gibi, mevcut hükümetleri yerlerinden etti. AB’nin hegemon güçleri, borçlu ülkeler üzerindeki egemenliklerini arttırmak üzere görevi çoktandır üzerlerine almışlardı. Öyle ki, başta Alman sermayesi olmak üzere, tekelci burjuvazi, Avrupa ülkelerinde ekonomik ve sosyal yaşamı neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden şekillendirmek, idari yapısını da bu çerçevede yenilemek için süren krizleri fırsat olarak değerlendirmektedir. Bu, işin bir yanı. Diğer yanı ise, Yunanistan ve İtalya’da emekçilerin yoğun tepkisi koşullarında özellikle Alman ve Fransız tekelci burjuvazisinin dayatmalarıyla hükümetlerin birer birer istifa etmek zorunda kalıp yerlerine teknokrat hükümetlerin kurulması. Ve Yunanistan’da ilginç bir manevrayla Başbakan Papandreu’nun kemer sıkma politikasını referanduma götürme kararından aldığı tepkiler üzerine vazgeçerek geri adım atması.
Ne oldu da Antik demokrasinin beşiği olan Yunanistan’da, bir ekonomi politikasının halkın onayına sunulacağının açıklanması bunca tepki aldı? Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konuda, mesela ücretlerin düşürülmesi, kamu harcamalarının kısıtlanması gibi uygulamalarla ilgili halkın görüşünün alınması, bu çerçevede referanduma gidilmesi neden bu kadar kötü olsun? Almanya Başbakanı Merkel’den Yunanistan’daki burjuva muhalif güçlere, AB kurumlarından iktidar partisi PASOK’un büyük bölümüne kadar tüm burjuva kurum, akım ve partilerden yükselen öfkenin anlamı neydi? Yapılacak olan, burjuva demokrasisi açısından bile, halkın yaşamını derinden etkileyecek bir meselenin yine halka danışılarak karara bağlanması olarak yorumlanabilirdi. Böyle olmadı. Ne Alman emperyalizminin sözcüleri, ne de Yunan burjuva çevreleri referanduma yanaşmadılar bile!
Temel bir ekonomik meselede halkın karar vermesini öngören bir yaklaşımın ifadesi olarak referanduma gelen bu tepkiler, özelde Yunanistan ve Almanya hükümetlerinin, genelde burjuva demokrasisinin ikiyüzlü niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Önce Yunanistan’da neler yaşandığına ve bu sürece nasıl gelindiğine kısaca bakalım.

HÜKÜMETLERİ DÜŞÜREN YOL

AB, IMF ve OECD, mevcut krizin çözümü olarak, kamu gelirlerini arttırmak üzere vergilerin yükseltilmesini, kamu giderlerini azaltmak üzere de özelleştirmeler, ücretlerin düşürülmesi ve çalışma saatlerinin yükseltilmesi gibi önlemleri dayattı. Yunanistan’a verilen kredi dilimlerinin şartı da bu önlemlerin hızla yaşama geçirilmesine bağlandı. Papandreu baskılar karşısında istifa etti ve yerini ulusal birlik hükümetine bıraktı. Hükümet başkanlığına ise, teknokrat kimliğiyle öne çıkan Avrupa Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı Lukas Papadimos getirildi.
Referanduma gösterilen tepkiler ve sonrasında referanduma götürülmesi düşünülmüş aynı politikaların uygulanmasını sürdürecek bir teknokratın başbakanlığa getirilmesi, burjuva demokrasisinin niteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Burjuvazinin demokrasisinin, emekçilerin taleplerini dikkate almayan ve temel meselelerde halkın siyasal müdahalesine kapalı niteliği daha açık bir şekilde ortaya çıktı.
Birincisi; Papandreu’nun referanduma gitme niyetinin sermaye çevrelerinden aldığı tepki, burjuva demokrasisinin halkı karar alma mekanizmalarından temel konularda uzak tutmasının göstergesiydi. Türkiye’ye de demokratikleşme konusunda ‘ders’ veren, yayınladığı raporlarda anti-demokratik uygulamalara dikkat çeken AB komisyonu başta olmak üzere AB kurumları, referandum karşısında adeta duvar oldular. Kemer sıkma önlemleri nasıl halka sorulurmuş? Halka, örneğin kendi ücretlerinin düşürülmesi konusunda nasıl danışılırmış?
Keza, Almanya. AB’nin egemen ülkesi Almanya, AB demokrasisinin örneklerinden. Merkel ve bilfiil Alman sermayesinin diğer sözcüleri topyekun referanduma karşı çıktılar. Yunanistan’a yardım elini uzatmış Alman tekelci sermayesinin ‘iyilikleri’ halkın onayına sunulur muymuş? Göbeğinden Alman emperyalizmine bağlanmış Yunan burjuvazisinin de, ‘demos’un işin içine sokulması fikrinden ve Antik demokrasisinin tırnağından bile ödü kopmuştur.
İkincisi, kemer sıkma programının yerine emekçilerin taleplerini dikkate alan bir önlemler bütünü mü gündeme geldi? Hayır. Yine, aynı programın, yeni hükümet tarafından daha kararlı bir şekilde uygulanacağı açıklandı. Papadimos, geçici hükümetin başlıca görevinin, 26 Ekim’de yapılan Avrupa Birliği zirvesinde Yunan ekonomisiyle ilgili alınan kararların ve bu kararlarla ilgili ekonomi politikasının uygulanması olduğunu söyledi. Yeni hükümette de görevini sürdüren Maliye Bakanı Evangelos Venizelos hükümetin vizyonunu açıklarken, “Önceliklerimiz açık. İlk etapta 110 milyar Euroluk kurtarma paketinin altıncı taksiti olan 8 milyar Euro’yu 15 Aralık’tan önce devlet kasasına sokmak” diye konuştu. Yani yeni hükümetin ekonomik programı eskisiyle baştan sonra aynı.
Peki, emekçilerin taleplerine ne oldu? Hani, ‘demokratik’ gösteriler, eylemler… Halkın hakları için mücadele etmesi, siyasal iktidarın kararlarını etkilemesi? “Avrupa demokrasisi”nden bahsettiğimize göre, halkın karar alma süreçlerine katılımını da soralım? Yok! Hiçbirisi yok. Burjuvazinin demokrasisi için, eğer iktidarı henüz tehlikeye girmediyse ya da siyasal güç dengeleri önemli bir biçimde değişmediyse, halkın taleplerinin önemi yoktur. Sermayenin programı ve çıkarları, halkın taleplerinin kulak arkası yapılmasını sağlamıştır. Seçim, halk iradesi vb. kavramlarla bezenmiş burjuva demokrasisi bir kenara bırakılmıştır. Buna Yunanistan emekçilerinin nasıl bir cevap vereceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Üçüncüsü, hem Yunanistan hem de İtalya’da yeni kurulan hükümetler, biçimsel özellikleri bakımından da, burjuva demokrasisinin emekçileri siyasal kararların alınması sürecinin dışında bırakma çabasında daha ileri bir saldırıyı içermektedir. Bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele almakta fayda var.

TEKNOKRAT HÜKÜMETLER
Yunanistan’da PASOK hükümetinin istifasının ardından kurulan ulusal birlik hükümetinde öne çıkartılan yeni başbakanın, Papadimos’un teknokrat niteliği.. Papadimos, eğitimini ABD’de yapmış, fizik ekonomi doktorasını tamamlamış bir isim. Bu dalda Columbia Üniversitesinde dersler vermiş. 1984 yılında ülkesine döndüğü zaman, Yunanistan Bankası’nın baş ekonomisti olarak görevlendirilmiş. 1994’de de bankanın yöneticiliğine atanmış. Euro’ya geçişin coşkulu bir savunucusu olan Papadimos, 2002 yılında Avrupa Merkez Bankası’nın başkan yardımcılığı görevine getiriliyor. 31 Mayıs 2010 yılına kadar bu görevi sürdürüyor.
Keza İtalya’da kemer sıkma programının İtalya Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinden sonra istifa etmek zorunda kalan Başbakan Berlusconi’nin ardından hükümet başkanı olan Mario Monti de bürokrat özelliğiyle dikkat çekiyor ya da dikkatler kasıtlı olarak buraya çekiliyor. Monti, başbakan olabilmesi için, burjuva hukukun en ucuz yöntemleriyle “beş dakikada” senatör ilan ediliyor, sonra da başbakan… Krize giren, kemer sıkma önlemleriyle emekçilerin büyük tepkisini alan ülkelerde teknokratlardan oluşan hükümetler söz konusu. Buradan genel bir eğilim çıkarmak niyetinde değiliz. Ancak, Yunanistan ve İtalya’da sermayenin ilk hamlesinin teknokratları başa getirmek olmasının bir sebebi olsa gerek.

POZİVİTİZMİN TEKNOKRATLARINDAN BUGÜNE
Sömürücü egemenlerin halka güvensizliği ve buradan yola çıkılarak devletin yönetiminin teknokratlara bahşedilmesi fikri, çok daha eskilere, Antik Çağa kadar gider. Ünlü filozof Platon, devlet yönetiminin uzmanlık işi olduğu iddiasıyla, halkın devlet yönetiminden uzak tutulmasını savunmuştur. Demokrsiyi de, halkın yönetimi olarak kabul edip, anarşi ve karmaşa düzeni olarak lanetlemiştir. Platon, ‘Devlet’ isimli eserinde, uzman yönetimi fikrine zemin hazırlamak üzere, demokrasiyi şöyle eleştirmiştir:
“Ahlâk değerlerine aldırış bile edilmez… Demokrasilerde hiçe sayılır bütün bunlar. Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi düşünülmez. Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.” “Saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik.” “Hayvanlar bile bu devlette başka her yerdekinden daha hürdür; o kadar ki, insan gözleri ile görmese inanmaz… Demokrasilerde atlar, eşekler öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler… Yurttaşlar o hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar ayaklanırlar; yazılmış yazılmamış bütün kanunlar hiçe sayar, kelimenin tam anlamı ile başına buyruk kalmak isterler.”
Platon’a göre “Yönetici filozof; filozof yönetici olmalıdır.” Platon, devleti, felsefe eğitimi almış ve tüm bedensel arzu ve zevklerden uzaklaşmış yaşlı aristokratların yönetmesini önerir. Bu aristokrat sınıfın devleti yönetmek için özel olarak eğitilmesi ve yaşlılardan oluşması gerektiğini ifade eder.
Teknokratların toplumu yönetmesi, 19. yüzyıl pozitivizminin de temel politik yaklaşımlarından birisidir. Pozitivizm, feodal toplum ve kast sisteminin yıkılması mücadelesini veren halk yığınları için seçimlerin anlamlı olduğu belirtirken, eski sistemin geride kalmasıyla, artık buna ihtiyaç kalmadığı sonucuna varır. Politikacıların çeşitli kaygılarla düzen ve ilerlemeyi sağlayamayacağını düşünen ve pozitivizmin kurucularından kabul edilen Comte, toplumu dört kişilik bir bilge heyetin yönetmesi gerektiğini ileri sürer: Üç bankacı ve bir piskopos. Bankacılar, iktisadi uzmanlar olarak, toplumsal ilerlemeyi sağlamakla görevliyken, piskopos da ‘bilimsel’ büyük insanlık dini ile toplumsal kargaşayı önleyecektir! Bu açıdan Comte ve onun pozitivizmi, 19. yüzyılda yükselen işçi hareketleri ve onun siyasal etkilerine karşı, burjuvazinin öfke ve önlem arayışını yansıtır.
Comte’un ‘düzen ve ilerleme’ fikri, işçi sınıfının toplumu değiştirme mücadelesine karşı yönelmiştir. Her türlü meclis, genel seçim ve ‘halk egemenliği’ fikrini reddeden Comte, ‘bilimsel’ bilgiye sahip seçkin yöneticilerle toplumsal düzeni sağlamayı ve toplumun eğitilmesiyle de ilerlemeyi öngörmektedir. İktidarı isteyen işçi sınıfına da, pozitivist eğitimi ve laikçi bir piskoposun görüşlerini önermektedir.
İşçi sınıfı hareketine ve toplumu bir devrimle değiştirme düşüncesine karşı toplumsal düzenin devamını savunan pozitivist yaklaşımda, genel olarak halka ve onun dahil olacağı burjuva demokratik mekanizmalara bir güvensizlik vardır. Bu nedenle, seçim ve sonrasında oluşacak bir temsilciler meclisi yerine, elitlerin-teknokratların (seçimsiz) yönetimi savunulmaktadır. Comte, ‘Pozitif İlmihal’ kitabında şöyle yazar:
“Seçim mekanizması aslında, kastların dayattığı zorba rejimlere karşı bir tepki olarak siyasi yaşama girdi ve uzun süre de yararlı oldu. Ne var ki, alttakilerin, üsttekileri seçimi, her seferinde sorunlu ve anarşik oldu. Gitgide yozlaşan düzeni ortadan kaldırmaya seçimlerin gücü yetmedi.”
Comte, seçimlere değil bilimsel bilgiye sahip uzmanların yönetimine güveniyor, demokrasi ve halk yönetimi gibi kavramları da hor görüyordu. Bu görüşleriyle faşist ideologlara ilham vermiş olması da anlaşılmaz değil.
Elbette, Comte’nin pozitivist toplumu bir çarpık ütopyadır. Sözde pozitivist bir eğitimle sınıf mücadelesinin son bulması, halkın uzunca bir süre seçimsiz yerleşmiş ve bir nevi saltanat kurmuş küçük bir elite tahammül etmesi beklenemez. Böyle bir elitin de Comte’nin hayal ettiği toplumu yaratamayacağı açıktır.
Sınıf mücadelesinin düzeyi ve insanlığın birikimi, burjuvazinin Comte’cu bir tarzda seçimsiz ve doğrudan teknokratlarıyla diktatörlüğüne izin vermemiştir. Burjuvazi, belki Comte’cu bir ütopya olarak isteyebileceği doğrudan uzmanlarıyla yönetimi yerine, genel seçimler dolayımı ve burjuva partiler vasıtasıyla yönetimi tercih etmiş, daha doğru bir deyişle, sınıf mücadelesi sonucu toplumsal siyasal yaşam böyle şekillenmiştir.
Ancak, pozitivizm ve Comte’nin görüşleri, burjuvazi için tamamen anlamsız da olmamıştır. Bazı burjuva reformcu hareketler pozitivizmi benimserken, diğer yandan demokrasiye karşı faşist gerici hareketler de Comte’un görüşlerden etkilenmişlerdir. Elbette, burjuvazi ve burjuva siyasal güçlerin salt ideolojik-politik alanda Comte’u okuyup beğenmesi ve uygulamasından bahsetmiyoruz. Sınıf mücadelesinin seyrine göre, gerici burjuvazi, seçimsiz, atamalı uzman, teknokrat ya da elit yönetimini, bu yönetme biçimini, gerektiği zaman kullanmaktan geri durmamıştır. Elbette, buna silah zoru ve faşist yöntemler eşlik etmiştir. Demokratik temayüllerin göz ardı edildiği teknokrat yönetiminde, halkın ‘rıza’ ile iknası yeterli olmamış, buna paralel olarak siyasal gericiliğin yükselmesine tanıklık edilmiştir.
Düzeni ve ilerlemeyi sağlamak adına darbeci gruplar, pozitivist, elitist bir yaklaşımla iktidarı ele geçirip toplumu yeniden şekillendirme hevesine kapılmış, burjuvazinin çıkarlarıyla birleştiğinde ya da burjuvazi onay verdiğinde iktidarın tadına varmışlardır. Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra da teknokrat hükümetler gündeme gelmişti. Özellikle darbe dönemlerinden sonra, toplumu yukarıdan dizayn etme fikrindeki çevreler, ‘bilimsel bilgiye’ sahip teknokratlardan oluşan hükümet fikrini ve “popülizm” yapmayarak sözde “ülkenin çıkarları”nı hareket noktası edinecek bu türden hükümetlere olan ihtiyacı öne sürmüşlerdir.
Tabii, Yunanistan ve İtalya’daki durum bundan bir miktar farklı görünüyor. Bir kere henüz fazla uzun süreli bir teknokrat yönetiminden söz etmek mümkün değil. Sınıf mücadelesinin düzeyi böyle teknokratik bir geri dönüşü şimdilik kaldırmaz da. Diğer yandan Yunanistan ve İtalya’da siyasal gericiliğin artış eğilimi söz konusu olmakla birlikte, gericiliğin darbe sonrası dönemlerin rahatlığında olduğundan ve buna imkan tanıyacak koşullara sahip bulunduğundan bahsedilemez. Ancak, yine de, teknokratların öne çıkarılarak, yeni teknokrat hükümetlerin kurulmuş olması bir rastlantı olmasa gerek.
Şüphesiz ki 19. yüzyılın teknokrat yönetimi fikriyle, günümüzün teknokrat hükümetleri, ortaya çıkış koşulları ve ihtiyaç haline gelmeleri arasında önemli farklar vardır. Şimdi, neoliberal dönemdeki teknokratların durumuna gelebiliriz.

NEOLİBERALİZM VE TEKNOKRATLAR
Uzmanlardan oluşan kurulların neoliberal politikalarla birlikte mantar gibi türemesinde, tekelci burjuvazinin aktüel politika çerçevesi olan neoliberalizmin devlet, toplum, piyasa ve yönetim anlayışı etkindir.
Liberalizme göre, devletin piyasaya müdahalesi, verimlilik, etkinlik ve refahı azaltmaktadır. Dolayısıyla devlet ekonomiye müdahale etmemeli, düzenleyici ve çerçeve oluşturucu bir rol oynamalıdır. Neoliberalizm ise, liberalizmin devletin ekonomiye müdahale etmemesi yaklaşımını son noktaya kadar götürmüştür.
Neoliberalizmin kamu yönetimi anlayışına göre, bireyler kendi çıkarlarını gözetirler ve bencildirler. Dolayısıyla, politikacılar da, ekonomiye müdahale hakları olduğu sürece, bu bireysel çıkar gözeten yaklaşımlarından ötürü piyasanın dengesini bozacak girişimlerde bulunabilirler. Neoliberalizm, bireyin çıkarcılığından hareketle, ekonomiye politikacının müdahalesinin önlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ekonominin düzenlenmesi görevinin de siyasal çıkarlardan uzak uzman kurullara verilmesi, bu kurulların siyasal alandan tamamen bağımsız teknik kurullar olması gerektiğini savunur. Bu kurulların demokratik olmadığı, atama usulüyle oluşturulduğu eleştirisi karşısında, bir süre sonra ortaya atılan “yönetişim” kavramıyla, bu kurullara sektörün tarafları da eklenmiş, böylece burjuvazinin yönetimine demokratik bir görüntü kazandırılmaya çalışılmıştır.
Neoliberal kurguya göre; siyasetçilerin ekonomiye müdahalesinin engellenmesi ve düzenlemenin de, paydaşların da içinde yer aldıkları uzman kurullara bırakılması, piyasaların istikrarını sağlayacak; etkinlik, verimlilik ve refahı maksimize edecektir. Böylece piyasanın işleyişi, siyasal etkilenme ve istikrarsızlıklarla bürokrasiden kurtulacaktı. Bu kurullar ve oluşturuldukları uzmanlar, tarafsız, siyaset dışı ve salt teknik bir anlayışa sahip olacaklardı.
İşte bu neoliberal kurgu, teknokratlara, uzmanlardan oluşan kurullara önemli bir misyon biçiyordu. Bu misyon; yolsuzluklar, adam kayırma, rüşvet, bürokrasi gibi olumsuzluklardan dolayı halkın tepkisini çeken politikacılara karşı oluşmuş/oluşacak tepkiyi de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanıyordu.
Bunun tam bir ideolojik çarpıtma olduğu ise gün gibi ortada. Neoliberal paradigma, olguları ters yüz ederken, yığınların burjuva politikalara karşı öfke ve tepkisini de değerlendirmeyi ihmal etmiyor. Ancak, teknokratlardan oluşan kurulların (bazı durumlarda teknokrat hükümetler de dahil edilebilir) piyasayı denetleme ve sektörleri yönetme işlevleri salt teknik bir iş değildir. Bu kurullar, neoliberal politikaları tek ve alternatifsiz politikalar olarak ilan ederek, sanki aldıkları kararlar politik değilmiş, uygulamaları doğrudan tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yaşam bulmuyormuş gibi bir izlenim vermeye çalışmaktadır. Bulundukları alanlarda, başta özelleştirme reformlarını takip eden bu kurullar –“üst kurullar” adıyla–, baştan sona sermayenin çıkarlarını yaşama geçirmektedirler.
Yazımızın konusu açısından, bu durum, iki noktadan önemlidir. Birincisi; uzmanlardan oluşan kurulların politik nitelikleri ve hangi sınıfın hizmetinde oldukları göz ardı edilmekte, –sömürülen yığınların iğrençliğine tanıklık ettikleri burjuva politikadan duydukları nefret de değerlendirilmek üzere– çalışmaları yalnızca teknik bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Yetkilerinin de politikacılardan bağımsız olduğu öne sürülmekte, böylece politikadan bağımsız bir ekonomi politikası olduğu iddia edilmektedir. Her ekonomik yaklaşımın bir politik anlam, neden ve sonucu olduğu düşünüldüğünde, piyasanın politikanın dışında, kurulların da apolitik olması mümkün değildir. Uzman kurullarla sağlanan, piyasada politikanın engellenmesi değil, ekonomi politikasında neoliberal politikanın tek seçenek olarak sunulması, diğerlerinin gayri-meşru ilan edilmesidir. Bu açıdan, ‘teknik’ olan neoliberal olmaktadır. Sözde teknik kurullar, neoliberal kurullardır.
Bu noktayı daha da açmak mümkün. Ancak özetlemek gerekirse, bu kurullar sonuna kadar politiktir. Sermayenin hizmetindedir. Neoliberalizm, bu kurulların politik strateji ve ideolojisidir. Kurullar, burjuva demokrasisi ve seçilmiş politikacılardan bağımsız değil, nispi özerkliklerine rağmen sonuna kadar burjuvazi ve onun siyasal iktidarlarına bağımlıdır. Yerel aktörlerle, sözde “yönetişim”le demokratik bir görünüm verilmeye çalışılsa da, söz sahibi olması gereken emekçiler, yalnızca görüntü ve işlevsiz temsilciler düzeyinde yer almaktadır. Sermaye ise, hem bürokrat ve uzmanlarla, hem de bizzat sermayedarlarla bu kurullarda yer almakta, yer almasa bile, ekonomik güç ve ilişkileriyle bu kurulları parmağında oynatmaktadır.
İkincisi; sermaye, uzman kurulları, yığınların burjuva demokrasisine olan tepki ve güvensizliğini neoliberal politikalar çerçevesinde değerlendirmek için kullanmaktadır. Seçilmiş politikacılar uyguladığında tepki alan herhangi bir ekonomik önlem paketi, görünüşte politik olmayan, teknik bir işlev üstlenmiş uzman kurullar tarafından ekonominin bilimsel gereği olarak sunulduğunda daha kabul edilebilir olabilmektedir. Dolayısıyla sermaye, uzman kurulları, uyguladığı emek düşmanı politikaları halk yığınlarına daha kabul edilebilir bir kılıfta sunmanın aracı olarak da kullanmaktadır. Bunun 19. yüzyıl pozitivizmiyle de pek alakası kalmamış, neoliberal ve postmodern bir üçkağıda dönüşmüştür.
Böylece sermaye, ekonomi politikasına dair emekçilerin alternatifini, teknik süreçlerle uyumsuz, piyasanın gerçekleriyle alakasız olarak göstermekte, neoliberal politikaların karşısına çıkacak politik alternatifleri baştan mahkum etmek ve neoliberal politikalar dışındaki politikaların uygulanamayacağı izlenimini yaratmak istemektedir. Ekonomi politikası genel olarak siyaset dışı ilan edilmekte, daha doğrusu, burjuva demokrasisi çerçevesinde kurumsal olarak mümkün olan ekonomi politikalarına müdahale bile literatür ve uygulamadan çıkarılmak istenmektedir. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde, neoliberal politikalar dışında alternatifler (mesela bazı hakların, ücretlerin arttırılması gibi) uygulanma olasılığı –en azından teorik planda– varken, uzman kurullar vasıtasıyla, emekçi müdahalesi, burjuva demokrasisinin hem teori hem de pratiğinden çıkarılmak isteniyor. İşte bu, burjuva demokrasisinin, demokrasi kısmından daha da ayrılması, burjuva politikası dışındaki alternatif ve dalgalanmalara bile kendisini kapatmasıdır. Burjuva diktatörlüğünün şaşmaz yol haritasının kutsallaştırılmasıdır.
Sermaye açısından, teknokratların, yine sermayenin çıkarları çerçevesinde yönetim süreçlerine derinlemesine katılımı, 1980’li yıllardan itibaren sayıları ve işlevleri giderek artan ‘düzenleyici’ kurullarla birlikte hız kazanmıştır. 1990’lı yıllarda, hem dünyada hem de Türkiye’de uzmanlardan oluşan teknokrat ekipler, özellikle ekonomi yönetiminin çeşitli alanlarında sorumlu kılınmışlardır. Neredeyse her sektöre yönelik birer kurum/kurul oluşturulmuş, bu kurum/kurullar büyük yetkilerle donatılmıştır. Bu kurum/kurulların görevi, neoliberal reformları kendi alanlarında yaşama geçirmek ve bu süreci düzenlemek olmuştur.
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, IMF ve DB dayatmalarıyla sayıları hızla artan bu kurullar karşısındaki şaşkınlığını şöyle ifade etmiştir:
“Yanlış mı yaptık bilmiyorum. Ama Türkiye’de, çok fazla özerk kuruluş kuruldu. Devlet içinde; fakat devletten daha yetkili bazı kuruluşlar kuruldu. Onlara söz geçiremiyoruz… devletin etkinliğini yeniden demokratik kurallar içinde işler hale getirmemiz gerektiği düşüncesindeyim.”
Ecevit’in düşüncesi, elbette, bireyin etkinliğini aşan burjuva devlet mekanizması içinde anlamsız. Çünkü, Ecevit hükümeti döneminde bir uzman olarak ekonominin başına özel yetkililerle getirilen Kemal Derviş, bu tip kurulların heyecanlı savunucularından birisiydi. IMF, DB ve OECD gibi kurumlar, sömürge ülkelere verdikleri kredilerin şartı olarak, neoliberal reformları yapacak bu tür uzman kurulların kurulmasını önkoşul haline getirmişlerdir. Çünkü, tekelci sermayenin hizmetindeki bu uluslararası kuruluşlar, ülkelerde seçimlere ve tepkilere göre değişebilecek hükümetler ve tutumlarından bağımsız neoliberal kurullarla ekonomik reformların devam ettirilmesini istiyorlardı. IMF ve DB’ye göre, bu teknokrat kurullar, hükümet değişse de iktisadi ‘reformların’ istikrarını sağlayacaklardı.

YUNANİSTAN VE İTALYA’DA TEKNOKRATLAR
Yunanistan’da ve İtalya’da hükümetlere yönelik büyük tepkilerden sonra, halkın ‘fedakarlığını’ gerektirdiği söylenen acı reçetelerin uygulanması için, diğer burjuva partiler ve politikacılar yerine, teknokrat ve uzman kimliği öne çıkan bürokratlar belirlenmiştir. Yukarıda uzman kurullar için yaptığımız tartışma, bu açıdan Yunanistan ve İtalya’daki hükümet değişiklikleri için de geçerlidir.
Yunanistan’da Papandreu’yu istifa ettiren kemer sıkma politikası, burjuvazi için tek alternatif. Emekçiler içinse hak gaspları, daha kötü çalışma ve yaşam koşulları demek. Papandreu, bu önlemleri Yunan emekçilerine kabul ettiremeyeceğini gördü. Şimdi, sermaye, oluşturulan bu politikaların politik bir tercih meselesi değil, krizden çıkış için teknik-ekonomik kaçınılmaz reçete olduğu izlenimini vermek istemektedir. Bu politikaların, ancak, tarafsız ve politika dışı izlenimi veren teknokrat hükümetle yaşam bulacağını düşünmektedir.
Papademos bir ekonomist. Yıllarca Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. İtalya’nın yeni başbakanı Mario Monti de 1994-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu İç Piyasalar, Gümrük ve Vergilendirme Komiserliği yaptı. Ancak ne Yunanistan ne de İtalya, borç krizini atlatmak için bir önceki hükümetin yaptığından başkasını yapacak durumda değil. Tersine aynısını yapmak üzere geldi. Peki, öyleyse hükümet neden değişti? Politika değişmeyecekse, Yunan emekçileri için değişen ne olacak? Değişen bir şey olmadığı açık. Referandum sözünden bile ayağa kalkan AB kurulları, Alman emperyalizminin sözcüleri ve tekelci sermaye, Yunanistan’daki hükümet değişikliği karşısında memnuniyetini ifade etmektedir. Kemer sıkma önlemlerinin devam edecek olması tekelci burjuvaziyi tatmin etmektedir.
Değişen ne olacak diye sormuştuk? Cevabı açık. Değişen sadece görünüm. Başka bir ifadeyle, değişen sadece kılıf. Emekçilerin tepkisini dikkate alan bir burjuva demokrasisi dahi söz konusu değil. Yalnızca politikacıların kötü yönetimine karşı, uzmanların anti-politik ve teknik yönetimi öneriliyor. Ama politika aynı! Yani emekçilerin talepleri hesapta yok. Yunanistan ve İtalya’da eski tas eski hamam!
Yunanistan ve İtalya gibi emekçilerin örgütlü ve birleşik bir mücadele geleneğinin olduğu ülkelerde, politikacıların yerini teknokratlara bırakması, halk yığınlarının rızasını kazanma harekatı olarak da değerlendirilebilir. Halkın öfkesine neden olan programlardan vazgeçmeyen, Alman emperyalizminin baskısıyla da vazgeçmeyi aklının ucundan geçirmeyen (ve elbette bu politikalardan, özellikle dışarıdan AB tarafından dayatılıyor olmalarından kendileri de gayet memnun olan) ülke burjuvazileri, Avrupa tekelci sermayesiyle uyum içinde, sermayenin yönetim aygıtında teknokrat bir değişimle durumu kurtarmaya çalışmaktadır.
Yukarıda, uzman kurullar için söylediğimiz iki nokta yine geçerli. Bir, bu uzmanlar, uygulamalarını, politik niteliği olmayan teknik süreçler olarak göstermekteler. Ancak sonuna kadar sermayenin hizmetinde ve neoliberaldirler. İki; politik bir meseleyi, alternatifsiz ve teknik bir mesele olarak göstererek, halkı ikna gücünü arttırmayı hedeflemektedirler. Bu özelliğiyle, aynı neoliberal programı uygulayacak teknokrat hükümetler, seçilmiş politikacıların üstü örtük eleştirisi temelinde, işinde uzman, dolayısıyla alternatif emek yanlısı politikalardan muaf bir konuma sokulmak istenmektedir. Böylece emekçilerin ekonomi politikasına müdahalesinin olabildiğince sınırlanması öngörülmekte, ‘teknik’ işler teknik insanların işi olarak ifade edilmektedir. Bu yönüyle de, burjuva demokrasisinin sınırları içinde dahi kabul edilen emekçilerin siyasal iktidar ve politikalara müdahalesi daha da zorlaştırılmaktadır. Teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile kısıtlanması anlamına gelmektedir. Ki, aynı politika paketinin uygulanması, emekçi muhalefetinin bastırılmasını, dolayısıyla giderek yükselen bir siyasal gericiliği de beraberinde getirmektedir. Burjuvazinin demokrasisinin, en basit biçimlerinin bile, yalnızca işine geldiğinde ve kendisinin politikasını tehdit etmediğinde anlamlı olduğu ortadadır. Burjuvazinin ve onun demokrasisinin ikiyüzlü niteliği, teknokratların atamacı ve ‘demokrasi’ üstü varlığıyla bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

HALK İRADESİ VE TEKNOKRASİ

Burjuva demokrasisinin propagandif mantığı, dört yılda bir yapılan seçimler aracılığıyla halkın iradesinin devlet yönetiminde egemen olduğunu, halkın, eğer iktidarın politikalarını beğenmiyorsa, bir sonraki seçimlerde onu özgürce değiştirebileceği fikrine dayanır. Bu özgürlüğün, burjuva sömürü düzeninin sınırları içerisinde halkın dilediği burjuva partiyi seçme özgürlüğü olduğu bilinmektedir. Böyle bir demokrasinin, burjuvazinin devasa propaganda olanakları ve üretim araçlarındaki mülkiyetine bağlı olarak, devasa bir ekonomik, siyasi ve askeri güçle yarışmak üzere, halka küçük bir alan bıraktığı bilinmektedir. Görünüşteki demokrasinin, yığınların mücadelesi karşısında, bu çelişkili ve sınırlı demokratik niteliğinden de vazgeçtiği görülmektedir.
Burjuvazinin halk iradesini ne kadar dikkate aldığı tartışılabilir. Burjuvazinin demokrasiyi, kelime tanımını geçersiz kılarcasına burjuva diktatörlüğünün sınırlarına hapsettiği, onu işlemez, hakları da kötürüm kıldığı açıktır. Ancak, onun literatüründe, seçimlere dayanan bir halk iradesi vardır. Ve meşruluğunun önemli bir kısmını da bu seçimlerle ortaya çıkan tablodan almaktadır. Şunu demektedir: Madem bu politikaları beğenmiyorsunuz, sizin istediklerinizi yapacak bir hükümeti seçmekte özgürsünüz. Parlamentoya yansıyan sizin iradenizden başkası değildir.
Oysa bu iradenin, yalnızca burjuvazinin ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde olduğu, en ileri haliyle, burjuva sömürü düzenini tehdit etmediği durumlarda anlamlı olduğu görülebilir. Ama halkın mücadelesi ve tepkisi burjuvazinin ihtiyaçlarıyla çelişir duruma geldiğinde, burjuva demokrasisinin halk iradesi, seçmene karşı sorumluluk gibi ilkeleri kolayca rafa kaldırılabilir. Burjuvazinin iradesi olduğu sürece halkın iradesinden bahsedenler için, millet iradesi ve halk iradesi gibi kavramlar ihtiyaca bağlıdır.
Yunanistan ve İtalya’da tekelci burjuvazinin sözde halk iradesini dahi yok sayan teknokrat hükümetleri,, burjuva demokrasinin iki yüzlülüğünü bu yanıyla da göstermektedir. Yeni teknokrat hükümetler, ne seçimle iş başına gelmişlerdir, ne de oy kaygısıyla seçmenlere karşı bir sorumluluk duymaktadırlar. Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde bile, halka bir vaat vermişlikleri, dolayısıyla hesap sorulabilirlikleri yoktur. Uyguladıkları politikalarla bir dahaki seçimleri kaybetmek gibi bir dertleri de bulunmamaktadır.
Ancak, demokrasilerinin bitmek bilmez özgürlüklerini sıralayan, halkın iradesinin baş tacı olduğunu söyleyenler ve seçim sistemini kutsayan burjuvazi ve ideologları için, bütün bu liberal kavram ve dayanakları bile hiçe sayılarak, üç-beş teknokratın hükümetin başına getirilmesi, en ufak bir sorun bile olmamıştır.
Seçim kaygısı, oy derdi, seçilebilirlik gibi dertleri olmayan teknokratların tek sorumluluğu tekellere karşıdır. Çünkü onları oraya, halkın oyu, iradesi, düşüncesi falan getirmemiş, bütün burjuva demokratik mekanizmaların burjuva diktatörlüğünün ihtiyaçları karşısında hikaye olduğunu gösterirçesine tekeller getirmiştir. Uygulayacakları politikalar, Avrupa’nın en büyük tekelci kapitalistlerinin ihtiyaçlarıyla ölçülmektedir. Halkın bu politikalara tepkisiyle kaybedecekleri bir şey de yoktur. Çünkü zaten seçilmemiş, atanmıştırlar.
Tabii, bütün bunlar, burjuva sömürü düzeninde anlamsız değildir. Halkın iradesi seçimlere indirgendiğinde, bu seçimler de burjuvazinin iradesiyle çeliştiğinde, halk iradesi mefhumunun, halkın egemenliği propagandasının burjuvazinin tekelci diktatörlüğünü gizlemekten başka bir işlevi olmadığı görülebilir. Atanmış uzmanların iktidara getirilmesindeki rahatlık, bunu, görmeyen gözlere de göstermektedir.

BURJUVA DİKTATÖRLÜĞÜ
Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, ekonomi politikasına dair bir kararda öne sürülen referandum fikrine karşı yükselen hezeyanlar, politikanın tam göbeğinde duran konularda teknokrasinin yönetimiyle karşıt fikirlerin reddedilmesi, böylece ‘ikna’ yöntemlerinin bir kenara bırakılıp baskı ve zorun öne çıkarılması, Türkiye’de 12 Eylül faşizmiyle yaşam bulan neoliberal saldırgan politikaların bir benzerinin bahsi geçen ülkelerde teknokratlar eliyle uygulanması ve yükselen halk hareketine karşı tekelci burjuvazinin artan öfkesi ve siyasal baskılar, burjuva demokrasisinin halk hareketine karşı düşmanlığını, halk idaresinin yanından bile geçmediğini bir kez daha gösterdi.
Çünkü burjuva demokrasisinin ilk ve temel sınırlarından önde geleni, işçi ve halk hareketidir. Hareketin yükselmesi ve burjuvazinin çıkarlarını tehdit edecek bir noktaya gelmesi, burjuva demokrasisinin biçimsel olarak işleyen göstermelik haklarının bile ortadan kaldırılması için yeterlidir. Tekelci burjuvazinin Avrupa’nın zayıf halklarında katılıklar olarak ifade edilen işçi haklarının ortadan kaldırılması, kamu sektörünün özelleştirmelerle olabildiğince daraltılması, emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesi gibi saldırıları içeren kemer sıkma programlarını dayatmasıyla, tek başına ‘rıza’ yöntemlerinin işe yaramayacağı kolayca anlaşılabilir. Tekelci burjuvazi, yıllardır iki ileri bir geri yürüttüğü hak gasplarını hızlandırmak için kendine önemli bir bahane buldu. İşçi ve halk hareketlerine karşı giderek artan saldırılar da, tekelci sermayenin neoliberal programıyla burjuva demokrasinin yan yana yürümekte zorluk çektiğini göstermektedir. Böyle dönemler, burjuva demokrasisinin özünü daha bir net göstermektedir. Sömürü ilişkilerini tehdit etmediği sürece emekçilerin de baskısıyla siyasal alanda demokrayi (o da içini boşaltarak) kabullenen burjuva iktidarı, en ufak bir tehditte burjuva demokrasi denen şeyin aslında burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını ve siyasal demokrasinin de yerini siyasal gericiliğe bırakmaya hazır olduğunu göstermektedir.

SİYASAL GERİCİLEŞME
Demokrasinin inkarına yönelik eğilimler, sadece Yunanistan ve İtalya ya da 12 Eylül dönemine ilişkin bir olgu değil. Birincisi, uluslararası rekabetin baskısı ve neoliberal politikaların, hak gaspları, emeğe yönelik saldırıları ve kolektif hakları giderek kullanılamaz, bazı bireysel hakları da anlamsız kılması nedeniyle. İkincisi, bu politikaların aynı zamanda emekçilerin öfkesini tetiklemesi, burjuvazinin de bu öfkeye karşı demokrasi dışı önlemleri daha fazla öne çıkarması nedeniyle. Daha da arttırılabilir.
Tekelci burjuvazi, rekabetin baskısıyla giderek saldırganlaştığı, krizlerin giderek kısalan periyotlarda gerçekleştiği bir dönemde, emek düşmanı programını daha sıkı bir şekilde uygulamak zorunda. İşte bu zorunluluk, ne hükümetlerin koltuk ‘güvenliğini’, ne de demokrasinin gelişmesini öngörüyor. Varsa yoksa kârını arttırmak, sömürüyü pekiştirmek. Bunun yollarını, halkın gözünde güvenilirliğini kaybetmiş politikacılar yerine sözde uzman, özde demokratik temayülleri de ortadan kaldıran biçimlerle genişletmekte aranıyor.
Türkiye’de zaten burjuva demokrasisinin kurumları hak getire! Ama sermayenin ihtiyaçları demokratik görünümleri bile gereksiz hale getirebiliyor. AKP’nin yüzde 50’ye yakın oy ile biriktirdiği siyasal güce yaslanarak, emek düşmanı politikalar ve siyaset sahnesini yeniden dizayn etme çabasında Meclisi bile kullanmaktan imtina etmesi, bunun örneklerinden. Kanun hükmünde kararnamelerle yönetilen, Meclis’te tartışılmadan yaşam bulan, sadece iktidar partisinin keyfine göre yönetilen, bırakalım halkı, onun karar süreçlerine katılmasını, burjuva muhalefete bile tahammülü olmayan bir dönemden geçilmektedir. Türkiye’deki bazı biçimsel demokratik görünümlerin soyunarak burjuva diktatörlüğünün gerçekliğini göstermesi ve siyasal gericiliğin yükselişi çok daha hızlı ve kolay olmaktadır.
Halkın karar alma mekanizmalarının dışına itilmesi, iktidara müdahale olanaklarının azaltılması ve engellenmesi, teknokratlar yönetimiyle buna ideolojik ve sözde politika dışı bir kılıf hazırlanmasına rağmen, uygulanmasında ısrar edilen tekelci sermayenin programı, burjuva diktatörlüğünün özünde aynı olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla tekelci burjuvazinin kimi ülkelerde faşizm yoluyla, kimisinde bazı demokratik biçimler altında uyguladığı, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını ortadan kaldırmayı esas alan ve burjuvazinin emekçiler üzerindeki diktatörlüğü ve sömürüsünü pekiştiren politikalardır. Bu gerçekliğin, Avrupa Birliği’nde ‘saf’ demokrasi ve emeğin Avrupası ütopyasını görenleri bir kez daha uyanmak zorunda bıraktığını umalım.
Burjuvazi, çıkarları gerektirdiğinde ağzından düşürmediği halk iradesi, halk egemenliği, çoğulculuk gibi argümanları bir kenara bırakmaktan çekinmiyor. Son gelişmeler ve teknokrat hükümetler, burjuva demokrasisinin bile askıya alındığını gösteriyor. Emekçilerin, tekelci sermayenin ‘teknokrat’ ve halk düşmanı uygulamaları karşısında mücadele etmekten başka alternatifleri yoktur.

Burjuva “sivilleşmesi”, liberalizm ve “sol”

Toplumu, bir tarafından tutup diğer taraflardan soyut bir şekilde ele almak, egemen sosyal bilim yönteminin en beğendiği işlerden. Böylece çoğulculuğu, özerkliği, farklılığı, özgünlüğü ve bilumum popüler ne varsa görmüş oluyor. Türkiye’de belki 80 yıllık Cumhuriyet tarihine, hatta İttihat ve Terakki ile telakki edilen öncesine kadar uzatılabilse de, sivil-asker ilişkisi sorunu son yıllarda çok daha popüler. Sadece AKP’nin ipiyle kuyuya inen solcular ya da gayri resmi propagandacıları için değil, sosyal bilimlerde de daha bir önem kazandı sivillik-askerilik meselesi.
Birileri gündeme aldı, buradan da AKP’ye sevgi seli yaratma çabasında kullandı diye değil. Elbette askerin siyaset üzerinde etkisi, baskısıyla halkın özgürlükleri kullanması önünde engel olduğu bir gerçek. Bunun için özel bir asker-sivil çelişkisi yaratmaya da gerek yok. Yani burjuva sosyal bilimcilerinin post-modern parçacıklardan oluşan dünyalarında adacıklardan birisi olan asker-sivile kadar gitmeye hacet yok. Bizzat toplumsal yaşamın içinde askerlerin militarizmini, bununla bağlantılı olarak siyasal özgürlük yoksunluğunu, halkın ekonomik ve demokratik haklardan mahrumiyetini görmek mümkün. Ama bütün bu meziyetleri de sivillere düşman bir askeri klik ya da “vesayet rejimine” bahşetmek de başta askerlere gönül vermiş ‘sivillere’ haksızlık olur.
Şimdi, vesayet düşmanlığı popüler. Bir taraf “askeri vesayet”i öne çıkartıp ileri demokrasinin yaşama geçirileceğini vaat ederken, burjuva muhalefet askerin geleneksel siyasete müdahale araçlarının zayıfladığını görerek ve kendisini de yeninden konumlandırarak “sivil vesayet” kurulduğunu iddia etmektedir. “Sivil”inden “askeri”sine baskı ve sömürü rejiminin teşhiri açısından bu söylemler değişik biçimlerde yorumlanabilir. Ancak toplumun diğer yaşamsal alan ve mücadelelerinden soyutlanmış bir sivil-asker çelişkisi nereye konulmaktadır? Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren, asker-bürokrat oligarşi ile sivil-özürlükçüler arasındaki mücadeleye mi sahne olmuştur? Haydi, post-modern solcuların diğer çelişkileri de yok saymadığını göz önüne getirelim. Kimlik sorunu, emek sorunu, totalitarizm, dincilik-laiklik ve en sonu toplumun başına çöreklenmiş askerler! AKP gündemine aldı gibi, sırayla çözecek gibi. Hepsine el attı, ama illa önce asker sorunu… ‘Sol’ ne yapacaktı? Kendi beceremediğini ‘muhafazakarlar’ın halletmesine karşı mı çıkacaktı? Belge’ler, Altan’lar, Berktay’lar elbette karşı çıkmadılar, AKP’ye bazen kızdılar, bazen eleştirdiler, ama hakkını verip ayakta alkışlamaktan imtina etmediler. Ne de olsa ‘yiğidi öldür, hakkını yeme!’

SON GELİŞMELER

Son bir-iki aydaki gelişmeler de AKP’nin “sivilleşme” projesinin son halkaları oldu. Sivilin psikolojik üstünlüğü bazı simgesel ögelere kadar ilerledi. Sıra kurumsal düzenlemelere gelmekteydi. Kısaca özetleyelim:
·    Yüksek Askeri Şûra’da, Başbakan’ın eskisi gibi yanında Genelkurmay Başkanı’yla değil, tek başına oturması,
·    Milli Güvenlik Kurulu’nda oturma düzeninin değişmesi, siville askerin abus çehrelerle karşı karşıya değil, karışık oturmaya başlaması,
·    30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerinde, kutlamaları eskisi gibi Genelkurmay Başkanı’nın değil, Başkomutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün kabul etmesi,
·    27 Nisan e-muhtırasının Genelkurmay sitesinden dört yıllık bir gecikmeyle de olsa kaldırılması,
·    AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in askeri reform planını açıklaması.
Asker sorununu asgari derdi olarak benimseyen Hasan Cemal’in deyişiyle “Buralara kolay gelinmedi. Buraya gelinmesinde hiç kuşkusuz iktidar partisinin siyasal irade ve kararlılığı belirleyici rol oynadı. Ama aynı zamanda gelinen nokta, ‘askerdeki değişim’in de habercisi sayılabilir. Siyasetten uzaklaşmak ve kendi asli görevlerine dönmek diye tarif edilebilir bu değişim…”
Cemal’e göre, askere karşı sağlanan bu “üstünlükle” demokratik bir devletin yolu açılmaktadır. Bu yolun taşlarını da Gül-Erdoğan ikilisi döşemiştir:
“Cumhurbaşkanı Gül-Başbakan Erdoğan ikilisi, bugüne kadar Türkiye’de gerçek bir demokratik hukuk devletinin yolunu tıkamış olan askeri vesayet sisteminin çözülüşüne giden yolların taşlarını döşediler.
“Bu açıdan, Genelkurmay Başkanı’yla üç kuvvet komutanının istifa ettikleri 29 Temmuz 2011 de tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu ülkede ‘askeri otorite’nin seçimle gelen ‘sivil otorite’ye tabi olması açısından son derece önemli bir tarihtir. Bizim memlekette de asker, demokrasilerdeki gibi olağan yerine oturmadan demokrasi ve hukukun üstünlüğü yerli yerine oturamaz. Bu gerçeği küçümsemek, görmezlikten gelmek, odak saptırmaya kalkmak, esası gözardı edip yan yollara sapmak yanlıştır, yanıltıcıdır.”
Star gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’ya göre de gelişmeler demokrasi için büyük bir milattır:
“Cuma gününden itibaren yaşananların tek cümleyle bir özeti var. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Başbakan emredecek, tüm generaller hizaya geçecektir. Başbakan emredecek ve generaller topuk selamı çakarak ‘Emredersiniz Başbakanım’ diyecektir. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı makamı gerçek anlamda Başkomutanlık makamıdır. Başkomutana itaatsizlik de hapislik suçtur. Yeni Türkiye’de askeri otoritenin tartışmasız tek ve kesin patronu ‘Sivil Otorite’dir. Askerlerin patronu milletin kararıyla belirlenmiş Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’dir. … 29 Temmuz 2011 büyük bir miladdır. Artık geri dönüş olmayacaktır. İşin özü budur.”
“Normalleşmeci”ler de iş başında; “Türkiye’nin askeri vesayet altında olan türden bir demokrasiden normal olana geçişi sürüyor. TSK yüksek komuta kademesinin talepleri yerine gelmeyince darbe yapmaya kalkışmayıp emekliliğini istemesi, muhakkak ki, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesinde yeni bir adım. AKP iktidarının asker üzerinde sivil otoriteyi tesis etmek için attığı adımlar takdire şayan” diyerek AKP’yi alkışlamaya hazırlar.
Altan ailesinin görüşlerini ise, Mehmet Altan’ın, “YAŞ ve MGK’da oturma düzenlerinin değişimi, 27 Nisan Bildirisi’nin Genelkurmay sitesinden çıkarılması, 30 Ağustos törenlerindeki kabulleri Cumhurbaşkanı’nın yapması gibi ‘sivilleşme’ adımları tabii ki Türkiye’de gerçek bir demokrasi özlemi içinde yaşamlarını heba eden herkesi sevindiriyor”  diyerek ifade ettiği söylenebilir.

NORMALLEŞME, SİVİLLEŞME, DEMOKRATİKLEŞME!
Geleneksel askeri bürokrasi ile AKP arasındaki gelgitli ilişkide sivilleşme yanlısı holiganlar, son gelişmeleri Cumhuriyet tarihinin dönüm noktası olarak ilan ettiler bile. En azından asker-sivil ilişkileri açısından. Asker-sivil ilişkisi bu grup için zaten sorunun kendisiydi. Askerin siyasete müdahalesi sınırlandırılınca, sivilin sihirli eli her şeyi çözecekti. Bu tartışmanın bir başka yanı. Buna daha ilerde değinilecek. Şimdi, burjuva ve sol liberallerin “normalleşme”, “sivilleşme” ve “demokratikleşme” ile ne anladıklarına ve sorunu nasıl kavradıklarına bir bakalım.
Ülkemiz liberalleri, Cumhuriyet tarihini, özellikle Kemalist dönem olarak isimlendirilen 1923-46 dönemini iktidarı ele geçiren asker ve sivil bürokrasinin iktidarı olarak görürler. Burjuvazi ya yoktur ya da çok zayıftır. Az çok güçlenmiş olsa bile iktidar Bonapartist, nispeten bağımsız bir bürokrasinin elindedir. Sınıfsal temeli ise görülemeyecek kadar belirsizdir. Sınıflar üstüdür. Tüm toplum üzerinde baskı kuran bir diktatörlüktür. Burjuvazi de dahil tüm toplumu yönetim mekanizmalarından uzak tutmaktadır. Askerin ağırlığı vardır, Mussolini ve Nazizmden etkilenmiştir.
Dönemin anti-demokratik niteliği açısından liberallerin bir doğruluk payı var. Ancak Kemalist iktidarın burjuva niteliğini görmemek için ya kasıt ya da liberal gözlük gerekir. Liberal solcular kaba bir şemadan hareket ederler: Kapitalist ulus devletlerin olağan ortaya çıkışları vardır. Feodalizm içinde kapitalist ilişkiler gelişir, burjuvazi güçlenir. Daha sonra ya bir ayaklanma ya da bir uzlaşmayla ve bir süreç sonunda burjuvazi feodalitenin yerine iktidara gelir. Devlet aygıtı, tıpkı ekonomik altyapı gibi kapitalistleşir, kapitalistleştikçe feodal ayrıcalıklar ortadan kaldırılır, siyasal eşitlikle birlikte demokratikleşmenin yolu açılır. Batı Avrupa’da değişik biçimlerine rağmen genel olarak durum budur. Liberallere göre, tarihin pusulası hep Batıyı gösterdiğinden, demokrasi ve medeniyet miti Batının tekelinde olduğundan “normal” olan budur. Türkiye ise normal olamamış, süreç Batı’daki gibi ilerlememiştir. Askeri bürokrasi burjuvazinin görevini üstlenmiş, iktidar olmuş, sonrasında burjuvaziye devretmesi gereken iktidarı bırakmak istememiş, demokratikleşmenin önünü tıkamıştır! Normal olmayan bir devlet yapısı inşa edilmiştir! Askerin siyaset üzerindeki etkisi kaldırıldığında, yani burjuvazi iktidar olduğunda Türkiye gecikmiş bir şekilde “normal” olana kavuşacaktır. “O zaman bize ‘Yeni Türkiye’yi karşılamak düşüyor.”
Liberal versiyonun diğer yönü askeri geleneğe odaklanmıştır: İttihat ve Terakki komplocu, demokrasi karşıtı, askeri bir örgütlenmedir. 1913 darbesiyle birlikte iktidar olmuş ve böylece Türkiye’de askerin iktidara müdahale geleneği kolay kolay çıkmayacak şekilde devlet yönetim ve kültürüne işlemiştir. Bu kültürün kökeni Asya tipi despotik rejimden gelmektedir. Liberal tarih yazımı, bu nedenle Cumhuriyet tarihini, darbeleri ve askeri diğer müdahaleleri, hatta Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi konuları askerin siyasetteki varlığına bağlayarak ele alır. Bugün ne derdimiz varsa askerin siyasete müdahalesindendir. Bu nedenle, sivilleşme, demokratikleşmenin esasıdır. Sivil olan iyi, askeri olan kötüdür. Tam da bu nedenle, PKK da demokrasiye düşmandır. “Silah kullanma ayrıcalığı”, seçilmiş sivillerin yönettiği devlet aygıtındadır. Sivillerin yönetmesi kaydıyla ordunun operasyonlarında bir problem yoktur; çünkü devlet, yasalara uyulmadığında, silah kullanma ayrıcalığını elinde taşır. Burjuva devlet, burjuva yasalar, burjuva siviller, burjuva kapitalist düzen; bunlar sivilleşmeciler için ikinci planda kalan ayrıntılar, hatta alkışlayacakları kavramlardır.
Yine de haklı yanları yok mudur? Askerin siyasete müdahalesi, toplumun militarize edilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin kışla kültürüyle bastırılması problemli değil midir? Liberallerin askerin siyasetteki etkisinin sınırlandırılmasına dair bazı talepleri zaten uğruna yıllardır mücadele edilen talepler. Sorunlu olan, günümüzü ve tarihi bir bütün olarak sivil-asker çatışmasına indirgeyerek ele almaları, asker ve sivilin sınıflar mücadelesindeki konumlarını göz ardı ederek, kitleleri sivilin burjuva diktatörlüğüne yedekleme misyonunu üstlenmiş olmalarıdır. “Askeri olanın” sivil burjuva diktatörlüğünün bir parça ve bileşeni olduğu gerçeğini gizlemeleridir.
Durumun kendisi (liberallerin çığırtkanlığı), darbe kanunları ve düzenlemelerinin, askerin siyaset üzerinde etki sahibi olmasını sağlayan alışkanlık ve sembollerin haklı olduğu, savunulması gerektiği anlamına gelmez. Anti-demokratik yapının bir parçası olarak “askeri” etkenlerle mücadele edilmelidir. Darbe Anayasasından 35. maddeye, darbecilerin yargılanmasından gereksiz askeri geçit ve törenlerin kaldırılmasına, MGK’nın lağvedilmesinden okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılmasına kadar, toplumun militarize edilmesi için kullanılan semboller ve anti-demokratik siyasal düzende çeşitli reformlar için mücadele edilmelidir. Burada bir problem yoktur. AKP bunları bir biçimde gündeme aldı diye, işçi sınıfı ve emekçilerin bu taleplerden vazgeçip bu adımları burjuva iktidarının keyfine bırakması beklenmemelidir. Burada iki soru ortaya çıkmaktadır. Birincisi, AKP sivilleşme sürecini gerçekleştirebilir mi; ikincisi, “sivilleşme” gerçek bir demokratikleşme anlamına gelir mi?

AKP VE SİVİLLEŞME: MÜMKÜN MÜ?
Askerin her zaman dikkate değer bir konumda bulunduğu bir ülke oldu Türkiye. Askerin yüksek niteliklerinden değil. Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi, gençlik yığınlarının dönemsel isyanları, emperyalizmin ülkeyi hizada tutma yöntemleri askerin siyasete doğrudan müdahalesini gerektirdi. Asker de vazifesini layıkıyla yaptı.( Osmanlı’da bürokrasi ve ordunun konumu, askeri sistem ile toprak sahipliğinin bir ölçüde iç içe geçmişliği, devlet mülkiyetinin yaygınlığı ve burjuva Cumhuriyetin bu zeminde doğuşu gibi konumuzun sınırlarını aşan tarihsel sebepler elbette askerin toplumsal yaşamdaki yeri açısından önemli etkenlerdir.) Bu durum kendine özgü bir siyasal kültür, değer ve bununla bağlantılı semboller sistemi de yarattı.
Semboller son günlerin moda tabiri oldu. Askerlerin tören protokollerindeki konumu, YAŞ’ta Başbakan’la yan yana Genelkurmay Başkanı’nın oturması, MGK’daki diziliş vb. semboller tartışıldı ve değiştirildi. Ancak şurası kesin ki, bu asker-kışla mantığı gökten zembille inmediği gibi, askerin “cesur yüreği”nden de fışkırmadı. Osmanlı’dan kalma “komplocu gelenek” ise, onun yaşamasını sağlayan toplumsal koşullar olmasaydı günümüze kadar gelmesi küçük bir olasılık ya da etkisiz bir özellik olurdu.
Burjuva anlamda, asker ve sivil arasındaki çekişme her zaman olmuştur. Askerin emir-komuta zincirine dolanan kışla mantığının sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu dönemler olduğu gibi, uyum içinde olmadığı dönemler de olmuştur. İşte bu dönemlerde sermayenin çeşitli ihtiyaçları, genel “demokrasi algısı”, dış etkenler, iç baskılar, toplumsal psikoloji gibi çeşitli biçimlerde kendisini gösteren sınıfsal mücadele ve değerler siviller ve askerler arasında bazı çelişmelere yol açar. Mesela Genelkurmay Başkanı’nın seçilmesi sırasında Başbakan Turgut Özal ile Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren arasındaki gerilim. Tarihte bireyin rolünü yok saymak doğru değil, ancak bireyi çevreleyen koşulları göz ardı etmek de bir o kadar yanlıştır. Bu münakaşadan “demokrasi mücadelesi” çıkarmaksa liberalizmin büyük başarısı olagelmiştir.
1980 darbesinden sonra Mili Güvenlik Konseyi tarafından yönetilen ülkede göstermelik de olsa seçimler yapılması, burjuvazinin iktidarını yalnızca zor aygıtıyla sürdüremeyeceğinin, ama zor aygıtından da vazgeçmeyeceğinin göstergesiydi. Burjuvazi, açık baskı ve zor yöntemlerini kullanmaktan çekinmediği gibi, kendi sürekliliğini sağlamak amacıyla belli bir meşru temele sahip olmayı da başarabilmelidir. Bu meşruluğun uluslararası yöntemi ise, birden fazla partinin yer aldığı genel seçimlerden ibarettir. Yani burjuvazi saf askeri biçimleri kullanmak için mutlak bir istek sahibi değildir; sivilleşmeye, meşruluğunu sağlamak açısından koşullar olgunlaştığında yönetimi seçilmiş burjuva temsilcilerine bırakmaya gönüllüdür. Burjuvazi bu ihtiyacını göremeyen bazı askerlerle ters düşebilir. Bu da mümkündür. Bu tip askeri yetkililerin kullanılmış bir mendil gibi atılmaları da doğaldır. Genelkurmayın üst kademesi ve Ergenekon davasından tutuklu çeşitli ordu mensuplarının kendilerini böyle hissetmeleri bundandır.
Dolayısıyla her askeri rejimden sonra sivilleşme, kapitalizmin meşruluğunu sağlaması açısından zorunlu bir eğilimdir. Diğer yandan her sivil burjuva toplum ya da düpedüz kapitalizm açısından da militaristleşme tekelci aşamanın kaçınılmaz ve tarihsel bir eğilimidir. Bunlar eğilimlerdir; birbiriyle çelişmez ve bir arada var olurlar; somut, kanlı-canlı toplumun olgularıdır. İspanya, Polonya, Yunanistan, Arjantin ve daha birçok burjuva faşist diktatörlük, koşulların değişmesiyle tam da burjuvazinin ekonomik ve siyasi ihtiyaçları ve meşruluk zemininin gereği sivilleşme sürecine girmişlerdir. Bu süreçte burjuvazi başlangıcın ve değişimin önderi olmasa bile, askeri yönetimlere karşı tepkiyi kapsayabilmeyi, en azından son aşamada yönetebilmeyi becermiş, sivilleşmeyi kapitalizmin ihtiyaçlarıyla birleştirmiştir. Buradan burjuvazi, askerin siyasetten uzaklaşması için canla-başla savaşır sonucu çıkartmıyoruz. Burjuvazinin ihtiyaçları sivilleşmeyi gerektirebilir diyoruz. Bunun en ileri noktası biçimsel burjuva demokrasisidir. Ancak bu sivilleşme tek başına demokratikleşme anlamına gelmemekte, ancak halkın mücadelesi ve katılımıyla biçimsel demokrasinin sınırları zorlanmaktadır.
AKP böyle bir sivilleşmenin aktörü, başka bir deyişle öznesi olabilir mi? Buna cevap vermek için ‘sivilleşme’ ve demokrasi arasındaki ilişkiye, bu arada demokrasinin nasıl anlaşılması gerektiğini değerlendirmek gerekmektedir.

“SİVİLLEŞME” VE DEMOKRASİ
Burjuvazinin demokrasi ile dansı demokrasi düşmanlığından günümüz demokrasi kahramanlığına kadar farklı biçimler almıştır. Kapitalist ideologlar tarafından demokrasi burjuvazinin niteliği olarak benimsenmiş, burjuva iktidarı ile demokrasi eşdeğer kabul edilmiştir. Hangi ülkede piyasa ekonomisi varsa, hangisinde sermaye hareketi, ülkeye giriş çıkışı serbestte, emekçileri koruyan önlemler nerede piyasanın çıkarlarına feda edilmişse, orada, serbest piyasa ve küçük bir ekle (göstermelik seçimler) demokrasi vardır. Rivayet böyledir!
Demokrasi denince yalnızca “özgür” seçim algılandığında, 1980 darbesi sonrasın yapılan seçimlerle ülkede demokrasinin egemen olduğu iddia edilebilir. Neyse ki, liberaller bile bu raddede bir körlükten kaçınıyorlar. Dolayısıyla demokrasiyi seçimlere indirgemek “emperyalist demokrasi”nin düşman ülkeleri belirlemede kullandığı bir argümandan başka bir şey değildir. Kapitalist bir ülkede seçimlerin olması iyidir, bu doğru, ancak seçimler her şey demek olmadığı gibi, seçimlerin varlığı da demokrasinin kendisi değildir.
Türkiye liberalleri sivilleşmeyi demokratikleşmenin esas ve temel yönü olarak görmekteler. Askerin siyasetteki rolü azaltıldığında demokrasinin gelişmesinin önünde engel kalmayacağını düşünmekteler. Buna göre; askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla Kürt sorunu, Ermeni meselesi, laiklik sorunları, Müslümanların talepleri hepsi yerine gelecek, en azından önü açılacaktır. Siviller halkın sesine kulak verecek, gereğini yapmazlarsa bir sonraki seçimlerde yenilgiye uğrayacaklardır. Bireysel haklar sağlanacak, liberal demokratik bir zeminde ve serbest piyasa temelinde Türkiye küreselleşme sürecine daha ileriden entegre olacaktır.
Öncelikle; sivilleşme, şüphesiz kapitalizmin gelişmesiyle de bağlı bir burjuva rasyonalizasyon programıdır. Devlet aygıtının rasyonalize edilmesini öngörmektedir. Burjuvazi için dün rasyonel olan bugün olmayabilir. Örneğin 30 yıl önce Türkiye’de askeri faşist diktatörlük burjuvazi açısından gayet rasyoneldi. Bugün değil. Bugün devlet aygıtının sermayenin çıkarlarına daha ilerden hizmet etmesi, onun iç ve dış hedefleri, yağma politikalarını uygulayabilmesi ve tüm bunları yaparken “demokratik” meşru bir görünümle bezenmesi için rasyonel olan daha sivil bir görünümdür. Bu nedenle, burjuvazi, geleneksel alışkanlıklarla çatışarak ve onları da bir ölçüde değiştirerek az ya da çok bir sivilleşme programı uygulayabilir, uygulamaktadır.
Sivilleşme programı ile kastedilen, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanmasında simgeleşen askeri yönetimin hükümetin denetimi altına girmesi, bu doğrultuda askeri işler ve siyasete yansıyan çeşitli sembollerde değişiklik ve yeni düzenlemeler yapılmasıdır.
Son yıllarda; serbest piyasa coşkusu ve sivilleşme tutkusunun liberal yazarlarda bir araya gelmesi rastlantı değil. Daha dün askere ve onun siyasete müdahalesine övgüler dizenler, bugün sivilleşmenin adeta militanı oldular. AKP’nin sivil “başarıları” karşısında secdeye vardılar. Bu da rastlantı değil. Sermayenin sınır tanımaksızın hareketinin sağlanması ve uluslararası egemenliğinin teorik ve pratik karşılığı olarak küreselleşme politikaları, geçmişte kamusal olan her hizmetin yeni bir kâr alanı olarak şekillenmesini, kalan sınırlı kamu yönetiminin de serbest piyasa etkinliğine paralel olarak işlevleştirilmesini öngörmektedir. Güvenlik politikalarının da özelleştirilmesi (sadece özel güvenlik kurumları değil, ama askeri faaliyetlerinin önemli bir bölümünün de tabii ki maaşa bağlanmış özel harekat polisine devredilmesi vb.), elde olanın da etkinleştirilmesi, ordu ve diğer kolluk kuvvetlerinin daha verimli hale getirilmesi uluslararası burjuvazinin ve Türkiye burjuvazisinin gündeminde. TÜSİAD ve bilumum sermaye örgütlerinin sivilleşmeciliği serbest piyasanın yaygınlaştırılması fikri ile paralel gelişmektedir.
Kabaca özelleştirmeci bir mantığa indirgenmesi yanlış olmakla birlikte, tüm devlet aygıtında etkinlik ve verimlilik adına çeşitli reformların gündeme geldiği bilinmektedir. En kalabalık ve hacmi büyük devlet organı olarak ordunun işleyiş ve yönetiminin etkinleştirilmesi de bunun dışında değildir. NATO dahil Batılı uluslararası örgütler, “denetimsiz militerleşmenin… istikrarsızlığa neden olarak… ve iktisadî gelişmeyi dumura uğratarak… insanî güvenliğe bir tehdit oluşturduğunu” ifade etmektedirler. NATO’nun “insani güvenlik”le kastettiği, en son Libya müdahalesinin gösterdiği gibi, şüphesiz ki insanların ölüp kalmaları değil, ama pazarlarla enerji vb. kaynaklarının güven içinde el altında bulundurulmasıyla sermaye birikimi ve onun güvenliğinden başka bir şey değildir. Fazlasıyla bürokratik askeri yapının iktisadi reformlar üzerinde engel olduğu zaten sermaye çevreleri tarafından sıklıkla dile getirilmektedir.
Tamam, “sivillik” feodalizm karşısında burjuvazinin başlıca yönelimlerinden olmuştur ve kapitalizmin yükselişi ve gelişmesiyle bağlantılıdır. Ancak “bizim” burjuvazi ne feodalizme karşı mücadele içinde bir yükseliş yaşamış, ne de sivil bir yönelime sahip olmuştur. Burjuvazinin tamamen gericileşmiş olduğu tekelcilik sürecinde tanık olunan geç sivilleşmeyse, artık farklı ihtiyaçlarının ürünüdür ve neoliberalizmin geçerliliği koşullarında gündeme gelmiştir. Bu açıdan her türlü sivilleşmecilik, gericilik karşıtlığı olmadığı gibi, toplumun militarizasyonuna karşı çıkış anlamına da gelmemektedir. Örneğin, daha etkin, daha vurucu, Kürt hareketiyle mücadelede daha başarılı bir ordu yapılanmasının kurulması için profesyonel ordu fikri, toplumun militarizasyonu ve Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülmesinde geri adım atıldığı anlamına gelmemekte, ancak liberaller tarafından önemli bir sivilleşme adımı sayılmaktadır. Ordunun hükümet denetimine alınmasıyla “terörle mücadelede” daha başarılı olunacağı fikri hükümet ve liberal çevrelerde paylaşılmaktadır.
Askerin sivile bağlanmasını mutlak olarak “demokratikleşme dozu” olarak kabul eden M. Belge, yönetim aygıtlarında sivilleşmenin kapitalistleşmeye, kapitalistleşmenin de kaçınılmaz olarak demokrasiye yol açacağını söylüyor. “Bürokrasinin devleti”nden “kapitalist devlet”e dönüşüm olarak tanımladığı değişim sürecini şöyle yorumluyor:
“Bu, şüphesiz bir ‘ilerleme’dir, ‘rasyonelleşme’dir ve önemli bir ‘demokratikleşme’ dozu içerir.”
Türkiye devlet yapısında askerin özel bir konumu olduğu, bununla beraber burjuva-kapitalist sınıfsal niteliğinin şüphe götürmediğine yukarıda değindik. Belge, abartılı bir tasvir yapıyor. Feodalizmden kapitalizme geçişteki “ilerleme” ve “rasyonelleşme” nosyonlarını günümüz devletine uyarlamaya kalkıyor. Sanki günümüz burjuvazisi kendisi gericilik kaynağı değilmiş ve tüm varlık döneminde sanki feodallerle birlik halinde olmamış da, feodalizme ya da çağdaş gericilik olan tekelci gericiliğe karşı “ilerici” bir zemine sahipmiş gibi…
Değinildiği gibi, askerin siyaset kurumu üzerindeki etkisinin azaltılması bir burjuva rasyonelleşmesi olarak yorumlanabilir. Ancak bunu feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi mutlak ilerici bir rasyonelleşme olarak yorumlamak, 18. yüzyıl burjuva ilericiliğini bugünkü tekelci burjuvaziye atfetme çabasıdır. Böyle bir çabayı en bilinen gerçekler ve gelişmeler yanlışlamaktadır. Çünkü daha dün burjuvazi için rasyonel olan faşist bir askeri diktatörlüktü, bugün rasyonel olan eski kabuğunu atmış daha sivil, ama gericiliği tartışma götürmez tekelci oligarşik bir burjuva diktatörlük!
Belge için önemli olan burjuvazinin diktatörlüğü değil, biçimi. Askeri biçimi kötü, sivil biçimi iyi! Biçim hiç mi önem taşımaz? Taşır tabii. Dolayısıyla burjuva diktatörlüğünün biçimi de önemlidir, ama tekelci kapitalizm çağında, egemen burjuvazinin kendisi kadar bütün biçimleriyle birlikte diktatörlüğünün gericiliği tanındığında, biçim farkına dair bu nüans doğru saptanıp doğru değerlendirilebilir. Belge’yse, birincil ve asıl olanı atlayıp ikincil olana, öz yerine biçime, gericiliğinden azade kıldığı biçimlerden birine önem veriyor. Hakkını yemeyelim; Belge sivilleşmeyi demokratikleşmenin bir parçası olarak görmekte, ama onunla sınırlamamaktadır. Ama “mızrağın sivri ucu” askerdeydi. Asker sorunu çözüldü mü, demokrasinin önündeki engeller kalkacaktı. Liberaller, daha yeni örneğin Libya’ya askeri müdahaleyi savunmamış ve Libyalı muhaliflerin militerliğinin arkasında durmamışlar, Mısır’da egemenliği elinde tutan “Yüksek Askeri Konsey”e “katlanmıyorlar”mış gibi davranıyorlar. Oralarda “sorun” teşkil etmese bile artık askeri biçimlerin zamanını doldurduğunu, piyasa ekonomisi ve kapitalizmin meşruiyeti açısından Türkiye’de sorun teşkil ettiğini söylüyorlar. Tıpkı ABD gibi, tıpkı NATO ve BM komisyonları gibi… Tıpkı TÜSAİD ve diğer sermaye örgütleri gibi. Bir eğilimi görüyorlar şüphesiz. Güncel olarak böyle bir sorun kuşkusuz var ve bir sivilleşme yaşanıyor. Ancak gerek Amerikalı ve sair Batılı emperyalistlerin “sivil” kumandanlı militarize yapılanmalarıyla üstü örtülemez militarist eylemleri kadar Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen savaş da göstermektedir ki, bugün sivil biçimlere ihtiyaç olmakla birlikte değişik bir konjonktürde yarın yeniden militarizme başvurulması ihtiyacı hasıl olarak, militarizmin yeniden ağırlık kazanıp öne çıkabilecek olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Mehmet Altan da AKP’nin askere karşı diklenmesiyle demokrasinin önünü açtığını, ama yeterli olmadığını belirtiyor:
“Türkiye son üç günde demokratikleşme açsısından büyük bir gelişme kaydetti, ama demokratikleşme tüm sistemi bir bütün olarak kapsamadığı için olup biteni ‘kışla-cami’ ekseninde değerlendirip, İkinci Cumhuriyet konusunda endişe beyan eden epey de insan var.
“Bunu aşmanın yolu, vicdani retten cemevlerine, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan bekleyip duran sendika yasalarına tüm reformları sıra gözetmeden topyekûn gerçekleştirmekten geçiyor.”
Orduya ilerici, yurtsever, hatta devrimci misyonlar yükleyen, örneğin askeri “şeriat” ve “şeriatçılığa karşı mücadele”nin dayanağı ve asli gücü sayan Aydınlıkçı türden olanlar ve benzerleri bir yana ilericilik, solculuk iddiasında olan hiç kimse ya da örgüt örneğin askerin siyasetteki ağırlığını, militarizmi savunmaz, savunamaz. Dolayısıyla söylenenler, görünüşte doğrudur, atılan bazı adımlar ve değişiklikler, yıllardan beri demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve devrimci-demokrat güçlerin taleplerinin bir kısmına karşılık geliyor. Simgesel düzeyde olsa da askerin siyasetteki yerine dair bazı önlemler (örneğin Hüseyin Çelik’in açıklamaları) de görünüşte olumludur. Ancak, birincisi AKP’nin asker ile psikolojik dansına dair, örneğin “2. Cumhuriyet”e gönderme yapan yorumlar baştan aşağı abartıdır. YAŞ ve MGK’daki oturma düzenleri, 30 Ağustos’taki tebriklerde Cumhurbaşkanının bulunması gibi bazı değişikliklerin bir siyasal rejimin sona erdiği ve adeta demokrasi çağının başladığı gibi yorumlanması hiç şüphesiz abartıdır. Ancak “abartı” deyip geçmek olanaksızdır, abartının ötesinde demokrasi kavramının kendisi çarpıtılmakta, siyasal demokrasi bir iki küçük düzenlemeye indirgenmekte, asker sorunu ile eşitlenmekte; askere karşı her türlü “sivil uygulama” demokratikleşme olarak yorumlanmakta; dolayısıyla demokrasi dışında bir demokratiklik tartışması yapılmaktadır.
Birincisi gayet açık: Liberal çığırtkanlık. Kimi solcular da bundan epey korkup, gereksiz yere alınıp çoktan ikinci Cumhuriyeti ilan ettiler bile!
Ancak asıl mesele ve teşhir edilmesi gereken yan ikinci sorunda gizli. Sömürülen ezilen yığınlar, emekçi halk devlet işlerinin yürütülmesinden dışlanır, düşünce ve ifade, örgütlenme, basın özgürlüklerine zerrece olanak tanınmaz, etnik ve inanca dair ayrıcalık ve eşitsizlikler görmezden gelinir, örneğin Kürt halkının bölgesel özerklik talebi “vatana ihanet”le eşdeğer sayılır, en küçük hak arama cop, gaz, silah ve bombayla yanıtlanırken, demokrasinin asker ile sivil arasındaki tahterevalliye tahvil edilmesi: Asker gerilediğinde demokratikleşme, ilerlediğinde bürokratikleşme! Demokrasinin gerçek anlam ve işleyişinden kopartılarak biçimsel bazı kurumsal düzenlemelere indirgenmesi. Küreselleşme politikalarına uyum babından devletin bürokratik yapısındaki her türlü düzenleme girişiminin demokratikleşme olarak isimlendirilmesi.
En güncel örnek olarak Anayasa sorunu karşısındaki duruş öğreticidir. Bugünkü 12 Eylül faşizmi ürünü bürokratik Anayasa ve kurumsal işleyiş, doğru, artık neoliberal yönelimiyle kapitalizmin önünde engel. Küreselleşmeci liberaller neoliberal ihtiyaçları karşılayacak, hukuk önünde eşitsizliklerle birlikte örneğin sosyal güvencesizliği, sağlık ve eğitimin piyasaya bağlanmasını onaylayıp kayda geçirecek, daha yalın (bürokratik olmayan) bir Anayasa istiyorlar. Böyle bir anayasa piyasa mekanizmasının önünü açacağından, liberale göre, otomatik olarak ve tartışmasızca demokratiktir. Emekçi halkı ne denli siyasetten dışlayacak, ne denli eşitsizliklere, örgütsüzlük, iletişimsizlik ve hak yoksunluğuna mahkum edecek, her şeyden önce burjuva devletin iki temel kurumu olan militarizm ve bürokrasiyi kaçınılmazlıkla ne denli dokunulmaz sayacak olursa olsun, yeni anayasa, liberaller tarafından, daha bugünden demokratiklikle adlandırılmaya layık bulunmuştur bile!
Kurumsal düzenlemeler önemlidir, ancak içi halkın yönetime katılmasıyla doldurulmadığı, tersten bunun engellenmesinin çeşitli biçimlerinden ibaret olduğu sürece kapitalizmin sınırları içerisinde dahi bir demokrasiden bahsedilemez. Ki, hükümetin sivilleşme programı bu kadarına bile varmayıp, profesyonel ve “daha etkin ve verimli bir ordu”yla sınırlı bir yaklaşımla yaşama geçirilmektedir.
İki olgu ve eğilimin birbirine karıştırılmaması gerekir. Emperyalizm aşamasında egemen burjuvazi gericidir ve siyasal üstyapı siyasal gericiliğe eğilimlidir. Emperyalist sömürü, baskı ve yağma; tekelci dayatmalar ve dikte, savaş, neo-ırkçılık vb. Ancak bu bir eğilimdir. Bazı dönemlerde, sınıf hareketi, mücadeleyle, gerici burjuvaziyi geriletip bu eğilimi tersine çevirerek bazı demokratik hakları kazandığı gibi, siyasal düzenin gerçek anlamda demokratikleşmesine vesile olmuştur (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi). Demokrasiye karşı direnen burjuvazi, direnemediği noktada onu biçimselleştirip içini boşaltmaya, halkçı yönünden arındırıp halka karşı bir mevzi ve meşru bir düzenleme haline getirmeye çalışmış, bir ölçüde de başarılı olmuştur. Bu açıdan burjuvazinin bazı konularda, bir kısmı demokrasi güçlerinin baskısı, bir kısmı da kendi meşruluğunu sağlamak üzere biçimsel düzenlemeler yapması mümkündür. AKP’nin orduyla alakasının bir yönü de budur.
Diğer yandan, bu alaka gerçek bir demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak görülebilir mi? Liberaller ve özellikle askerin konumunu demokratikleşmenin temel problemi olarak tanımlayıp, esas çelişkiyi asker-sivil kavramlarına kilitleyen bir liberalizmin savunucuları için bu bir demokratikleşme süreci; hatta demokratikleşmenin büyük kısmı! Hep bir ağızdan yeni Türkiye’yi kutluyorlar! Bürokrasiden burjuvaziye geçen devleti, İkinci Cumhuriyeti, sivilin egemenliğini, askerin yerini bilir hale gelmesini, Batı tipi bir demokrasi yolunun tutulmasını vb. alkışlıyorlar!
Az önce kaldığımız yerden devam edelim. Demokrasiden liberalin anladığı, özetle; Batı siyasal rejiminin bazı kayıtlarla biçimsel olarak Türkiye’ye uyarlanması. Mesela Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasından başlayarak askerin yerine oturtulmasını kapsayan bir “sivilleşme”, seçimler, çok partili siyasal yaşam, bireysel haklar ve diğer kurumsal düzenlemeler… Kolektif haklar; bazen… Daha da ayrıntılandırılabilir. Halkın “yönetime katılması”nın burjuva şartı dört senede bir yapılan seçimlerdir. Bu seçimler dolayımıyla eşitsiz koşullarda burjuva iktidarının sermayenin temsilcileri arasında pay edilmesidir. Halkın doğrudan devlet yönetimine katılmasını sağlayan çeşitli mekanizmalar, örneğin eşitsiz koşulları da göz önünde bulundurarak iş yaşamının düzenlenmesine doğrudan işçi sınıfının ve örgütlerinin katılımını sağlayan araçlar söz konusu değildir; burjuvazinin demokrasisinde. Ya da diğer konularda… Mesela çevresel sorunlarda, sorunları yaşayan bölge halkı ya muhatap ya da belirleyici değildir; sermayenin istekleri kanun, yatırım özgürlüğü mutlaktır. Kendi yöneticilerini geri çağırma hakları yoktur; bürokrasi halkın söz ve eleştiri hakkını sonuna kadar elinden almıştır. Ve (Aselsan, TAİ vb. türü) askeri sınai kompleksi ile birlikte silahın özel ellerde tekel durumunda olması ve halka karşı özel silahlı birlikler demek olan militarizm, hangi biçimselliğe bürünürse bürünsün, öncesinde olduğu gibi, özel polis birlikleriyle daha ileri düzeyde takviye edildiği –demokrasi olarak tanımlanan– AKP döneminde de örneğin, sömürülen ve ezilenlere yönelik “sopa” olarak işlevseldir. Çokça uzatılabilir…
Velhasıl, burjuvazinin en ilerici zamanında da sınıf karşıtlığı üzerine oturan ve buradan iflah olmaz eşitsizliklerin türediği burjuva demokrasisi, hele biçimsel hak ve özgürlüklerinin iyice sınırlanıp güdükleştiği burjuvazinin gericilik koşullarında halkın yaşamından tamamen soyutlanmış, onun yönetim aygıtından dışlanmasına dayanan; demokrasi ve halk iradesini parlamentoya hapseden bir demokrasisizliktir. Bu demokrasisizlik, sermaye iktidarının, başta sömürü ilişkileri olmak üzere bir bütün olarak sermaye egemenliğinin korunması için gereklidir. Türkiye siyasal yaşamı ise, burjuva demokrasisinin mücadele ile kazanılmış bireysel ve kolektif haklarından dahi mahrumdur. Ancak ortak özelliği, demokrasinin parlamentoya hapsi, halkın “demokrasinin” dışına atılmasıdır. Halkın yönetime katılmadığı, yalnızca seçimlerle sermaye temsilcilerini seçtiği bir demokrasisizlik ve fiili eşitsizlikler içinde bazı biçimsel düzenlemelerle demokrasiye varıldığını ileri sürmek, hele hele AKP’yi demokrasi şampiyonu ilan etmek açık bir şikedir.
Bu, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Milli Birlik Komitesi’nde Kenan Evren’in tek başına karar vermeyip beş kişinin tartışma süreciyle karar almasına demokratiklik payesi biçilmesine benzer. Halkın yönetim aygıtına katılmasının engellendiği, yönetim aygıtına müdahale olanaklarının (yüzde 10 barajı, miting ve gösterilere karşı yasakçı tutum, kolluk kuvvetlerinin saldırganlığı, düşünce, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünün yetersizliği, faşist ve kontrgerilla örgütlenmeler ve daha bunun gibi birçoğu) baskı altına alındığı bir siyasal rejimde, bu rejimin niteliğini değiştirmekten uzak asker-sivil tahterevallisinden halka demokrasi çıkmasını beklemek beyhudedir.
En ileri burjuva demokrasisinin bile malul olduğu sömürülen halkın yönetim aygıtına katılamamasını bir kenara bırakalım. Türkiye’de siyasal içerikli bireysel ve kolektif hakların dahi yaşam bulmadığı, uluslar, inançlar ve kimlikler arasındaki siyasal eşitsizliklerin yakıcı bir biçimde varlığının koruduğu koşullarda, anti-demokratik rejimin ve burjuva diktatörlüğünün askeri biçimlerinin sivilleşiyor olması demokrasinin çiçeklendiği anlamına gelmez. Sermayenin ihtiyaçları gereği siyasal rejimin “böcekli” halinin devam ettiğini gösterir.
Demokrasi de, tıpkı diğer olgular gibi, tarihsel ve toplumsaldır. Türkiye’de gerçek bir demokrasiden bahsedilecekse, burjuva anlamda bir demokrasi bakımından bile bir nitelik değişikliğinden bahsedilecekse, Kürt sorununun çözümü, gerçek bir laikliğin tesisi, emekçilerin en azından yaşamsal taleplerinin karşılanması, bu üst başlıkların detaylandırılacağı diğer birçok talebin yaşama geçmesi ya da böyle bir sürece girilmesi gerekir.
Belki liberaller böyle bir sürece girildiğini söyleyebilir. Mesela Türköne, son gelişmelerle Kürt sorununun çözümünün yolunun açıldığını düşünüyor:
“Asker, siyaset savaşında teslim bayrağını çektiği anda birçok şey geride kalıyor. En başta Kürt sorununun bileşenleri değişiyor. Kürt siyasî hareketinin en geniş ortak paydası ‘devlete düşmanlık’ idi. Dillerini yasaklayan, işkence eden, cinayet işleyen bir devlet, sert ve öfke yüklü bir Kürt isyanının neredeyse yegâne gerekçesiydi. Devlet ise askerdi. Artık değil. Kürt siyasî hareketi, kendisine anlam kazandıran en değerli varlığını, düşmanını kaybediyor.
“Genelkurmay Başkanı’nın ve üç kuvvet komutanının istifası, askerin siyasî alandan tanklarını çekip kışlasına dönmesi anlamına geliyor. Doğal olarak askerin yönettiği terörle mücadele dönemi de sona erdi. Hükümetin gündeme getirdiği iç güvenlik reformu yeni duruma uyum sağlamak için; yoksa Kürt sorununu silahla çözmek için değil. Önümüzde artık yepyeni bir Türkiye var. Keşke bu durumu fark ettiklerini, hükümetin arkasında durarak muhalefet partileri de gösterebilseler.”
Tabii, durum bunun tersini gösteriyor. Kürt sorununda savaş politikasının yalnızca ordunun “sınıfsız”lığı ileri sürülen inadı olmadığı, bizzat “sivil”in de bu siyasal düzenin bir parçası olduğu daha yakından görülüyor. AKP’nin sivilleşme söyleminin, –henüz ne denli gerçekleştiği tartışılır olsa da– ordunun hükümete bağlanmasının, örneğin Kürt sorununda askeri yöntemin bir kenara bırakıldığı anlamına gelmediği, tersine ordunun daha etkili kullanımıyla birlikte askeri yöntemin daha “verimli” bir şekilde (profesyonel sınır birlikleri, askeri reform, özel harekatçıların bölgede görevlendirilmesi vb. katkılarla) kullanımının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Üstelik politikanın başka araçlarla devamı olmakla birlikte savaşın kendi yasaları vardır ve –Cezayir Savaşı’nın komutanı Satan’ın, başında o güçlü de Gaulle’ün bulunduğu Fransa’nın güçlü burjuva demokrasisinde bile askeri darbe girişiminde bulunduğu hatırlanırsa– savaş durumunun askerleri öne çıkarmasından ne denli kaçınılabileceği de ayrı bir sorun olarak durmaktadır. Ötesinde, hükümetin 10 yıllık icraat döneminde ülkenin temel sorunlarının çözümü bir yana, geldiği boyut itibarıyla daha da kangrenleştiğinden bahsedilebilir. Örneğin Alevi hareketi çok daha etkili ve talepleri yakıcı hale gelmiştir. Keza, Kürt sorunu hâlâ çözümsüzlüğünü korumakta, üstelik Kürtlere karşı savaş yeniden tırmandırılmaktadır. Emekçilerin hakları ise hızla ortadan kaldırılmaktadır. Kadın örgütleri, eşitlik ve kadınların korunması talebini son yıllarda çok daha etkili ve dikkat çekici bir şekilde gündeme getirmektedirler. Dolayısıyla AKP, yükselen bu demokratik talepleri karşılamaktan tamamen uzaktır. Sermayenin siyasal ufku bazen AKP’yi aşmakta, kapitalist sömürüye dokunmamak kaydıyla uluslararası gelişmelere uyum sağlama ve meşruluğunu yeniden inşa etme arayışına girebilmektedir. Ancak, AKP, demokrasinin burjuvasının bile gerektirdiği bireysel ve kolektif haklardan epeyce uzaktır, yakınlaşacak gibi de gözükmemektedir.
Yani “devenin neresi doğru ki”, bir demokratikleşmeden bahsedilsin! Liberallerin en büyük derdini çözme konusunda bazı adımlar atılmıştır. Doğrudur… Asker sorunu bir ölçüde yola gelmektedir. İşte örnek… Buradan yola çıkarak demokrasi neden AKP’den gelmesin? Tekelci burjuvazi, “ufku ve kültürüyle” herhalde “ayak takımı”ndan uzak duracaktır, ama Batı burjuva demokrasisinin bireysel haklarını, ufak tefek kolektif haklarla birlikte kurumsal düzenlemelerle yaşama geçiremez mi? Olabilir… Olsa bile keyfinden değil, ne burjuvazinin ve hele ne de AKP’nin dinamizminin ürünü olarak değil, üstesinden gelemeyecekleri kadar güçlü bir halk hareketinin baskısıyla olabilir. Ama bu baskının gücüyle eğer devrilmekten kaçınabilmek üzere bütünüyle elleri mahkum olmazsa, her halükarda kadük, işlemez, biçimsel bir demokrasi olarak kalmayı garanti ederek!

“SİVİLLEŞME” VE KAPİTALİZM
Kimi liberal solcular AKP’nin askeri bürokrasinin geleneksel etkisi karşısında attığı kimi adımları devletin kapitalistleşmesi, iktidarın bürokrasiden burjuvaziye geçmesi olarak yorumlamaktadırlar. İktidarın “bürokrasiden burjuvaziye devri”ni tüm sivilleşmeciler bir şekilde paylaşıyor olsalar da, bunu en açık biçimiyle M. Belge şöyle ifade ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak 21. yüzyıla girildiğinde bir ‘kapitalist devlet’e kavuşmak imkânını bulduğunu yazıyordum dün. Bunun yolunu açan siyasî güç, AKP oldu.”
Hikâyesini, diğer liberaller gibi sivil-asker ilişkisine dayandırıyor Belge:
“Olmayan bir (homojen) ulusun henüz olmayan burjuvazisini oldurmak üzere, o oluncaya kadar ona ‘vekâleten’ işleri çekip çevirmeye hazır olan bürokrasinin eline verilmiş bir araçtı. Araç işlemeye başlayınca o burjuvazi de oluşmaya başladı. Gelgelelim, duruma alışmış, durumun keyfini sürmekten hoşnut olan bürokrasi, bu âleti oluşan bu burjuvaziye devretmek konusunda aceleci, hattâ istekli değildi. Devletin kanatları altında yetişen, tekelci kapitalizmin tekelci burjuvazisine gelince, o da, ‘Yahu, bu devlet benim için yapılmadı mı?’ demekte o kadar hevesli olmadı.
“Bu durum da, ‘amaç aracı meşrulaştırmaz, ama araç amacı değiştirir’ diyenlerimizi haklı çıkardı. Toplumsal aygıtların özerk ideolojileri ve canlı varlıklar gibi, ‘varkalma içgüdüleri’ vardır. Böyle işlemeye başlayan devlet aygıtı hemen bu işleyiş biçimini ‘tarihî’ değil de ‘ezelî ve ebedî’ işleyiş haline getirme, toplumu da buna ikna etme seferberliğine girişti. İki gün öncesine kadar da bunu kaydadeğer bir başarıyla sürdürdü.”
Sonuç olarak:
“Ama bu arada Türkiye’de kapitalizm hem yaygınlaştı, hem de derinlemesine kök saldı. Gelişen burjuvazi varolan devlet aygıtının ne kadar arkaik ve anakronik olduğunu anladı. Şimdi bu yapı değişiyor. Ne olmak üzere? Varolan kapitalizmin devleti olmak üzere.”
Belge, ham liberallerin yaptığı gibi serbest piyasa düzeni gelişip yaygınlaştıkça sivilleşmenin de artacağını, bunun da devletin kapitalistleşmesi ve demokratikleşmesi anlamına geleceğini ifade ediyor. “Burjuvazi devletin çağdışı olduğunu anladı değiştiriyor” derken bu çağ dışılığı kapitalizmin gelişmesiyle eşitliyor. Oysa askeri biçim 30 yıl önce de çağdışıydı. Kapitalizm o zaman da gelişiyordu, ama halk hareketinin üstesinden gelme kaygısı askeri biçimi zorunlu kılmıştı, burjuvazi, Mehmet Barlas türünden günümüz liberalleri tarafından övülüp desteklenerek, önce M. Tağmaç ve sonra da K. Evren etrafında birleşmişti. Yarın yine halk hareketi yükselebilir kuşkusuz ve kapitalizmin gelişmesine rağmen burjuva demokrasisi ya da diktatörlüğünün askeri biçimleri zorunlu olabilir.
Belge’nin mantık silsilesi modernist kalkınmacı determinizmin farklı bir biçimi. Kendisine sorulsa, determinizme şiddetle karşıdır. Mesela, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaştığı söylense, bir adım ötesi onun tarihsel bir zorunluluk olduğu belirtilse, dogmatizmden özcülüğe ve determinizme kadar şiddetli bir veryansınla karşılaşılır. Oysa kendisi, sivilleşmeyi, kapitalizmin gelişmesiyle devletin kapitalistleşmesine bağlamakta, dolayısıyla kapitalizmin gelişmesi tarihsel bir eğilim olduğundan sivilleşmeyi de genel bir zorunluluk olarak tanımlamaktadır.
Kapitalizmde sınıf ve güç ilişkilerini yok sayan, kapitalizmle onun siyasal örgüt biçimlerinden birisi olan burjuva demokrasisini ya da sivil biçimleri mutlak olarak eşitleyen Belge’nin geç kalmış sivilleşmeci modernite projesi gerçeğe uyum sağlamakta zorlanacaktır. Örneğin 1970’lerin Türkiye’sinde işçi ve gençlik hareketi yükselmişken serpilip gelişen kapitalizm, 1980 darbesiyle gerilemiş miydi? Ya da 1980 faşist askeri darbesi kapitalizmin geriliğinden mi, yoksa halk hareketinin kapitalizmi zorlamasının başka türlü üstesinden gelinemeyişinden midir? Veya Hitler faşizmi kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerden birisinde yaşama geçerken, kapitalizmin yeterince gelişip yaygınlaşmamasıyla askeri bürokrasinin etkinliğini birbirine bağlamak ne kadar anlamlıdır?
Kapitalizmin, artık burjuvazinin gericileştiği ve dünya gericiliğinin başlıca kaynağı olduğu tekelci kapitalizm çağındaki gelişmesi, mutlak olarak sivilleşmeye yol açmayacağı gibi, tarih, siyasal bakımdan aşırı gerici eğilimlere, bu arada militarizme kaynaklık ettiğine tanıklık etmiştir ve bunda şaşılacak şey yoktur. Şimdi moda olan liberal demokratizmin büyüsüne kapılıp, birkaç on yıl öncesinin örneğin Latin Amerika’yı boydan boya yönetmiş olan askeri faşist diktatörlükleri kapitalizme yakıştıramamak ve unutmak herhalde yalnızca tarihten hiç nasibini almamak olmakla kalmaz, politik ekonomiyle ekonomi ve siyaset, sınıf ve siyaset ilişkilerini de hiç anlamamak olur.
Belge, ordunun/askerin egemen sınıfların bir aracı olarak rolünü, bu rolden kaynaklı siyasete doğrudan müdahalesini sınıf mücadelesinin dışında tanımlamaya çalışırken meseleyi iyice karmaşık hale getiriyor. Aslında söylediği baştan sona yanlış değil. Siyasal demokrasi ile kapitalizmin gelişmesi arasında elbette bir bağ var. Burjuvazinin devrimci olduğu ve kapitalizmin henüz üretici güçlerin gelişmesinin engeline dönüşmediği 18. yüzyılla 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinin rekabetçi kapitalizmi açısından bu bağ tamamen belirgindi. Tarihte modern siyasal demokrasi ilk defa feodal toplumlarda değil kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ortaya çıktı. Ancak, Belge, günümüz tekelci burjuvazisine ilericilik atfetmek üzere bu tarihsel olguyu günümüze adeta yapıştırarak, askeri kurumsallaşmanın Türkiye’deki özgün durumuyla kapitalizm arasında determinist bir ilişki yakalamaya çalışıyor. Sınıf mücadelesini es geçtiği anda, kendisinin bile ilk adımda çelişkiye düşeceği bir noktaya savruluyor.
Dolayısıyla ne “askercillik”, militarizm yalnızca kapitalizmin geriliğiyle ilgilidir ne de Belge’nin “sivilleşme”si sadece kapitalizmin gelişip yaygınlaşmasıyla. Toplumsal sınıflar arasında bir mücadele vardır, bu mücadelenin seyri kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile askerin siyasete daha ileriden müdahalesine ya da sivillerin fiilen askerileşmesine götürebilir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Belge’nin son bir iki ayda askerin toplumsal konumuna dair bazı simgelerin tartışılması ve değiştirilmesi üzerinden devletin kapitalist bir niteliğe büründüğü iddiası, dolayısıyla daha önce devletin kapitalist olmadığı kabulü ise olsa olsa liberal bir körlüktür. İktidar koltuğunda asker oturduğunda, doğrusu şu ki, iktidar “ipi”ni ağırlıklı olarak asker elinde tuttuğunda, askerden başka bir şey görmeyen bir siyasal körlük. Oysa 12 Eylül darbesinden hemen sonra işveren örgütleri ve emperyalist devlet yöneticileri askeri müdahalenin hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini, dolayısıyla devlet iktidarının apoletli ve hemen sonrasında apoletsiz biçimleriyle hangi sınıfın elinde olduğunu açıkça ifade etmekten hiç mi hiç çekinmemişlerdir. Belge, tabii, bir sosyal bilimci olarak, sermayenin dedikleriyle değil kendi gördükleriyle hareket edecektir. Ancak, askeri darbelerin ve devletin sınıfsal niteliğini görmemek için, kendisinin de çokça kullandığı bir vecizle, ancak “yüksek tahsilli bir cahillik gerekir.”

“SİVİLLEŞME” VE “SOL”
“Sol” bu süreçte üstüne düşeni yapamamış, liberallerin beğenisini kazanamamıştır. Örneğin Belge, öyle nettir ki, bir demokrasi süreci yaşanıyorsa da “sol”un bu sürece hiçbir katkısını görememiştir:
“Yazının başında, bugün vardığımız aşamanın azımsanmaması gerektiğini söyledim. Ancak, toplumun bu noktaya varmış olmasında ‘sol’un bir payı yok. Olmadığı gibi, ‘sol’ (yani belirli kesimleriyle ‘sol’), bu aşamaya erişmeyi önlemek üzere didinen cephenin içinde yer alıyor. Oradaki başka aktörler kadar canla başla didinmese, ‘ikisine de karşıyız’ gibi lakırdılar etse de, son kertede orada, orada olmayı seçmiş.
“CHP’nin solunda olduğunu söyleyen ‘sol’dan söz ediyorum. İddiaya göre CHP’nin solundalar, ama fiiliyata baktığınızda onunla yan yana duruyor ve onun bazı ‘ağır iş’lerini yerine getirmeye aday oluyorlar.”
Belge “sol”un demokratikleşmeye hiçbir katkısını görmüyor. Çünkü Belge’ye göre, demokratikleşmenin öznesi AKP . “Sol” AKP’nin kuyruğuna takılıp her yaptığını alkışlayıp yapmadığına da “küserim ha” demediyse hiçbir şey yapmamış demek oluyor. AKP karşıtı olduysa, tıpkı toplumsal egemen algıdaki gibi CHP’lidir. CHP’ye de karşı olsa CHP’nin işi yapmakta, AKP’ye karşı statükoyu savunmaktadır.
Berktay daha açık konuşmaktadır: Demokrasi gelse gelse tekelci burjuvaziden gelecektir. Sivilleşme hamlelerinde olduğu gibi, iktidarın marifetiyle yaşam bulacaktır. Madem AKP demokratikleşmenin öncüsü, tüm demokratlar ve tabii ki “sol” AKP’yi desteklemelidir! Şunları yazıyor:
“Orada Türkiye’nin demokratları, sol demokratları, Kürt demokratları, Müslüman demokratları, bütün kesimlerin demokratları AKP önderliği ve hükümetini mümkün olduğu kadar demokratik, barışçı olmak ve böyle ileri bir teklif yapma noktasına özendirmek veya itelemek için mücadele etmek zorundalar. Sonunda ne olur bilemiyorum. Ama, bunun dışında bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye’de Kürt sorununu sadece AKP çözebilir. ‘Çözecektir’ demiyorum. Bu anlamda AKP’ye hiçbir açık çek vermiyorum, kefil olmuyorum. Ama realist konuşursak, siyaset sahnesinde bunu çözebilecek başka güç yoktur ve bunu kabul etmek zorundayız.”
Berktay, tutarlıdır. Düşündüğünü açıkça söylemektedir. Herkes AKP’yi desteklesin, başka kimse, hiçbir toplumsal güç, sınıf veya özne demokratikleşme sürecini gerçekleştiremez ve Kürt sorununu çözemez. AKP yapar mı? Berktay zora gelmiyor. O da kesin değil, ama AKP’nin peşine takılmaktan başka çare yok diyor. Yani, demokrasi gelecekse tekelci burjuvaziden gelecektir, başkası mümkün değildir.
Marksizmden vazgeçmediğini söyleyen liberal solcuyla Marksizmden vazgeçtiğini söyleyen liberal solcuya bir de muhafazakar liberali eklersek üçlüyü tamamlamış oluruz:
“Evet, Türkiye ilerledi. Uzun, sancılı bir yol kat etti. İlerici muhafazakârlar sayesinde gerici solcularımız daha özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyorlar. Farklı ve aykırı düşünenlerin, özellikle darbeye bahane olsun diye laik-solcuların bir faili meçhul cinayete kurban gitme ihtimali artık çok az. Bu ilerlemede solun gerçekten hiçbir katkısı yok. Tersine, zaman zaman darbecilerden medet umarak, zaman zaman AK Parti hükümetinin elini kolunu tutup, askerlerin daha iyi dövmesine yardım ederek bu sürece engel olmaya çalıştılar. Darbeciler AK Parti iktidarının sırtını yere getirmeye çalışırken ‘mahalle baskısı’ndan, ‘sivil darbe’den, ‘sivil vesayet’ten şikâyet edenlerin, bugün oturup bir özeleştiri yapmaları gerekmiyor mu?”
Hepsinin ortak noktası, Türkiye’de AKP marifetiyle bir sivilleşme (liberaller bunu demokratikleşme ile eş anlamlı ele alıyor) sürecinin yaşandığını ve “sol”un görevinin buna destek vermek olduğunu düşünmeleri. Yani majestelerinin “sol”u! Tekelci burjuvazinin onaylayacağı, böylece “demokratik”lik beratına hak kazanacak bir “sol”!
Liberallerin “sol”dan beklentisi anormal değil! Sosyalizmi ulaşılmaz bir geleceğe erteleyip kapitalizmi “demokratikleştirmeye” odaklanan reformcu, eleştirel küreselleşmeci “sol”, liberallerin birçok beklentisini, en azından siyasal alanda karşılama becerisine olmasa da isteğine sahip. Türkiye’de de sivilleşmeci solcuların ülkeye ilişkin tahlilleriyle acil gündemleri liberallerle uyum içinde. Bu nedenle, muhalefetleri de, iktidardan önce, CHP ve MHP gibi “statükocu” güçlere karşı.
Başka bir “sol” eğilim de, liberal sivilleşmecilikten korkup statükoyu kutsamaya, İkinci Cumhuriyet’e karşı çıkmak adına, biraz da “sosyalizm” lafzı ekleyerek, –bağımsızlık, hukuksallık ve laiklik atfederek– Birinci Cumhuriyet’i savunmaya soyunmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları elbette bu anti-demokratik yapının değişmesindedir. Ancak bu demokratikleşme, liberallerin sivilleşme programına indirgenemeyeceği gibi, onun tamamını da kapsamaz. Çünkü, sivilleşme programının arkasındaki temel güdü, ordunun ve devlet yönetiminin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi, sermaye için daha etkin ve verimli hale getirilmesidir. Dolayısıyla böyle bir sivilleşme, savaş politikalarında bir değişiklik yaratmayacak, sınır ötesi operasyonları ve “terörle mücadeleyi” dolaysız olarak hükümetin kontrolüne bırakacaktır. Hükümetin Kürt sorununda imha ve asimilasyon politikası (ve bunun incelikli biçimi) değişmediği sürece, anti-militarizmden ve halkçı bir çözümden değil, yalnızca gerici bir burjuva biçim olarak sivilleşmeden bahsedilebilir. Bunun emekçilere bir hayrı olmayacağı açıktır. Böyle bir sivilleşmenin emekçiler açısından kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Diğer yandan bu, burjuva askeri yapıyı kutsallaştıran uygulama ve düzenlemelerin kaldırılmasında emekçilerin çıkarları olmadığı anlamına gelmez. Örneğin okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılması, askeri yargının feshedilmesi, MGK’nın lağvedilmesi, darbecilerin yargılanması gibi bazı taleplere, liberal sivilleşmeciler tarafından da destekleniyorlar diye karşı çıkılması gerekmemektedir. İşçi sınıfı ve onun partisi açısından bu talepler, burjuva sivilleşmeciliğinin bir parçası değil; Kürt sorununun çözümü, laiklik, bağımsızlık mücadelesinin bir parçasıdır. Sosyal ve siyasal kurtuluş ve devrim mücadelesinin bileşenidir. Dolayısıyla iktidarın, iktidardaki sınıfın değişmesi için verilen mücadelede bir yere sahiptir. Tek tek reformlar olarak devrim sürecine bağlı; işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle stratejik olarak bütünleşmiştir.
Bu nedenle; işçi sınıfı ve onun partisi, bu talepleri, burjuva sivilleşmeciliğin biçimsel düzenlemelerinin ötesine taşıyacak şekilde, gerçek bir halk mücadelesinin sonucu gerçekleşmesi, iktidar üzerinde böyle bir baskılamanın yaratılması, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin demokratik halk iktidarı mücadelesinde bir araç olarak görür. Araç olma özelliği önemsizliğinden değil, sosyalizm mücadelesi içindeki konumundandır. Özetle, işçi sınıfının çıkarı burjuva sivilleşmeciliğinde değil, gerçek bir halk demokrasisindedir. Böyle bir demokratikleşmenin AKP’den beklenir bir yanıysa elbette olamaz!

Gezi, Negri, çokluk ve sınıf

31 Mayıs’ta başlayan halk hareketi Haziran ayında tüm ülkeyi hatta dünyayı ısıttı. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemek üzere parkta kalan çevrecilere yönelik ‘orantısız’ saldırı, çadırların yakılması, TOMA’ların karşısında bekleyen gençlere biber gazı ve gaz bombalarıyla müdahale tüm Türkiye’yi gece gündüz demeden sokağa döktü.
Kendiliğinden yükselen devasa tepki, artık herkesin kabulü ki, hükümetin genelde 11 yıllık, özelde ise son dönemdeki uygulamalarına karşı biriken öfkenin patlamasıydı. 2012’de gündeme gelen ve yasalaşan eğitimde 4+4+4 sistemi, doğrusuyla yanlışıyla Ergenekon, Balyoz, KCK vb. davalarda yargının hükümetin eline bakan tutumu, 29 Ekim’de Cumhuriyet mitingine saldırı, Roboski’nin yıldönümünde hâlâ tek bir adım atılmamış olması, Suriye politikasındaki savaşçı güzergah… Ve son olarak da içki yasakları.. 3. Köprü’ye Alevilerin gözüne baka baka Yavuz Sultan Selim adının verilmesi… Elbette son 1 yıllık bu kabarık bilançonun ardında özellikle 2001 krizinden sonra uygulanan IMF-DB programı (başka bir deyişle Kemal Derviş programı); bu kapsamda tam gaz özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, çalışma yaşamındaki tüm kazanımların birer birer ortadan kaldırılması olarak özetlenebilecek katıksız bir neoliberal talan süreci yatmaktadır.
Özetle; son 11 yıllık AKP iktidarı emekçilerin daha da yoksullaşmasını getirdiği gibi, orta sınıfların da hızla proleterleşmesini, gençlerin geleceksizlik gerçeğiyle daha yakından yüz yüze gelmelerini sağladı. Sermaye ve çeşitli vesilelerle aynı statüye yükselmeyi başaran türedi zenginlerin dışında toplumun çok büyük bir kısmı için son 11 yıl tam bir çöküş süreci olarak yaşandı.
Türkiye’nin genel olarak ilerici duyarlılıklarına karşı AKP’nin politik-İslamcı köklerinden gelen ve kendi tabanını motive etmek üzere dilden düşmeyen muhafazakar söylem ve uygulamalar da, yoksullaşma sürecinin üstüne bir de laiklik ve modern yaşam biçimini koruma-koruyamama kaygılarını ekledi.
Artık mesele, kimsenin zamanını ve yerini tahmin edemeyeceği son damlaya kalmıştı. Bunu ancak olaylardan sonra söyleyebiliyoruz ki, bu da sürecin doğası gereğidir. Ve Gezi Parkı saldırısıyla bardak taştı…

***
Bu yazının konusu Gezi Parkı’ndan yola çıkarak ortaya çıkan toplumsal öfke ve hareketin sınıfsal dinamikleri, eksikleri, zaafları ya da olumlulukları değildir.
Hareketin kendiliğindenliği, belirgin örgütlü biçimleriyle işçi sınıfı katılımının olmayışı, hatta Cem Boyner türü patronların da direnişe destek vermesi; “toplumsal hareketçilik” ve “sınıfsız muhalefet” tahlillerine nesnel bir zemin de hazırlamaktadır. Bu yaklaşım; ideolojik alanda sınıfın artık bir analiz kategorisi, en azından temel bir analiz birimi olarak değerlendirilemeyeceği teziyle aynı zeminden beslenmektedir.
Böyle iddialar var mı diye sorulabilir… Elbette, alanda bayraklarla temsil edilen siyasi hareketlerin resmi yazını açısından sınıfın varlığı henüz inkar edilmiş değildir… Pratik ise tam bir ‘sınıfsızlık’ pratiğidir.
Ancak konumuz buradaki şu veya bu örgütlü grup değildir. Daha genel ve ‘popüler’ bir çerçeve ve sunuşla ilgiliyiz. İlgimiz, genel olarak, sınıf hareketi ve sınıf analizini reddederek toplumsal değişimin anahtarını genel olarak “toplumsal muhalefet”e devreden sivil toplumcu yaklaşımlara… Özel olarak ise, onun en ‘modern’, daha doğrusu en postmodern biçimi olan ‘çokluk’ ve onun ‘kurucu gücü’ne vurgu yapan, öncülüğünü Negri’nin yaptığı teorik yaklaşımadır. Hardt’la beraber 2000 yılında yayınladığı “İmparatorluk” kitabıyla dikkatleri çeken bu postmodern açıklama biçimini daha yakından ele almak ve değerlendirmek amacındayız.
Neden Negri?  Çünkü Negri’nin ‘çokluk’ olarak ifade ettiği ‘özne’nin içeriği ve önerdiği eylem tarzıyla Gezi Parkı sürecinde yaşananlar arasında görünüşte bir benzerlik söz konusudur. Negri, açıkça ifade edilmemekle birlikte, ‘küreselleşme karşıtı’ ya da ‘alternatif küreselleşmeci’ hareketlerin teorik sözcülüğünü yapmaktadır. Bu hareketler, başta Seattle (1999) olmak üzere, uluslararası bileşenli eylemlerle gündeme gelmişti. Yine Arap Ayaklanmaları ve Occupy Wall Street eylemleri de, Negri’ye göre, kendi tezini doğrulamaktadır. Bu eylemlerin ortak özellikleri, farklı sınıf ve görüşlerden çeşitli kesimlerin bir araya gelmiş olması, merkezi bir örgütlenmeye tabi olmamaları, aksine bunu reddetmeleri ve alternatif bir iletişim ağı kurmaları… Bütün bu özellikler, farklı biçimlerde Gezi eylemlerinde de görülebilir. Ancak, bu, Negri’nin, ne çokluğunu ne de onun teorileştirdiği eylem, talep ve mücadele biçimini mantıklı ve tutarlı kılar. Özetle, bu yazıda Gezi Parkı’nın açtığı gündem vesilesiyle sınıf ve “çokluk” tartışmasına odaklanacağız.

***
Önce biraz Negri…
Negri, farklı düşünürler tarafından ve farklı vurgularla ortaya atılan postmodern “yeni dönem” teorilerinin tamamını içselleştirmiştir. Tüketim toplumu, sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu, postfordizm, küreselleşme teorilerinin çeşitli yönlerini ürettiği İmparatorluk-postmodernizm paradigmasının bileşenleri haline getirmiştir. Negri, bunun, geri dönülmez ve tüm toplumsal yaşamı değiştiren varoluşsal bir dönüşüm olduğunu ifade etmektedir. Negri’nin en azından postmodern dönüşüm üzerine fikrini anlamak için bir dizi uzun alıntıya mecburuz:
“Toplumsal ve üretici faaliyeti modern sosyalist geleneğin terimleriyle açıklamak olanaksız hale geldi: Bugün en çok üretim biçimini ve değerlendirme süreçlerini etki altına alan maddi olamayan emeğin (düşünsel, bilimsel, bilişsel, ilişkisel, iletişimsel, duygusal vs.) hegemonyasıyla karşı karşıyayız. Bu emek biçiminin bütünüyle yeni birikim ve sömürü tarzlarına alt güdümlü kılındığı malum. Bu yeni birikim ve sömürü biçimleri klasik emek-değer yasasıyla açıklanabilir değil. … Modern ile postmodern arasındaki ilk süreksizlik unsuru işte budur.”
“İkinci bir süreksizlik, egemenlik kavramının kendisinin yeniden tanımlanması vesilesiyle gerçekleşir. … Egemenlik eylemi gitgide daha da genişleyen ve bütün bir toplumsal alanı kapsayan bir biyo-iktidar biçimiyle tanımlanır oldu. Emeğin bireysel örgütlenmesinin disiplininden nüfusun denetimine geçildi. … Toplumun biyo-politik yönetimi, sonuçta eğilimi gereği totaliterleşmektedir. Biyo-politikanın giderek alacağı biçim, ölüm-politikasından başka bir şey değildir: Bazen biyo-politika ile ölüm-politikasını bir tutma eğilimi görülür, zira savaş politikanın özü haline gelirken, ölüm politikası da biyo-politikanın matrisi olur.”
“Üçüncü fenomenler dizisi, ekonomik süreçlerin küreselleşmesi ve ulus devlet, halk, egemenlik vs. gibi kavramların küreselleşmeden doğan kriziyle ilgilidir. Kapitalist gelişme ulus-devlette kendisine en uygun temel yapıyı bulmuştu: Bugünse ulus-devletin dünya çapındalaşmasıyla girdiği kriz, modernliğin politik kategorilerinin genel krizini de ifade etmektedir. Böylece İmparatorluk ve çokluklar arasındaki ilişki hakkında bir dönüşüm mümkün olmaktadır.” (Negri, 2013: 26-29)
Az ileride Negri, bu sefer küreselleşmenin kaçınılmazlığı iddiasıyla ‘postmodern’ dönüşümü betimliyor:
“Postmodernliğin üretimsel, politik, kurumsal ve kültürel boyutlarında küreselleşme sürecinin geri döndürülemezliği bir kez daha kabul edildikten sonra, bu üçüncü atölyede, şüphesiz tahmin edeceğiniz üzere, özellikle modernliğin politik kavramlarının dönüşümünü tartışmak istiyoruz. Geri döndürülemezlik derken, Fordist üretim ve Keynesçi piyasa şartlarını ve panoramasını yeniden oluşturmanın nesnel olarak imkansızlığını kastediyoruz. Fordist üretim ve Keynesçi piyasa, koptuğumuz ve artık yeniden bulmayı başaramadığımız bu modernliğin temeliydi: Bu noktada bir kez daha yeniden ortaya koymamız gereken ontolojik olarak belirlenmiş bir süreksizlik söz konusu. İkinci olarak, geri döndürülemezlik ile, hem emek çerçevesinde hem de toplumsal ilişkinin kuruluşu açısından öznel davranışlarda yaşanan değişime işaret ediyoruz. … Üçüncü olarak küreselleşme, modern devletin mekânsal belirlenimlerinin ortadan kalkması demektir; o halde küreselleşmeyle birlikte ulus devlet, egemenlik ve halk gibi bağlantılı kavramların krizi geri döndürülmez hale geliyor. Modern politik düşünce tarihinin tamamı –ki aslında hegemonik olduğu doğrulanmıştır– sarsılıyor; hatta bizim modernliğin içinde bir tür ‘alternatif’ tarih olarak gördüğümüz –Machiavelli’den Spinoza’ya– düşünce çizgisi dahi benzer bir sarsıntıya uğruyor ve bundan dolayı olumlu kullanımı da zorlaşıyor. Böyle bir alternatif geleneği kullanabilmenin tek yolu, onu radikal bir ontolojik başkalık seviyesine çıkarabilmekten geçiyor –ki biz bunun gerçekten mümkün olduğuna inanıyoruz.” (Negri, 2013: 56)
Negri, bu dönüşümden genel olarak memnun. Burada hem bir Spinozacı ‘determinizm’ hem de neoliberal küreselleşmeciliğin izlerini bulmak mümkün:
“İmparatorluğun kuruluşunun kendinden önceki iktidar yapıları için herhangi bir nostaljiyi ortadan kaldırmak ve –küresel kapitalizmden korunmak için ulus-devleti yeniden canlandırmaya çalışmak gibi- eski düzene dönüşü gerektiren her tür politik stratejiyi reddetmek üzere ileriye atılmış bir adım olduğunda ısrarlıyız. … Bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.” (Negri ve Hardt, 2001: 68)
Negri’nin biyo-iktidarın egemenlik biçimine dair en önemli vurgularından birisini, onun iletişimsel yönünü aktararak bir sonraki bölüme geçebiliriz:
“İletişimin mekanı tamamen yersiz yurtsuzlaşmıştır. … Diğer bir deyişle iletişim, sermayenin her türlü alternatif marjinini baskı altına alarak, gerçek anlamda, küresel bir şekilde toplumun tümünü fethetmiş ve onu kendine tabi kılmış olduğu noktada, kapitalist üretim biçiminin almış olduğu biçimdir. … Modern iletişim sistemleri egemenliğe tabi değildir; tam tersine, egemenlik iletişime tabidir.” (Negri, 1999: 5-6)
***
Makalede tartışmanın ilerleyiş seyri şöyle olacak: İlk bölümde Negri’nin hangi ideolojik zeminde durduğunu, ‘içkin’ materyalizm adına nasıl bir idealizmle malul olduğu ve yöntemi tartışılacak. İkinci bölümde; Negri’nin siyasal şekillenişinde ve onun İmparatorluk ve çokluk kavramlarına ulaşmasında etkili olan Otonomcu yaklaşımı, Negri’nin bu akım içindeki yerini ve bu akımın Negri’ye etkisi değerlendirilecek. Üçüncü bölümde Negri’de işçi sınıfının yapısındaki değişikliklerin aşamalandırılmasındaki keyfiyet ve bunun çokluk kavramına zemin hazırlamak üzere pragmatistçe kurgulanması, dördüncü bölümde ise; Negri’ye göre çokluğun ortaya çıkışındaki toplumsal zemin tartışılacak. Beşinci bölümde, çokluğun icadında Spinoza faktörü ve çokluğun içine doldurulan idealizm; son bölümde ise çokluğun nasıl bir değiştirici güç olduğu ve Negri’nin bununla ne vaat edebildiği değerlendirilecektir.

1. NEGRİ’NİN İDEOLOJİK ZEMİN VE YÖNTEMİ
Negri, ‘modernizm’in eleştirisi adına ortaya çıkan postmodern ideolojinin neredeyse tüm ideolog ve referanslarından beslenir. Bu gizli saklı değildir. Lyotard, Baudrillard, Vattimo, Rorty, Derrida, Nancy, Agamben, Foucault, Deleuze gibi düşünürlere sık sık atıflar yapar, onlardan faydalanır. Farklı kapsamlarda ifade edilen tez ve görüşleri, Spinozacı bir çerçeve ve zayıf da olsa Marksist bir literatürle birleştirmeye çalışır.
Postmodern eleştirinin temel argümanlarını Negri de benimser. Aydınlanmayla birlikte etkili olan dünyanın akıl ile bilinebilirliği fikrine, ayrıca bu fikrin dolayımıyla sosyal bilimlerde ve günlük yaşamda etkili olan ‘bilim’, ‘gerçeklik’, ‘egemenlik’, ‘toplum’, ‘sınıf’ vb. kavramlara postmodern bir çerçeveden karşı çıkar.
Negri ve Hardt yaklaşımlarını genel olarak şöyle açıklıyor: “Buradaki akıl yürütme tarzımız diyalektik-olmama ve mutlak anlamda içkin olmayı amaçlamış iki yöntemsel yaklaşıma dayanıyor: Bunlardan biri, hegemonik dili ve toplumsal yapıları yerinden etmeyi ve bunu yaparak çokluğun yaratıcı ve üretken pratiklerinde yatan alternatif bir ontolojik temeli açığa çıkarmayı hedefleyen eleştirel ve yapısökümcü yaklaşımdır; ikincisi, öznellik üretim süreçlerini etkili bir toplumsal ve politik alternatif, bir yeni kurucu iktidar oluşturma yönünde geliştirmeye çalışan kurucu ve etik-politik yaklaşımdır.” (Negri ve Hardt, 2001:72).
Hardt ve Negri’nin Derrida’dan devşirdikleri yapısökümcü yöntem, aslında dünyanın ve toplumun sözcüklerin diziminden oluşan birer metin olduğunu ve bu metindeki ‘modern’ inşanın bozulması gerektiği fikrine dayanıyor. Mevcut toplumsal yapının metnini ya da kavramsal ilişkisel birliğini çözmek ve onu metinsel olarak yıkmak…
Negri ve Hardt, yapısökümcülüğünün bu niteliğini bildiğinden, açıklamalarını sürdürür: “Bu gösteriye ilişkin bizim giriştiğimiz yapısöküm tek başına metinsel olmamalı, enerjisini sürekli olarak bugün devinim halinde olan, olayların doğası ve emperyal süreçlerin somut belirlenimleri üzerinde yoğunlaştırmalıdır. … Bir başka deyişle historia rerum gestarum’un, hüküm süren küreselleşmiş kapitalizmin hayaletinin yapısökümü alternatif toplumsal örgütlenmelerin olabilirliğini ortaya çıkarır.” (Negri ve Hardt, 2001:73)
Peki, “Yapısöküm tek başına metinsel olmamalı!” uyarısını yapmak yeterli mi? Aslında yazarlar, ‘metinsellik’ ve söylem eleştirilerine karşı bir önlem alma ihtiyacı duyarlar, ama asıl analizleri onları ele verir: “Eleştirel yaklaşımımız emperyal düzenin gerçek bir gerçek bir ideolojik ve maddi yapısökümüne uğratılması ihtiyacına yanıt veriyor. Postmodern dünyada, İmparatorluk sahnesi çeşitli kendini meşrulaştırıcı söylemler ve yapılar aracılığıyla kurulmuştur.” (Negri ve Hardt, 2001:72).
Kahrolsun söylemler! Toplum bu söylemler ile kuruldu. Bu söylemler yapısökümüne uğratılırsa “alternatif toplumsal örgütlenmelerin olabilirliği” kendiliğinden ortaya çıkar. Negri ve Hardt, metinselliğe sıkışmadıklarını ifade etseler de, ki kimse kendisinin metinselliğe hapsolduğunu kabul etmez, iktidar ve söylem üzerine kurguları ve eserlerinde uyguladıkları yöntem genel olarak modern söylemin yapısökümüne uğratılmasına dayanıyor.
Yani toplumsal gerçekliği, onun içindeki çelişkiler ve mücadeleleri, gerçek yaşamın akışını, etkenlerini, belirleyenlerini değerlendirmeden, böyle bir dert ve çabaya girmeden toplumun söylemsel/metinsel düzeyde analizini yapmak. Negri’nin tüm eserlerinde bu yaklaşım genel olarak kendini hissettirmektedir. Negri için İmparatorluk, çokluk, egemenlik, biyo-iktidar vb. bütün ‘olgu’lara; gerçek dünyanın analiziyle değil, kavramlar ve ‘söz’ dünyasındaki ‘oyun’ ya da akıl yürütmelerle ulaşılır.
Çünkü “nesnel gerçeklik” yoktur. Öznel ve nesnel ayrımı postmodern dönemde ortadan kalkmış, modernizmle beraber yok olmuştur. Bu nedenle gerçekliği araştırmak, fikirler dünyasında cirit atmaktır. Bu bakımdan Negri, yel değirmenleriyle ve kendi hayalleriyle savaşan bir Don Kişot’tur!
Bu yaklaşımın temelinde postmodernizmin gerçekliği inkar etmesiyle birlikte yeniden tanımlaması etkilidir. Buna göre; gerçeklik, özneden ve tahakküm ilişkilerinden bağımsız değildir. Foucault’ya dayanarak; iktidar, bilgi üzerindeki tekeli sayesinde gerçekliğin üretilmesinde egemendir. Dolayısıyla nesnel gerçeklik yoktur, iktidarın ürettiği gerçeklik vardır. Ve bu, yapısökümüne uğratılmalıdır!
Negri, örneğin iktidar analizinde (ki analiz olmanın en ufak izini bile taşımamaktadır), önce; iktidar ve egemenlik kavramına dair tarihsel, felsefi ve siyasal farklı görüşleri, bu görüşler arasındaki benzerlik ve farklılıkları tartışıyor. Daha sonra, bu görüşlerden hangisinin toplumda egemen hale geldiğine bakıyor. Ve tarihi de, bu fikrin diğer fikir üzerindeki zaferi, diğer fikrin nasıl yenilgiye uğratıldığı, diğer fikrin bu yenilgiye karşı nasıl bir çaba gösterdiği üzerinden anlatıyor. Daha yakından bakalım:
“Rousseau’nun demokratik cumhuriyetçiliğinin sonunda Hobbesçu modele benzemesi tesadüf değildi. Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi, bireysel iradeler arasındaki anlaşmanın genel bir iradenin kuruluşu içinde gelişmesini ve yüceltilmesini, genel iradenin tekil iradelerin yabancılaşmasından devlet egemenliğine doğru ilerlemesini güvenceye alır. … Özellikle Rousseau’nun doğrudan temsil nosyonu, zorunlu olarak bununla bağlantılı totalliğin temsili tarafından çarpıtılmış ve etkisiz hale getirilmiştir. … Demokratik, çoğulcu ya da popüler politik biçimleri ilan edilebilir edilmesine ama modern egemenlik gerçekte sadece tek bir politik figürle, tek bir aşkın iktidarla bağdaşır.” (Negri ve Hardt, 2001:107)
Az ileride:
“Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi toplumu iktidar içinde özümleyerek yeni bir ‘birey’i gerçek kılar. İdari mekanizma geliştikçe, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir, öyle ki artık toplumu iktidar ve devlet üretir.” (Hardt ve Negri, 2001:110)
Negri modern egemenlik olgusunu eleştirirken, esas olarak onun savunucularının kavramlarını ortaya koyuyor ve onlarla tartışıyor. Tabii, bunda başlı başına bir problem yoktur. Egemenlik teorilerini ortaya atan düşünürleri eleştirmek normaldir. Ancak, egemenliğin gerçek hayatta nasıl işlediğini, nasıl geliştiğini ve değiştiğini incelemeden, tüm yöntem, bu kavram ve düşünürlerle tartışmaya indirgendiğinde gerçeklik bir kenara bırakılmış oluyor. Gerçek egemenlik (aslında burjuva egemenliği) yerine de kavramların egemenliği geliyor. Mesela “Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi”, yani bir kavramsal ilişkiler ağı, Negri’nin iddiasına göre “yeni bir ‘birey’i gerçek kılıyor”. Toplumdaki egemenliği yansıtmıyor, onu baştan sona belirliyor.
Negri’nin bu kavramsal Don Kişotluğu, hiç mi gerçeklikle ilişki kurmuyor? Hayır, Negri, ara ara kapitalizme, modern egemenlik ile sermaye arasındaki ilişkiye atıf yapıyor. Ancak bu belli belirsiz ve “kavramların gerçekliği belirlediği” fikri ve yöntemi değiştirmeyecek biçimde yapılıyor.
Örneğin Negri, birçok kez olduğu gibi, bir kitabında; modern kavramların iflas ettiğini, bu kavramlardan doğan gerçekliğin de (dikkat edelim; kavramdan doğan toplumsal gerçeklik, tersi değil) bundan payını aldığını söylüyor: “Bu çözülmeden sadece kategoriler değil, bunlardan doğan gerçekliğin kendisi de payını aldı.” (Negri, 2013:29)
Yine başka bir yerde: “Post-modern ideolojiler egemenliğin niteliklerinin güçten düşürülmesinde büyük rol oynamışlardır. Aynı zamanda ve aynı nedenlerle, (burada ve öte tarafta postmodernitenin yatay düzeyini kıran) parçalayıcı, yerel ve tikelin yeni ufuklarını yaratan da postmodern ideolojilerdir.” (Negri, 1999:7)
Başka bir örnek: iktidarın aşkınlığı… Negri’de iktidarın toplumdan nasıl ‘koptuğu’, feodalizmden kapitalizme geçişte nasıl bir biçim aldığı, toplumsal sınıflarla nasıl bir ilişkisi olduğu, ekonomiyle, kültürle ve diğer yaşam alanlarıyla ilişkisi; bunlara dair hiçbir analiz yoktur. Tartışma tamamen ‘tarihsel’ fikirler arasında sürmekte, Hobbes’çu ‘temsil’ ve iktidar fikri, Spinoza ve Machiavellici yaklaşımla karşı karşıya gelmektedir. Modern düşünce de Hobbes’çu ve Rousseau’cu zafer ile toplum üzerindeki fiili egemenliğini sağlamaktadır!
Toplumu değil fikirleri incelemek, belki bazı ipuçları verebilir, ancak bu, açık ki, spekülatif bir yöntemdir. Bu kavram oyunundan çok daha fazla örnek verilebilir. Örneğin Negri, artık iktidarın mekandan koptuğunu söyler. Ulus-devletlerin etkisiz olduğunu, emperyalizmin de aşıldığını kaydeder. Hangi olgulara dayanarak? Ulus-devletler nasıl bitti? Yok mu? Uluslararası kuruluşların etkinliği ulus devletleri paçavra haline mi getirdi? Bu ‘ulus ötesi’ kuruluşlar emperyalist güçlerden bağımsız mı? Bunlar olgusal olarak tartışılabilir meselelerdir.
Ancak bütün bu sorulara Negri’nin cevabı spekülatiftir… Hepsini söylüyor, ama hiçbirinin neden öyle olduğunu açıklamıyor. Toplum ve yaşamdaki karşılığını incelemiyor. Sadece kavramlarla oynuyor… Ki zaten yapısökümü yaklaşımının genel eğilimi de budur.

***
Negri, Marksizm’in Hegelcilik’le malul olduğunu ve onun Hegelcilikten, yani diyalektikten ayrılması gerektiğini düşünen ve kendini bir biçimde Marksist olarak tanımlayan geleneğin bileşenlerinden birisi. Marksizm’le ‘platonik’ ilişkisini sürdüren bu geleneğin, genel olarak postmodern ideolojinin ilk öncülerinden kabul edilen Franfurt Okulu teorisyenleri, özellikle Adorno ve Horkheimer’den önemli ölçüde beslendiği, en azından feyiz aldığı söylenebilir.
Tıpkı postmodern teorilerde olduğu gibi, Hegelciliğin eleştirisindeki esas gaye Aydınlanmacılığın eleştirisine dayanıyordu. Bu Hegelcilik eleştirisi, onun idealizmi ve ‘gerici’liğinin eleştirisinden çok genel olarak diyalektiğin ve onun modernist-pozitivist felsefe tarafından heder edilmiş biçiminin eleştirisine dayanak ediliyordu. Hegelcilik eleştirildi mi de; kaçınılmaz olarak sıra Marx’a geliyordu ki, asıl gelinmek istenen nokta da zaten buydu: Bazen Marksizm’i geliştirmek bazen de bitirmek adına!
Evet, Hegelci diyalektik; içsel çelişkiler barındıran kavramların; karşıtların birliği ve mücadelesiyle, tez ve antitezin senteze dönüşümüyle, eskinin bağrında yeninin doğuşu ve yeninin eskiyi içermesi ve aşmasıyla ilerleyen bir kavramlar teolojisiydi… Hegel, kavramlar dünyasındaki çelişki ve hareketi, gerçek dünyanın çelişki ve hareketi yerine koyarken, açık ki mistisizmin doruklarındaydı . ‘Evrensel tin’in rüzgarında sürükleniyordu. Burası zaten açıktı… Hatta; kavramlar dünyasındaki ‘iki’leştirilmiş çelişkileri de, baştan belli bir sentezi zorunlu kıldığından indirgemeciydi. Hayatın siyah-beyaza indirgenemeyecek renkliliğine kör bir nedensellik ve determinizm katıyordu. Ve kendi görüşüyle de çelişerek son sentezi feodal meşruti monarşi ilan ediyordu.
Hegel Aydınlanmanın önemli bir düşünürüydü. Elbette tek temsilcisi de değildi. Aydınlanma birikimini özümsüyor ve ona önemli katkılarda bulunuyordu. Ancak ‘rasyonel kapitalizm’in eleştirisi yapılacaksa Aydınlanma ‘günah’ının tek suçlusu o değildi.
Descartes için dünya, hatta tanrı bile akıl ile kavranabilirdi. Artık dünyada hiçbir şey için tanrısal bir ilkeye gerek kalmamıştı. Her türlü tanrısal ilke aklın süzgecinden geçebildiği sürece meşruydu. Us/akıl bir ölçüde yeni tanrıydı. Hobbes’tan Locke’a, Montesquieu’dan Rousseau’ya kadar egemenlik; tanrının değil, toplumun bir sözleşme ile gönüllü ya da zorunlu bir biçimde kendisini temsil edecek kişi ya da kişilerin kudretindeydi. Yani akıllıca bir işti!
Evet, bu akıl, yine bu akla dayanan egemenlik, her türlü ekonomik ve sosyal eşitsizliği göz ardı ederken, ‘siyasi’ bir eşitlik yarattığı iddiasındaydı. Dolayısıyla egemenlik, farklı sınıfları dikkate almaksızın, tek bir bütünün, toplumunun/halkın egemenliğiydi.
Elbette bu felsefi siyasal ilerleyiş, zamanlı, öngörülü ve etkin bir yansıma olma özelliğindeydi . Burada yansıma derken, insanın yaratıcı düşünme yeteneğini küçümseme amacında değiliz. Ancak insanlık ve filozoflar, önlerine insanlığın çözebilecekleri, çözme mücadelesine girebilecekleri meseleleri koyuyordu.
Tabii, bütün bu us egemenliğinden tanrının yeryüzüne inişine kadarki süreç, yalnızca filozofların bunları keşfetmesiyle ilgili değildi. Asıl kaynama toplumun içindeydi. Felsefedeki değişimin, yani Rönesans, Reform ve son olarak Aydınlanma’nın altındaki zemin olarak feodal toplumun bağrında kapitalizm ve onun öncü sınıfı burjuvazinin gelişmesi ve güçlenmesi, siyasal olarak da yetki ve iktidar istemesiydi. Felsefe de bunun sözcülüğünü yaptı. Siyasal karşılığı; özü itibarıyla aynıydı, ancak farklı ülkelerde farklı biçim ve yollarda gerçekleşti.
İşte bu modern egemenlik ya da burjuva iktidarının siyasal biçimleri ve genel egemenlik nosyonu, bölünmez bir gücün (halkın, ulusun, milletin) seçim dolayımıyla temsiline bağlandı. Böylece sınıfın iktidarını gizlemek üzere ‘halkın temsili’ burjuvazi için giderek yararlı bir ‘araç’ haline geldi. Bu, bir yanı…
Kapitalizm, postmodernlerin çok sevdiği deyimle ‘modern’ toplum, kendi modern değerlerini de besliyor, teşvik ediyor, katkı sunuyor ve koşulluyordu. Emperyalizm aşamasının düşmanlıkları da ikili karşıtlıklar üzerine kuruluyordu. Uygar halklar ve uygar olmayan, ama uygarlaştırılması gereken halklar (Afrikalılar, yerliler vb.), beyazlar ve siyahlar, eve ekmek getiren erkek ve erkeğe hizmetle görevli kadın vb.
İlk postmodern teori ve yaklaşımlar, bu ikili karşıtlıkları eleştirme, ‘öteki’ olanı savunma hedefiyle şekillendi. Mesela 1968 sonrası yükselen kadın hareketi (ikinci feminist dalga olarak da tanımlanıyor) ve onun içinde etkin olan feminizm siyaseti, en azından 1970’lerin ortasında, bir postmodern felsefe ve zemine yaslanıyordu. Bu ikili karşıtlık ve eşitsizliğin ‘toplumsal olarak’ yaratılmış olduğunu söylerken haklıydı, ancak postmodern bir ‘fark’ı kutsama yolunda ilerliyordu. Ya da giderek Marksizm’den de esinlenen (elbette onun temel unsurlarını da reddeden) feminizm yerini postmodern bir ‘fark’çılığa bırakıyordu.
Özetle postmodernizm, birincisi; tanrının diktatörlüğünün yerini ‘us’un diktatörlüğünün aldığını söylüyor, ikincisi, modernizmin ikili karşıtlığa dayandığını iddia ederek, diyalektiği de ikili karşıtlıklara indirgeyerek diyalektiği eleştiriyordu (Burada esas olarak konumuzu ilgilendiren yönlerine odaklandığımız için bu iki başlığı seçiyoruz). Diyalektiği gerçeklikle ilişkisi olmayan bir teolojik kurgu, Marksizm içindeki halini de bilim dışı bir ‘hümanizm’ olarak tanımlıyordu.
Bu açıdan anti-hümanist bir Marksizm arayışı ve iddiasında olan Althusser’in Hegel’e de savaş açması, onun yerine Nietzsche ve Spinoza gibi filozoflara yönelmesi şaşırtıcı değildir. İşte Negri, öncelikle ‘bu toprak’ta şekillenmiş ve bu tarafta yer almış bir ideologdur.
Bu toprakların üstüne özellikle Foucault ve Deleuze’un, iktidar ve öznelliklerin oluşumu ve fark teorisinin ürettikleri de eklenmiştir. Negri, bunlardan özellikle sonuna kadar yararlanmıştır.
Ve Negri, 1970’lerle modernizmin sonunun ve postmodern yeni dönemin (tüketim toplumu, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, postfordizm vb.) ilanıyla kapitalizmin, onun temel sınıflarının ciddi bir biçimde değiştiğini savunan, “Elveda Proletarya”cı Gorz’la simgeleşen postmodern rüzgarın da bileşenidir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Negri, bütün bu dönüşümde ‘bazı olanaklar’ tarif ederken, Gorz gibi bir dönülmez akşamın ufkunu değil, yeni koşullar ve yeni ‘mücadele güçleri’ izah etmiştir. Yani bir muhalif duruşu görünüşte korumaktadır. Ancak bu muhalefetin kapitalizmle hatta emperyalizmle derdi yoktur. Belli başlı hakları hedefleyen derli toplu bir reformizm bile değildir.

2. NEGRİ’NİN OTONOMİST KÖKENLERİ
Negri’ye gelirken çok genel bir biçimde postmodernist teorilere açılan yolu tartıştık. Elbette birçok bileşeni kasıtlı olarak göz ardı ederek. Bununla beraber Negri; 1960’lı yılların sonunda İtalya’daki Operaismo (işçicilik) akımının Raniero Panzieri, Mario Tronti, Sergio Bologna ve Romano Alquati ile birlikte önemli bir bileşeni ve temsilcisidir.
Amacımız, kuruluşundan bir süre sonra “Otonomcu Marksizm” olarak adlandırılan bu yaklaşımla bütünsel olarak alakadar olmak değildir. Sadece temel yönlerini kısaca aktarıp, sınıfa, sınıf mücadelesine ve sosyalizme yabancılığını ve mantıksal devamlılığı içinde iyice yabancılaşmasını ortaya koymaktır.
İtalya’da 1968 devrimci hareketliliği 1970’ler boyunca farklı biçimlerde devam etmiştir. 1970’lerde ise, gençlik ve işçi hareketi ile resmi Komünist Parti arasındaki ayrım iyice belirginleşir. Burada dönüm noktalarından birisi; resmi Komünist Parti’nin, yönetimdeki Hıristiyan Demokratlarla “Tarihsel Uzlaşma” diye bilinen stratejik işbirliğine girmesidir. Komünist Parti’nin ‘Avro-Komünizm’ olarak ifade edilen bu sınıf uzlaşmacılığı, Operaismo (işçicilik) hareketinin radikal işçi ve gençlik eylemlilikleriyle buluşmasını kolaylaştırır. 1970’lerin ortasında Otonomist hareket adını alır. Marksizme ve Leninist politikaya yönelik eleştiriler ve ayrışmalar öne çıkar. “İşi ret” ve “kendini değerli kılma” gibi mücadele yöntemlerinin öne çıkarılması, işçi hareketinin kendiliğindenliğinin yüceltilmesi, önderliğin reddi ve buna kurucu bir misyon biçilmesi akıma genel karakterini verir.
İtalyan işçiciliği ve otonomizm, aslında anarşizmden esinlenen bir gelenek. İşçi sınıfının otonomizmine, yani kendiliğinden hareketinin gücüne özel bir vurgu yapar. Bu kendiliğinden, önderliksiz (özellikle kendiliğinden ve önderliksiz) gücün kurucu nitelikte olduğunu, tarihin de bu güç tarafından yapıldığını ifade eder. Ancak tekrar edelim, burada mutlak bir kendiliğinden hareketin kutsanması ve her türlü politik önderliğin reddi vardır. Bu açıdan sınıf mücadelesi vurgusu, bir politik parti ve önderlikle politik iktidarın alınması konusunda oldukça karamsardır. Dolayısıyla sosyalizmin kazanımlara ve işçi hareketinin biriktirdiği deneyimlere cepheden karşı duruş sergilemektedir.
Elbette anarşist yaklaşımla ortak yönleri olmakla birlikte farklılıkları da vardır. Siyasal kurumlaşmaya karşı çıkarken, işçi direnişi ve eylemlerine de maksimum dikkat gösterilmesi gerektiğini söyler. Aslında doğru bir zeminde oldukça önemli olan bir vurgu; otonomist hareketin örgütsüzlük, lidersizlik ‘kuralı’ nedeniyle başarısızlığın garantisi haline gelir. Lenin’in 1902 yılında ekonomistlerle yürüttüğü kendiliğindencilik tartışmasının postmodern bir yansıması olduğu söylenebilir. Bu işçi vurgusu da zamanla körelir, mantıksal sonucuna doğru yürür.
1919 yılındaki Alman Konsey Komünistleri/‘sol’ komünistleri, siyasal olarak bu akımın önemli bir tarihsel referansıdır. Sonrasında anarko-sendikalist ve Troçkist bazı akımlarla ‘birleşmiştir’. Resmi Komünist Partiye de tepkiyi içinde barındıran kapitalizme ‘ret’ hareketlerinin deneyimlerini de yanlış bir biçimde teorileştirerek toplumsal/siyasal bir zemin kazanmıştır bir dönem için.
“Otonomist Marksizm” terimini ilk ortaya atan Harry Cleaver’ın otonomist harekete ilişkin tanımlaması; hem dönemin atmosferini hem de ideolojik kökenlerine dair bazı öncülleri veriyor:
“Özgün bir gelenek olarak ‘otonomist Marksizm’ kavramına anlam veren şey, genel Marksist gelenek içinde işçilerin otonom gücüne -sermayeden, (sendika ve siyasal partiler gibi) resmi örgütlerden otonom- ve belli bir işçi grubunun diğer gruplardan (örneğin, kadınların erkeklerden) bağımsız hareket edebilme gücüne vurgu yapan çeşitli hareket, politika ve düşünürleri saptayabilmemizdir. ‘Otonomi’ ile işçilerin kendi çıkarlarını tanımlama ve bunlar için mücadele edebilme -sömürüye salt bir tepkiselliğin ya da kendi kendini tanımlayan ‘liderlik’in ötesine geçip sınıf mücadelesini şekillendirecek ve geleceği belirleyecek şekilde hücum pozisyonuna geçebilme- yetilerini kastediyorum.” (Wright, 2006)
Cleaver’in bu yetilere vurgusu güzel gibi görünüyor. Ancak bu vurgu, siyasal önderliğin reddi, kendiliğindenciliğin yüceltisi ve bütünselliği giderek gözden kaçıran farklılık güzellemesi ile birleşince, tüm anlamını yitiriyor. Yine bu hareketin önemli temsilcilerinden Sergio Bologna, samimi bir eleştiri yaparak, otonomist hareketin içsel yönelimlerini şöyle tanımlıyor:
“Her şeyin ötesinde ‘operaismo’nun işçi sınıfının -bazen eleştirel olmayan bir tarzda- yüceleştirilmesi, aynı zamanda da gücün aşırı yüceleştirilmesi olduğunu düşünüyorum. ‘Operaismo’nun ‘Operai e capitale’ (İşçiler ve sermaye) ile birlikte doğması bir tesadüf değildir. İşçi sınıfına düzülen övgünün mü, yoksa bu işçi sınıfını kendi bileşenleri açısından boyunduruk altına alma yönündeki kapitalist kapasiteye düzülen övgünün mü ağır bastığı belirsizdir. Öyleyse pek çok kuramcısının, sonradan devlet kuramcılarına şimdi ise yönetişim kuramcılarına dönüşmüş olması tesadüf değildir. Ve bu insanlara hain denebileceğini düşünmüyorum; çünkü sermayenin iktidarına düzülen bu methiye, sonradan politik olanın iktidarına, politik olanın otonomisine methiyeye dönüşen ‘operaismo’ içindeki bir risktir. Bu bence oldukça tutarlı bir sonuçtur. Bu bir sıçrama ya da bir dönüşüm uğrağı değildir, bana göre mantıksal bir sonucudur.” (Bologna’dan aktaran Steve Wright, Geçmişten Günümüze Otonomist Marksizmin Yol Haritası)
Bologna’nın tespiti otonomcu akımın temel bir özelliğine işaret ediyor: Üretim ilişkileri ve buradan doğan sınıf mücadelesi yerine iktidar ilişkileri birincil ve belirleyicidir. Eğer sınıf oluşumuna dair bir çıkarım yapılacaksa iktidar ilişkilerinden yapılmalıdır: Yönetenler ve yönetilen çokluk (ya da benzer bir anlama gelmek üzere “toplumsal işçi”). İşte bu iktidar ve onun belirleyiciliğine vurgu; Bologna’nın dediği gibi, akımın düşünürlerinden bir kısmını devlet ve yönetişim kuramcısı haline getirmiştir.
Otonomcu hareket, iktidar karşısında çokluğun “otonom” gücünü yüceltir ve bu gücün ilişkisel olma özelliğini bir kenara bırakarak, ona ‘mutlak’ bir misyon biçer. Kendiliğinden hareketin iktidara karşı kurucu bir gücü olduğunu, kendini yeniden değerlendirme stratejisiyle alternatif bir yaşamın kapitalizmin çatlaklarında kurulabileceğini iddia eder.
Bu anlamda ‘işin reddi’ ve ‘kendini değerli kılma’ otonomcu yaklaşımda birbirini tamamlayan iki kavramdır. Buna göre; “İşin Reddi kapitalizmi krize sokacak, işlemesini engelleyecek bir mücadele biçimi olarak kurulurken, ‘self-valorizasyon’ kapitalizme sadece karşı koymakla değil onun ötesine geçmekle alakalı, yaşamı dönüştürmeye yönelik bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. ‘İşin Reddi’ kapitalizmin empoze ettiği ‘iş dünyası’ içinde boşluklar yaratmaya, ‘self-valorization’ ise bu boşluklar içerisinde yeni bir yaşam biçiminin nüvelerini kurmaya dair kavramlar olarak beliriyor.” (Özgün, Otonomist Marksist Kuram İçerisinde Sınıf Kavramı)
“Otonomist İşçi” grubunun Rebibbia Hapishanesinde tutuklu bulunan militanlarının, 1983’te yaptıkları değerlendirmede, “kendini değerli kılma”, “işin reddi” ve “sosyalist bir önderlikle sosyalist bir iktidar kurma”ya dönük otonomist yaklaşımın bir özetini sunuluyor:
“Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’ hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.” “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.” (‘Devrimi Hatırlıyor musunuz’ broşüründen aktaran Bulduruç, 2008)
Negri ve dönemin otonomist akımı, Marksizmin, kapitalist işi ve çalışmayı bir yandan eleştirirken diğer yandan kutsadığını düşünüyordu. Bu nedenle “işin reddi” otonomizmin önemli bir bileşeniydi. Sabotaj eylemleri de somut bir eylem tarzıydı. Negri’nin önerisi şuydu: “Fabrikaların çalışmasını sabote etmenin bir parçası olarak makinelerin içine fındık atma, üretim bandını yavaşlatma, ‘silahsız şehir gerillaları’, yasaların manipüle edilmesi, yönetimi alma, ev ve işyeri işgalleri, kısaca ‘bir silah olarak’ yasallığın kullanıldığı bütün teknikler.” (Bulduruç, 2008)
Negri, işin reddi ve kendini değerli kılma biçiminde ifade edilen otonomist sloganları biçim değiştirerek kullanmaya devam etti. Spinozacı kavramlarla birleştirerek çokluğun iktidardan bağımsız olabilme ve ‘kurucu potansiyel gücü’ne dönüştürdü. Ve iktidar karşısında, farklı tekillerden oluşan çokluğun özellikleri olarak ilan edildi. Bunları ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağız.

3. SINIFIN AŞAMALANDIRILMASI VE PRAGMATİST KURGU
Negri’nin sınıf mücadelesi ve sınıf oluşumuna dair öngörüleri İtalyan otonomist ve yarı-anarşist yaklaşımının damgasını taşır. Negri, sınıfların oluşumu ve mücadelesini üretim/sömürü ilişkileri yerine giderek iktidar/tahakküm ilişkileri çerçevesinde tanımlar. Ancak Negri’ye göre; kapitalizmin/modern toplumun doğuşundan postmodern topluma geçişle birlikte sınıf ve sınıf mücadelesinin ontolojisi (varlığı, varoluş biçimi) kökten değişir. Buna göre; sömürü üretim sürecinin dışına taşar, üretim ve yeniden üretim arasındaki her türlü ayrım ortadan kalkar, değer ve sömürü ölçülemez olur, toplumun ayrımsız bütününü kapsar vb. Öyleyse sömürü ilişkilerine göre biçimlenen sınıflar da bu yeni koşullarda başka bir biçimde varlık kazanır… Artık sınıf da postmoderndir!
Şimdi Negri’de sınıf kavramının, işçilerin çalışma koşulları ve niteliklerinden başlayarak, nasıl bir belirsizliğe sürüklendiğini ve buna nasıl bir çözüm yolu bulunduğuna bakalım…
Negri kapitalizmin gelişimini dört evreye ayırıyor. 1600’lerden başlayan ve 1848’e kadar süren evreyi sermaye birikiminin ilkel bir halinin vuku bulduğu ‘Manufacture’ (imalat) dönemi, 1848’den Birinci Dünya Savaşına kadar süren evreyi ‘büyük ölçekli sanayinin ilk dönemi’, Birinci Dünya Savaşından 1968’e kadar süren evreyi ise ‘büyük ölçekli sanayinin ikinci dönemi’ olarak adlandırıyor. 1968’den bu yana ise yeni bir üretim biçiminin egemen olduğunu savunuyor.
Bu dört döneme paralel dört işçi tipi tanımlıyor:
“a) Farklılaşmamış işçi (1848-1870): Doğal kuşatıcı olarak zaman, proleter kölenin zamanı.
“b) Profesyonel işçi (1870-1917): Saat olarak zaman – Diyalektik dolayım olarak zaman, ürün zamanı.
“c) Kitlesel işçi (1917-1968): Zamanın akışı – Üretim zamanı.
“d) Toplumsallaşmış – çokuluslu işçi (1968’den…): Yapı olarak zaman, toplumsal zaman. Yeniden temellük etme ve öz değerlenme zamanı.” (Negri, 2005:103)
Negri, bu sınıflandırmada ikinci dönem işçisini, görüldüğü gibi ‘profesyonel işçi’ olarak tanımlıyor:
“Büyük ölçekli sanayinin ilk dönemi; 1) emek süreci açısından işçi makineyi kontrolü altında tutuyor, işçinin emeği makineye eklemlenen bir şey haline geliyor. İşgücü üretim döngülerine eklemlenmiş halde ve bu bakımdan nitelikli olmak zorunda. Manufacture (imalat) döneminin zanaatkar’ı (artizan) artık fabrikadaki kitlesel üretimde makinenin bir parçası olarak varlığını sürdürüyor. Daha önce kendi nitelikleri konusunda bağımsızken artık makine başında ve fabrika içerisinde nitelikli duruma geçiyor, nitelikleri kendi dışında, kitlesel üretim döngüsü içerisinde belirlenir hale geliyor. … 4) Proleteryanın politik komposizyonu açısından bu dönem işçi partilerinin oluşma dönemi. Bu ikili bir oluşum; bir bileşeni kitlesel (sendikalist örgütlenme) diğer bileşeni ise avant-garde (politik örgütlenme). Bu dönemde profesyonel işçi sosyalist örgütlenmenin politik düzenlenmesinde kendini bulabiliyor.” (Özgün, 2011)
Vurgu, feodal dönemin lonca zanaatkarlığının kalıntılarını barındıran, henüz genel olarak vasıflı ve işe hakim işçi profiline. Oysa dönemin özelliği, profesyonellikten çok, işçilerin tek tek birey olmaktan çıkarak, bir sınıf olarak birleşmesi, eski zanaatkar niteliklerin aşınma sürecine girmiş olmasıdır. Yani profesyonellik bir anlamda hâlâ bir görüngü olsa bile, kitlesellik de olgunun ayrılmaz bir parçası… Negri’nin bu ayrımı neden yaptığını az sonra daha açık bir biçimde dile getireceğiz.
20. yy.’ın başında sermayenin iş organizasyonu açısından en önemli hamlelerinden birisi işçinin iş süreçleri üzerindeki kontrolünü minimuma indirgemekti. Taylor’un deneyleri ve zaman hesaplamaları, işçinin iradesinin dışında ve onun öznel yeteneklerini tamamen saf dışı bırakan ‘bilimsel’ bir iş sürecini düzenlemeye yönelikti. Üretim araçlarının mülkiyeti bir yana, işin teknik süreçleri ve yapılış biçimine dair özerk alanlar tamamen yönetime ve işçinin dışında bir planlama bölümüne bırakılıyordu. Dolayısıyla üretim ve plan, kol emeği ile kafa emeği arasındaki ayrım Taylorizmle daha da derinleşiyordu. Elbette bu Taylor’un ‘müthiş icadı’ değil, makineleşmeyle birlikte başlayan işçinin vasıfsızlaşması sürecinin organizasyonla hızlandırılmasıydı. (Taylor, 2007:25)
Keza, bant sisteminin Ford otomobil fabrikasında ilk uygulanması ve hızla yayılması, Taylor’un ‘bilimsel’ üretiminin de iş organizasyonun temeli haline getirilmesi; işçi sınıfının vasıfsızlaşması süreci, Negri için kapitalizmin üçüncü dönemidir ki, bu dönemde işçi sınıfını kitlesel işçi olarak tanımlıyor:
“Büyük ölçekli sanayinin ikinci dönemi; 1) Emek süreci açısından işçi niteliksizleşiyor. İşgücü Taylorist düzenlemelerle üretimden soyutlanıyor, bu da ileri düzeyde yabancılaşmaya yol açıyor. Kitlesel işçi (mass worker) üretim döngüsünün bilgisini yitiriyor artık. 2) Tüketim normları açısından; Fordism kuruluyor. Üretilen malların piyasaya sürümünde ‘ücret’ gözönüne alınmaya başlanıyor, ‘alımgücü’ kavramı ortaya çıkıyor. … 4) Proletaryanın siyasal kompozisyonu açısından sosyalist işçi örgütlenmeleri bu dönemde varlığını sürdürse de (Sovyetler Birliği deneyiminin getirdiği prestij kaybı nedeniyle) yeni örgütlenme ve eylem biçimleri ortaya çıkmaya başlıyor. Politik avant-garde kitlesel düzeyde etkin olmaya başlıyor. İleri kapitalist ülkelerde ‘iş’in reddi’ ve ‘eşit ücret’ gibi direniş noktaları geliştirilmeye başlanıyor. Bu yeni örgütlenme biçimleri içerisinde delegasyon ve örgüt içi iktidar problemleri ele alınıyor.” (Özgün, 2011)
Kapitalist üretim sürecinin gelişimi, işçi sınıfının nispi özerkliğini engellemek üzere sermayenin teknoloji ve yeni üretim tekniklerini kullanarak işi tekdüzeleştirmesi, nispi artı-değeri artırmak üzere organizasyonel önlemler; bütün bunlar zaman içerisinde işçi sınıfının kimi özelliklerinde bazı değişikliklere yol açmıştır. 19. yüzyılda hâlâ kimi vasıflarını taşıyan işçi sınıfının genel bir vasıfsızlaşmasından bahsetmek mümkündür. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması, tek başına makineli üretimin dahi ortaya çıkışı işçinin ‘profesyonel’ (zanaatkarı karşılamak üzere) olma özelliğine büyük bir darbedir. Sonrası, sınıf mücadelesinin seyri içerisinde sermayenin yeni hamleleriyle işin yeniden organizasyonu ve işçilerin yaptıkları işin bu çerçevede vasıfsızlaşmasıdır.
Gelelim ‘toplumsal işçi’ kavramına: “1968 sonrası yeni dönem; 1) Emek süreci açısından fabrikaların otomatizasyonu ve toplumun bilgisayarlaşmasıyla koşullanan bir emek biçimi karşımıza çıkıyor. Üretken emek (productive labour) üretim süreci içerisindeki merkeziyetini yitiriyor ve ‘toplumsal işçi’ (social worker) hegemonik bir konuma yükseliyor. 2) Tüketim normları açısından yeni bir tür bireyciliğin egemen olduğu pazarın belirleyiciliğine geri dönüş söz konusu. 3) Regülasyon normları açısından tüm dünya pazarını kapsayan geniş bir çerçeveye sahip çokuluslu düzenlemeler ortaya çıkıyor. 4) Proletaryanın siyasal kompozisyonu dağılmış ve topluma yayılmış durumda. Üzerine kurulu olduğu alanın kayganlığı nedeniyle tamamen soyut, maddesiz ve entellektüel bir yapıya sahip. Emeğin özü ise hareketli ve birden fazla değere sahip (polyvalent).” (Özgün, 2011)
Burada; ‘toplumsal işçi’nin siyasal kompozisyonun tüm topluma yayılmasıyla kastedilen şudur: Herkes bir biçimde üretim süreciyle ilişkilidir. Dolayısıyla kadınlar, öğrenciler, ezilen ırklar ve elbette emekçiler; ‘toplumsal işçi’nin bileşenleridir.
Negri’nin bir önceki kavramına yani ‘kitlesel işçi’ tanımlamasına dönelim. Birinci Dünya Savaşı ile 1968 arası dönem “kitlesel işçi” çağı! Bu kavram ve tanımlama; 1968 sonrası için tanımlanan ‘toplumsal işçi’ kategorisine zemin sağlamak üzere icat edilmiştir. Tahlil ve analiz yoluyla ‘kitlesel işçi’ye ulaşmaktan çok muğlak ve neredeyse hiçbir sınırı kalmayan ‘toplumsal işçi’ye yol açmak amacıyla ‘kitlesel işçi’ kavramı türetilmiştir. Kavramsal olarak ‘toplumsal’ olana geçişte ‘kitlesel’ olan güzel bir ara aşama işlevi görmektedir. Oysa işçi sınıfı zaten, en azından 19. yüzyıldan beri kitleseldir, kitlesel olmaktadır. Varsa profesyonelliği, kitlesellik ve makineli üretimle aşınma eğilimindedir. Dolayısıyla profesyonel, kitlesel ve toplumsal işçi kategorileri, Negri’nin işçi sınıfının ‘çeşitliliği içinde halka’ ya da çokluğa dönüştürmek üzere kullandığı araçsal kavramlardır.
‘Toplumsal işçi’ kavramı, öncelikle, yine Marksist bir kategoriye atıf yapmakta ve onu çarpıtmaktadır. Yarı-anarşizm, tarihsel materyalizmin çarpıtılması ve İtalyan otonomculuğu vardır, ama Marksist literatür de devam ettirilmektedir. Negri’nin kavramsallaştırması bir yana; ‘toplumsal işçi’ ya da işçi sınıfının toplumsallığı (Marx’ın üretici güçlerin toplumsallaşması kavramıyla kastettiği), üretim sürecinin, işin ve işçinin, farklı sektör ve mekanlarda olsa da, içsel olarak bağlantılılığının artmasıdır. Küresel piyasanın gelişmesiyle işçi sınıfının uluslararası olma niteliğinin gelişmesidir. Sınıf çelişkisi ve mücadelesinin küresel bir boyut kazanmasıdır. Üretim ilişkilerinin özel niteliği ile işçi sınıfı şahsında üretici güçlerin toplumsal niteliği arasındaki çelişkinin giderek keskinleşmesidir.
Negri ise, ‘toplumsal işçi’yi bu ‘toplumsal’ anlamında değil, toplumun tamamının artık ‘işçi’ kabul edilmesi gerektiği manasında kullanıyor. Daha ileride ‘çokluk’ kavramını tartışırken toplumsal işçiye dair imaları, hem daha gelişmiş biçimiyle göreceğiz, hem de bu haliyle değerlendireceğiz.
Bu nedenle, bu bölümde sınıf anlayışındaki temel bir kayma üzerinde duracağız. Bu temel kayma; sınıfın üretim ilişkileri ve buradan başlayarak karşılıklı mücadele içinde oluştuğunun inkarı ve bunun yerine siyasal/tahakküm ilişkilerinin konulmasıdır. Bu, Marksizmin daha ilk adımda reddedilmesidir ki; bunun sınıf tartışmalarındaki karşılığı, üretim ilişkileri çerçevesinde, kendi karşıtı ve karşıtına karşı mücadele içinde varolan sınıf anlayışının yerine iktidar bloğu ve yönetilenler bölünmesinin geçirilmesidir.
“Toplumsal işçi” ile kastedilen, yönetici bürokrasi (haydi, burada sermayenin kastedildiğini kabul edelim) karşısında işçi, köylü, kadın, öğrenci, emekli vb. halk kategorilerinin tamamını kapsayan bir toplulaştırılmış kavram. ‘Toplumsal işçi’, toplumsal üretim ve sömürü ilişkileri içerisinde sermaye ile kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz olarak mücadele halindeki bir sınıfı değil, genel olarak tekelci sermayenin etrafında kümelenen sınıfsal iktidar bloğu dışındaki tüm toplum kesimleri kastediyor. Yani genel bir ezilenler kitlesi! Sömürülen ‘halk’! Negri’yi izleyerek daha sonrasında çokluk! Baskı, zülüm ve tahakküm altındaki kadınlar, öğrenciler, etnik kimlikler, ötekileştirilmişler. Bunların hepsi, iktidar bloğunun sömürüsü altında olduğundan, hepsi işçi! Bir avuç yönetici azınlığın dışındaki herkes, yani neredeyse toplumsalın tamamı işçi!
Tabii burada sömürünün çarpıtılmış bir tanımıyla karşı karşıyayız. Örneğin ataerkil ideoloji ve kültürün baskısı altındaki kadın, tam da bu baskı nedeniyle bir sömürü ilişkisi içinde kabul edilebilir mi? Evet, bir tahakküm ve sözcüğün anlamını biraz da genişleterek bir sömürü ilişkisinden bahsedilebilir… Erkeğin ve erkek işgücünün kadının bakım emeğiyle yeniden üretiminden fayda sağlayan sermayenin sömürüsünden zaten açıkça bahsedilebilir… Ya da bir etnik kimliğin inkarı, günlük sözcük oyunlarının da yardımıyla o kimliğin egemen kimlik tarafından sömürü altında tutulması olarak yorumlanabilir. Velhasıl, sömürünün böyle geniş bir kullanımı, olsa olsa bir sözcük oyunudur. Ve her sömürü eşit derece ‘sömürü’ değildir. Her sömürü bir tahakküm ilişkisi olarak ezen ile ezilen ilişkisidir, doğrudur; ancak soru şudur: Toplumu temel olarak bölen hangi sömürü ilişkisidir; belirleyici olan ve diğerlerini de belli oranda belirleyen hangi sömürü ilişkisidir?
Belki, sömürü kavramını bu kadar tartışmanın dahi manası yoktur. Ancak, kimlikçi hareketlerin temel argümanı olduğundan eleştirilmeyi hak etmektedir. Negri’nin ve otonomistlerin ‘toplumsal işçi’si de böyle genel bir sömürü eşitliği temelinde kendi toplumsal analizlerinin temeli olmaktadır .
Negri’de sömürü ilişkileri çarpıtılmış, içeriksizleştirilmiş, tahakküm ile sömürü arasındaki, ekonomi ile siyaset arasındaki her türlü ayrım ortadan kaldırılmıştır. Bu ayrımsızlıkta, Negri için öğrenci ile işçinin, kadın ile emeklinin hiçbir farkı kalmamıştır.
Negri için ‘toplumsal işçi’den çokluğa geçiş artık çok kolaydır. Bir iki koşul, isim-vurgu değişikliği, biraz da Spinoza!

4. NEGRİ’DE ÇOKLUĞUN YENİ ZEMİNİ
Negri, sosyal bilimlerde egemen olan bir dizi yenilenme teorisini çeşitli biçimleriyle birleştirme çabasındadır. Küreselleşme, sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu ve postfordizm teorilerinin hepsini bir biçimde savunur Negri. Bu teorilerin ortak yönü ise şunlardan oluşur: Artık emperyalizm aşılmıştır, sömüren ve sömürülen uluslar söz konusu değildir, ulus devletler ya tükenmiş ya da tükenme aşamasındadır, bilgi en önemli belirleyen durumuna gelmiştir, sınıflar ortadan kalkmış ya da eski temel biçimlerini kaybetmişlerdir, ulus-üstü kurumlar egemendir, kapitalizmin temel özellikleri dönüşüme uğramış ve yeni bir paradigmaya geçilmiştir. Negri, bu tezlerin tamamını savunur, bu teorilerle anılan postmodern düşünürlere özel bir önem verir. Ve özü itibarıyla da onlarla aynı platformda yer alır.
Negri’ye göre “çokluk”; bu postmodern dünyanın yeni öznesidir. Negri’nin çokluğa giden düşünsel serüvende iki ana bileşeninden bahsedilebilir. Birincisi, kapitalizmin dönemleştirilmesi ve sözcük oyunlarıyla: profesyonelden kitlesele, oradan toplumsal işçi ve çokluğa geçiş… İkincisi; Foucault ve Spinoza’dan esinlenerek iktidar ve toplumsal özne arasındaki ilişkiden çokluğa geçiş…
Bu başlıklardan birincisini, bir önceki bölümde nispeten ele aldık. Yine aşağıda farklı yönleriyle değerlendireceğiz. İkinci başlığı ise daha özel olarak bir sonraki bölümde ele alacağız.
Negri’nin çokluğa ulaşmada yeni bir postmodern zemin tanımladığını söylemiştik. Bu çokluğun tanımlanması için materyalist bir arayış olarak anlaşılabilir. Ancak böyle değildir. Evet, bir toplumsal durumun tahlili çabası vardır. Ancak toplumun tahlili, yine fikirlere, fikirlerin hareketi ve çelişkilerine indirgenmektedir. Negri, diyalektik düşmanlığıyla Hegelciliği sonuna kadar reddederken, idealizmi ve spekülatif kavramsal hareketleriyle, toplumu bir Platoncu ‘ide’ler dünyasına indirgemektedir. Bu nedenle, iddia ettiği hiçbir olgunun, toplumsal karşılığını açıklama zahmetine girmemekte, onu söylemiş olanı, kime karşı ve nasıl söylediğini anlatmakla yetinmektedir. Bu da Negri’ye göre; içkin bir materyalizm olmaktadır!
Negri’ye göre; çokluğun bu ‘yeni’ ‘ontolojik’ zemini nedir?
Başlıklar halinde sıralayacak olursak:
1. Artık endüstriyel üretim merkezi önemi kaybetmiştir. Postmodern dönemde hizmet ve enformasyon üretimi egemendir.
2. Hem hizmetler alanında hem de egemenliğini kaybetmiş endüstride belirleyici olan bilgi ve enformasyondur.
3. Dolayısıyla kol gücüne dayanan ‘maddi’ emek yerini ‘maddi olmayan’ ya da ‘soyut’ emeğe bırakmıştır. Bu müthiş bir yaratıcı potansiyel yaratmıştır. Bir özgürlük potansiyeli…
4. Emeğin bu merkezi niteliğindeki değişim, maddi ve ölçülebilir emeğin egemenliğini ortadan kaldırmış; değer üretimi ölçülemez hale gelmiştir. Artık emek-değer yasasından, ölçülebilir bir toplumsal yapı ve işleyişten bahsetmek mümkün değildir.

4.1. Endüstri, hizmet ve kapitalizm
“Günümüzde modernleşme sona ermiştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel üretim artık tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletemiyor. … Nasıl modernleşme süreci yoluyla her türlü üretim endüstrileşme eğilimine girmişse, postmodernleşme süreciyle de her türlü üretim hizmet üretimi haline, enformatikleşmiş hale geliyor.” (Negri ve Hardt, 2001:298)
Burjuva sosyoloji okulunun geleneksel bir çarpıtmasıyla karşı karşıyayız. Genelde toplum kavrayışına özelde Marksizme yönelik ikili bir çarpıtma…
Negri, en gerici burjuva toplumbilimcisinin kategorik ayrımını canı gönülden sahiplenir. Buna göre toplumlar tarihi 4 aşamada değerlendirilebilir: Avcılık-göçebelik toplumu, tarım toplumu, sanayi toplum ve bilgi toplumu.
Negri’deki kopyası şöyledir: “Ortaçağlardan beri ekonomik paradigmaların, her biri ekonominin başat sektörünü tanımlayan, üç ayrı uğraktan geçtiği kabul görmektedir. Birinci paradigma, tarım ve hammadde çıkarılması ekonomiye hakimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar üretimi ayrıcalıklı konum işgal eder; ve üçüncüsü ve şimdiki paradigma, hizmet sağlama ve enformasyon manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli unsurudur. Dolayısıyla önce birinci, sonra ikinci ve ardından üçüncü üretim tarzı hakim konuma geçer. Ekonomik modernleşme birinci paradigmadan ikinciye, tarımın hakimiyetinden endüstrinin hakimiyetine geçiş anlamına gelir. Modernleşme endüstrileşme demektir. Biz ikinci paradigmadan üçüncüye, endüstrinin egemenliğinden hizmetler ve enformasyonun egemenliğine geçişe bir ekonomik postmodernleşme, doğru doğrusu enformatikleşme süreci adını veriyoruz.” (Negri, 2001:293-294)
Özetle, Negri’ye göre, modern dönem kapanmıştır. Bu, basit bir endüstrinin egemenliğinden hizmet ve enformasyonun egemenliğine geçiş, yani sektörel ağırlıklarda değişim değildir. Dünyanın ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak modern dönemden geri dönülmez bir biçimde kopması, tüm sınıfsal ilişkilerin alt üst olmasıdır.
Sonda söylenecek olan başta söylenirse, endüstri/sanayi toplumu diye bir şey yoktur –tıpkı bilgi/enformasyon toplumu diye bir şey olmadığı gibi. Çünkü sanayinin toplumsal üretimdeki ağırlığı, evet bazı çıkarımları sağlar, ama o toplumun özü, temel çelişkileri ve mücadeleleri hakkında hiçbir bilgi vermez. Örneğin bu ‘sanayi toplumu’ kapitalist de olabilir sosyalist de… Sanayinin ikisinde de gelişmiş olması, bunların ortaklaştırılabilir olduğu anlamına gelmez. Elbette ortak özellikleri vardır, ancak hareket, eğilim, çelişki, dert, ekonomi, siyaset ve ideolojileri farklıdır; kuruluş ve işleyiş biçimleri karşıttır. Dolayısıyla sanayinin olması, o toplumun ne olduğu konusunda esas bilgileri vermekten uzaktır.
Tabi, bu, sanayi toplumu kavramlaştırmasının hiçbir anlamı ya da toplumsal kökeni olmadığı anlamına gelmez. Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve egemen üretim biçimi haline gelmesi, gelişen endüstriyel üretim temelinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle burjuva sosyologlar, kapitalist gelişmeden kapitalizmin değil, ama sanayinin gelişmesini soyutlayarak, tarihi sanayileşme tarihi, sanayinin değerleri ve kültürünün yaygınlaşması olarak ele almışlardır. Negri de, modernizmi dört bir yandan eleştiriye tabi tutup, geri dönmez bir biçimde tarihin dehlizlerine gömüldüğünü söylerken, bu ‘modern’ burjuva okulunun en pespaye fikrini, kendi postmodernizminin ve bütün bir anlayışının temeline yerleştiriyor. Tarım toplumu yerini sanayi toplumuna bırakmış; şimdi de bilgi toplumuna geçilmiş! Kapitalizm nerede, feodal sömürü nerede? Yok… Ne var? Tarla var, fabrika var! Peki sömürü? O da yok… Bu yöntem ilkokul kitap bilgisidir… Ancak, yeni bir dönem ve müthiş bir kopuştan bahsetmek için bu ilkokul ‘kandırıkçılığına’ gidilmesi zorunludur…
Bir de, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki ilişkiler (ve diğer tahakküm ilişkileri) açısından, sömürü ilişkileri ve kapitalizm açısından bakalım… O zaman geriye kopuş mopuş kalmıyor… Kapitalizm, daha büyük bir tahakkümle yine kapitalizm… Negri de daha büyük bir çarpıtmayla yine Negri!

4.2. Bilgi ve enformasyon
“İşlerin çoğu son derece değişken ve esnek beceriler gerektiriyor. Daha önemlisi, işlerin özelliği genelde işin yapılmasında bilginin, enformasyonun, duygulanım ve iletişimin merkezi rol oynamasından geliyor. Bu anlamda, birçok insan post-endüstriyel ekonomiye enformasyon ekonomisi adını veriyor…” (Negri ve Hardt, 2001:298)
Aynı yöntemin devamı. Modern sanayi toplumundan postmodern enformasyon/bilgi toplumuna geçildi!
Burada Negri, burjuva sosyoloji okulunun 40 yıllık ‘bilgi toplumu’ teorisini hızla devralıyor. Artık “sınıf egemenliği”, “statü egemenliği” yani modern dünyanın egemenlik biçimleri geride kalmıştır. Bilginin ve bilgi sahiplerinin egemenliği söz konusudur. “Belirleyici olan emek değil bilgidir”. Sermaye de, üretim araçlarına sahip olduğundan değil; bilgiye, bilgi üretim süreçlerine hakim olduğundan yaşam ve iletişim ağının tümü üzerinde hakimiyet sağlamaktadır. Ve toplum post-endüstriyel bilgi toplumudur…
Negri’de yine kapitalizm yoktur!
Araştırma-geliştirme faaliyetlerinin, üretimde bilgi ve teknolojinin artan önemi bilinmez değil. Ancak, Negri, bilgiyi, postmodern çağın ayırıcı özelliği olarak tanımlıyor. Oysa en basit üretim süreci dahi, üretimin teknik bilgisini gerektirir. Yani teknik bilgi, üretim bilgisi, üretimin daimi bir parçasıdır.
Ancak elbette teknik bilginin, teknolojinin üretim sürecinde artan bir öneme sahip olduğu söylenmelidir. İki açıdan: Bir; kapitalizmin doğuşundan bugüne olduğu gibi bireysel sermayeler arasındaki rekabette nispi artı değeri artırma mücadelesi. Bu da, tekelci sermaye çağında tekeller arasındaki rekabet olarak biçimlenir. Yani belli bir metanın üretimi için ‘gerekli emek süresi’ni azaltmak üzere emek verimliliğini yükseltmek. Bu da genel olarak değişmeyen, özel olarak da, sabit sermayenin teknolojik gelişimiyle, aynı zamanda teknolojiyle birlikte üretim organizasyonlarının yenilenmesiyle üretim maliyetlerinin düşürülmesi şeklinde gerçekleşir…
İkincisi; rekabetin yeni bir boyutu da maliyetlerin ötesinde farklı talepleri (ya da suni ihtiyaçları) karşılamaya yönelik ürün versiyonları üzerinden rekabet… Bu rekabet ise kapitalizmin yine doğuşundan beri mevcut olmakla birlikte özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra etkili olmaktadır.
Ayrıca yeni gelişen bazı sektörlerde de, bilgi ve teknolojik üretim daha özel olarak önemlidir: Biyomedikal, mekatronik, bilişim, yazılım, kimya, genetik, ilaç sanayi vb. teknoloji/bilgi yoğun üretim alanlarıdır.
Bilim ve teknoloji, doğuşundan bugüne kapitalizmin gelişmesinde önemli bir role sahip oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknoloji kullanımındaki özgünlük ise tamamen teknolojiye dayanan yeni sektörlerin ortaya çıkışı olarak değerlendirilebilir. Örneğin yazılım sektörünün gelişmesi…
Öncelikle, teknolojinin kapitalist kullanımı açısından; yani kapitalist rekabette üretim maliyetlerini düşürme ve pazarda daha büyük pay kapma açısından değişen bir şey yoktur.
Gelelim teknoloji/bilgi yoğun sektörlere…
Mesela; son örneğimiz yazılım sektörü… Burada algoritma ve kodlar üzerinden bir dijital yazılım üretilmektedir. Kol emeği değil esas olarak kafa emeği harcanmaktadır. Ancak kafa emeği de tekdüze ve tektip değildir. Bu konuyu birkaç açıdan değerlendirebiliriz.
‘Bilgi’ üretimi deyince nötr bir kategori algısı yaratıyor Negri… Oysa; bilgi, kapitalist üretim sürecinin bir parçası olarak üretiliyor. Yani bilgi üretimi vurgusunda, bilginin nasıl ve ne için üretildiğini, hangi amaçlarla kullanıldığını belirleyen tamamen sermayenin çıkarları, daha genel bir soyutlamayla kapitalizmdir.
Ayrıca, bilgi yoğun sektördeki üretimde ‘bilgi çağı’nın keyifli bir yaratıcılığı değil, günün büyük bir bölümünde, dünyanın dört bir yanında üç kuruşa program yazan ve artık yaratıcılık gerektirmeyen, sadece verili bir algoritma parçasını koda dönüştüren tekdüze bir iş söz konusudur. ‘Bilgi toplumu’ propagandasındaki çılgın yazılımcı hayali genel bir durum değil özel bir mühendislik kategorisidir.
Ve bilgiyi üreten de yine emektir. Emek gücünün ürününden ayrıldığı kapitalist emek sömürüsü bilgi üretimi sürecinin özüdür. Söz konusu olan yine bilgi toplumu değil emek sömürüsüne dayalı kapitalist toplumdur.
Mesele çok boyutlu… Asıl temadan uzaklaşmamak adına kısa kısa geçilmek durumunda…
Bilgi toplumu propagandasının olmazsa olmazı hizmet sektörünün gelişimi… Mesela özel eğitim kurumları ve dersanelerin yaygınlaşması… Asgari ücret civarında bir ücretle ve hiçbir çalışma standardı ve hakkı olmayan öğretmenden mi, yoksa ‘bilgi toplumu’nun müthiş yaratıcı profesyonelinden mi bahsediyoruz… Bilgi yönü değil açıkça kapitalizm yönü ağır basıyor.
Hizmet ve sanayi sektörleri arasındaki ilişki… Burada büyük ölçüde çarpıtılmış bir ayrım söz konusu. Mesela üzerine toz kondurulmayan yazılım, program, algoritma üretimi… Müthiş bir bilgi ve hizmet sektörü örneği… Oysa kime üretiyor bu yazılımı… Sanayi üretimine… Fabrikaya, işletmeye (elbette hizmet üretimi yapan işletmelere de)… Yakın bir zamana kadar işletmenin içinde yapılan AR-GE üretiminin, hem bu üretimdeki uzmanlaşma hem de üretim sürecindeki parçalanma ile dışsallaştırma yani taşeronlara dağıtma sürecinin bir sonucu olarak yazılımın dışarıdan alınması… Elbette teknolojik gelişim ve işbölümündeki artmayla paralel ilerleyen bir süreç. Ancak, eğer sektörlerden bahsediyorsak sanayi üretimiyle yakından ilişkili… Kapitalizmle ise söylemeye bile gerek yok!
Negri’nin gözden kaçırdığı –aslında görmek istemediği– bir nokta daha… Evet, emperyalist kapitalist ülkelerde sanayi tesisleri kapatılıyor, tarım ise nüfusun çok küçük bir bölümünü meşgul ediyor. Hizmet sektörü (sanayinin bazı dallarının da istatistiklerde hizmet sektörü olarak gösterilmesini şimdilik hesaba katmıyoruz) istihdamın yüzde 70’ini aşan bir kapsayıcılığa sahip oluyor. Ancak fabrikalar sadece kapanmıyor, kapandıkça ucuz işgücü ve düşük çevre maliyetlerinin söz konusu olduğu ülkelere sermaye ihracıyla yayılıyor, kapandığından çok açılıyor. İşte Çin, Bangladeş… Brezilya, Meksika, Arjantin… Kara Kıta’nın sömürü cennetleri… Buralarda müthiş bir sanayileşme, yığınlar açısından tarihin en hızlı ve kapsamlı proleterleşme dalgası ilerliyor. Yani Avrupalı Negri, küreselleşmeciliği doruk yapsa da dünya ekonomisine bakışı dip yapıyor!
Ve son bir nokta… Marx, yaklaşık 150 yıl önce, kapitalizmin genel eğilimlerini ortaya koyarken sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin –makine, hammadde vb.– değişen sermayeye –emek gücü– oranı) giderek yükseleceğinden bahsediyordu. Bu basit bir tahmin değil, sermayenin var olma savaşı ve rekabeti içinde artı-değeri (nispi artı-değer) arttırma zorunluluğunun bir yansımasıydı. Bu da aynı üretimin daha az işçiyle yapılabilir hale gelmesine neden oldu. Ancak teknolojinin gelişimi, bir sektördeki çalışan işçi sayısını azaltırken yeni ortaya çıkan sınai sektörler yeni bir sanayi işçisi kuşağı da yarattı.
Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi kapitalizm sanayileşmeye eşitlenemez. Sanayi eşittir kapitalizm değildir. Kapitalizm, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki mücadeleye ve emeğin kapitalist sömürüsüne dayanan bir toplumsal formasyondur. Sermayenin artan organik bileşimiyle sanayi işçileri dünya genelinde toplam istihdam içinde oransal olarak azalabilir (ki nicelik olarak artıyor). En sanayileşmiş ülkelerde sanayide çalışanların oranı yüzde 30’u civarındadır. Türkiye’de bu oran yüzde 20’dir . Ama geniş yığınların mülksüzleşmesi ve proleterleşmesi, işçi sınıfı saflarının hızlı bir biçimde genişlemesi devasa adımlarla ilerliyor. Küçük mülk sahipleri hızla ücretli ve güvencesiz istihdam biçimine sürükleniyor. Hizmet-sanayi toplumu gibi sahte burjuva sosyolojisi bir yana kapitalizm devasa adımlarla, bilim, teknoloji ve doğayı da tamamen içselleştirerek müthiş bir metalaşma ile ilerliyor ve egemenliğini perçinliyor. Burada hizmet-sanayi istihdamındaki ölçümden çok proleterleşme, sınıf karşıtlıkları ve mücadelesinin arttığını görmemek mümkün değil.
Hizmet sektörü (ve bilginin sanayi ve hizmet üretiminde artan rolü) kapitalizmin zayıflayıp yerini başka bir düzene bıraktığı anlamına gelmiyor. Hizmet sektörünün giderek artan oranda piyasaya açılması, sermaye için yeni bir sömürü alanı yaratmaktadır.
Dolayısıyla hizmet ve bilgi üretimi, başka bir toplum biçimine geçiş vb. değildir. Bizzat kapitalist üretim biçiminin parçasıdır. Yeni değildir. Sadece hizmet emeği üzerindeki sömürü giderek yaygınlaşmaktadır. Bunun elbette sosyolojik sonuçlarından bahsedilebilir. Ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, kapitalizmin ortadan kalkması ya da soyut bir bilgi üretimi değil kapitalizmin toplumun her alanına artan bir biçimde yayılmasından bahsedilebilir.

4.3. Çarpıtılmış kavram: “maddi olmayan emek”
“XX. yüzyılın son on yıllarında, endüstriyel emek hegemonyasını yitirdi ve onun yerine ‘maddi olmayan emek’, yani bilgi, enformasyon, iletişim, ilişkiler veya duygusal ifade gibi maddi olmayan ürünler üreten emek geçti. … Maddi olmayan emek, fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler üretir.” (Negri ve Hardt, 2011:122)
Maddi emek nedir? Negri’ye göre, somut elle tutulabilir ve gözle görülebilir bir meta üretiminde harcanan emek… Maddi olmayan emekse genel olarak hizmet üretimi… Hizmet elle tutulmaz ya… Yani madde değil hizmet üretiliyor anlamında! Bu terminoloji nereden geliyor? Kavramlar tamamen keyfi. Marx’a atıfla konuştuğu belli. Ama fark ettirmeden çarpıtmaya çalışıyor. Önemli mi? Önemli… Buradan yola çıkarak çokluğa büyük bir adım atacak…
Marx, Kapital’in birinci cildinin henüz başlarında somut ve soyut emekten bahseder. Somut emek, emekçinin tekstil fabrikasında ya da metal fabrikasında, kumaş ya da demirle yaptığı işte harcadığı emektir. Yaptığı somut işle doğrudan bağlantılıdır. Kapital’de emekçinin gıda fabrikasındaki emeği de yazılım şirketindeki emeği de farklı koşullardaki somut emektir. Soyut emekse piyasada metaların karşı karşıya gelebilme koşuludur, özüdür. İki metanın karşılaşabilmesi için bütün farklı somut emek biçimlerinin büründüğü ya da indirgendiği biçimdir… Tarlada buğday hasadı için harcanan somut emek ve bir emek ürünü olarak buğday ile köylünün almak istediği ve yine bir emek ürünü olarak traktörün para dolayımıyla piyasada karşı karşıya gelebilmesi, somut emeğin bütün somutluğundan arınıp soyut emek olarak metada özümsenmesiyle mümkündür. Dolayısıyla tekstil ürünü ile bir yazılım programının ikisi de (birisi sanayi sektöründen diğeri hizmet sektöründen) soyut emeği içerir. İkisinin soyut emeği içermesiyle, ortak bir özün bulunması yani karşılaştırılabilir olması mümkün olabilir. (Marx, 2000:66-71)
Kaba ama basit bir örnek verecek olursak; iki metayı karşılaştırmak için ortak bir özelliğin olması gerekir. Örneğin ağırlık (ya da kütle) nesneler için ortak bir özelliktir ve karşılaştırılabilir. Ya da hacim… Ama metaya gelince karşılaştırılan kütle ya da hacim değil, bu metaların değerleridir. Dolayısıyla değerleri karşılaştıracak ortak bir özellik olması gerekir. Bu da, bir metanın tekstil fabrikasında üretilmesi, diğerinin ise tarlada üretilmesi (somut emek) olamaz. Bu somut emeklerin (basit-karmaşık, vasıflı-vasıfsız, kafa emeği-kol emeği ilişkisini hesaba katmadan konuşacak olursak) soyut emeğe ve tek olabilecek ölçüt olarak emek-zamanına indirgenmesi, iki metanın karşılaştırılabilmesi, milyonlarca metanın piyasada alınıp satılabilmesi açısından olmazsa olmazdır. Dolayısıyla bütün metalarda somut emek vardır; tıpkı soyut emek gibi…
Negri’nin ‘maddi olmayan emek’ dediği şey, “somut-soyut emek” kavramına çarpıtılmış bir atıf içermektedir. “Maddi olmayan” diyerek, onu ölçülemez hale getirmek istemektedir. Bu ölçülemezlik iddiası Negri için mühimdir, çünkü buradan kapitalizmde müthiş bir değişim ve kopuş yakaladığı iddiasını ileri sürecek ve tüm kavram ve mücadele biçimlerini modası geçmiş ilan edecektir.
Şimdi adını doğru koyalım… Negri, maddi olmayan emekle, yani soyut emekle değil, somut emeğin bir türüyle, yani hizmet sektöründeki belli emek türleriyle ilgilidir. Bu somut emeğin, emekçide müthiş bir yaratıcı potansiyel taşıdığını düşünmektedir.
Negri, hizmet sektörünü; ‘yaratıcı’ emek gücünün müthiş bir sayısal artış gösterdiği sektör olarak kabul ettirmek istiyor. Oysa hizmet sektöründe güvencesizlik, esnek çalışma ve tekdüze iş tam anlamıyla uygulamadadır. Hastaneleri bir düşünelim… Sendikalaşma mücadeleleri durmaksızın patlak veriyor. Dersaneler ve özel eğitim kurumları sömürünün en yoğun olduğu sektörlerin başında. Bankacılık, keza giderek kaçılan bir meslek. Sigortacılık prime dayalı… Tanıtım, organizasyon, tasarım, çağrı merkezi, bakım işleri ve iknaya dayalı işler; hepsi ama hepsinde istihdam edilen emek gücünün çok büyük bir bölümü; standart, yaratıcılıktan uzak, tamamen vasıfsızlaştırılmış bir iş sürecinin muhatabıdır. Çok küçük ama çok küçük bir azınlık ise, belki üst düzeyde bir yaratıcılık ve yetenekle istihdam edilmektedir. Ancak büro işlerinden reklam sektörüne kadar bütün sektörlerde standartlaşma kapitalist emek sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Bazı sektörlerde görece bir ‘standartsızlıkla’ yaratıcılık örneği verilebilse de, ancak istisnadır ve kızışan rekabetle ya son bulur ya da istisna olarak kalmaya devam eder. Dolayısıyla hizmet sektörünün yaratıcı ve özgürleştirici maddi olmayan emeği hakkındaki koca koca propagandanın gerçek yüzünü görmek için şöyle bir pencereden dışarı bakmak yeterlidir.

4.4. Ölçülemezlik ve kopuş
Bu iddianın temel tezi şöyle özetlenebilir: Emeğin yeni bilişsel ve maddi olmayan niteliği, maddi ve ölçülebilir emeğin egemenliğini ortadan kaldırmış; değer üretimi ölçülemez hale gelmiştir. Artık emek-değer yasasından, ölçülebilir bir toplumsal yapı ve işleyişten bahsetmek mümkün değildir.
Negri’de toplumun ölçülemez hale gelmesinin üç farklı, aslında çelişkili açıklaması vardır. Mevcut olgulardan bir toplumsal gerçeklik ve kavrama gitmekten ziyade, Negri, modern toplumun son bulduğunu, Aydınlanmacı ‘ölçülebilirlik’ ve ‘kesinlik’ kavramlarının anlamsız olduğunu düşündüğünden, buna gerekçe aramaktadır. Yani kavram önce gelmekte, gerçekliği buna uydurmaya çalışmaktadır.
Bu üç ölçülemezlik nosyonunu sırayla ele alalım:
Bir: “Bu yeni birikim ve sömürü biçimleri klasik emek-değer yasasıyla açıklanabilir değil: Klasik emek-değer yasasında üretimde harcanan zamana göre emeğin ölçülmesi söz konusuydu. Bugünse bilişsel/zihinsel (cognitif) emek bu şekilde ölçülemez; hatta zaten ölçüsüzlüğü, taşkınlığıyla/fazlalığıyla öne çıkar. Bilişsel emek üretimsel bir ilişkiyle yaşam zamanına bağlı bir şey: Beslendiği zamanı karşısında dönüştürerek var olan, özgürlük ve hayal gücünün ürünlerini üreten bir şey. Bilişsel emeğin temel özelliği olan taşma/fazlalık (excedence) özellikle bu yaratıcılıkta söz konusu.” (Negri, 2013:27)
Eğer değer kuramı kabul ediliyor ve zihinsel emekle çürütülmek isteniyorsa, bu tamamen geçersizdir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Marksist emek-değer kuramında bir metanın değeri “üretimi için gerekli emek zamanı” ile belirlenir. Ve gerekli emek zamanı içinde sadece bedensel emek değil zihinsel emek de vardır:
“Bir fabrikada, daha önce değinilen vasıfsız işçilerin hammaddenin işlenmesiyle doğrudan hiçbir ilişkileri yoktur. Malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanların üstünde bir tür nezaretçilik görevi yapan ustalar, bir adım daha ötededirler; iş mühendisi de daha başka tür ilişki içindedir ve esas olarak yalnızca beyniyle çalışır, vb. Ancak sonucu, farklı değerlerde emek-gücüne sahip olan bu emekçilerin bütünü üretir; yalnızca çalışma sürecinin sonucu olarak görülen bu sonuç, ifadesini metada ya da maddi üretimde bulur. … Kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden üretirler; yani artı-değer üreten değer olarak, kendini genişleten değer olarak yeniden-üretirler.” (Marx, 1999:384-385)
Devamla:
“Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini –ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini– birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim tarzının gerçekten ayırt edici özelliğidir. Ancak bu, maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını önlemez. … Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden-üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir.” (Marx, 1999:385)
Yine birinci iddia çerçevesinde değerlendirebileceğimiz ikinci bir yön: emek-değer teorisinde, değerin ölçülebilirliği ve ölçülemezliği konusu…
Marx’la devam edelim: “Herhangi bir malın değerinin büyüklüğünü, toplumsal olarak gerekli-emek miktarı ya da onun elde edilmesi için toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanı belirler.” (Marx, 2000:51)
Bir metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli-emek miktarı, herhangi bir fabrika ya da işletmede onun üretimi için harcanan emek miktarıyla ilgili değildir. Örneğin bir fabrikada bir metanın üretimi için 9 emek zamanı işçi emeği harcanıyor, makine, hammadde ve diğer sabit sermaye bileşenlerinden de 8 emek zamanı kadar değer aktarılıyorsa, bu o metanın piyasada 17 emek zamanı karşılığında satılacağı anlamına gelmez.
“Toplumsal olarak gerekli-emek zamanı, bir malı, normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli zamandır. ” (Marx, 2000:51)
Yani başka bir fabrikada (normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yoğunluğu yansıtan bir fabrikada) 8 emek zamanı işçi emeği ve 8 emek zamanı da değişmeyen sermaye aktarımı oluyorsa, piyasadaki karşılığının 16 emek zamanı olması beklenir. Ancak bu da olmaz.
Çünkü farklı sektörlerde sermayenin farklı organik bileşimleri ve farklı artı-değer sömürü oranları vardır. Örneğin 8 emek zamanı için işçiye verilen ücret 4 emek zamanı ise bireysel kapitalistin maliyeti 4 (ücret)+ 8 (değişmeyen sermaye)= 12 emek zamanıdır. Beklenen satış değeri ise 16 emek zamanı olduğundan 4 emek zamanı işçinin ürettiği artı-değer olarak kapitalistin cebine gitmesi beklenir. Ancak sömürü, yalnızca işçi ile kapitalist arasındaki bireysel ilişkiler çerçevesinde gerçekleşmez ya da buna indirgenemez.
Artı-değer 4 emek zamanı, toplam maliyet 12 emek zamanı olduğundan kâr oranı bu işletme için 4/12 yani yüzde 33.3’tür. Ancak diğer sektörlerle beraber ortalama kâr oranı yüzde 20 ise… Yüzde 33.3 kâr edilen sektöre bireysel sermaye yatırımları artacak, rekabet kızışacak ve ortalama kâr oranına kadar gerileyecektir. Sermayenin genel eğilimi budur: Kâr oranı yüksek olan sektöre yatırım, düşük olandan kaçış.
Öyleyse bu artı-değer farklı sektörler ve sermayeler arasında nasıl paylaşılır? Marx şöyle açıklar:
“Çeşitli üretim alanlarındaki kapitalistler, metaları satmakla, bunların üretimlerinde tüketilen sermayenin değerini geri almakla birlikte, bunlar, kendi alanlarında, bu metaların üretimleri ile yaratılmış olan artı-değeri ve dolayısıyla kârı elde etmiş olmazlar. Onların elde etmiş oldukları şey, tek-düze olarak dağıtıldığında, bütün üretim alanlarında toplumsal sermaye tarafından belli bir sürede üretilen toplam toplumsal artı-değer ya da kârdan toplam toplumsal sermayenin her kesrine düşen pay miktarındaki artı-değer ve dolayısıyla kârdır. … Maliyet fiyatına eklenen kâr, belli bir üretim alanında, belli bir sermaye tarafından, belli bir sürede üretilen kâr miktarına bağlı değildir. Bu toplumsal üretime yatırılan toplam toplumsal sermayenin kesirli bir kısmı olarak, belli bir sürede her bireysel sermayeye ortalama olarak düşen kâr kitlesine bağlıdır.” (Marx, 2003:143-144)
Her sektörde bireysel sermaye farklı organik bileşimler ve niteliklerle üretim yaptığından farklı miktarlarda artı-değer üretilir. Ancak sektörlerdeki ortalama kâr kanunu ile bütün sektörlerde ortalama bir kâr oranı eğilimi açığa çıkar. Ve bir metanın değeri öncesinden net olarak bilinmesi mümkün olmayan, ölçülebilir olmayan bir kâr oranının üretim maliyetine eklenmesi daha doğrusu üretilen toplam artı-değerin kapitalistler arasında paylaşılmasıyla belirlenir.
Yani emek değer teorisindeki ‘ölçülebilirlik’, zaten toplumsal yaşamda ancak toplamda değer üretimi ve bunun sınıflar arasında paylaşımı anlamında ölçülebilirdir. Ve burada değer yaratan bireysel zihinsel emeği ölçmek ne kadar olanaksızsa, değer yaratan bedensel emeği de ölçmek o kadar mümkün değildir. Çünkü ölçülen, farklı vasıf ve somut biçimlerdeki bireysel emek-gücünün metaya kattığı değer değildir. Sınıflar arasındaki ilişkiler son tahlilde bireyleri aşan boyutlarda işler. Özellikle toplumsal sermayenin ve emek gücünün yeniden üretimi söz konusu olduğunda.
Özetle, değerin ölçümü önceden verili değildir. Bedensel ve zihinsel emeğin henüz ortaya çıkışında ölçülebilir olması da söz konusu değildir. Bireysel bedensel ya da zihinsel emeğin değil toplam emeğin ölçümü ancak toplam meta kitlesinin piyasada gerçekleşmesiyle, yani toplam toplumsal sermayenin P-M-M1-P1 döngüsünü sağlamasıyla mümkün olabilir. Ölçüm ancak sermayenin dolaşım süreci tamamlandığında mümkün olabilir. Bireysel zihinsel ya da bedensel emeğin ölçülebilir olması mümkün değildir.
Özetle, ölçülebilirlik, zaten baştan bir ölçülemezliği içinde barındırmaktadır ve bu konuda zihinsel emekle bedensel emek arasında özsel bir fark bulunmamaktadır.
İkinci “ölçülemezlik” gerekçesi, Negri’nin sömürü, değer ve iktidar analiziyle ilgilidir. Sömürü; emek, değer, piyasa, meta ve karşılıklı sınıf ilişkilerinden koparılarak ele alındığı ve Negri’ye göre herkes bir biçimde iktidarın sömürü ve denetimi altında olduğu için, tam bir belirsizliğe yol almıştır. Negri’ye göre, öğrenci, kadın, emekli, işçi, eş cinsel, ezilen etnik kimlik vb. herkes sömürülmektedir; herkes çokluğun bir parçasıdır, bu nedenle bu karmaşık sömürüyü ve değer yaratım sürecini ölçmek mümkün değildir!
Daha önceki bölümlerde böyle bir sömürü genellemesinin sakıncalarına dikkat çekmiştik. Ayrıca değer yaratma ve değerin ölçülebilirliği konusunda sınıfsal sömürü ve diğer sömürü/tahakküm biçimleri arasındaki farkı vurgulamıştık. Dolayısıyla Negri, sömürüyü genelleştirerek kendi ölçülemezlik nosyonuna gerekçe aramaktadır.
Üç: Negri, Spinozacı anlamda bir “ölçülemezlik”ten bahsetmektedir. Tekilin farkı, farktan kaynaklı direnişi, direnişle ortaya çıkan yaratıcılığı… İşte bu yaratıcılık, öznenin taşkınlığı ve ölçülemezliği olarak tanımlanıyor. Burada tartışılacak çok şey yoktur. Tamamen spekülatiftir. Zaten hiçbir zaman hiçbir direniş niceliğe indirgenebilir, ölçülebilir olmamıştır. Bir işçi grevini de tamamen dijital verilerle ölçmek, bir çevre eylemini de Negri’nin bahsettiği anlamda dört dörtlük ölçülebilir kılmak mümkün değildir. Dolayısıyla sosyolojik ve toplumsal direniş, eylem ve mücadele biçimleri çeşitli nicel özellikler barındırmakla birlikte, niceliğe indirgenemeyecek nitel özellikler taşımaktadır. Bu nedenle, Negri’nin spekülatif taşkınlık ya da ölçülemezliği anlamında olmasa da, toplumsal olguların her zaman ölçülemezlik niteliği söz konusudur. Yeni değildir.

5. SPİNOZA İLE ÇOKLUK YOLCULUĞU
Negri, Spinoza’nın modern düşünce içerisinde ayrı bir yol izlediğini, siyasal felsefede aşkın egemenlik anlayışına karşı demokratik bir izlekte durduğunu düşünmektedir. Spinoza, Rönesans’tan Aydınlanma’ya geçişte önemli bir materyalist düşünürdür. Monarşiye ve egemenlik hakkının tanrı ile meşrulaştırılmasına karşı toplumun egemenlik hakkını savunur. Burjuvazinin ve onun felsefi alandaki temsilcilerinin, feodal monarşinin iktidarını ve meşruiyetini sorguladığı, bu açıdan ‘burjuva birey’in ortaya çıktığı bir dönemin filozofudur. Egemenliğin tanrısal ve dinsel temellerine, siyasal alandan önce felsefi alanda bir cevabı vardır:
Spinoza’ya göre tek bir töz vardır. Tanrı, doğa, toplum, insan birbirinden ayrı değildir. Hepsi bir bedendir. Yani tanrı doğadır, doğa toplumdur. Tözün yaşamın çeşitliliğini yansıtan modus ve kipleri vardır. İnsan da bu moduslardandır. Tüm moduslar yaşam gücü ve çabası içindedir. İşte bu gücün, aşkın bir egemene boyun eğmesi mümkün değildir. Gerçek olan çokluk ve onun gücüdür.
Spinoza; iktidar karşısında toplumu (“çokluk”u) öne çıkarır. Çokluğun yaşamda kalma mücadelesi ve büyük bir potansiyel-kurucu güce sahip olduğunu düşünür. İşte bu güç, arzu ile birleşince otonomcu düşüncedeki iktidar karşısında toplumsal olanın ‘otonom gücü’ vurgusuyla uyumlu hale gelir.
Spinoza’da “çokluk” farklılıkların bileşiminden oluşur, ama sınıflar ve sınıf mücadelesi yoktur. Düşünce ve madde arasındaki ilişki indirgemeci ve mekaniktir. Negri, otonomcu siyasal duruşu ve postmodern yaklaşımlarıyla, Spinozacı kavram setini birleştirir. Aslında otonomcu siyasete Spinozacı bir temel sağlar. Biz de, özel olarak Spinoza ile değil, Negri’nin, “çokluğu” ve özelliklerini tanımlamada Spinoza’dan devşirdikleri üzerinde duracağız.
Negri, Spinoza’dan, en başta; iktidar gücü (potestas) ve “çokluk”un gücü (potentia) kavramlarını alır. Negri, bu kavramları, politik düşüncesi ve analizinin merkezine yerleştirir. Spinoza’ya göre; potestas –iktidar gücü–, temelini yaşamdan ve toplumdan almaz, tersine ona dayatır, “aşkındır”.  Potentia –çokluğun gücü– ise, temelini hayattan, toplumdan, üretimden alır; gerçek kurucu güç budur. İşte, bu güç toplumsal değişimin, Spinoza’da monarşiye karşı mutlak demokrasinin kurucu potansiyelidir. Negri’de çokluğun bu kendiliğinden ve ayrılamaz gücü, otonomcu yaklaşımın temeli haline gelir. Negri de, Spinoza gibi, bu gücü, toplumsal dönüşümün ve “İmparatorluk”a karşı mücadelenin temeli olarak görür.
Negri, potestas’ı –iktidar gücü– bir aşkınlık, bir bakıma yanılsama olarak tanımlarken, Foucault’nun biyo-iktidar kavramıyla birlikte düşünüyor. Bu iktidar, bilgi üzerindeki tekeli ve kontrolü sayesinde gerçekliği ve öznelliği kuruyor. Dolayısıyla toplumun içinden çıkan ve ona hükmeden bir iktidardan çok, “aşkın”, toplumun dışından ve ona dayatan bir iktidar algısı, açıkça ifade edilmese de, öne çıkıyor. Aslında Spinoza’da toplumun içerisi ve dışarısı yoktur, her şey tek bir tözün ifadesidir. Ancak, Negri’de (bir ölçüde de Spinoza’da) iktidarın aşkınlığı ve özneyi kurmadaki belirleyiciliği, “İmparatorluk Çağı”nın tüm iddialarına karşın, iktidarın, toplumun dışında (tüm toplumu kontrol ve denetimi altına almasına rağmen) ve aşkın bir yerde olduğu fikrine dayanır. Negri için temel sorun, ‘iktidarın aşkınlığı’dır! Sınıf egemenliğinin etkin bir aracı olması ise tamamen ikinci plandadır. Yani toplum ve sınıf mücadelesiyle ilişkili yönü kolayca göz ardı edilir.
Marx, daha gençlik çalışmalarında Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, devletin ‘sivil toplumun’ dışında, bizzat kurucu bir özne ve kendiliğinden bir kavram olarak tanımlanması şiddetle eleştirmişti (Marx, 1997:38-39). Devlet, demokratiğinden monarşik olanına kadar, hepsi, toplumun içinden, içindeki sınıf ve güç ilişkilerinin belli bir dolayımından ortaya çıkmıştır. İşte bu sınıf ve güç ilişkileri çerçevesinde, devlet, toplumun bir kesiminin (duruma göre bir sınıfın, bir sınıfın diğer sınıflarla ya da tabakalarla ittifakının) çıkarlarını koruyan bir aygıt olarak şekillenmiştir. Elbette toplumun ve onun çelişkilerinin dışında olmadığı gibi, edilgen bir yansıma da olmamış; kurumsallaştıkça nispeten özerk bir yaşamı ve doğası da oluşmuştur.
Tartışmamız açısından, Negri’nin duruşu şudur: Biyo-iktidarda simgelenen potestas –iktidar gücü–; “aşkın” ya da dışarıdandır. İktidar toplumu ‘bir’e indirgeyerek yönetir. Anti-demokratik olmasının sebebi, çokluğun tekilliklerini ve farklılığını yok sayan ve ‘bir’e (halk, ulus vb.) dayanan temsiliyet ilişkisidir.
Negri’nin yaklaşımının sınıf ilişkilerini göz ardı ettiği açık. Derdi, Rousseau’cu temsil ve egemenliğin genel iradeye devriyle. Tamam, bu gerçek demokrasi açısından problem. Ancak iktidar, esas olarak; egemen sınıf ve onunla ittifak halindeki tabakaların çıkarlarını tüm topluma dayatması nedeniyle, işçi sınıfı, emekçiler ve diğer ezilen kesimlere düşmandır. Bu açıdan Negri’de iktidar gücü (potestas) ve “çokluk”un gücü (potentia) ayrımı yanlış bir çerçevede kurulmuştur. Otonomculuğun kendiliğindenliği yüceltme ve iktidarı mutlak reddetme (yarı-anarşizm) yaklaşımının pragmatik ihtiyaçları temelinde şekillendirilmiştir.

***
Negri, çokluğun yaşamdan, üretimden gelen otonom gücünü, böylece, Spinoza’da bulur. İkinci aşama, bu gücün bir temel ilkeye dayandırılmasıdır. Bu da canatus’tur. Yani her modus’un (burada insanın) hayatta kalma mücadelesidir. “Herşey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün çabaları yapar” (Spinoza, Etika III: Ö-VI). Bu bilinçsiz çaba, bilinçle birleştiğinde ortaya yaratıcı arzu (cupiditas) çıkar. Bu da çokluğun gücünün temelidir; bu güç bu nedenle yaratıcı ve kurucudur.
Bu aşamada Fransız postyapısal düşüncesinde önemli bir kavram olan ‘fark’ın çoklukla ilişkisine de değinmek gerekir. Negri, çoklukta zaten içerilen ‘fark’ kavramını Deleuze’den devşirerek kullanır (Negri, 2013:104). Çokluk, içindeki farklı tekillikler nedeniyle, iktidarın halk, ulus, toplum vb. biçimde tekleştirici pratiğine varoluşsal bir karşıtlık içindedir. Arzu ise, farkın varoluşsal düzeyde gerçekleşmesinin bir bileşenidir (Negri, 2013:104-105).
Negri’yi izleyerek, elimizde, ‘çokluğun farklılığı’, çokluğun bir bileşeni olarak tekilin ‘yaşama tutunma gücü’ ve bunun bilinciyle ortaya çıkan ‘arzu’ var.
Negri’nin ‘İmparatorluk’un egemenlik biçimi olarak tanımladığı yaşamın tüm alanlarına nüfuz eden, denetim altında tutan ve her şeyi düzleştirerek ‘bir’e indirgemeye çalışan biyo-iktidar, ‘farklı’ tekiller üzerinde bir tahakküm uygular. “Her tahakküm aynı zamanda bir direniştir.” (Negri, 2013:45) ‘Farklı’ tekiller ile tek tipleştirici biyo-iktidar arasında varoluşsal bir karşıtlık vardır. İkisi birbirini kabul edemez. Ve Negri’ye göre; bu karşıtlık ve baskıyla farklılığını koruma gücüne ve hakkına sahip tekilin direnişi tüm toplumsal alana yayılır:
“Farktan bahsetmek o halde direnişten bahsetmektir. Farkın, biyo-iktidarın topluma dayattığı rızanın içinde tanınması mümkün değildir. Farktan bahsetmek, biyo-iktidarın sıkışık kitlesine karşı direnişin, biyo-politik dokunun ortak dayanıklılığını doğrulamak adına ortaya çıkma minvalinden bahsetmektir.” (Negri, 2013:108)
İşte iktidar karşısında çokluğun yani öznelliğin üretimi, Negri’ye göre direnişle gerçekleştir: “Öznellik üretiminin nedeni ve motoru iktidar ilişkilerinin içinde, yani aslında sürekli olarak bir yaşam arzusu tarafından katedilen bir karmaşık ilişkiler oyununda bulunmaktadır. Bu yaşam arzusu iktidara karşı bir direniş doğuşu anlamına geldiği oranda, öznellik üretiminin hakiki motoru direnişin kendisi olmaktadır.” (Negri, 2013:46)
‘Çokluk’, ‘güç’, ‘arzu’ ve ‘direniş’… Negri, buna bir ek daha yapar. Bu direnişin toplu çıkış halini almasıyla birlikte ortaya çıkan yaratıcılık ve taşma!
Dolayısıyla fark ve direnişten yola çıkarak tekilliklerin bir araya gelerek yaptığı bilinçli toplu çıkış; çokluğun ve onun yaratıcılığının/taşmasının üretilmesinin yolunu açıyor: “Bu noktada fark/direniş, yeni öznelliklerin üretiminin olanağının koşulu olarak ortaya çıkıyor, bir yaratımın imkanının koşulu olarak. Artık kimliğin yanılgısı değil, aksine, isyan ve direniş üzerinden öznelliklerin kendi varoluşlarını örgütleyecekleri yeni bir toplumsal zeminin –toplu çıkış sayesinde- keşfedilmesi söz konusu. Zira bu toplu çıkış –daha önce gördüğümüz üzere- maddi emekten maddi olmayan emeğe bütün fark mekanlarından geçmek ve canlı emeğin özündeki yaratma yeteneğini yeniden kazanmak demektir.” (Negri, 2013:114-115)
Negri’ye göre, bu yaratıcılık aynı zamanda bir kuruculuğun da potansiyelidir. Yaratıcılığın varoluşsal temeli ise, Negri’ye göre; çokluğun temelini oluşturan maddi olmayan emeğin bilgi ve yaratıcılığı kendi zihin ve bedeninde toplamış olmasıdır. Yani modern dönemin kol emeğini geride bırakan postmodern bilgi işçisi; artık temel üretim aracı olan bilgiye ve yaratıcılığa bizzat sahiptir. Böylece çokluğun eylemi alabildiğine yaratıcı ve ölçülemez güçtedir!
“Taşkınlık ya da daha önce ifade ettiğimiz şekliyle ölçüsüzlük kavramı üzerine iki şey daha söyleyelim: Bu düşünce, değerin yaratıcı bir eylemin bilişsel ve maddi olmayan bir ürününe dönüştüğü ve değer-emek yasası (bundan kastedilen sıkı nesnel ve ekonomik yasadır) dışına çıktığı emeğin örgütlenişinin yeni çözümlenmesinden doğar. Aynı düşünce, farklı bir boyutta, biyo-iktidarların işleyişiyle biyo-politik direnişin gücü arasındaki ontolojik asimetrinin tespitinde de bulunur: İktidarın ölçülebilir olduğu her yerde (ölçü ve ayrımın, disiplin ve denetimin değerli araçları olduğu her yerde), güç ise aksine ölçülebilir değildir, indirgenemez farkların saf ifadesidir.” (Negri, 2013:47-48)
Spinozacı kavram seti içinde çokluğun (hatta bir sınıf kavramı olarak çokluğun) ‘fark’, arzu, direniş, karar, toplu çıkış ve bir güç açılımı olarak aşk eylemi… Bütün bunlar neye dayanarak çokluğun içsel özellikleri haline gelir? Biyo-iktidar ve çokluğun farklı oluşunun yarattığı varoluşsal direniş! ‘Fark’a ve yaşam gücüne dayanan kurucu toplu çıkış!
Bu içsel özelliklerin kaynağı nedir? Mesela, canatus, yani kendi varlığında devam etme mücadelesi. “Bu mutlaktır”! Elbette her canlı, en genel anlamda kendi varlığını devam ettirme mücadelesi verir. Ama bunun nasıl bir biçim alacağını ve hatta tersine bile dönebileceğini toplumsallık belirler. Yoksa, intihar nasıl açıklanır?
Toplumsal olanın çeşitliğini göz önüne getirdiğimizde töz’ün şansa yer bırakmayan geometrik açılımına, ifadesine ne olur? Fark, nasıl otomotik olarak direnişe dönüşür? Toplu çıkışın hiç mi nesnel ve yapısal koşullayıcıları yok? Tamamen belirsiz mi? Ya da fark, arzu vb. sadece içsel saiklerle mi yürüyor?
Bütün bunların Negri’nin liberal bireyinin marifetleri olduğu açık. Negri ona tekil dese de, bireyin içsel gücü, arzusu, direnişi; bunların hepsi bireyin içine Negri tarafından idealistçe sokulmaya çalışılıyor.
Oysa; bu duygulanım, düşünce ve eylem gücü varsa ki, elbette vardır, bunlar esas olarak bireyin doğuşundan itibaren toplumsallaşmasının ürünüdür. ‘Fark’ tek başına direniş sebebi değildir. Çünkü her özne, bir farklılığı ifade eder zaten. Örneğin bir burjuva da toplumun çoğunluğundan farklıdır. Bu ‘fark’ onun toplumun değiştirici gücü olmasına neden olmaz. Mesela; Türkiye’de Kürt olmak, toplumsal koşullardan dolayı önemli bir direniş etkenidir. Ancak, Kürt sorununun çözüldüğü koşullarda, tek başına ‘Kürt olmak’ direniş için ‘yeter şart’ olmaktan çıkabilir. Dolayısıyla Negri’nin çokluğunun farklı farklı tekillerden oluşuyor olması ve hatta varoluşsal olarak farklı olması, arzu, direniş, karar, toplu çıkış ve aşka uzanan idealist şemanın teminatı olamaz, olmamıştır da.
Ayrıca; günümüzde ‘fark’ otomatik olarak direniş odağı olmak bir yana; egemen ideoloji de ‘fark’ı içselleştirme yolundadır. Hatta öyle ki; bu farklılıklardan yola çıkarak; işçi sınıfı ve toplumsal bütünlüklerin dağıldığını, sınıf mücadelesinin artık çağı geçmiş bir ideolojik takındığı olduğunda ısrarcıdır. Buna göre; işçi sınıfı artık işçi değil, kadın, Türk, Kürt, erkek, eşcinsel, AKP’li, CHP’li, Alevi, hip hopçu, arabeskçi, Müslüman vb.’dir. Yani “etnik,  dinsel, cinsel ve kültürel kimlikler, farklılıklar bir sınıf bütünlüğünü imkansız kılmaktadır”. Hatta, burjuvazi, bu farklılıkları alabildiğince körüklemekte, işçilerin bir sınıf olarak birleşmesini engellemek adına siyasal ve ideolojik olarak elinden geleni ardına koymamaktadır. Dolayısıyla, Deleuze’dan aşırma ‘fark’ teorisi; farklı bir biçimde burjuvazinin en temel ideolojik saldırı alanlarından birisinin malzemesidir. Dolayısıyla Negri’nin direniş beklediği farklılık, bazen direniş kapısını açsa da, çoğu zaman burjuvazinin ekmek kapısıdır.
Bu durum, toplumda farklı kimlikler üzerinde baskıların olmadığı ve bu farklılıkların bir direniş potansiyeli taşımadığı anlamına gelmez. Ancak burada, belirleyici olan farklılık değil, egemen sınıfların ve tarihsel olarak egemen hale gelmiş ideoloji biçimlerinin bu farklılıkları baskı altına almasıdır. Özetle, her fark baskı altında değildir, farklılık ve bölünme genel olarak zaten burjuvazinin stratejisidir. Bazı farklılıklar baskı altındadır, ancak bu direniş olanağı; onların Negrici bir idealizmle direniş kapasitelerinden değil tamamen toplumsal ilişkilerin biçimlenişinden kaynaklıdır.
Negri’nin bu idealizmiyle ilgili bir konu daha: Çokluk ve tekilin farklılığı Negri’de bir aradadır. Negri, çokluğun da, bu tekilliklerin hiyerarşik olmayan birliğinden kurulacağını ifade eder. Peki, nedir bu tekil?
Negri; ‘fark’, ‘arzu’, ‘güç’, ‘direniş’ temalarını bireyde değil tekil diye adlandırdığı soyut özneye ithaf ediyor. Tekilin burjuva liberalizminin bireyi olmadığını ifade ediyor. Ancak, fark tekilin bir özelliği ise bu tekil bireyden başka bir şey olabilir mi? Çünkü tekil birden çok bireyi kapsıyorsa, bu tekil içinde de yine kendini ifade etmek isteyecek bireyler olacak ve Negri’nin tekili daha küçük alt-tekillere bölünmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marksizm külliyatıyla haşır neşir olmuş Negri’nin burjuva liberal bireyciliğinden kaçmak adına ‘birey’ yerine ‘tekil’i koyması işin özüne dair bir değişiklik değildir. Liberalizmin kutsal ve özgürlüğün teminatı bireyi, Negri’nin arzu, yaratıcılık ve güç sahibi tekilinde yaşam bulmakta ve yine özgürlüğün teminatı olmaktadır.
Negri’nin tekili bu açıdan belirsizdir ve en az iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisi, açıkça liberal, Spinozacı ve Deleuze’ye sempati duyan birey anlamında… İkincisi farklı tahakküm biçimlerine karşı kendi öznelliklerini direnişle kurmak üzere harekete geçen grup anlamında.
Çokluk ise, bu tekillerin iletişimsel ağları da kullanarak birbiriyle temas kurdukları gönüllü, hiçbir hiyerarşiyi kabul etmeyen, biyo-iktidarı salt yıkıcı değil alternatif bir kurucu güce de sahip olan bir harekettir. Bu hareketin lidere ve öncü örgütü sahip olmayan, kendiliğinden Spinoza’cı kurucu iktidar gücüne sahip olan yapısı, yeni bir toplum kurması fiiliyatı olarak ilan ediliyor.
Marksizmde birey ve sınıf, parça ve bütün arasındaki ilişki karşılıklı etkileşime dayanan ve birbirini içeren niteliktedir. Birey, sınıfın bir bileşeni olarak ortak nesnel zorunluluklarla kapsanmış, bu çerçevede günlük bir pratik dayatmalar altında yaşamını sürdürmektedir. Örneğin Negri, bir akademisyen olarak, içindeki tekilin müthiş arzu, coşku ve direnişine sahip olsa da paşa paşa üniversitede ücret karşılığında çalıştığını bir hayat döngüsüne zorunludur (eğer elinde bir sermaye birikimi yoksa). İşte Negri’yi de kapsayan bu kapitalizm; sınıfsal bölünme, pratik ve mücadeleleri sürekli örgütler, yeniler. Bu dayatmalar hem insan onurunu hem de mevcut meşruiyet sağlamış temel hakları ayaklar altına alırken sömürü mekanizması burjuvaziye karşı her geçen gün tepki birikimine yol açmaktadır.
Yani, birey, tüm özgünlüğüyle beraber toplumsal sınıf ve sömürü ilişkilerinin bir bileşenidir. Bu kültürel ve ideolojik ortamın içindedir; ki bu ortam karşılıklı mücadele içinde sürekli değişim halindedir. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal zemin ve sınıf ilişkileri göz ardı edilerek, ne bireyin davranışlarına anlam verilebilir, ne de bir mücadele biçimi tarif edilebilir. Yani reddediş ve rıza ilişkisi içinde bireyin nesnel zorunluluğu tabi olduğu sınıf ilişkileri tarafından belirlenir. Bununla kuşatılmıştır. Kuşatmayı kırması da yine buradan olur. Yani öfkesi, tepkisi ve pratiği ne olursa olsun, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadığı sürece, kapitalist işe (sömürüye) mahkumiyeti devam edecektir. Dolayısıyla bu sömürü ilişkilerinin ezilen tarafı olan işçi sınıfının bu ilişkileri parçalamak ve başka bir ilişki biçimini koymak üzere özel-pozitif bir durum ve role sahip olması kaçınılmazdır.

***
Negri, Spinozacı kavram setinin dışında, çokluğu günümüz biçimlerine ve toplumuna bir biçimde monte etme çabasındadır. Otonomcu ve ‘işçici’ köklerinden kaynaklı çokluk kavramı da bir ‘tarihsel evrim’in sonucu olmak zorundadır. Öyle de olmuştur. Negri ve Hardt’a göre, “çokluk bir sınıf kavramıdır”. (Negri ve Hardt, 2011:117)
Yazarlar ilk elde uyarılarını yaparlar: “Ekonomik sınıflar hakkındaki genellikle birlik ve çoğulluk arasında bir seçim yapar. Birlik fikri, genelde Marx’la ve onun, kapitalist toplumda sınıf kategorilerinin giderek basitleştiği ve tüm emek biçimlerinin tek bir öznede, yani sermayenin karşısına çıkan proletaryada birleştiği düşüncesiyle ilişkilendirilir. Çoğulluk fikriyse, en açık ifadesini, toplumsal sınıfların kaçınılmaz çoğulluğunda ısrar eden liberal argümanlarda bulur.” (Negri ve Hardt, 2011:117)
Peki hangisi doğru?
“Gerçekte iki perspektif de doğrudur.” (Negri ve Hardt, 2011:117)
Birincisi doğrudur. Ama…
“Ancak ikinci perspektifteki gibi, günümüz toplumunda sadece ekonomik farklara değil, ırk, etnik grup, coğrafya, toplumsal cinsiyet, cinsellik vs. farklarına dayanan sayısız potansiyel sınıf olduğu da doğrudur.” (Negri ve Hardt, 2011:118)
Ne kadar da güzel… Sınıf kavramının iki yanına dikkat çekiliyor. Ya da öyleymiş gibi yapılıyor. Oysa, iki farklı konu birbirine boca edilerek karıştırılıyor. Buradan da çokluğun yolunu açılıyor.
Negri ve Hardt, daha konuya girişinde “Ekonomik sınıflar hakkındaki iki yaklaşım var” diyor. Marksist yaklaşımı anlatıyor. Sonra da “ırk, etnik grup, coğrafya, toplumsal cinsiyet, cinsellik vs.” farklara göre başkaca sınıfların olduğunu söylüyor. İkisine de hak veriyor. Irk, etnik grup, coğrafya; elbette ekonomiyle bir biçimde bağlantılıdır; ancak ekonomik sınıf teorisi üzerine iki yaklaşımı sayarken bu farklılar üzerinden birçok sınıfın olduğunu söylemek ne anlama geliyor? Tam bir keşmekeş…
Negri ve Hardt, ekonomik ilişkiler açısından toplumdaki sınıfların; üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar olarak bölünmesi yaklaşımını; başka bir alana sıçrayarak karıştırıyor. Bu karışıklıktan çıkmasını beklenen sonuç: “Sayısız potansiyel sınıf” vardır, dolayısıyla sınıf kavramı yerine çokluk kavramı tercih edilmelidir!
Bu çarpıtma bir yana; elbette sınıflar içerisinde farklı statü ve katmanlar ve çeşitli ayrımlar/farklılıklar vardır. Örneğin kadın işçilerin, genel olarak işçilerden ‘ayrı’ ve özel sorunları vardır. Dolayısıyla mücadele koşullarında özgünlükleri vardır. Ya da Kürt işçiler… Ya da farklı sektörlerde ve mesleklerde çalışan işçilerin yine farklı öznel koşulları vardır. Göçmen işçiyle yerleşik işçinin de kaçınılmaz olarak farklılıkları vardır. Ya da işçi aristokrasisi ile en alttaki kayıt dışı işçiler vb.
Kısacası; Marksistler, hiçbir zaman sınıf içinde farklılıkların olduğunu, bu farklılıklara ve özgün koşullara dikkatle yaklaşılması gerektiğini hiçbir zaman inkar etmedi. Çünkü, bu, en şaşı gözlerin bile görebileceği, Negri’nin icat etmekten çok uzak olduğu, işçi sınıfının doğuşundan beri ifade edilen bir gerçeklik. Ancak tartışma noktası şudur: Toplum, bütün diğer farklılıkları da göz önünde bulundurarak, temel olarak nereden ve nasıl bölünüyor? Hangi mekanizmalar ve süreçlerle çelişki, karşıtlık ve mücadeleler birikiyor? Ve sınıf içi farklılıklara rağmen, sermayenin karşısında işçilerin bir sınıf olarak hareket etme potansiyeli var mıdır? Aynı fabrika içinde farklı etnik ve dinsel kökenden işçiler, işyerinde patronuna karşı bir sınıf olarak birleşebiliyor mu?
Mesele, işçi sınıfı içindeki farklılık vurgusuysa, bundan ne amaçlanıyor? Negri çıkardığı sonuç; farklılıklar vardır, dolayısıyla birçok sınıf vardır ve işçi sınıfı kavramı yerine çokluk kavramı koyulmalıdır. Farklılık gerçeğinden çıkarılacak Marksist sonuç ise; evet, farklılıklar vardır, Marksistler bunu bilir, bu özgünlükler gözetilerek, işçilerin tek bir sınıf olarak hareket etme potansiyelleri ve özellikleri vardır. Her işçi grev ve direnişinde görüldüğü gibi.

***
Bir diğer tartışma; aslında ‘toplumsal işçi’ tanımında yapılan tartışmanın bir bakıma devamı. Negri ve Hardt şöyle der:
“Bu ilk yaklaşım, çokluğu, sermayenin idaresinde çalışan, dolayısıyla sermayenin idaresini reddeden sınıf olma potansiyelini taşıyan herkes olarak tanımlamaktadır. Çokluk kavramı işçi sınıfı kavramından, en azından bu kavramın XIX. ve XX. yüzyılda kullanıldığı biçiminden çok farklıdır. İşçi sınıfı temelde, kimi dışlamalara dayanan temel bir kavramdır. En sınırlı kavranışında sadece endüstriyel emeği ifade eder, dolayısıyla tüm diğer emekçi sınıfları dışlar.” (Negri ve Hardt, 2011:120)
Buraya kadar alıntılanan Negri ve Hardt’ın çokluk tanımı, haliyle, iyi niyetli bir çaba olarak gözükebilir. Bir sınıf kavramının emekçi sınıfların tamamını kapsamasını sağlamak! Ama bu da bir çarpıtmadır. İşçi sınıfı hiçbir zaman sadece sanayi işçileriyle sınırlı olmamıştır. Böyle olsaydı, örneğin Türkiye’de işçiler çalışan nüfusun sadece yüzde 20’sini oluşturuyor olacaktı. Hizmet, ulaşım ve tarım işçileri ve işsizler işçi sınıfının bir parçasıdır. Yani, sınıf kavramı, Negri’nin çarpıttığı gibi, sınıfın önemli bir bölümünü dışarıda bırakan bir kategori değildir. Yine yel değirmenleri!
Negri ve Hardt devamla şöyle der:
İşçi sınıfı “En geniş kavranışındaysa, tüm ücretli emekçileri anlatır ve çeşitli ücretsiz sınıfları dışlar. Diğer emek biçimlerinin işçi sınıfından dışlanması, örneğin erkek endüstri emeğinin kadının yeniden üretici emeğinden, endüstriyel emeğin köylü emeğinden, işsizin işi olandan, işçinin yoksuldan tabiatı itibarıyla farklı olduğu varsayımına dayanır.” (Negri ve Hardt, 2011:120)
Evet, işçi sınıfı bazı bakımlardan sınırlayıcı bir kavramdır. Örneğin ev kadınları, ev içinde yapılan ücretli bir işin parçası değilse, yani sadece ailenin ve erkeğin yeniden üretiminde bakım emeği rolü üslenmişse işçi değildir. Ya da öğrenciler, ücretli bir işte çalışmıyorsa işçi değildir. Negri örneklerine işsizler, yoksulları vb. de ekler.
Marksistlere göre; işsizlerin işçi sınıfının bir parçası olmadığı doğru değildir. Tersine, yedek işçi ordusudur ve işçi sınıfının bir parçasıdır. Keza, yoksullar… İşçiler zaten yoksuldur. Yoksulluk işçi sınıfını aşan bir kategori olmakla birlikte, yoksulların işçi olmadığını söylemek Amerikan orta sınıf propagandasını kabul etmek demektir.
Peki, Negri ve Hardt’a göre, sınırlayıcı olmayan alternatif sınıf kavramı nedir? Elbette, çokluk: “Çokluk; proletarya kavramına, sermayenin idaresi altında emek veren ve üretken herkes şeklindeki en geniş tanımını kazandırır.” (Negri ve Hardt, 2011:121)
Yazarlarımız, adım adım ilerlemektedir. Emek veren ve üretken herkesin toplamı çokluktur. Emek veren! Üretken! Peki, üretken olmayanlar! Onlar işçi değil midir? Onlar çokluk denilen sınıf kavramının kapısından giremiyorsa, Negri’nin işçi sınıfı kavramına dair yaptığı eleştiriler dönüp kendisini vurmaz mı?
Negri, toplumun tamamını kapsayan; kadın, öğrenci, hatta ezilen ırklar, etnik kimlik ve kültürler de dahil herkesi içeren, herkesi üretken kabul eden bir çokluk kavramı yaratmaya girişir. Şimdi bu maceraya bakalım:
Birinci adım: “İmparatorluk Çağı”nda egemenlik biyo-iktidardadır. Biyo-iktidar sadece fabrikada değil hayatın tüm alanlarını kontrol eder ve denetler.
İkinci adım: Artık, üretimin temeli, emek değil bilgi, iletişim ve duygulanımdır ya da emeğin bu biçimleridir. Özellikle de iletişim belirleyicidir.
Üçüncü adım: Öyleyse biyo-iktidar, egemenliğini esas olarak üretimden yani iletişim üzerindeki kontrolünden sağlamaktadır.
Dördüncü adım: Artık üretken-üretken olmayan ayrımı kalmamıştır. Herkes üretkendir. Çünkü, her ırksal topluluk, her dinsel baskı altındaki cemaat, her emek türü, her yeniden üretim sürecinin parçası olan kadın, her köylü iletişimsel olarak bir üretim içindedir. Kendi dillerini konuşmakta ve böylece iletişim üretimine katkı sunmaktadır. Dolayısıyla her türlü farklılık üretkendir.
Beşinci adım: Herkes dilsel olarak üretken ve dolayısıyla çokluğun (sınıfın) parçasıdır.
Sonuç: Müthiş kapsayıcı bir ‘sınıf’ kavramı elde edilmiştir.
Bu, olsa olsa, bir sözcük oyunu yoluyla sınıf kavramı yaratma çabasıdır.
Bütün bu adımları çeşitli biçimlerde ifade etmiştik. Ancak, bir toplumsal kategorinin nasıl çokluğun içine sokuşturulduğunu anlamak açısından yoksulun dilsel üretimi ve böylece çokluğa kabul edilişini izleyelim:
“Yaratıcı toplumsal faaliyetlerin bu ortak doğasını iyice gözler önüne seren bir olgu, bütün üretimin giderek dilsel beceri ve cemaatlere dayanması.” (Negri ve Hardt, 2011:148)
Yaratıcı ve üretici faaliyetlerin dilsel cemaatlere dayanması… Bu daha başlangıç… Çokluğa girebilmek için ‘yaratıcı faaliyet’ sıfatı baştan eklenir.
Devamla:
“Toplumun bütün aktif unsurları sürekli ortak diller üreten, dilsel anlamda yaratıcı faillerdir. Bu dilsel cemaat giderek artan ölçüde, kârın ve yerel veya küresel hiyerarşilerin oluşumundan önce geliyor. … Bu hiyerarşilere rağmen, tabi olan kesimlerin aslında bir dilsel cemaatteki en yaratıcı kesimler olduğu, yeni dilsel biçimler ve karışımlar geliştirip bunları cemaatin tümüne ilettiğini görüyoruz. (Bunun bariz örneği, Afrika kökenli Amerikalıların konuşmalarının Amerikan İngilizcesindeki rolüdür.)” Günümüzde dili böylesine önemli bir çatışma ve direniş alanı haline getiren şey de, dilsel hiyerarşilerle dilsel üretim ve ortaklık arasındaki çelişkidir. Bu paradoks, yoksulların geleneksel imajının tersyüz olmasına yol açar: Yoksullar, ürettikleri ve katıldıkları dilsel cemaatten dışlandıkları veya bu cemaatte tabi konuma itildikleri için, aktif ve üretken olmanın yanında muhalif ve potansiyel olarak asidir. Yoksulun dilsel cemaatte işgal ettiği paradoksal konum, yoksulun genel toplumsal üretimindeki konumuna da ışık tutar. Hatta, bu noktada yoksul, bütün yaratıcı toplumsal faaliyetin temsilcisi, daha doğrusu, ortak ifadesi vazifesi görür.” (Negri ve Hardt, 2011:149)
Yoksul ve parantez içinde verilen Afrika kökenli Amerikalılar örneğinde olduğu gibi, her toplumsal kategori bir biçimde dilsel hiyerarşilere karşı yaşamı gereği dilsel üretim sürecine girdiğinden hepsi üretici, yaratıcı ve bir sınıf kategorisi olarak çokluğun bileşenidir! Özetle, konuşan herkes çokluktur! Negri’nin çokluğu böyle bir kavramsal oyunla şekilleniyor.
“Çokluğun” kapsayıcılığındaki bu oyunu şimdilik bir kenara bırakalım. Diğer çarpıtmalara yoğunlaşalım:
Negri, yoksulların işçi sınıfı kavramından dışlandığını söylüyor (Negri ve Hardt, 2011:146). Yoksulluk, kapitalist toplumsal sürecin ürettiği (aynı zamanda onun tarafından da üretilen) sınıfsal bölünmenin gelir dağılımına yansımasıdır. En kaba tabirle, üretim araçlarına sahip olmayanlar yoksulları oluşturur. Ancak bu gerçekten de gelir dağılımı açısından yeterli bir ifade olmaz. Örneğin bir üretim aracı sayılması gereken küçük bir toprak parçasının sahibi olan köylüler, zengin değil yoksuldur. Ya da üretim araçlarına sahip olmamakla birlikte çeşitli yollarla zengin olmuş bir tabakadan bahsetmek mümkündür (işletme genel müdürleri ya da çok özel uzmanlık sahipleri).
Negri, yoksulluğu bu çelişkilerinden bile ayırıp, tamamen başka bir toplumsal kategori haline getiriyor. ABD sosyolojisi ve gelir dağılımı çalışmaları açısından işçiler (en azından düzenli bir gelire sahip olan işçiler) orta sınıftır. İşsizler ve düzensiz işlerde çalışanlarsa alt tabaka ya da yoksuldur. Başka bir sınıflandırmaya göre ise, günlük 2 doların altında geliri olanlar yoksul üstünde olanlar yoksul değildir.
Negri’nin yoksulluğu, bütün bu burjuva sosyoloji yorumlarına uyabilir. Oysa, yoksulluk esas olarak toplumun sınıflı yapısının bir ürünüdür. Görecelidir. Artı-değere el koyan kapitalist sınıf ve bu sınıfa yakın bir servet elde etmiş katmanın gelirine göre toplumun çalışan kesimleri yoksuldur. Özetle, yoksulluk işçi sınıfı dışında bir kavram değildir. İşçiler zaten yoksuldur. Dolayısıyla işçi sınıfı kavramı yoksulları dışlamaz; tersine yoksulluk işçiliğe içkindir. Ama elbette işçi sınıfı dışındaki kesimler de yoksulluktan nasibini alır.
Negri ve Hardt, yoksul deyince özel olarak işsizlere ilişkin açıklama yapma ihtiyacı duyuyor. (Negri ve Hardt, 2011:146) Daha önce ifade edilmişti; işsizler işçi sınıfının çalışan kesimiyle sürekli olarak yer değiştiren ya da değiştirme potansiyeli taşıyan bir parçasıdır.
Negri’nin bir diğer “çokluk” bileşeni köylüdür. Hem de tamamıyla. Negri’ye göre; köylülük de işçi sınıfı tanımının dışındadır. Oysa, Marksistler (ve yaşam) açısından, köylülük, tek bir sınıf değil, kendi içinde bölünmüş bir kategoridir. Örneğin emek gücünü satmak durumunda kalan tarım işçileri, işçi sınıfının bir parçasıdır. Ancak küçük ve orta ölçekli toprak sahibi köylüler, emekçi sınıfların bileşeni olmakla birlikte, işçi sınıfı içinde değillerdir. Ancak şuna dikkat çekmek gerekir: Uluslararası tarım ve gıda tekelleri, küçük köylülerin tohum ve bazı üretim araçlarını karşılayarak, onları kendi topraklarında tekellerin işçisi haline getirmektedir. Köylü ürettiğini doğrudan bu tekele satmakta (başka tercih şansı yoktur), giderek bu tekelin işçisi haline gelmektedir. Ya da sözleşmeli çiftçilik uygulaması giderek yayılmaktadır. Bütün bu biçimler, esas olarak ampirik çalışmaların konusu olup, genel olarak köylülerin tarımın kapitalistleşmesindeki derinleşmeyle birlikte işçileşmesine işaret etmektedir.
Negri, göçmen işçilerden de Marksistlerin pek haz etmediğini iddia etmektedir ki, göçmen ve mevsimlik işçilerin işçi sınıfının bir parçası olduğu, hatta farklı uluslardan işçilerin ortak hareketine Komünist Manifesto ve öncesinden başlayarak vurgu yapıldığı bilinmektedir.

6. ÇOKLUĞUN MÜCADELE BİÇİMİ VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI…
Negri, toplumsal değişimin temel gücünün çokluğun mücadelesi olduğunu söylüyor. Burada bazı sorular gündeme geliyor: Nasıl bir toplumsal değişim? Kime karşı? Talepler nelerdir? Hangi güçlerle ve hangi mücadele biçimleriyle bu değişim sağlanacaktır?
Negri ve Hardt’ın özellikle “İmparatorluk” kitabının, doğrudan bir bağlantı kurulmamış olsa da, ‘alternatif küreselleşme’ hareketlerinin teorik çerçevesini çizdiği söylenebilir. Uluslararası emperyalist kurum ve örgütlenmelerin toplantılarına karşı, doğrudan toplantı mekanında yapılan ve farklı ulus, sosyal sınıf ve kimliklerden bireylerin katıldığı eylemlerin Negri’nin çokluğunun eylem ve mücadele hattına uygun olduğu söylenebilir.
Bu eylemlerde, Negri’nin çokluk tanımındaki gibi farklı ulus ve sosyal sınıflardan insanlar bulunmaktadır. Yani “kendi tekillikleri ve farklılıklarıyla ‘çokluğu’ oluşturmaktadır”! Emperyalist devletlerin ve uluslararası tekellerin hesaplarına karşı bir mücadeleden çok, Negri’ye göre ulus-üstü İmparatorluk aygıtlarını hedef almaktadır. Demokratik bir merkezi örgütlenme ya da mücadelenin siyasal bir parti ile birleştirilmesini, alternatif küreselleşmeciler (Negri gibi) hiyerarşik ve otoriter bulmaktadır.
Yine Negri; Wall Street İşgali, Arap İsyanları, İspanya’daki “Öfkeliler Hareketi (Indignados) gibi dünya gündemine oturmuş mücadelelerin de kendi teorisini doğruladığı iddiasında. Bir manifesto gibi yazılmış, ama manifesto olmadığını ifade ettiği Hardt’la birlikte kaleme aldığı “Duyuru” isimli kitabında hem bu eylemlere dair gözlemlerde bulunuyor, hem de “çokluğun” mücadele ve eylem biçimlerinin yaşam bulduğunu iddia ediyor. Tunus ve Mısır’daki eylemleri de “çokluğun eylemleri” olarak kabul ediyor.
Negri ve Hardt, Duyuru’sunda bu eylemlerdeki bazı yönlere dikkat çekiyor. Mesela borçlandırılmaya bir tepki görüyor. Keza kendilerini seçim dolayımıyla temsil ettiğini iddia edenlere eylemcilerin öfkesini görüyor. Bir meşruiyet krizi… Keza “medyalaştırma” ve “güvenlikleştirme” de Negri ve Hardt için yeni öznelliklerin oluşumunda belirleyici. (Negri ve Hardt, 2012:18-31)
Ve eylemlerde bunlara tepkinin ortaya çıktığını, bu isyan sürecinin aynı zamanda bir ret eylemi olduğunu ifade ediyor. Peki, Negri’nin “çokluk” tarifi ve önerdiği eylem biçimleriyle bu eylemler arasında gerçekten bir uyum söz konusu mudur? Negri’nin öngörüleri pratik tarafından doğrulanmış mıdır?
Daha önceki bölümlerde ifade edildi. Negri’nin, otonomcu yaklaşımı, kendiliğinden harekete, siyasal merkezsizliğe özel bir önem verir. Bunu yüceltir ve esas değiştirici güç olarak görür. Burjuva iktidarın yıkılmasını ve demokratik/sosyalist bir sınıf iktidarı ile toplumun yeniden kurulmasını değil biyo-politika ile biyo-iktidar alanında boşluklar oluşturarak, burada hayatı örgütleyerek yeni bir yaşam kurulmasını savunur. Bu genel olarak iktidar/otorite reddi ve kendiliğindenciliğe tapınmayla gayet tutarlı bir yaklaşımdır.
Şimdi, bu eylemler ve deneyimler açısından Negri doğrulanmış mıdır? Teker teker iddiaları değerlendirelim.
Negri’ye göre; “çokluğun eylemleri” doğrudan ulus-üstü İmparatorluk kurumlarını hedef alır. Öncelikle eylemlerdeki tepkiler, alternatif küreselleşmeci eylemlerde olduğu gibi doğrudan ‘ulusüstü’ kurumlara mı yöneliktir? Açık ki hayır… Arap İsyanları, birikmiş ekonomik, sosyal ve siyasal öfkeyle halkın yıllardır kendilerini yöneten diktatörlere karşı ayaklanması olarak gerçekleşti. Negri’nin çoktan aşıldığını, esamesinin okunmadığını düşündüğü ulus-devlet içinde bir öfke patlamasıydı. Daha sonra Arap dünyasındaki yayılması, onun ulus-üstü değil, uluslararası niteliğine dikkat çeker. Ama Tunus’ta tepki esas olarak Bin Ali’ye, Mısır’da Hüsnü Mübarek’e yöneliktir. Elbette, bunların uyguladığı IMF, DB işbirliğindeki neoliberal politikalara karşı birikmiş bir öfke vardır. Ancak açık ki, her ülkede halk esas olarak kendi diktatörünü devirmek üzere harekete geçmiş ve birbirini ateşlemiştir. Negri’nin ulus-ötesi, emperyalizm de dahil her türlü sömürgeciliğin bittiği bir İmparatorluktaki tepkiler değil, gayet ülke temelli ve giderek uluslararası hale gelen isyanlardır.
Negri ve Hardt da bunun farkındadır. Kendileriyle çelişerek şunları söylerler: “On yıl önceki alternatif-küreselleşme hareketleri göçer nitelikteydi. Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, G8 ülke liderleri gibi küresel iktidar yapılarının kilit niteliğindeki bir dizi kurumun antidemokratik ve adaletsizlik yapısını göstermek için bir zirve toplantısından diğerine göçüyordu onlar. Buna karşın, 2011’de başlayan mücadele çevrimi yerleşik. Zirve toplantılarının takvimine göre oradan oraya taşınmak yerine, bu mücadeleler olduğu yerde duruyor, aslında, hareket etmeyi reddediyor. Bu hareketsizlik kısmen onların yerel ve ulusal toplumsal meselelere kök salmış olmalarından geliyor.” (Negri ve Hardt, 2012:10-11)
Bu cümleler, aslında Negri’nin İmpratorluk tezinin çöküşü… Çünkü Negri, dünyanın uzun süre gündeminde olmuş, hele kendisinin “çokluk” olarak kabul ettiği mücadelelerin ulusal meselelere kök saldığını kabul edince, ulus ötesi, iddialı, ulusların ve emperyalizmin tamamen yok ya da işlevsiz olduğu bir “İmparatorluk”tan geriye ne kalır?
Bu açıdan bu mücadeleler, hem ulusal meselelere kök salmış hem de uluslararası dayatmalara karşı isyan bayrağını açmıştır. Zaten günümüzde sadece ulusal sınırlar içerisinde cereyan edip burada bitecek bir mesele kalmamıştır. Bu saldırının ve mücadelenin ulus-ötesileşmesi değil, uluslararasılaşmasıdır. Mesela Yunanistan’daki eylemler, sadece Yunan hükümetine karşı bir öfke değil, AB’nin başındaki tekelleri temsil eden Alman emperyalizmine karşı da bir tepkiydi. Keza, başka bir yönüyle Gezi eylemleri, Türkiye’de hükümetin baskıcı uygulamaları ve yönetme biçimine karşı bir öfke patlaması iken, bütün dünyada dikkatleri çekmiş ve destek almıştır. Ancak ne Yunanistan, İspanya, Tunus ve Mısır’da, ne de Türkiye’de mücadele ulus-üstü değildir. Öncelikle ülke hükümetlerine karşıdır. Bu, özellikle Gezi eylemlerinde oldukça açıktır. Hedef, AKP hükümeti ve otoriter yönetim anlayışıdır.
Eylemlerin ikinci özelliği Negri’yi haklı kılıyor gibi gözükmekte: Eylemlerin farklı sosyal sınıflar ve kimliklerden insanları içermesi. Tam da Negri’nin “tekilliklerin farklılıklarını koruyarak çokluğu oluşturması” fikriyle uyum içerisinde gözüküyor. Ancak bu da, Negri’nin tüm toplumun (işçi, öğrenci, kadın, etnik kimlikler) biyo-iktidar tarafından sömürüldüğü, her tekilliğin farklılığı nedeniyle direniş potansiyeli taşıdığı yönündeki yaklaşımını doğrulamıyor. Evet, eylemler farklı bileşenleri içeriyor. Ancak bu, Negrici ya da Spinozacı bir “fark, güç, direniş, yaratıcılık” idealizmin sonucu değildir. Gayet somut olgu ve gelişmelerin sonucudur.
Çok kısaca değinmek gerekirse: Birçok etkenden bahsedilebilir. Kentine sahip çıkma, iktidarın keyfe keder kenti talan etmesine karşı durma bilinci ve buradan çevreci bir tepkiyle –AKP bile bunu kabul etti– başladı. Yani hareket, çevreci unsurları açık ki içeriyor. Ancak vahşi polis müdahalesine karşı ortaya çıkan büyük toplumsal tepki ve hareket, bu çevreciliğin ötesinde, AKP’nin 11 yıllık politikalarından çeşitli biçimlerde etkilenmiş ve rahatsız olmuş tüm kesimleri sokağa döktü. AKP’nin günlük yaşama dair gerici/dinci düzenlemelerinden eğitim sisteminde yarattığı 4+4+4 mağduriyetlerine, sokağa çıkma ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılardan adalet sistemindeki hükümet kontrolüne, toplumun nispeten iyi durumdaki işçi kesimleri ve bazı uzman mesleklerin giderek ayrıcalıklarını yitirmesi ve proleterleşmesinin biriktirdikleri ve en genel anlamda demokrasinin halkın talep, irade ve kontrolünün dışına 4 senede bir yapılan seçimlere indirgenmesiyle dolaysız olarak bağlı… Dolayısıyla halkın sokağa taşan öfkesi, ‘fark, arzu ve direniş’ Spinozacı denklemiyle ilişkili değil, doğrudan somut bir durumda, hükümetin baskıladığı ve taleplerini karşılamadığı toplumsal kesimlerle ilgilidir. Bu kesimler içinde geniş gençlik yığınları, öğrenciler, ‘beyaz yakalı’ olarak tanımlanan nispeten bazı ayrıcalıklara sahip olan (ancak giderek bunları kaybeden) emekçiler, giderek geçim derdi artan işçiler, Aleviler, modern yaşam konusundan kaygı duyanlar, akademisyenler, sanatçılar bulunmaktadır. Hepsinin iktidarla ilgili somut dertleri vardır. Farklı sınıf ve toplumsal kimliklerin içerilmesi, Spinozacı idealizmle değil, iktidarın farklı sınıf ve kimlikler üzerindeki baskısıyla açıklanabilir.
Bir de küçük örnek: Elbette Gezi eylemleri, yukarıda saydığımız çok çeşitli talep ve duyarlılıkların birleştiği bir alan oldu. Spinozacı fark, arzu ve direniş bileşimiyle ilgili değildi. Çünkü, eğer böyle olsaydı, herhalde bu memleketin en ‘farklı’ kesimi olarak damgalanan Kürtler, Spinozacı bu farkı, farkın bilinciyle arzu’ya dönüştürüp büyük bir direnişe yol alabilirdi. Ancak, Kürtlerin mücadelesi sonucu devam eden çözüm süreci, bölgede Gezi’ye destek eylem ve açıklamaları olsa da, milyonlarca Kürt’ün sokağa döküldüğü ve bölgenin, Batı’nın en azından bazı bölgelerinde olduğu gibi yangın yerine dönmesini engellemiştir. Gezi eylemlerinde Kürtlerin durumu, çözüm süreciyle ilişkisi, BDP’nin tutumu tamamen ayrı bir tartışma konusudur. Burada bu tartışma amaçlanmıyor. İfade edilmek istenen, Negri’nin ‘çokluğun’ içine yukarıdan sokmaya çalıştığı “fark, arzu, direniş” idealizminin Gezi ve dünyadaki diğer eylem ve hareketleri açıklamadan oldukça uzak olduğudur. Mesele somuttur, tepkileri anlamak için somut tahlil ve analizlere ihtiyaç vardır.
Eylemlerin üçüncü bir özelliği de Negri’yi doğrular gibidir: eylemlerin önderliksiz ve merkezi bir örgütlenmeden uzak oluşu. Negri şöyle anlatır: “Bu hareketler aynı zamanda bir çokluk olarak iç örgütlenme ortak özelliği sergiliyor. Yabancı basın ordusu Tunus ve Mısır’da boş yere, hareketlerin lideri arayışına girişti. Örneğin, Tahrir Meydanı işgalinin en şiddetli günlerinde, her gün farklı bir kişiyi hareketin gerçek lideri olarak gördüler: Bu bir gün Nobel Ödüllü Muhammed ElBaradey’di, ertesi gün Google yöneticisi Weal Ghonim! Medyanın kavrayamadığı ya da kabul etmediği şey şuydu: Tahrir Meydanı’nda lider yoktu. Hareketlerin liderleri reddi, yıl boyunca kendini belli etmişti zaten; ancak belki de en çok Wall Street’te dile getirildi.” (Negri ve Hardt, 2012:11)
Keza Gezi eylemleri de benzer bir tablo sergilemiştir. Halk hareketini kapsayacak, en azından önemli bir bölümünü temsil edecek bir örgütlenme ve irade söz konusu olmamıştır. Ancak bu da Negri’nin otonomcu teorisinden, yine tekillerin farklılığı, çokluğun böylece merkezi bir örgütlenmeden uzak durarak oluşturulması öngörüsünün doğruluğundan değildir. Tersine hareketin somut bir durumu ve hatta zayıflığıdır.
Mısır, Tunus, İspanya  ve Türkiye… Bu eylemlerde Negri’nin bahsettiği gibi bir siyasal örgütsüzlük söz konusudur. Zaten, bu harekete dayanan, onun karar alıcı irade olduğu, her türlü denetim ve görevden alma yetkisine sahip olduğu bir demokratik merkezileşmenin eksikliği, mücadelenin her grubun kendi kafasına göre polisle çatışmaya ya da çatışmamaya indirgenmesi, demokratik bir ortak irade sergilenememesi, hükümetin manevralarının en azından son dönemde bu yolla boşa çıkarılamaması hareketin güçlenerek ilerleyememesinin esas nedeni olmuştur.
Dolayısıyla Negri’nin bu hareketlere dair siyasal merkez yoksunluğunu yücelterek ifade etmesi, bu hareketlerin kendi iktidarını kurması, en azından bu doğrultuda yol alması önündeki en büyük engeldir. Yani Negri, siyasal merkezsizleşmenin teorisini ve övgüsünü yaparken, hareketlerin zaafların birisine dayanmaktadır. Ancak bu, Negrici/Spinozacı bir kural olsa da, yaşamın kuralı değildir. Bu somut durum aşıldığında halk hareketlerinin halkın düzenini kurması mümkün hale gelecektir.
Dördüncü bir özellik, bu hareketlerin kendi iletişim ağlarını kurmasıdır. Hatırlayalım; Negri, “İmparatorluk Çağı”nda egemenliğin/iktidarın iletişim ağları üzerinden sağlandığı iddia ediyordu:
“Modern iletişim sistemleri egemenliğe tabi değildir; tam tersine, egemenlik iletişime tabidir.” (Negri, 1999:5-6)
Bu nedenle Negri, “çokluk”un alternatif iletişimini kurması gerektiğini ifade ediyor. Bu yapıldı mı? Yapıldı… Bunun yapılmasında Negri’nin müthiş teorik öngörüsü, Spinoza ile Marksizmi birleştirme çabası, iletişim üzerinden ürettiği iktidar teorisi mi etkili oldu? Elbette hayır. Negri, zaten yapılmakta olanı söylüyor.
Hareketin kendi iletişim ağını, dilini kurması, kullanması her hareketin sosyal gerçeklik içinde mücadele araçlarını üretmesidir. Örneğin SEKA direnişinde, işçilerin internet sitesi açarak kendi direnişleri hakkında topluma bilgi vermesi. Yüz binlerce bildiri dağıtılması, Evrensel Gazetesi üzerinden diğer işçiler haberleşmeleri, egemen medyada yarıklar açmak için çabalamaları vb. Bu, zaten her direnişin gücü, örgütlülüğü ve öngörüsü oranında yapmaya çalıştığı işler.
Ancak ülkemizde belki son 5-6 yıldır, ama dünyada en azından 10-15 yıldır sosyal medyanın alternatif bir iletişim aracı olarak kullanılması deneyimi önemlidir. Gezi direnişinde bu önem bir kez daha görülmüştür. Hem bir iletişim, bilgilenme, hem de karar alma sürecinin parçası olarak sosyal medyanın direnişin iletişim ağı olarak kullanılıyor olması, yine dünyadaki halk hareketlerinin ortaya çıkardığı bir deneyimdir. Bundan sonra da kullanılacaktır. Ancak bu Negri’yi doğrulamaktan ya da haklı kılmaktan öte, her mücadelenin kendi araçlarını yaratması ya da mevcut araçları hareketin ihtiyaçları doğrultusunda kullanmasına bir örnektir. Bunlar, bir bakıma grev ya da direniş gazetelerinin günümüz iletişim dünyasındaki modern örnekleridir. Negri’nin vurgulaması bir yana, Marksistler de zaten bu olanakların kullanılması reddetmezler, tersine yeni olanaklara dikkat çekerler.

***
Şimdi, biraz da Negri’nin “çokluk”a görev biçtiği taleplere bakalım:
Çokluğun ilk talebi: “küresel yurttaşlık”.
“Küresel çokluk için bir politik programın ilk unsurunu, ilk politik talebi görebiliyoruz: küresel yurttaşlık. Resmi izin belgesi olmadan Fransa’da yaşayan yabancılar, yani sans papiers için 1996 yılında yapılan gösterilerde ‘Herkese resmi belge!’ pankartları açılmıştı. Herkes için oturma belgesi her şeyden önce herkesin yaşadığı ve çalıştığı ülkede tam yurttaşlık haklarına sahip olması gerektiği anlamına gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:401)
Negri’nin “çokluk”a biçtiği bu ‘politik görev’, uzun uzadıya bir göç sosyolojisi ve politikası tartışmasını açabilir. Konuyu dağıtmamak adına şunu ifade etmekle yetinelim: Negri, ulus-devletlerin ve emperyalist sömürgeciliğin bittiği küreselleşme propagandasına ikna olduğundan ulusal sınırları ve göç engellerini bir türlü anlayamamaktadır. Evet, uluslararası tekelci sermaye için bu sınırlar giderek etkisiz hale geliyor. Bu “İmparatorluk” teorisinin öngördüğü bir olgu değil, zaten somut gerçekliktir. Ama bu bir sermaye saldırısıdır, kaçınılmaz bir olgu değildir. Mesela Venezüella’da bağımsızlıkçı bir iktidar ortaya çıktığında, bu sınırlar, uluslararası sermaye için gayet rahatsız edici ve ‘anlamlı’ hale gelebiliyor.
Negri’nin teorisinde bu gerçeklik yoktur. Negri’ye göre, ulus-devletler ve sınırlar ortadan kalkıyor ya da kalkmak zorunda. Öyleyse bir ülkenin vatandaşlığı da anlamsız hale geliyor. Ve Negri “küresel yurttaşlık” talep ediyor. Ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ama bir yönüne dikkat çekerek bitirelim: Aslında bu talep bir talep bile değildir, Negri için… Çünkü bir yandan ‘politik talep’ diyor, diğer yandan da “sermayenin ekonomik dönüşümüne” en uygun düzenleme diyor:
“Bu bir ütopya ya da gerçekçi olmayan bir politik talep değildir. Bu talep sadece insanların yasal statüsünün son yıllarda yaşanan somut ekonomik dönüşümlere uygun olarak yeniden düzenlenmesidir. Sermayenin kendisi emek gücünün daha fazla hareketliliğini ve ulusal sınırları aşan sürekli göçü talep etmiştir. Daha gelişmiş bölgelerdeki (Avrupa, ABD ve Japonya’nın yanı sıra Singapur, Suudi Arabistan vb) kapitalist üretim hiç tartışmasız dünyanın bağımlı bölgelerinden işçilerin o bölgelere göçüne bağımlıdır. Dolayısıyla, bu politik talep kapitalist üretimin zaten var olan gerçekliğinin yasal olarak da tanınmasından ve bütün işçilere tam yurttaşlık haklarının verilmesinden başka bir şey değildir.” (Negri ve Hardt, 2001:401)
Negri’nin emperyalist-bağımlı ayrımının son bulduğu “İmparatorluğu”nda birden bire “dünyanın bağımlı bölgeleri”nden bahsetmesi onun çelişkisi olarak kenarda dursun!
‘Politik talep”e gelince… Negri kendisiyle çelişmektedir. Sermayenin eğilimlerini doğru bir biçimde tarif etmiş, ‘küresel vatandaşlık’ın işine geldiğinde yasadışı göçlerle sermaye tarafından fiilen uygulandığını göstermiştir. Sermayenin bütün bu hesaplarına hiçbir itirazı da yoktur. Sadece fiili durumun yasal olarak da tanımasını istemektedir. Bu da biyo-iktidara ve küresel sermayeye karşı müthiş bir politik talep olarak ileri sürülmektedir!
Çokluk’un ikinci talebi: “Toplumsal ücret hakkı”…
“Proletarya, sermaye tarafından sömürülen herkesi, çokluğun tamamını kapsar. Endüstriyel işçi sınıfı sadece tarihsel bir uğraktır. Artık üretken emek, üretken olmayan emek, yeninden üretim emeği vb. farklar kalkmıştır, hepsi üretkendir. Bu nedenle çalışılan saat kavramı da olamaz. Proletarya her yerde her zaman üretir. Bu nedenle talep toplumsal ücret ve garantili bir gelir olmalıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:403)
Değer tartışmasını bir önceki bölümde yaptık. Yine ayrıntılı bir tartışma yapılabilir. Ancak biz sadece bir yönüne değinerek bu konuyu geçeceğiz: Vatandaşlık ücreti, toplumsal ücret vb. uygulamalar, ‘postfordist’ sermayenin artık iş, düzenli ücret ve çalışma sağlayamayacağının liberal kabulüne dayanmaktadır. Böylece sermayeyi, insanca yaşayacak ücret, düzenli istihdam koşulları, herkese iş vb. taleplerle zorlamak, buradan sınıf mücadelesini ilerletip sermaye iktidarını yıkma perspektifi yerine; sermayenin her türlü saldırısının ‘dünyanın değişmez düzeni’ olarak kabul edildiği bir yaklaşım konulur. İşte sermayenin istediği ve yol aldığı böyle bir dünya veri kabul edildiğinde; devletin herkese yaşayabileceği asgari (oldukça düşük) ücreti vermesini istemek haklı bir talep gibi gözükebilir. Bu, Negri’nin çokluğunun önüne koyduğu bir talep olsa da, tam da Dünya Bankası gibi ‘İmparatorluk’ kurumları tarafından pilot uygulamaları yapılan bir ‘talep’tir! Çünkü sermaye, işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret talebini yükü devletin vereceği vatandaşlık ücretine yıkarak ‘karşılamayı’ makul görebilmektedir. Ya da kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan işsizlik ve sosyal patlama riskine karşı yine kendisi bir maliyete katlanmadan devleti göreve çağırabilmektedir . Negri’nin talebi… Ne büyük muhalefet ama!
Çokluğun üçüncü talebi: “Yeniden sahiplenme hakkı”…
“Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, bu, gerçekten sosyalist, devrimci bir talep olarak görülebilir. Negri ve Hardt hemen bu yanlış anlamayı düzeltmeye girişir:
“Sosyalistler ve komünistler uzun zaman proletaryanın üretimde kullandığı makinelere ve materyallere özgürce erişmesini ve onları kontrol etmesini talep etmişlerdir. Ne var ki, maddi olmayan ve biyo-politik nitelikli üretim bağlamında, bu geleneksel talep yeni bir biçim alır. Çokluk makineleri yalnızca üretmek için kullanmaz, aynı zamanda, üretim araçları giderek çokluğun zihni ve bedeniyle bütünleştikçe kendisi de makinesel hale gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Yani… Önce; üretim araçları yerine dosdoğru ‘makineler’ lafı ikame edilir. Sonra, emeğin ya da “çokluk”un zihni ve bedeniyle makinesel hale geldiği ifade edilir. Üretim aracı makineyse, makine de “çokluk”un zihni ve bedeni ise; yeniden sahiplenme de, olsa olsa, “çokluk”u ya da onun bilgisini ve duygulanımını sahiplenmesi oluyor:
“Yeniden sahiplenme, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir; çünkü bunlar biyo-politik üretimin asli araçlarından bazılarıdır. Sırt bu üretici makinelerin çoklukla bütünleşmiş olması, çokluğun onlar üzerinde denetim kurduğu anlamına gelmez. Bu, daha çok, çokluğun yabancılaştırılmasını daha acımasız ve zarar verici kılar. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini yeniden üretme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, başlangıçta ifade edilen “üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkı”ndan, geriye, kala kala, “kendini kontrol etme hakkı” kalmıştır! Sosyalizmi andıran bir ifade tarzının, derhal için boşaltılmış, “internete özgür erişim” derekesine düşürülmüştür!
Negri’nin projesinin sosyalizmle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Negri’ye göre; toplumsal üretimin temeli postmodern çağda bilgi ve enformasyondur. Bilginin ve yaratıcılığın sahibi ise, zaten “çokluk”un kendisidir. Ancak bunu “İmparatorluk” kontrol etmektedir. Öyleyse otonomcu kendini değerli kılma yaklaşımına benzer bir biçimde, bilginin sahibi olan “çokluk”, bilgiyi yeniden sahiplenerek toplumsal kontrole sahip olabilir. Tabii bir iki ek daha gerekir: Herkese açık iletişim! Herkese özgür internet gibi! İşte bu iletişimsel kontrolü sağlayan “çokluk”, “İmparatorluk”un egemenliği iletişim temelli olduğundan, “İmparatorluğu” da yıkmış olacaktır. Hayırlı uğurlu olsun!
Negri, bunun dışında, üretim araçlarının sahiplenilmesini, başka yazılarında gündeme getirmektedir. Ancak bunlar belli belirsiz vurgulardır. Daha çok kapitalizm içinde demokratik bir kontrole işaret etmektedir.
Mesela bankaların kontrolü… Negri ve Hardt şöyle der: “Banka yurttaşların demokratik kontrolünden bağımsızdır. Bu tür bağımsızlık ötekilerin hayatlarını ve güvenliklerini tehdit eder. New Deal’ın temel önermelerinden biri, yatırım bankalarıyla mevduat bankalarını ayırarak, bu riski sınırlamaktı; ne var ki halkın tasarruflarını spekülatif operasyonlarda riske atmamak tek sorun değildir. Günümüzde daha önemli ve daha temel sorun, yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmaktır.” (Negri ve Hardt, 2012:77)
“Bu ortak olanın çıkarları gereği, bankalar ortadan kaldırılmayacaktır ama bütün bir üretici toplumsal ilişkiler ağını kaydetme, güçlendirme ve destekleme işlevi arttırılacak ve genişletilecektir.” (Negri ve Hardt, Duyuru, s 78)
Burada, kapitalist biçimiyle paranın ortadan kaldırılması, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve bir sınıf olarak ortadan kaldırılması yoktur. Son noktada, “yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmak” vardır. Negri, ‘sosyalizm’ deneyiminden rahatsızlığını ve burjuvaziye göz kırpışını ifade etmek üzere, “demokratik kontrol”e vurgu yapmaktadır. Ancak burjuvazi mülksüzleştirilmediği sürece demokratik kontrol demokratik safsata olmanın ötesine geçemez! Demokratik kontrolünün ilk koşulu olan bu devrimci hamle, Negri için ya yoktur ya da korkunçtur!
Öyleyse Negri’nin çokluğunun talepleri ve mücadelesinden ne bekleniyor? Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devam ettiği ya da bu konulara hiç girilmediği koşullarda “çokluk”un iletişim ve bilgi ağını kontrol altına aldığı demokratik bir toplum… Belki Spinoza çağında bu ilerici bir hayal olabilirdi. Bugün ise saf bir ütopya bile olamaz!

KAYNAKLAR
Bulduruç, Süleyman Yılmaz (2008) “‘Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a Sınıfçı Tarihselciliğin Özne Arayışı”, Teori ve Politika Dergisi, Sayı:45
Marx, Karl (1997) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1999) Artı-değer Teorileri, I. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2000) Kapital I. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2003) Kapital III. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Mısır, Mustafa Bayram ve Çelik, Sinan Kadir (2002) “İmparatorluk’un iyimser Metafiziği”, Praksis, Sayı:7, s. 267-304.
Özgün, Aras (2011) Otonomist Marksist Kuram İçerisinde Sınıf Kavramı, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,62,0,0,1,0, 25 Haziran 2013.
Negri, Antonio (1999) “Siyasal alanın krizi”, Birikim Dergisi, Sayı: 122, s. 85–89
Negri, Antonio (2005) Devrimin Zamanı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio (2013) Porselen yapımı, İstanbul: Monokl Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2003) Dionysos’un Emeği, İstanbul: İletişim Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Çokluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2012) Duyuru, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Savran, Sungur (2002) “‘Alternatif küreselleşme’ mi, Proleter Enternasyonalizmi mi?: İmparatorluk’a Reddiye”, Praksis, Sayı:7, s. 225-266.
Spinoza, Benedictus (2009) Etika, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları
Taylor, Frederick (2007) Bilimsel Yönetimin İlkeleri, Konya: Çizgi Kitabevi.
Witheford, Nick Dyer (2004) Siber Marx – Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi, İstanbul: Aykırı Yayınları.
Wright, Steve (2006) Geçmişten Günümüze Otonomist Marksizmin Yol Haritası, Otonom Dergisi, Sayı:13, İstanbul.

Çin’in Afrika istilası

Afrika’nın her bam teline basıldığında onun sesi geliyor: Çin… Fransa, ‘İslami terör’le ‘mücadele’ için Mali’ye girdiğinde –diplomasi diliyle bağıra çağıra ifade edilemiyor ama– Çin medyası ayağa kalkıyor: “Fransa’nın derdi terör değil, asıl amaç Çin’i bölgeden ve bölgedeki hammadde kaynaklarından çıkarmaktır. Mali ve Çin arasında yakın zamanda yapılan ticari antlaşmalar dikkat çekiyordu. Fransa’nın hedefi Çin’i Sahraaltı Afrika’sından olabildiğince uzak tutmaktır.”
Tüm dünya, hatta Rus kaynaklar bile, İslami terör bir yana, Fransa’nın Mali müdahalesini, tehlikeye giren enerji kaynaklarını güvence altına alma harekatı olarak değerlendirdi. Ancak Çin devlet medyasını ayağa kaldıran bu işgal, Afrika’da Fransa ve ABD ile Çin arasındaki kıyasıya mücadele ve rekabetin lokal bir göstergesi oldu.
Afrika’da her taşın altında Çin’i bulmak giderek mümkün hale geliyor. Kıtada geleneksel sömürgecilerinin başında gelen Fransa’nın hâlâ önemli bir kontrolü söz konusu. Keza ABD’nin, 2000’li yılların başından itibaren Afrika’ya özel bir önem verdiği de biliniyor. Ancak Çin’in Afrika’daki yayılımını bunların hiçbirisi tanımlamaya yetmiyor. Çünkü hem ABD, hem de Fransa bunu engellemek üzere müdahale, darbe, rüşvet vb. her türlü aracı kullanmalarına karşın, Çin elindeki avantajları iyi kullanarak, masadan kazanarak kalkmasını, en azından şimdilik biliyor.
Çin; Afrika’da, ABD ve Fransa için açık bir tehdit durumunda. Öyle ki, ABD’nin Afrika’ya siyasal ve askeri müdahale planlarının merkezine konuşlanan ve 2008 yılına kurulan Afrika Birleşik Komutanlığı’nın (Africa United Command-AFRICOM) ilan edilmiş hedeflerine şöyle bir bakmak yeterlidir:
AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir: 1) Terörizm ile mücadele 2) Doğal kaynakların güvence altına alınması 3) Silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına alma 4) AIDS’in yayılmasını yavaşlatma 5) Uluslararası suçları azaltma 6) Çin’in artan nüfuzuna karşılık verme.
ABD ve Avrupa’da yayınlanan birçok dergi, biraz da karşı propaganda ve önlem çağrısıyla, Çin’in Afrika’daki ‘istilası’na işaret ediyor.
Bu ‘istila’nın bir diğer örneği ise, Sudan. Sudan yönetimiyle ülkesindeki “Hıristiyanların haklarını güvenceye almaması” gerekçesiyle ilişkilerini askıya alan ABD ve AB, Sudan’ı hızla ‘Çinleşmiş’ buldular. ABD, Sudan yönetimine karşı referandumla ayrı bir devlet haline gelen Güney Sudan’a tutunurken, Çin’in, hem Kuzey hem de Güney Sudan’la ilişkilerini geliştirdiği görülüyor.
Çin, Sudan’ın hemen her sektöründe önemli bir ağırlığa sahip. Son yıllarda bulunan petrol büyük oranda Çinliler tarafından çıkarılmakta ve piyasaya sürülmekte. Ülke, tabiri caizse tümüyle Çin’in güdümüne girmiş durumunda. Batının uyguladığı ambargodan bunalan Sudan yönetimi, kendisini dünya siyasetinde önemli bir aktör olan Çin’e yakınlaşmak zorunda hissetmiş, bu açıkça görülüyor. Uluslararası platformlarda Çin’in desteğine ihtiyaç duyan Sudan tüm yatırım alanlarında Çin’e kapılarını sonuna kadar açmakta ve Çin her geçen gün Sudan’daki varlığını daha da güçlendirmektedir.
ABD, Sudan’daki Çin etkisine karşı açık bir mücadele içinde. Sudan’ın iç meselelerine doğrudan müdahil olarak, hem Sudan yönetimini hem de Sudan’daki Çin etkisini dize getirmeyi hesap ediyor. Güney-Kuzey barışının ardından, bölgede Darfur sorununu gündem edinen ABD, bu sorun üzerinden Sudan’a yönelik baskı politikası izliyor.
Keza Orta Afrika Cumhuriyeti… Seleke isyancılarının Başkent Bangui’yi ele geçirmesi ve hükümeti devirmesine, ülkede önemli bir askeri varlığı ve etkisi bulunan Fransa nedense ses çıkarmamıştır. Çünkü devrik başkan Francois Bozize, 2012 Temmuz’unda altın ve elmas madenlerinin işletme hakkını Çin şirketlerine vermişti. Dolayısıyla, Fransa’nın, kendi kontrolündeki bir hükümeti devirme girişimi karşısında kolayca ‘terör’ olarak tanımlayabileceği bir isyan, Çin etkisini yok etmek söz konusu olunca, ‘tarafsız kalmayı gerektiren’ bir halk tepkisi olarak algılanmıştır. Fransa’nın konuyla ilgili resmi açıklaması ise çarpıcıdır: “Fransa, Afrika ülkelerinin içişlerine karışmayı doğru bulmamaktadır.”
Dolayısıyla ABD ve Fransız emperyalizminin Afrika’ya yönelik her politika, uygulama ve söylemi; bölgedeki Çin etkisini hedefe koyarken, onu azaltmak ve ortadan kaldırmak üzere bir stratejiyle birleşiyor. Tabii, Çin de boş durmuyor…

ÇİN’DE KAPİTALİZM VE ÇİN’İN KAPİTALİZM İHRACI
Çin yayılmacılığı açısından dönüm noktasının 1978 reformları olduğu söylenebilir. Çin’de ibrenin tamamen piyasadan yana kırılması, ‘Kültür Devrimi’ sırasında ÇKP’den uzaklaştırılan Deng Xiaoping’in 1978 yılında parti içinde ve dolayısıyla ülkede iktidarı ele geçirmesiyle başladı. Deng Xiaoping’in “iki raylı yaklaşım” olarak adlandırılan reformlarıyla, ekonominin planlı bölümünün yanında, piyasaya dayanan bir ekonomik alan oluşturulması kararlaştırıldı. İlk adımlar kırlardaki köy komünlerinde atıldı. ‘Hanehalkı sorumluluğu’ sistemiyle her aile belirli bir üretim miktarının üstündeki ürününü piyasada satmaya başladı. Başlangıçta ek gelir gibi gözüken bu uygulama, bir süre sonra köylülüğün milyonlar halinde mülksüzleştiği serbest piyasa ekonomisinin yolunu açtı. Deng Xiaoping reformlarında amaç yalnızca piyasanın alanını genişletmek değil, tüm ülkeyi hızla uluslararası tekellere (resmi literatüre göre “sosyalist modernizasyon”a) açmaktı.
1979 yılında, 2 güney kıyı eyaletinde 4 özel ekonomik bölge kuruldu. Burası tamamen yabancı sermaye yatırımları için tasarlanmıştı, öyle de oldu, ‘başarı’ sağladı. 1984’te, 14 kıyı şehri Açık Sahil Şehri ilan edildi.
1984 sonrasında, sanayi ve hizmet sektöründe de özel işletmelerin kurulmasındaki kısıtlamalar aşamalı olarak kaldırıldı. Doğrudan yabancı yatırımlara izin verilirken, devletin dış ticaret üzerindeki tekeli kaldırıldı. Böylece tamamen piyasaya dayanan bir ekonomik yapı oluşturuldu.
Fiyatlarda piyasanın belirleyiciliği yüzde 3’ten yüzde 96,6’ya çıktı. 2003 yılına gelindiğinde, üretilen artı-değerin yüzde 59’u özel sektör tarafından yaratıldı.
2004 yılında, anayasada piyasa ekonomisinden geri dönüşün olamayacağı ifade edilirken, olası kamulaştırılmalara karşı burjuva özel mülkiyet güvenceye alındı. 2005 yılında, özel şirketlerin elektrik, su, finansal hizmetler gibi alanlarda faaliyet göstermesini engelleyen düzenlemeler ilga edildi. Günümüze gelindiğinde, Çin, özel ekonomik bölgeleri, açık sahil şehirleri, köylerinde mülksüzleşip şehre gelerek işçileşen yüz milyonlarca köylüsü, ucuz işgücü ve büyük ‘yatırım’ avantajlarıyla dünyanın en önemli yatırım ve üretim cehennemi haline geldi.
Güvencesizlik ve düşük ücret, ağır çalışma koşulları, yani neoliberalizmin çalışma yaşamında hayata geçirmek istediği ne varsa, Çin’de tek parti diktatörlüğü altında (Çin Komünist Partisi dışında görünüşte 8 parti daha vardır, ama ÇKP’yi desteklemektedirler) yaşama geçirildi. Neoliberalizmin kapitalist dünyanın geri kalanında uygulamak istediği “koalisyon yerine tek parti”, başkanlık sistemi vb., ‘istikrar’ sağlayan siyasal yapı, Çin’de başka bir biçimde yaşama geçirilmiş durumda. Bu ‘düzen’ içerisinde emekçilerin demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırıldığı gibi ‘baskı istikrarı’ da sağlanmıştır.
Çin’de devasa bir döviz rezervi ve sermaye birikimi sağlayan Çin burjuvazisi, enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliğini sağlamak, yeni sömürü alanları bulmak ve diğer emperyalist tekellerle mücadeleyi ‘kazanmak’ üzere tüm dünyada yatırım fırsatı kolluyor. ÇKP üyesi de olan Çinli milyarderler, devlet desteğiyle yeni sömürü bölgelerine büyük avantajlarla girmesini de biliyor. Afrika da, emperyalistler arası mücadele ve sömürü rekabetinde başlıca alanlarından birisi.
Çin Devlet Başkanları her yıl deniz aşırı ilk ziyaretlerini Afrika ülkelerine yapıyor. Yeni Devlet Başkanı Xi Jinping de, bu ‘yeni’ geleneğe uyarak, ilk ziyaretini Tanzanya’ya gerçekleştirdi. Jinping’in ziyaret rotası, elbette, Çin’in dış politikasındaki önceliklere işaret ediyor.
Çin’de serbest piyasa alanının devasa genişletilmesi, yabancı yatırımcılara tüm kapıların sonuna kadar açılması, ucuz işgücü ve trilyon dolarlara varan sermaye birikimiyle, Çin, dünyanın kapitalist üretim cehennemi haline geldi. Zaaf ve bağımlılıkları bir yana, ülke içindeki bu devasa birikim, yine devasa nüfusla birleşince, bu gücün devamlılığı için gerekli enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliği, yine biriken para-sermayenin ülke dışında verimli alanlarda değerlendirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Siyasi ve askeri bileşenleriyle birlikte bu ekonomik gereklilik, Çin dış politikasının yayılmacı eksenini oluşturdu. Bu nedenle, bu dış politika konseptinin köklerini; Çin’de “serbest piyasa reformları”nın önemli bir dönüm noktası olan 1978 Deng Xiaoping “reformları”nda bulmak mümkündür. İşte bu kapsamda, Afrika, Çin için geçmişteki ‘siyasal’ anlamının çok çok ötesinde anlamlar kazanmış, dış politikasının önemli bir bileşeni ve merkezi faktörlerinden birisi haline gelmiştir. Afrika-Çin ilişkilerinin bu kapsamdaki değişimi çarpıcıdır.

AFRİKA-ÇİN İLİŞKİLERİ TARİHİNE BAKIŞ
Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 yılında, Afrika ülkelerinin büyük bir bölümü gibi, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir ülkedir. Bugünü bir yana, Çin, Afrika’da; ABD, Fransa ve diğer sömürgeci ülkeler gibi ‘beyaz’ sömürgeciliğinin ‘teşhir olmuş’ temsilcilerinden biri değildir. Batı emperyalizminin Afrika’da yaptığı katliamlar, köle ticareti, apartheid rejimi, yönetimde siyahlara en ufak bir söz hakkı dahi vermemesi, bütün bunlar Afrika’da Batı emperyalizmine karşı büyük bir öfke ve güvensizlik yarattı. Bu, Afrika’nın geniş halk kesimleri için böyle olduğu kadar, Afrikalı yöneticiler için de tarihsel bir referanstır. Afrikalı bir devlet temsilcisi, en çok da “aşağıdan” halktan gelen baskıyla Batılı ‘beyaz’a karşı tarihsel ve geleneksel bir tepki ile yaklaşırken, Çin’in devraldığı böyle bir miras yoktur. Tersine Çin, şu veya bu düzeyde Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelelerini “üçüncü dünyanın kurtuluşu” olarak selamlamış ve bir biçimde (en azından bir dönem) dayanışma içinde olmuştur.
Çin’in hem Afrika’da kötü bir geçmişi ve anısının olmaması, hem de bugünkü Afrika devletlerinin kuruluşu olan ulusal kurtuluş mücadelelerine desteği önemli bir avantajı olarak hanesinde yazılı. Bu, elbette Afrika yönetimlerinin Batı emperyalizmine karşı bağımsızlıkçı bir tutum aldıkları anlamına gelmiyor. Ancak Çin’le ilişkiler, ticaret, Batı’ya göre hem daha fazla kazanç sağlamaya müsait, hem de halk yığınları açısından daha meşru görünüyor. Çin de bunu sonuna kadar değerlendirdi, değerlendiriyor.
Çin’in Afrika ile ilişkilerinde önemli bir başlangıç noktası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen ulusal kurtuluş hareketleridir. Çin ile Afrika arasındaki ilişkiler, Afrika’da ulusal özgürlük mücadelelerinin boy gösterdiği ve bağımsız devletlerin kurulduğu 1950-70’li yıllar arasında yükselmiştir. Bu dönemde Çin’in vurgusu, emperyalizme karşı sömürge/yoksul dünyanın dayanışmasıydı.
Özellikle iki tarih önemlidir: Birincisi, 1955 Nisan’ında Endonezya’nın Bandung kentinde yapılan Asya-Afrika Konferansı’dır. Çin, 1954 yılında Hindistan ile anlaşmaya vardığı Barış İçinde Yaşamanın Beş İlkesi’ni 1955 yılında 29 Asya ve Afrika ülkesinin katılımıyla gerçekleşen Bandung Konferansı’na taşımıştır. Konferans, farklı politika sahibi ülkeleri kapsadığından, etkili bir sonuçtan bahsetmek mümkün değildir. Ancak Çin ve Afrika ilişkileri açısından önemli bir fırsat olmuştur. İkincisi ise, 1957’de kurulan ve aynı yıl ilk konferansı gerçekleştirilen Afro-Asyalı Halkların Dayanışma Organizasyonu’dur (Afro-Asian People’s Solidarity Organization – AAPSO). Bu iki konferans, Bağlantısızlar Hareketi’nin temelini oluşturmuşlardı .
1960’ların başında Sovyetler ile Çin arasındaki gerilim, bu konferanslara katılan Afrika ve Asya ülkeleri üzerindeki etki mücadelesine dönüştü. Çin bu dönemde bazı Afrika ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine para ve silah yardımında bulunurken, Başbakan Çu En Lay 14 Aralık 1963’ten 4 Şubat 1964’e kadar Afrika ülkelerine ziyaretler gerçekleştirdi.
Bunlar, bir Çin başbakanının Afrika ülkelerine düzenlediği ilk ziyaretlerdi. Çu En Lay gezisinde; “yoksul dostlar” arasında karşılıklı ekonomik yardımlaşmayı savunup, “büyük ve güçlü” ülkelerin, zayıf ve güçsüz ülkelere dayattığı zorbalığa savaş açma çağrısı yaptı. En Lay, kendisinin “yoksulun, yoksula yardım etmesi” olarak adlandırdığı politikayı ifade ederken; hem Washington’la, hem de Moskova ile ‘siyasi’ bir savaş içerisine girildiğini ifade etmişti . Bu dönemde, Çin-Afrika işbirliği ve yardımları, en azından “ulusal kurtuluş mücadelelerine destek” ile ifade edilebilecek bir siyasi hatta dayanıyordu. Daha sonra, bu, Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki kutuplaşmadan ‘bağımsız’ kalmış (önemli bir kısmı da bu iki kutuptan birisiyle hareket eden) ‘yoksul’ bağlantısızlar hareketi ülkeleriyle, hem de bunların kimi gerici liderleriyle dayanışma ve işbirliğine kadar ilerledi.
Bununla birlikte, 1960’lı yılların ortalarında Çin ile Afrika ülkeleri arasında önemli anlaşmazlıklar da olduğunu belirtmek gerekir. 1965 yılında Burundi, Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gana ve Tunus Çin’le diplomatik ilişkilerini kesmiş, Kenya ise Çin’in diplomatlarını sınır dışı etmişti .
Çin, bu ‘ikili’ ilişkiler içinde Afrika’ya bağış biçiminde yardımlar sağlamaya başladı. Çin’in yardımları, bir ölçüde olsa da, hafif sanayi, ulaşım, tarım, su kontrolü ve sulama, kamu sağlığı, enerji, iletişim, spor, kültürel tesisler ve ağır sanayi gibi çeşitli sektörlere aktarılıyordu. 1960’ların sonuna doğru, 600 milyon doların üzerinde bir maliyete sahip olan dev Tanzanya-Zambiya demiryolu (1967–1975) 15 bin Çinli işçinin yardımıyla inşa edilmiş ve Çin-Afrika ilişkileri için önemli bir sembol olmuştur .
Bu destek, 1970’li yıllarda, bağımsızlığını yeni kazanan bu ülkelere gönderilen doktor, mühendis ve öğretmenlerle devam etmiştir. Sonuç olarak, ilişkilerin belirleyici etkeni siyasal olmuş, bu dönemde Çin’in Afrika ülkeleriyle yakınlaşması “kendisi gibi Batı sömürgeciliğinin sıkıntısını yaşamış olan ülkelerle dayanışma” çerçevesinde gelişmiştir .
Bununla birlikte, Çin’in politikası, emperyalizme karşı mücadele eden devrimci hareketleri destekleme ile gerici ülke yönetimleriyle dayanışma perspektifi arasında gidip gelmiştir. Örneğin Çin, Angola’da Portekiz sömürgeciliğine genel olarak karşı çıkarken (!) Angola’nın özgürlük hareketine hiçbir belirgin destek vermemişti. Çin’in Afrika’nın özgürlük hareketlerine verdiği destek, büyük ölçüde, giderek Çin’in jeopolitik ilgisi ve değişik ulusalcı gruplar arasında salınması şeklinde gerçekleşmeye başladı ve belli bir uyum ya da süreklilik arz etmekten uzaklaştı .
1978 yılında Deng Xiaoping liderliğindeki ‘piyasa reformları’na odaklanan Çin’in Afrika ile ilişkileri bir süre durakladı. Afrika’ya gerçekleştirilen toplam Çin yardımları, 1976 yılından 1982 yılına gelindiğinde, 100.9 milyon dolardan 13.8 milyon dolara geriledi. Ancak yardımlar gerilerken, iki bölge arasındaki ticaret ilerledi. Çin ve Afrika arasındaki ticaret, 1976 ile 1988 yılları arasında, 300 milyon dolardan 2.2 milyar dolara yükseldi. Bunun nedeni, Çinli liderlerin ekonomik modernizasyona, yabancı pazarlara ve sermayeye yatırımlarına öncelik vermeye başlamış olmalarıdır. Böylece Çin’in Afrika siyaseti, ‘ulusal özgürlük mücadelelerine’ destekten ziyade, Çin’in ekonomisini güçlendirecek yeni ticari bağlar aramaya dönüşmüştür .
Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’ların sonlarına gelindiğinde yeni bir dönem başlamıştır. ‘Küresel güç’ olabilmek için zorunlu olan enerji kaynaklarının güvenlik altına alınması konusu 1990’ların ortalarından itibaren Çin dış siyaseti için anahtar bir güdü haline geldi.
Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in 1996 yılındaki Afrika ziyareti sırasında, diplomatik ve ekonomik açılımlar bağlamında, 6 Afrika ülkesiyle 23 ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması imzalandı. Zemin, Çin-Afrika işbirliği çerçevesinde 5 maddelik bir çerçeve de ortaya attı: İki bölge arasındaki ‘içten’ dostluğun arttırılması adına tüm ilişkiler eşitlik, egemenliğe saygı duymak ve birbirinin işlerine müdahalede bulunmamak, ortak çıkar bağlamında birlikte gelişme, küresel meselelerde arttırılmış bilgi paylaşımı ve işbirliği ve son olarak da adil ve dürüst bir uluslararası ekonomik ve siyasi düzen peşinde koşmak maddelerine dayandırılmalıydı. Bu beş maddelik öneriyi, 2000 yılının Kasım ayında, Pekin’de Afrikalı ve Çinli bakanlar tarafından gerçekleştirilen ve kalıcı bir Çin-Afrika İşbirliği Forumu (Forum on China-Africa Co-operation – FOCAC) kurulmasına yol açan bir konferans izledi. İlk gerçekleştirildiği yıldan bu yana Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştiren bir araç haline gelen FOCAC’ın diğer toplantıları, 2003, 2006, 2009 ve 2012 yıllarında gerçekleştirildi.
Özetle, Çin’in Afrika politikası, ‘emperyalizme karşı dayanışma’dan klasik bir ekonomik yayılmacı ve sömürgeci ilgiye dönüşmüştür. Bugün Çin’in dış politikası “değişken, farklılaştırılmış ve proaktif”tir. Yeni stratejisi ile Çin, kaynak diplomasisi yanı sıra “yumuşak güç”ün çeşitli biçimlerini kullanmaktadır. Kültürel ve akademik paylaşımın artırılmasına çabalanan kamusal ilişkiler, sağlanan dış yardım, yatırımlar yumuşak gücün başlıca araçlarıdır. Bu ekonomik ilgi hammaddelere erişim, yatırımlar aracılığıyla nüfuz alanlarını genişletme, ticaret ve askeri ‘yardımlar’ şeklinde yaşama geçmektedir .

AFRİKA’NIN ÇİNLEŞMESİ!
Çin’in, Afrika’da hızlı bir biçimde ekonomik ve siyasal etkisini artırdığı bir sır değil. Dünyanın üretim havuzu Çin, ekonomik gelişimini devam ettirmek için büyük miktarda enerji ve hammaddeye ihtiyaç duyuyor. İşte bu ihtiyaçlar; Çin’in dış politikasının önemli bir belirleyicisi durumunda.
Dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkeleri Ortadoğu’da bulunmaktadır. Sadece bu durum bile, Ortadoğu’nun çatışma, entrika ve emperyalist müdahalelerin merkezi olma sebebini açıklayabilir. Bölgede dünyanın en büyük tekelleri yoğun bir faaliyet içindedir. Çin de bu bölgeyle petrol alışverişi halindedir. Ancak Ortadoğu petrolleri Çin’in kontrolünde olmaktan çok uzaktır. Çin, bu çerçevede hem Orta Asya’da bölgesel birlikler ve ticari ilişkiler kurmakta, hem de özellikle ABD ile mesafeli olan Latin Amerika ülkeleriyle genel olarak ticaretini özelde de petrol ithalatını geliştirmektedir.
Ancak Çin açısından Afrika özellikle önemlidir. Dünyanın paylaşılmış (elbette yeniden paylaşılmaya aday) enerji kaynaklarının yanında, Afrika, mevcut ve potansiyel enerji kaynakları açısından henüz tam olarak paylaşılmamış bir bölgedir. Çin, buradaki boşluğu değerlendirmek için ABD ve Avrupa ülkeleriyle kıyasıya bir mücadele içine girmiştir.
BP verilerine göre, dünya kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 9.6’sı Afrika kıtasında. Dünya petrol rezervlerinin dağılımında, 1989 yılında Afrika kıtası yüzde 5.9’luk bir paya sahipken, bu oran, 1999’da yüzde 7.8’e, 2009 ise yüzde 9.6’ya yükseldi. Böylece Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi. 2025 yılına kadar Afrika’nın petrol rezervlerinin yüzde 91 oranında artması bekleniyor.
Çin, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük petrol tüketicisi ülkesi. Dünyanın üretim cehennemi olan Çin’de devasa bir petrol talebi olması da gayet doğal. Çin, petrol ithalatının önemli bir bölümünü, yani dörtte birini Angola, Cezayir, Çad ve Sudan kanalıyla Afrika’dan karşılıyor.
Çin; Ekvator Ginesi, Gabon ve Nijerya’daki enerji yatırımlarını da hızla arttırıyor. Çin’in Sudan petrolü üzerindeki kontrolü ise tartışmasız. Çin Ulusal Petrol Kurumu, 1995 yılında Sudan’da petrol araştırmaları yapma hakkını elde etmişti. Washington’un Sudan ile ilişkilerini kesmesinden 2 yıl sonra, Çin, Sudan’ı denizaşırı petrol üretim üssü haline getirerek boşluğu doldurdu. Sudan, petrol ihracatının yarıdan fazlasını Çin’e yapıyor, Çin ise, toplam petrol ihtiyacının yüzde 5’ini Sudan’dan karşılıyor.
Çin’e deniz aşırı petrol ihracı esas olarak Somali körfezinden yapılıyor. Afrika’nın güneydoğusundaki korsan faaliyetleri Çin’in enerji geçiş yollarını tehdit etmektedir. Dolayısıyla Afrika’da ekonomi, enerji ve askeri alanlardaki kontrol Çin açısından zaruridir.

***
Çin’in Afrika ‘istilası’, ihracat ve ithalat hacmindeki genişlemenin yanı sıra  hızla artan yatırımlarından kaynaklanıyor. Çin dünyanın en çok yatırım çeken ülkesi olduğu gibi, ulusal sermaye birikimini hızla gerçekleştirmekte olan Çinli tekeller dünya genelinde yeni yatırım alanları arayışı içinde. Çin’de işgücü oldukça ucuzdur; ancak artan yatırımlarla beraber bir ölçüde yükselmektedir. Diğer yandan Çinli sermayedarlar için Çin içindeki yatırım kadar ülke dışında ve özellikle madenlerde yapılacak yatırımlar da önem taşımaktadır. Çin devleti de bu tür yatırımları teşvik etmekte, Çin yayılmacılığının aracı olarak kabul etmektedir.
Afrika, Batı emperyalizminin özellikle maden ve enerji kaynakları açısından yağmaladığı, ama iç çatışma ve istikrarsızlık nedeniyle de gerçek üretici yatırımlardan uzak durduğu bir bölge. Çin ise, hem enerji ve maden yatırımları hem de diğer yatırımlar açısından Afrika’yı ‘bakir orman’ misali yağmalamak, Afrika ülkeleriyle bu yatırım ve projeler kapsamında ilişkilerini geliştirmek üzere yoğun bir faaliyet halinde. 2010 yılında 1700’e yakın Çin firması Afrika’da 10 milyar dolar doğrudan yatırım yaparken, bu rakamın 2015’te 50 milyar doları bulması bekleniyor.
Yeraltı zenginlikleri, tarıma elverişli arazileri Afrika’yı özellikle cazip kılıyor. Kıta, yeryüzündeki altının yüzde 40’ına, platinyum ve kromun da yüzde 80’ine sahip. Tarıma elverişli, ama ekilmemiş arazi ise, kıtanın yüzde 60’ını oluşturuyor. Araştırmacılara göre, Afrika’da keşfedilmeyi bekleyen daha birçok zenginlik gizli.
Afrika, Çin’in gözünde hem ucuz doğal kaynak cenneti, hem de doğrudan yatırım yapmak için fırsatlar merkezi. Örneğin, Çinli tekstil şirketlerinin Afrika’da şirket kurmasıyla, Çin’e uygulanan birçok Amerikan veya Avrupa kotasını ortadan kaldırılmış oluyor.
Çin, dünyanın en büyük kereste tüketicisi durumunda. Toplam çinko üretiminin yüzde 30’u, demir-çeliğin yüzde 27’si, kurşunun yüzde 25’i, alüminyumun yüzde 23’ü, bakırın yüzde 22’si Çin tarafından tüketiliyor. Çin, Mozambik’te kereste için ağaçları, Sudan’da petrolü, Zambiya’da bakır madenlerini, Zimbabve’de uranyumu, Kongo’dan kobaltı direkt yatırım yaparak alıyor .
Çin, bu doğal kaynaklara ulaşmak için altyapı yatırımları da yapıyor: Angola’ya hızlı tren hattı döşüyor. Nijerya’ya uydu, kırsal Gana’ya telekomünikasyon ağı kuruyor. Hastaneler, su depoları, boruları, ray hatları, havaalanları, oteller, futbol statları, parlamento binaları gibi birçok bina ve altyapı çalışması Çinliler tarafından doğal kaynaklara ulaşmak için inşa ediliyor. Küçük Lezoto’da süper marketlerin yarısından çoğu Çinliler tarafından işletiliyor. Birçok Çinli fabrikaya ev sahipliği eden Mauritius’ta Çince, okul eğitim programına eklenmiş durumda.
Afrika’da; gericilikler ile bağımsızlıkçıları karıştırarak da olsa sürdürülen “emperyalizme karşı dayanışma” ilişkilerini geride bırakan Çin’in, Afrika’daki esas ‘istilası’ 2000’li yıllarda başlamıştır. Kasım 2000’de Pekin’de gerçekleştirilen ve 44 Afrika ülkesinden temsilcinin katıldığı Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi’nde iki bölge arasında stratejik ortaklığın temelleri atılmıştır. Zirve sonrası deklare edilen Pekin Deklerasyonu, Çin ve Afrika’nın ortak kalkınmasını sağlamak amacı ile ticaret, finans, sağlık, tarım, teknoloji, kültür ve eğitim alanlarında yeni anlaşmaların zemini olmuştur.
Çin’in Afrika ile ticareti 2000 yılında 10.6 milyar dolar iken 2008 yılında 100 milyar doları aşmıştır. 2009 yılında, Çin, ABD’yi geride bırakarak, Afrika’nın en büyük ticari partneri unvanını elde etmiştir. Çin-Afrika ticaret hacmi, 2010 yılında 120 milyar doları, 2012’de ise 200 milyar doları aşmıştır. 2012’de ABD’nin Afrika ticaret hacmi ise, 100 milyar dolar civarındadır. Afrika’nın ‘gelişmekte’ olan ülkeler ile ticaret hacmi bir önceki 10 yıla oranla yüzde 23’den yüzde 39’a yükselmiştir. Afrika Kalkınma Bankası verilerine göre, Afrika’nın gelişmekte olan ülkeler arasında en büyük beş partneri yüzde 38.5 ile Çin, yüzde 14.1 ile Hindistan, yüzde 7.2 ile Kore, yüzde 7.1 ile Brezilya ve yüzde 6.5 ile Türkiye’dir.
Çin’in Afrika ülkelerinden yaptığı değerli maden ve petrolün tüm ithalat kalemlerine oranı, yüzde 95 seviyesinde seyretmektedir. Afrika’dan hammadde alıp bitmiş ürün satan Çin’in başlıca ihracat kalemleri ise, makine, tekstil, ayakkabı ve plastik ürünlerden oluşmaktadır. Çin’in kıtadaki başlıca ticaret partnerleri ise, yüzde 24 ile Angola, yüzde 17 ile Güney Afrika, yüzde 8 ile Sudan, yüzde 7 ile Nijerya ve yüzde 6 ile Mısır başta gelmektedir.
Çin-Sahra Altı Afrika İşbirliği Forumu’na göre, 2000 yılından bu yana Çinli firmalar Afrika genelinde 60 bin km asfalt yol ve 3.5 milyon kw elektrik üreten elektrik santralleri inşa etmiştir. UNCTAD’ın 2010 Dünya Yatırım Raporu, Çinli firmaların Afrika’ya yaptıkları doğrudan yatırımlarda da büyük artış yaşandığını ortaya koymaktadır. Çin’in en çok yatırım yaptığı üç ülke Sudan, Nijerya ve Güney Afrika’dır.
Çin, ayrıca, ‘karşılıksız’ kalkınma yardımları ve düşük faizli kredi, borç silme gibi kolaylıklar sağlayarak, Afrika ülkeleri ile ilişkilerini hızla arttırmaktadır. 2008 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DRC) ile uzun vadeli altyapı anlaşması imzalayan Çin, Mashamba West ve Dikuluwe’deki 50 milyar dolar rezerve sahip iki önemli bakır madeninin 9 milyar dolara işletmesini almıştır. İmzaladığı 6 milyar dolarlık anlaşma ile de 3.900 km otoyol, 3.200 km demiryolu, 32 hastane, 145 sağlık ocağı ve iki üniversite inşa etmek üzere anlaşmıştır. Benzer bir operasyonu Zambia’da gerçekleştiren Çin, bu ülkedeki Copper Belt eyaletini özel ekonomik bölge ilan ederek, 800 milyon dolar tutarında çeşitli kalkınma projeleri başlatmıştır. Çin, AB ve ABD’nin ilgi duymadığı Çad, Zimbabve gibi ülkelerle de ikili ilişkilerini geliştirmektedir.
Afrika ülkelerinin altyapı yatırımlarında ve dış ticaretinde önemli bir yer tutan Çin, hızla baş aktör haline gelirken, Avrupa Birliği ve ABD’nin ise kıta ile ticaretlerinde gerileme yaşanmaktadır. Çin Afrika ile dış ticaretlerinde fazla verirken ABD ve AB ülkeleri açık vermektedir. Afrika mallarının en büyük alıcısı Amerika iken Çin Afrika’nın en büyük mal tedarikçisidir.

AFRİKA’DA KIZIŞAN REKABET
Çin emperyalizminin Afrika’daki bu hamleleri; elbette ekonomik ilişkilerle sınırlı değil. Çin; Afrika’da siyasetinden ideolojisine, kültüründen medyasına kadar her alanda yoğun bir faaliyet halinde.
Çin, Afrika ile ilişkilerini “Barışçıl Yükseliş” tezi ve dış politikada “Harmonik Dünya” yaklaşımı çerçevesinde tanımlıyor. Çin’in Afrika’daki yayılımına gelen tepkiler üzerine, 2005’te, New York’taki BM toplantısında, Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, “Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin Harmonik Dünya Dış Politikası çizgisinde olduğunu ve tehdit içermediğini” söylemişti.
Çin’in, Afrika ile ilişkilerinde en temel vurgulardan birisi ‘eşitlik’ oldu. “Çin’in, Avrupa’nın aksine hiçbir zaman Afrika’yı sömürmediği” sık sık hatırlatıldı. Çin Başbakanı Wen Jia Bao, 2006’daki Güney Afrika ziyaretinde “Çin tarih boyunca Afrika’nın bir karış toprağını bile işgal etmemiştir” demişti. Çin-Afrika Karma Toplantıları Pekin Zirvesi’nde Çin Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, yine, ‘eşitlik’ ve ‘denklik’ ilişkisini özellikle vurgulamıştı: “Çin ve Afrika ülkeleri arasında 50 yıldır sürekli ilerleyen ilişkilerimiz hep karşılıklı denk olma, dostluk ve destekleme esasına göre gelişmiştir. Bu ilişkilerin tarihin seyri ve uluslararası esen rüzgarların sınavındadır. Önemli olan dürüst bir şekilde bu dostluğu ve karşılıklı desteği ilerletmektir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, göreve gelmesinden kısa bir süre sonra yaptığı ilk deniz aşırı ziyaret Afrika’ya, Tanzanya’ya oldu. Ziyaret sırasında konuşan Tanzanya Devlet Başkanı Jakay Mrisho Kikwete, Çin ile artan ticaretin teknolojik yatırım getirdiğini ifade ederken, şunları söyledi: “Biz geleneksel teknoloji kullanıyoruz. Hala elimizde çapalar var. Bu şekilde tarımı geliştiremiyoruz. Gübre kullanmıyoruz. Yüksek verimli tohum kullanmıyoruz. Tarlalarımızı sulayamıyoruz. Yani bizim teknolojiye ihtiyacımız var. Büyüme sürecince bizim ihtiyacımız olan teknolojidir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, aynı ziyarette, Afrika ve dünyanın diğer bölgelerindeki faaliyetlerini hatırlatırcasına, “Ben de varım” diyordu: “Değişen bir çağa şahit oluyoruz ve değişen bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu dünyada kalkınma, işbirliği ve kazan kazan formülü zamanın trendine dönüştü. Eski sömürge sistemi çökmüştür. Soğuk Savaş döneminin grupları arasındaki uyuşmazlıklar artık yok. Dünya tek bir ülke ya da blok tarafından yönetilemez.”
Çin’in “Harmonik Dünya Dış Politikası”nda özellikle dünyanın tek bir blok tarafından yönetilemeyeceği vurgusu esastır. “Çok kutuplulaşan dünyada”, ekonomik ve siyasal olarak payını isteyen Çin, farklı güçler arasında şimdilik “harmonik bir uyumun” olması gerektiğini düşünüyor. “Barışçıl Yükseliş” tezi de bu perspektifle uyumlu. Örneğin Çin’in Afrika’daki faaliyetleri, hem Çin’in hem de Afrika’nın barışçıl bir biçimde yükselişi olarak açıklanıyor.
Çin’in eşitlik vurgusu, Avrupalı’yı karşısında gördükçe ‘beyaz’ zulmünü hatırlayan Afrikalı için oldukça önemli. Ancak, elbette sadece bir ‘vurgu’ gerçeği değiştirmekte yeterli değildir. İkili ilişkilerde bu ‘tatlı rüya’ söz konusu olsa da, hammadde ithal edip işlenmiş ürün satan, madenlere ve diğer doğal kaynaklara yatırımlar yapan yani klasik bir emperyalist sömürü mekanizmasını işleten Çin’e, Afrikalı tepkiler de yok değil:
Afrika’nın yeni emperyalizmle karşı karşıya olduğunu söyleyen Nijerya Merkez Bankası Başkanı Lamido Sanusi, Çin’i Afrika’nın sanayisini daha da kötü hale getirmek ve az gelişmişliği artırmakla suçladı. Sanusi, 11 Mart 2013’te Financial Times’a yazdığı makalede, Çin’in Afrika’dan temel ürünler aldığını ve karşılığında sanayi ürünleri sattığını ve bunun sömürgecilik tanımının özü olduğunu söyledi.
KwaZulu Natal Üniversitesi’nden Profesör Patrick Bond, Afrika ülkelerinin aldıkları yatırımlara ve yardımlara dikkat etmesi gerektiğini söylüyor. Bond, “kardeşlik” söylemlerinin ötesine bakıldığında, 19. yüzyıldan çok farklı olmayan düzensiz bir emperyalist rekabetin gözlemlenebileceğini ve Çin’in Afrika kaynaklarını sömürürken, sanayileşmeye yeterince “katkıda bulunmadığını” ifade ediyor.
Çin’in Afrika’da desteklediği projeler; hammadde üretimine yoğunlaştıkları, şeffaf olmadıkları, yeterince istihdam yaratmadıkları ve dolayısıyla kalkınmaya destek vermedikleri yönünde eleştirilere konu oluyor. Ancak buna rağmen Çin’in Afrika’da, Batılı ülkelere göre; reel yatırımlarda daha istekli olduğu, yardım konusunda daha rahat davrandığı ifade ediliyor. Çin bu konudaki başarılarının nedenlerinden biri de Çin bürokrasisi içinde de oldukça yaygın olan rüşvet ve benzeri uygulamaların Çin sermayedarlarınca rahatça kullanılıyor olması.
Çin’in Afrika’da etkisini giderek artırdığı bir diğer konu da, silah ticareti. 1990’ların sonlarında Habeşistan ve Eritre arasındaki silahlı çatışmalarda kullanılmak üzere yaptığı silah satışının tecrübesiyle, şimdi tüm Afrika, Çin silahları için büyük bir pazar. İç savaşların, isyanların ve katliamların bitmek bilmediği Afrika’da, Çin, birçok ülkeye silah satıyor ya da satmaya çalışıyor. Afrika’da yürütülen askeri operasyonlara destek veren Çin, ABD ve Rusya’dan sonra Afrika’nın üçüncü büyük silah tedarikçisidir.

***
Çin’in “yumuşak güç” faaliyetlerinden birisi de, 2000’li yıllardan itibaren ‘itibarını iade ettiği’ Konfüçyüs Enstitüleridir. 2004 yılından bu yana dünya genelinde kurulan, Çin kültürünü ve dilini yaygınlaştırmayı amaçlayan, aynı zamanda siyasal, iktisadi ve kültürel ilişkisel hedefleri de olan Konfüçyüs Enstitülerinin sayısı 350’yi aştı. Afrika ülkelerinde de, bu enstitüler hızla yayılıyor. Çin üniversitelerinde Afrikalı öğrencilerin eğitim alabilmeleri için burslar verilirken, Afrikalı işadamları ve ticaret yetkililerinin eğitim almalarını sağlanıyor. Çin eğitimleriyle Afrika’nın gelecek yönetici ve elit kuşağı içerisinde Çin etkisinin artırılması hedefleniyor.
Çin’in Afrika’da çeşitli dillerde yayın yapan televizyon ve radyo istasyonları ve bir haber ajansı bulunuyor. Çin’in bu alandaki en yeni girişimi ise Kenya’da İngilizce olarak yayımladığı bir gazete.
Çin, Afrikalı gazetecilere, Çin’de eğitim almaları için burslar dağıtırken, kendi medya kuruluşlarını kurmayı da ihmal etmiyor. Çin, AB ve ABD’yi basın/medya alanında da rahat bırakmamaya kararlı. Çin, güncel ve tarihsel gelişmeleri Çin’in çıkarları çerçevesinde Afrikalılara doğrudan ve bizzat ulaştırmak istiyor. Öyle ki, İngilizce yayın yapan CCTV Africa televizyonu, magazin programlarından sohbet programlarına; belgesellerden internet televizyon programına kadar her alanda yayın yapıyor. Çin’in resmî haber ajansı Şinhua da, Afrika’nın Sahraaltı bölgesindeki ilk mobil haber hizmetini başlatmış buluyor.
Bu medya kuruluşlarındaki çalışma tarzı ve işleyişi doğrudan Çin’e bağlı. Bu kuruluşlardan birisinde çalışan Kenyalı bir gazeteci, “Metinleri önce İngilizce yazıyoruz sonra yerel dile, Suaheli’ye çeviriyoruz. Ancak Nairobi’den canlı yayın yapmıyoruz, tüm ürettiklerimizi önce Pekin’deki merkeze gönderiyoruz, yayın oradan yapılıyor. Bunun ötesinde düzenli olarak Pekin’e gidiyoruz ve Çinlilerin çalışma yöntemlerini öğrenmek için orada kurslara katılıyoruz” diyor.
Çin medyasında, anlaşılacağı üzere hiçbir haber sansürsüz geçmiyor. Özellikle hükümetlerle iyi ilişkiler söz konusu olan ülkelerde, hükümet aleyhine ya da toplumsal huzursuzlukları yansıtan hiçbir haber yayınlanmıyor. Daha çok hükümeti öven haberler ve günlük sıradan gelişmeler haber konusu olabiliyor.

***
Dünyanın en büyük piyasası haline gelen Çin’in, devasa sermaye birikimi ve büyümesinin devamı için gereken enerji ve hammadde kaynakları, bunların güvence altına alınması ihtiyacı, dünyada ve kara kıtada yeni çatışmaları gündeme getirecek gibi gözüküyor. Çin’in; bir yandan dışa bağımlı, diğer yandan dışarıyı bağlayan ekonomik yapısı ve trilyon dolarları bulan sermaye birikimi; ülke dışında yeni yatırım alanlarını da zorunlu kılıyor.
Afrika’da iktisadi, siyasal, kültürel alanlarda, dört bir yandan gelişen Çin hegemonyası, ABD’yi ve kıtanın geleneksel sömürgeci gücü olan Fransa’yı alabildiğine rahatsız ediyor. ABD, 2008 yılında kurduğu AFRICOM’la bölgeye daha ileriden bir müdahaleyi hesaplarken, Fransa da, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve diğer ülkelerde Çin etkisini kırmak üzere askeri müdahale ve destekleri ister istemez öne çıkarmak durumunda kalıyor.
Çin emperyalizmi ise, dış politikada karşılıklı saygı, içişlerine karışmama vb. kuralları resmi politikasının tabelası olarak kullansa da diğer emperyalist devletler ne yaptıysa, özü itibarıyla aynısını yapıyor. Ancak gücü ve dünya dengeleri açısından da yaptığını ‘yumuşak güç’le yapmak durumda olduğunu, kültürel ve diğer ilişkilerin buna katkı sunacağını biliyor.
Ancak diplomasi diliyle, onun arkasındaki ekonomik ve siyasi, hatta askeri ilişkiler arasındaki açı farkı, mesele Afrika olunca, daha da açılacak gibi gözüküyor. Fransa’nın ve ABD’nin her adımında ayağına basılan Çin, Çin’in her adımında ayağına basılan Fransa ve ABD daha fazla bağıracak. Zengin doğal kaynaklara sahip olan Afrika halklarının bu sömürü ve çıkar çatışmasına mahkum olmadığı ise açıktır. 1960’lı yılların bağımsızlıkçı mirasını alıp sosyalizme taşımaksa, yine açıktır ki; Afrikalıların kurtlar sofrasından tek kurtuluşudur.

ABD, Afrika ve AFRICOM

ABD, geçen yılın Ocak ayında açıkladığı yeni savunma stratejisinin merkezine Asya-Pasifik’i koydu. 2011 yılında, dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, dış politika dergisi Foreign Policy’nin Kasım ‘11 sayısı için kaleme aldığı “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” adlı makalesinde de dış politikada strateji güncellemesinin ip uçlarını vermişti.

Yeni savunma doktrininde Asya’ya verilen önemi ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, bir basın toplantısı sırasında şu sözlerle ifade etmişti: “Eğilimlerin tümü, yani demografik, jeopolitik, ekonomik ve askeri eğilimler, Pasifik’e meylediyor. Bu yüzden gelecekteki stratejik meselelerimiz büyük ölçüde Pasifik bölgesinden kaynaklanacak.”

ABD’nin yeni savunma stratejisini izah eden 8 sayfalık rapor, Bush döneminde ‘uluslararası terörizm’e karşı Güney Asya ve Ortadoğu merkezli bir strateji izlendiği tespitiyle başlıyor. Irak ve Afganistan’da ‘karşı ayaklanma’ ve istikrar operasyonlarının yürütüldüğü belirtilirken, artık büyük ve uzun süreli istikrar operasyonlarına teşebbüs edilmeyeceği ileri sürülüyor.

Stratejinin merkezinde Asya-Pasifik’in olmasındaki etkenlerden birisi “bölgedeki büyük yatırım olanakları” iken, diğeri, açık ki, Çin başta olmak üzere, ABD’nin hesaplarının dışında politika geliştirebilen güçlerin varlığı. Raporda; Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD ekonomisini ve güvenliğini etkileme potansiyeli bulunduğu kaydediliyor.

ABD’nin Asya Pasifik merkezli yeni stratejisi, Ortadoğu ve dünyanın diğer bölgelerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. İran temel tehditlerden birisi… “Terörle mücadele” konsepti ve enerji güvenliği açısından Ortadoğu’daki gelişmeler de elbette ABD için vazgeçilmez önemde…

Peki, Afrika, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisi ve kaynayan kazan Ortadoğu bağlamında nerede duruyor?

Üç başlıktan bahsedilebilir:

Birincisi; ABD’nin yeni güvenlik stratejisinin merkezine koyduğu Asya-Pasifik’in temel gücü Çin… Ve Çin, Asya’daki faaliyetlerinin yanı sıra Afrika, özellikle Sahra Altı Afrika ülkeleriyle hızlı bir biçimde ekonomik ve askeri ilişkilerini geliştiriyor. ABD’nin, Afrika’daki Çin ‘yayılmacılığı’na karşı eli kolu bağlı oturması beklenemez.

İkincisi; ABD’nin ithalata bağımlı petrol talebinin bugün için yüzde 16’sı Afrika’dan karşılanıyor. 2015’te bu oranın yüzde 25’e çıkarılması hedefleniyor. Ayrıca Afrika’nın yeni yatırımlar için müthiş kârlı ve gelecek vaat eden bir ‘ışık’ olduğu tespitleri, hem ABD Hükümeti hem de hükümetin çizgisindeki yayın organlarında yapılıyor.

Üçüncüsü; Afrika’da yatırım ve enerji güvenliğini tehdit eden (dönem dönem anti-Amerikancı olabilen) el-Kaide ve diğer radikal İslamcı güçlerle mücadele…

***

Dolayısıyla emperyalist çelişki ve mücadeleler bağlamında Afrika, dünyanın en stratejik merkezlerinden birisi olmaya aday… 15. yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin, köleliğin ve zengin madenlerin coğrafyası, bolluk içinde kıtlığın kara kıtası Afrika; emperyalist güçlerin gündemlerinde yine ön sıralarda yer alıyor.

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’unu, hidro enerji kaynaklarını, altın, elmas, kobalt, uranyum gibi değerli ve stratejik madenleri topraklarında barındıran Afrika; 2008 kapitalist krizi ve dünya siyasetinde emperyalist kamplaşmanın netleşmesiyle önemini giderek arttırıyor.

Çin’in Afrika’daki yoğun faaliyetleri, özellikle Sahra Altı Afrika ülkeleriyle kurduğu güçlü ticari bağlar, elde ettiği ekonomik imtiyazlar ve yatırımlar; ABD ve Fransa başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin önüne Afrika konusunu daha da ciddi bir biçimde getiriyor. Kıtlık, açlık, iç savaş gündemleriyle emperyalist belgeliklerde “ikinci-üçüncü derecede” önemli bölge olan Afrika, çoktandır “birincil önemde” kabul ediliyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist dünyanın liderliğini ele alan ABD, Afrika’da sömürgeci bağları olan diğer emperyalist güçlere göre dezavantajlı bir konumdaydı. 1950’li yıllarda başlayıp 70’lere kadar devam eden ulusal kurtuluş savaşları da ABD’nin bölgedeki etkinliğini oldukça zorlaştırıyordu. Bağımsızlığını elde eden ülkelerde emperyalizme karşı öfke; ‘beyaz adam’a güvensizlik, Afrika’nın birliği ve bağımsızlığı ruhu ve inancı, emperyalizmin bölgedeki hesaplarını elbette bozuyordu. Ancak yine de galibiyetin tadını çıkararak, II. Savaş sonrasında bir yayılma ve hegemonya histerisine giren Amerikan emperyalizmi, hatta yerlerini almak üzere eski egemenlik alanlarından sürmeye giriştiği İngiltere, Fransa, Belçika gibi eski sömürgeci güçleri etkisizleştirmek üzere sömürgeciliğe karşı mücadeleleri bile destekler görüntü içinde –iktisadi, mali bağımlılığı öngörüp görünüşte siyasal bağımsızlığa göz yuman– “yeni sömürgecilik”i geliştirmeye yöneldi.

1980’lerden itibaren başlayan neoliberal yapısal dönüşüm dayatması ve Afrika’nın ‘küresel’ dünya ekonomisiyle birleşmesi projesi; kara kıtada yeniden ve hatta eski sömürgeci ilişkilerin de işin içine katıldığı emperyalist sömürü ve talanın önem kazanıp yükselişinin önünü açtı. İkinci önemde addedilen Afrika, en azından 2000’li yıllardan itibaren stratejik mücadelelerin başlıca alanlarından birisi oldu.

Sudan’ın bölünmesi ve ABD yanlısı Güney Sudan Cumhuriyeti’nin kurulması, Somali’deki ‘insani dram’ ve emperyalist müdahale, radikal İslamcı güçlere karşı ‘mücadele yarışı’ çelişen çıkarların konusu olarak gündeme geldi… Son olarak Fransa’nın ABD’nin de desteğiyle Mali’yi işgal etmesi, gözlerin yine Afrika’ya çevrilmesine neden oldu.

Afrika, 2008 Krizi’nden sonra yeni yatırım merkezleri arayan tekeller için ucuz işgücü ve ölçüsüz yağma olanaklarının sınırsız bulunduğu bir bölge olurken, yeni keşfedilen petrol ve doğal gaz rezervleriyle de dikkat çekiyor.

Amerika Birleşik Devletleri, 1999 yılından başlayarak günümüze değin Afrika’daki faaliyetlerini ciddi bir biçimde yoğunlaştırdı. ABD için 1990’larda “ikincil önemde”ki bu kıta, 2000’li yıllardan itibaren “birincil öneme” haiz bir bölge haline geldi. Amerikan şirketlerinin bölgede artan yatırımları ve uzun vadeli hesapları, bu birincil önemi daha da perçinliyor. Başta Çin olmak üzere, Fransa ve bölgenin diğer geleneksel sömürgecilerinin birbirini eze eze girdikleri rekabet, ABD’nin de bölgeye daha ciddi ve hızlı müdahalesini zorunlu kılıyor.

Afrika belki, Ortadoğu kadar emperyalist çelişkilerin henüz düğümlendiği bir bölge değil. Ancak bölgedeki yatırımlar ve askeri hareketlilik, kuzeyinde dünyanın gündemine oturan halk hareketleri, işgaller, güneyde yine halk hareketleriyle birlikte açlık ve yoksulluk, iç savaş ve dinsel çatışmalar; bölgenin önümüzdeki yıllarda stratejik hesapların göbeğinde olacağını, hatta şimdiden olduğunu gösteriyor.

AFRİKA VE ENERJİ KAYNAKLARI

Afrika’da 2 bin yıldır demir, bakır ve altın gibi madenler çıkarılıp işlenmektedir. Batı Afrika altınları, Afrikalı tüccarlar tarafından Sahra çölü boyun­ca taşınıp Avrupa ve Asya ülkelerine satılıyor, hatta kıyı bölgelerine taşınanlar Hindistan’a ihraç ediliyordu.

15. yüzyılda Portekizliler ve İspanyolların girişiyle birlikte, kara kıta, işgalcilere karşı direnen yerlilerin kanına boyandı. Sömürgeciler altın, elmas ve diğer madenlerin üretimini daha da geliştirirken, birçok yeni maden yatağı bulundu. Sömürgeci güçler, Afrika’dan köle kadar yeraltı zenginliklerini de yüzyıllarca çekip çıkardılar. 17. yüzyıldan itibaren İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda, Afrika’nın özellikle kıyı bölgelerinde koloniler kurdular.

Dolayısıyla Afrika yeraltı zenginlikleri açısından hep önemli bir bölge oldu. Dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından, Afrika, dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ına sahip olan Afrika, yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengin bir bölge.

Dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve koltanın yüzde 80’i Kongo’da. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor.

Kıtanın en gelişmiş madencilik bölgeleri Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabve, Zambia ve Zaire’nin Katanga yöresidir. Bu bölgelerden çıkarılan çeşitli madenler arasında en önemlileri altın, elmas, bakır, platin, vanadyum, kobalt, uranyum, asbest ve kromdur.

***

Gelelim enerji kaynaklarına… Bütün spekülasyonlara rağmen petrol ve doğal gaz dünyanın en stratejik enerji kaynakları olmaya devam ediyor.

Son yıllarda petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından Afrika’nın önemi artıyor. BP verilerine göre; dünya kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 9.6’sı Afrika kıtasındadır. Bu oran; Ortadoğu’nun yüzde 56.6’lık oranına göre önemsiz gibi gözükebilir, ama 2025 yılına kadar Afrika’nın petrol rezervlerinin yüzde 91 oranında artması bekleniyor. Bu petrol potansiyelinin emperyalist güçlerin dikkatini çekmemesi ise mümkün değil…

Afrika, petrol üretimi açısından, son 20 yılda giderek önemli bir havza haline geldi. Dünya petrol rezervlerinin dağılımında 1989 yılında Afrika kıtası yüzde 5.9’luk bir paya sahipken, bu oran, 1999’da yüzde 7.8’e, 2009 ise yüzde 9.6’ya yükseldi. Böylece Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı, 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi.

ABD’nin Afrika petrollerine ilişkin politikaları, 17 Mayıs 2001 tarihli Ulusal Enerji Politikasına (National Energy Policy) dayanmaktadır. Belge, ABD Başkanı Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney başkanlığında toplanan Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu’nun (National Energy Policy Development Group) hazırladığı bir rapordur. Raporda, ABD’nin artan petrol talebi karşısında Afrika’nın özel bir önem kazandığı ifade edilmektedir. Batı Afrika’daki petrol ve doğal gaz kaynaklarına dikkat çekilmekte, bu bölgede ABD’li şirketlerin yatırımlarının arttırılması gerektiğini belirtilmektedir.

Rapor, ABD’nin petrol ve enerji politikası açısından önemli bir belge oldu. Çeşitli bakanlıklar, Afrika’daki faaliyet ve çalışmalarını, ayrıca bütçelerini önemli ölçüde artırdı. Örneğin Libya gibi önemli bir petrol üreticisi ülke ile ‘eski’ problemler bir kenara bırakılmış, ‘yakın’ ilişkiler geliştirilmiştir. Dönemin Libya Lideri Kaddafi’nin 2003’te Lockerbie bombalamasında yaşamını yitirenlerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul etmesi, 2004’te nükleer silahların yayılmasını sınırlama konulu anlaşmayı imzalaması ile Libya’nın ABD’ye yönelik adımları fazlasıyla karşılık buldu. ABD’de petrol şirketlerinin Libya’ya yatırım yapmasını engelleyen yasak kaldırıldı. Kuzey ve Güney Sudan’daki iç savaşın 2005 yılında durulmasıyla, bu bölgede de Amerikan şirketleri önemli yatırımlara girişti.

2005 yılında ABD’li şirketler, Afrika’da hammadde ve enerji sanayiine yaklaşık 15 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi. Gine Körfezi’ndeki Amerikan yatırımı 2006 yılında 11 milyarı aşarken, bu rakam giderek büyüyor. Cezayir’in en büyük petrol üreticisi Amerikan Anadarko şirketidir. Mısır’da da büyük ABD yatırımları bulunmaktadır. Hess, Marathon ve ConocoPhillips Libya’da eski yatırımlarını güncellerken, Exxon Mobil, Occidental ve Chevron Libya’da yatırım yapma hazırlıkları içinde. Son 10 yıllık dönemde, Batı ve Orta Afrika’daki ABD petrol yatırımları 40 milyar doları aştı.

2004 yılında ABD petrol ithalatının yüzde 15’i Afrika’dan sağlanırken, 2006’da bu oran yüzde 22’ye yükseldi. ABD’nin kısa vadedeki hedefi ise, toplam petrol ithalatının dörtte birinin Afrika’dan karşılanmasıdır.

AFRİKA’DA BAĞIMSIZLIK – KISA BİR ÖZET

Emperyalist devletler arasında; Birinci Dünya Savaşı’nda fiili ve askeri güçle yapılan sömürge paylaşımının bir benzeri, 1885 yılında imzalanan Berlin Senedi ile yapılmıştır. Böylece Afrika’nın kıyılarında koloni ve sömürgeleri olan Batı devletleri ‘fiili işgal’ prensibini benimsedi. Buna göre; Afrika içlerine doğru ilerleyen ve buraları ilk işgal eden ülke, işgal ettiği bölgenin sahibi olacak ve diğer devletler tarafından tanınacaktı. ‘Fiili işgal’ prensibiyle Afrika’nın içlerine sömürgeci yayılma olağanüstü bir hız kazandı. O kadar ki; 1870’de Afrika’nın ancak onda biri sömürge iken, 1890’da ise, sömürge olmamış bölüm kıtanın ancak onda biri kadar kalmıştır. Afrika’nın çok büyük bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı’na kadar, emperyalist devletlerin resmi sömürgesiydi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika’da halklar verdikleri ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bağımsızlıklarını elde ettiler. 18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesinin tertip ettiği Bandung Konferansı’nda, sömürgeler bağımsızlık isteklerini açıkça ilân ettiler. II. Dünya Sava­şı’ndan hemen sonra, özellikle Batı Afri­ka’da kongreler dönemi başlarken, 1958 yılından itibaren, kongreler yerini bağımsızlıkçı ulusal partilere bıraktı.

İngiltere-Fransa ortak egemenliği altındaki Sudan 1956 yılında bağımsızlığını kazandı. Savaştan yenik çıkan İtalyan sömürgeleri de bağımsızlıklarını elde etti. Altın Kıyısı, Gana adıyla Kwame Nkrumah’ın önderliğinde (1957) bağımsızlığını ilân etti.

İngiliz sömürgelerinden Nijerya 1960’ta, Sierra Leone 1961’de, Gambia da 1965’te bağımsızlığını kazandı. Batı ve Orta Afrika’da sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra; kıtanın güney ve doğu bölgelerindeki İngiliz sömürgelerinde takip edilen politika değişime uğramak zorunda kaldı. Orta Afrika’da beyazların hakimiyetini sürdürmek için kurulan Orta Afrika Federasyonu başarısızlığa uğradı. Uganda 1962’de, Kenya 1963’te ve Lalawi (Nyasaland) ile Zambiya (Kuzey Rodezya) 1964’te bağımsızlıklarına kavuştu. 1965’te de Güney Rodezya bağımsızlığını kazandı, ancak yönetim 1980 yılına kadar beyaz azınlığın elinde kaldı; 1980’de yönetim siyahlara geçti ve ülkenin adı Zimbabve olarak değiştirildi. 1966’da ise Botswana adını alan Bechuanaland ve Lesotho bağımsızlıklarını elde ettiler.

Sömürgelerini iki ayrı federasyon halinde örgütlemiş olan Fransa, bağımsızlık hareketlerinin gelişmesi üzerine, federasyon içinde nispi özerklik vermeyi denedi. Bu amaçla düzenlenen 1944 Brazavi (Brazza­ville) Konferansı; Fransa Birliği’ni (Uniön Française) oluşturmaya yönelikti. Ancak bu yapı içerisinde sınırlı özerklik verilmesi, sömürgeleri bağımsızlık ülküsünden vazgeçiremedi ve Fas ve Tunus bağımsızlıklarını kazandılar (1956). 1958’de Gine, Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle’ün bazı alanlarda sömürgelere özerklik vererek kurduğu Fransız Ülkeler Topluluğu’na (La Communaule) girmeyi reddederek, bağımsızlığını ilân etti. Bu olayın arkasından, Fransa, iki yıl içinde Fransız Batı Afrikası ile Fransız Ekvatoral Afrikası’ndaki sömürgeleri olan Moritanya, Senegal, Yukarı Volta, Nijer, Kamerun, Çad, Gabon, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Madagaskar’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Bu tarihte, Fransa’nın elinde sömürge olarak yalnız Cezayir ile Fransız Somalisi kalmıştı ve bunlardan Cezayir, 1954’ten beri devam ettirdiği silahlı kurtuluş mücadelesini kazanarak 1962’de, Fransız Somalisi 1977 yılında Cibuti adıyla bağımsızlıklarını ilan etti.

Belçika’nın sömürgeleri Kongo (Zaire) 1960’da, Burundi ve Ruanda 1962’de bağımsızlıklarını kazandı. Sömürgelerinin bağımsızlığını en son tanıyan, Afrika’nın en eski sömürgeci devleti olan Portekiz’di. Angola ve Mozambik, Portekiz yönetimine karşı sürdürdükleri silahlı mücadele ile 1975’te bağımsızlık kazanırken; onların yanı sıra Sao Tome, Principe ve Gine Bissau da aynı tarihte bağımsızlıklarına kavuştular. İspanya’nın sömürgesi Rio Muni ile Fernando Fo ise, 1968’de Ekvator Ginesi adıyla bağımsız bir devlet oldu.

Bu bağımsızlık hareketleri iktidara geldikleri ülkelerde, sömürgeciliğe karşı antiemperyalist bir politika izlediler. Doğal kaynaklar üzerindeki emperyalist egemenliğe genel olarak son verildi. Pan-Afrika düşüncesiyle Afrika ülkeleri arasında sıkı bir birlik hatta birleşme önerilirken, sömürgeciliğin bütün bir mirasının reddedilmesi hedefleniyordu. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin eski ve resmi biçimi, yerini, askeri işgalleri de kapsayan, ama ekonomik sömürü ağına dayanan yeni-sömürgeciliğe bıraktı.

Özellikle 1980’lerden sonra, Afrika ülkeleri büyük bir borç batağına saplandılar. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist devletlerin güdümündeki kurumlar, bu ülkelerde neoliberal yapısal dönüşümler karşılığında kredi ve borç olanakları sağladılar. Ve 1980’lerde başlayan, 1990’lardan günümüze kadar devam eden bu yapısal dönüşüm, Afrika ülkelerindeki açlık, yoksulluk, yolsuzluk vb. problemleri bir kat daha arttırdı.

EMPERYALİST SÖMÜRÜ, EKONOMİK KRİZ VE AFRİKA

1960’lardan itibaren başka şeylerle birlikte sömürge valileri ve işgal orduları türünden kurumsal yapılarda ifadesini bulan açık sömürgeci bağları koparıp atan ve ulusal bağımsızlıklarını ilan eden Afrika halkları, sosyalizme olan özlemlerine rağmen, milliyetçi ve bağımsızlıkçı bir çizgiyi aşamadılar. Halkların ve hiç değilse belirli önderliklerinin emperyalizme, hatta kapitalizme öfkesi, bilimsel sosyalist bir programla birleşmedi… Sosyalizme ilerlemediler/ilerleyemediler… Buna rağmen devasa adımlar da attılar. Eğitimi yaygınlaştırdılar, sağlık sistemini geliştirdiler, halkın temel gereksinimlerini karşılamak üzere büyük kamusal tesisler kurdular. Emperyalist şirketlerin doğal kaynaklar üzerindeki egemenliğine belirli ülkelerde belirli ölçüde son verdiler. Dünyanın emperyalizm ve sosyal emperyalizm arasındaki bölünmüşlüğüne doğru bir cevap veremediler, ancak Afrika’nın ezilmişliğinin ve sömürgecilere öfkesinin pratik bir karşılığı olan Afrika Birliği Teşkilatı’nı (1963) kurdular. Tüm Afrika’yı ekonomik ve siyasal olarak birleştirmek istediler.

Ancak bağımsızlıkçı partilerin yönetimindeki Afrika ülkelerinde sömürgeci dönemden kalma gerilikler tam olarak aşılamadı. Sömürgeci ülkeler, egemenliklerini, kabile ve etnik kimliklerden birisine yönetimsel ayrıcalık sağlayarak kuruyorlardı. Dolayısıyla, bağımsızlık mücadelesine, dışlanan etnik kimlik ve kabilelerin katılımı daha yoğun oluyordu. Ulusal kurtuluş mücadeleleri sömürgecilere karşı tüm Afrikalıların birliğini hedeflese de, bağımsızlık sonrası devletlerde başka kabile ve etnik kimliklerin etkinliği daha yoğun oldu. Bu ayrıcalıklı durum, emperyalist güçlerin bitmek bilmez kışkırtma, siyasi, ekonomik ve askeri müdahaleleriyle birleşince, Afrika’da iç savaş ve katliamlar eksik olmadı.

***

Burjuvazinin sosyalizm ve işçi hareketinin baskısıyla kabul etmek durumunda kaldığı “sosyal devlet” uygulamalarından neoliberal programı dayatmaya geçişi, esas olarak 1973-74 kriziyledir. Ciddi bir neoliberal kırılmanın yaşandığı simgesel dönem ise, İngiltere’de Thecher’in,  ABD’de Reagean’ın iktidara geldiği 1979-80 yıllarıdır. Şili’de Pinochet darbesiyle büyük burjuvazi ve Friedmancı tedrisattan geçmiş tekelci neoliberallerin ekonomi yönetimini ellerini aldığı 1974 yılı yine simgesel tarihlerdendir.

1973-74 kapitalist krizi, ücretleri düşürmekten özelleştirmelere, çalışma yaşamında kazanılmış hakları ortadan kaldırmaktan sosyal hizmetlerin piyasalaştırılmasına kadar sermayenin kapsamlı bir saldırısına zemin hazırladı. Ancak bu programın doğrudan uygulanması, yukarıda simgesel denilen tarihlerde iktidar olan neoliberal hükümetlerle olmuştur. Program, işçi hareketi baskılanabildiği, hatta yenilebildiği ölçüde yaşama geçirilmiştir. 1984 İngiliz madenci grevinin yenilgisi, hem İngiltere hem de dünya için neoliberal dayatmalardaki cesareti arttırmıştır.

1980’lerde neredeyse bütün Afrika gırtlağına kadar borçluydu, üstüne üstük borca ‘muhtaç’tı. Bu ülkelere yardım etmeyi ‘görev bilen’ Dünya Bankası ve IMF’nin koşulu ise, neoliberal program çerçevesinde ekonominin tam bir dönüşümüydü. Tüm dünyada olduğu gibi, Afrika’nın da büyük bölümünde bu program uygulandı. Ve bu, Afrika için yeni bir sömürgeci yıkım oldu.

Afrika’da 1980’lerden itibaren tam gaz yaşama geçirilen neoliberal politikaların ve yapısal dönüşümlerin bilinen sonucu, yaygın bir yoksulluk, çalışma yaşamında vahşi kapitalizm koşullarının yeniden üretilmesi, tüm koruyucu sağlık ve sosyal güvenlik uygulamalarının gevşetilmesi, özelleştirmelerle kamu güvencesiyle iş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla sınırlı olmadı. Milyonlarca insanı somut bir biçimde açlıkla, açlıktan ölümlerle yüz yüze getirdi. Yüz binlerce insan toplama kamplarında bir tas çorbaya mahkum/muhtaç edildi. Dünya genelinde açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan 900 milyon insanın 300 milyona yakını Afrika’da…

Gümrük duvarlarının kaldırılması ve kapıların yabancı yatırımlarına sonuna kadar açılması, sömürgeleştirme sürecinin yenilenmesinin başlangıcı ya da yeni sürecin hareket ettiricileri oldu. Yeni sömürgeci ilişkiler, neoliberal koşullarda yeniden yapılandırılmaktaydı. İç savaşlar ve istikrarsızlığa rağmen, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, ucuzun da ucuzu işgücüyle emperyalist güçlerin gözü yine Afrika’daydı.

ABD ise, özellikle 2000’li yıllardan itibaren, petrol ve doğal gaz kaynaklarının ortaya çıkışı, özellikle Çin’in kıtadaki yoğun ekonomik ilişki ve faaliyetleri karşısında Afrika’daki faaliyet ve yatırımlarını yoğunlaştırma kararı aldı.

2008 kapitalist kriziyle birlikte ise, tekelci sermayenin sıkışmışlığı, yeni pazar, hammadde ve yatırım alanları arayışını daha da artırdı. Çin’in giderek yayılan egemenliği karşısında, Afrika, devasa zenginlikler içeren bir yatırım alanı olarak gündeme girdi.

Mısır ve Tunus’ta diktatörlere karşı ‘ulusal onur’, ekmek ve özgürlük talepleriyle ayaklanan halklar; diktatörleri devirmekle birlikte kendi iktidarlarını kuramadılar. Gericiliğin yeniden güç kazanmasıyla birlikte, emperyalizm ve tekelci sermaye, bu bölgelerde yatırımları ve sömürge ayrıcalıklarını daha da genişletme yarışına girdi.

Şimdi ise hedefte Sahra Altı Afrika denilen ve 53 Afrika ülkesinin 48’ini kapsayan bölge var. Burası, sermaye yatırımları açısından, bütün yağmaya rağmen nispeten bakir alanlar olarak tanımlanabilir. Afrika’daki sömürü potansiyelini değerlendiren bir sermayedarın açıklamaları bu açıdan çarpıcıdır:

“Sudan gibi petrol ve Nijerya gibi zengin doğal gaz rezervleri olan ülkelerle yine Sudan, Güney Afrika, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika, Gine gibi altın başta olmak üzere önemli yer altı madenlerine sahip veya Uganda, Tanzanya, Sudan, Etiyopya, Burkina Faso gibi tarımsal üretim veya hayvancılıkta yatırım imkanları sunan ülkeler mevcut.

“Yaklaşık 130 milyonluk Doğu Afrika Birliği pazarı ile 390 milyonluk Doğu ve Güney Afrika Ortak Pazarı’na (COMESA) erişim imkanı sağlayan Kenya, ABD’nin AGOA (Afrika Büyüme ve Fırsatlar Yasası) kapsamında tekstil ve dokuma ürünlerini ABD pazarına gümrüksüz ihraç edebiliyor. Ülkede özellikle elektrik enerjisi tedariki, trafo imalat ve bakımı, kömür fabrikası kurulumu, kömür arama ve işletmesi, biyo-yakıt üretimi, tarımsal gıda ve içecek işleme, hayvancılık, gübre üretimi gibi alanlarda yatırım imkanları mevcut. İşçilik ücretleri ortalama 200 ABD Doları civarında. Gerekli tesis, makina, ekipman ve teknoloji transferi yapılarak, tekstil ve hazır giyim üretimi yapılabilir. Ayrıca, ülkede küçük ve büyükbaş hayvan bolluğundan dolayı, uygun fiyata ham deri temin edilip, Kenya’da işlenerek nihai mamul haline getirilip, diğer ülkelere ihraç edilebilir.”

Ünlü ‘girişimci’ Mark Mobius, geçtiğimiz günlerde, yatırımlarının yeni adresi olarak kara kıtayı işaret etti. Avro Bölgesi kriziyle ABD ve Alman tahvillerinden çıkmaya başlayan paranın gelişen ülke hisselerine ve özellikle Afrika’ya akacağını savunan Mobius, Afrika’nın önemli bir potansiyel barındırdığını söyledi. Mobius, ABD ve Alman tahvil piyasası başta olmak üzere, son dönemde yaşanan faiz yükselişinin, gelişen piyasalara ve Afrika’ya yarayacağını savundu. Mobius, gelişen piyasalar arasında öne çıkanların her zaman olduğu gibi BRIC ülkeleri olduğunu, ancak Afrika’da da çok büyük potansiyel bulunduğunu ifade etti. Mobius, “Gerçek gelecek bence Afrika’da. Dünyanın son 10 yılda en hızlı büyüyen 10 ekonomisine bakarsanız, 6’sının Afrika ülkesi olduğunu görürsünüz. Bunun size bir şeyler anlatıyor olması lazım” dedi.

Ünlü spekülatör George Soros da, Afrika’nın, yatırım yapmak için cazip bir pazar olduğunu söyledi. Soros, Oslo’da bir konferansta yaptığı konuşmada, Afrika’nın yatırım yapmak için ilginç bir pazar olduğunu ifade etti. Soros’a göre, Afrika, karamsar ekonomik ortamda ‘parlak bir ışık’.

Dolayısıyla; emperyalizm açısından, ekonomik kriz koşullarında yeni sömürü alanları için gözüne kestirdiği alanların başında Asya-Pasifik bölgesi ve hemen ardından Ortadoğu’yla birlikte Afrika gelmektedir. 21. yüzyılı Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı ilan eden ABD, gözünü Ortadoğu ve Afrika’ya uzanan zenginliklerden çevirmiş de değildir. Özellikle Sahra Altı Afrika, Çin’in de müdahalesiyle, ABD için stratejik bir yatırım ve egemenlik alanı haline gelmiştir.

ABD’NİN AFRİKA ‘GÜVENLİK’ POLİTİKASI

Afrika’daki istikrarsızlık, iç savaş ve kitlesel açlık, emperyalist sömürünün sonucu olduğu kadar, bu sömürüyü hem koşullayan hem de sınırlayan faktörler…

Fransa, İngiltere ve ABD başta olmak üzere emperyalist güçler, bölgeye müdahalenin olanaklarını arttırmak için iç savaş ve çatışmaları destekledi. Afrika’nın kültürel ve kabile temelli farklılıklarının bir toplumsal statü farkı haline gelmesini teşvik ederek, bu çatışmaların artmasına neden oldu. Sömürge yönetimleri bir gruba yönetimsel ayrıcalıklar vererek, kabile temelli çatışmalara zemin hazırladı. Politik ihtiyaçlarına göre, bazen belirli kabile ve etnik grup bazen de diğerinden yana tavır aldılar. Böylece birliği dağılan Afrikalıları ve bölgeyi yönetmek, doğal kaynaklara el koymak, çeşitli tavizler ve olanaklara sahip olmak çok daha kolay oldu.

Bu kabilesel, etnik ve dinsel farklılıklar ve (işsizliğe, yoksulluğa ve sömürgeci egemenliğe karşı tepki biriktiren yığınları bir ölçüde yedeklemeyi başaran) radikal İslamcı güçler bu çatışmaları körükleyen faktörlerden bazıları… Sömürgeci devletlerle işbirliği halindeki Afrika yönetimlerinin halkın gözündeki meşruiyetsizliği farklı koşullarda farklı hareketlerin gelişimine olanak sağlıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu çürümüşlük sosyalizme de sempati duyan ulusal kurtuluş hareketlerine zemin sağlarken, günümüzde, yine zamanında bir biçimde emperyalizm tarafından üretilmiş olan radikal İslamcı güçlerin gelişmesine uygun koşulları yarattı.

Sonuç ise, son 30 yılda bitmek bilmeyen iç savaşlar, etnik temizlikler, kitlesel kırımlar, katliamlar, açlık, kıtlık ve sefalet…

Böyle bir kaotik durumsa, hem petrol ve enerji koridorunun güvenliği açısından hem de bölgede kârlı yatırımlar yapmanın koşullarını arayan tekelci sermaye açısından genel olarak istenir bir durum değil. Tabii, bu; rüşvet, yolsuzluk ve iç savaşın getirdiği her türlü gayri ahlaki olanağın tekelci sermaye tarafından kullanılmayacağı anlamına gelmiyor. Bölge yönetimlerine verilen rüşvetlerle enerji kaynakları ya da petrol, doğal gaz arama ayrıcalıkları elde edildiği biliniyor.

Böyle olsa bile, buraya yapılan yatırımların güvenliği, sömürü oranlarının düzenli bir biçimde arttırılması ve korunması için asgari bir istikrarın sağlanması, en azından askeri açıdan kontrolün takibi emperyalist güçler açısından kaçınılmazdır.

Örneğin petrol hırsızlığı, tesislere saldırılar, çıkan isyanlar 2003 yılında Nijerya’da petrol üretimini günlük 800 bin varil civarında etkilemiştir. Dolayısıyla bölgenin ‘güvenliği’ emperyalist güçler için özel bir önem taşımaktadır.

Bu çerçevede, ABD için Afrika’daki askeri kontrol ve güvenlik politikası iki alt başlıkta değerlendirilebilir:

Birincisi; 11 Eylül olayları sonrasında ABD Başkanı Bush’un yönetiminde dünya genelinde uygulanan “terörle mücadele” konsepti… Buna göre; Ortadoğu’da ‘terörü destekleyen’ devletler kadar ‘zayıf’ devletler de terörün gelişmesi için uygun ortamlar sağlamaktadır. Terörü destekleyen devletlere karşı uluslararası platformda ‘savaş’ açılırken, ‘zayıf’ devletlerin askeri açıdan güçlendirilmesi için onlara askeri ve ekonomik yardım yapılacaktır.

İkincisi; enerji bölgelerinin, geçiş yollarının ve ekonomik sömürü alanlarının güvenliğinin sağlanması… Afrika’da bu iki konsept birbiriyle iç içe geçmiştir.

Bu çerçevede, ABD 2002 Ulusal Güvenlik Strateji Raporu, Afrika’ya yönelik daha stratejik bir yaklaşımın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. 2006 Ulusal Güvenlik Strateji Raporu ise, Afrika’ya yüksek öncelik vermiştir. Böylece Afrika Boynuzu (Somali, Etiyopya, Eritre, Cibuti), Sahra Çölü çevresi ve Gine Körfezi’nde ABD askeri varlığı arttırılmıştır. Bu bölgeler, ABD’nin enerji yatırımı ve iletimi açısından stratejik bölgelerdir.

2004 yılında Amerikan Kongresi tarafından görevlendirilen Afrika uzmanlarının katıldığı bir istişare toplantısında, terörle mücadele ve enerji güvenliği için 5 ana adım belirlenmiştir: Petrol ve global ticaret, kıyı güvenliği, silahlı çatışmalar, terörizm ve HIV/AIDS.

Petrol ve global ticaret açısından, ABD, özellikle Sahra altı Afrika’daki ekonomik ilişkilerini arttırma yolunda özel bir çaba göstermektedir. 1990 yılından bu yana bu bölgede ticaret 3 kat arttı. 2000 yılında, Clinton yönetimi, “Afrika Büyüme ve Fırsat Kanunu”nu kabul etmiştir. ABD’nin Afrika’dan ithalatının temel bölümünü enerji kaynakları oluşturmaktadır. Nijerya, ABD’ye en çok petrol ihraç eden beşinci ülkedir. Ancak Nijerya’da petrol boru hatlarına yönelik saldırılar bu akışı olumsuz etkilemekte, bu da petrol fiyatlarında dalgalanmaya neden olmaktadır. Bu yüzden, ABD’nin Afrika’daki askeri varlığının en önemli misyonu bu kaynakların güvenliğini sağlamaktır.

Kıyı güvenliği ABD açısından ayrıca önemlidir. Çünkü, Afrika petrollerinin ABD’ye taşınması ulusal güvenliğin önde gelen konularındandır. Gine ve Aden Körfezi, Batı Hint Okyanusu kıyılarındaki kaçakçılık ve korsanlık faaliyetleri enerji iletimini tehdit etmektedir. Açık denizlerdeki petrol tesislerine yönelik sabotaj tehditleri de bulunmaktadır. Bush yönetimi, bu kapsamda, “Kıyı Güvenliği İçin Ulusal Strateji”yi yayınlamıştır. Bu strateji çerçevesinde, ABD donanması, Gine Körfezi’nden Angola’ya kadar askeri devriye görevi yapmaktadır.

“Terörle mücadele” adına ise ‘zayıf’ devletler askeri açıdan ‘desteklenmekte’, bu yönetimlerle yakın ilişkiler kurmak bölgeye askeri olarak yerleşmenin aracı olarak kullanılmaktadır. Ancak ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin ‘güvenlik’ gerekçeli müdahaleleri, bölgede istikrarı sağlamak bir yana güvensizlik ve istikrarsızlığı daha da artıran bir işlev görmüştür.

AFRICOM

ABD’nin Afrika’ya yönelik siyasal ve askeri müdahale planları, 2008 yılına kurulan AFRICOM’la yeni bir boyut kazanmıştır.

Dünya genelinde ABD savunma tesislerinin ve operasyonlarının koordinasyonu, entegrasyonu ve idaresi, beş birleşik komutanlık tarafından yapılıyordu. Eylül 2008 tarihinde AFRICOM, ABD’nin altıncı birleşik komutanlığı olarak bu yapıya katıldı.

AFRICOM kurulmadan önce, Afrika, üç farklı komutanlığın idaresi altındaydı: Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti başta olmak üzere bazı Afrika ülkeleri Avrupa Komutanlığı’na (European Command: EUCOM), 8 Doğu Afrika ülkesi Merkez Komutanlık’a (Central Command: CENTCOM) ve Komor Adaları ve Madagaskar gibi ülkelerse Pasifik Komutanlığına (Pacific Command: PACOM) bağlıydı. Her biri de bu kıtayı, özellikle de Sahra altı Afrika’yı “ikinci hatta üçüncü derecede önemli alan” olarak görüyordu. Ancak, Afrika’nın “ABD stratejik planlamasında artık ikincil bölgede değil odağın merkezinde yer almasıyla birlikte”,  “Tüm Afrika’da odak birliği” sağlamak amacıyla, kıtada mevcut bulunan ve faaliyetteki (Mısır hariç) tüm ABD askerî tesislerinin ve operasyonların idaresini ele almak üzere AFRICOM kurulmuştur.

Merkezi Almanya’nın Stuttgart kentinde bulunan AFRICOM’un bünyesinde 4 bin asker, hedefinde ise 54 Afrika ülkesinden 53’ü bulunuyor. Mısır, İsrail nedeniyle Ortadoğu’dan sorumlu CENTCOM’un ilgi alanında.

AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir:

1. Terörizm ile mücadele,

2. Doğal kaynakları güvence altına alınması,

3. Silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına alma,

4. AIDS’in yayılmasını yavaşlatma,

5. Uluslararası suçları azaltma,

6. Çin’in artan nüfuzuna karşılık verme.

ABD’nin Afrika Birleşik Komutanlığı (Africa United Command: AFRICOM) alanında önde gelen uzmanlardan Daniel Volman, Obama yönetiminin Afrika’ya yönelik dış politikasını şöyle özetliyor: “1990’larda Bill Clinton’ın başlattığı ve 2001-2009 yılları arasında Başkan George W. Bush tarafından muazzam ölçüde arttırılan ABD askerî etkinliğini Afrika kıtasında genişletmek.”

Dış politika uzmanları Afrika’da artan ABD askerî odağının üç temel nedenini şöyle tanımlıyor: Kilit önem taşıyan doğal kaynak alanlarını korumak, Çin’in artan etkisine karşılık vermek ve “terörle savaş” adını verdikleri süreci devam ettirmek için stratejik bir yer kazanmak.

AFRICOM yöneticileri, “diyalog ve insani yardım” söylemleriyle, Afrika ülkelerini karargâhlarına ev sahipliği yapmaları için ikna etmek üzere 2007 yılında diplomatik bir kampanya yürüttü. Ancak tüm bu çabalarına rağmen, ülke halkları bunu hoşnutsuzlukla karşıladılar ve Liberya hariç tüm hedef ülkeler, yeni komutanlığın sınırları dâhilinde açılmasını reddetti. AFRICOM kampanyası çerçevesindeki “imaj sorunu” üzerine bir devlet görevlisi “kamuoyu ABD ile işbirliğine kesinlikle karşı. ABD’ye hiçbir şekilde güvenmiyorlar” açıklamasını yaptı.

Afrika Komutanlığı henüz ayrı bir komutanlık değil ama Pentagon bünyesinde 2007 yılında kurulan bir birim iken, Amerikalı yetkililer, Afrika’da üs kurma ve kıtaya asker gönderme planları olmadığını söylemişlerdi.

Buna rağmen, geçen süre içinde Çad, Etiyopya ve Seyşeller’de insansız hava araçları üsleri, Kenya’da da özel kuvvetler üssü kuruldu. Önümüzdeki dönemde Nijer’de de yeni bir insansız hava araçları üssü kurulacak.

ABD, Afrika’da 35 ülkeye yaymayı planladığı askeri varlığını, kıtadaki El Kaide oluşumları ile mücadele ile gerekçelendiriyor. ABD’nin önemli komutanlarından General David M. Rodriguez, Senato’ya verdiği raporda, El Kaide ve benzer tehditleri gerekçe göstererek, ABD’nin kıtada varlığını 15 kat daha arttırması gerektiğini savunmuştu.

ABD’nin, Afrika ülkelerinden Kenya, Cibuti, Etiyopya, Uganda, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan’da askeri üsleri, Cezayir, Nijer, Moritanya, Çad, Nijerya, Mali, Burkina Faso, Fildişi Sahili ve Senegal’de de askeri birlikleri bulunuyor. ABD’nin, merkezi Almanya’da bulunan Afrika Komutanlığı’na (AFRICOM) bağlı bu ülkelerdeki faaliyetlerinde 5 binin üzerinde asker bulundurduğu ifade ediliyor.

ABD’nin, bir süre önce de Mali’de bütün Batı ve Kuzey Afrika ülkelerini gözetleyecek bir insansız hava araçları üssü kuracağı açıklanırken, Burkina Faso veya Nijer’in Mali sınırına kurulması düşünülen üssün amacı, bölgedeki tehditlerin izlenmesi ve anında yok edilmesi olarak ifade ediliyor.

Cibuti, ABD’nin Afrika’da en fazla asker bulundurduğu ülke konumunda. 2002’de, Cibuti’deki terkedilmiş bir askeri kampta gizli bir üs kurduğu ortaya çıkan ABD’nin burada 3 bin 200 askerinin görev yaptığı biliniyor.

ABD’nin, Cibuti’deki askeri üsten, sık sık füze taşıyabilen insansız hava araçlarıyla Somali, Yemen ve Etiyopya’da El-Kaide ve bu örgütle ilişkili gruplara operasyonlar düzenlediği tahmin ediliyor.

Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın da açıkladığı gibi; ABD yönetimi, Mali’de görev yapan Afrika ülkeleri ve Fransız askerlerinin masraflarının karşılanması için mali destek de sunuyor.

***

Emperyalizmin ‘insani yardım’ kılığında Afrika’ya askeri olarak yerleştiği biliniyor. Örneğin 2010’daki Haiti depreminde ABD’nin insani yardımları büyük bir Amerikan askeri birliği eşliğinde gitmiştir. Keza Somali’de 1992’den beri süren ‘insani’ yardım, Somali’deki açlığın başta gelen sebebi olduğu gibi, açık bir işgaldir.

Özetle ABD’nin, emperyalizmin, onların ‘sivil’ toplum örgütlerinin ‘insani’ yardımları (ki toplanan yardımların ancak yüzde 25’inin bölgeye ulaştırıldığı, diğerlerinin ‘bürokratik’ masraflara harcandığı biliniyor) bölgeye yerleşmesinin ‘insani’ yöntemlerinden birisidir.

ABD, giderek etkisini artıran Çin ve diğer emperyalist güçlerin Afrika üzerindeki paylaşım savaşları daha da şiddetlenecek gibi gözüküyor. Mali’de olduğu gibi, ‘terörist’ güçlere karşı mücadele de daha fazla gündeme gelecektir. Emperyalizmin ‘insani’ yardımlarıysa zaten eksik olmuyor. Ama Asya-Pasifik ve Ortadoğu’daki çekişmelerin bir parçası olarak, Afrika’nın emperyalist güçler arasındaki kapışmaların ve emperyalizme karşı mücadelenin yeni düğüm noktalarından birisi olacağını söylemek abartı olmayacaktır.

***

AFRICOM OPERASYONLARI

AFRICOM’un Afrika’daki program ve operasyonlarına dair bazı örnekler şöyle sıralanabilir:

Silah transferi ve eğitimi: AFRICOM, çeşitli programlar aracılığıyla, askerî eğitim ve ‘güvenlik’ eğitimi sağlamaktadır. Bu programlar arasında “Afrika Muhtemel Durum Harekâtları Eğitim ve Yardım” (Africa Contingency Operations Training and Assistance: ACOTA) ve “Uluslararası Askerî Öğretim ve Eğitim” (International Military Education and Training: IMET) programı yer almaktadır. Silahlar ve askerî/güvenlik donanımları, hükümetlere, “Yabancı Askeri Satışlar” (Foreign Military Sales: FMS), “Yabancı Askerî Finansman” (Foreign Military Financing: FMF) ve diğer programlar aracılığıyla aktarılmaktadır. Tek başına FMF için Obama Hükümeti bütçesinden Sahraaltı Afrika ülkelerine kaynak olarak ayrılan bütçe 8,2 milyon dolardan 25,5 milyon dolara çıkarılmıştır.

Psikolojik harekâtlar: Psikolojik harekâtlar, AFRICOM’un, ABD’nin stratejik amaçları doğrultusunda kamuoyunu biçimlendirmek için propaganda aracı olarak “medya olanaklarını” kullanmayı hedefleyen “bilgi operasyonları” aracılığıyla yürütülmektedir.

Direkt muharebe harekâtları: AFRICOM, kıta üzerinde direkt muharebe harekâtları yürütmektedir. Şu anda AFRICOM Komutanlığı’nın emrinde olan “Afrika Boynuzu Birleşik Müşterek Görev Kuvveti” (Combined Joined Task Force Horn of Africa: CJTF HOA) Somali’de yürüttüğü operasyonlarda, El Kaide ile bağlantılı olduğu iddiasıyla çok sayıda kişiyi öldürmüştür. Örneğin, Ağustos 2009’da Obama yönetimi, bir ABD özel güçleri operasyonuna yetki vermiş ve El Kaide üyesi olduğu iddia edilen Ali Saleh Nabhan’a Somali’de suikast düzenlenmiştir.

Askerî kamu girişimleri: AFRICOM’un şu anda yürütmekte bulunduğu askerî kamu girişimlerinden biri de HIV/AIDS programıdır. Programın amacı, Afrika askerî ve güvenlik güçleri arasındaki HIV/AIDS enfeksiyon oranlarının artmasını engellemektir. Bir diğer askerî kamu girişimi de, MEDFLAG programıdır. Bu programda, ABD Afrika Ordusu ve ABD Afrika Hava Kuvvetleri, Swaziland Savunma Güçleri’nin “karşı atak yeteneklerinin ve sivil ilk müdahale ekiplerinin işbirliği becerilerinin tatbikatını gerçekleştirmek” için kitle imha senaryoları oluşturmaktadır.

Askerî istihbarat: AFRICOM “bilgi toplamak, analiz etmek ve sentezlemek” için program ve operasyonlar yürütmektedir. İstihbarat programlarından biri AFRICOM’un “İstihbarat Güvenlik İşbirliği ve Angajmanı”dır (Intelligence Security Cooperation and Engagement: ISCE). Bu programın amacı “işbirlikçi yönetimler ve bölgesel kuruluşlarda sürdürülebilir askerî güç oluşturmaktır.” İstihbarat harekâtları, diğer harekâtların önemli bir parçasıdır. (Bu durum, tek bir programda bile birçok taktik yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir.) Örneğin, hava radarı ve istihbarat toplama da, Afrika Sahil ve Sınır Güvenlik Programı’na (African Coastal and Border Security Program: ACBS) dahil edilmiştir. Bu sayede, özellikle petrol bakımından zengin Gine Körfezi gibi stratejik deniz yollarının, sınır ve sahil devriye operasyonları geliştirilmektedir.

‘Barışı koruma’ harekâtları: AFRICOM, ‘barışı koruma harekâtları’ için yerel güçlere eğitim vermektedir. Örneğin, “Afrika Muhtemel Durum Harekâtları Eğitim ve Yardım Programı” (African Contingency Operations Training Assistance: ACOTA) dahilinde Afrika askerî ve güvenlik güçlerine, barışı koruma girişiminin önemli bir bölümünü oluşturan kolluk, kontrgerilla ve konvansiyonel askerî operasyonları geliştirmek için eğitim verilmektedir. Özel askerî güçler (PMC), ACOTA’nın ve Küresel Barış Operasyonları Girişimi gibi (Global Peace Operations Initiative: GPOI) diğer barışı koruma operasyonlarının temel yapılarından biridir.

Barış dönemi muhtemel durum harekâtları: Deniz güvenlik operasyonları, ABD’nin Afrika’daki barış dönemi muhtemel durum harekâtlarından biridir. Örneğin, ABD gemileri zengin petrol yatakları bulunan Gine Körfezi kıyılarında hızla artan sayılarda konuşlanmaktadır. Bu harekâtların amaçlarından biri Shell, ExxonMobil ve ABD’nin toplam petrol ithalatının yüzde 10’unu karşılayan Nijerya’daki Nijerya Deltası bölgesinde faaliyet gösteren diğer çokuluslu petrol şirketlerinin petrol rafinelerine yapılan hırsızlık ve sabotaj girişimlerini önlemektir.

Karşı ayaklanma: AFRICOM’un programları sayesinde, düşman hükümetlere karşı başlatılan ayaklanma hareketlerini hemen silahlandırabilmekte, eğitmekte ve finansmanını sağlayabilmektedir. El Kaide ya da diğer terörist gruplarla bir bağlantısı olduğuna karar verilen (ya da ABD çıkarlarıyla uyuşmayan) tüm hükümetler karşı ayaklanmaya maruz kalabilir.

Terörle mücadele: AFRICOM, 1983 yılında ilk “teröre karşı savaş” döneminde kurulan “Terörle Mücadeleye Yardım Programı” (Anti Terorism Assistance Program: ATA) çerçevesinde çeşitli program ve operasyonlar yürütmektedir. Program dahilinde şunlar yer almaktadır:

– Trans Sahra Kalıcı Özgürlük Harekâtı (Operation Enduring Freedom Trans Sahara: OEF TS): “Teröristleri  kalabileceği güvenli noktaları” kontrol altına almak, ele geçirmek üzere özel harekât güçleri tarafından yürütülen bir programdır.

– Kenya Terörle Mücadele Polis Birliği (Kenyan Antiterorism Police Unit: KAPU)

– Doğu Afrika Terörle Mücadele Girişimi (The East Africa Counter Terrorism Initiative: EACTI)

Küresel Mühimmat ve Eğitim Programı: Pentagon’un, yabancı askerî, kolluk ve diğer güvenlik güçlerinin, yönetim gözetiminde “terörle mücadele” edebilmesi için malzeme ve eğitim temin etmesine olanak sağlamaktadır.

Hızlı intikal ve hareket kabiliyeti: Komutanlığın öncelikli hedeflerinden biri, ABD birliklerinin hızlı bir şekilde bulundukları yerden Pentagon’un emrettiği herhangi bir bölgeye hızlı bir şekilde geçebilmelerini sağlamak için tüm ulaşım ağı altyapısını geliştirmektir. Aslında, Havadan İntikal Komutanlığı Mart 2009’da, özellikle Afrika gibi “kilit bölgelere” ABD askerinin “küresel erişimini” sağlamak amacıyla “küresel bir ulaşım ağı stratejisi” sunan bir belge yayınlamıştır. Belgede AFRICOM’un, Afrika’da “önemli hareket kapasitesi” oluşturma konusunda kilit rol oynayabileceği ve Güney Amerika’daki ABD üslerinin “Afrika’ya doğru hareket alanı” oluşturma konusunda yardım edebileceği, böylece kıtanın “Afrika’ya gidecek ikmaller için bir kalkış noktası” olarak tasarlanabileceği belirtilmektedir.

Daniel Volman’a göre bu temel erişim anlaşmaları, ABD’nin “yerel askerî üslere ve diğer tesislere erişimine imkân sağlayacaktır. Böylece ABD güçleri buraları geçiş üssü ya da çarpışma, gözetim ya da diğer askerî harekâtlar için ileri harekât üssü olarak kullanabilecektir.” Bu antlaşmalara ek olarak, askerî personel, Afrika’daki ABD elçiliklerine gönderilmekte ve “her bir ülkede küçük AFRICOM karargâhları oluşturulmaktadır.” Ayrıca, Cibuti’de bulunan Lemonnier Kampındaki CJTF HOA üssü, AFRICOM’un “Afrika’daki temel harekât alanı” olarak tanımlanmakta ve kıtadaki fiili bir karargâh olarak genişlemektedir. Bu gelişmeler ışığında, (Liberya hariç) tüm Afrika ülkelerinin ev sahipliği yapmayı reddetmesi üzerine yeni komutanlığın resmî karargâhını Almanya’nın, Stuttgart kentinde tutma kararının, Afrika topraklarına doğrudan askerî erişim imkânını elde etme yolunda bir engel teşkil ettiği söylenemez.

AKP’nin resmi tarihi

Arif Koşar
İsmail Afacan

Başbakan Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki harem ilişkilerinin anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisini ‘kınama’sıyla tarih tartışmaları yeniden uç verdi. Kütahya’da havaalanı açılışında konuşan Erdoğan “Aktif bir dış politika”nın gerekçeleri açıklarken “Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz” demişti. Harem ‘keyfi’ yapan, saray entrikaları içinde oynatılan, bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir ecdadın ise ‘Atı izinde’ gitmeyi zorlaştıracağını bilen Erdoğan, kendi tarihsel argümanını güçlü kılmak adına Muhteşem Yüzyıl dizisini hedefe koymuştu: “Ama bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gibi tanıyorlar. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonların sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Böyle bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara milletçe gereken dersin, cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”
Bırakalım kendisini, ecdadı diye ilan ettiği padişahların eleştirilmesine  bile tahammül edemez hale gelen Başbakan Erdoğan’ın, her tarihsel eleştiriyi AKP’nin yeni-Osmanlıcı siyasal çizgisinin muhatabı kabul ettiği de görülüyor.
Bütün bu Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının ötesinde AKP, bir süredir, zaman zaman tarihsel atıflar içeren ancak esasen siyasal ve güncel olan ‘eleştirileri’ni ‘yeni bir tarihyazımı’ çabasıyla da birleştiriyor. M. Kemal’in Nutuk’undan başlayarak günümüze kadar gelen ve çeşitli vesilelerle güncellenen resmi tarih, yeni bir güncellenme ihtiyacıyla karşı karşıya. Çünkü AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin dönemsel iktisadi ve siyasal çıkarlarıyla, resmi tarihin  karikatürize edilmiş biçimde hortlayan  eski tez ve söylemleri arasında küçümsenmeyecek bir çelişki var.
Tam da bu nedenle, AKP’ye karşı kimi tamamen milliyetçi-gerici kimi de laiklik kaygısıyla verilen tepkiler resmi tarihin argümanlarından yararlanabiliyor. 10 Kasımda Anıtkabir’e yapılan yürüyüşte, AKP’ye karşı Atatürk maskeli tepkiler bunun küçük bir örneği.
Resmi tarihin hem ilk biçimi hem de günümüzdeki formatını AKP’nin beğenmediği, siyasal ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüm istediği biliniyor. AKP’nin bu isteği de resmi tarihin baştan sona bir dönüşümü talebi değildir. Resmi tarih paradigmasının bir bütün olarak ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Çünkü bugün ‘resmi tarih’ ile ifade edilen eklektik bütün, kimi AKP muhaliflerinin savunageldiği 1930’ların resmi tarihinden de farklıdır. Bu, belki hiçbir kesim tarafından açıkça kabul edilmemiş ama özellikle 12 Eylül darbesinden sonra bir biçimde etkili kılınmış, İslami ve Osmanlıcı geçmişi de kabullenen bir resmi tarihtir. Ancak AKP, resmi tarihin ilk biçime karşı olduğu gibi, güncellenmiş halinin de yeniden reforme edilmesini istemektedir. Dolayısıyla günümüzün ‘resmi tarihi’ de AKP’nin iktidar gücü ve olanaklarıyla güncellemeye başladığı resmi tarihtir. Ve bu özelliğiyle AKP’nin dışında ve ondan bağımsız değildir. Derin Tarih dergisi de bu sürecin bir parçasıdır.
***
Tarihin yeninden yazımı sermaye ve onun iktidar partisi AKP için oldukça önemli. Çünkü tarih raflardaki kitap, arşivlerdeki belge ya da zihinlerdeki anılardan ibaret bir ‘bilgi yığını’ değildir. Böyle olsaydı, tarih, bakılacak, incelenecek, en ileri noktada dersler çıkarılacak bir belgelik olurdu.
Tarih; geçmişin bir birikimi olmakla birlikte kendi içinde bugünü ve geleceği de barındırır. Gelecekten ve bugünden bağımsız bir ‘tarih’ kavramsal olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Ve tersidir… Çünkü, gelecek olan geçmişin bağrında olgunlaşmış, bugün filizlenmiş olandır. Yani gelecek ve geçmiş, dolayısıyla bugün, tek bir olgunun yaşamsal sürecidir. Her olgu da, bugünkü durumunda, geçmişin birikimini ve geleceğin tohumunu içinde barındırır. Hiçbir şey zamanın dışında olmadığı gibi bugün de geçmişten, gelecek de tarihten bağımsız değildir.
Geleceğin sahibi olmak isteyen, kendi sömürü düzenini bilinçli ya da bilinçsiz korumak üzere tarihi yazanlar/yazdıranlar, geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamış ve yeniden üretmişlerdir. Geçmişin değerlendirilmesi de sadece geçmişe, olmuş olana dair değildir. Problem de geçmiş hakkında entelektüel bir tartışma ya da polemik hiç değildir. Egemenlerin tarih yazımı; süregiden düzeni alternatifsiz ve kaçınılmaz bir düzen olarak meşrulaştırmayı, kendi geleceğini garanti altına alabilmeyi, kısa ve orta vadeli ihtiyaçları doğrultusunda ideolojik yaşamı yeniden üretebilmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla her siyasal iktidar, tarihin kimi bölüntülerini ya da tarihsel olgu ve olayları kendi güncel-siyasal ihtiyaçları çerçevesinde kullanır. Politika ve politikasının meşruiyetini tarihsel ‘gerekçelerle’ temellendirerek, güçlü ve etkin kılmaya çalışır.
AKP de neredeyse her tartışma ve polemikte, bu ‘tarihsel yöntemi’ kullandı. İktidara geldiği günden bugüne mevcut düzeni ‘bürokratik oligarşi’ olarak tanımlayarak aslında ‘derin’ bir tarihsel tartışmayı da başlatmıştı. Ancak ilk çarpıcı tarih polemiği Dersim katliamı konusunda yaşandı. Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin ‘Analar artık ağlamasın’ çıkışı karşısında CHP Milletvekili Onur Öymen’in Dersim atıfı tartışmayı başlattı. “Dersim’de analar ağladı, gerekirse analar ağlar” diyerek ‘terörle mücadele’ çağrısı yapan Öymen, AKP’ye yeniden ‘demokrasi’ havarisi kesilme olanağı sağlamıştı. Oysa AKP’nin Kürt sorununda, bahsi geçen dönemde kısa süreli bir açılım ama esas olarak PKK’yi etkisizleştirme ve ‘terörle mücadele’ konsepti pratikte pek de farklı değildi. En azından vardığı sonuç böyleydi. Öymen’in Dersim katliamını savunan yaklaşımı karşısında AKP, CHP’yi ve savunageldiği tarihsel zemini eleştirmek için bu olanağı sonunda kadar kullandı.
CHP’nin ‘tarihi’ bilindik, resmi tarihti. Bu tarih; toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tarifi, Kürt halkının varlığının reddi, devlet dini olarak Sunni İslam’ın dayatılması ve ‘milli’ kadronun çağdaş reformlarına dayanıyordu. Türklük ve Türklüğe dayanan millilik, Osmanlı’nın eleştirisini öngörüyor, hatta tarihsel kökenler Osmanlı öncesinden çıkarılıyordu . Ders kitaplarında yakın dönem tarihi bu tezler temelinde şekillendiriliyordu. Ancak 80 yıllık bu tarih anlayışı, Türkiye’nin kangren olmuş tarihsel sorunları (Kürt sorunu ve laisizm), dünya ve Ortadoğu’daki dengeler açısından işlevselliğini yitirmişti. CHP’li Öymen’in ‘gafı’ sonrasında AKP’nin başlattığı tarihsel tartışmalar, Dersim katliamına dair İnönü imzalı belgelerle yapılan şovlar; hem bir siyasal ihtiyacı hem de AKP’yi de aşan bir ideolojik/tarihsel yeniden yapılanmayı ifade ediyordu.

AKP’NİN TARİHİ YENİDEN YAZMA NEDENLERİ
AKP’nin yeni bir tarihyazımı başka bir ifadeyle resmi tarihi AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda güncelleme çabasından yukarıda söz edildi. Bunda üç temel etkenden bahsedilebilir:
Birincisi; uluslararası gelişmeler ve dengeler açısından Türkiye’ye biçilen yeni roller ve Türkiye egemenlerinin bu yeni ‘görevler’ karşısında yeniden konumlanması. Emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planları, ABD’nin etkinliğini sağlama/artırma, enerji kaynakları ve iletim hatları üzerindeki kontrolünü koruma ve genişletme stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye daha ilerden ‘görevler’ düşmüştür. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinde Türkiye’nin bazen açık bazen üstü kapalı desteği, ABD için oldukça önemliydi. Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir coğrafyada, ABD’nin kadim dostu İsrail’in oynayacağı rol elbette sınırlıydı. Türkiye; işte bu ortamda, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde önemli araç-ülkelerinden birisiydi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde Başbakan Erdoğan’ın eş başkanı olması, İsrail’le yaşanan “One Minute” krizi, AKP’nin yeni Osmanlıcı söylemleri, birbirinden bağımsız gibi gözükse de bütün bunlar ABD stratejisiyle bağlantılı. Osmanlı halifeliği, Arap ülkelerindeki tarihsel geçmiş, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ‘abilik’ iddiası, bir model ülke olarak Türkiye’nin ABD için önemini arttırıyor. Dolayısıyla yeni-Osmanlıcı iddia ve hedefler, tamamıyla ABD stratejisiyle uyum içerisindedir.
Türkiye sermayesinin ‘sınır ötesi’ hayalleriyle örtüşen ABD stratejisi, AKP’nin yeni Osmanlıcı bir politika izlemesine de zemin hazırladı. Yeni Osmanlıcılık projesinde, milliyetçi olmaktan çok İslami motiflerle süslenmiş ama milliyetçilerin ‘hayal’leriyle de ortaklaşan kimi iddialar yer alıyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da ifade ettiği, Musul ve Kerkük üzerindeki Osmanlı’dan kalma iddialar ve MİT’in 2007 yılında ifade ettiği ‘aktif dış politika’ konsepti, Türkiye’nin ABD stratejisinde daha aktif bir rol oynayacağını taahhüt ediyordu.
‘Resmi tarih’in ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bağımsızlık savaşı vermiş ve bu savaşta Kürtlerin desteğini almış bir siyasal önderliğin 1920’li yıllardaki ruh halini, hatta siyasal öngörüsünü yansıtıyordu. Ancak ‘yurtta sulh’ ancak Kürtlerin kendi haklarını talep etmemesiyle mümkündü, dolayısıyla gerçekliği söz konusu olamazdı, olmadı da. ‘Cihanda sulh’ ise emperyalizme karşı savaşmış ve en azından kısa vadede iyi ilişkilere sahip olmayan, diğer yandan hızla bu ilişkileri geliştirmek üzere çabalayan bir ülkenin gerçekçi bir politikası olabilirdi. Dolayısıyla 1920’li ve 30’lu yıllar Türkiye’si ve sonrasındaki yıllarda Türkiye kendi dışındaki olay ve olguların bir biçimde dışında kalmaya çalıştı. İkinci Dünya Savaşına katılmaktan imtina etti. Elbette ‘cihanda sulh’ yaklaşımı emperyalizmle sıcak ilişkiler kurmayı, giderek güçlenen Sovyet düşmanlığını, çevre ülkelerde ve dünyadaki gelişmeler karşısında emperyalist projelerin onaylayıcılığını ve taşeronluğunu inkar etmiyordu. Ancak en azından resmiyette, bir ölçüde de olsa fiiliyatta ‘Cihanda sulh’ ilkesi ‘para’ ediyordu. Bugünse AKP’nin dış politikası açısından tam tersi bir durum söz konusudur. Teröre karşı savaş konsepti içerisinde nerede emperyal savaş ve işgal varsa AKP Hükümeti onun içinde ve dahilinde olma çabasındadır. Bunun adıysa ‘cihanda sulh’ değil aktif dış politika ve (Turgut Özal’la da hatırlanan) ‘fırsatları’ değerlendirme politikasıdır. Bu politika resmi tarihin, daha Osmanlıcı bir temelde yenilenmesini öngörmektedir.
İkincisi; Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında resmi tarih anlayışının iflas etmiş olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu… Kürt ulusal hareketinin yaygınlığı ve etkisi karşısında artık ‘Kürt diye bir şey yoktur’, ‘Kürtler, karda yürürken kart kurt sesi çıkaran Türklerdir’ diyen resmi tarih anlayışının geçerliliği olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla sermaye ve AKP açısından böyle bir tarih anlayışı, Kürtleri ikna edemeyeceği gibi Türkleri de ikna edemez duruma gelmektedir. AKP de Kürt halkının meşru mücadelesiyle bir yandan Kürtlerin varlığını kabul etmekte, ancak temel haklarını tanımamaktadır. ‘İnkar ve imha’ politikasının yerini adeta ‘Varlığını kabul ederek imha’ almaktadır.
Kürt halkının bazı talepleri karşılanacaksa Kürtler istediği için değil AKP istediği için karşılanacaktır. Hükümet, taleplerin karşılanmasıyla Kürt hareketinin daha da güçleneceğini düşünmekte, bu nedenle ‘hakları tanımak’ yerine bazı cılız ve uygulama olanağı düşük ve göstermelik reformlar yapmaktadır. Diğer yandan AKP dini argümanlarla Kürtleri, en azından bir bölümünü kazanmaya  çalışmaktadır. Kürt sorununu çözmek üzere gündeme gelen ‘Mele projesi’, bölgede din adamlarını kullanarak Kürtleri, ulusal hareketten uzaklaştırma çabaları da bilinmektedir. Dolayısıyla AKP’nin Kürt sorunundaki genel yaklaşımı, resmi tarih tezinin Kürtlerin varlığını inkar eden eski biçiminin güncellenmesini zorunlu kılmaktadır. Güncellenme “birleştirici çimento olarak din” ve “Osmanlı kardeşliği” temelinde olmaktadır. Bu nedenle resmi tarihin daha Osmanlıcı ve İslamcı bir çerçevede yenilenmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü; yukarıda ifade edilen iç ve dış gelişmeler çerçevesinde yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal dönüşümün kalıcılaştırılması ve yeni ‘düzen’in sağlamlaştırılması ihtiyacıdır. Özelleştirmeler, emperyalizme ve tekelci sermayeye sonuna kadar bağımlılık, köylü nüfusunun neredeyse yüzde 40 oranında azaltılarak hızlı bir kentleşme, orduyu ve militarist araçları ele geçirme, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artırılması vb. AKP’nin propagandasına göre, Cumhuriyet rejimi, AKP’ye kadar, asker-sivil bir zümrenin halk üzerindeki diktatörlüğü olmuş, ‘bürokratik oligarşi’  yönetimin iplerini elinde tutmuştur. İşte AKP hükümeti, halkın tercihi ve inisiyatifi ele alması, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş elitist tabakanın alaşağı edilmesini sağlama misyonunu üstlenmişti.
Bu iddialar baştan sonra tarihsel atıf ve eleştirilerle doluydu. En başta güncel siyasette AKP’nin karşı karşıya geldiği CHP’nin mahkum edilmesi, diğer yandan da bütünsel bir dönüşümün tarihsel olarak meşrulaştırılması amaçlanıyordu. Yani yeni ‘düzen’ kurulurken, ‘eski düzen’in mahkum edilmesi, resmi tarihin de eleştirisini gerektiriyordu. Bu eleştiri temelinde; ‘bürokratik yargı’ 12 Eylül referandumuyla AKP’lileştirildi, yeni politik ihtiyaçları kavramayan askeri ve sivil bürokrasi Ergenekon, Balyoz gibi davalarla tasfiye edildi, eğitim sistemi yeniden biçimlendirildi, bir bütün olarak devlet kademelerinde yoğun bir kadrolaşma süreci işletildi. Daha da uzatılabilir ancak bu kadarı konumuz açısından yeterlidir…
Böyle bir dönüşüme yığınların ikna edilmesi ve AKP’nin kendi meşruiyet zeminini genişletmesi; resmi tarihin eleştirisi ve güncellenmesini zorunlu kılıyordu.
Bu doğrultusunda, liberal İslamcı tarih algısının teşvik edilmesi için AKP her fırsatı değerlendirdi. CHP’yi eleştirmek adına tek parti döneminde ‘İl başkanlarının vali olduğu’ hatırlatmasının yapılması, demir ağlar göndermesi, İsmet İnönü’nün ders kitaplarından çıkarılması, İttihatçılık, 27 Mayıs, 12 Eylül’e karşı kampanyalar bazı örnekler olarak sıralanabilir.
Bir yandan bu tartışmalar yürütülürken bir yandan da kendi rol modelleri de birey protipi olarak sunuldu. Son kongresinde Başbakan’ın Türklerin Anadolu’ya girişinin bininci yılını (2071) gençliğe hedef, Alpaslan’ı da örnek olarak göstermesi, Fetih 1453 filminin kampanyalarla desteklenmesi, mağdur padişah olarak II. Abdulhamit’in gösterilmesi, Yavuz Sultan Selim döneminin Kürt devlet adamı İdris-i Bitlis, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in Suud Efendi’si, Bülent Arınç’ın Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ını gençliğe model olarak sunulması, Necip Fazıl atıfları; liberal dinci tarih yaklaşımının örnekleriydi.
Bu üç faktöre bir ek daha yapmak gerekiyor. Resmi tarih yazımının gözden geçirilmesi Türkiye ve AKP Hükümetine özgü bir durum değil. 90’lı yılların başından bu yana yeni bir tarih yazımının paradigmaları tartışılıyor. Burjuva liberal yaklaşımla geçmişin devrimleri, ayaklanmaları, işçi sınıfının mücadelesi, kazanımları ve antiemperyalist mücadeleler önemsizleştirilmek isteniyor. Tarihte ikincil ve belirleyici olmayan olaylar üzerinden ‘ihmal edilmiş’ kimlikleri ele alarak bugünkü sınıf dışı kimlik politikalarına tarihsel gerekçe oluşturmak; çeşitli kurumların geçmiş ideolojilerin kurgu ve inşası olduğu söylenerek kurumların oluşumundaki ‘idealizm’e vurgu yapmak suretiyle bugünkü subjektivizme alan açmak hedefleniyor… 1908 devrimi, İttihat ve Terakki, 1 Mayıs 1977’ye dair tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki değişimin uluslararası çaptaki bu tarih yazımı operasyonuyla bağlantılı olduğu söylenebilir.
Hem iç ve dış etkenler hem de AKP’nin bu çerçevedeki siyasal ihtiyaçları, ideolojik alanda bir yeniden yapılanmayı ve resmi tarihin güncellenmesini koşulluyordu. Bu ihtiyaç, Derin Tarih’i doğuran arka plan olarak özetlenebilir. Sadece genel olarak ortamın etkisinden de öte, hükümetin liberal tarih yazımının aktörlerinden birisi olarak bu dergiyi teşvik ettiği, desteklediği hatta kurduğu da söylenebilir. Hükümete yakınlığı gizli saklı olmayan, alenen hükümetin yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayrak grubu Derin Tarih dergisinin de sahibidir. Hükümet ve belediyelerin desteğiyle dört bir yanda afişleri, tanıtımları, reklamları yapılmaktadır. İlk sayısını yayınlamasının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Derin Tarih’i okumaya başladıktan sonra biz gerçek tarihi de tanımaya, bilmeye başlayacağız” demiştir.
Nisan ayında ilk sayısı yayınlanan Derin Tarih dergisi, şimdiye kadar çıkan 9 sayısında AKP’nin çizgiyi siyasal hattın tarihsel meşrulaştırılması misyonunu üslendi. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ başlıklı, iddialı bir dosya konusuyla yayın hayatına başladı. Mayıs sayısında ‘Adnan Menderes’in son mesajı: Halkımız insan olduğunu bizle hatırladı’ başlıklı bir dosya hazırladı. Temmuz sayısında, ‘Lozan’da kim kazandı?’ sorusuyla İnönü eleştirisi temelinde bir yayıncılık yaptı. Ağustos sayısında ise Suriye krizlerini konu edindi. Kasım sayısında Dersim katliamı tartışmalarını kapağına taşıdı.

KAZIM KARABEKİR TARTIŞMASI
İlk sayısında dikkat çeken bir başlangıç yaptı Derin Tarih. ‘Kazım Karabekir açıklıyor: 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım’ dosyasıyla resmi tarihin 19 Mayıs, Samsun ve Mustafa Kemal vurgusuna eleştirel bir gönderme yapıyordu. İddia şuydu: Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya ayak basmıştı. Doğu Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan, örgütleyen, Mustafa Kemal’i öne çıkaran ve destekleyen Kazım Karabekir’di. Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadığı fikirsel ayrılıklar sonucu, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından saf dışı bırakılmış, koğuşturmaya uğramış, bir muhalif olarak baskı görmüştü.
Derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın bu iddiaları nasıl savunduğuna şöyle bir bakalım: “Kazım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, I. Dünya Savaşının Kafkaslardaki son zaferine imza atmış, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkarak İstiklal Savaşını başlatmış ve milli mücadelenin ilk zaferini armağan etmiş bir kahraman. … Anadolu’da milli mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden birisi olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir iki cümle yer verilir. Bunun da sebebi resmi tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir, cesur yüreklerden biri olmasıdır.” (Armağan, Derin Tarih, Sayı:1, sf. 49)
İddia ‘çarpıcı’… Armağan, Kurtuluş Savaşındaki ‘kişisel’ önderlik tartışmalarında Kazım Karabekir’in resmi tarih tarafından görmezden gelindiğini söylüyor. Doğru ve söylediğinde haklı. Ancak resmi tarihin M. Kemal ve K. Karabekir’e dair eleştirilecek yanı yalnızca bu mudur?
Önce bir alt başlık: Kurtuluş savaşı, başka bir deyişle emperyalizme karşı ulusun mücadelesi, ne Mustafa Kemal’in 19 Mayısta Samsun’a ayak basmasıyla ne de Kazım Karabekir’in 19 Nisan’da Trabzon’a çıkmasıyla başlamıştır. Bu kişilerin ayakları bahsigeçen topraklara henüz değmemişken, hatta bu isimler Padişah’ın emrindeki Osmanlı subaylarıyken Anadolu ve Trakya’da ulusal kurtuluş savaşının ateşi yakılmıştı. İzmir, Hatay, Adana, Maraş, Antep’te halkın kendiliğinden örgütlenmesiyle işgalcilere karşı yerel direniş odakları hızla kurulmuştu . Memleketin dört bir yanında çeşitli direniş cemiyetleri ve silahlı gruplar işgalcilere karşı savaşmaya başlamıştı. Özetle, bir halkın, emperyalizme karşı kurtuluş savaşının başlamasını, ‘kutsal bir öndere’ mal etmek, tarihi baştan sona çarpıtmak anlamına gelir. Dolayısıyla kurtuluş savaşı ne Mustafa Kemal’in ne de Derin Tarih’in iddia ve ısrar ettiği üzere Kazım Karabekir’in eseridir.
Ama yine de şu soru ortada duruyor: Kurtuluş savaşının önderi kimdir?
Evet, bu, biraz da resmi tarih ve yöntem olarak onunla uzlaşan ‘derin’ tarihin dayattığı bir tartışmadır. Çünkü önderlik sorunu, esas olarak bir sosyal harekete hangi sınıf/grubun yön verdiğiyle ilgili bir meseledir. Ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlık talebi itibarıyla çeşitli sınıf ve katmanlar arasında ittifakı öngören bir mücadeleydi. Sorun da, bu ittifak halindeki sınıf ve gruplardan hangisinin bu mücadelenin hedeflerine, içeriğine ve hatta sonrasına yön vereceğiyle ilgilidir. Kurtuluş savaşı, özgünlükleri, hedefleri, önder kadrosunun özellikleri ve sonrasıyla, ulusal burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal rengini verdiği bir hareketti. Bu hareketin, ülkenin çeşitli yörelerindeki dağınık direniş odaklarını birleştiren önder kadrosu da elbette söz konusuydu. Bunu başaran da Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar ve daha birçok kişinin yer aldığı önder kadrolardır. Kurtuluş savaşının önderliğinden bahsedilecekse, bu isimlerin sayılması kaçınılmazdır. Bu isimler içerisinde Mustafa Kemal’in daha fazla öne çıktığı, etki ve ağırlığının daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak, Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal’in kararları da dahil birçok konu gerek önder grup arasında, gerekse de TBMM’de ayrıntılı ve şiddetli biçimlerde tartışılmıştır. Sonuç olarak, Birinci Mecliste Mustafa Kemal Başkomutanlık yetkisini almasıyla başlayan, Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki yetkileri, konumu, rakiplerinin tasfiyesi, sonrasında da resmi tarihin yazılmasıyla devam eden süreçte, Atatürk Kurtuluş savaşının tek ve ‘ulu önder’i haline getirilmiştir. Derin Tarih’in yaptığı ise aynı tarihsel kurgunun Kazım Karabekir için yapılmasını talep etmektir.
Armağan tam da bunu işaret ederek, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’una başlarken kullandığı ‘19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktım’ ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, ‘tarih yazan’ bir figür olarak Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden okusaydık, bugün bambaşka bir inkilap tarihi karşılayacaktı bizi” diyor.
Öyle midir gerçekten?
Evet, Karabekir’in ‘Nutuk’u, M. Kemal’in nutkundan farklı olacaktır. Örneğin Karabekir’in yazınında M. Kemal eleştirisi olacaktır. Eğer, M. Kemal’in Nutuk’u gibi olacaksa da K. Karabekir övgüsü geniş bir biçimde yer alacaktı. Milli davanın önder kadrolarına ihanet edildiği, M. Kemal’in diktatörlük hevesleri içinde olduğu yazılacaktı. Ancak ‘hikaye’ yine ‘saray’ın içinde kalacaktı. Yani Derin Tarihin yöntemi de tıpkı resmi tarihinki gibi, seçkinlerin ve yönetenlerin irade ve eylemlerine, onlar arasındaki çekişmelere odaklanmaktadır.
M. Kemal’in Nutuk’undaki felsefi temel ile Kazım Karabekir’in yaklaşımı arasında bütünsel bir fark yoktur. Karabekir de  iyi bir ittihatçıydı. 1908 ihtilali sırasında yüzbaşı ve dönemin tipik bir subayıydı. İttihat ve Terakkici pozitivizm, Karabekir ve kurtuluş savaşının diğer önder kadrolarının yaklaşım ve felsefesinin özünü oluşturuyordu. Düzenin ‘öncü’ bir kadro tarafından sağlanması, çeşitli reformlar yoluyla düzen içinde ilerleme ve eğitime özel bir vurgu. İlerlemenin öncüsü halk, halkın mücadelesi vb. değil ‘pozitif’ kadrolardı… Karabekir’in de genel siyasal yaklaşımı bu çerçeve içindeydi. Alman ordu geleneğine hayranlık tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Karabekir’de de bakiydi.
Karabekir’in farklılıkları yok mudur? Elbette vardır… Bunlar bireysel farklılıktan çok kurtuluş savaşının önder kadroları içindeki bölünmeye dair farklılıklardır. Örneğin Cumhuriyetin ilan edilmesi ve saltanatın kaldırılması, bu kadrolar içinde bir bölünmeye yol açmıştır. Karabekir de cumhuriyetin ilanına en azından zamanlama olarak muhalefet edenlerdendir.
Konumuz açısından burası başka bir tartışmadır. Ancak gerek Mustafa Kemal’in ulusalcı ve laikçi yaklaşımının (tekke ve zaviyeleri kapayan, latin alfabesini kabul eden, şapka inkılabını yapan, balolar düzenleyen vb.) gerek de resmi tarihin temel dayanaklarının AKP’nin bugünkü yeni siyasal ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayamayacağı açıktır. AKP’nin kapitalizm ve onun temel değerleriyle problemi yoktur. Ancak ılımlı İslamcı ve yeni Osmanlıcı politikanın daha muhafazakar, ‘radikal’ bir cumhuriyetçilik yerine Arap dünyasında hak ve görev vurgusu yapan daha Osmanlıcı simge ve figürlere ihtiyaç duyduğu, siyasal polemikleri açısından İsmet İnönü’yü hedefe koyduğu düşünüldüğünde Karabekir’in daha fazla öne çıkması da kaçınılmazdır.
Resmi tarihle karşı karşıya gelen AKP’nin ve onun sözü Derin Tarih’in Mustafa Kemal yerine, özellikle İsmet İnönü yerine Kazım Karabekir’i öne çıkarması, en azından ‘tek ve ulu önder’ imajını yıkacak biçimde Karabekir’i gündeme getirmesi, bahsettiğimiz çerçeve içerisinde oldukça mantıklı ve anlamlıdır.

ADNAN MENDERES VE DARBE ÖRNEKLERİ
Derin Tarih’in, tarihi ‘aydınlatma’ iddiasının önemli bir parçası da darbelerdir. Buna göre; darbeler, resmi tarihin muhafaza etmeyi amaçladığı İttihatçı zihniyetin, demokratik gelişmelere müdahalesidir. Derin Tarih’in kurgusunda; elitist, İttihatçı, darbeci –ve sınıfsal kimliği kesinlikle olmayan- asker-sivil zümre, toplumu, halkın müdahalesi olmaksızın gönlünce yönetmek istemektedir. Eğer halk, çeşitli biçimlerde buna müdahale etmek isterse, hele kendi temsilcileri ile iktidarı seçme şansına sahip olursa, işte bu İttihatçı zümre darbeler yoluyla demokrasiyi rafa kaldırmaktadır.
Derin Tarih ve AKP, darbelere güncel siyasal ihtiyaçları gereği de karşı çıkmaktadır. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki geleneksel konumu ve yeni dönemin siyasal ihtiyaçlarını algılayamaması nedeniyle AKP, darbe girişimlerinin muhatabı olmuştur. 27 Mayıs darbesi ise, en azından görünüşte, siyasal geleneğinin bir parçası olarak ilan ettiği Demokrat Partiye karşı yapılmıştır. 12 Eylül ve 12 Mart’a karşı çıkışı ise tamamen taktiksel ve pragmatiktir. Halkın bu dönemde gördüğü baskı ve zulüm nedeniyle, halkı yedeklemek üzere gündem edilmektedir.
Diğer yandan darbeler, resmi tarihin uzantısı olarak kabul edilen Atatürkçülük iddialarıyla yapılmıştır. Bu nedenle AKP, ‘darbe eleştirisi’ni aynı zamanda CHP eleştirisine dönüştürmektedir.
Ancak, Derin Tarih’in gerek Adnan Menderes’e gerek de darbelere yaklaşımı tamamen gericidir. Dinci tarihyazımı ile liberal yaklaşımın kesiştiği alanlardan birisidir. Çünkü bu yaklaşımda da halk, emekçiler, sosyal hareketler ve tepkiler yoktur. Sadece seçkinler vardır. Cumhuriyet elitlerinin (asker-sivil zümre), yine halkın seçtiği siyasal önderleri silah yoluyla iktidardan indirmesi vardır. Derin Tarih, evet, darbelerin halka karşı yapıldığını kabul ediyor. Ama, Derin Tarih’in halkı, Adnan Menderes’i sevenler ve Demokrat Partiye oy verenlerdir. Kitlelerin tarihteki varlığı da oy vermekten ibarettir. Tarih de işte bu iki seçkin zümre arasındaki mücadelenin seyridir. Bir taraf İttihatçı, darbeci, elitist, halka tepeden bakan bürokrasi, diğer ‘tarafsa halkın içinde çıkmış’, onun değerlerini paylaşan demokratlar…
Cumhuriyetin ilk yılları; işte bu İttihatçı zihniyetle demokrasi yanlılarının mücadelesi ve İttihatçı zihniyetin zaferine sahne olmuştu. Demokrat Partinin seçim başarısı ise demokratların zaferiydi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, hatta 28 Şubat, Balyoz, 27 Nisan… Hepsi İttihatçı zihniyetin toplumu yönetme hayallerinin ürünüydü. Yani 1908 yılında fiilen iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, ‘komplocu’, ‘komitacı’ ve ‘silahlı’ yönetim pratiği ve algısı 100 yıldır bir biçimde devam ediyordu. İşte tarih, bu zihniyete karşı demokratların –esas olarak da demokrat seçkinlerin- verdiği mücadele ile yazılıyordu.
Derin Tarihin karikatürü bu! Ama yalnız değil… ‘Koca’ bir liberal sol ve sağ da yanında… İyi ile kötünün mücadelesi gibi! Darbeye maruz kaldığına göre iyi olan da kaçınılmaz olarak, yasakçı, emperyalizm işbirlikçisi, emek ve emek örgütlerinin düşmanı Adnan Menderes oluyor…
Tarihin bu biçimde iki ‘zihniyet’ arasındaki mücadeleye indirgenmesi, toplumdaki sınıfsal çıkar ve uygulamaları göz ardı etmesi, en fazla burjuva çoğulculuğu çerçevesinde görüş farklılıklarını görmesi, burjuva liberalizminin ve onun tarihyazımının bir sonucu.

DERİN TARİH RESMİLEŞECEK Mİ?
Derin Tarih dergisinin, resmi tarihin bazı tabularına karşı çıktığı hatta alaya aldığı söylenebilir. Ancak bu, AKP’nin resmi tarihte köklü bir değişimi hedeflediği anlamına gelmez. Derginin, sermaye ve AKP açısından pratik işlevi, güncel siyasal gelişmelere tarihsel meşruiyet sağlamaktır. Bu nedenle dergi alabildiğine Osmanlı ve İslamcılık övgüsü yapmaktadır. Elbette, AKP açısından sınırları aşan iddialar da dergide yer almaktadır. Derin Tarih dergisi sonuçta bir dergidir. Resmi tarihin yenilenmesinde baş aktör değil bir araç, ama görülen o ki, önemli misyon biçilmiş bir araçtır. Ancak tek araç da değildir.
Dolayısıyla dergide yazan her iddia ve açıklama, resmi tarihin yeni biçimi olarak görülmemelidir. Örneğin resmi tarih AKP’nin ihtiyaçları temelinde güncellenirken Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk yerine Kazım Karabekir olmayacaktır… Lozan bir teslimiyet belgesi olarak kabul edilmeyecektir. Diğer yandan Osmanlı vurgusu artacaktır. Osmanlı’da dinin rolü özel bir önemle ifade edilecektir. Cumhuriyetin ilk dönemi baskıcı ve seçkinci elitlerin yönetimi olacak, 27 Mayıs darbesi ittihatçı güçlerin demokrasiye müdahalesi olarak tanımlanacak, tarih de asker-sivil elit zümreyle demokratların mücadelesine indirgenecektir.
Yani Derin Tarih dergisiyle resmi tarihin bir uzlaşma aralığı olacaktır. Bu uzlaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gayet usturuplu bir biçimde özetlemektedir: “İttihat ve Terakki zihniyeti Gazi Mustafa Kemal’in de bizzat karşı çıktığı ve mücadele ettiği bir zihniyettir. Gazi Mustafa Kemal’in müsamaha göstermediği bu zihniyet, ne yazık ki vefatının ardından yeniden hayat bulmuş, yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye’ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, bu ağır faturalardan biridir. Beyler, biz burada 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz. … Biz Dersim’den hatta onun çok daha öncesinden başlayan, bugüne kadar da devam eden bugün de varlığını sürdüren jakoben, seçkinci, elitist bir zihniyete dikkatleri çektik.”
Yani Atatürk hem ölçülü bir biçimde eleştirilecek, hem de sert eleştirilerin hedefi olmaktan kurtarılacaktı. Azıcık dövülecek biraz da pışpışlanacaktı. Esas hedefse CHP, İsmet İnönü ve AKP’nin kendisini mirasçıları olarak gördüğü Demokrat Partinin ve ANAP’ın muhalifleriydi.
Resmi tarihin güncellenmesinde tek araç da Derin Tarih dergisi değildir. (tekrar olmuş)AKP’nin siyasal propagandasında kullandığı tarihsel tartışmalar bir yana günlük gazeteler de tarihsel ideolojinin yeniden üretilmesinde adeta ‘özel görev’ almışçasına çalışmaktadırlar. Birçok gazete ismi sayılabilir. Ancak birisi üzerinde özel olarak durulmayı hak etmektedir.
Star gazetesi belirli aralıklarla, 1950 yılında yayına başlayan Büyükdoğu dergisinin eski sayılarını, orijinal formunda ücretsiz olarak vermektedir. Büyükdoğu dergisi, Derin Tarih dergisinin daha ‘cesur’ bir öncülü olarak görülebilir.
Büyükdoğu Dergisinin 34. sayısında, Atatürk bazen ismiyle bazen de ismi verilmeksizin ama kime söylendiği anlaşılır kılınarak sert bir şekilde eleştirilmekte, hatta hakaret edilmektedir. Derginin 34. sayısında Prof. Ş. Ü. İsimli yazar, Bedi-üz-Zaman Said-ül-Nursi’nin hayatını kaleme almıştır. Yazıda Said-Ül-Nursi’nin, M. Kemal’in davetiyle Ankara geldiği, gelir gelmez de namaz kılınması için beyanname çıkardığı belirtilmektedir.
“Gizli niyetlerini henüz o devirde saklayanlar, bundan soğuk bir duş intıbaı aldılar.
Bir gün, Riyaset Divanında Meclis Reisiyle (ilk Cumhur Reisi ) fikir taati ederken aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Meclis Reisi – Sizin gibi kahraman bir hoca, tam aradığımız insandır. Bu yüzden sizi, yüksek fikirlerinizden faydalanmak için davet ettik. Fakat siz gelir gelmez, namaza dair beyannameler neşrederek aramıza ihtilaf düşürdünüz.
Bedi-üz-Zaman’ın mukabalesi, gayet kat’i ve sert oldu:
– Namaz kılmayan haindir! Hainin hükmü merduttur!
Böylece Said-ül-Nursi, artık insanları ve davaları iç yüzüyle sezmeye başladığı için, Ankara’da muhitini bulamadı, Van’a gitti.” (Yakındoğu Dergisi, 1950, Sayı: 34)
Dergi de açık ve sert bir üslupla M. Kemal eleştirisi vardır.
Dedektif X Bir rumuzlu ‘İbret, Gayret!’ başlıklı yazıda ise M. Kemal’in Birinci Meclisteki Mebus Ali Şükrü’yü ve sonrasında onun katilini de öldürttüğü ifade edilmektedir:
“Şehit Ali Şükrü’yü, arkasında boynuna ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırmak ve başına bir balta indirmek suretiyle öldürten şahış, bu işte alet olarak Giresun’lu Topal Osman’ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz! ”
Sadece İslamcı tarihyazımı değil sol liberaller de AKP’nin resmi tarihi yenileme çabalarına katkı sunmaktan imtina etmiyor. Büyük kısmı AKP’yi ‘askeri vesayete’ karşı desteklemiş, 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ demiş, CHP’ye ve sözde vesayetçi güçlere karşı AKP’nin yanında saf tutmuştur.
Ki, Derin Tarih, önemli temel tezlerinde liberal tarihyazımın yöntemlerini, onun tarihi demokratlar ve ‘ittihatçı gelenek’ arasındaki mücadeleye indirgeyen metodunu kullanmaktadır. AKP’nin dile getirdiği ‘Bürokratik oligarşi’, ‘Asker-sivil elitist zümre’ gibi kavramlar esas olarak sol liberallerin cephaneliğindendir.
Bu konuda örnekler epeyce uzatılabilir. Ancak konuyu dağıtmamak adına ‘örnek’ bir çabadan bahsetmekle yetinilecektir: Murat Belge’nin ‘Militarist Modernleşme’ kitabı… Öncelikle Belge’nin kitabı neden yazdığına bir bakalım:
“Bunun gizlisi saklısı yok, ordunun bu yerine [siyasete müdahalesine] karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı”. (Belge, 2011:25)
Kimi kastediyor: Elbette AKP’yi ve orduya karşı daha doğrusu ordunun yönetimini tamamen ele geçirmek için verdiği mücadeleyi… Belge için önemliydi Uludere’yi bombalama iradesinin Genel Kurmay yerine sivil iktidarda olması!
Belge, kitabında, Türkiye’de modernleşmenin Almanya ve Japonya gibi militarist tarzda gerçekleştiğini, Türkiye tarihinin de militarist, Jakoben, ittihatçı gelenekle demokrasi yanlıları arasındaki mücadeleyle şekillendiğini ifade ediyor. Yukarıda yapılan Başbakan Erdoğan alıntısıyla benzerlik çarpıcı… Rastlantı olmasa gerek!

TARİHYAZIMINA DAİR BİRKAÇ NOT
Tarihyazımı, geçmişin belge, gözlem, anı, iletişim vb. yollarla ulaşılabilen bilgilerinin belirli bir bütünlük içerisinde yeniden üretilmesini öngörür. Her nevi tarihyazımı, kendi yöntemi uyarınca mevcut bilgiler ve verileri bir biçimde sistematize eder. Sonuç tarihin kendisi değil doğal olarak onun yazımıdır. Dolayısıyla, yazım ile kendisi arasında mutlaka farklılıklar olacaktır, kaçınılmazdır.
Tarihyazımı, özellikle 20. yüzyılın başlarında işte bu ‘tarihsel doğru’ kavramını tartışmıştır. Pozitivist-neopozitivist (Ayer, Popper, Hempel) ve bağımsız tarih (idealist, mutlak görelilikçi) kuramcıları arasındaki tartışma da esasen ‘tarihsel doğru’ kavramına kilitleniyordu. Ancak, buradaki tartışma konusu ‘tarihsel doğru’ değil. ‘Tarihsel doğru’ elbette bilinebilir, doğru ve bilimsel bir yöntem ve çaba ile kavranabilir. Aksi, açık bir bilinemezcilik, belirsiz ve mutlak bir görelilik olurdu ki, mantıksal uzantısı yaşamda hiçbir şeyin bilinemeyeceğidir.
Makalemiz açısından tartışmamız ‘tarihsel doğru’nun nasıl ortaya çıkarılabileceğine dairdir. Tarih nasıl yazılmalıdır?
Esasen tarihyazımının kendisi de tarihseldir ve geçmişten günümüze, tanrıların yeryüzündeki icraatlarından, belirli bir toplumsal çevre içerisindeki gerçek insanların faaliyetlerinin incelenmesine kadar önemli bir evrim geçirmiştir. Örneğin ilk tarihçilerden sayılabilecek Homeros’un bir ‘kahramanlık destanı’ olan İlyada’sı tamamen soyluların tarihidir. Olay örgüsünde köylülerin, zanaatkarların hatta tüccarların etkisi ya çok azdır ya da hiç yoktur. Homeros, İlyada’da soyluların dünyasının dışına çıkmamış, sıradan insanların yaşamı ve içinde bulundukları toplumsal düzenden bahsetmemiştir. Elbette, buna dair küçük atıflar vardır ancak bu da soylular ve tanrıların eylem, düşünce ve ihtiraslarından çıkarılabilmektedir.
19. yüzyılın ünlü tarihçisi ve ‘modern tarih biliminin babası’ olarak kabul edilen Leopold von Ranke de, tarihin egemenler açısından yazılması düsturuna bağlı kalmıştır. Ranke’nin, geçmişi yargılamak değil onu “nasıl ise öyle rapor etmek” gerektiğine dair sözü, burjuva tarihyazımında önemli bir yere sahiptir. Ranke’nin tarihteki her olgunun ardında Tanrının hikmeti ve buyruğunu araması bir yana; onun tarihi, devlet adamları, diplomasi ve savaşların tarihiydi.
İşte bu yöntem, geçmişten bugüne tarihyazımında egemen metodoloji olagelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, kapitalizmin özellikle Avrupa topraklarında serpiliş gelişmesiyle işçi hareketi güçleniyor, 1831 Lyon işçilerinin ayaklanması, özellikle 1848-49 devrimleri Avrupa’yı boydan boya sarıyordu. Ve 1871 Paris Komünü… Bütün bunlar tarih yazımında şimdiye kadar etkisiz görülen, olay ve olgular karşısında en fazla büyük güçlerin ve hükümdarların ‘nesne’si olabilen kitlelerin görülmesini, en azından kolaylaştırıyordu. Hem toplumsal hayatın şekillenmesinde (Çartist hareket, genel oy hakkı, yaygın eğitim, ekonomik ve sosyal hakların kazanılması) hem de yönetenlerin politikalarının belirlemesinde kitlelerin etkinliğini arttırıyordu. Bugün de ister ‘demokratik’ ister açık bir gericilik olsun; her egemen sınıf ve siyasal iktidar kitlelerin gelenek, eğilim, talep ve tepkilerini bir biçimde hesaba katmak zorundadır. Çünkü kitleler vardır… Onlarsız yazılan tarihin de bilimsel olması mümkün değildir.
Tarih kitlelerin, başka bir deyişle sınıf mücadeleleri tarihidir. Hükümdarın ya da bugün için siyasi iktidarın karar ve önerileri de, bütün özgünlükleri ve ‘irade beyanı’yla birlikte, hem içinde yaşanılan toplumsal düzenin hem de egemenler ve sınıflar arası mücadelenin etkisi altındadır. Tarihyazımı da, geçmişin büyük karar ve olaylarını sadece, karara imza atan kişinin iradesinden ibaret birer belgeye dönüştürdüğü oranda, kronolojik bir belgelik olmanın ötesine geçemez. Bu belgeler, birer ‘veri’ olarak kabul edilebilir ki, bunların arkasında ekonomik, sosyal, siyasal ve hatta (bireyin tarihteki rolü çerçevesinde) bireylerin rolü görülmeden, bu doku açığa çıkarılmadan bunlar basit birer ‘istatistik’ olmanın ötesine geçemez.
Bu açıdan, Türkiye’nin 1927 yılında yapılan sayımlara göre nüfusunun 13 milyon 648 bin olduğu bilgisi nasıl ki, 1927 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve siyasal koşulları hakkında en ufak bir bilgi bile vermiyorsa, dönemin iktidarının 1928 yılındaki ‘Harf Devrimi’ olarak isimlendirilen Latin alfabesine geçiş kararı; M. Kemal’in birey olarak icraatına indirgenmesi de o ölçüde bilgiden yoksundur. Bu uygulama ne ifade ediyordu, hangi amaçla ve kime karşı yapılmıştı? Hangi felsefe ve siyasi anlayışın parçasıydı. Ekonomik ilişkiler açısından bir anlamı var mıydı? Demokratik ya da otoriter olsun ‘modern bir toplum’ kurma fikrinin neresinde yer alıyordu. Laiklikle ilişkisi neydi, Türkiye’de ‘laiklik’ uygulaması nasıldı? İşte bütün bu bağlantılar olmadan tek başına ‘Harf Devrimi’ kişisel bir başarının ötesine geçmeyecek bir biçimde algılanmaya mahkumdur.
***
Bilimsel bir tarih anlayışının (tarihte diyalektik yöntemin kullanılması) üç temel özelliğinden bahsedilebilir:
Birincisi; bugün olduğu gibi geçmişteki her olgu tarihseldir; kendisinden öncesi ve sonrasıyla birlikte zamansal bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli, bağlantılar özenle ve doğru kurulmalıdır.
İkincisi; her olay ve olgu ve belirli bir ekonomik ve sosyal gerçeklik ve çevre koşullarında meydana gelir. Dolayısıyla olay ve olgunun içinde bulunduğu koşulları, onun en azından önemli görülen bütün bağlantıları ve bu bağıntılar içerisinde temel olanı/olanları değerlendirmek gerekir. Çünkü hiçbir olay ve olgu yoktur ki, çevresiyle etkileşim ve bağlantı halinde olmasın. Bu etki ve ‘bağımlılık’ olmadan tek başına, soyut bir olgudan bahsetmek mümkün olmadığı gibi gerçekliği de yoktur. Olsa olsa düşünce sürecinde kullanılabilecek bir soyutlamadır.
Üçüncüsü, ilk iki belirlemenin kaçınılmaz bir sonucudur. Toplumsal yaşamdaki her olgu karşıt güçlerin, son tahlilde karşıt sınıflar (ve bazen ara sınıflar bazen de egemen sınıflar) arasındaki mücadele ve müdahalesinin etkisi altındadır. Bu sermayenin faşist bir diktatörlükle siyasal iktidarı biçimlendirdiği ülkelerde de, genel seçimlerin yapıldığı ve bazı hakların bir ölçüde kullanılabildiği (burjuva) demokratik ülkelerde de geçerlidir.

RESMİ TARİH VE DERİN TARİHİN AYNILIĞI VE FARKI
Tarihin kişi ya da iktidarlar, yahut görünürdeki iktidar talipleri arasındaki mücadele ve kavgaya indirgenmesinin; tarihin kanlı canlı aktörü olan milyonlarca emekçiyi görmezden geldiği ifade edilmişti.
Burjuvazinin farklı dönemlerdeki özgün ihtiyaçlarını karşılamak açısından resmi tarih ve AKP’nin yaklaşımı arasında ciddi bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak bu tespit, iki tarih yazımının sınıfsal içeriği anlamında bir soyutlamadır. Günümüz somut-siyasal tartışma ve mücadelelere gelindiğinde, kimi ortak özellikleri ve farklılıkları olduğu da aşikardır.
Resmi tarih anlayışı, özellikle ulusal kurtuluş savaşının ilerici özelliklerinin hızla tasfiye edildiği, burjuva diktatörlüğünün tüm kurumlarıyla statükolaşma sürecinde ilerlediği bir dönemde, 1930’lu yıllarda inşa edilmeye başlamıştır. Sınıfsız kaynaşmış kitle retoriği başlangıçtaki egemen argüman olmakla birlikte, çeşitli toplumsal gerilim ve tepkiler sonucu sınıf varlığı kabul edilmek durumunda kalınmıştır. Dolayısıyla resmi tarih ‘milli çıkarlar’, Kürtlerin inkarı, laikçilik, ordunun özel yeri, ‘modern’ simgesel ve kültürel değerler, bunların tamamını bünyesinde barındıran bir Atatürkçülük, gerektiğinde ise onun daha sekter bir yorumu olarak Kemalizme dayandı. Ancak Atatürkçülüğün içeriği hiçbir zaman sabit olmadı ve iktidarlar tarafından ihtiyaca göre yeniden biçimlendirildi. 1990’lı yıllardan itibaren ama özellikle yukarıda bahsi geçen iç ve dış faktörlerin etkisiyle, 2000’li yıllarda ‘eski’ resmi tarih burjuvazi açısından miadını doldurdu. Temel argümanları açısından kabul edilemez hale geldi. Burjuvazinin, eğer bu biçimde kategorize edilecekse sadece ‘islami’ kesimi açısından değil bir bütün olarak sermaye sınıfı açısından kullanım süresini tamamlandı.
Amerikan çıkarlarına daha ileriden bir bağımlılık, 2007 MİT raporunda ifade edilen ‘yurtta sulh cihanda sulh’ yerine ‘aktif dış politika’ ve ‘sınırların dışında çıkarları kollama’ yaklaşımı, Kürt sorununun geldiği aşamada ‘inkar etmeden imha’ komsepti, kitleleri yedeklemek açısından dini değerlerin daha yaygın kullanımı gibi güncel siyasal ihtiyaçlar; ve bu ihtiyaçların içinde formüle edilebileceği kültürel değerler ve tarihsel olgular; liberal dinci bir tarihyazımının temelleri oldu.
Elbette, liberal dinci tarih yazımı ve bu yaklaşımın resmi tarih ile karşı karşıya gelmesi AKP ile başlamadı. Ancak entelektüel düzeyde varlığından bahsedilebilecek Derin Tarihçilik, ancak AKP döneminde resmi tarihle ‘eşit’, hatta onu ‘aşan’/’aşmaya yeltenen’ ve onu güncelleme göreviyle biçimlenen bir fikirsel güç olarak ortaya çıktı. AKP ve arkasındaki güçlerin ihtiyaçları çerçevesinde resmi tarihin uygun biçim ve çeşitli uzlaşmalarla evrileceği yönü gösterdiği söylenebilir.
Eğer ayrı ayrı soyutlanacaksa; iki tarih yaklaşımı da yukarıda ifade edilen tarihte bilimsel yöntemin üç temel ilkesiyle çelişmektedir.
İlk olarak tarihi bireylerin, önemli adamların, yöneticilerin ve onların kararlarının tarihi olarak algılamaktadırlar. Resmi tarihin milli şefe ve onun “çağın ötesindeki öngörülerine” dayalı tarih yazımı, derin tarihte yine milli şefe dayalı ama bu sefer eleştirel ve daha dinci ‘önder’lerin rolü eklenerek ifade ediliyor. Yine sınıf mücadelesi, ideolojilerin sınıfsal niteliği, ekonomik ve siyasal politikaların toplumsal sınıflarla ilişkileri, onların ihtiyaç, talep ve eğilimleri tarihin açıklanmasında yer bulmuyor. Varsa yoksa milli şefin ‘üstün dehası’ ya da ‘otoriter eğilimleri’…
İkincisi; ekonomik, sosyal, siyasal ve uluslararası gelişmeler iki tarih yaklaşımında da ya tamamen ya da büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Yahut bir olgu abartılarak diğer olguların etkisi yok sayılmıştır. Örneğin resmi tarihte; devletçilik, Atatürk’ün ‘müthiş öngörüsü’nün sonucudur. Dünya genelinde yaygınlaşmadan önce M. Kemal, derin bir sezgi ile örnek bir ekonomik model ortaya koymuştur. Ne kapitalizmdir, ne sosyalizmdir. Elbette, resmi tarih Kadro dergisinin çizgisinde değildir ama ekonomi politikalarının milli ve özgün olduğu konusunda onunla uzlaşmaktadır.
Derin tarih de, devletçi politikaları esas olarak ‘Cumhuriyetin yönetici elitleri’nin–başta M. Kemal olmak üzere- iradesiyle açıklamaktadır. Yönetici elitin pozitivist yaklaşımının sonucudur.
Oysa, bu ekonomi politikalar ilk bakışta görülebileceği üzere dönemin ekonomik ve sosyal özellikleriyle yakından ilişkilidir. İşgal sonucu adeta yıkılmış bir ülkede toparlanma ve düzen tesisinin devletin ekonomiye müdahalesi olmadan sağlanması mümkün değildir. 1923 İzmir İktisat Kongresinde de sermaye grupları devlet müdahale ve desteğinin şart olduğunu deklare etmişlerdir. Dolayısıyla devletin yatırımları, gümrük korumacılığı, sermayeyi güçlendirme ve yeni sermaye grupları yaratma politikası kaynaşmış-kitle edebiyatıyla ya da ‘yönetici elitler’in kendinden menkul iradesiyle açıklanamaz.
Ki, 1929 Büyük İktisadi Buhranı sonrasında, üretimi ve tüketimi büyük darbe almış bir ülkede devletin ekonomiye müdahalesi de kaçınılmazdır. Kriz sürecinde her ülkede olan da budur. Krize karşı ilk tepki devletin ekonomiye müdahalesi olmuş, sonrasında daha sistematik ve ‘kalıcı’ müdahaleler yapılmıştır. İç faktörler kadar uluslararası konjonktür de devletçiliği koşullamaktadır. Ayrıca SSCB’nin büyük başarısı karşısında ‘devletin ekonomiye müdahalesi’ ve planlama olgusunun prestiji de oldukça yüksektir. Resmi tarihin ve onun ‘derin’ halinin tarihyazımı yönteminde esas kurgu ‘büyük kişiler’e ve ‘yönetici elitler’e odaklı olduğundan siyasal, ekonomik ve uluslararası etkenler yalnızca manzara öğelerine indirgenmektedir.
Dolayısıyla dönemin tarihsel (zamansal) sürekliliği (savaştan çıkılmış olması, burjuvazinin zayıflığı vb.) ile bütünselliği ve bağlantılılığı (ekonomik ve sosyal faktörler) içiçedir. Klasik anlamıyla resmi tarih de ‘derin’ ve güncellenmiş hali de bu olgu ve etkenler göz ardı etmektedir. Çünkü ikisi de tarihin sermayenin dönemsel siyasal ihtiyaçları temelinde yazımını esas almıştır, almaktadır. Bilimsellik ve ciddiyet beklemekse mümkün değildir.

Esnek çalışma: bir determinizm hikayesi

Esnek çalışma, çalışma yaşamında son 20 yılda en çok tartışılan konularından birisi. İşsizliği azaltmak, istihdamı arttırmak, kadınların işgücüne katılımını sağlamak, küresel rekabette avantaj sağlamak, piyasanın dalgalı seyrini yakalamak, gelişen teknolojinin gereği gibi gerekçelerle ‘esneklik’ gündeme gelmekte, getirilmektedir.
Esnek çalışma, 2003 yılı Mayıs’ında yasalaşan 4857 sayılı İş Kanunu’nda çeşitli yönleriyle yaşama geçirilmiştir. Ancak, hükümet ve sermaye örgütleri esnek çalışmanın tüm biçimlerinin yasalaştırılması ve uygulanmasını talep etmektedir. Bu çerçevede Avrupa İstihdam Stratejisi’yle uyumlu bir Ulusal İstihdam Stratejisi hazırlanmıştır.
Esnek çalışmanın yaygınlaşmasıyla birden çok politika ekseninde ilerleme öngörülmektedir. Buna göre; birincisi, işsizliğin azaltılması, istihdamın arttırılması, bu kapsamda dezavantajlı grupların işgücüne katılımının sağlanması. İkincisi, küresel rekabet koşullarının ‘gereği’ yapılarak işletmelerin rekabet gücünün arttırılması. Üçüncüsü, hem işverenler hem de işçiler açısından ‘katılıklar’ın son bulması ve çalışma yaşamında çatışmanın yerini işbirliği ve diyaloga bırakması.
Her bir başlık, hem kendi içinde, hem de esnek çalışmayla ilişkisi kapsamında ayrı bir inceleme konusu. Biz bu makalede, esnek çalışmanın 70’li yıllardan itibaren değişen ekonomik, sosyal ve teknolojik nedenlerle zorunlu hale geldiği iddiasını değerlendireceğiz. Bu değişimde özellikle ‘teknolojik gerekçeleri’ konu alacağız. Çünkü, son 30-40 yılda dünyada yaşanan ekonomik ve sosyal değişimler, büyük ölçüde teknolojik gelişme ve yeniliklerle bağlantılı olarak ele alınmaktadır. Öyle ki, bazı görüngüler üzerinden ve yine teknolojik gelişmelere atıfla toplumsal yapı; “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu” gibi kavramlarla tanımlanmaktadır.

TEKNOLOJİ
Teknolojinin çeşitli yaklaşımlara göre farklı tanımlamaları yapılmaktadır. Dar bir tanımla, üretime yönelik bilgi birikimi olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilgi, mühendislik bilgisi, teknik bilgi ve iş becerisi, makineler, aletler, bunların organizasyonu vb. unsurları içeren teknoloji kavramı başka bir açıdan, “bir mal ya da hizmetin üretimi için gerekli bilgi, organizasyon ve tekniklerin bütünü olarak” tanımlanabilir.
Bilim, teknoloji ve bu alandaki gelişmeler, genellikle kimin kullandığı ve ne için kullanıldığı göz ardı edilerek, tarafsız ve nötr süreçler olarak görülmüştür. Bu görüşün en azından akademik dünyada yaygınlık kazanmasında, liberalizm ve sonrasında neoliberalizmin teknolojiyi üretim sürecine, hatta toplumsal yaşama dışsal ve bağımsız bir olgu olarak kabul etmesi etkili olmuştur. Neoliberal iktisada göre, şirketler, sermaye ve emek gücü bileşimini çeşitli biçimlerde, yani farklı teknolojik düzeylerde kullanabilirler. Oysa, bu kabulün aksine, teknolojinin çeşitli düzeylerinin kullanılmasından çok, en ileri düzeyinin diğerlerine nazaran üstünlük sağlaması söz konusudur.
Teknolojinin tarafsız ve nötr bir ilerleme süreci olarak tanımlanması da, kapitalist toplumda, kimi uygulamaların ‘teknoloji’yle gerekçelendirilmesini kolaylaştırmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan teknolojik yenilikler, kapitalizmin çeşitli uygulama ve rasyonalizasyon süreci, ‘teknoloji’ ile meşrulaştırılmak üzere, ideolojik bir argüman olarak kullanılmıştır.
Benzer bir biçimde, günümüzde de, teknolojik yenilik ve gelişmeler, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinde karşı konulmaz teknolojik gelişmenin yansımaları olarak ifade edilmektedir.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) Yönetim Kurulu Başkanı Tuğrul Kutadgubilig, esnek çalışmanın gerekçelerini açıklarken, özellikle teknolojik gelişmeleri ve bununla bağlantılı olarak ‘esnek’ üretim sistemlerinin ortaya çıkışını vurgulamaktadır : “Otomasyon yaygınlaşmaya başlamış, bilgisayar kullanımı artmış, esnek üretimin benimsenmesi sonucunda üretim sistemi ve istihdamın alışılagelmiş yapısında önemli ölçüde değişiklikler meydana gelmiştir. Çalışma hayatını düzenleyen yasalar da bu değişimden payına düşeni almış, pek çok ülke mevzuatlarını değiştirme yoluna gitmiştir.”
Yine TİSK görüşünde  şu ifadelere yer verilmektedir: “Kitle haberleşme teknolojisi ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesi, işyeri kavramını değiştirmiş, belirli sektörlerde ve belirli nitelikte elemanlar için ev-büro ve işyeri kavramları iç içe geçmiştir.” “İşyerindeki ve iş koşullarındaki değişiklikler klasik, tam zamanlı çalışma ilkesinin yanında çeşitli ve genel olarak ‘esneklik’ olarak adlandırılan yeni çalışma şekillerini ortaya çıkarmıştır. Belirli ve kısmi süreli çalışma, ödünç iş ilişkisi, tele çalışma, esnek süreli çalışma bunlardan bazılarını oluşturmaktadır.”
Önce ve Marangoz’un yaptığı çalışma , küreselleşme ve bilişim teknolojileri alanındaki gelişmelerin işletmelerin esnek çalışma modellerini uygulamasını zorunlu kıldığını ifade ediyor.
Özgener, “Çalışma Hayatında Esnekliğin İşletme Verimliliği Üzerine Etkileri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma” başlıklı makalesinde , çalışma hayatında esneklik gereksinimini doğuran temel olguları sıralarken, ilk sırada, ‘küresel rekabet ve hızlı değişen teknoloji’ye yer veriyor. Diğer olgular ise, işsizlik sorunu, katı çalışma mevzuatı, sendikal hareketin doğası, rekabetçi ve dinamik işgücü pazarı olarak sıralanmaktadır. Özgener, çalışma yaşamındaki esnekliğin, yine esas olarak ‘teknolojik’ gelişmelerle ilişkilendirilebilecek ‘bilgi toplumu’na geçiş süreciyle ilgili köklü bir değişimin sonucu olduğunu ifade ediyor.
Daha erken bir çalışmada, M. Ekonomi, esnek çalışma ihtiyacının ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli etkenlerle birlikte teknolojik gelişime vurgu yapıyor: “Yaşanan hızlı teknolojik değişim, arz-talep değişiklikleri ve konjonktürel dalgalanmaların olağan hale geldiği bir ortamda işletmeler, değişime uyum sağlayabilmek ve hatta onu yönlendirmek için artık Fordist üretim yapısının benimsendiği tam zamanlı standart istihdam biçimini terk ederek, Post-Fordist üretim yapısının hakim olduğu esnek istihdam biçimlerini benimseme gereği duymaktadır.”
Kamu-İş Sendikası Uzmanı Eryiğit, “Esnek üretim, esnek organizasyon, esnek çalışma” başlıklı makalesinin  sonuç bölümünde, esnek çalışmanın doğuşu ile teknolojik gelişmeler arasındaki ‘bağlantı’ya işaret ediliyor: “Esnek üretim, esnek organizasyon ve esnek çalışma gibi yeni kavram ve yaklaşımlar bilgi teknolojilerindeki gelişmeler; bilgisayarların üretim süreçlerinde kullanışlı ve elverişli olması, buna bağlı olarak genel amaçlı makinelerin özel amaçlı programlar ile çabuk ve çeşitli mal üretimlerini mümkün kılması, müşteri talep ve tercihlerinin çeşitlenmesi ve sürekli değişmesi, şiddetli rekabet gibi iç ve dış çevresel etkilerin işletmeleri zorlaması sonucu meydana çıkmışlardır.”
Doğan, “21. Yüzyılda Esnek çalışma biçimleri ve toplumların iş hayatına uygulanması” başlıklı makalesinde , esnek çalışmayı, esas olarak teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak ele alınan ‘dijital ekonomi’ ve ‘bilgi toplumu’nun kaçınılmaz sonucu olarak ele almaktadır: “Küreselleşme, mal ve fiyat politikalarının liberalleşmesi, teknolojik gelişmeler bizi dijital ekonomiye doğru götürmüştür. … Gelişen dünyadaki bu çalışma biçimleri [esnek çalışma, y.n.] bilgi toplumunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
Uyanık da , yine esnek çalışma ile yeni teknolojiler arasında güçlü bir ilişki kurmaktadır: “Yeni teknolojilerin üretim sürecine uygulanması üretim surecinin esnekleşmesine neden olmuş, teknolojik değişim sonucu değişen rekabet koşullarına uyum sağlama ihtiyacı esnek üretime geçişi beraberinde getirmiştir.”
Gülsever ise, makalesinde  “Bir birikim rejiminden diğerine geçiş çoğunlukla, teknolojik bir gelişme sayesinde gerçekleşen ve emek gücü değerini düşürebilecek yeni bir üretkenlik artışının, gerçek ücretlerin artmasına da izin vermesine ve böylelikle yeni bir tüketim normu oluşturulmasına bağlıdır.” demektedir.

ÜRETİM SÜRECİNDE TEKNOLOJİK YENİLİKLER
Üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, başka bir ifadeyle üretim araçlarındaki teknolojik yeniliklerin üretim sürecini, işçi-işveren ilişkisini, işçilerin özelliklerini, istihdamın yapısını, biçimini ve çalışma koşullarını etkilediği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak bu etkinin hangi yönde olduğu ve nasıl yaşam bulacağı konusunda hem sonuç hem de yaklaşım bazında ciddi farklılıklar bulunmaktadır.
Elbette üretim sürecinin önemli bir bileşeni olan üretim araçlarındaki değişimin, başta üretim araçlarıyla doğrudan ilişki içindeki işçileri, vasıf, beceri, teknik bilgi düzeyi, üretimdeki yeri gibi konularda etkilemesi olağandır. Tartışma konusu olan, özellikle üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin hangi biçimde yaşama geçirildiği, yine bununla ve makalenin konusuyla bağlantısı içinde, bu değişikliklerin ‘zorunlu olarak’ emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırıp kaldırmayacağı sorunudur.
Öncelikle üretim sürecinde teknolojik yeniliklerden kısaca bahsedilmesinde fayda vardır. 18. yüzyılın sonunda gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle birlikte, buharlı makineler üretim sürecinde kullanılmış, manifaktür ve fabrika sistemleri hızla yaygınlaşmıştır. Makineleşme, zanaat ve çok yönlü üretimi, vasıfsız, tek düze ve parçalanmış üretime dönüştürmüştür. Zanaatçı özellikleri taşıyan işçi giderek vasıfsızlaşmış, iş basit parçalara bölünmüş, kadın ve çocuk işçiler kitleler halinde üretim sürecine katılmışlardır.
19. yüzyılın sonunda, makine ile parçalanan üretim süreci, işin organizasyonu açısından ve bir yönetim fonksiyonu olarak, daha da ayrıntılı parçalara bölünmüş ya da bölünme derinleşmiştir. Elbette, burada, Taylor’un üretim organizasyonuna dair önermelerinin kullanılması ile başlayan ‘bilimsel yönetim hareketi önemlidir. Ford otomotiv fabrikasında ilk defa uygulanan bant sistemiyle işin parçalanmasının boyutları daha da üst düzeye çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sayısal kontrollü (numeric control) makine sistemleri, üretim sürecindeki önemli gelişmelerden birisi olmuştur. (Bunda Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve bu alanda yapılan çalışmaların büyük bir etkisi olduğunu bilinmektedir.) Esas olarak da, 1970’li yıllardan itibaren mikroelektronik, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle, çok amaçlı programlanabilir makineler, robotlar ve çeşitli denetim sistemleri üretim sürecindeki yerini almıştır. Ki, günümüzde teknolojik gelişmelerden bahsedildiğinde, esas olarak bilgisayar (ve mikroelektronik) teknolojisinin üretim sürecine dahil edilmesi anlaşılmaktadır. Üretim sürecinde kullanılan yeni teknolojili sistemlere; ileri imalat teknolojisi (AMT), sayısal kontrollü bilgisayarlar (CNC), sayısal kontrollü makineler (NCMT), esnek imalat sistemleri (FMS), bilgisayar destekli imalat (CAM), bilgisayarla tümleşik imalat (CIM), süreç kontrol teknolojisi (PCT), programlanabilir akıllı denetleyiciler (PLC), endüstriyel robotlar örnek gösterilebilir .

TEKNOLOJİ VE KAPİTALİZM
Teknolojik gelişme, hem ürün özelliklerinde yeniliklere, hem de üretim sürecinde teknik gelişmelere yol açar. Elbette teknolojik gelişme ile teknolojik gelişmelerin farklı alanlarda uygulanması birbirine karışabilmekte ve her biri ayrı bir teknolojik ilerleme olarak yorumlanabilmektedir.
Aslında bu ‘karmaşa’ teknolojinin ideolojik işlevleri açısından da gereklidir. Çünkü günümüz kapitalizmi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere yapılan vurguyla ‘kapitalist’ değil ‘bilgi’ toplumu ya da kapitalist toplumla sanayi toplumunu bir biçimde eşitleyen ‘sosyoloji’ okulundan yola çıkarak, ‘sanayi sonrası’ (ya da “post kapitalist”, “post endüstriyel”) toplum olarak tanımlanmaktadır .
Dolayısıyla birincisi; teknolojik gelişmelerin bütün bir toplumu kaçınılmaz olarak belli bir yönde (sınıf çatışmalarını ortadan kaldıracak bir biçimde) değiştirdiği ve bu toplumsal değişime uyum sağlamanın zorunlu olduğu, ikincisi; teknolojik değişim de ‘kaçınılmaz olduğu’ndan, günümüz kapitalizminin olası tek seçenek olduğu fikri egemen kılınmak istenmektedir.
Bu ideolojik meşrulaştırma çabasında, günümüz kapitalizminin bazı görüntülerinden yararlanılmakta ve buradan gerçek hayatla ilişkisi kurulmak istenmektedir. Örneğin çeşitli metalardaki yeni özellikler ve teknolojinin uygulanması, metaların özelliğindeki ve bununla bağlantılı olarak günlük alışkanlıklardaki değişim, tüm temel toplumsal ilişkilerde bir değişim olarak sunulmaktadır. Örneğin 3G’li hatta 4G özellikli cep telefonları çıktı ve işçiler buna sahip oldu diye, ne işçi işçi olmaktan çıkmakta, ne de mevcut sınıf ilişkileri değişmektedir. Ancak bu teknolojik ‘reklam’ ve ‘bilgi’ yumağı içinde, internet, sosyal paylaşım siteleri üzerinden iletişim, yüksek özellikli cep telefonları, metrolar, uçakla ulaşım, fabrikalarda yüksek teknolojinin kullanılması gibi örnekler, toplumsal formasyonun temel niteliklerini değiştirmemektedir. Tersine bu teknolojik yenilikler de, kapitalist ilişkilerin bir parçası ve bu ilişkilerin genişletildiği alanlar olarak, yeniden üretilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin günümüz toplumunu tek seçenek olarak sunduğu iddiası da, yine açıkça ifade edilmeyen ‘bilinçaltı’ kabullerden birisi haline getirilmektedir. Teknolojik gelişme ve bilimsel araştırmaların sermayenin ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılıyor olması, bunun piyasaya kâr amacıyla ve meta biçiminde sunulması, sanki bilimsel gelişme kapitalist toplumun başarısıymış gibi (ya da başka bir toplumsal formasyonda bilimsel gelişme mümkün olamazmış gibi –ki bu, böyle ifade edilmeden) bir algı oluşturulmaktadır. Günümüz dünyasının ‘bilgi toplumu’ gibi teknolojik gelişmeye vurgu yapan bir biçimde tanımlanması, toplumsal yapının teknolojik gelişmelerin otomatik bir sonucu olduğu fikrine dayanmaktadır. Yaratılan ‘teknolojik hegemonya’ içinde, “gelişmelerin kaçınılmaz sonucu da kapitalist toplumdur” fikri işlenmektedir.
Burada ifade edilen, teknolojik gelişmelerin göz ardı edilmesi değil, teknolojik gelişme ile kapitalist üretim biçimi arasındaki karşılıklı ilişkidir. Ancak neoliberal yaklaşımda teknoloji ve toplumun yaşam alanları arasındaki ilişki tek yanlı kuruluyor.
İşte bu tek yanlı teknolojik determinizm, neoliberal politikalara da önemli bir zemin hazırlıyor. Buna göre; tarafsız bir ‘aktör’ olarak teknoloji, sermayenin artık uluslararası hareketini zorunlu kılıyor ve böylece ulusal korumacı politikalar imkansız hale gelmektedir. Aynı yaklaşıma göre, teknolojik gelişmeler, neoliberalizmi ve buna bağlı olarak esnek çalışmayı koşullamaktadır. Oysa teknolojinin günümüz toplumunda ‘tek taraflı’ ve otomatik olarak sermayenin çıkarları doğrultusunda toplumsal yapıyı belirlemesinden söz edilemez.
Ancak böyle yorumlar oldukça yaygındır. Yukarıda ifade edildiği gibi, hem neoliberal politikaların gerekçelendirilmesinde, hem de kapitalist sömürü ilişkilerinin ‘bilgi toplumu’, ‘sanayi sonrası toplum’ gibi tezlerle görünmez kılınmasında kullanılmaktadırlar.
Bu yaklaşımın temelinde teknoloji toplum ilişkisinin mekanist ve determinist bir biçimde kurulması bulunmaktadır. Burjuva toplumbilimcilerin Marxizme mal etmeye çalıştıkları, oysa Marxizmle hiçbir ilişkisi olmayan teknolojik determinizm, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini gözardı ettiği gibi, ‘tarafsız’ teknik gelişmeyi tarihin ilerletici gücü sayar.
Bu yaklaşımda; teknolojik ilerlemenin üretici güçler ve onun bileşenlerinden birisi olan üretim araçlarının gelişmesine neden olduğu, böylece üretici güçlerin ve buna bağlı olarak da üretim ilişkilerinin; bütünsel olarak da tüm toplumsal yapının otomatik olarak değişeceği ifade ediliyor. Buna göre, tarihsel değişimin motor gücü, açıkça ifade edilmese de, sınıf mücadelesi yerine teknolojik gelişme oluyor!

TEKNOLOJİ VE SINIF MÜCADELESİ
Teknolojik gelişmelerin üretim sürecine uygulanması, sadece teknik bir olgu değildir. Teknolojik gelişme, aynı zamanda sosyal bir olgudur. Özellikle üretim sürecinde doğrudan bir karşılığı varsa. Bu nedenle, bu tür gelişmelerin sosyal boyutu ve çalışma ilişkilerindeki güçlerin karşılıklı mücadelesi, uygulanma biçimini de etkilemektedir. Teknoloji, üretim süreci ve çalışma yaşamını dışsal olarak etkileyen değil, üretim süreci, çalışma yaşamındaki güç ilişkileri ve sınıf mücadelesi tarafından da etkilenen, yaşam bulması ya da biçimi belirlenen bir olgudur.
Marx, sermaye tarafından, teknolojik gelişmelerin işçi hareketine karşı kullanıldığını, bunun tarihinin yazılabileceğinden bahseder .
Çalışma ilişkilerini ve üretim sürecini köklü bir biçimde etkileyen ve tarihsel olarak kapitalizmin yaygınlaşmasında en önemli faktörlerden birisi olan ‘makine’, teknolojik gelişme açısından ayrıca incelenmeye değerdir.
Makinelerin üretim sürecine girmesiyle, yapılan iş basitleşmiş, üretimin yoğunluğu arttırılmış ve işçi üzerindeki denetim daha da pekiştirilmiştir. Makine, elbette üretim araçlarında önemli bir teknolojik gelişmeye tekabül eder. Ancak, uygulanma zemini, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki sömürü koşullarıdır. Marx, makinelerin sermaye haline geldiğinde ortaya çıkan işlevini şöyle anlatır:
“Makineler, sermayenin elinde, belli bir sürede daha fazla emek sızdırmak için sistemli bir şekilde kullanılan nesnel araçlar halini alırlar. Bu iki türlü yapılır: makinenin hızını arttırarak, ve işçiye çalıştıracağı daha fazla makine vererek.”
Makine, aynı zamanda işçiyi denetim aracı olmuş, işçinin hangi hızda ve ne yoğunlukta çalışacağını kapitalist makine aracılığıyla belirlemiştir: “Üretilen miktar aslında makinenin hızına bağlı olduğuna göre, bunları, aşağıdaki koşullara uymak suretiyle en hızlı bir biçimde çalıştırmak, fabrika sahibinin çıkarına olacaktır: makinelerin çabuk yıpranmaktan korunması; üretilen malın kalitesinin korunması; işçinin sürekli olarak göstereceği çabadan daha fazlasını harcamadan hareketi izleyebilecek durumda olması. Fabrika sahibinin çözümlemek zorunda olduğu en önemli sorunlardan birisi, bu nedenle, yukarıdaki koşulları göz önünde bulundurarak makineleri çalıştırabileceği en yüksek hızı bulmaktır.” 
Dolayısıyla, Sanayi Devrimi ile 18. yüzyılın sonunda üretim sürecine giren makineler, çalışma ilişkilerinde ciddi bir dönüşüme yol açmıştır. Makineler, onlarca işçinin yaptığı işin birkaç işçiyle yapılabilmesine olanak sağlamış, işsizliğin artmasında rol oynamıştır. Makineleşmenin sonuçlarına, 19. yüzyılda luddistler, makineleri kırarak yanıt vermişlerdir. Bu, bir bakıma sermayenin teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına ‘ilkel’ bir tepkiydi.
Sayısal ve mikroelektronik kontrollü makinelerin üretim sürecindeki etkinliğini 1970’li yıllardan itibaren arttırması, elbette hem üretim süreci, hem de çalışma ilişkilerine dair değişikliklere neden oldu. Ancak, üretim sürecindeki teknolojik gelişmeler, ‘kendi içinde’ ya da ‘kendinde’ bir gelişmenin sonucu değildir. Bu, teknolojik gelişmelerin sermaye birikimiyle çok daha yakından bağlantılı hale geldiği günümüz için geçerlidir. Teknolojik gelişmeler, ekonomik ve sosyal hayat başta olmak üzere, toplumsal yaşamdaki neoliberal dönüşümle yakından ilgilidir.
1973-74 yılındaki kapitalist krizle, sermaye, krizin sorumlusu olarak devletin ekonomiye çeşitli müdahale alanlarını gösterdi. Sosyal devlet uygulamaları, sermayenin hareketini ve yatırım alanlarını bir ölçüde sınırlayan düzenlemeler krizin müsebbibi olarak ilan edildiği gibi, neoliberal politikalarla hızla tasfiye edildiler. Süreç, sermayenin hem kâr oranlarını arttırmak, hem de yeni yatırım alanları açmak amacını taşıyordu.
İşte, bu neoliberal politika bütünlüğü, sermayenin ücretleri baskı altına alan uygulamalarının yanı sıra üretimin örgütlenmesine dair de bazı önlem ve değişiklikleri gündeme getirdi. Taşeronlaşmadan belirli süreli iş sözleşmelerine, iş güvencesinin gevşetilmesinden üretimin mekânsal parçalanmasına, yeni çalışma biçimleri adı altında güvencesizlikten genel olarak esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına kadar birçok uygulama, neoliberal politika demetinin bileşeni halinde, uygulamaya konuldu. Temel argüman ise, krize yol açan, bireysel özgürlükleri sınırlayan, piyasanın ‘özgür’ işleyişini engelleyen ‘katılıklar’a karşı ‘esneklik’ idi.
‘Üretim sürecindeki teknolojik yenilikler’ konusu, sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik bu saldırı dalgası ve bu alandaki ‘başarısı’ göz ardı edilerek anlaşılamaz. Çünkü, teknolojik yeniliklerin uygulanma biçimi, yukarıda kısaca ifade edilen ekonomik ve sosyal koşullarda hayat bulmuştur.

ESNEK ÜRETİM Mİ?
Literatürde, başta bilgisayar entegreli programlanabilir makineler ve robotlar olmak üzere, üretim sürecindeki yeni teknolojiler, yeniden programlanabilme ve farklı özellikte ürünler üretebilme özellikleri nedeniyle, esnek üretim sistemleri olarak da tanımlanmaktadırlar .
Fordizm olarak adlandırılan bant sisteminde kitlesel seri üretime dayanan üretim sisteminin çeşitli biçimlerde parçalanması, 1970’lerde krizle birlikte standart üretimin yerini farklı versiyon ve modelleri içeren (farklı tüketici gruplarının talepleri) üretimin almasında, elbette üretim sürecindeki yeni teknolojilerin önemli bir rolü vardır.
Kitlesel seri üretim sistemindeki başlıca değişiklikler şöyle özetlenebilir: Aynı işyeri içindeki üretim, mekânsal olarak parçalanarak, eskiden tek bir fabrikada yapılan üretimle üretilen bazı parçalar tedarikçi şirketler tarafından farklı işyerlerinde yapılmaya başlandı. Merkezi bir fabrika çevresindeki tedarikçi yan sanayi sistemi, kimi alanlarda öyle boyutlara ulaştı ki, kayıt dışı ve ev içi üretim ağı da bu sistemin doğrudan bileşeni haline geldi.
Bir diğer değişim ise, programlanabilir makineler aracılığıyla, aynı makine ile farklı işlemlerin yapılabilmesi ve farklı özellikteki ürünlerin üretilebilmesidir. Bu da, sermayenin rekabette avantaj sağlamak üzere, ‘ürün yenileme’yi daha yoğun bir biçimde kullanmasına neden olmaktadır. ‘Tüketici talebi’ doğrultusunda olduğu ileri sürerek, esasta tüketici talebini yönlendirerek ve ürün farklılaştırmasını pazarda bir avantaja çevirerek kullanan sermayenin uyguladığı üretim sistemi, esnek üretim sistemi olarak tanımlanmaktadır. Esnek üretim, tasarım çalışmaları sonucu büyük bir sabit sermaye yatırımı yapmadan ve hemen hemen aynı makinelerle ürün farklılaştırma olanağı (ve piyasadaki talebe göre şekillenme iddiasını da içeren biçimde) üzerinden tarif edilmektedir.
Bu tanımlamada, ayrıca ideolojik bir yön olduğu söylenebilir. Üretim sürecinde yeni teknolojiler kullanılmakta, ürün farklılaştırması pazarda önemli bir avantaja dönüşmektedir. Ancak, kabaca aynı makinenin farklı ürünler üretmesi (bu esnek üretimle tanımlansa da), çalışma yaşamında esnekliği zorunlu olacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla esnek üretim kavramlaştırması, baştan sona ideolojiktir ve sermayenin çalışma yaşamına yönelik esnekleştirme projesi içerisinde işlevsellik kazanmaktadır.

ÇALIŞMA YAŞAMINDA NEOLİBERALİZM
Liberalizmin, literatürde temel düsturu devletin ekonomiye müdahale etmemesidir. Piyasa kendi işleyişi içerisinde maksimum refahı sağlayacak, arz talep dengesi ile işsizlik sorunu da çözülecek. Devletin herhangi bir koruyucu müdahalesi piyasanın dengesini bozar. Bu liberal ütopyaya göre, devletin yoksulluğu azaltıcı önlemleri bile, uzun vadede yoksulluğu arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Tabii, bu dogmatik liberalizm, neresinden tutulsa elde kalacak bir düşünce biçimi olmakla birlikte, 18. yüzyılda feodal devletin bölgeci ve sonrasında merkantilist korumacı yaklaşımına karşı kapitalist ilişkilerin geliştirilmesini öngördüğü için, tarihsel olarak ilerici bir rol oynamıştı. Keza, ilk liberal iktisatçılar da, modern ekonomi politiğin kurucusuydular. Elbette, liberal politikaların işsizlik ve yoksulluğu önlemek bir yana daha da arttırması ve ortaya çıkan krizler, liberalizmin de kendisini reforme etmesine neden oldu. İlk reformasyon, (burjuva literatürde liberalizm karşıtı okul olarak değerlendirilen) Keynesci düzenlemelerdir. Bu, (işçi hareketi ve sosyalizmin baskısı ve diğer ekonomik zorunluluklarla) nispeten liberalizmden uzaklaşan Keynesyen müdahaleciliği bir yana bırakırsak, liberal görüş de, devresel, konjonktürel krizleri kabul etmek durumunda kalmış, işsizliğin de olabileceğini ifade etmiştir.
Böylece 1970’li yıllarda monataristlerle başlayan ve sonrasında çeşitli (anayasal iktisat vb.) akımları bünyesinde toplayan neoliberalizm, yeniden devlet müdahalesine büyük bir karşı çıkışı öğütlerken, toplumun bütün alanlarında piyasanın egemenliğini, eski liberalizmin çıkış dönemindeki ilericiliğinden eser kalmayacak bir biçimde, büyük bir yozlaşmışlık, çürümüşlük ve gericilikle savunmuştur. Fiyat istikrarı adı altında her türlü özelleştirme ve yasal sınırlamalarda mutlak bir esneklik, yine “enflasyonu arttırmayacak düzeyde işsizlik” egemen politika haline gelmiştir.
İşte, çalışma ilişkilerindeki dönüşüm de, bu aynı neoliberal eksende gerçekleşmektedir. Buna göre; işçi ve işveren arasındaki ilişkiye müdahale eden hiçbir kurum (sendika ve devlet kastediliyor) olmamalı. Özgür bireyler olarak işçi ve kapitalist, yine tamamen kendi belirledikleri koşullarda sözleşme yapmalıdır. Böylece işçinin ücreti, toplu sözleşme ve asgari ücrete göre değil işçinin verimine göre belirlenecektir. Kapitalist eğer düşük ücret verirse, işçi işi bırakacak ve kendi verimlilik düzeyine uygun ücret verecek başka bir işi tercih edecek, işçiye düşük ücret veren kapitalistse, yeni bir işçi almak için verimlilik düzeyine göre ücret vermek zorunda kalacaktır.
İşte, neoliberalizmin ideal tablosu budur, ancak gerçek yaşamla hiçbir ilgilisi bulunmamaktadır. Neoliberalizmin önerdiği ‘verimlilik’ temelli performansa göre ücret dayatması ve bireysel sözleşmelerle ücretlerin ve çalışma koşullarının belirlenmesi çabası, hem sendikal örgütlülüğü dağıtmak ve engellemek, hem de ücretleri düşürmek içindir.
Devletin ve sendikaların müdahalesinden bağımsız bir çalışma yaşamı. Bu, iktisadi kuralların politikacılar tarafından değiştirilemeyecek bir biçimde neoliberal ilkeler çerçevesinde anayasallaştırılmasını öngören Anayasal iktisadın çalışma yaşamındaki biçimi olarak da değerlendirilebilir: Kuralsız çalışma yaşamı: ‘Eşit’ bireyler arasındaki ‘özgür’ sözleşmeler!
İşte bu kuralsızlık, çalışma yaşamında işçiyi koruyan ne varsa ortadan kaldırmayı hedefliyor. Sekiz saatlik işgünü, fazla çalışmada fazla mesai ücreti, belirli hafta tatili ve yıllık izinler, işyerinde belirli bir iş tanımı, iş güvencesi, kadrolu ve sendikalı çalışma, belirli bir işyeri vb. tüm haklar ve tanımlamalar ortadan kaldırılmak isteniyor. Çalışma süresinin, günün belirli bir saati başlayıp biten değil, piyasadaki durum ve ihtiyaçları gereği sermayenin başlama ve bitiş saatini belirlediği bir iş zamanı düzenlemesi olarak düzenlenmesi hedefleniyor.
Yine piyasadaki dengesizlikleri gözeten ve işçi sayısını buna göre değiştirebilmeye olanak veren iş güvencesi ve işten çıkarma maliyetinin (mesela kıdem tazminatı) olmadığı sayısal esneklik. Kapitalistin ihtiyacına göre, işçinin yalnızca bir işi değil, birden çok işi yapması, hatta gerektiği dönemlerde başka bir ildeki fabrikada geçici olarak görev yapması. Özel istihdam bürolarıyla işverenin işçiye dair hiçbir sorumluluğun kalmadığı sınırsız bir esneklik. Hatta işsizlik ödeneğinin de ya komik düzeylere düşürüldüğü ya da ortadan kaldırıldığı (yararlanma şartlarının zorlaştırıldığı) bir piyasada, aktif işgücü piyasası politikası adı altında, işsizin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ‘parasız’ ve hazır olarak yedeklenmesi.
Sermayenin çalışma ilişkilerindeki temel hakları ortadan kaldıran saldırı dalgası, neoliberal yaklaşım altında tam bir kuralsızlığı öngörmekte, sözde eşit bireyler arasında müthiş bir eşitsizliği, sınırsız bir sömürüyü dayatmaktadır.
Çalışma yaşamındaki esnekliğin birçok boyutundan bahsedilebilir. Mesela çalışma statüleri ve biçimlerinde esneklik, çalışma sürelerinde esneklik, ücretlerde esneklik, mekânsal esneklik vb.
İddiaya göre; teknolojik gelişmeler öyle bir dünya yaratmıştır ki, pazar ve teknolojik gelişme yarışı içinde, üretim süreci ve çalışma yaşamı mutlak olarak esnekleşmelidir. Çalışma süreleri esnek olmazsa, pazar yapısına uyum sağlamazsa, bireysel sermayenin yaşama sansı yoktur. Dereli’ye göre ; toplum ve emek piyasaları üzerinde en önemli etkiyi yaratan faktör ise, teknolojik değişimdir. Küreselleşmenin asıl nedeni, teknolojik değişimin hız ve hacminde yaşanan artıştır. “Kapitalin, malların, bilgi ve tüketim-yaşam biçimlerinin ulusal sınırları serbestçe aşarak evrensel bir benzeşime yol açması anlamını taşıyan ‘küreselleşme’nin baskın sebebi, uluslararası ticaretin artışı, serbest piyasa ve neoliberal politikalar değil, iletişim ve bilişim teknolojilerinde kaydedilen büyük ilerlemelerdir.” Öyle ki, 2008 krizi ve Avrupa’da güncel haliyle devam eden ‘borç’ kriziyle birlikte neoliberalizmi de içeren küreselleşme sürecine uyumun, tüm emekçi sınıflar için zorunlu olduğu ve istikrarının ancak bu biçimde sağlanabileceği ifade edilmektedir.

TELE ÇALIŞMA, EVDEN ÇALIŞMA, UZAKTAN ÇALIŞMA
Teknolojik gelişmelerle esnek çalışma arasındaki ilişkinin en kolay ve dolaysızca kurulduğu konulardan birisi ‘yeni’ çalışma biçimleridir. Esnek çalışma kapsamında değerlendirilen uzaktan çalışma, evden çalışma ve tele çalışma gibi çalışma biçimleri, iletişim teknolojilerindeki gelişmenin sonucu olarak görülmektedir. Evet, teknolojik gelişmelerin emekçinin işyeri dışında çalışmasının olanaklarını arttırdığı ve uzaktan da denetlenmesine izin verdiği doğrudur. Örneğin bir firmanın pazarlama bölümünde çalışan bir emekçinin, cep telefonu üzerinden kaç işyerine gittiği, ne kadar dinlendiği, güzergahı dışına çıkıp çıkmadığı gibi konular yakından denetlenebilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamında bu gibi değişikliklere yol açtığı doğrudur. Başka ve yaygın bir örnek de, bilişim firmalarında çalışan emekçilerdir. Bilişim firmaları, yeni bir yazılım üretmek üzere çalıştırdığı programcı ve mühendislerin tamamını bir işyerinde istihdam etmez. Yazılımın belirli bir bölümünü yazmakla görevli programcı ya da bir bölümünü yazdığında gelir sağlayacak programcı, kendi evinden ve internet bağlantısıyla yapmakla görevli olduğu programı geliştirebilir. Ve programın kendisi, yapılması zorunluluğu ile emekçinin evinde ve günlük yaşamındaki masrafları da (ulaşım, yemek, işyerindeki diğer ihtiyaçlar vb.) kendisine yıkılarak, başlı başına bir denetim sağlamaktadır. Sermayenin bazı özel alanlarda bu gibi çalışma biçimlerini kullandığı bilinmektedir. IBM’in kendisine bağlı çalışanların önemli bir bölümünü işten çıkardığı ve yazılım geliştiren programcılarla iş ilişkisi yerine ticari sözleşme ilişkisi kurduğu bilinmektedir. Geçmişte IBM’e bağlı çalışan emekçi artık bireysel bir üretici olarak kabul edilmekte, böylece IMB, sigorta ve sosyal güvenlik hakkı başta olmak üzere, emekçilerin çalışma ve sosyal yaşamına dair tüm yükümlülüklerden kurtulmayı amaçlamaktadır. Keza, Bill Gates’in ‘bağımsız profesyoneller’ dediği ve her çeşitten işi üstlenmesi beklenen, iş ve işsizlik arasında dalgalanan bu ‘havuz’un ABD’de 25 milyon emekçiyi kapsadığı ifade edilmektedir . Elbette, bu yöntem, özellikle hizmet sektöründe ve belirli çalışma alanlarında kullanılabilir niteliktedir. Örneğin temizlik işinin uzaktan yapılması ya da tekstil üretiminde emekçinin internet üzerinden çalışması vb. söz konusu değildir.
Yeni teknolojilerle ortaya çıktığı ifade edilen tele çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma gibi çalışma biçimleri, özünde büyük bir yenilik de değildir. Kapitalizmin doğuşundan itibaren, manifaktür sanayinin yanında, bir de ‘ev sanayisi’ hep olagelmiştir. Sermaye, işin niteliği ve boyutu itibarıyla evlerde yapılabilecek işleri, küçük ölçekli üretim araçlarını evlere yerleştirmek suretiyle ya da bunu da doğrudan emekçiye devrederek, üretimi ev içine kaydırmıştır. Özellikle Ege bölgesinde yaygın olan halıcılık, ülkenin her tarafında evlerde yapılan küçük tekstil işleri (düğme takmadan parça birleştirmeye kadar), Antep’te Şam fıstığının kabuğunun mahalle aralarında kırılması gibi örnekler vardır.
Sadece bununla da sınırlı değildir. Kapitalizm henüz egemen üretim ilişkileri haline gelmeden önce de, köylü, bir yandan toprağını ekerken diğer yandan küçük ‘ev sanayi’ kapsamında küçük ölçekli ve daha çok bireysel tüketimine yönelik ürünler üretiyordu. Ancak iş bölümünün ve kapitalizmin gelişimi, bu ev sanayisinin tüccar sermayesinin kontrol ettiği bir meta üretimi haline gelmesine neden oldu. Sanayi kapitalizminin gelişmesiyle, sermaye, ev sanayinin de ‘yeni’ bir temelde gelişmesini sağlayarak, ev içi üretimi de kendisine bağlamasını bilmiştir.
Artık ev sanayisi, tamamen kapitalist üretim sürecinin bir parçası, işyerinde yapılacak işlerin bir kısmının evlere dağıtıldığı, böylece işyerinde işçi çalıştırmanın masraflarının ve yasal sınırlamalarının ortadan kaldırıldığı bir alan haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün teknolojik gelişmenin insanlığa büyük bir özgürlük alanı olarak sunduğu ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışma, yeni teknolojik denetleme olanakları bir yana, kapitalizmin doğuşundan bugüne çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmektedir.
Ancak sermaye, tam da yeni olanakları kullanarak, hem bu çalışma biçimlerini sanki emekçilere armağan ettiği serbestlik-özgürlük alanı olarak sunmakta, hem de üretim maliyetini azaltarak elde ettiği kârı arttırmak istemektedir.
Elbette bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle, özellikle bilgisayar üzerinden yapılan işlerde uzaktan çalışmanın imkanları artmıştır. Ancak kapitalist üretim yalnızca emek gücünün sermayeye biçimsel bir bağımlılığını (sözleşme ile) içermez. Aynı zamanda emekçi üzerinde bizzat kapitalist denetim mekanizmaları da işler. İşin rasyonalizasyonu, işin kapitalist tarafından ve kapitalist yöntemlerle denetlenmesini gerektirir. Örneğin bir İngiliz Hava Yolu şirketi, bilet rezervasyon, kesim işlemleri ve faturaların hazırlanmasını Hindistan’daki taşeron bir şirkete devretmiştir. Bu şirket, bütün iş, bilgisayar ve internet ağı üzerinden kotarılmasına rağmen, emekçileri evden çalıştırmak yerine, bir arada bulundurmayı tercih etmiştir. Çünkü kapitalist rasyonalizasyon, emekçinin kapitalistçe denetlenmesini gerektirir. Emekçinin evden çalışması, iş üzerinden (parça başı sistemdeki gibi) denetlenmesini sağlasa da, tek başına bu yeterli olmayabilmektedir.
İşin kendisinin kapitalist denetimin aracı haline getirilmesi de oldukça önemlidir. Kapitalizmin ilk evrelerinde, fabrikada işçiler doğrudan (ustabaşılar vb.) gözetim yoluyla denetlenirken, yeni denetim biçimleri de gelişmiştir. Elbette iş ve makine her zaman kapitalist denetimin önemli bir aracı olmuştur. Ancak yeni çalışma biçimleri denilen ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışmada, işin kendisi, emekçi üzerinde müthiş bir denetleme ve baskı aracı haline gelmektedir. Emekçi belirli bir işi belirli bir sürede yapmak zorundadır. Ve belki bu işi yapması için, (örneğin yazılımda çözülemeyen bir sorun nedeniyle) günlerce, çalışma saati sınırı olmadan (hatta uyumadan), çalışması gerekebilir. Bu durum, sermaye açısından, yazılımcı emekçileri bir araya getirip onları 8 saatlik işgünü içinde çalıştırmaktan çok daha kârlı olacaktır. İşte bu iki durum arasında, kapitalist, doğrudan denetimle, emek gücü maliyetlerini ortadan kaldırarak emekçiye yıkma arasında bir denge sağlamaya çalışmaktadır ki, burada yapılan işin özgünlüğü de belirleyici olmaktadır. Ancak şurası kesindir ki, yeni olduğu iddia edilen çalışma biçimlerinin ‘teknolojik biçimler’ dışında bir yeniliğinden bahsedilemez.

ÇALIŞMA SÜRELERİNDE ESNEKLİK
Çalışma sürelerinde esneklik, yıllık, aylık, haftalık ve günlük çalışma sürelerindeki, işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmış sınırlandırılmalarının kaldırılmasıdır. 8 saatlik belirli işgünü, gün içerisinde dinlenme araları, belirli hafta tatili ve yıllık izin gibi diğer çalışma ve dinlenme sürelerinin belirsizleştirilmesi, tamamen sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde kuralsızlaştırılmasıdır.
Örneğin Ford Otosan’da çalışan işçiler, resmi tatillerde çalıştırıldığında, daha sonra üretimin azaldığı bir dönemde izne çıkarılmak üzere, fazla mesai ücreti almamaktadır. Tüketimin azaldığı bir dönemde üretimi de düşürmek üzere, çalıştırılmayıp (borçlandırılarak) pazarın canlandığı süreçlerde, bunun karşılığında, ek bir ücret almadan fazla mesai yapmaktadırlar. Çalışma gününde fazla çalıştırılarak, bu fazla sürelerin toplanıp karşılığında üretimin azaldığı dönemlerde ‘izin’ verilmektedir.
Evet, pazar dalgalı olabilir. Tüketici eğilimleri değişebilir ve belli bir ürünün üretim planında değişiklik olur ya da ürün modifiye edilerek, başka bir biçimde piyasaya sürülebilir. Bu değişikliklerin emekçinin çalışma saatleri ve ücretlerini belirlemesi, neden mutlak bir zorunluluk olsun? Örneğin işçi sınıfı mücadelesinin yüksek olduğu, sınıf sendikalarının etkisinin hissedildiği bir dönemde, sermayenin işçiye “Şu gün git bugün gel”, “Bugün 4 saat fazla çalış, yarın 4 saat geç gel” gibi çalışma yaşamını kendi kâr hesapları doğrultusunda ve emekçilerin temel haklarını ve yaşam düzenlerini bozacak biçimde değiştirmesi, bu kadar kolay olmazdı.
Dolayısıyla sermaye, çalışma süreleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki esnekleştirmede, gücünü, esas olarak, sınıf mücadelesindeki dönemsel gücü ve konumundan, başka bir deyişle sendikaların ve işçi hareketinin gerileyişinden ve ideolojik hegemonyasından almaktadır. Sermayenin bu egemenliği ve sınıfın bu egemenlik karşısında daha önceki kazanımlarının ortadan kaldırılıyor oluşu, teknolojik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu gibi anlatılmaktadır ki, bu tamamen sermayenin saldırıları karşısında ideolojik bir meşrulaştırma sürecidir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamına uygulanmasında belirleyici etken, sınıf mücadelesinin düzeyi ve güncel durumudur, güç ilişkileridir. Eğer işçi sınıfı, sermayenin hamleleri karşısında kendi içinde birlik sağlayamaz ve güçlü bir direnç öremezse, sermayenin devasa ideolojik aygıtlarının de etkisiyle, teknolojinin uygulanışı hatta gelişim biçimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda olur. Örneğin mikroelektronik teknolojinin gelişmesi, yazılımlarla yönlendirilen makineler, üretim tekniği ve emeğin verimliliğindeki devasa gelişmeler daha az çalışarak da aynı üretimin yapılabilmesini sağladığından, çalışma saatlerinin düşürülmesi gibi bir rol de oynayabilir, esnekleştirilmesine de olanak sağlayabilir. İşte, burada, teknolojinin nasıl kullanılacağını belirleyen, sınıf mücadelesinin ta kendisidir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde genel eğilim, bu olanakların sermayenin çıkarları yönünde kullanılmasıdır.

ÜRETİMİN PARÇALANMASI YA DA MEKANSAL ESNEKLİK
Coğrafi esneklik, üretimin dışsallaştırılması, uzaklaştırma stratejileri, mekânsal esneklik gibi kavramlar da kullanılmaktadır. En doğru ifade, uzaklaştırma stratejileri olarak kabul edilebilir. Çünkü, söz konusu olan sermayenin, emekçilerin mücadelesini ve elbette kâr oranlarını gözeterek uyguladığı bir stratejidir. Ve böyle bir eğilimden bahsedilebilir. Ancak bu parçalanma biçimsel bir parçalanmadır ve üretim güçlerinin devasa toplumsallaşmasının geldiği aşamanın bir sonucudur. Çünkü üretim, ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, bu gelişmelerle birlikte sermayenin daha çok kâr arayışıyla üretim sürecinde yaptığı değişikler, geçmişte daha toplu olan üretim birimlerinde bir ölçüde dağılmaya neden olmuştur. Ancak bu dağılma, tarihin başa sarıp, giderek birbirinin parçası ve bağlantılı hale gelen üretim sürecinin yeninden dağılması anlamına gelmiyor.
Örneğin akstan koltuklara, plastik malzemelerden metal gövdesine, elektronik teçhizatından bütün bunların montajına kadar, tüm işlemlerin bir arada yapıldığı bir otomotiv fabrikası, şimdi yarı mamul maddeleri kendi üretim biriminde üretmeyip dışarıdan temin etme yoluna gidebilmektedir. Bu da, geniş bir yan sanayi ağı yaratmaktadır.
Üretim sürecindeki bu bölünme ve üretimin mekânsal olarak dağıtılması, teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu değildir. Elbette ulaşım ve üretim teknolojisinin geldiği aşamada, Gebze’de üretilen bir parçasının Kocaeli Gölcük’teki Ford Otosan fabrikasına gelmesi çok daha kolaydır. Bu, birinci faktör.
Diğer yandan üretim sürecinin parçalanması ya da coğrafi esneklik, sermaye açısından tek bir üretim merkezinde ve güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya kalan sermayenin bu hareket karşısında aldığı bir önlem ve savunma mekanizmasıdır. ABD’deki fabrikalarında işçilerin mücadelesi ve örgütlülüğü nedeniyle Ford yönetimin fabrikayı işçi hareketinin daha az geliştiği bölgelere taşıdığı, ayrıca üretimin bazı bölümlerini ana işletmeden ayırdığı bilinmektedir. Sermaye, böylece, üretimin bir kısmını mekânsal olarak dağıtarak ve buralardaki sendikasız işgücüyle işçi hareketinin baskısından kurtulmak istemektedir.
Bir üçüncü faktör de, yine diğerleriyle bağlantılı olarak, doğrudan yarı mamul maddelerin daha ucuza üretiliyor hale gelmesi, ulaşım maliyetinin de düşmesidir. Üretimin bir kısmının mekânsal olarak kaydırılması ve yan sanayi işletmelerine devredilmesi, buralardaki ucuz işgücü ve ölümcül rekabet düşünüldüğünde, yarı mamul madde fiyatları düşürülmektedir. Sendikasız, hatta bazı durumlarda sigortasız çalıştırılan yan sanayi işçilerinin emeği, hem yan sanayideki patronların büyümesine, hem de ana fabrikada elde edilen artı-değerin yükselmesine neden olmaktadır.
Üretimin mekânsal dağılımının başka bir boyutu da işletme ölçeğinin küçülmesidir. Tek bir üretim biriminden yan sanayilere dağıtılan işler, elbette toplamda üretim ağını büyütmekle birlikte, tek tek işletmelerin ölçeğini küçültmektedir. Buradan yola çıkarak, küçük ölçekli işletmelerde yasal olarak iş güvenliğinin dışında kalmasından işçi sağlığı önlemlerindeki muafiyete, işletmelerin denetlenmesinin ‘zorluklar’ından sosyal güvencesiz ve kuralsız çalışmaya kadar, Organize Sanayi Bölgeleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki enformelleşme ve esnekleşmeyi teknolojik nedenlere bağlamanın anlamsızlığı da ortadır. Burada, sermayenin hem üretim sürecine hem de çalışma yaşamına yönelik bir stratejik saldırısı vardır, sermaye bu saldırı dalgasıyla, önündeki tüm düzenleyici engelleri aşarak ve bunları yeniden üreterek, çalışma yaşamındaki kazanılmış hakları ortadan kaldırmak istemektedir. Ve bunu bugüne kadar büyük ölçüde başarmıştır.
Dolayısıyla üretimin mekânsal olarak parçalanması, teknolojik gelişimin kaçınılmaz bir sonucu değil, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırı ve artı-değer oranını yükseltme çabasında teknolojik olanaklardan yararlanmasıdır.
Bölümün başında ifade edildiği gibi, üretimin mekânsal parçalanması daha yüksek bir teknik temelde ve daha büyük bir işbölümüyle gerçekleşmektedir. Bu süreçte üretimin toplumsallığı daha yüksek bir düzeyde sağlanmaktadır. Çünkü üretim mekânsal olarak parçalansa da, sadece otomobil fabrikasıyla yan sanayisi arasında değil, bunu da kapsamak üzere, (Türkiye’de üretim yapan bir montaj fabrikasının Çin’deki yarı mamul malzeme üreten fabrika ile ilişkisi) dünya ölçüsünde üretim birimleri birbirine bağlanmış durumdadır. Bir uluslararası tekel, belirli bir ülkenin sınırlarının ötesinde, dünyanın büyük bir bölümünde, hem üretim hem de pazar ağına egemen durumdadır. Üretimin ve dağıtımın boyutları, üretimin toplumsallaşma düzeyi ve iç bağıntısı, bir sektörün başka bir sektörle, yine bir sektördeki işçilerin diğer bir sektördeki işçilerle toplumsal ve içsel bağlantısı tarihte görülmemiş düzeyde ileri boyutlardadır.
Ayrıca üretimin mekânsal parçalanması, yeni toplulaşma eğilimleri ve olguları da ortaya çıkarmıştır. Örneğin Organize Sanayi Bölgeleri ve Serbest Bölgeler, mekânsal dağılımda yan sanayi olarak tarif edilen işletmelerin bir araya toplanmasını sağlamaktadır. Yan sanayinin mantığı gereği, düşük ücret ve ağır çalışma koşulları bireysel fabrikanın derdi olmaktan çıkmakta, sanayi havzalarının ortak özelliği haline gelmekte, işletmenin boyutlarını aşan, dolayısıyla bireysel patronun da sınırlarını aşarak, bir bütün olarak sermaye sınıfına yönelecek bir sınıf hareketinin temellerini de geliştirmektedir. Antep’te farklı fabrikalardan işçilerin ortak taleplerle ve bölgedeki tüm patronlara karşı yaptıkları eylem ve direniş bu açıdan önemli bir örnek olarak görülebilir.

TAŞERONLAŞTIRMA, GEÇİCİ ÇALIŞMA
İşçi sınıfının birliği ve hareketi, sermayenin engellemeye çalıştığı en ciddi ‘tehlike’ye işaret etmektedir: İşçi sınıfı hareketinin birleşme ve güçlenme eğilimi. “Üretimin mekânsal parçalanması” ve bunun salt teknolojik nedenlere indirgenmesi, çalışma yaşamındaki sınıfsal yeniden yapılandırmanın da teknolojik determinizmle açıklanmasını kolaylaştırmaktadır.
TİSK, teknolojik gelişmelerin taşeronlaştırmayı zorunlu kıldığını savunmaktadır:
“Özellikle teknolojide yaşanan gelişmeler sonucu birçok işin yapılması çok daha teknik çalışmayı gerektirmiş ve her işletmenin her konuda uzmanlaşmasının mümkün olmaması nedeniyle, uzmanlık gerektiren işlerin başka işletmeler tarafından yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.”
Mekansal parçalanmanın sınıfsal niteliğinden bahsettik. Ancak teknolojik nedenlerle açıklanan bir mekânsal parçalanmada bile örneğin taşeronlaştırmaya yer yoktur. Oysa, işin alt işverenlere devredilmesi ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, esas olarak üretim sürecindeki teknolojik değişimler ve mekânsal parçalanmaya dayandırılmaktadır. Ancak ana fabrikadaki işin bir kısmının yan sanayiye devredilmesi ya da aynı işletme içinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi bir zorunluluk değildir. Teknoloji, böyle bir gelişmeye teknik bir altyapı sağlayabilir. Ancak, üretim sürecinde “taşeronlaşma olacak” diye bir toplumsal kural yarattığı iddia edilemez. TİSK’in yukarıdaki görüşünde bunun zorunlu olduğu ifade ediliyor. Elbette, sermaye açısından böyle bir ‘zorunluluk’ ve eğilimden bahsedilebilir. Bu, kapitalizmde düşen kâr oranları cenderesinde sermayenin artı-değeri arttırma ve rekabetin gereğini yapma zorunluluğu olarak da tanımlanabilir. Önemli olan, bunun, bir sermaye stratejisi ve ihtiyacı olduğunun görülmesidir. Ve sınıf mücadelesinin dayatması, işyeri içindeki farklı statülerin kaldırılmasını sağlayabilir. Hiçbir teknolojik gelişme de bunu imkansız kılmaz.
Taşeronlaştırmanın ilk evrelerinde, özellikle yazılı hukukta (İş Kanunu, 2003, Madde 2), taşeronlaştırmanın, asıl işin dışında ve teknolojik olarak uzmanlık gerektiren işlerde olabileceği belirtilmekle birlikte, bu, başlangıç ve meşrulaştırma aşamasıdır. Taşeronlaştırma uygulamalarında, teknolojik bir uzmanlık veya gerekirlik aranmamakta, en basit ve vasıfsız işlerde bile taşeronlaştırmaya gidilmektedir. Çünkü taşeronlaştırma, üretim maliyetlerinin ve esas olarak emek-gücünün ücret ve sosyal haklarının, örgütlülük düzeyi ve gücünün düşürülmesini hedeflemektedir. Tarafsız bir teknolojik gelişmenin sonucu değildir, tersine teknolojik gelişmelerle ‘tamamen’ bağlantısız sermaye saldırılarından birisidir.
TİSK’in çalışmasında, taşeronlaştırmanın asıl hedefi şöyle ifade edilmektedir:
“Hizmet sektörü ile ilgili işlerin başka firmalardan satın alınması, işletmeler açısından hem maliyet düşürmekte hem çok sayıda işçi çalıştırılmasının dezavantajları olan idari ve bürokratik işlemleri de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin işyerinin temizliğinin bir temizlik firmasına verilmesi ya da yemek çıkarma işinin bir yemek şirketine verilmesi gibi.”
İşin taşeronlara dağıtılması, hele aynı iş yerinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi, özel bir teknik gelişmişliği gerektirmemektedir. 19. yüzyılda da sermaye, taşeron çalışmayı yaygınlaştırma eğilimine girmiş, ancak işçi sınıfı mücadelesi sermayenin bu saldırısını bertaraf edebilmeyi başarmıştır. Dolayısıyla, bugün de aynı imkanlara sahip olmakla birlikte, taşeronlaştırma saldırısına karşı herhangi bir aşılmaz ‘teknolojik’ engel bulunmamaktadır.

‘FONKSİYONEL’ ESNEKLİK
Sermaye kendi kavramsallaştırmalarını önce toplumsal bilimlere, sonra da günlük yaşama dayatırken (elbette bu mutlak bir sıralama değildir), mevcut olguları da özenle çarpıtmaktadır. Örneğin programlanabilir makineler ve işyerindeki teknik gelişmelerin, emekçinin birden fazla işi aynı anda yapabilmesine de olanak sağladığı ifade edilmektedir. Evet, emekçi, birden fazla işi teknik gelişmenin sağladığı olanaklarla yapabilir. Hatta geçmişte bir işçi üretim birimindeki 1 makineyle ilgiliyken, 10 makinenin üretiminden de sorumlu tutulabilir.
Tam da bu olgu, üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma sürelerinin kısaltılması yerine, koşulların daha da ağırlaştırılması ve daha yoğun bir sömürü için kullanıldığını göstermektedir. İşçinin işyerlerindeki iş yükünün artışı da, literatürde, ‘fonksiyonel esneklik’ olarak adlandırılmakta, işçilerin birden fazla işi yapabilmesinin bir vasıflılaşma süreci olduğu ifade edilmektedir.
‘Fonksiyonel esneklik’in sadece patronlara değil işçilere de fayda sağladığı, çünkü vasıfları artan işçinin iş üzerindeki hakimiyetini arttırdığı, patronların da işçiye bağımlılığının arttığı vb. iddia edilmektedir. Oysa, patronların işçiye daha fazla iş yaptırmak, iş yükünü ve yoğunluğunu artırmak, işletme deyimiyle verimliliği arttırmak için aldığı önlemlerin işçiye fayda sağladığını söylemek abesle iştigaldir.
İşçinin aynı işi değil farklı işleri yaptığı, böylece iş yoğunluğundan öte, iş çeşitliliğinin arttığı söylenebilir. İş çeşitliliğinin de arttığı kabul edilebilir. Ancak, işin çeşitliliği artarken yoğunluğu da artmaktadır ki, bu çeşitlilik vasıfsız işlerin toplamı olan bir çeşitliliktir.
Vasıfsız işlerin toplamı vasıflı bir iş yapmaz. Ya da bir işçi daha fazla vasıfsız iş yapınca, üretim sürecine yabancılaşma sorunu çözülmez. Vasıfsızlık ya da vasıflılık tartışması, burjuva literatürde, işçinin işe yabancılaşması sorunuyla birlikte ele alınır. Bu yaklaşımda, birincisi yabancılaşma sorunu tek başına yapılan işe indirgeniyor. İkincisi, yapılan işin, örneğin bilgisayar kullanılması üzerinden vasıflılaştığı iddia ediliyor.
Birincisinden başlayalım. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, tek başına, yapılan işin somut içeriği (yani somut emekle) ilgili değildir. İşçinin ürüne yabancılaşmasının ana nedeni, aslında kendi emeği ve yine emekçilerin birikmiş emeği (makine, bina, hammadde vb.) ile üretilen bir ürün, fabrikadaki işlem bitip meta haline geldiğinde, tamamen kendine yabancı, mesela yaşadığı semtin çarşısında bir mağazada gördüğü bir ticari mal haline geliyor. Çünkü, emekçinin emeği üründe somutlaşırken, ürün meta haline gelerek emekçiden bağımsız bir öğe dönüşüyor. Böylece emekçinin somut emeği ve ortaya çıkan ürün, artık kapitalist meta üretimi içerisinde, tıpkı diğer metalar gibi emekçinin dışında ve ondan bağımsız hale geliyor.
Dolayısıyla emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, ürünün meta haline gelmesi, yani ürüne sermaye tarafından el konulması ve artı-değeri gerçekleştirmek üzere piyasada değişime sokulmasıyla ilgilidir. Metalaşmaysa, başlı başına sermayenin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olması ve bunun vasıtasıyla üretilen ürüne (dolayısıyla artı-değere) el koymasıyla ilgilidir.
Bu nedenle, yabancılaşma, esas olarak kapitalist üretim ilişkileriyle ilgilidir ve bu ilişki biçimi değişmeden da ortadan kaldırılamaz. Yabancılaşma, elbette sadece ürünün meta haline gelerek emekçiden bağımsızlaşması değil, bu nesnel zemin üzerinde, aslında insanlar arasındaki toplumsal ilişkinin metalar arasındaki ilişkiye indirgenmesidir. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde  üzerinde durduğu meta fetişizmi, burada tartıştığımız yabancılaşmayla ilgilidir. Makalenin esas konusu açısından böylece özetlemek yeterlidir.
Yabancılaşmanın ikinci yönü ise, emekçinin üretim sürecinin bütününden koparılıp küçük bir bölümüne hapsedilmesidir. Kapitalist ilişkilerin başlangıç aşamalarında elbirliği ile yapılan üretimde ya da henüz zanaatçılığın etkilerinin sürdüğü bir aşamada, işçi üretimin tamamı ya da büyük bir bölümünün bilgisine sahipti. Örneğin bir saatçi, saatin en küçük parçasından gövdesine kadar bütünü montajı, birleştirilmesi gibi ince işleri tek başına yapmaktaydı. Günümüzde ise, emekçiler üretimin yalnızca küçük ve vasıf gerektirmeyen bir bölümünü yapmaktadır.
Dolayısıyla işçiler, çok becerili değil, olsa olsa çok görevli olmuşlardır. Üretimde, hattın farklı noktalarında görev alabilmeleri, işin aşırı standartlaşmasıyla ilgilidir. Örneğin, “Toyota’da bir işçinin günde 6 millik bir yol katederek, 8 dakika 26 saniyelik bir sürede 35 farklı işi başarabilmesi, ancak bu işlerden her türlü maharetin arındırılarak basitleştirilmesiyle, rutinleştirilmesiyle mümkündür. Yoksa, Fordizme özgü aşırı uzmanlaşmanın aksine, emeğin giderek nitelik kazanmasının sonucu değil.”
Bant sisteminde de, işçi, üretimin yalnızca kendi bulunduğu alandaki küçük bir kısmıyla ilgilidir. Örneğin gelen metal parçasına başka bir parçayı kaynakla birleştirmek. Ya da belirli bölgelerdeki vidaları sıkmak. Şimdi bu işe, bant üzerinde bir önceki arkadaşının yaptığı işi kontrol (kalite kontrol), eksik yaptıysa onu tamamlama, boş kaldığı zamanlarda makinenin bakımını yapma, hatta işi bittikten sonra çevresinin temizliğini yapma işleri eklendi diye, işçinin üretim sürecinin tamamının bilgisine sahip olduğu düşünülemez. Tersine, zihinsel emek ile maddi kol emeği tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Sadece işlevsel olarak değil, mekânsal olarak da ayrılmıştır. Nike fabrikasının üretim, satış, tanıtım ve reklamcılık bölümünde çalışan 8000 kişi, üretimin yapıldığı Asya’ya belki hayatında hiç gitmemiştir. Asıl üretimi yapan 75 bin fason emekçinin de Asya dışına çıkmış olması, daha düşük bir olasılıktır .
Günümüzde kafa emeği (mühendislik, yöneticilik vb.) ve kol emeği (kaynakçı, montajcı, kalite kontrol vb.) bu kadar bölünmüşken, üretimin tamamının bilgisine sahip olmak mümkün değil denilebilir. Oysa, burada bahsedilen müthiş bir mühendislik yeteneği değil, işçinin üretim süreci hakkında, işleyişi, tasarımı ve hatta yönetimsel işlemler hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Elbette bu, ‘fonksiyonel esneklik’ savunucularının ‘verimlilik’ hesaplarının ötesinde ve kapitalist üretim ilişkilerinin kaldıramayacağı bir gelişme düzeyidir. Ki, bu, sosyalist üretim ilişkileri koşullarında kafa emeği ile kol emeğinin birbirine yaklaşması (çelişkinin giderek yumuşaması ve komünizmde ortadan kalkması) anlamına gelir.
Bu açıdan, örneğin işçi, makinesine ilişkin bilgileri ya da ürünün durumuyla ilgili verileri bilgisayar üzerinden merkezi sisteme iletiyor ve burada herhangi bir kullanıcının 2-3 saat içinde öğrenebileceği bir iş yapıyor diye, vasıfsız iş yapıyor olmaktan çıkmıyor. Bilgisayarı kullanabilmek, evet, 200 sene öncesine göre, bir teknolojik ve teknik bilgi temeli gerektirir. Ama günümüzde vasıf düzeyini tanımlamak için bilgisayar kullanımı (kullanıcısı olma) bir anlam ifade etmemektedir. Vasıflılık, günümüz teknolojik düzeyi ve işçinin üretimdeki konumuyla ilgilidir ki, burada işçinin konumunda, vasıflılık açısından köklü bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Tersine, bu teknolojik uygulamalar, işçinin ve işin daha sıkı bir denetimi için kullanılmaktadır. Örneğin General Motors’a ait Saturn Corperation’da, 1200 veri noktası her altı sanayide bir denetlenmekte ve sonuçlar denetmenlere iletilmektedir .

SONUÇ
Günümüzde teknolojik gelişmeler, büyük oranda kapitalist meta üretiminin bir parçası haline gelmiş, bilimsel bilginin üretiminden teknolojik sonuç ve uygulamalara kadar sermaye birikiminin organik bir bileşeni olmuştur. Bu nedenle, dışsal bir teknoloji-kapitalizm ilişkisi (öncesinde de söz konusu olmadığı gibi) mümkün değildir.
Üretim süreci, teknolojik gelişmelerden en çok etkilenen alanlardan birisidir. Bilgisayarın ve mikroelektronik teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesi, elbette emek sürecinde ve çalışma yaşamında da etkili olmaktadır. Ancak bu etki, örneğin daha az emekle, yani çalışma süreleri kısaltılarak daha fazla ürün elde etmeye olanak sağlasa da, sermaye tarafından, daha yoğunlaştırılmış ve hak gasplarına dayalı çalışma koşulları yönünde değerlendirilmektedir. Dolayısıyla teknolojik gelişmelerin uygulanması, sınıflar arasındaki ilişkilerden bağımsız değildir. Onun hangi sınıfın lehine ve hangi biçimlerde yaşama geçeceği, toplumsal ilişkilerin niteliğine ve güç dengelerine göre değişmektedir.
Günümüzde, son 30-35 yıllık sermayenin neoliberal program ve uygulamaları, işçi sınıfının saldırılar karşısında gerekli karşı koyuşu gösterememesi, teknolojik gelişmelerin sermayenin çıkarları doğrultusunda daha hızlı bir biçimde uygulanmasına neden olmuştur. Örneğin ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, işyerinin mekânsal parçalanmasını kolaylaştırmış, işçi sınıfının büyük kitleler halinde aynı işyerinde toplulaşmasına karşı bir ölçüde önlem alınmıştır. Ya da işçi hareketinin güçlendiği bölgedeki işyeri, emek gücünün daha ucuz olduğu bölgeye taşınmıştır. Ancak bu da; on binlerce işçinin, ayrı işletmeler biçiminde olsa da, ortak sanayi bölgelerinde toplulaşmasına, işçi direnişlerinin dünyanın en ücra köşelerine bile yayılmasına neden olmuştur.
Keza makinelerdeki gelişim, ürün çeşitliliğini artırmış, reklam ve çeşitli yöntemlerle (bu konuda da teknoloji önemlidir) tüketicinin yönlendirilmesi sağlanmıştır. Ancak bütün bu teknolojik gelişmeler ve bunların sermaye lehine kullanımı; çalışma koşullarındaki ağırlaşma ve esnek çalışmanın emekçilerin kaderi haline geldiğini göstermez. Bu, hem kapitalist üretim ilişkilerinin tek alternatif olmadığı, hem de kapitalizm koşullarında emekçilerin birlik ve mücadelesinin önemi açısından mümkün değildir.
Çünkü, çalışma süresinin esnekleştirilmesi, evden çalışma, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma, fonksiyonel esneklik, taşeronlaştırma, kısa süreli çalışma, part-time, belirli süreli iş sözleşmeleri vb. çalışma biçim ve koşulları, sınıf mücadelesinin birebir konusudur. Esneklik uygulamaları, emekçilerin mücadeleleriyle sınırlanabilir, çeşitli yasal düzenlemelerle bir ölçüde güvenceye alınabilir. Dolayısıyla esnek çalışmayı ‘esnek üretim’ modeli tanımlamasıyla, sanki teknolojik gelişimin ‘kaçınılmaz’ sonucu olarak değerlendirmek tam bir çarpıtmadır.
Nasıl ki, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ortalarında emekçiler mücadelelerle sermayenin sınırsız sömürüsüne karşı bazı sınırlamalar getirmeyi başarıp bazı hakları elde ettilerse, esnek çalışma düzenlemelerinin de uygulanmasını engelleyebilirler. Esnek çalışma, 19. yüzyıldaki vahşi ve dizginsiz sömürünün günümüze uyarlanmış biçimidir. Emekçiler, esnek çalışmanın ‘eski’ biçimlerine karşı mücadele edip onları bir ölçüde kaldırdıkları gibi, bugün de, benzer ve geçmişteki eksiklikleri de aşan bir mücadeleyle esnek çalışma dayatmalarını çöpe atabilirler. Elbette, sermayenin saldırılarına ve hak gasplarına karşı mücadelede ‘teknolojik’ bir engel bulunmadığı gibi, emekçilerin gerçek kurtuluşu da, kapitalist üretim ilişkilerinin kökten yıkılıp yerine sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.

Belge-Berktay tartışması: Marksizm düşmanlığında birlik

Liberal solun iki yazarı Taraf gazetesinde, belirli bir çevrenin de gündemi haline gelen bir tartışma sürecini geride bıraktılar. Birçok konuda anlaştılar, ayrıntılarda takıldılar.

‘Askeri vesayet rejimi’ne karşı ‘mücadeleyi’ temel halka olarak belirleyen Taraf gazetesinin bel kemiği sayılabilecek bu yazarların derdi neydi? Serbest piyasa reformları, özelleştirmeler, uluslararası tekellerin serbest ticaret dayatmaları? Hayır, burada bir anlaşmazlık yoktu. İkisi de, bazı küçük şerhler koysalar da, sonuna kadar ‘anti-devletçi’ydi. Askeri vesayete karşı mücadele, AKP’nin ‘demokratikleşme’ çabaları, ‘bürokratik oligarşi’nin tahtından indirilmesi… Heyhat, coşkuyla desteklediler… Sosyalizmin kazanımları, tarihsel deneyimleri, işçi sınıfı ve ezilen hakların antiemparyalist, antikapitalist kalkışmaları? Düşmanlıkta kol kola idiler. Ne oldu? Sorun, problem neydi? Ortada paylaşılamayan ne vardı? Askeri vesayetin son çırpınışları devam ederken, Berktay’ın deyimiyle demokrasi karşıtı güçlerin yeni bir blok oluşturma çabası varken, nereden çıktı bu tartışma?

Öncelikle, kısa bir not düşülmesi faydalı olacaktır. Halil Berktay, Marksizmin ilerici-gerici, ezen-ezilen ulus, sınıf mücadelesi, sınıf iktidarı vb. kavramlarının Kürt hareketini değerlendirmede yanlış sonuçlara neden olduğunu ‘Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi’[1] başlıklı köşe yazısında ifade ediyor. Bunu kanıtlamak üzere, sosyalizmin tarihsel olarak bittiğini, artık insanlığın önünde sosyalist bir seçeneğin bulunmadığını iddia ediyor. Tartışma da buradan başlıyor. “Sosyalizm bitti mi?” “Zamanında neden sosyalist olmuştuk?” “Sosyalizm nedir?” “Gelecek sosyalizm ile ‘eski’ sosyalizm arasındaki ilişki” vb. – birçok mesele tartışmanın kapsama alanına giriyor. Belge’nin ‘rahat’ dili, Berktay’ın üsten, her şeyi bilen ve herkesi bir çocuk gibi azarlayan üslubuyla tartışma ilginç bir hal alıyor.

Berktay ve Belge “sosyalizm tartışmasını hiç bırakmadılar ki” denilebilir. Evet, bir ölçüde doğrudur. Berktay da zaten Benim yirmi küsur yıldır uykularım kaçıyor bu iç hesaplaşmalarla. O yüzden, Marksizm, sosyalizm ve uluslararası komünist hareket tarihine post-mortem notları düşüp duruyorum.[2] demektedir. Buna rağmen; liberal sol içinde böyle bir tartışmanın bugün yapılıyor olması için bazı koşullar daha uygun hale gelmiştir:

Birincisi; liberal solun cansiperane bir şekilde AKP’yi, onun ‘askeri vesayete’ karşı mücadelesini, ‘demokratik’ açılımları ve resmi ideolojiyle ‘didişmesini’, mesela 12 Eylül’ü ‘yargılamasını’ destekleyen döneminin sonuna gelindiği söylenemese de, bu fikrin saflarında eski kalabalığı ve etkinliği bulmak mümkün değil. Çünkü, belki 2-3 sene önce Genelkurmay’la karşı karşıya gelen, Danıştay’ın kapatmaya çalıştığı, Kürt açılımı yapan ve bir ölçüde Kürt kamuoyunu da gözeten bir dil kullanan AKP dönemi kapanmıştır. Bütün diğer mücadele ve çatışmaları örtmeyi amaçlayan sözde asker-sivil karşıtlığı büyük ölçüde aşılmıştır. Artık, AKP, Kürt açılımını kapatan, KCK operasyonlarıyla sadece BDP’liler değil tüm muhalif kesimler üzerinde baskı kuran, basın özgürlüğünü ayaklar altına alan, farklı fikirlere karşı kin kusan, dindar bir gençlik hedeflediğini söylemekte beis görmeyen bir AKP’dir. AKP’nin liberal solculardan aldığı destek devam etmekle birlikte giderek daha çetrefilli bir hale gelmektedir. Bu nedenle Taraf ve onun iki önemli yazarının, sağcısından solcusuna, Ateist’inden Müslüman’ına kadar herkesin neden AKP’yi desteklemesi gerektiği üzerine teoriler ürettiği coşkulu dönemin genel olarak son bulduğu söylenebilir (Bu, hâlâ böyle çabaların olmadığı anlamına gelmez).

İkincisi; AKP’nin görünüşte egemen statükoyla mücadele ettiği fikri yerini AKP’nin yeni bir statüko oluşturduğu ve ‘iktidar ama muhalefet’ durumundan tam anlamıyla iktidar durumuna geldiği düşüncesine bırakmaktadır. Bu, bir dönem AKP’nin sözde muhalif pozisyonuyla yedeklediği aydınlar arasında bir bölünmeye, AKP’ye karşı güvensizliğin artmasına yol açmaktadır ki; hala AKP’nin dümen suyunda seyreden aydınlar arasında bile ölçülü bir eleştirellik gözlenmektedir. Başbakan’ın Ahmet Altan’a dava açması, Star gazetesinin Mehmet Altan’ı işten atması, bu ‘bir gözü dışarıda’ eleştirelliğin sonucudur. AKP’nin hala desteklenmesi gerektiği fikrinde farklı tonlar ve yaklaşımlar, yukarıda ifade edilen ‘coşkulu’ dönemin de son bulmasıyla öne çıkmış, karşı karşıya gelişler artmıştır.

Üçüncüsü ise; ekonomik kriz, krizin yükünü üstlenmemek üzere yükselen işçi ve halk hareketi, kapitalizmin giderek sorgulanır hale gelmesi ve alternatif bir sistem arayışının aydınlar ve emekçi sınıflar içerisinde artması, sosyalizmi, liberal sol içinde de yeninden tartışılır hale getirmiştir. Bu, kapitalizmin çelişkileri, yoksulluk, işsizlik, kriz, baskı ve sömürü gibi kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir çıkış arayışı değil, tersine bu arayışa giren emekçi ve aydınlar karşısında ön kesici ve yönlendirici bir tartışma niteliğini taşımaktadır. Liberal sol kendince sosyalizmi ‘mahkum eder’ ya da ‘eski’ sosyalizm eleştirisi üzerinden kapitalizmin sınırlarını aşmayacak bir ‘sosyalizm’ tarif ederken sosyalizm güçleri karşısında ideolojik hegemonya mücadelesi vermektedir.

Belge ve Berktay elbette ‘özgür’ bireylerdir! Ne zaman neyi tartışacakları konusunda özgür olduklarını söyleyebilirler. Hatta, bu değerlendirmeyi en basit bir ‘bilimsellik’ gündeme geldiğinde ifade ettikleri biçimde ‘determinist’ de bulabilirler. Ancak, bahsedilen, bu iki yazar açısından bir mutlaklık ya da bir zorunluluk değil, bir siyasal ve ideolojik ortamın yol açtığı eğilimlerdir. Bu eğilim bir yana, liberal solun fikri sosyalizm düşmanlığı olduğu sürece zikri de buna uygun olacaktır. Özetle, yukarıda ifade edilen koşullar söz konusu iki yazarla sınırlı değil, liberal sol içindeki AKP’ye yönelik sınırlı eleştirelliğin farklı tonlarıyla alakalıdır.

Bu makalede, Belge ve Berktay arasındaki tartışmanın ağırlıklı olarak Belge “tarafı”nı, Belge’nin görüşlerini ele alacağız. Berktay’ın sosyalizm anlayışı ya da gerçeklerin tahrifine dayalı düpedüz sosyalizm inkarcılığı ve düşmanlığıyla bilim dışı tarihçiliği üzerinde ayrıca durulacak, ancak, bu makalede de Berktay’ın görüşlerine tartışmanın seyri gereği değinilecektir.

SOSYALİZM DENEYİMİ ÜZERİNE

Sosyalizmin ne olduğu ya da ne olmadığı Belge-Berktay tartışmasının temel konularından birisini oluşturuyor. Ancak, iki yazar buraya gelmeden önce bir mutabakat zaptı imzalıyorlar. Berktay’a göre, “Sovyetlerin çöküşüyle komünizm tarihsel olarak bitti. …Giden, sosyalizmin şakası veya karikatürü değil, ta kendisiydi.[3]

Belge de sosyalizm deneyimini proletarya adına diktatörlük[4] olarak tanımlıyor: “Şimdi bunları kimse vaat etmez (vaat edenler gene olabilir, ama kimseyi ikna edemezler). Bir deneyim yaşanmış ve beklenen sonucu vermediği ayan beyan ortaya çıkmışsa, aynı deneyime bir kere daha kalkışmaya kimseyi ikna edemezsiniz.[5]

Berktay, iddiasını ifrata vardırıyor, ona göre sosyalizm ve Sovyet tecrübesinden alınacak hiçbir olumlu unsur yoktur:

Halka, kitlelere sunacağımız kapitalizm alternatifi ne olabilir? Böyle bir programa (1Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur var mı? Siyasî rejim midir, ekonomi midir? Piyasa karşıtlığı mıdır, devlet mülkiyeti midir?[6]

Sosyalist bir toplumun iki temel unsuru; ekonomik sistem (esas olarak sosyalist üretim ilişkileri) ve siyasal sistemdir (proletarya diktatörlüğü). Berktay bu ikisini de reddediyor. Geriye ne kalıyor? Berktay’a göre hiçbir şey. Üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine dayanan sömürü sistemi yıkılıyor, yerine, üretim ve dağıtımın halkın ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesini öngören bir toplumsal düzen, yani sosyalizm kuruluyor. Kapitalizmin, insanlık tarihinde görülmemiş biçimde yol açtığı yıkımlar; yoksulluk, işsizlik, sosyal ve kültürel yaşamdan dışlanma, çalışma yaşamındaki sorunlar, evsizlik, eğitim, sağlık, kadın hakları, çocuk bakımı gibi devasa sorunlar çözülüyor ve sayın Berktay (ve tabii Belge) bu deneyimde faydalanacak hiçbir şey bulamıyor. Neden? Kendisinin de belirttiği gibi, “piyasa karşıtlığı ve proletarya diktatörlüğü” nedeniyle:

Hiç olmazsa şu basit gerçeği idrak edelim artık: Her tekel konumuna karşı piyasanın daha iyi olması gibi, bu parlamenter rekabet de çok daha iyidir.[7]

Berktay, tekel konumu derken, bir yandan toplumsal mülkiyeti, diğer yandan proletarya diktatörlüğünü kastederek, bunların karşısında piyasayı ve burjuva parlamenter rejimi koyuyor.

Evet, Berktay’ın deyimiyle, sosyalizm özünde “piyasaya karşıdır”. Emek gücünün sömürüsü (artı-değerin üretimi) ile meta üretimi, bu metaların pazarda değişimi (artı-değerin gerçekleşmesi) ve tüm meta olmayanların da (daha fazla artı-değer üretme zorunluluğuyla) metalaşmasına dayanan kapitalist piyasa sosyalizmde ortadan kaldırılmış; koşulları oluştukça tümüyle ortadan kalkmak üzere, meta üretim ve değişimi ve dayanağı olarak değer yasasının etkisi sınırlandırılmıştır.

Oysa, Berktay’a göre piyasa özgürlüktür! Birey, piyasada kendini gerçekleştirip zengin olma ihtimaline sahiptir. Fırsatlar dünyası vardır ve bu fırsatları değerlendiren, biraz da şanslı olanlar hızla yükselebilir! Kapitalizm insanlara böyle büyük bir olanak sunmaktadır. Bu olanağı gerçeklik haline getirmek insanların özgür iradesine bağlıdır. Olmuyorsa yine bireyin suçudur. İşsizse birey çalışmamıştır, ya da çalışmasını sağlayacak kadar düşük bir ücrete razı olmamıştır. Yoksulsa yeterince çalışmamış, tasarruflu olmamıştır. Ama piyasa özgürlüktür, fırsatları değerlendirebilenlere sınırsız zenginlik sunmaktadır. Amerikan rüyası da budur!

1930’lu yıllardan kalma bu hür dünya propagandası, Berktay ve Belge için önemli bir temeldir. Yazarlarımıza göre, sosyalizmin, ‘piyasa’ karşıtlığıyla demokrasi karşıtlığı iç içedir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, piyasanın sunduğu özgürlük, tercih edebilme hakkı, tüketici seçimi, girişimcilik vb. ortadan kaldırılmıştır. Çok sevdikleri deyimle “kumanda ekonomisi”[8] kurulmuştur. İddialar böyledir. Alternatifleri ise açıktır, sözde bireysel özgürlüklerin temeli olan piyasa ve piyasanın üzerinde yükseleceği kapitalist üretim ilişkileridir.

Oysa, piyasanın baş tacı edilmesinin sonuçlarını milyarlarca emekçi gün be gün yaşamaktadır. Ortada sömürü özgürlüğünden başka bir özgürlük olmadığı açıktır ve açıklamakla vakit kaybetmek gereksizdir. Eğer özgürlükten bahsedilecekse, bu kapitalist mülk edinme ve sömürü özgürlüğüdür!

Berktay ve Belge’ye göre sosyalizm tam da bu özgürlüğü ortadan kaldırdığı için “totaliter, baskıcı ve özgürlük karşıtıdır”. Yazarlarımıza göre, bunlar yoksa gerisi laf-ı güzaftır. Siyasal rejim de demokrasi yokmuş, tek parti diktatörlüğü varmış, temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış; bütün bunlar asıl derdi gizlemek üzere gündeme gelen demokrasi havariliğinin kırıntılarıdır.

 

SOSYALİZMİN NİTELİĞİ TARTIŞMASI

İlk konuda anlaşan Berktay ve Belge’nin tartışması bundan sonra başlıyor. Mesele sosyalizmin ne olduğu… Belge’ye göre; “Sosyalizm Marksist-Leninist sıfatıyla yürüyen kolunun iktidardaki performansı, bu düşünce tarzının gerçekten de geri gelemeyecek biçimde tarih sahnesini terk ettiği görüşünde itiraz edeceğim bir şey yok.[9]

Belge, şimdiye kadar ki sosyalizm uygulamalarını reddedip gelecek için başka bir sosyalizmin mümkün olduğunu söylerken, “Bizler insanların eşit ve özgür yaşadığı bir toplumun kurulabileceğine, sömürünün her türlüsünün ortadan kalkmasını sağlayacak bir ahlâkın oluşabileceğine inanıyorduk. Olup biten her şeye rağmen, çoğumuz, buna inanmaya devam ediyoruz. O halde ‘sosyalizm oydu, gitti, bir daha gelmeyecek’ denebilir mi?[10] diye soruyor.

Berktay, Belge’nin sosyalizm tanımlamasını aktardıktan sonra şöyle diyor: “Buna itirazım kısaca şöyle: Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor.[11]

Tartışmanın en azından bir kısmının anlaşılması için alıntıların uzunluğunu göze almak durumundayız. Oya Baydar da Belge’nin gösterdiğine benzer bir ‘duyarlılık’ içerisinde tartışmaya dahil oluyor:

Peki sol nedir? Daha da daraltalım, sosyalizm nedir? Teorik, ideolojik, politik, tarihsel, vb. tanımlara, yorumlara, tartışmalara girmeden: şu yaşadığımız dünyanın ahvalinden, insanların çektikleri türlü türlü acıdan, zulümden, zalimden, şu kurulu düzenden memnun muyum, sorusuna verilen HAYIR cevabıdır sosyalizm. Bu dünyanın değişmesi gereği ve başka bir dünyanın mümkün olabileceği umududur. İnsanın doğayla ve kendisiyle barışık olarak her türlü baskıdan ve sömürüden kurtulmuş, özgür yaşayacağı eşitlikçi, adil, barışçı bir dünya özlemidir. İnsanlığın, eski çağlardan beri süren; dinlerin yeryüzünden gökyüzüne taşıyıp yaşamdan ölüm sonrasına ertelediği büyük ütopyasının bu dünyada gerçekleştirilebilmesi çabasıdır.[12]

a. İdealler ve sosyalizm

Eşitlik ve özgürlük idealleri ilk insan topluluklarından beri insanlığın (elbette tarih boyunca ezilen sınıfların) hasletleri olmuştur. Roma İmparatorluğundaki köle isyanlarından derebeyliklerindeki köylü ayaklanmalarına ve Osmanlı Anadolu’sundaki halk hareketlerine kadar ezilen halk kitleleri, insanların eşit olduğu, baskı ve zorun tüm biçimlerinin son bulduğu bir toplum tasavvur etmiştir.

Bütün bu ‘ideal’ projeleri, insan ‘doğasına’ dair ümitleri ve sömürü düzenine karşı insanların eşit ve özgür yaşadıkları bir dünya özlemini, özlem olmaktan çıkartıp bilimsel bir temelde ele alan Marksizm olmuştur. Elbette, Marksizmin kurucuları Marx ve Engels, “insanlığın kurtuluşu için nasıl bir çözüm bulunur”, “nasıl bir dünya olmalıdır” diye düşünerek bir sosyalizm projesi üretmemişlerdir. Gerek Marksizm öncesi gerek sonrası bu tür projeler zaten epeyce bulunmaktadır. Marksizmin bunlardan farkı, kapitalist toplumu, onun içsel çelişki ve görüngülerini inceleyip tarihsel eğilimleri ortaya koymuş olmalarıdır. İşte bu eğilimler (başka bir deyişle nesnel yasalar), kapitalizmin doğuşundan günümüze tüm temel önermeleriyle geçerliliğini korumaktadır.

2008-2009 Krizi, Avrupa’da borç krizi olarak adlandırılan ekonomik bunalımlar, ekonomik büyümeye rağmen artan işsizlik ve yoksulluk, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki durmaksızın süren ve günlük yaşamda çeşitli biçimlerde ifadesini bulan eden sınıf çatışmaları. Bunlar ve daha burada saymakla bitmeyecek örnek, gelişme ve yaşanmışlıklar, hem Marksizmin temel tespitlerinin hem de onun dünyayı yorumlama yönteminin vardığı sonuçların geçerliliğini doğrulamaktadır.

Bu açıdan, bilimsel sosyalizmi; diğer sosyalizm türleri ve ideal toplum tasarımlarından ayıran, onun bugünün toplumunda tohum halinde bulunması; kapitalizmin çelişkileri keskinleştikçe yeniden ve yeniden güncel bir alternatif olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. İşte, burjuvazinin bilimsel sosyalizme, onun pratik ve tarihine bitmek bilmez düşmanlığı da bundandır.

19. yüzyılda, Marksizmin ortaya çıkışı ile aşılan projeci sosyalizm ya da ütopik sosyalizmin bugün başka biçimlerde ifade ediliyor olması, ilki kadar masum sayılamaz. “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak..[13]

19. yüzyılda, kapitalizm, onun yol açtığı sefalet, işsizlik ve acımasız çalışma koşullarına karşı paylaşıma ve adalete dayalı bir toplum hayal etmek, idealist bir felsefeye dayansa da kapitalizme karşı bir tepki ve arayışı ifade ediyordu. Bugün, böyle bir ‘hayal’, olsa olsa pratik gerçeklik ve kapitalist sömürü düzeni karşısında yığınları hayallerle uyutmaya kalkışmak olabilir.

 

b. ‘İdealler’le sosyalizmin toplumsal özününün çarpıtılması

Sosyalizm, yukarıda ifade edildiği üzere, entelektüel bir zümrenin zihninde tasarladığı ideal bir toplumsal düzen değil mevcut kapitalist toplumsal çelişkilerin ve sınıf mücadelesinin koşulladığı gerçek bir harekettir. Sosyalizm fikri, elbette ideolojik ve fikirsel mücadelenin tarafıdır, ama bu mücadelenin zemini işçi sınıfıdır; onun çıkar ve hedefleridir.

Kapitalist toplumsal çelişkilerin somut bir çözümü olarak sosyalizm; üretim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarının işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Burjuvazinin tüm toplum üzerine çöreklenen iktidarının yıkılması ve işçi sınıfının iktidarının kurulmasıdır.

Belge’nin eşitlik ve özgürlük idealiyle sosyalizm fikri arasında kurduğu ilişki ilk bakışta doğru gibi gözükebilir. Şüphesiz, bu ideal ve özlemler sosyalizmin değerleri, sosyalist bir dünyanın ‘pratik’leridir. İşçi sınıfının iktidarı kurulmadan ve sosyalizm zafer kazanmadan bu ideallerin yaşam bulması mümkün değildir.

Ancak, elma ağacı ile elma aynı şey değildir. Sosyalizm de genel bir eşitlik ve özgürlük ideali değildir. Çünkü, böyle tanımlandığında sosyalizm, sınıf mücadelesinin bir sonucu ve işçi sınıfının iktidarı olmaktan çıkarılmış olur. Belge’nin yaptığı tanımlamanın amacı/sırrı tam da burada yatmaktadır. Elbette, yapılan bir niyet okuma değildir. Belge, zaten, sosyalizmden işçi sınıfının iktidarını anlamadığını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının sosyalizmin programı açısından bile aceleye getirilecek bir iş olmadığını düşünmekte ve söylemektedir. Sınıf mücadelesini, en azından belirleyici rolünü reddetmektedir. Bu nedenle, yaptığı sosyalizm tanımlaması ile ütopik sosyalizm biçimlerinden kapitalizme karşı genel bir öfkeyi yansıtan alternatif arayışlarına (bu alternatiflerin tamamı kapitalizme bağlanmaktadır) ve anarşizme kadar uzanan bulanık suda avlanmayı tercih etmektedir.

İşte bu bulanık su, sosyalizmin toplumsal özü, onun dayandığı sınıf güçlerini gizlemekte, hem sosyalizmin programı hem de sosyalizm açısından problemli bir durum ortaya çıkarmaktadır. Eğer sosyalizm, genel olarak eşitlik ve özgürlük idealleriyle tanımlanabiliyorsa ve onun özünü sınıf iktidarı, üretim araçlarındaki kapitalist mülkiyetin kaldırılması vb. değil bu idealler oluşturuyorsa; sosyalizm sınıf mücadelesinin konusu olmaktan çıkmıştır.

Bu, yalnızca geleceğin toplumuna dair spekülatif bir tartışma olmaktan çok daha fazlasıdır. Sosyalizmin sınıfsal niteliğinin reddedilmesi, onun bir düşünce sistemine ve ideallere bütünlüğüne indirgenmesi kaçınılmaz olarak kapitalizmin de örtülü bir tanımını içermektedir. Sosyalizm eşitlik ve özgürlük idealinin gerçekleşmesi ise kapitalizm İnsana yer bırakmayan, somut insanı sorunun bir ögesi olarak görmeye yanaşmayan bir zihniyettir.[14] Artık zihniyetlerin dünyasına geçiş yapılmıştır. Sosyalizm mi? Eşitlik ve özgürlük idealidir. Bu idealleri taşıyan insanlar tarafından kurulmalı ve yaşatılmalıdır. Kapitalizm mi? Kapitalizmin çarklarını ‘rasyonel’ biçimde döndürmek dışında bir ‘fikir’ yoktur. [15] Öyleyse mücadele fikirsel olmalıdır; bir idealler mücadelesi. Bu tanımlamada, sınıf mücadelesine, sınıf tahakkümüne ve iktidarına yer yoktur. Varsa yoksa idealler…

Diğer yandan eşitlik idealinin işçi sınıfı ve burjuvazi açısından farklı anlamları vardır. Fransız devrimi başta olmak üzere burjuva devrimler çağından beri burjuvazinin eşitlik ile kastettiği yasalar önünde eşitliktir. İşçi sınıfı içinse “bu istem, ya- özellikle ilk başta, örneğin köylüler savaşında durum budur- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi ile köle, harvurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur ve doğrulanmasını da burada –yalnızca burada– bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte bir eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.[16]

 

c. ‘İdealler’ mi maddi gerçeklik mi belirleyici?

İnsanların ideallere sahip olması iyidir. Hele bir komünist için eşitlik ve özgürlük yalnızca söylem düzeyinde bir ideal değil onun yaşamını şekillendiren temel değerlerdendir. Ama bu ideallerin yaşamdaki karşılığının bilimsel olarak belirlenmiş olması şartıyla. Örneğin özgürlük ideali, bireyin hiçbir toplumsal sorumluluk duymadan dilediği gibi yaşaması olarak tanımlandığında, burjuva bir özgürlükten fazlası ortaya çıkmayacağı gibi; kapitalist toplumun bireyciliğinin zincirleri arasındaki özgürlük yanılsamasından başka bir şey de olamayacaktır.

Sosyalizmin ideallere ve bu ideallerin uygulanmasına indirgenmesi; ideolojik sakatlıklarının dışında, Belge’nin pratik amaçları açısından iki noktada önemlidir.

Sosyalizm, yani bugün dünyada mevcut olmayan bir toplumsal düzen üzerine yapılan bir çarpıtmanın Belge’ye ne faydası olacaktır? Evet, Belge, belki bir burjuva entelektüelidir, ancak oldukça da ‘pratik’tir. Belge’nin yaptığı yalnızca geleceğe dair bir tanımlama değil, bugünü tanımlamak üzere ya da bugünün tanımlamasıyla uyum içerisinde bir modeli ortaya koymaktadır. Belge’ye göre, sosyalizm bir idealler toplumu olduğu gibi, kapitalizm de tersinden bir ‘idealler’ toplumudur. Hegel’in mutlak tininin tüm maddi yaşamı belirlemesi gibi, kapitalist ‘idealler’ de (kâr güdüsü, rasyonalizm vb.) tüm toplumsal yaşamı belirlemektedir!

Dolayısıyla, bu anlayışa göre kapitalizm; burjuvazinin ekonomik alandan başlayarak tüm toplumsal yaşamda egemen olduğu bir toplumsal düzen değil, bir zihniyet ürünüdür. Bu zihniyet maddi gerçekliğin yansıması olmak bir yana, maddi gerçeklik zihniyetin yansımasıdır! Maddi gerçeklikle bağlarını koparmış bir kapitalizmde sınıf mücadelesi, burjuvazinin iktidarı, sömürü ilişkileri vb. yoktur. Marx, Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine dikerken, maddi gerçeklik ve düşünce ilişkisini materyalist bir temele oturturken, Belge iyi niyetli idealler üzerinden bu ilişkiyi tekrar idealizme çevirme gayretkeşliği içerisinde. Hem de Marksistlerin en etkili olduğu alanlardan birisinde; sosyalizm tartışmasında!

Belge, bu yaklaşımıyla kapitalizmin üretim ilişkileri başta olmak üzere maddi gerçeklik tarafından şekillendirilen bir toplumsal formasyon olduğunu gizlemeye çalışıyor. Böylece sosyalizm bir toplumsal devrim ve dönüşüm meselesi olmaktan çıkarak esas olarak düşünsel dünyada (ideallerin hegemonik etki sağlamasıyla) gerçekleşecek zihinsel bir devrim ve bunun toplumsal yaşamdaki bazı karşılıklarına indirgeniyor. Özetle, kapitalist toplumsal ilişkileri kökten değiştirmeden, eşitlik ve özgürlük ideallerinin etkili olduğu bir kapitalizm olarak sosyalizm öneriliyor!

İkinci olarak, idealler üzerinden bir sosyalizm ve kapitalizm tanımı, sınıf mücadelesinin de göz ardı edilmesini getiriyor. “Sosyalizmin somut pratiği nedir”, “sosyalist işçi hareketinin ilk hedefi nedir” sorularının karşılığı ‘eşitlik ve özgürlük ideali’ değildir elbette. Bu ideallerin yaşama geçmesi için işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri parçalamak üzere iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir. Belge, sosyalizm tanımı ve tartışmasında sınıfları, sınıf mücadelesini ve iktidarı tamamen bir kenara bırakıyor. ‘İdeal’ sosyalizminden işçi sınıfı iktidarına, dolayısıyla sınıf mücadelesine yer kalmıyor.

 

d. Postmodernist ‘söylem’ ve Belge’nin idealleri

Belge’nin söyledikleri elbette yeni değil. Neoliberal politikaların egemen olduğu son 30 yılın postmodern ideolojik dünyasında, nispeten yeni zemine ayak uyduran postmodernizmin Marksizm kılıflı tezlerinin Türkiye’deki basit bir versiyonu. Postmodernist ‘Marksistlerin’[17] tezleri ile postmodernist tezler birbirine o kadar yaklaşmıştır ki, postmarksizm denilen akım, post modernizmin bir parçası haline gelmiş, ayırt edilemez olmuştur.

Belge de böyle bir ideolojik atmosferdedir. Benzer, yakın falan değil tam da bu cepheden Marksizme karşı savaşmaktadır. Marksizmin tüm temel tez ve referanslarını reddetmektedir. Yukarıda yapılan tartışmada, Belge’nin, sosyalizmi idealler, kapitalizmi zihniyetler üzerinden tanımlaması da Marksizme yönelik saldırının bir parçasıdır.

Postmodernist ‘Marksistler’in temel argümanlarından birisi; iktidarın, iktidar için mücadele edenleri yozlaştırdığı tezidir. Bu yaklaşıma göre, iktidar için mücadele edilmemelidir. Sosyalizm kurulacaksa bile, bir sınıfın iktidarı ele geçirmesi, iktidarı yıkması, yenisini kurması vb. değil iktidar mücadelesinden uzaklaşarak olmalıdır. Sınıf iktidarından vazgeçildiyse sınıf mücadelesine de gerek yoktur.

Bu akımın temsilcileri açısından, böyle bir mantıksal çıkarıma gitmek de gereksiz. Çünkü zaten, işçi sınıfına özel bir rol biçmek, ontolojik bir hata yapmak demektir! İşçi sınıfına asla olmadığı vasıflar atfetmek, onun diğer özelliklerinin yok sayarak özcü bir yaklaşıma hapsolmaktadır! Postmodernistler, Marksizmi tekçi ve homojen olarak nitelendirerek çoğulcu ve heterojen bir toplumsal muhalefet öğütlemektedirler.

Burada, “postmarksist” tezler tek tek ele alınıp değerlendirilmeyecektir. Konumuz Belge’nin sosyalizm tanımı. Ancak Belge, sosyalizmi ideallere indirgiyorken, Marksizme yönelik uluslararası postmodernist saldırı dalgasının üzerine oturuyor. “Postmarksistler” ve Türkiye’deki başta gelen temsilcilerinden Belge, sosyalizmi ideallere indirgedikleri gibi, idealleri ve ‘söylem’i sınıf mücadelesinin yerine ikame etmişlerdir. Laclau ve Maffie gibi sözde Marksistler, sınıf mücadelesini özcü ve antidemokratik bir yaklaşım olarak kabul edip heterojen bir birlik olarak yerel toplumsal muhalefetlerin iktidar blokuna karşı söylemsel hegemonyasını öngörmektedir. Buna göre, insanlığın ilerici değerleri, söylemde bütünleştirilerek kapitalizmin ideolojik söylemi karşısında üstünlük sağlamalıdır. Toplumun farklı katmanlarının argümanlarının söyleme eklenmesiyle ideolojik hegemonyanın sağlanması, kapitalizmin alternatiflerine kapıyı açacaktır!

Bu açıdan, kapitalizme karşı mücadele bir sınıf mücadelesi değildir! İşçi sınıfının hiçbir ayrıcalıklı rolü yoktur! İktidarı almak bir hedef olmadığı gibi ondan uzak durulmalıdır. İşte, böyle bir yaklaşımda, burjuvazi ve iktidarı tehdit edilmez, dolayısıyla bu aydın gevezeliği burjuvazi tarafından büyük bir hoş görüyle karşılanır. Tıpkı, Belge’nin olduğu gibi!

e. Berktay’ın sosyalizm düşmanlığı

Berktay, Belge’ye itirazını şöyle özetler:

Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor.[18]

Öyleyse, Berktay haklı mıdır? Belge’nin mistik sosyalizm anlayışını eleştirirken bir doğruya işaret etmektedir. Ancak, Berktay’ın Belge’ye yönelik eleştirisi kendi durduğu yeri aklamaktan çok uzaktır. Çünkü Berktay, kendisinin de ifade ettiği gibi iflah olmaz bir sosyalizm düşmanıdır. Onun sosyalizm tanımını, “sosyalizm deneyimi üzerine” başlıklı bölümde bir ölçüde değerlendirilmiştir. Berktay için sosyalizm totalitarizmdir. Tarihsel ve pratik gerçeklik derken kastettiği de budur.

PROGRAM TARTIŞMASI

a. Kapitalist unsurlardan sosyalizm programı

Sosyalist bir partinin program ne olmalıdır? Belge, Berktay’ın tartışma boyunca sorduğu soruyu yanıtlama alicenaplığını gösteriyor. Belge, sosyalist bir program ortaya koyacak ama belirtmeden geçemiyor: …yalnız sosyalizme özgü tedbirler içeren bir program yazmak mümkün değildir, ama yalnız kapitalist mantığa (19. yüzyılda tecelli ettiği biçimde) uygun bir program yazmak da eşit derecede imkânsızdır.[19]

Belge, sosyalist programda kapitalizme özgü tedbirler de olmalı diyor. Neden?

Belge, neden sosyalizm programını dert eder? Bunu bir sosyalist partiye mi öneriyor yoksa bir sosyalist parti kurmayı mı düşünüyor? Nereden çıkıyor bu sosyalist program? Kendisi zaten eşitlik ve özgürlük ideali olarak tanımlamamış mıydı sosyalizm mi? İdealin programına gerek var mıdır?

Ama Belge daha önce ifade ettiğimiz gibi oldukça ‘pratik’tir. İdeallerden somut programa hızlı bir geçiş yapmıştır. Ve programda sadece sosyalist değil kapitalist tedbirler de olmalıdır! Peki, nedir bu kapitalist tedbirler? Belge, bu ifade ile burjuva demokratik çerçevede çözülebilecek, örneğin demokratik bir kapitalizm için aşılmış meseleleri mi kastediyor? Örneğin Kürt sorununun çözümü, laikliğin tesisi, demokratik hak ve özgürlükler mi kapitalist tedbirlerle ifade etmek istediği?

Hayır, Belge kapitalist unsurlardan bahsederken bunları kastetmiyor. Çünkü bunlar kapitalizmin çözdüğü değil tersine kapitalizmin yarattığı ve beslediği sorunlar. Evet, demokrasi mücadelesinin genişletilmesi ve büyütülmesi, ezilen sınıf ve tabakaların demokratik ittifakı bu sorunların çözümünün yolunu açabilir. Ancak, kapitalizm başka demokrasi mücadelesi başkadır.

Dolayısıyla Belge’nin sosyalist partinin programına sıkıştırmaya çalıştığı kapitalist unsurlar bunlar değildir. Sosyalizmin, kapitalizmden alması gereken ne olur ki? Sosyalizm ile kapitalizm, işçi sınıfı ile sermaye arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yok muydu? Belge’ye göre yoktur. Hele antagonist çelişki demeye görün! Marksistlerin kendi kafalarındaki kavramları toplumsal yaşama dayatma çabasıdır, Belge’ye göre!

Öyle ya da böyle, birbiriyle uzlaşamayacağı kesin olan, (Belge en azından burjuvazinin sosyalizm konusundaki net tutumuna bakmalıdır) sosyalizmin kapitalizmden alacağı unsurlar, sosyalizmi sosyalizmin olmaktan çıkartmayacak mıdır? Sorular daha da uzatılabilir. Ancak Belge’nin cevabı nettir: Sosyalizmin kapitalizmden alacağı şey piyasanın egemenliğidir.

Çünkü Belge, burjuvazinin çok sevdiği deyimle “kumanda ekonomisi”ne karşıdır. Burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyetin toplumsallaştırılması çok da önemli değildir. Asıl olan üretim araçlarının ya da üretim ilişkilerinin toplumsallaştırılması değil yönetimin toplumsallaştırılmasıdır Belge’ye göre:

Bir deneyim yaşanmış ve beklenen sonucu vermediği ayan beyan ortaya çıkmışsa, aynı deneyime bir kere daha kalkışmaya kimseyi ikna edemezsiniz. Ama belki bundan daha önemlisi, geçen bütün bu süre içinde dünyanın da yığınla değişimden geçmesidir. ‘Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmelidir’ sloganının güvenle söylendiği çağdaki mülkiyet durumuyla şimdiki aynı mı?

Benim düşünebildiğim ‘sosyalizm programı’ mülkiyetin toplumsallaştırılmasından önce ‘karar mekanizmalarının toplumsallaştırılması’nın mekanizmalarını kurmaya yönelir. Burada ‘toplumsallaştırma’dan kastım, ‘çalışan’ kesimin yapılan işle ilgili kararlarda giderek daha fazla söz sahibi olmasını sağlamak.[20]

İşte, Belge’nin sosyalizm programının özü: Kapitalizm ya da bir bütün olarak sömürü düzeni devam etsin, ancak emekçiler yaptıkları işle ilgili kararlarda daha çok söz sahibi olsunlar. Bilimsel sosyalizmin programı ya da sosyalizmin abecesi olan “kapitalist üretim ilişkilerini parçalamak yerine üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde yeni sosyalist üretim ilişkilerini tesis etmek; buradan yola çıkarak tüm toplumsal yaşamı yeniden şekillendirmek” yerine söylenen “çalışanların daha fazla söz sahibi olması”[21].

Mesela; Almanya’daki işyeri konseylerindeki gibi işçilerin “fabrika yönetiminde” söz sahibi olmaları mı? Ya da Almanya’da işçiler yönetimde söz sahibi mi? Ya da daha da ileri gidelim: Almanya’da işletmeleri işçilerin de içinde bulunduğu işyeri konseyleri mi yönetiyor? (Kağıt üstünde işyeri konseylerinin işletmelerin yönetiminde önemli bir yeri vardır) Kapitalizm koşullarında böyle bir şey mümkün müdür? Belge’nin sosyalizminin en ileri örneklerinden birisi kabul edebileceğimiz ve literatürde işçilerin işletme yönetimine katılma araçları olan işyeri konseylerinin ne kadar işlevsiz olduğunu görmek ‘reformcu’ gözlükleri çıkarmak yeterlidir. İşyeri konseylerinin olduğu fabrikalarda, fabrikanın örneğin başka bir ülkeye taşınacağını işçiler ancak günler kala öğrenebiliyor. Karar alınmasından bahsetmiyoruz. İşçilerin fabrikanın kapatılıp başka bir ülkeye taşınması konusunda görüş bildirmesinden de. İşçilerin bilgisi bile olmuyor. İşyeri konseyleri, işletmelerin yönetimlerine dair tüm temel konuların dışında tutulmakta, birkaç önemsiz konuda bir danışma organı olmaktadır.

Daha ötesi de mümkün değildir. Çünkü fabrikanın ya da işletmenin sahibi olarak bireysel kapitalist kendi keyfinin ya da işçilerin görüşlerinin uygulayıcısı değildir. İşçi sınıfı ve sermayenin toplumsal yeniden üretimi piyasa kurallarına tabidir. Birey olarak kapitalistin kararları, kendi bireysel sermayesinin piyasada karşılaştığı rekabet çerçevesinde belirlenmektedir. Yani, bireysel kapitalistin ruhu, düşüncesi, kararları sahibi olduğu sermaye ve onun genişletilmiş yeniden üretimi için gerekli olan sömürü ilişkileri tarafından belirlenir. Burada karar alma süreçlerine işçilerin gerçek bir katılımı –büyük bir işçi hareketi söz konusu değilse- mümkün değildir.

Belge, eğer işçilerin yönetim ve karar aygıtlarına katılımını istiyorsa; işçileri bu mekanizmanın dışında bırakan sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması gereğini kabul etmesi gerekir. Yani baştan reddettiği mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gerekmektedir. Bu olmadan, sermayenin devasa ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi ve ideolojik olanakları elinden alınmadan, işçi sınıfı ve sermayenin eşit ve soyut bireyler olarak karar alma süreçlerine katılmasını düşünmek ham hayaldir.

Ancak, kapitalist üretim ilişkileri ve bunun temeli olan üretim araçlarındaki burjuva özel mülkiyet son bulduğunda, bunlar tüm toplumun mülkiyeti haline geldiğinde, işte o zaman işçi sınıfı ve tüm ezilenler hem üretim hem de siyasal süreçlerde karar alma süreçlerine katılabilir ve bizzat karar alıcılar haline gelebilirler.

b. Mülkiyet-bilgi ilişkisi ve sosyalizm

Belge, karar alma süreçlerine katılma hedefiyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi görmemesi mümkün değildir. Aslında yönetime katılma tezi, eğer az da olsa tutarlı olacaksa kaçınılmaz olarak burjuva özel mülkiyet sistemini hedef almak zorundadır. Ancak, bu işçi sınıfının iktidarı ve gerçek sosyalizm anlamına gelir ki, Belge’nin mücadele ettiği hedefin kendisi de budur. Belge çelişkisini şöyle aşmaya çalışır:

Ama belki bundan daha önemlisi, geçen bütün bu süre içinde dünyanın da yığınla değişimden geçmesidir. ‘Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmelidir’ sloganının güvenle söylendiği çağdaki mülkiyet durumuyla şimdiki aynı mı?[22]

Devamla:

Marx’ın‘proletarya diktatörlüğü’ (‘proletarya adına diktatörlük’ dememişti) ilân ederek ve mülk sahiplerini mülksüzleştirerek kestirmeden varacağına inandığı o ‘hedef’, bugün öyle kolay varılır bir yer gibi görünmüyor. Ayrıca, koşullar değişmiş: mülkiyet ile bilgi ilişkisi, 2012 yılında, 1848’de göründüğü gibi görünmüyor. Bugün ‘mülkiyet’ten çok, ‘bilgi’hegemonik. Onun için, ‘yönetime katılım’ın sindirilerek uygulanması ve sindirildikçe genişlemesi, yaygınlaşması, sosyalizmi çok daha yakından ilgilendiren bir proje.[23]

Belge, ‘sosyalizmi istemediğinden’ değil, mülkiyet durumu değiştiğinden burjuvazinin mülksüzleştirilmesine ve sosyalizmin kurulmasına karşı çıkıyor! Mülkiyet durumu 1848’dekiyle aynı mı? Eskiden mülk sahibi olanlar egemendi, şimdi bilgi sahibi olanlar! Mülkiyet egemen değil artık bilgi egemen!

Belge, evet, bir olguya işaret ediyor. Bilgi, bilim ve teknolojinin sermaye tarafından kullanılması, bilginin kapitalistler arasındaki rekabette giderek önemini arttırması. Bunlar tartışılabilir[24]. Ama sermaye, piyasa, kar, rekabet olgularıyla iç içe bir “bilgi”den bahsediyoruz. Kapitalist üretim ilişkilerinin dışında bir ‘bilgi’ hegemonyasından bahsedilebilir mi? Kapitalist özel mülkiyetle birleşmeyen bir ‘bilgi’nin toplumda egemen olduğu iddia edilebilir mi?

Belge, 30 yıllık ‘Bilgi Çağı’ propagandasına dair artık eskimiş bir güzelleme çabası içinde. Mülkiyet değil bilgi egemen!

Belge’nin bilgi güzellemesi birkaç konuda tartışılabilir. Birincisi; kapitalist toplumda bilgi üretiminin sermayenin yeniden üretiminin bir parçası haline gelmesi ve giderek sermaye ile bütünleşmesidir. Sadece devlet kurumlarının değil artık bireysel sermayedarların da özel bilgi üretim merkezleri (Ar-Ge) vardır. Bunun dışında, uzmanlaşmış sermaye kuruluşları tarafından ‘bilgi’ meta olarak üretilmektedir. Üniversiteler ve uzmanlaşmış enstitüler, sermayenin ve piyasanın çıkarları tarafından yönetilir olmuşlar, adeta bireysel sermaye gruplarının hizmetine girmişlerdir. Öyle ki, adı kamusal olan bu kuruluşların araştırma konuları sermaye tarafından belirlenmektedir.

İkincisi, sermaye sınıfı açısından bilgi üretimi tek başına bir amaç değildir. Bilgi üretimi, bireysel kapitalist için üretim giderlerini düşürüyor ve kârı arttırıyor ise anlamlı, eğer böyle bir katkı sunmuyor ise gereksizdir. Dolayısıyla sermaye için bilgi üretimi, tıpkı emek gücünün verimliliğinin arttırılması ve daha fazla sömürülmesi gibi rekabetin unsurlarından birisidir (Belge’nin zannettiği gibi tek unsuru da değildir).

Üçüncüsü, bilgi çağı iddialarına rağmen, hala toplumun büyük bir kısmı bilim ve teknolojideki devasa gelişmelerden yararlanamamaktadır. Cep telefonu ve bilgisayar gibi tüketim araçları halka sunulurken ‘bilgi’ esas olarak sermayenin elinde tekelleşmekle, lisans ve fikri mülkiyet halkları ile düşünce özgürlüğü sermayenin parmaklıkları arasında hapsedilmektedir. Örneğin çok önemli bir hastalığın ilacı ve bilgisi, henüz dünyada yeterince hastalık bulaşmadığı için açıklanmayabilir. Tersi de; belirli bir hastalık çözülebilirken yapılmış yatırımlar nedeniyle, bu hastalığın çözümüne ilişkin araştırmalar engellenebilir. Bunlar kapitalist mantık açısından gayet normaldir.

Özetle, kapitalizmde ‘mülkiyetin yapısı değişmiş, bilgiye bağımlı olmuş’ değildir. Tersine bilgi daha çok metalaşmış ve kapitalist mülkiyete bağımlı hale gelmiştir. Mülkiyet yapısı ise 1848’den bu yana ‘değişmiş’ ama dünya genelinde mülkiyet çok daha küçük bir azınlığın elinde tekelleşmiş, yüz milyonlarca küçük mülk sahibi mülksüzleşerek tekelci burjuvaziye bağımlı hale gelmiştir. 1848’lerdeki mülkiyet yapısı daha da katmerlenmiş ve mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki çelişki 150 yıl öncesinden kat be kat büyük hale gelmiştir.

Dolayısıyla bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım, piyasaya emekçilerin akıllı müdahalesi gibi safsatalar, ancak emekçilerin aldatılması anlamına gelir ki, bunun pratik uygulamasına yaklaşmak ne burjuvazi ne de işçi sınıfı açısından kabul edilebilir değildir. Kapitalist üretim ilişkilerine rengini veren burjuva özel mülkiyet rejimi kaldırılmadan bilginin tekelci zincirlerinden boşalması, halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarının tatminini sağlamak üzere toplumsal gelişiminin manivelası haline gelmesi mümkün değildir.

 

c. Sol reform partisi

Program tartışmasını çok uzatmak pek anlamlı değil! Zaten Belge ve Berktay, ‘öznel’ ve duygusal tartışmalarını aylarca uzatmayı başarabilseler de ara ara özetleme yönetimini de kullanıyorlar:

Aksi takdirde, meselâ Murat’ın Program (1)’de (14 Ocak) sözünü ettiği, benim de paylaştığım hemen her şey, faraza bir Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi kurup toplumun önüne çıkmayı haklı kılar (nitekim günümüz Türkiye’sinde bu müthiş bir ihtiyaçtır) da, bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.[25]

Belge ve Berktay’ın program tartışmasının “özü” budur. Söylenen tüm istemlere iki taraf da katılmaktadır. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini bir kenara koyarak toplumun yönetimde fazla söz sahibi olması, yani aşağıdan yukarıya bir yönetim, kapitalist kâr baskısının biraz olsun dizginlenmesi, insanların sabah çalışıp öğle vakti balık tutmaya gidebilmesi (Belge, Marx’ın komünizm örneklemesine atıf yapıyor) ve tabi demokratik bazı talepler.

Sosyalizm bir gelecek fikri olamaz” diyen sosyalizm düşmanı Berktay ile “yeni bir sosyalizm” kurulabilir diyen Belge’nin öngördüğü talepleri aynıdır. Bu talepleri kimin savunacağı, hangi sınıfların bahsi geçen istemler için mücadele edeceği belirsizdir. Bunlar olması istenenlerdir. Olmasını isteyenler, mesela demokratlar, bunlar için mücadele etmelidir. Böylece Belge’ye göre yeni bir sosyalizme, Berktay’a göre demokrasiye yol alınacaktır.

Ancak Belge’nin sosyalizm sandığı şey ile Berktay’ın kapitalizm olduğunu bildiği şey aynıdır. Belge, kapitalist sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadan, bir başka deyişle kapitalizm içinde sosyalizmin olabileceğini iddia etmektedir. Oysa söylenenler, Berktay’ın da ifade ettiği gibi, “Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi”nin ikiyüzlü bir programı olabilir ancak. Yani burjuva reformcu bir parti programı. Görevi kapitalizmi muhafaza etmek, reform umudu yaymak, ancak kapitalizmin gerçeklikleri karşısında hep reformları başka baharlara saklamak. Belge ve Berktay’ın tarif ettikleri ve Türkiye’nin ihtiyacı var dedikleri sol burjuva reformcu partiler ya da sosyal demokrat partiler çok uzakta da değil. Şöyle bir bakınmak yeterlidir.

Avrupa ülkelerinde iktidara gelen sosyal demokrat partiler, programlarında kırıntı olan reform önerilerini gündeme dahi getirmediler. Tekelci burjuvazinin neoliberal programını klasik bir muhafazakar parti gibi ama ‘sol’ söylemi de elden bırakmadan sonuna kadar uyguladılar. Özelleştirmeler, esnek çalışma biçimleri, finansal serbestleşme, sermayeye teşvikler vb. hepsi sosyal demokrat partiler eliyle yaşama geçirildi.

Belge ve Berktay, evet, kapitalizmi cansiperane savunuyorlar. Kapitalizme karşı gerçek bir alternatif olan sosyalizme karşıtlıkları, küçük burjuva ‘sol’ kırıntılar ile birleşince, onları en azından günümüz için misyonunu tamamlamış sosyal demokrasi ve burjuva reformculuğuna itiyor. Ve okurlarına sunabilecekleri sömürü düzeninden başka bir şey söz konusu olmuyor.

SONUÇ OLARAK

Belge ve Berktay’ın tartışması, burjuva ‘sol’ arasında bir münakaşa olarak da görülebilir. Ancak, bu kadar basit değildir. Sol liberalizm ve uluslararası düzeyde Marksizmin düşmanlığının (“postmarksizm”, ekolojik, feminist, yeşil, demokratik vb. “sosyalizm” adı altında) inceltilmiş biçimde yeniden üretilmesidir.

Belge’nin sosyalizmi kaba bir idealizme indirgemesi, ‘özcülük’ eleştirisiyle kapitalizmin sömürüye dayanan ilişkilerini gizleme çabası, sınıf mücadelesinin yerine ‘ideallerin’ mücadelesini koyması, işçi sınıfının tarihsel rolünün inkarı; bu inceltilmiş sosyalizm düşmanlığının bazı yönleri. Berktay’ınki ise inceltmeye ihtiyaç duymadan toptan inkardır. Açıktan sosyalizm düşmanlığıdır. Ancak Berktay, kaba sosyalizm düşmanlığının propagandasıyla postmodern tezleri birleştirme çabasındadır. Tarihsel materyalizm, diyalektik, nesnel yasalar, sınıf iktidarı, proleter demokrasi gibi olgu ve kavramları burjuva liberal perspektifle eleştirmektedir. Berktay’ın bu konulardaki görüşleri başka bir makalede daha ayrıntılı biçimde değerlendirilecektir.

Belge ve Berktay arasındaki tartışma, sosyalizm üzerine bir tartışmaymış gibi gözükse de günümüz kapitalizminden bağımsız değildir. Gelecek üzerine spekülatif bir tartışmadan çok, “bugün ne yapmak lazım, kapitalizm içinde nasıl çözümler bulunabilir” gibi sorulara yine burjuvazinin sınırları içinde cevap arayışıdır. Bu nedenle tartışma hızla program tartışmasına dönüşmüştür.

Ve Belge sözde bir sosyalizm savunması yapsa da iki yazarın da okurlarına vaat edebilecekleri, burjuva-reformculuğu ya da sosyal-demokrasiden öte bir şey olamamaktadır. Berktay da bunu açıklıkla “Bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.[26] diyerek ifade etmektedir.

İşte bunlar sonuna kadar doğru. Tartışma da burada şimdilik bitiyor. Bu Sol Reformlar Partisinin reformlarına pek değinilemiyor. Niyet okumaya gerek de yok; serbest piyasa savunusu, küreselleşmecilik, özelleştirme çığırtkanlığı ortada. Önerilen partinin platformunun neoliberalizm olduğundan da kimsenin şüphesi olmasa gerek.

Özetle, sonuç: Liberal solun ayrıntılardaki farklılıkları bir yana sosyalizm düşmanlığındaki birliği tartışılmaz!

 

 


[1] Berktay, Halil; “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi”, Taraf Gazetesi, 26.11.2011

[2] Berktay, Agy

[3] Berktay, “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi”

[4] Belge, Murat; “Yönetime katılım”, Taraf Gazetesi, 17.01.2012

[5] Belge, Agy

[6] Berktay, “Hayır, sorun ‘political correctness’ değil”, Taraf Gazetesi, 11.01.2012

[7] Berktay, “Devrim, Dersim, normalite”, Taraf Gazetesi, 03.12.2011

[8] Berktay, “Temel tanımlar: Sol, Marksizm, sosyalizm”, Taraf Gazetesi, 29.12.2011

[9] Belge, “Niye sosyalist olduk”, Taraf Gazetesi, 29.11.2011

[10] Belge, “Niye sosyalist olduk”

[11] Berktay, “Tartışmanın özeti (1): Murat Belge”, Taraf Gazetesi, 08.12.2011

 

[12] Baydar, Oya; “Sol Geçmişte Kalmadı mı?”, http://t24.com.tr/yazi/sol-gecmiste-kalmadi-mi/4378, 07.12.2011

[13] Marx, Karl, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Sol Yayınları, Ankara, s. 9

[14] Belge, “Program II”, Taraf Gazetesi, 20.01.2012

[15] Belge, “Program II”

[16] Engels, Friedrich; “Anti-Dühring”, Sol Yayınları, Ankara, s. 175

[17] Burjuva literatürde postmarksizm diye geçen, ancak Marksizmin bir parçası olmak bir yana, Marksizmin en temel tezlerinin inkarı üzerine kurulu bu akım, postmodernist teorilerin bir kolu durumundadır. Bu akımın temsilcilerini postmodernist ‘Marksistler’ olarak tanımlayabiliriz.

[18] Berktay, “Tartışmanın özeti (1): Murat Belge”

[19] Belge, “‘Program’ konusuna ‘Giriş’”, Taraf Gazetesi, 13.01.2012

[20] Belge, “Yönetime katılım”

[21] Belge, “Yönetime katılım”

[22] Belge, “Yönetime katılım”

[23] Belge, “Yönetime katılım”

[24] Bilgi kapitalist rekabette tek belirleyici olduğu da yine kaba bir “bilgi çağı” propagandasıdır. ‘Bilgi’den çok daha fazla emek gücünün maliyetinin hala sermaye için önemli/temel bir rekabet unsuru olduğu doğrudur. Emek gücünün maliyetini düşürmek için sermayenin büyük çabası ve sermaye için ‘bilgi’ üretiminin de bir bakıma emek gücünün maliyetini düşürmeyi amaçlaması bu durumu açıklamaktadır.

[25] Berktay, “Sol Reform Partisi”, Taraf Gazetesi, 18.01.2012

[26] Berktay, “Sol Reform Partisi”.

Tekelci Gericiliğin Kucağında Tarihçilik: “Taraf”çılığın Marksizm Düşmanlığı

Halil Berktay bir tarihçi. Taraf gazetesi yazarı. Eskiden ‘sosyalistlik’ iddiasında bulunmuş. Berktay “kendisinden Türkiye’de veya dışarıda genellikle Marxist bir tarihçi olarak bahsedilmesini yanlış buluyor. Marksizmin politik gelecek projesini artık paylaşmadığını[1] belirtiyor. Zaten eskiden de Marxist olmamıştı, ama bu bir yana bırakılırsa, buraya kadar normal. Revizyonizm ve reformizmin ideolojik etkisinde kalmış eski ‘sosyalist’lerin, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, emperyalist burjuvazi tarafından Yeni Dünya Düzeni’nin ilan edilmesiyle kapitalizmin gönüllü savunucuları haline geldikleri biliniyor. Berktay da bunlardan biri olarak görülebilir.

Ancak Berktay, burjuva demokrasisinin, çoğulculuğun, genel oy sisteminin, bireysel özgürlüklerin genel bir övgüsünü yapıp, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin demokratikleşeceğini söylemekle yetinmiyor. Kendi burjuva görüşlerini açıklarken, derinlemesine tahliller yapmaya çalışarak, Marksizme, diyalektik ve tarihsel materyalizme ve bir bütün olarak bilimsel sosyalizmin temellerine pervasızca saldırıyor.

Berktay’ın saldırılarının gelip bağlandığı yer, AKP’nin siyasal hamle ve açılımlarının desteklenmesi. AKP’nin “askeri vesayet”e karşı mücadele ettiği, toplumun mağdur kesimlerinin temsiliyetini sağladığı iddiasına dayanarak, AKP’ye kayıtsız şartsız teslimiyet.

Berktay, Taraf gazetesindeki 25 Mart 2010 ile 3 Haziran 2010 tarihleri arasındaki yazılarında, Marksizm ile demokrasi arasındaki ilişki, siyaset biliminin Marksizmdeki yeri, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki, tarihsel materyalizm,  bilimsellik ve determinizm, Kemalizm gibi konuları ele aldı.

Berktay, toplumsal bilimlerin kesinlik içeremeyeceği iddiasına dayanarak, tarihin ilerleyişinde birçok etkenin iç içe geçtiğini, dolayısıyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmanın doğru olmadığını, ekonominin belirleyiciliğinin Marksizm abartısı olduğunu, sosyalizmin tarihsel zorunluluğunun ise kaba bir determinizm anlamına geldiğini söylüyor.

Marksistlerin demokrasiyi önemsemediklerini, güncel siyasetin dışında kalan toptancı bir yaklaşıma sahip olduklarını, her siyasal gelişmeyi ekonomist bir yaklaşımla ele aldıklarını iddia ediyor. Küçük burjuva devrimciliğine yapılabilecek eleştirileri, genel olarak sosyalistlere ve Marxistlere mal ederek, Marksizmin temel tezlerini ve buradan yola çıkarak sınıf mücadelesi anlayışını, siyasal mücadelenin dışında kalma suçlamasının gerekçesi haline getiriyor.

Marx’ı kaba bir ihtilalci, görüşlerini zoraki bir şekilde devrime bağlamaya çalışan, yorumlarını ve tahlillerini gerçeklik zemininde değil, devrim fikri ve soyut diyalektik ilkeler üzerinden yapan, dönemin ‘bilimci’ ortamı nedeniyle söylediklerine bilimsel kesinlik iddiası katan bir düşünür olarak okuyucularına sunuyor. Marx ve Engels’in, kendilerinden önceki tarihsel bilgi birikimini, bilimsel gelişmeler ışığında yeniden yorumlamalarını ve devrimci bir şekilde aşmalarını, en basit deyişle ifade edilecek olursa, Marksizmin ekonomi-politik, tarih, felsefe, siyaset alanındaki burjuva toplumbilimcilerin dahi kabul ettikleri katkılarını yok sayıyor.

Marksizmdeki bilimsellik görüşünün de, Marxistlerde teorik bir kibre, “bizim gerçeğe herkesten daha yakın olduğumuz, doğruları avucumuzda tuttuğumuz saplantısı”na[2] yol açtığını ve “bırakalım ‘düşman’ları; en yakınımızdakilere, muhtemel müttefiklerimize; önemli şeyleri paylaştığımız ama sosyalist olmayan, daha spesifik olarak, bir sol kadro örgütü içinde doğup büyümemiş insanlara karşı[3] teorik kibrin “beraberinde gelen, küçümseme, horlama, yukarıdan bakma tavrı”nın[4] ortaya çıktığının tespitini yapıyor. Haddini bilmezlikle, kendisinin, üstelik yüz milyonlara yönvermiş bir teori-pratik birliğine çalakalem kustuğu zehirli kibirini Marxistlere malederek konuşuyor: “Yani solcular ve/ya sol parti ya da grupların politik pratikten kopmuşluğu ve başarısızlığı ölçüsünde (başka böbürlenme konusu kalmadığından olacak) teorinin kibiri de hızla büyüyor. Bu önermeyi tersten okumak da mümkün: sosyalistlerin sektarizm dozajı, beğenmezliği, olabilemezciliği arttığı oranda, yalnızlıkları içinde acılaşıp teorik üstünlüğe sarıldıkları daha fazla ihtimal dahiline giriyor.[5]

Berktay, sektarizmin ve teorik kibrin, günlük yaşamdaki biçimiyle kendini beğenmişliğin ve üstenciliğin kitlelerden uzaklaşmanın hem nedeni hem de sonucu olduğunu söylüyor. Eski Marxistlik iddiasında bulunmuş bir tarihçinin, devrimci literatürle eski ilişkisinden kaynaklı bazı gözlemsel tespitler yapması olağan. Ancak gözleme dayalı tespitleriyle de yetinmiyor. Teorik kibrin, sekterizmin Marksizmin tam da kendisinden, onun teorik tespitlerinden, bilimsellik iddiasından, tarihsel zorunluluk kavramından, demokrasiyi küçümseyişinden kaynaklandığını iddia ediyor. Ve Türkiye’nin en büyük derdi sorunu buymuş gibi, aylarca köşesini Marksizmin eleştirisine, doğrusu, çarpıtılmasına ayırıyor.

Eskiden Marksistlik iddia etmiş olmanın verdiği özgüvenle ve biraz da özeleştirel bir tavırla, eski düşüncelerinin eleştirisini yaptığı izlenimi vererek, Marksizmin temel görüşlerini önce çarpıtıyor, olabildiğince basite indirgiyor, sonra da suçluyor. Berktay’ın tezlerinin herhangi bir özgünlüğü yok. Burjuva liberalizminin sınıfları, sınıf mücadelesini, tarihsel yasaları inkar eden genel tezlerinin eskiden Marksizm okumuş birinin diliyle yeniden ifade edilmesinin ötesine geçmiyor. Ancak Berktay’ın görüşleri, özel olarak ‘Tarafçı’lığın, genel olarak burjuva liberal gerici felsefenin Marksizme yönelik saldırılarını dile getirdiği gibi, Tarafçılığın ilericilik ve demokrasi söylemlerinin de burjuva-gerici özünü ortaya koymaktadır.

MARKSİZME DETERMİNİZM SUÇLAMASI

Toplumsal bilimlere yaptığı katkıyı açıklarken, Marx, sınıf mücadelesi kavramının kendisinden önce ortaya konulduğunu, kendi katkısının sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını açıklaması olduğunu ifade eder. Bu tespitten yola çıkan burjuva toplumbilimciler, Marx’ın tarihi determinist bir şekilde yorumladığını, Hegelci bir yorumla, komünizmi ‘zorunlu’ bir sentez saydığını iddia ettiler. Berktay, Marx’ın Hegelci diyalektikten yola çıkarak, sınıflı toplumun anti-tezine, yani proletarya diktatörlüğüne ulaştığını iddiasını şöyle ifade ediyor: “Sırf felsefe, yani (Hegelci) diyalektik sayesinde, bunun karşısına antitez ve biricik alternatif olarak ‘proletarya diktatörlüğü’nü dikiyor.[6]

Oysa Marx, sınıfsız toplumla başlayan tarihin, sınıflı toplum anti-tezine ve daha yüksek bir sevide sınıfsız toplum sentezine varacağı sonucuna soyut -Hegelci- bir diyalektik ilkeden ulaşmıyordu. Tarihin diyalektik ilerleyişini, toplumun iç dinamiklerinde arıyordu. Marx, Hegelci diyalektiğin ilkelerini masa başında topluma dayatmıyor, tersine, diyalektiğin ilkelerini toplumsal hareketin yasa ve eğilimlerinden çıkartıyordu. Engels’in Anti-Dühring’te belirttiği gibi, “…süreci yadsınmanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marx, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracılığıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marx, bu süreci, ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.[7]

Marx, yaptığı çalışmalarda, toplumların siyasi ve hukuki biçimlerinin insan zihninin genel eğilimlerinden anlaşılamayacağını, tam tersine bu ilişkilerin köklerinin toplumun maddi varlık koşullarında ve toplumun anatomisininde, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.[8] Diyalektik ilkeleri teorik çalışmalarına dışarıdan empoze etmedi, tersine toplum, tarih ve ekonomi-politik çalışmalarından diyalektik ilkeleri çıkardı.

Marx, çalışmaları sonucunda ulaştığı ve tüm bilimsel çalışmalarında kendisine kılavuzluk ettiğini belirttiği sonucu, ünlü eseri Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde şöyle formüle etmiştir:

Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.[9]

Berktay’ın Marksizmi hedef alan determinizm suçlaması, ekonominin belirleyiciliği ilkesinin çarpıtılmasına dayanır. Berktay, ekonominin bütün toplumsal üstyapıyı tek taraflı olarak belirlediği, bütün siyasal, hukuki, felsefi ve dini görüşleri biçimlendirdiği, üstyapı kurumlarının hiçbir bağımsız işleyişi ve etkinliği olmadığını görüşünü Marksizme atfederek, eleştirisini temellendirmeye çalışır. Böylece Marksizmin ‘ekonominin her şeyi tek yönlü olarak belirlediğini’savunduğunu ve determinizme düştüğünü iddia eder:

Marksist teorinin siyasete baktığında insanların kararsızlığını, arayışını, tereddütlerini; sınıflar ve diğer sosyal gruplar ile partiler arasındaki ilişkinin değişken, yüzergezer, ideolojinin dolayımından geçen, daima biraz tesadüfî karakterini gör(e)meyişi. Bunun yerine, ekonominin kuvvetle belirlediği, hayli deterministik, dolayısıyla türevsel ve ikincil bir siyaset anlayışı.[10]

Bu, tam bir çarpıtmadır. Marksizm, siyasetin görece özerk yapısını, kültürel, sosyolojik, psikolojik, dini vb. birçok etkenin toplumsal rolünü görmezden gelmez. Güncel siyasi gelişmeler karşısında bunları yok saymaz. Siyaseti yalnızca ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz. Siyaseti ve diğer üstyapı kurumlarını, kendi işleyişleri olan, karşılıklı ilişkiler dahilinde bağımsız ve özerk hareket kabiliyetine sahip olgular olarak görür. Siyaseti, karikatürize ederek, ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz; tersine ekonomik altyapıyı etkileyen, yönlendirici müdahalelerde bulunan bir kurum olarak görür. Engels, ekonomi ve üstyapı kurumları arasındaki ilişkiyi kaba bir şekilde ele alanlara karşı şu açıklamayı yapar:

Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öge, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öge olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi, anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli ögeleri –sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani: başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyninde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri– de, tarihsel savaşımların gidişleri üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın bir rol oynarlar. Bütün bu ögeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır; bütün sonsuz rastlantılar çokluğu (yani, iç bağıntısı o kadar uzak ve olanaksız göründüğü için, yok ya da ihmal edilebilir sayabileceğimiz şeyler ve durumlar) ortasında ekonomik devinim en sonu kendisini zorunlu olarak belli eder. Böyle olmasaydı, teorinin, tarihin herhangi bir dönemine uygulanması, bir bilinmeyenli basit bir denklemin çözümlenmesinden daha kolay olurdu.[11]

Yani ne Marx, ne de Engels, tarihi tek bilinmeyenli denkleme indirgemediler. Ekonominin belirleyiciliğini ise, tek taraflı bir yansıma değil, birçok karşıt olay, görüş, fikir ve psikolojinin mücadelesi içinde son tahlilde kendini gösteren bir eğilim olarak ifade ettiler.

Berktay, bu eğilimi tamamen yok sayarak, Marksizmin ve tarihin materyalist anlayışının yerine tarih biliminde psikolojinin, felsefenin, dinin, ekonominin, kültürün eşit yahut farklı bileşimlerde etkin olduğunu öne süren, bu nedenle, tarihi kahramanların, partilerin, yasaların veya dinsel görüşlerin belirlediğini savunan burjuva toplumbilimini koyuyor. Berktay, konuyla ilgili verdiği örnekte, kapitalizm ve modernizm arasındaki ilişkiyi tam da böyle bir burjuva yaklaşımla şöyle açıklıyor:

Tarihte bazen, toplumun farklı alan veya kertelerinde –ekonomide (üretim güçleri veya ilişkilerinde), politikada, bilim ve kültürde- birbirinden az çok bağımsız adımlar atılabilir. Bunlar zaman içinde rezonansa girer, etkileşir, bir bütünlük oluşturur. Hayli geride kalmış bir yazımda da söylemişim: örneğin moderniteyi, günümüz tarihçileri “kapitalizm doğdu ve her şey ondan türedi” şeklinde değil, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, piyasa ekonomisi, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma iç içe geçti, karmaşık bir yumağa dönüştü diye yorumluyor (Sol ve demokrasi 1 : Robespierre’den Marksizme, 31 Ocak 2008; şimdi bkz Weimar Türkiyesi, 85-86).[12]

Berktay, Marksizmi çarpıtarak Hegelciliğe indirgemeye çalışırken, tarihte düşünsel olana –psikolojiye, hukuka, dine, felsefeye vb.– etkin ve belirleyici yahut ortak bir rol vererek, felsefede Hegel’in mutlak tinciliğine, yani idealizmine düşüyor. Marksizmi Hegelci idealizmden ayıran da, tam da buradaki bilimsel duruşudur. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarında insan düşüncesi ve onun biçimlerini, Berktay’ın yaptığı gibi, sonal ve belirleyici olarak ele alma kolaylığından uzak durmuş, bunun arkasındaki devindirici ve sonal etkenleri araştırmışlardır. Berktay’ın yaptığının aksine, insan düşüncesinin bir biçimi ve sonucu olan moderniteyi yine insan düşüncesiyle açıklamak yerine, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma’nın, kısacası insan düşüncesindeki değişikliklerinin nedenlerini ortaya koymuşlardır. Berktay, verdiği başka bir örnekte, üstyapı kurumlarının ortaya çıkışını ele alırken, yine, aynı burjuva yöntemden hareket etmektedir:

Aşikâr ki, Marx’ta bu parçalılık ve kesiklik nosyonu zayıf. Bir kerte (ekonomi) başat; diğer bütün alan ve düzlemler ona bağlanıyor. Daha kabile toplumundan devlete ilk geçişi alalım. Bir yandan mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri derinleşiyor (yani sınıflaşma meydana geliyor), diğer yandan, yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümlü bir yönetim aygıtı yaratılıyor. Marx ve Engels sınıflaşmayı esas alıp, devleti türevsel kabul ettiler; bu da, devletin bir hâkim sınıfın baskı aracı olarak tanımlanmasına yol açtı. Oysa pekâlâ, kendi özerk dinamiği içinde icat edilen devlet aygıtının içini, aşağı yukarı aynı anda cereyan eden sınıflaşmanın doldurduğu da söylenebilirdi (Cem Eroğul, An Essay on the Nature of the State’te [1981] galiba tam bunu savunmuştu).[13]

Berktay’ın yöntemine göre, devletin ortaya çıkışının sebebi, insanların devleti ‘kendi özerk dinamiği içinde icat etmesi’dir. Aynı mantıkla, ailenin ortaya çıkmasının sebebi, insanların aileyi icat etmesi, kapitalizmin ortaya çıkışı da benzer şekilde insanların kapitalizmi kurmak istemesidir! Burjuva idealist tarihçiliği, materyalist tarih anlayışını reddederek, kendi içinde bir totolojiye dönüşmekte, tarihsel olay ve olguları açıklayamamaktadır.

Berktay, Marksizmin tarihsel ilerlemede ekonomik yöne belirleyicilik vermesini eleştirmeye çalışıyor. Ancak üstü kapalı olarak bu durumu kabullenmek zorunda kalıyor. Berktay’ın örneğini ele alalım. Berktay, “mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri” ile “yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü” arasındaki bağlantıyı görmüyor. Toplumun ilk gelişme aşamasında tarımın avcılıktan, zanaatın tarımdan ayrılması, giderek toplumun farklı kesimlerinin işbölümü nedeniyle farklı uğraşlara eğilmesi ile önce gensler (ilkel topluluk), sonra topluluk içinde değişimin –bir süre sonra ticaretin-, üretim araçları ve üretici güçlerin gelişmesiyle işbölümünün ve giderek toplumsal sınıfların ortaya çıktığını es geçiyor. “Yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü”nün gökten zembille inmediğini, toplumun sınıflara ayrılması ile doğrudan ilişkili olduğunu anlamıyor. Devletin, ilkel toplumdan sınıflı topluma geçişle, bu süreç içinde “icat edildiğini”, tam da sınıflar arasındaki çatışmaların toplumsal bütünlük içinde tutulması ihtiyacından ortaya çıktığını kabul etmek istemiyor.

Berktay, burjuva idealist yöntemi benimsemesine rağmen bu gerçekliği doğrudan inkar edemiyor. Ekonominin belirleyiciliğini inkar etmesi için, Berktay’ın, “devletin ortaya çıkışı ile toplumun sınıflı yapısı arasında bir ilişki yoktur. Devlet, toplumun ekonomik yapısının yani sınıflar arasındaki mücadelenin dışındadır” demesi gerekirdi. Ancak bunu diyemiyor. Ekonominin belirleyiciliği o kadar kendisini hissettiriyor ki; tersten bir yaklaşımla, “devlet aygıtının içini …. sınıflaşmanın doldurduğunu[14], ekonominin belirleyiciliği sonal olarak ortaya koyduğunu kabul etmek durumda kalıyor.

BERKTAY, DETERMİNİZME DEĞİL BİLİME DÜŞMAN

Berktay, determinizme, toplumsal olayların basitçe ekonomik meselelere indirgenmesine karşı çıktığını söylüyor. Marksizmin kapitalist üretim biçimine ilişkin genel tespitlerinin tüm diğer toplumsal etkenleri yok saydığını iddia ediyor. Berktay, Marksizme determinizm suçlamasını yöneltirken, yalnızca Marksizme değil, toplumsal bilimlere ve genel olarak bilime saldırıyor:

Kaçınılmazlık fikri veya hissi, Marksizmde çok güçlü. Tarih, her üretim tarzının yerini bir yenisinin alacağını gösteriyor. Ekonomi Politik, kapitalist üretim tarzının kendi iç çelişkileri sonucu er geç çökeceğini gösteriyor. …  Aslına bakarsanız, kaçınılmazlık siyasetle bağdaşmaz. Siyaset belirsizlikler arasından bir yol bulup çeşitli olabilirliklerden arzu edilenine ulaşma çabasını içeriyor. Mutasavver (hayalî, imagined) zorunluluk veya kaçınılmazlıklarla kaplı bir alanda ise siyaset pek mümkün değil. Hayalî diyorum, çünkü toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle “kanuniyet”ler gerçek değil. Sadece zihnimizde mevcut. Ama işte, zihinlerimize hükmetmesi, siyaseti imkânsız kılmaya yetiyor.[15]

Berktay, Marksizmde kaçınılmazlık fikrinin güçlü olduğunu söylerken, asıl konuya geliyor: “Toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle ‘kanuniyet’ler gerçek değil.” Berktay’a göre, toplumsal gelişmelere yön veren ve onları anlamamızı sağlayan toplumsal yasalar yoktur. Buna göre, toplumların ilerleyişi, yasalara başka bir deyişle çeşitli olay ve olguların karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan eğilimlere değil, tamamen rastlantılara bağlıdır. Örneğin; kapitalizmin ortaya çıkışı, toplumsal ilerleyişten ve toplumsal yasalardan kaynaklı değildir. Berktay’ın mantığına göre; insanların bireysel istençleri arasındaki çatışmalarıyla ortaya çıkan rastlantısal bir sonuçtur. Ne rastlantı ki; 18. yüzyıldan başlayarak, aynı rastlantı, tüm dünyaya yayılmaya devam ediyor ve kapitalizm dünya ölçeğinde egemenliğini kuruyor. Keza, savaşlar da, emperyalist kâr ve rekabetin yol açtığı eşitsiz gelişim yasasından, böyle ‘kanuniyetlerden’ değil rastlantılardan kaynaklanıyor.

Berktay’a göre toplumsal yasalar yok! Onlar “sadece zihnimizde mevcut.” İnsanların “zihninde” yasaların olması ise, elbette toplumlara hükmetmesi anlamına gelmez. Berktay, sıkça kullandığı ve karşı çıktığı Hegelciliğe ya da onun daha da gerisine, Bergsoncu öznel idealizme varıyor. Berktay’a göre, nesnel toplumsal yasalar yoktur. Yasaları toplumun maddi yaşamında aramak boşunadır. Onlar, olsa olsa, insanların zihinlerinde vardır. Ve zihinlerdeki bu düşünceler etkinlik sağlarsa, toplumsal dönüşüm sağlanmış olur! Toplumların gelişmesini ve değişmesini belirleyen de, “hayali” toplumsal yasalar değil, insanların duygu ve düşünceleridir!

Toplumsal yasaların yok sayılması, onların yalnızca insan düşüncelerindeki hayaller olarak tanımlanması, toplumsal bilimlerin yok sayılmasıdır. Eğer, toplumsal bilimler, toplumların değişik yönlerini ele alıp bunların işleyiş yasalarını ve karşılıklı ilişkilerini ortaya koymayacaklarsa, kendi alanlarındaki rastlantılara takip eden istatistiksel araştırma alanları olmanın ötesine gidemezler. Berktay, bir tarihçi olarak, tarih biliminin, yalnızca yazılacak ve yorumlanacak bir belgeler yığını olmadığını bilmesi gerekirdi. Kişiler arasındaki karşıt çıkarların mücadelesi, farklı yönde gelişen olay ve olgular, kültürel, dinsel ve hukuki biçimlerin etkisiyle ortaya çıkan sonuçların arkasındaki en genel toplumsal yasaları ve buradan sınıflar arasındaki mücadeleyi aramayan bir tarih bilimi, tarih yazıcılığın ötesine geçemez.

Berktay, toplumsal yasalara dair Marksizmin yaklaşımını 19. yüzyıl pozivitizminden etkilenmesine bağlar. Buna göre, 19. yüzyılda her şeyi bilime bağlayan, bilimi tek doğruluk ölçütü olarak bilimi kabul eden pozivitist yaklaşım, Marksizmin genel yaklaşımlarını belirlemiştir:

‘Bilimsel sosyalizm’ de böyledir. Sırf bu deyim dahi, 19. yüzyılın son derece ‘bilimci’ ortamında, zaten saf ve tek ‘bilim’, yani bugün ‘doğa bilimleri’ dediklerimiz, herkesi büyüler ve zihinlere hükmederken, dolayısıyla yeni ‘toplum bilimleri’ de kendilerini ‘doğa bilimleri’ örneğine göre kurar ve kurgularken, ilk Marxistlerin de tam böyle bir bilimselliği ne kadar istemiş, özlemiş ve kendi fikirlerine yakıştırmış olduğunu yansıtır.[16]

Berktay’a göre, Marx ve Engels, tarihin materyalist anlayışıyla toplumsal yasaları ortaya çıkarmamış, tersine kendi kafalarında tasarladıkları hayali yasalarla bilimsellik iddiasına sarılmışlardır. Bu iddianın sebebi de, dönemin ‘bilim sevici’ ortamıdır. Berktay, bununla da yetinmiyor. Marx ve Engels’in dönemin koşullarına uygun olarak, kendi düşüncelerini inandırıcı kılmak için, kendi fikirlerini bilimsellik sıfatıyla nitelendirdiklerini söylüyor:

Bence bunda en büyük faktör, çağın genel olarak pozitivist-bilimci karakterini Marx ve Engels’in de paylaşması. 17.-18. yüzyılların Bilim Devrimi ve Aydınlanması, gerçeğin nihaî hakemi ve karar mercii olarak bilime inanan toplumlar (daha doğrusu elitler) yaratmış. Bir şeyin iyi, güzel ve ahlâklı olduğunu söylemek yetmiyor; bilimsel olması gerekiyor. Keza bir şeyin gerçekleşebileceğini söylemek yetmiyor; bilimsel kanuniyetler sonucu zorunlu olarak gerçekleşeceğine inanmak ve inandırmak gerekiyor. Marx ve Engels’in fikrî çalışma ve ürünlerinin bundan sonraki seyrine bakınız : hepsi, daha 1845-49 arasında zaten ulaşılmış bazı fikirlere bilimsellik kazandırmaya yönelik. Buna uygun tarih kuramını Alman İdeolojisi (1845-6), komünizm vizyonunu Manifesto (1848), demokrasi reddiyesini “1848-1849” yazıları ve 18 Brumaire, artı-değer teorisini Kapital (1867) sunuyor. Ama 1852’de Marx, proletarya diktatörlüğünü üç özgün keşfinden biri saymak noktasına gelmiş bile. Beş altı yıl içinde, insanlığın tamamı için kesin “bilimsel” hükümleri içeren bütün bir gelecek senaryosu biçimlenmiş bulunuyor.[17]

Berktay, Marksizm’in bilimsel de olmadığını söylüyor! Zira, Marx, görüşlerini önceden kurgulamış, vargılarına sonraki yıllarda bilimsellik kazandırmaya çalışmış! Yani, çalışmayı yapmadan önce sonucu ortaya koymuş ya da sonucu belli olan şeye gerekli dayanaklar oluşturmuş, beyimiz öyle diyor! Marksizmin bilimsel olmadığını, rastlantıların etkileşimi içerisinde son tahlilde toplumsal yaşamı yönlendiren yasaları bulma çabasına, –Berktay’a göre “hayali” olan– yasaları arayışına bağlamak istiyor. Oysa rastlantılar, çelişkiler, bireysel, farklı görüş ve düşünceler ve bunların karşılıklı etkileşimi içinde toplumun ilerleyişine yön veren yasaları bulma çabası, toplumsal bilimlerin temelini oluşturur. Marksizmin ya da tarihsel materyalizmin temel konusu da budur.

Berktay, yalnızca Marx ve Engels’in görüşlerinin bilimsel olmadığını söylemekle yetinmiyor, bir bütün olarak toplumsal bilimlerde kesinlik olamayacağını, yani toplumsal yasaların mevcut olmadığını iddia ediyor. Engels, Klasik Alman Felsefesini ele aldığı eserinde, rastlantılar ve toplumsal yasalar arasındaki ilişkiyi, “tarihsel olaylar da, aynı şekilde büyük çapta rastlantıların hükmü altında görünürler. Ama rastlantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktır[18] diyerek açıklar. Bilimi bilim yapan da, rastlantıların toplam etkileşimi sonucu ortaya çıkan eğilimi, bu eğilimde ifadesini bulan yasaları ortaya koymaktır. Berktay, toplumsal yasaların varlığını inkar ederek, idealist burjuva tarih anlayışını tereddütsüzce kabul ediyor.

SİYASET BİLİMİ MARXİZMİN NERESİNDE?

Berktay, toplumsal yaşamda son tahlilde ekonomiye belirleyici bir rol biçmesinden yola çıkarak, Marksizmin siyasetin nispi özerk varlığını ve siyaset bilimini yok saydığını iddia ediyor.

Önce bir gözlem, bu şemada olanlara değil olmayanlara dair. Üç büyük sosyal bilim veya bilgi alanı, burada (“burjuva” değil Marxist yorumlarıyla) kuvvetle mevcut : Felsefe, Tarih, Ekonomi. Bunlara bir de bir gelecek projesi eklenmiş : Sosyalizm ve Komünizm. Ne yok ? Siyaset yok; Siyaset Bilimi dediğimiz branşa denk düşen herhangi bir şey mevcut değil. Marksizmin bir politika teorisine yer açmamış olması, size de ilginç gelmiyor mu?[19]

İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizminin Marksizmin üç ana kaynağı olduğu doğrudur. Marksizm, kendisine kaynaklık eden bu birikimi, eleştirel temelde incelemiş, ekonomi politiğin burjuva sınırlarını, Alman felsefesinin idealizmini ve kendinden önceki sosyalizmin ütopik anlayışını eleştirmiştir. Artı-değer sömürüsü ve tarihin materyalist anlayışını ortaya koymuştur. Marx ve Engels; siyaset bilimi, sosyal politika, sosyoloji, psikoloji vb. insan bilimleri alanlarında, örneğin ekonomi-politikte olduğu kadar yoğunlaşmadılar. Çünkü Marx ve Engels, özellikle Marx, tek tek toplumsal bilimlerin konusu olabilecek toplumun çeşitli yönlerinin bağımsız işleyişiyle ilgilenmesine rağmen, asıl olarak, toplumsal hareketinin genel yasalarıyla ilgiliydi. Marx, çalışmalarının genel çizgisini şöyle ifade eder:

Kafamda  biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesi’ni eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu. … Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.[20]

Bu durum, Marx’ın diğer toplumsal bilimlerle ilgilenmediği, yahut Marksizmin bu alanlara dair bir şey söylemediği anlamına gelmez. Marx’ın tarihsel materyalist anlayışı toplumsal yasaların genel görünümünü vermekle kalmıyor; toplumsal altyapı ve üstyapı kurumlarının özerk, nispeten bağımsız gelişmelerine dair de genel eğilimleri ortaya koyuyordu.

Marksizm, sadece genel yönelim ve eğilimleri ortaya koymakla da kalmadı. Siyaset bilimi açısından Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları (1848-1850), Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, Fransa’da İç Savaş; Engels’in Almanya’da Köylüler Savaşı, Almanya’da Devrim Karşı-Devrim, Tarihte Zorun Rolü (Anti-Dünring içerisinde) vb. eserleri büyük bir önem taşımaktadır. Bu eserler, özel olarak siyasal gelişmeleri, sınıflar arasındaki mücadeleleri ve siyasal mücadeleyi etkileyen unsurları ele almıştır. Kısacası Berktay, Marksizmin siyaset bilimine dair bir şey söylemediğini iddia ederken, açık bir çarpıtmaya girişiyor.

Berktay, Marksizmin siyaset bilimine katkı sunmadığını, dahası siyaseti önemsemediğini söylerken, burjuva siyaset bilimi ve burjuva siyasetinin sınırları içerisinde yorum yapıyor.

Dolayısıyla burada siyaset olarak siyasetin (politics qua politics); herkesin bildiği normal, günlük, sıradan politik hayatın özerk (türevsel ve indirgemeci olmayan) bir teorisine ve böyle bir teorik çerçeve içinde analizine hasredilmiş bir mekânın varlığından söz edilemez. Tek tük bağımsız aydınlar bir yana; resmî Marksizm, kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı (ve demokrasiyi) incelemeyi “burjuva” siyaset bilimine bırakmıştır, denebilir. Evet, yer yer Marx’ta, Lenin’de, iş işten geçtikten sonra Dimitrov’da, kendinden güçlü bir düşmanın ancak en küçük çelişmeyi değerlendirmek ve demokrasiden sonuna yararlanmak suretiyle alt edilebileceğine dair uyarılara rastlarsınız.” Ve,

Marksizmin veya Marksizm-Leninizmin klasik yapısında siyasete, politika teorisine yer olmadığını söylemiştim. Yok, çünkü “normal siyaset”i, bir yandan ekonomi, diğer yandan devrim (bilimi) yutuyor.[21]

Berktay, siyaset biliminden bahsederken, ‘kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı’ inceleyip, bunların işleyişine dair gözlemler sunulup teoriler üretilmesinden bahsediyor. Berktay’ın bahsettiği anlamda siyaset bilim, kapitalizmin siyasal üstyapısının idealleştirilmesi, siyasi partilerin sistemle entegrasyonu ve sisteme katkısının belirlenmesi, burjuva demokrasisinin ütopik övgüsü, ‘eksiklik’lerinin tamamlanması, gerçekleşmesi mümkün olmayan teoremlerinin sunulmasıdır. Marksizmin böyle bir siyaset bilimiyle ilişkisinin olmadığı doğrudur.

Berktay’ın konuyla ilgili asıl eleştirisi; siyaset biliminin ekonomik temelle bağlantısının kurulmasıdır. Çünkü ekonomi ile siyaset, sınıflar arasında mücadele ile siyaset arasında ilişki kurulması, bizzat kapitalizme eleştirel bir gözle bakmayı gerektirir. Ekonomi ile bağlantısı kurulmayan siyaset biliminin alternatifi nedir? Kala kala, burjuva idealizmindeki ‘özgür irade’nin siyaseti kalır. Siyaseti, Berktay’ın çokça istediği gibi, yalnız ve yalnız özgür iradeye indirgeyip, ekonomi ve sınıflar arasındaki mücadele ile bağlantısı koparmak, siyaset bilimini yaşamdan koparmak, abartılı bir söyleyişle uzayda tartışmaya benzer. Marx ve Engels’in siyaset bilimine en önemli katkılarından birisi, onu, toplumsal gerçeklik zeminine oturtması, sınıflar arasındaki mücadelenin, iktidar mücadelesinin bilimi olarak ortaya koymasıdır.

İçinde yaşanılan koşulları, üretim ve değişim ilişkilerini dikkate almayan, tersinden üretim ve değişim ilişkilerine –bununla bağlantılı olarak bölüşüm ilişkilerine– etkisini gözetmeyen bir siyasi tahlilin bilimsel olması mümkün değildir. “İnsan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi[22] olan ekonomi politikle ilişkili olmayan bir siyaset biliminden bahsedilemez. Benzer şekilde, ekonomi politikten ayrı bir disiplin olarak siyasetin kurum, araç ve organlarını, diğer toplumsal alanlarla ilişkilerini değerlendirmeyen bir siyaset biliminden de bahsedilemez. Bu nedenle, Marx’ın ekonomi-politik çalışması olan Kapital, kapsamlı bir siyaset temellendirilmesidir de.

MARXİZM SİYASETİ ÖNEMSEMEZ Mİ?

Berktay, Marksizmin siyasete önem vermediğini, siyasal mücadeleyi ikinci plana bıraktığını iddia ediyor. Hatta bu iddiasını bir kelime oyunuyla kanıtlamaya çalışıyor:

Marksizm-Leninizmin dört bölümlü büyük teorik kurgusu çerçevesinde, Ekonomi Politik ile Bilimsel Sosyalizm arasında siyasete neden yer kalmadığını anlatmaya çalışıyordum.

Bir yanda, Kapital’in ve onu izleyen bütün Ekonomi Politik elkitaplarının temel anlatımı: kapitalist üretim tarzının hayat verdiği ‘sınıfa karşı sınıf’ kavgasından ibaret bir mücadele perspektifi. Buna daha çok ‘sınıf mücadelesi’, bazen ‘toplumsal mücadele’ denmesi, ama ilginçtir, ‘siyasal mücadele’ deyiminin hemen hiç kullanılmaması. Aslında bu tercihin neden çok anlamlı olduğu.[23]

Berktay, Marksistlerin siyasal mücadeleyi önemsemedikleri iddiasına kanıt olarak, sınıf mücadelesi ya da toplumsal mücadele deyiminin kullanılmasını gösteriyor. Berktay’ınki beyhude bir çaba! Çünkü az çok siyasetle ilgilenen herkes bilir ki, siyasetin dışında bir sınıf mücadelesi olmadığı gibi, sınıf mücadelesinin dışında bir siyaset de düşünülemez. Berktay’ın kafasını epeyce yoran sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadele gibi kavramlar, siyasetin, siyasi mücadelenin ta kendisidir.

Berktay, öyle bir çarpıtmaya girişmiştir ki; Marksizmde temel mücadele biçimi olan siyasi mücadelenin, hem de ideolojik ve ekonomik mücadelenin bağlandığı siyasi mücadelenin önemsenmediğini söylemektedir. Oysa, önemsenmemek bir yana, işçi sınıfının üç alanda verdiği mücadelenin belirleyici alanı siyasal mücadeledir. Çünkü sınıf mücadelesinin ve devrimin temel sorunu iktidar meselesidir. İktidar mücadelesi ve perspektifi ile birleşmeyen ekonomik veya ideolojik mücadelenin sosyalist niteliğinden bahsedilemez.

Berktay’ın siyasetin önemsenmemesi ile kast ettiği diğer bir olgu da, siyasal gelişmeler karşısında toptancı, halk yığınlarının eğilim ve bilinç düzeyini gözetmeyen yaklaşımlardır. Berktay, siyasi mücadelenin eakonomiye deterministçe bağlandığını, dolayısıyla her şeye ekonominin gözlüğüyle bakıldığını, siyasetin bağımsız işleyişinin yok sayıldığını söylüyor. Böylece Marksizmin siyasi alandaki her sorunu ‘tek yol devrim’ yaklaşımıyla ele aldığını belirtiyor!

Elbette Marksizmin, her toplumsal sorun ve siyasal mücadeleyi devrimci perspektiften, işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda ele aldığı doğrudur. Ancak bu perspektif, Berktay’ın iddia ettiği gibi, her siyasi sorunda ‘tek yol devrim’ diyerek toptancı bir yaklaşımla siyasi mücadelenin dışında kalınması anlamına gelmez. Burjuvazinin siyasi hamleleri, düzen partilerinin kendi aralarındaki çelişkileri ve manevraları karşısında Marksizm, işçi sınıfının aydınlatılması, mücadeleye sevk edilmesi ve burjuvaziden bağımsız bir politika izlenmesini öngörür. Siyasi gelişmeler karşısında, Marksistlerin, yani işçi sınıfının devrimci partisinin sloganlarını, nesnel koşullar, yığınların bilinç ve örgütlülük düzeyi belirler. Bu anlamda, her siyasal gelişme karşısında ‘tek yol devrim’ sloganı kaba bir determinizm olmakla birlikte, işçi sınıfının devrimci partisine yabancıdır.

Örneğin, AKP’nin Anayasa değişiklik paketi ve referandum tartışmalarına, işçi sınıfının devrimci partisi, gücü, olanakları ve araçlarıyla siyasal müdahalede bulunmuş, bulunmaya çalışmış, bu dönemi, AKP iktidarının icraatlarının teşhir edildiği, demokratik Anayasa ancak nasıl olabileceğinin anlatıldığı, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye çağrıldığı bir dönem olarak değerlendirmiştir. Kısacası Marksistlerin, güncel siyasal gelişmelerin dışında kalacak bir tarzda toptancı bir yaklaşımla, ‘tek yol devrim’ diyerek, güncel siyasetin dışında kalması beklenemez.

Berktay’ın iddialarının aksine, Marksist-Leninistler, siyasetin dışında kalmak bir yana, siyasal alana, devrimci bir perspektifle, işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaçları temelinde müdahale eder. Toplumsal sınıfların karşılıklı konumlanışları, güç dengeleri, yığınların talep, özlem ve eğilimleri, işçi hareketinin gelişme dinamiklerini değerlendirme, bunun üzerinden strateji ve taktik arasında karşılıklı ilişkinin kurulmasında, Lenin’in Marksizme katkıları önemlidir. Yığınlara yaklaşım, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele, demokrasi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ilişki, egemen güçler arasındaki çelişkilerden yararlanma, parlamento ve diğer araçlardan devrimci amaçlar doğrultusunda yararlanma, bir bütün olarak siyasal mücadelenin yol ve yöntemleri, kısa ve uzun vadeli hedefleri, taktik ve strateji, bunların işçi sınıfı çıkarlarıyla bağlantısı üzerine, Leninizmin, Lenin’den sonraki sınıf mücadeleleri deneyimleriyle daha da geliştirilmiş zengin bir tarihsel birikimi mevcuttur. Sınıf mücadelesinin deneyimleri, demokratik ve sosyalist devrimlerin gerçekleşmesiyle yaşam tarafından doğruluğu defalarca kanıtlanmış Leninizmin siyasal yaklaşımının devrimden ödü kopan Berktay tarafından görmezden gelinmesi, yok sayılması ise, yadırganacak bir durum değildir.

Berktay’ın derdi, toptancı yaklaşımla falan değildir, ama devrimci perspektifledir; devrim fikriyledir. Devrim ihtimalinden ödü kopmakta, dünyaya devrimci perspektiften bakışa karşı çıkmaktadır. Devrimi ve devrimci perspektifle siyaseti öylesine korku ve nefretle inkar etmektedir ki, siyasi gelişmelere devrimci bir perspektiften müdahaleyi siyaset saymamaktadır. Çünkü Berktay, burjuvazinin siyaseti dışında bir siyaseti istemediği gibi, mümkün de görmemektedir. Berktay’ın burjuva sınırlarının dışına çıkan, siyasetin dışına çıkmış ve siyaset yapmıyor demektir!

Berktay’ın anlamak istemediği, varlığı ve gerekliliğinin üzerini örtmeye çalıştığı ve yok saydığı, reddettiği, güncel siyasi gelişmeler karşısında devrimci siyasi tavır, her olay ve olgu karşısında papağan misali ‘tek yol devrim’ demek değil, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınları aydınlatıcı ve mücadeleye sevk edecek bir taktik çizgisi izlemektir. Bu çizgi, elbette devrimci strateji ile bağlantılı olacaktır.

MARXİZM DEMOKRASİYİ KÜÇÜMSER Mİ?

Berktay, Marksizmin ideolojik yaklaşımından dolayı demokrasiyi önemsemediğini, demokrasinin kapitalist ekonominin basit bir yansıması olarak görüldüğünü iddia ediyor.

Marx bu çalkantıların ortasında yaşadı ve çağının demokrasisine ilişkin hayal kırıklığını, olayların içinde, sıcağı sıcağına yazdığı ‘1848-1849’ makaleleri ile Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabında dile getirdi (ikincisi hemen 1852’de çıkarken, ilkinin Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850 başlığıyla kitaplaşması 1895’i buldu). Özetle, Marx bu mevcut demokrasiden hiçbir şey çıkmayacağı sonucuna vardı. Dahası, genel olarak siyaset sahnesini ve özel olarak demokrasiyi, kendi ekonomik determinizmine, şekillenmekte olan ‘ekonomik temel ve üstyapı(lar)’ modeline bağlı olarak, kestirmeden kapitalizmle özdeş saydı, kapitalizmin bir türevine indirgedi. İki ayrı ama birbirini etkileyen alandaki, iki ayrı ama birbirini etkileyen mesele gibi görmedi. Fransız Devriminin yeni siyaset sahnesini, Sanayi Devriminin ise yeni kapitalist toplumu yarattığını; ekonomiden türeyen eski ve yeni sosyal sınıf ve grupların hukuku ve siyaseti kendilerine göre biçimlendirme mücadelesi verdiğini düşünmedi. ‘Burjuva demokrasisi’ni ‘burjuvazinin diktatörlüğü’ ile özdeşleştirdi. Karşısına ‘işçi sınıfının diktatörlüğü’nü koydu.[24]

Berktay iki sorunu birbirine karıştırıyor. Demokrasinin kapitalizmin siyasal biçimlerinden birisi, Berktay’ın deyimiyle onun bir türevi olduğu doğrudur. Demokrasi, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselen, feodal mutlakıyete karşı burjuvazinin iktidarını ifade eden, genel oy, siyasal özgürlükler vb. haklarla süslenmiş bir siyasal rejim olarak Marx’ın karşısına çıktı. Bu bir olguydu. Ancak diğer bir olgu da, proletaryanın demokrasiyi kazanma mücadelesi vermesiydi.

1848–49 devrimlerini tahlil ederken, Marx, burjuvazinin iktidarı aldığında kendisinin bir araç olarak kullandığı demokratik örgütlenmelere karşı savaştığını gözledi. Devrimin ilk aşamasında iktidara gelen burjuvazi, feodalitenin baskı araçlarını devralıyor, işçi kulüplerini yasaklıyor, demokratik kazanımları tasfiye ediyordu.[25] Bu koşullarda Marx, proletaryanın demokratik kurum ve kazanımları koruma görevini üstlendiğini tespit ediyordu.[26]

Berktay’ın iddiasının aksine; Marx, demokrasiye karşı bönce bir hayal kırıklığı yaşamıyor, burjuvazinin demokrasiye ihanet ettiğini, proletaryanın demokratik görevleri üstlendiğini söylüyordu. Proletaryanın demokratik görevleri üstlenmesi, sosyalizm savaşımı için “demokratik cumhuriyet”i en uygun zemin olarak görmesi, burjuva demokrasisinin kapitalist üretim biçimi üzerinde yükseldiği, sonuç itibarıyla onun hukuksal ve siyasi yansıması olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Berktay, bönce övdüğü, sermaye sınıfının iktidar biçimi olan burjuva demokrasisinin; kapitalizmin ihtiyaçlarına en uygun düşen bir devlet biçimi, yani burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak ortaya konulmasına oldukça içerliyor:

O sırada modern demokrasi yeryüzünde ancak çok kısa bir süredir mevcut. Marx’ın bunu yaşama ve gözlemleme süresi ise, daha bile kısa. Daha Kapital’i yazmamışken, yani ortada artı-değer teorisi bile yokken, topu topu iki üç yıl içinde, ‘burjuvazinin devleti = burjuva demokrasisi = burjuva diktatörlüğü’ hükmünü veriyor.[27]

Berktay, demokrasiyi, üzerinde yükseldiği kapitalist ilişkilerden kopartarak ele alıyor. Berktay’ın savunduğu demokrasi, sermayenin işçi sınıfını sömürmesi anlamına gelen üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyeti, başka bir deyişle insanın insan üzerindeki egemenliği ve modern köleliği onaylamıyor mu? Tekelci sermaye gruplarının elinde bulundurduğu medya ve iletişim araçlarıyla kendi ideolojisini topluma dayatmasını kabul etmiyor mu? Sermayenin çıkarlarına dokunmadığı sürece temel hak ve özgürlükleri kabul eden, ancak bu özgürlükler egemen sınıfları zorladığında rafa kaldırılan demokrasiden habersiz mi Berktay?

Berktay, kapitalist demokrasinin ikiyüzlü niteliğini gözlerden saklayıp, onu sınıfsız, saf ve herkes için demokrasi olarak yorumlayarak, aslında kapitalizmi herkes için kabul edilebilir kılmak istiyor.

Berktay, siyasete burjuva demokrasisinin, demokrasiye de burjuva siyasetin sınırları içinden bakıyor. Berktay’a göre, burjuva demokrasisinin çerçevesini aşan bir siyaset, zaten siyaset değildir. Doğal olarak, burjuva siyasetin ötesinde bir demokrasi anlayışından da bahsedilemez. Dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi mücadelesi ile Berktay’ın demokrasiyi egemen klikler arasındaki mücadeleye indirgeyen yaklaşımları taban tabana karşıttır.

Berktay’a göre, Türkiye’de demokrasi mücadelesi, burjuva düzenin sınırlarını zorlayamayan, egemen sınıfların reformcu atılımlarına destek olmak ya da atılan adımlara halk desteği sağlamaktan ibarettir. Marksizme ve son iki yüzyılın demokrasi mücadelesi tarihine bakıldığında; demokrasinin ancak işçi sınıfı, emekçiler ve toplumun ezilen kesimlerinin burjuva klikler arasındaki çatışmaları aşan –ama yok saymayan– hak ve özgürlükler için doğrudan giriştikleri siyasal eylemle kazanılacağını göstermiştir.

İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, Berktay’ın anladığı biçimiyle, burjuvazinin ‘liberalinin’ diğer kanadı ile mücadelesiyle sınırlı değildir. Egemen sınıfların yaptığı bazı yasal düzenlemelerle hiç sınırlı değildir. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, demokrasi düşmanı emperyalizme ve çoktan gericileşmiş, gericilik ve dikte eğilimini benimsemiş tekelcibüyük burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılmazdır. Genel eğilimi demokrasinin inkarı gericilik olan emperyalizm çağında, işçi sınıfı demokrasiyi kazanmak için de mücadele edecektir.

Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.[28]

Egemen burjuvazinin halk yığınlarının hak ve özgürlük mücadelesine, iktidar mücadelesine düşmanlığı, kapitalizmin genel bir olgusudur. Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalist kapitalizm, genel olarak burjuva demokrasisine de düşman hale gelmiştir. Tekellerin egemen olduğu burjuva diktatörlüğü ile işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele birikimi arasındaki geçici denge unsuru olarak demokratik kazanımlar, en başta tekelci burjuvazinin hedefindedir.

Bu nedenle, işçi sınıfı ve emekçiler, emek-sermaye çelişkisinin egemen olduğu kapitalizmde, sosyalizm mücadelesinin yanında demokrasi mücadelesi de vermek zorundadır. “Rus aydınına, devrimimizin burjuva devrim olarak kabul edilmesi, onu soldurmak, değersizleştirmek, alçatmak gibi geliyor… Proletarya için burjuva toplumda siyasi özgürlük ve demokratik cumhuriyet uğruna mücadele, düpedüz, sosyalist devrim için mücadelede zorunlu bir aşamadır.[29]

Bu nedenle, işçi sınıfı için demokrasi mücadelesi önemsiz, anlamsız değil, tersine, sosyalizm için mücadelenin gereği ve bir parçasıdır. Ancak demokrasi mücadelesi içinde işçi sınıfı sosyalist sınıf bilincini edinebilir. Burjuvazinin demokrasi yalanını ve iki yüzlülüğünü kendi deneyimleri ile görebilir.

Kürt halkının hak eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı, gerçek laikliğin tesisi, işçi ve emekçilerin hakları, sendikal, siyasal özgürlükler, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğü, azınlıkların temel haklarının tanınması ve eşitliği vb. demokratik talepler işçi sınıfı ve emekçilerin uğruna mücadele ettikleri taleplerdir. Berktay’ın demokratizmi ise, bu taleplerin ve onlar uğruna mücadelenin yakınından dahi geçmemektedir. Tartışmasızca desteklenmesi gerektiğini iddia ettiği AKP ve onun sözde reformlarının, emekçiler ve ezilen halkların demokratik talepleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Buna rağmen Berktay, Marksistlerin demokrasi mücadelesine bakışımı beğenmez:

Son tahlilde, demokrasiyi hor gördüler. Bu küçümseyiş ilginç bir ‘patika bağımlılığı’ (path dependency) yarattı. İhtilâlci tipi ve demokrat siyasetçi tipi birbirinden tamamen ayrıştı. Evet, parlamenter demokrasiyi benimseyenler artık ‘devrimcilik’ yapamıyor. Lâkin madalyonun diğer yüzünde, ‘devrimci’lerin demokratik siyaset yapamaması var. Ve 21. yüzyılda, asıl bunun bedeli çok daha büyük.[30]

Devrimcilerin kendilerini demokratik siyasetle sınırlamaması, burjuva demokrasisini ise devrimci ve sosyalist bir yaklaşımla eleştirmesi, Berktay’a göre, Marksistlerin demokrasi düşmanı olduğunu gösterir. Berktay, yaşadığı dünyayı bir kenara koymakta, tekellerin kendi gibi hizmetlilerine sunduğu olanaklarla coşmuş halde burjuva demokrasisinin propagandasına yaparak, Marksistleri demokrasi düşmanı ilan etmektedir. Oysa, adı konarak söylenirse; emperyalizm ve egemen tekelci burjuvazi gericiliktir, demokrasiye düşmandır. Marksistler, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü politikalarına, demokrasi düşmanı uygulamalarına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini, dolayısıyla demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin doğrudan yığınların mücadelesiyle kazanılmasını savunur. Başka türlüsü de mümkün değildir. Burjuva diktatörlüğünün benimsenmesi ve savunulması demek olmayan böyle bir demokrasi, Berktay’ın çağdaş burjuva ufkunun ötesinde, emekçilerin doğrudan mücadelesiyle kazandıkları halkın egemenliği anlamına gelen halk demokrasisidir.

TEKELCİ GERİCİLİĞİN EMRİNDE!

Berktay, Marksizm’e dönük saldırıları ve çarpıtmalarına bir özeleştiri görünümü vererek, onları daha kolay kabul edilebilir hale getirmek istiyor. Tezleri, bir bütün olarak liberal burjuva ideolojisinin gerici alt yapısını, Marksizme ve işçi sınıfına düşmanlığını ortaya koyuyor. Bütün demokrasi hayranlığı ve burjuva siyasetine bitmeyen övgülerin gelip dayandığı ve başından beri ulaşmayı amaçladığı asıl hedef ise, AKP’nin verdiği ‘demokrasi mücadelesi’ne destek sağlayabilmek. Kuşkusuz bu, bugünkü hedefi, yarınkiyse bir başka burjuva parti ve yaklaşımın desteklenmesi olacak; bu desteklerini de koşullayan asıl temel edindiği şeyse, burjuva sınıf egemenliğinin, kapitalizmin savunulması.

Berktay’a göre, bugün AKP, Türkiye’nin sorunlarını çözme azmine sahip, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarını düzeltecek, refah ve zenginliği arttıracak, Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve Alevi sorunu vb. ülkenin kangrenleşmiş sorunlarına getirdiği açılımlarla bu sorunların çözüm yollarını açacak,” askeri vesayet sistemi”ni ortadan kaldıracak, en azından bunların bir kısmını yapacak demokrat bir partidir. Onu statükoya, Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçlere, “askeri vesayet rejimi”ne karşı desteklemek, bu destekle birlikte cesaretlendirmek gerekir.

Neden? Çünkü Berktay’a göre, artık kapitalizm, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk gibi değerleri içselleştirmiş, küreselleşme ile refah ve çağdaşlık yayılmaya, ulusal sınırlar ve baskılar silinmeye başlamıştır! AKP de, bu “değişim” sürecinin Türkiye’deki öznesi. Statükoya ve “eski düzen”e karşı bu yeni düzeni savunmayacak da ne yapacak Berktay?

Berktay, bunları düşünse de, AKP’nin demokrat ve reformcu bir parti olmadığı gün be gün yaşam tarafından gösterilmektedir. Ancak Berktay’ın başka bir çıkış yolu yoktur. Çünkü, işçi sınıfı ve emekçilerden umudunu kesmiş; kapitalizme, tekelci burjuvaziye, onun lütfettiği ‘reform’lara umudunu bağlanmıştır. En çok, AKP olmazsa, yarın destekleyecek bir başka burjuva parti ya da güç bulacak, bu güç belki, geçmişinde desteklediği türden gerici bir darbeci ekip bile olabilecektir.

Herhangi bir ‘hâkim sınıf’ partisi, demokratik reformlar yapmaya, Kürt ve Ermeni açılımları başlatmaya, 1982 anayasasını değiştirmeye mi kalkıştı ? Birinci görevimiz bu girişimleri bir ucundan tutmak değil. Bu tür ‘illüzyon’lara asla pabuç bırakmamak; bütün ‘burjuva’ partilerinin ‘aynı’ (ve dolayısıyla ‘tek yol’un ‘devrim’) olduğu inancını sağlam tutmak için, bu yeni ve ‘hepsinden daha sinsi’ düşmanın (ona ne şüphe) ‘ikiyüzlü’lüğünü derhal açığa çıkarmak. Hatâlarını eleştirmenin ötesinde, bunların ezelî ve ebedî bir ‘öz’ü yansıttığını vurgulamak: liberal ve hattâ neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu, ağzına daha ne gelirse. Militarizmle mücadelesi zigzaglı bir seyir mi izliyor ? Bütün ‘iniş’lerinde AKP ile TSK’nın artık ‘tek bir blok’ olduğunu, bir, üç, beş, on kere yüksek sesle ilân etmek.[31]

Berktay, içindekileri dökmüştür. Tırnak içinde hakim sınıf partisi yazarak, AKP’nin egemen sınıfların partisi olmadığı belirtmekte, en azından bu konuda bir soru uyandırmak istemektedir. Sorunlar yaşayan kesimlerin desteklediği, yönlendirdiği, bu nedenle de sorunları çözmek için adımlar atan bir parti olduğu imajını vermek istemekte, böyle düşünmektedir. Zaten bu nedenle AKP’nin destekçisidir. Emperyalist tekelci burjuvazinin ekonomi ve siyasette egemenliğini giderek arttırdığı, bir avuç tekelci işbirlikçi burjuvanın ülkenin tüm kaynaklarını avucunda tuttuğu, AKP döneminde peydahlanan sermaye gruplarının da hızla büyüdüğü, 4857 sayılı İş Kanunu ve iş yaşamını belirleyen diğer yasa ve yönetmeliklerde sermayenin önündeki her türlü engellerin kaldırıldığı, dahası doğrudan kaynak aktarımı dahil sermayeye teşvik ve kıyakların pervasızca yapıldığı bir hükümet burjuva egemenliğinin, burjuva sınıf iktidarının “yürütme komitesi”nden başkası olabilir mi?

Emekçilerin reel ücretlerinin hızla düştüğü, temel tüketim maddelerinin fiyatlarının ise hızla yükseldiği, dolayısıyla yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı, çalışma yaşamında esneklik, taşeronlaştırma, iş cinayetleri ile yaşam hakkı dahil en temel hakların gaspedildiği; eğitim, sağlık, emeklilik, barınma gibi emekçilere dönük sosyal hakların giderek ortadan kaldırıldığı, kıdem tazminatlarını kaldırmayı ve özel istihdam bürolarıyla kiralık işçi uygulamasını getirmek isteyen bir hükümet, gerici burjuva diktatörlüğünün yürütücüsü değil, ama “halkın iktidarı” olabilir mi?

Kürt halkına dönük saldırıların devam ettiği, Kürt ulusal hareketi ve demokrasi güçlerinin yıllardır verdiği mücadeleler sonucu kabul edilen ve yığınları yedeklemenin ve demokrasi güçlerini tasfiyenin bir aracı haline getirilmek istenen küçük tavizlere rağmen Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan, kadın-çocuk demeden vurun emrini veren, tek bayrak, tek millet dayatmasıyla inkarın yeni biçimini sunan, Kürt gazetelerini kapatan bir parti ve hükümeti, nasıl demokrat, nasıl reformcu bir parti ve hükümet olabilir?

Susurluk, Şemdinli iddianameleri ortada iken, bölgede 17 bin faili meçhul varken, binlerce insan kontrgerilla organizasyonları ile katledilmişken, darbeciler ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, Ergenekon soruşturmasında kendisini rahatsız eden güçlere karşı gözdağı vermenin ötesine geçmeyen tutuklamalara, 28 Şubatçılar ve 27 Nisancılarla, Ç. Birler ve Y. Büyükanıtlarla hoşlukla geçinip gitmesine bakarak, AKP’nin “askeri vesayet”le hasaplaşmaya giriştiği, hatta militarizmi tasfiye ettiği/edeceği, faşist kontrgerilla örgütlenmelerini ortadan kaldırmayı amaçladığı nasıl söylenebilir?0

Sorular uzatılabilir. Ama Berktay’a ne fayda! Berktay’ın umudu tekelci burjuva gericilik ve onun partilerindedir. AKP, uluslararası hesaplar ve ülke içinde demokrasi güçlerini mücadelesinin dayatma ve birikimiyle Kürt açılımı yapmak zorunda kaldığında; bu, Berktay’a göre; AKP’nin demokratlığını, tekelci burjuvazinin ilericiliğini, yahut AKP’nin halk kesimlerinin çıkarlarını kolladığını gösteren bir gelişmedir. Kürt açılımından en ufak bir sonuç çıkmaması, bu “açılım”ın “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştürülmesi, Belediye Başkanlarının dahi KCK operasyonlarından gözaltına alınması, askeri operasyonların devam etmesi, hatta sınır ötesine kadar götürülmesi Berktay için önemli değil. Berktay gerçekliğe bakmaktan imtina ederken, gözlerini burjuva liberal dünya görüşüyle bağlamaktadır. Gerçeklik ne derse desin, Berktay’a göre, AKP reformcu, ilerici, desteklenmesi gereken bir partidir!

Gerçekse, sadece AKP’nin “neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu” gerici bir düzen partisi olmasıyla sınırlı değildir; onu vefakarca desteklerken, çoğu benzerinden farklı olarak gerici burjuva hükümetlere verilen bu tür destekleri bir buçuk yüzyıl öncesinden mahkum eden Marksizme çarpıtma ve yalana dayalı açık saldırılar yönelten destekçilerinin de aynı sıfatlarla anılmayı hak etmiş gericiler olduklarını da kapsamaktadır!

BURJUVA YENİ-LİBERALİZMİNİN MİSYONU!

Berktay’ın söylemlerinin geçer akçe sayılması, güncel siyasette karşılığını bulan sınıflar arasısındaki mücadelede elbette bir yere oturuyor. Türkiye’de siyasi, iktisadi ve kültürel yapının emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesinde egemen güçler arasında farklı yaklaşımların olduğu bir olgudur. Ancak bu, işçi sınıfı ve emekçi düşmanlığı, demokrasi düşmanlığı konusunda bir farklılık değildir. Tersine, burjuva parti ve fraksiyonlar, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı her konuda kolayca buluşabilmekte, sermayenin çıkarlarını savunmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar.

“Küreselleşme”, “Yeni Dünya Düzeni” ile “tarihin sonu” olarak tarif edilmiş bulunan yaşadığımız dönemde, “demokrasi”, “insan hakları”, “çoğulculuk”, “seçme özgürlüğü” vb. değerler, çağdaşlığın ve uygarlığın temel unsurları olarak ilan edildiler. Emperyalist burjuvazi ve onun ideologlarına göre, “küreselleşme” süreciyle birlikte, iki kutuplu dünyanın sorunları da tarih sahnesinden silindiler. Sovyetler Birliği ve eski doğu bloğu ülkelerindeki ‘bürokrasi’, ‘durgunluk’ ve ‘baskı rejimleri’ ortadan kalkmış, kapitalizm değişmiş ve son sistem olduğu anlaşılmıştı. “Küreselleşme”, ulus devletin zayıflaması, sermayenin dünya ölçeğinde özgürce dolaşımı ve rekabet, “çağdaş” değerlerin maddi temelini oluşturuyordu. Elbette süreç, tamamlanmış değil, hareket halindeydi. Ama önüne geçilemez, engellenemez bir gerçeklikti. İşte eskiden sosyalistlik iddiasında bulunmuş olanlar, şimdiyse sosyalizmden ümidini tamamen kesmiş aydınlar, zaten işçi sınıfından kopuk olan reformist ve revizyonist çevreler, –her ne kadar, determinist değillerse de– bu ‘zorunluluğu’ görerek, kendi görüş ve düşüncelerini yeniden şekillendirme gereği duydular.

Emperyalizmin, uluslararası burjuvazinin dünya halkları ve işçi sınıfına dönük neo-liberal iktisadi, siyasi ve ideolojik saldırısını, dünyanın gerçeklik ve uygarlık zemini olarak kabul eden bu çevreler, kendilerine adeta çeki düzen verdiler. Bunu, kimi fırsatları değerlendirip kalemini satarak yaparken, kimi de bedavadan gönüllü koroya katıldılar. Ama en bedavacı olanı bile, kuşkusuz ki, kapitalizmin sunduğu olanaklardan yararlanmakta ve buradan aldıkları güçle “kapitalist uygarlığa” canıgönülden bağlanmaktaydılar.

Ama hepsi bürokrasiye karşı piyasayı, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, baskıya karşı özgürlüğü, statükoya karşı “değişim”i savunma adı altında, sosyalizme, en azından reel dedikleri sosyalizme, ama gerçekte sosyalizmin tüm tarihsel birikimine düşmanca saldırdılar. Kapitalizmi tek yol olarak benimseyip, onun nimetlerine ve burjuva demokrasisinin sınırlarına teslim oldular. Egemenler arasındaki çatışmaları gözlemleyip, buradan demokrasi peydahlanacağını düşündüler ve ‘taraf’ oldular. Demokrasiden anladıkları ise, halkın doğrudan siyasal eylemi ve bu eylemiyle siyasal özgürlüklerin kazanılması, burjuva elitizminin parçalanıp, halk demokrasisinin tesis edilmesi değil, ‘çağdaş’ düzenlemelerin AB gibi emperyalist kurumlarca dayatılması ya da egemen güçlerce yaşama geçirilmesi oldu. Kendilerine de, ya doğrudan bir destekçi ya da eleştirel bir yol gösterici misyonu biçtiler.

Yol göstericiliklerine pek ihtiyaç duyan burjuva partilerden bahsedilemese de, söz konusu olan, egemen güçlerin kendini dinletmesi, kimi sosyalizmi ve değerlerini kökten reddettiği halde yine de sosyalistlik iddia ederken, kimi de Berktay gibi artık sosyalizme küfür eden eski solcuları halkı yedekleme mücadelesinin bir parçası olarak kullanmasıdır.

Eski solcular, günümüzün katıksız liberalleri, bu sözde demokrasi yolunun gönüllü yolcusu oldular. Buna göre, bürokrasiye yol açan “kapalı toplum”, ulusal sınırlar küresel dünya ekonomisine açılmalı, piyasa ekonomisi geliştirilmeliydi. Liberallere göre, demokrasinin temeli de piyasa ekonomisiydi. Bu nedenle, AKP’nin, yalnızca darbe karşıtlığını ve demokratik reformlarını değil, piyasa ekonomisini geliştiren neo-liberal uygulamalarını da gönülden desteklediler. Kapitalizmi övme yarışına girdiler. Berktay da, yazılarında kapitalizmin ‘güzelliklerini’, halka sunduklarını anlatmadan, başka bir deyişle kapitalist sömürü ve barbarlık politikalarını aklamadan edemezdi, etmedi:

Ya kapitalizm her şeye rağmen göreli bir refah yaygınlaşması yaratmışsa? Ya halk küçümsediğimiz demokrasiye sandığımızdan daha fazla değer veriyorsa? Kendi çıkarlarının temsili açısından, demokrasinin azını bile hiç olmamasına tercih ediyorsa? Mevcut düzenin korunmasında, sadece hâkim sınıfların değil, kitlelerin de popüler çıkarları varsa?[32]

Kitlelerin, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizmden çıkarı varsa, refah yaygınlaşmışsa? Öyle mi Berktay? Bunlara yanıt, emperyalist burjuvazinin sözcüsü durumundaki IMF, Dünya Bankası gibi kurumların raporlarında var; dünya ölçüsünde yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımı adaletsizliğinin yayılması bu raporlardan bile izlenebiliyor! Kapitalizmin insanlığa yoksulluk, işsizlik, açlık ve savaşlardan başka bir şey sunmadığı ortada, bunu Dünya Bankası bile gizleyemiyor.

Üstelik bu soruların hepsi, “evet” ile, “olabilir” ile yanıtlanabilir de! Evet, göreli bir refah yaratılabilir, zamanında örneğin, sosyalizm mücadelesinin önünü almak üzere ve bu mücadelenin koparıp aldığı bir taviz olarak, tarih, kapitalist “refah devletleri”ne tanıklık etmişti. Evet, halk burjuva demokrasisine değer de verip, azını hiç olmayanına tercih edebilir. Ve kitleler düzenin korunmasında çıkarları olduğunu da düşünebilir. Tümü, teorik bakımdan mümkündür. Ancak artık çok küçük olasılık halinde olan “göreli refah”ın ne olduğu, nasıl olacağı, ne pahasına gerçekleşeceği, kapitalizmin doğası gereği yerini neye bırakacağı, Berktay için hiç önemli değil. Berktay, olmayanı olmuş sayarak, kitlelerin AKP’yi desteklemesini istiyor; kitlelerin AKP’den memnun olduğunu ileri sürerek, kuyrukçuluğun teorisini yapıyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi olmadan, burjuvazi, gönüllü olarak demokratik reformları gerçekleştirmiş, kendi kârından emekçilere göreli bir refah payı ayırmış, bu kazanımlar için işçi sınıfı ve emekçiler, onların önderleri bedeller ödememiş gibi tarihi yeniden yazıyor. Tek taraflı olarak, burjuvazinin, onun siyasi uygulama ve reformlarının göreli refahı yarattığını iddia ediyor. Üstelik, kapitalizmin göreli refahı yok etme, daha fazla sömürü ve yoksulluğu yeniden üretme eğilimine gözlerini kapıyor.

1990’lı yılların başından itibaren emperyalist kapitalizmin sosyalizm üzerindeki geçici zaferi ve dünya ölçeğinde güç dengelerinin değişmesinden sonra, burjuva egemen sınıfların safına savrulan eski solcular, her şeyi, kapitalizmin tarihin sonu olduğu yaklaşımıyla açıklamaya başladılar. 1970’li yılların başından itibaren emperyalist burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltmek, yeni kâr alanları açmak, bu nedenle piyasanın etkinliğini ve derinliğini arttırmak üzere devreye soktuğu neo-liberal uygulamaların aklanması ve bunun ideolojik dünyasını oluşturan “demokrasi”, “insan hakları”, “uygarlık” gibi içi burjuvazi tarafından boşaltılmış değerlerin dünya halklarına kabul ettirilmesi çabasında, Berktay, Belge, Margulies, Altan, Yağcı ve bunun gibiler, emperyalist burjuva gericiliğin saflarında, burjuvazinin ideolojik hegemonyasını güçlendirmenin aracı haline geldiler. Son olarak Anayasa referandumunda görüldüğü gibi, bu “Taraf”çı çevrelerin AKP’nin olanakları ve desteğiyle görüşlerini halka sunma çabasına girmesi, burjuva liberalizminin, günümüzdeki biçimiyle idealleştirilmiş neo-liberalizmin halka düşman yüzünü bir kez daha göstermektedir.



[1] Halil Berktay, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1325

[2] Berktay, Kibrin Teorisi,  http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm, 25.03.2010

[3] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[4] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[5] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[6] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010

[7] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2003, s. 210

[8] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 5. Baskı, Ankara, 1993, s. 23

[9] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23

[10] Berktay, Aman Bulaşmasın, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm, 01.05.2010

[11] Karl Marx – Friedrich Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1996, s. 101-103

[12] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010

[13] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[14] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[15] Berktay, Ya İhtilalci Ya Demokrat, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm, 22.05.2010

[16] Berktay, Teori ve Teoremler, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm, 22.04.2010

[17] Berktay, Bilimciliğin Rolü, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-bilimciligin-rolu.htm, 20.05.2010

[18] Engels, Ludwin Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1992, s. 47

[19] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm

[20] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23

[21] Berktay, Siyasetin Yeri, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-yeri.htm, 24.04.2010

[22] Engels, Anti-Dühring, s. 227

[23] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm

[24] Berktay, Sorumsuzluğun Hafifliği, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-sorumsuzlugun-hafifligi.htm, 13.05.2010

[25] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1988, s. 98

[26] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, s. 146

[27] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[28] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, s. 51

[29] Lenin, 1904

[30] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm

[31] Berktay, Siyasetin ‘Gölge Oyunu’, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-golge-oyunu.htm, 06.05.2010

[32] Berktay, Teori mi Hayat mı,  http://www.taraf.com.tr/islemler/yazdir_makale.asp?id=11485, 29.05.2010

TKP’nin 90. Yıl Tezleri Üzerine

Türkiye’de, son on yılda, çeşitli biçimlerde demokrasi-cumhuriyet ilişkisinin tartışma gündemlerinin başında geldiği söylenebilir. AKP’nin ‘bürokratik oligarşi’ olarak tarif ettiği ve geleneksel ulusalcı resmi ideolojinin yargı, ordu, bürokrasi ve ‘sivil toplum’ örgütlerindeki uzantılarını hedefe koyduğu siyasal söylemi ideolojik bir yanılsamaya yol açmış, post-modernizmle yoğrulmuş liberalizmin kavramsallaştırmaları büyük ölçüde etkili olmuştur. AKP’nin çeşitli hamle ve manevraları, geleneksel statükocu “askeri vesayet”e karşı “demokrasinin gelişmesi” olarak algılanmış, savunanı da karşı çıkanı da içeren kavramsal kaosu geliştirmiştir.

Burjuva propagandacı ve ideologların söylemlerinin ardında yatan ve dönem dönem ele verdikleri gerçek ise, bütün bu siyasal karmaşanın arkasında yatanın, artan uluslararası rekabet ve baskı koşullarında tekelci burjuvazinin egemenlik alanını genişletmek için iktisadi, siyasal ve kültürel alanı yeniden şekillendirme, işçi sınıfı ve ezilen hakların daha fazla sömürüsünün yol ve yöntemlerinin geliştirilmesinin amaçlandığıdır. Dolayısıyla, ordu-hükümet, statükocu-‘demokrat’, dinci-laik gibi bölünmeler, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle burjuvazi arasında süregelen sınıf savaşımından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır.

Neo-liberalizmin kavramsal karmaşası, post-modern ideolojik yanılsamalar, burjuva ve küçük burjuva görüşlerinin çok çeşitli kaynaklardan ve sürekli olarak üretimi, ülkemiz solculuğunun en azından bir bölümünün Kemalizm’le malul oluşu, en temel kavramların değerlendirilmesinde bilimsellikten uzaklaşmayı, neo-liberal ya da geçmişe sahip çıkmak adına pozitivist söylemlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, ulusalcılık, yurtseverlik, sosyalizm vb. kavramlar da içi boşaltılmış, sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız boş lakırdılar haline getirilip siyasal söylemin merkezine konulabiliyorlar.

Demokrasi, ulusların kaderlerini tayin hakkı, cumhuriyet, ‘sol’, sosyalizm, yurtseverlik ve devrimcilik kavramlarının bilimsellikten uzak ve sınıfsal bağlantılarından kopuk kullanılmasının örneklerden birisi TKP’nin seçim slogan ve materyallerinde görülebilir.

TKP, 12 Haziran 2011 seçimlerine hazırlık sürecinde ana sloganını “Boyun Eğmeyen 500 Bin Kişi Arıyoruz” olarak belirledi. TKP’ye oy vermek için 10 neden sıralandı. Bu nedenlerin içerik ve dili başka bir yazının konusu olabilir. Ancak kampanyanın toplamı/felsefesi değerlendirilmeye muhtaçtır.

“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” arayışı ile toplumu kendisine oy vermeye çağıran[1], oy vermekle halkın yaşadığı sorunlardan azade olacağını vaat eden bir seçim çalışması kaba bir parlamentarizmin ötesine geçemez. Elbette seçim dönemleri, normal dönemlerden farklı olarak halkın politikaya duyarlılığının arttığı, günlük sorunlarıyla birlikte ülke sorunlarını daha yakından tartıştığı bir dönemdir. Sosyalizmi, yani işçi sınıfının iktidarını hedefleyen bir parti, bu dönemi, işçi sınıfının aydınlatılması, burjuva düzen partilerinin teşhiri, güncel ekonomik ve siyasal talepler için mücadelenin büyütülmesi ve işçi sınıfının kendi iktidarını kurması yolunda adımlar atılmasının bir olanağı olarak değerlendirir. Seçimler, bir amaç değil işçi sınıfı mücadelesinin yükseltilmesi doğrultusunda araçtırlar. Dolayısıyla, sınıf partisi, seçim döneminde, sınıfın güncel ve tarihsel talepleri etrafında bir seçim platformuyla bir mücadele hattı örmeyi amaçlar.

“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” çağrısı ise, işçi sınıfının güncel ve tarihsel taleplerini ifade etmek, sınıf mücadelesini seçim döneminin olanaklarından yararlanarak ilerletmekten uzak, “500 bin kişi”yi TKP’ye oy vermeye çağıran, verecekleri oyla yaşanan sorunların çözüleceğini anlatan bir çağrıdır. Oy küçümsenmemesi gereken bir gösterge olmakla birlikte, tek ve güvenilir bir gösterge değildir. Hele, yüzde 10’luk antidemokratik seçim barajının varlığı, işçi sınıfının mevcut gücünün anlaşılmasında önemli bir engelken. Buna rağmen, sınıf partisinin seçimlerdeki tutumu, halkı yalnızca oy vermeye çağırıp, oy verdiğinde de sorunların çözüleceği yaklaşımından uzak durarak, ancak güncel ve tarihsel talepler için mücadeleyi, sınıfın çeşitli suni bölünmelerden kurtulup birlik olmasını ve kendi iktidarı için mücadelesini geliştirmesini hedefler. TKP, işçi sınıfının yerine kendisini koyan, işçi sınıfının misyonunu ise oy vermeyle sınırlayıp, kendisini sorunları çözecek güç olarak görmektedir. Burada, mücadele ters yüz edilmiş, post-modernizmin tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu inkar eden tutumu benimsenmiş ve mücadele siyasal partiler arasındaki mücadeleye indirgenmiştir. Elbette, siyasal partiler arasındaki mücadele sınıf mücadelesinin yansımasıdır. Ancak, sınıfı kazanmayı, onu harekete geçirmeyi, kendi iktidarını kurmada ona yardımcı olmayı ve önderlik etmeyi hesaba katmayan ve sınıfın mücadelesini oy vermeye indirgeyen bir anlayışta, nesnellik-öznellik, sınıf-parti ilişkisi küçük burjuva idealizmiyle tersine çevrilmiştir. TKP’nin seçim sloganı böyle bir ideolojik yanılsamaya, küçük burjuva benmerkezciliğine dayanmaktadır.

Oy vermeye çağrılan insanlar işçi mi, öğrenci mi, köylü mü? Belli de değildir. Örneğin 500 bin öğrencinin TKP’ye oy vermesi yeterlidir. Seçim çalışmasının ana gündeminde ne işçi sınıfı vardır, ne de seçim materyallerinin ana omurgasında işçi sınıfının acil talep ve gündemleri.  Oysa, sınıf partisini, sıradan bir burjuva partiden farklı kılan, şu kadar oyu istemek, hele hele genel olarak toplumdan, sınıfsal içeriği belirsiz ‘500 bin kişiden’ istemek yerine, bizzat işçi sınıfı ve emekçilere yönelmektir. Onlardan yalnızca oy istemek de değil, onları oy vermenin ötesinde, talepleri, hakları ve tarihsel misyonu çerçevesinde birlik olmaya, mücadele etmeye ve kendi iktidarını kurmaya çağırmak, böyle bir mücadeleyi örgütlemeye girişmektir.

TKP’nin seçim bildirgesindeki “on neden” şöyle bir incelendiğinde, bunların, bazı farklılıklara rağmen, CHP’nin platformuyla çakıştığı da görülebilir. Bunun nedenlerine ileride, 90. yıl tezlerini incelerken değineceğiz. Ancak, bu durumu, TKP de görmüş olmalı ki “‘ben olmasam Cumhuriyet gitti gider’ diyerek oy toplayan CHP’nin Genel Başkanı ‘laiklik tehlikede değil’ diye açıklama yapamaz, kendini Cumhuriyet’in kurucusu ve garantisi olarak gösteren bu partinin ‘üye eğitimleri’ Fethullahçılara teslim edilemez” diyerek, tamamen Baykalcı bir “sınıf parspektifi”nden “şeriat” tehlikesini çekiştirip ayağı yerden kesik “laikçi-şeriatçı” saflaşmasını önererek, CHP’yi eleştirmektedir. Yani, TKP, emekçilere sadece oy verin rahatlayın demiyor. Eğer istediği sayıda oy alırsa, CHP’yi de, yani cumhuriyeti savunanları da düzelteceğini, üye eğitimlerini Fettullahçılara yaptıramayacaklarını, CHP’nin sahte laikçiliğinin de böylece en azından görünüşte devam edeceğini ifade ediyor.

Yine TKP’ye oy verme nedenlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak sınıf dışı muhalefet biçiminin etkili olduğu görülebilir. Adını doğru koymak gerekirse, siyasal çizgisi CHP’nin burjuva muhalefetiyle çakışmakta, bazı değişikliklerle durum kurtarılmak istenmektedir.

Yine de ortaya atılanın, haklılığından şüphe edilmeyecek, ancak CHP’nin de kabul sınırlarını zorlamayan taleplerle sınırlı bir program olduğu görülebilir. Örneğin, birinci maddeye CHP’nin itirazı olmadığı gibi, o da, seçim gündeminde aynı dilekleri temenni etmektedir:

Sayısız cinayetten yargılanan Hizbullahçılar ortadan kaybolsunlar, kaçıp gitsinler diye serbest bırakılamaz; insanlar sahte belgelerle, sudan suçlamalarla yıllar boyu tutuklu kalamaz; halkı soyup soğana çevirenler mutlu mesut yaşarken Başbakan’ı protesto eden gençler için hapis cezası istenemez; hükümet üyelerinin cebine para girecek diye şahsa özel kanun çıkarılamaz.

İkinci maddedeki “kimse 18 yaşındakilerin alkollü içki kullanmasına yasak getirip, belinde silahla dolaşmasına izin çıkartamaz; gazeteci ve yazarlar mahkeme ve cezaevlerinde süründürülemez; basının yer vermediği, televizyonların göstermediği taleplerini anlatmak ve haklarını aramak için sokağa çıkanlara polis düşmana saldırır gibi saldıramaz, kimyasal silahlarla, plastik mermilerle, tank gibi panzerlerle halkın üzerine yürüyemez; ağır bir sosyal yara, sapıkça bir kadın düşmanlığı olan tecavüzü mazur gösterip tecavüze uğrayan kadınları suçlu gösteren profesörler üniversitelerde barınamaz” iddiasını da CHP’nin herhangi bir il başkanı seçim çalışmasında çeşitli şekillerde açıklayacaktır.

Yine dördüncü maddede Başbakan’ın hakaretleri, beşinci maddede Ağca’nın TRT’deki övgü dolu röportajı, yedinci maddede cemaatlerin ülkeyi sarması, sekizinci maddede Kürtlerin cemaatlerden ve emperyalistlerden medet umduğu, dokuzuncu maddede ise heykel ve sanat merkezlerinin yıkımı gündemleştirilmektedir.

Kürtlere dair TKP’nin ulusal özgürlük mücadelesini emperyalizmin ve cemaatlerin işi olarak gören yorumlayış biçimi bilinmektedir. Bunu dışında tutarak, ifade edilen taleplerin haklı ve doğru olduğu söylenmelidir. Ancak, TKP’nin, talepleri belirlerken, özel olarak, CHP’nin burjuva muhaliflik sınırları içinde kalmaya çalıştığı bildirgeden kolayca görülebilir. Sosyalizme, bağımsızlığa dair söylemler ve içeriği boşaltılarak birer ‘dilek’ haline getirilen bölümlerin ötesinde muhalefet tarzı CHP’nin tarzıyla çakışmaktadır. Örneğin sınıfın güncel talepleri olan, CHP’yle birlikte tüm burjuva düzen partileriyle karşı karşıya gelmeyi zorunlu kılan esnek çalışmanın kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, insanca yaşayacak bir ücret, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı, demokratik halkçı bir anayasa, kurucu meclis, siyasal partiler ve seçim kanununun demokratikleştirilmesi, diyanet işleri başkanlığının lağvedilmesi, Kürt siyasetçiler üzerindeki baskıların kaldırılması, derin devlet organizasyonları ve karanlık güçlerin açığa çıkartılması, faili meçhul cinayetlerin faillerinin yargılanması, Kürt gazetelerine yönelik ‘özel’ sansürün kaldırılması gibi talepler bildirgede ya yer almamış ya da toplam içinde belli belirsiz bir yer tutmuştur. Seçim bildirgesinde, burjuva düzen partileriyle ayrışmada önemli taleplerden birisi olan Kürt sorununda barış ve demokrasinin bahsi bile geçmemektedir. Kürt ulusal hareketine yönelik suçlayıcı eleştirelliğin ardında ulusal baskının nesnesi kılınan Kürt halkını emperyalizmden, cemaat ve ayrılıkçılıktan medet umarmış gibi göstermekte, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini toptan reddetmektedir. Ulusalcı yaklaşımı Kürt dilinin kullanılması talebiyle kurtarmaya çalışsa da, artık en sıradan bir liberalin bile savunduğu anadil hakkını, TKP yine de temkinli davranıp “İngilizce, Fransızca, Almanca” ile aynı kefeye koymakta, “bu ülkenin dillerinden” biri diyerek, Kürtçe için masumene bir şekilde özgürlük istemektedir. Kürt halkının demokrasi talebi ve mücadelesi ise hiç yoktur. Zaten, TKP’nin ulusların kendi kaderine tayin hakkını, tarihi geçmiş ve emperyalizmin işi olarak gören ulusalcı yaklaşımı bilinmektedir. Bu yaklaşım, daha önce bölük pörçük yinelenen gerici cumhuriyeti AKP’ye karşı savunma, Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi bilinmez bir geleceğe öteleme ve AKP’ye karşı burjuva tarzda muhalefet etmeyi öngören 90. yıl tezleriyle kapsamlı bir şekilde temellendirilmektedir.

“90. YIL TEZLERİ”

TKP’nin 2011 başında yayınladığı “90. yıl tezleri”; cumhuriyet, ‘sol’, Kemalizm, dinci gericilik ve ‘toplumsal çürüme’ gibi kavramları yeniden tanımlamakta, yaptığı tespitlerle özellikle Kürt sorunu, laiklik ve ülkenin demokratikleştirilmesi konularında burjuva güçlerle benzer bir platforma düşme tehlikesi taşıyan noktaya savrulmaktadır. Böylece; AKP’nin temsil ettiği işbirlikçi tekelci gericiliğe karşı mücadele, cumhuriyetin hilafet ve saltanat karşıtlığını ve zayıf anti-emperyalizmini vurgulayarak mevcut gerici rejimi ve statükoyu savunmaya dönüşebilmektedir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanan Cumhuriyet, sanki onun sınıfsal bir niteliği yokmuşçasına ve cumhuriyet gerçekten milletin egemenliği ve iktidarıymış gibi, AKP’nin ve “dinci gericilik”in karşısına konulmaktadır. “Cumhuriyet’in kapitalizm tarafından çürütüldüğü”, “sol”un ezilmesiyle Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi girişimlerinin hız kazandığı, emperyalizmin ve işbirlikçisi AKP’nin son yıllardaki icraatlarıyla artık Türkiye Cumhuriyeti’nin “tamamen yok edildiği” ve AKP öncesindeki dönemden tamamen farklı “‘yeni’ bir döneme girildiği” tespitleri de, tezlerde yer almaktadır.

“90. yıl tezleri”nde, “sol 12 Eylül darbesiyle ezildiyse”, Genelkurmay hizaya getirildiyse, AKP’nin “dinci gericiliği” almış başını gidiyorsa, Cumhuriyet’e sahip çıkmak, düzen içi Cumhuriyetçilerden “çok bir şey çıkmasa” da, “onları önemsemek” gerekli görülmüştür. Üstüne üstlük, pirüpak Cumhuriyet “kapitalizm tarafından çürütüldüyse”, “12 Eylül darbesiyle Cumhuriyet’i tasfiye süreci başladıysa”, “AKP ile de Cumhuriyet tasfiye edildiyse”, TKP’ye de, 1920’lerde kalmış Cumhuriyetin ilerici değerlerine atfen bugünkü gerici cumhuriyeti savunmak düşmüştür. Bir süredir de savunmaktadır. Diğer savunan güçlerle de, Kürt sorunu, laiklik, ülkenin bağımsızlığı gibi konularda dönem dönem buluşmaktadır. Buluşurken, bir yanda milliyetçilik ve günümüzün egemen Kemalizm’i üzerinden kitlelere ulaşmanın hoşnutluğu, diğer yanda burjuva gerici güçlerle Kürt sorunu, laiklik vb. konularda benzer bir platformda yer almanın rahatsızlığı vardır. Elbette, platform doğru konulduğunda da, güncel siyaset bazen mücadele halindeki burjuva klikleri yanına getirebilir. Ama böyle mi? TKP, mevcut Cumhuriyet rejimini savunurken, burjuva gerici güçler mi onun yanına gelmiş oluyor, yoksa tersi mi?

Bu sorulara ilerleyen bölümlerde cevap verilecektir. Ancak öncelikle TKP’nin bir süredir, farklı konularda yaptığı açıklama ve aldığı tutumların bütünsel bir ifadesi olan “90. Yıl Tezleri”ndeki önermeler ele alınacaktır.

İŞBİRLİKÇİ BURJUVAZİNİN CUMHURİYETİNİ YÜCELTME!

Eskimiş, çağı geçmiş, kapitalizmin önünde engel haline gelmiş, dini yaşam biçimi olarak kabul eden feodal monarşinin yıkılması; hilafet ve saltanatın kaldırılması, zayıf da olsa anti-emperyalist yönelimler Cumhuriyetin ilerici adımlarıydı.

Ancak 1920’lerde de, bu cumhuriyetin işçi sınıfının savunmayacağı, savunmasının da beklenemeyeceği yönleri de vardır. Ve “bu cumhuriyet kimin?” sorusunu savsaklayarak ve işçilerle emekçileri düşman olarak öngören bu yönlerini ayırt etmeden onu yücelten 1920 ve 30’lu yılların TKP’si ve onun genel sekreteri Şefik Hüsnü, Türkiye’de burjuvaziye yedeklenmenin simgelerinden birisi olmuştur. Cılız anti-emperyalizmi ve bağımsızlıkçılığını abarttığı, M. Kemal’in “demokratik devrimi tamamlaması” beklentisi içinde olan Ş. Hüsnü, Cumhuriyet’i korumak adına, “İngiliz emperyalizminin kışkırtması” ve “devrimci Cumhuriyet’e karşı gerici-feodal” karakterde varsayıp, Şeyh Sait isyanından başlayarak, tüm Kürt isyanlarına karşı düşmanca bir tavır alarak Cumhuriyetin iktidarının baskı, inkar ve zora dayalı ulusal politikasını onayladı. Oysa peşine takıldığı ulusal burjuvazi ve onunla ittifak halindeki büyük toprak ağalarının cumhuriyetlerinin de, yön verici ideolojileri olan Kemalizm’in ve onun politika ve pratik uygulamalarının da bırakılım “demokratik devrimin tamamlanmasını”, “demokrasi” ile uzaktan bile ilişkisi olmamıştı, yoktu. Hüsnü, sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda taktik ve strateji geliştirmek bir yana, lafta kalan sosyalizm hedefiyle taktiğini giderek gericileşen burjuvazinin iktidarına bağladı. Taktiksel çizgi, stratejiyi güzel dilekler derekesine indirdi ya da onu da burjuvazinin insafına terk etti.

Günümüz TKP’si de “90. yıl tezleri”nde, Cumhuriyet’in başından beri malul olduğu burjuva gericiliğini görmezden gelemiyor:

Aydınlanması sınırlı ve dinsel ideoloji ve kurumlarla uzlaşmacı bir düzen. Bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim. Halkçı demagojisi bol, ama halkı harekete geçirmekten özenle kaçınan bir sistem. Bunların sonucu olarak gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik. Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet…[2]

TKP, tezlerinin yukarıda alıntılanan bölümünde, Cumhuriyet’in kuruluş sürecine dair bazı tespitler yapıyor. Bağımsızlığın gerçek anlamda sürdürülemediği, laikliğin zaten gerçek laiklik olmadığı, Kürt halkının inkar edildiği, halkın baskı altına alındığı bir Cumhuriyet tanımlıyor. Ancak “90. yıl tezleri!”, kendi yaptığı bu tespiti unutarak, az ileride “savunulması gereken” bir cumhuriyet tablosu çiziyor:

Türkiye’de Cumhuriyet bağımsızlık, laiklik ve hukuksallıkla birlikte tanımlandı. Her biri kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan bu tanımlayıcı ögelerin yaratıcısı ve yazıcısı sol olmamakla birlikte, ülke içinde bunların takipçisi, sahiplenicisi, gerektiğinde her tür bedeli ödeyerek mücadelesini yürüten güç hep sol olmuştur.

Hangisi doğru? Türkiye’de Cumhuriyet laik miydi, yoksa “gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik” mi vardı? Cumhuriyet’e –özgürlükler ve insan hakları bağlamında – hukuksallık mı egemendi, Cumhuriyet “hukuk önünde eşitlik”e mi dayanıyordu, yoksa “Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet” mi vardı? Tutarlı bir anti-emperyalizm miydi, yoksa “bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim” miydi? “90. yıl tezleri” bu konuda kararsız kalıyor. Bir yandan Cumhuriyet’in bağımsızlıkçılığının göstermelik, laikliğinin eksik olduğunu, baskıcı, inkarcı ve anti-demokratik bir rejim olduğunu söylüyor; diğer yandan bağımsız, laik ve hukuksallığın temel olduğu bir Cumhuriyet resmediyor. TKP biliyor ki, eğer, bir yolunu bulup burjuva gericiliğinin cumhuriyetine hakkı olmayan payeler biçip hayallerle süsleyemezse, savunulacak bir Cumhuriyet bulamayacaktır.

Yine de eksiklilikleriyle birlikte tarihsel bir ilerleme olarak Osmanlı karşısında Cumhuriyet’i sahiplenmeli miyiz? Evet, Osmanlı’ya karşı Cumhuriyet tarihsel bir ilerlemedir. Ancak, bugün, yani cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık 80 yıl sonra cumhuriyet, işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı burjuva diktatörlük aygıtının bir adı ve bir devlet biçimidir. Dolayısıyla, cumhuriyetin feodalizme karşı ilerici yönlerini savunmak, ne günümüze aktarma yaparak Kürtler ve hakları karşısında, ne de AKP’ye karşı ona laiklik ve bağımsızlıkçılık yükleyip bunları yücelterek olur!

CUMHURİYET “ÇÜRÜDÜ” MÜ?

TKP, küçük bir el çabukluğuyla, günümüzde dizginleri tekellerin eline geçmiş olan burjuva cumhuriyetini bağımsız, laik ve demokratik yaptıktan sonra; savunmaya hazırdır. Savunmak için, bu “güzel” cumhuriyetin kirletilme girişimlerinin konusu kılınmış olması lazım. Buna da çare bulunmuştur: “Kapitalizm cumhuriyeti içten içe çürütmektedir. Komünizm cumhuriyeti sahiplenirken, kapitalizmin cumhuriyeti içten içe çürütmesine karşı uyarı ve mücadele görevini unutmamıştır.

Hatta “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bitiren sürecin son evresinin baş sorumlusu olan AKP, şu anda ‘Yeni Türkiye’nin de iplerini elinde tutma hakkını elde etmiştir.” “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nin son etabı ise 12 Eylül darbesiyle başlatılmıştır: İddiasını Cumhuriyeti kurtarmakla tanımlayan 12 Eylül darbesi, Cumhuriyetin tasfiye sürecinde son etabın açılışını yapmıştır.

Cumhuriyet, kapitalizmin olası siyasi biçimlerinden birisidir. Ne kapitalizm cumhuriyete düşmandır, ne de cumhuriyet kapitalizme! Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren burjuvazinin iktidarı olmuş, onun önündeki engelleri kaldırmış, palazlandırıp güçlendirmiştir. Kapitalizmin ihtiyaçları da, Cumhuriyetçi reformları hızlandırmıştır. Örneğin harf inkılabı ya da ölçü birimlerinin değiştirilmesi, modern bir görüntü vermenin ötesinde, uluslararası kapitalist dünya ile ilişkilerin geliştirilmesine yöneliktir. Seküler değerlerin öne çıkarılması, modernleşmeci reformlar; dünya kapitalizmi ile ilişkiler için zorunludur. Çünkü; örneğin yeni moda tekstil ürünlerini tüketecek bir Türkiye pazarına emperyalist dünyanın ihtiyacı olduğu gibi, Türkiye burjuvazisinin de dünya kapitalizmine ihtiyacı vardır. Özetle, kapitalizm ile Türkiye Cumhuriyeti arasında hiçbir düşmanlık yoktur. Cumhuriyet, zaten bir burjuva cumhuriyetiydi, zaten kapitalistti. Ya da böyle değilse, kimin nesiydi, hangi sınıfındı, sınıf karakteri neydi, yoksa “küçük burjuva bürokratları” olan Kemalistlerle birlikte kurdukları cumhuriyet de sınıflarüstü müydü? Proleter sosyalist bir cumhuriyet olmadığı açıktı; Osmanlı devletinin feodal otokratik örgütlenmesinin yerini almıştı, feodal özellikler taşısa da, belirtici niteliği feodal olan bir cumhuriyet de değildi. Bir burjuva cumhuriyeti olduğu şüphesizdi.

Eğer, bir düşmanlıktan, kapitalizmin kendi cumhuriyetini çürütmesinden bahsedilecekse, “90. yıl tezleri” gerçeği ıskalamıştır. Kapitalizmin düşmanlığı, Osmanlı meşruti otokrasisi karşısında ilerici olan, ama tarihin tekerleğinin dönüşüyle gericileşen cumhuriyet rejimine değil, bağımsızlık, demokrasi ve işçi sınıfınadır; halk iktidarı ve sosyalizmedir. Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm çağı, burjuva demokratik değerlerin de burjuvazi tarafından ayakaltı edilip çiğnendiği bir dönemdir: “Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm su götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkârıdır.[3]

Türkiye Cumhuriyeti bağımsız, demokratik, laik, halk yığınlarının şu veya bu düzeyde temsil edildiği, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün olduğu, ulusal sorunun çözüldüğü bir cumhuriyet olsaydı ve böyle bir cumhuriyetten bugüne gelinseydi; kapitalizmin (doğrusu emperyalizmin, tekellerin) cumhuriyeti, yine daha doğru bir ifadeyle, bağımsızlığı, demokrasi ve laikliği “çürütüp” “tasfiye ettiği”nden bahsedilebilirdi. Oysa, durum böyle değildir.

TKP, “kapitalizmin cumhuriyeti çürüttüğü” tespitini yaparak; dolayısıyla bağımsızlığın, laikliğin ve demokrasinin tasfiye edilmesini kast ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ne, tarihi boyunca sahip olmadığı özellikleri monte etmektedir. Elbette, sorun, yalnızca 1920’li yılların ve günümüzün Cumhuriyeti’ne dair soyut bir tartışma değil, sınıflar mücadelesi ve bunun bir yansıması olarak partiler arasındaki mücadelede, bu tespitler üzerinden egemen güçlere yedeklenmektir.

DİNCİ GERİCİLİK, KAPİTALİST GERİCİLİĞİ TERCİH NEDENİ MİDİR?

Cumhuriyetin kapitalizm tarafından çürütülmesi” ve “solun Cumhuriyeti savunması”na yeniden döneceğiz. Ancak, gerek “çürüme” gerekse de “çürümeyi döndürme”, “Cumhuriyeti savunma” tespitleri ve tarihi AKP ile başlatıp AKP ile bitirme iddiası, “dinci gericiliğe karşı mücadele” adına kapitalist gericiliği savunma yaklaşımıyla doğrudan ilgilidir.

TKP, Türkiye’nin önünde, “Cumhuriyet’in tasfiye edildiği” ve cumhuriyetle kesinlikle bağdaşamayacak “ılımlı İslam” devletinin kurulduğu bir süreç görmekte; bir süredir bu sürecin işlediğini düşünmektedir. Emperyalizmin de böyle istediğini, dolayısıyla bu sürecin, “sol” da müdahale edemediği için, kaçınılmaz bir şekilde geliştiğini/ilerlediğini söylemektedir:

Bu bağlamda, uzun yıllar boyu emperyalist planların taşıyıcısı rolünü üstlenen Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz. 2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir. Nitekim Türkiye’nin güçlenen İslami tonu emperyalizmin din faktörünü kullanarak içinde yaşadığımız coğrafyayı yeniden şekillendirme planı ile uyumlu gelişirken, emperyalizmin askeri ve siyasi projelerine destek kesintisiz olarak sürmüştür. Bu misyonun taşıyıcısı olarak AKP, emperyalizmden olağanüstü bir destek almış, bu desteğin karşılığını da fazlasıyla vermiştir.

Yukarıda yaptığımız tartışmaya dönmek pahasına dikkat çekilmesi gereken nokta, TKP’nin mevcut düzeni laik olarak nitelemesi ve laikliği tehlikede görmesidir: “Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz.” “2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği, emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir.

AKP, dini siyasal amaçlarla kullanan, dinciliği olan bir partidir. Bu doğru. Ama Türkiye “2000’li yıllarda gericileşiyor, bunu yapan da AKP” denildiğinde, AKP öncesindeki Cumhuriyet’e demokrat ve laik nitelik biçildiğinde; AKP’ye karşı statükoyu, mevcut düzeni, üstelik “kapitalizmin çürütmesi”yle AKP’nin tasfiyeciğinden de korumak üzere bugünkü cumhuriyeti savunmak meşru görülebilmektedir. AKP, dinci gericilikten beslenmekte ve onu beslemektedir. Ancak AKP, dinci-şeriatçı bir fon üzerinde kurulmuş ve böyle bir zeminde hareket etmekle, tabanı ve oylarını buradan, dini kullanarak derlemekle birlikte, dinci-muhafazakar olduğu kadar ve asıl olarak tekelci burjuvazinin neo-liberal, emperyalizm işbirlikçisi partisidir. Tabanını buradan elde etmekle birlikte, onu hükümet yapan ve hükmetmeyi sürdürmesini sağlayan da, tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla AKP’nin bu çıkarları gerçekleştirmek üzere gereğini yapma ve neo-liberal politikaları uygulamadaki istek ve ısrarıdır. Dolayısıyla; günümüzde –on yıllardır egemenliğini sağlamış olan– tekelci burjuva gericiliğinin egemenliğini sürdürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak AKP ile birlikte ve 2000’li yıllardan itibaren gericileştiğini iddia etmek, en basitinden, gericiliği dinci-gericiliğe indirgemek ve tekelci gericiliğin 80 yıllık diğer biçimlerini ve esas önemlisi, asıl olarak –dinci gericiliği de kendisine bağlamış olan– tekelci gericiliği yok saymaktır. Öyle de olmaktadır. “2000’li yıllarda gericileşmiş” Türkiye’den bahsedilirken, karşısına ilerici ve modern Kemalizm konulmaktadır.

Ne Kemalizm, 1920’li yılların Kemalizm’idir, ne Cumhuriyet 1920’li yılların Cumhuriyet’idir. Günümüz Kemalizmi burjuva gericiliğinin bir ideoloji ve politika biçimidir (2000’li yıllardan önce, yani AKP iktidarda değilken de, bu, böyleydi), Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalizmi ve ilericiliği, tekelci burjuva gericiliğin Kemalizm’inde aramak boşunadır.

TKP, hem CHP gibi, burjuva gericiliğin zamane Kemalizm’ine ilericilik payesi biçiyor, dolayısıyla belirli bir biçimi (dincilik) şahsında kapitalist gericiliği yok sayıyor; hem de dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak kabul ediyor. Zararı var mı? Var. Dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak görmek, her şeyden önce tekelci burjuvazinin kendisini ve gericiliğini gözden kaçırmaya götürüyor; bazen Genelkurmay’a, bazen de CHP’ye ve egemen burjuva güçlere sempatiye dönüşebiliyor. Bunlara girmeyeceğiz. Ancak, dinci gericiliğe karşı mücadele iddiası ve diğer gericilik biçimlerini yok sayması, onu, AKP karşıtlığı adına, burjuva gericiliğinin cumhuriyetini, dolayısıyla kapitalist gericiliği savunmaya itiyor.

Dini argümanları kullanması ve dinci bir parti olması, AKP’ye karşı daha özgün bir mücadeleyi gerektirmektedir. Tekelci gericiliğin bir biçimi olarak dinsel gericilik, yığınların inanç ve gerici önyargılarına yaslanarak, yine yığınların yaşamlarını çekilmez hale getiren politikaları uygulamaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin dini-imanı olmadığını ya da neo-liberal bir parti olarak bunları çoktan hizmetine koşulduğu paraya tahvil ettiğini, dinsel argümanları da halk yığınlarının baskı ve sömürü politikalarına ikna edilmesi ve icraatlarının kutsallaştırılması, iktidarının uhrevileştirilmesi için kullandığını ortaya koyan bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Ancak, bu, dinci gericiliğin tekelci gericilikten ayrı ve bağımsız, hatta ona karşı gibi ele alınması, dinci gericiliğe karşı çıkılırken diğer gericilik biçimlerinin, en başta da kapitalist gericiliğin onaylanması anlamına gelmez.

CUMHURİYET TASFİYE EDİLDİ Mİ?

“90. yıl tezleri”, dinci gericilikle yatıp dinci gericilikle kalktığından, AKP ile “Kemalist laiklik bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.

“Tezler”e göre, Türkiye önceden laikti, ama AKP ile laiklik bitmiştir! Sadece laiklik değil, iddiaya göre, –AKP hükümetine kadar “gül” gibi bağımsız bir ülkemiz varken(!)– AKP ile hatta bağımsızlık da bitmiştir: “Bu adımların tamamının daha fazla bağımlılık anlamına geldiği aşikardır. Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içinde göreceli olarak daha bağımsız hareket etme şansı yoktur.

Emperyalizmle işbirliği halindeki dinci gericiliğin, kendisinden önceki “ilerici, laik ve demokratik” Cumhuriyet’i tasfiye ettiği tespiti yapılmakta, TKP’ye de; –kimsenin bir diyeceğinin olamayacağı– demokrasiyi, bağımsızlığı ve laikliği değil; ama bu değerlerin hiçbirisine sahip olmayan “mevcut” Cumhuriyet’i savunma görevi düşmektedir. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarı, zaten ne bağımsızdır, ne de demokratik. Öyleyse “tasfiye edilen” nedir? Emperyalizm, tekelci burjuva gericiliğinin cumhuriyetini mi tasfiye etmektedir?

TKP’nin; AKP’ye karşı çıkmak adına gerici ve işbirlikçi “mevcut” Cumhuriyeti savunması, AKP’ye sınıf perspektifiyle değil, bir bakıma “CHP gibi” muhalefet etmesi, Kürt sorunu ve laikliğe, diğer demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine buradan yola çıkarak uzak durmadaki ısrarı; onu ulusalcı-statükocu cepheye yakınlaştırmaktadır. Kendisini ayriyeten tanımlamaya ihtiyaç bırakmayan Türk Solu dergisi çevresi de, TKP’nin bu yaklaşımını mutlulukla karşılamaktadır:

Özellikle TKP’nin son operasyon (Ergenokon tutuklamaları –a.k) çerçevesinde aldığı tavır ve işbirlikçi ‘sol’la arasına koyduğu mesafeyi önemli buluyoruz. TKP, 6 Temmuz’da Taksim’de düzenlediği yürüyüşün çağrı metninde kendisi için bir ilke imza atarak Cumhuriyet’e sahip çıkma vurgusu yaptı. Çağrının başlığı ‘Ülkemizin ve Cumhuriyet’in sahipsiz olmadığını gösterelim’ şeklindeydi. Burada gene TKP’nin Ergenekon olayını; ‘AKP darbe tehlikesini bahane ederek kendi diktatörlüğünü kuruyor’ ve ‘Türkiye bir polis darbesi yaşamaktadır’ diyerek değerlendirmesi önemlidir. Gerçekten de yaşananlar, 12 Mart ve 12 Eylül sürecini aratmayacak olaylar.[4]

TKP de, burjuva gerici cumhuriyeti savunurken, bu odakları da dikkatle izlemekten ve onları kazanmaktan yanadır: “Bugün, iktidar partisi, gündeminde tuttuğu köklü dönüşümlerin her biri ile ilgili kapitalist Türkiye’nin ve devlet yapılanmasının farklı unsurlarından gelen dirençlerle karşı karşıyadır.

Farklı unsurlardan gelen direnç” olarak tanımlanan, gerici burjuva güçlerin geleneksel gerici cumhuriyet savunusudur. TKP, bu dinamiklere gözünü dikmeyi ve burjuva güçlere yol göstermeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda, ancak D. Perinçek’in “İşçi” Partisi’ne yakınlaşmakla tarif edilebilecek biçimde, çok açık konuşulmaktadır: “Eski düzene geri dönüş olmayacaktır, ama AKP’nin temsil ve ifade ettiği dönüşümün toplum tarafından kısa zamanda sindirilmesi de beklenmemelidir. Sosyalist hareket, başka şeylerin yanında işte bu zorlu sindirme sürecinin dinamiklerine gözünü dikmek ve yeni bir yol göstermek zorundadır.

Oysa, burjuva muhalefetin iddialarının aksine; “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nden değil, Cumhuriyet’in –ardından bir süre daha kalıntılarıyla idare edilen kuruluş döneminin kısa süreli ve zayıf bağımsızlıkçılığını bir yana bırakırsak– hiçbir zaman sahip olmadığı bağımsızlık, demokrasi, laiklik gibi değerlerin üzerinde daha fazla ve daha açıktan tepinildiğinden bahsedilebilir. Dolayısıyla mevcut cumhuriyetin, bağımsızlık ve demokrasi gibi, artık işçi sınıfının mücadele gündemi haline gelmiş özlemlerle payelendirilip “korunması, savunulması”, bunun siyasal İslam’a karşı mücadele ve sosyalizm hedefiyle yapıldığı iddiası, gerçekçi olmaktan uzaktır. Siyasal mücadelede karşılığı, hem teorik hem de pratikte ulusalcı-statükocu egemen güçlere yakınlaşma tehlikesini barındırmasıdır.

CUMHURİYET VE “SOL”

TKP tezlerinde; 12 Eylül darbesiyle birlikte “Cumhuriyet’in tasfiyesinde dönüm noktası”nın yaşandığı, tasfiyenin temel etkenlerinden birisinin de, “sol”un yenilgisi olduğunu belirtmektedir:

Daha sonraları, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist sistemde yerini sağlamlaştıran, 1950’lerde NATO’ya giren Türkiye ise, artık emperyalizmin ileri karakoludur. Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuştur. Bu koşulların ilki, 12 Eylül 1980’de solu yok etmek için girişilen huruç harekatıyla ortadan kaldırıldı. Türkiye solu Cumhuriyet’in kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüştü. İkinci koşul ise, 1990’larla birlikte geçersizleşti. Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğradılar.

Sonuçta, Türkiye’de “Cumhuriyet’in tasfiyesi” için TKP gerekli verileri toplamıştır: “Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuş”sa, Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğramış”sa, “Türkiye solu Cumhuriyetin kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüş”se; öyleyse “ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye” “gereksinim duymayacaktır. Ayrı bir devlete artık ihtiyaç duymayan emperyalizm, AKP’ye “Cumhuriyet’i tasfiye” görevini vermiştir. Tez böyledir!

Gerici cumhuriyeti savunma misyonu, işte böyle bir “plan” ve “görevlendirme”ye karşı ortaya çıkmıştır! “90. yıl tezleri”, emperyalizmin görünüşte bağımsız ama dişinden tırnağına kadar bağımlı devletlere bile tahammülü olmadığını iddia edip, emperyalizme ve dinci gericiliğe karşı, “sol”u, doruklarında tekellerin oturduğu burjuva diktatörlüğünün bir görünümünden başka şey olmayan –ve 1923 genç Cumhuriyet’inin ilerici değerlerinin kırıntısının bulunmadığı– burjuva cumhuriyetine sahip çıkmaya çağırıyor.

Oysa günümüz Cumhuriyeti, 1923’ün Cumhuriyeti değildir. Emperyalizmin; hele neo-liberal politikalarla ekonomik egemenliğini dünya ölçüsünde sağlamlaştırdığı, uluslararası siyasal ve askeri kuruluşlarla siyasal ihtiyaçlarını karşıladığı günümüz burjuva kapitalist dünyasında, resmi olarak bağımsız, ama ekonomisinden siyasetine ve sosyal hayatına kadar emperyalizme bağımlı bir Cumhuriyet’i beğenmeyip onu tasfiyeye girişeceğini söylemek, gerici burjuvazinin işçi ve halk düşmanı egemenliğinden başka bir şey olmayan mevcut statükoyu korumak adına hayali tehditler üretmekten başka bir anlama gelmemektedir. Emperyalizm ve AKP, tasfiye edilmiş bir cumhuriyet değil, olsa olsa, reforme edilmiş, yeniden yapılandırılmış bir cumhuriyet istemektedir. Onların düşmanlığı, kapitalizmin egemenlik biçimi olan burjuva cumhuriyetine değil, zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin de düşman olduğu bağımsızlık, laiklik, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinedir.

Yapılan, bilerek ya da bilmeyerek, tekelci gericiliğin sınıf egemenliğinin en tepe noktalarında oturduğu burjuva cumhuriyetini savunmaya çağırmak; “sol”u, burjuva kuyrukçuluğu yapmak üzere saf tutmaya davet etmektir. TKP’nin Cumhuriyetçiliği, Cumhuriyet savunusu; burjuva gericiliğinin statükoculuğuyla birleşme tehlikesi taşımaktadır.

SOSYALİZM, DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE CUMHURİYET

TKP’nin “Cumhuriyet’in tasfiyesi” tespiti, bu tespit üzerinden, “sol”a, “eski” (tabii ki sınıf niteliği bakımından “eski”si-“yeni”si yok, tek bir Cumhuriyet vardır) cumhuriyeti ve kazanımlarını savunma misyonu biçmesi, bir süredir devam eden siyasal çizgisidir. TKP’nin dönem dönem burjuva gericiliğinin “laiklik” (doğrusu laikçilik) ve modernizmine sempatisi görülse, Genelkurmay’ın bazı açıklamalarını üstü kapalı onaylasa da, bu kadar açık biçimleriyle gerici Cumhuriyet savunusu nispeten yeni bir “açılım”dır. Oysa aynı TKP, kısa bir süre önce, bırakalım Cumhuriyet’in savunulmasını bir hedef olarak belirlemeyi, YÖK’e karşı çıkmanın, ona karşı eylem yapmanın bile sosyalizm hedefiyle uyuşmadığını, kapitalizm çerçevesinde politika üretmek anlamına geldiğini savunuyordu. TKP’ye göre, savunmak bir tarafa, uğruna mücadele edilecek demokratik talepler bile olamaz, demokrasi hedeflenemezdi. Bu nedenle, YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım tarihlerinde de kendisine başka meşgale bulmak için AB karşıtı eylemler yapmıştı.

Yine, Kürt sorununun çözümüne, demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleye sıra gelince, “bunlar gündem değil”, “bunlar sosyalizmde çözülecek” yaklaşımıyla demokrasi mücadelesinin dışında kalmayı tercih etti TKP. Bunun teorisini de yaptı. Demokrasi mücadelesini rafa kaldırmak için “Demokratik devrim bir olanak veya zorunluluk veyahut bir öngörü değil, kesinlikle bir zaaftır.[5] denildi. Hatta Lenin’in demokratik devrim stratejisi bile eleştiri süzgecinden geçirildi: “Bir devrimci demokratik diktatörlüğün ya da demokratik devrim perspektifinin program anlamında benimsenmesi çağdışılıktır.[6]Lenin’in anlayışının zayıf noktası ise, kendi içinde çelişkili olan ‘proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü’ fikri idi.

Menşeviklerin de fikri böyleydi; Çarlık otokrasisinin devrilmesi içerikli demokrasi mücadelesi burjuvaziye bırakılmalı, onun meşruti monarşisi ya da cumhuriyetiyle yetinilmeli; sadece sosyalizm için mücadele yürütülmeliydi. Burjuvaziyle anlaşma, sınıf işbirliği, burjuva cumhuriyetiyle avunma.. – bunlar Menşeviklerin başlıca işleriydi, bu nedenle, örneğin “İki Taktik”te Lenin’in özetlediği “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nü anlamayıp Lenin’in “zayıf noktası” saydılar. Lenin “Kazanmayı göze alıyor muyuz?” diye soruyordu; göze alamıyor ve Çarlığın devrilmesiyle kurulacak iktidarı, bu iktidarı almak için yürütülecek demokrasi mücadelesiyle birlikte gönül hoşluğuyla burjuvaziye terk ediyorlardı. Sosyalizmin amaç edinilmesi, demokrasi mücadelesini gönüllü olarak burjuvaziye bırakıp bu mücadelenin dışında kalınmasının Menşevikçe gerekçesiydi.

“Sosyalizm” için mücadele, TKP’nin de demokrasi mücadelesinin dışında kalmasının gerekçesi oldu. Kürt sorunu ve demokratik içerikli ulusal hak eşitliği talebi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eder[7] denilerek, tümüyle inkar edildi.[8] Ama sıra, sözde laik, modern biçimli gerici cumhuriyete gelince, TKP dayanamadı; AKP’nin “yenilemeciliği”, yeniden yapılandırmacılığı karşısında, “eski” Cumhuriyet’in savunulması görevini kabul etti.

Kuşkusuz –içeriği ve ne idüğü belirsiz genel bir Cumhuriyet ya da mevcut gerici Cumhuriyet değil– demokratik ve bağımsız bir Cumhuriyet, işçi sınıfı iktidarının yolunu açacak hedeflerden, anti-emperyalist demokratik devrimin bugünden masa başında belirlenemeyecek iktidarının olası biçimlerindir. Marx ve Engels de; zamanında Almanya’da işçi sınıfı iktidarı için en uygun zeminin demokratik bir cumhuriyet olduğunu tespit etmiş, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin önüne hedef olarak “demokratik cumhuriyet”in konulması için mücadele etmişlerdir.[9] Yine Lenin de, Çarlık Rusya’sında sosyalist devrime giderken, “demokratik cumhuriyet”i, demokratik devrimi, stratejik (ama geçici, proletarya diktatörlüğüne giden yolda bir aşama) bir hedef olarak belirlemiştir.

Lenin; işçi sınıfı ve halkın demokrasi mücadelesinin, demokratik siyasal dönüşümlerin ve devrimlerin, sosyalist devrimi yakınlaştıracağını açık olarak ifade etmiştir:

Gerçekten, demokratik bir yöndeki siyasal dönüşümler ve hele siyasal devrimler hiçbir zaman ve hiçbir durumda, koşullar ne olursa olsun, sosyalist devrim sloganını ne gölgede bırakabilir, ne de güçten düşürebilir. Tersine, sosyalist devrimin tabanını genişleterek, yeni küçük burjuvazi katmanlarını ve yarı proleter yığınları sosyalizm savaşına sürükleyerek, sosyalist devrimi yakınlaştırmaktan başka hiçbir şey yapmazlar.[10]

Zaten, emperyalizm çağında tekelci burjuvazi ilerici barutunu tüketmiştir. Bu nedenle “Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.[11]

Dolayısıyla, emperyalizm çağında demokratik hak ve özgürlükler, bağımsızlık, ulusal eşitlik ve laiklik gibi demokrasi mücadelesinin talepleri burjuvaziye bırakılamayacak ve ondan beklenemeyecek kadar önemli ve işçi sınıfının mücadele gündemleridir. Türkiye gibi, emperyalizme bağımlı, ulusal sorununu çözememiş, laik olmayan, demokratik hak ve özgürlüklerin olmadığı bir ülkede bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi tartışılmaz önemdedir; işçi sınıfının görevlerindendir. Dolayısıyla TKP’nin demokrasi mücadelesinin dışında kalma olarak ifade edilebilecek “ekonomist” tutumu son yıllarda değişmiş; ancak bu, sosyalistçe bir değişiklik olmamış; demokrasi mücadelesiyle ilgisi olamayacak şekilde, Menşevik tarzda gerici cumhuriyete sahip çıkma ve bu noktadan gerici burjuvaziyle buluşmaya sürüklenme biçimini almıştır.

Bu ilerleme midir? Kuşkusuz değildir. Çünkü TKP, bağımsızlık, demokrasi ve laikliği değil, “eski” Cumhuriyet’in tasfiyesine karşı onu savunma misyonunu üstlenmek istemektedir. Düzen-içi güçlerin bunu yapmakta başarısız kaldığını, “Kemalizm ve onun siyasal sözcülüğüne oynayan CHP’nin, sürece müdahale edebilecek iradeden yoksun” olduğunu, dolayısıyla bu tarihsel görevin de “sol”a düştüğünü belirtmektedir. Demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakmaktan daha kötüsü: Demokratik bile olmayan, burjuva gerici içerikli “işleri” üstlenme!

İşçi sınıfı ve onun politik hareketi olarak “sol”un savunacağı, sanki sınıf karakterinden yoksunmuş gibi, içi boş ve belirsiz bir cumhuriyet ve onun kazanımları değildir. Cumhuriyet’in tarihi boyunca tutarlı ya da tutarsız bir şekilde sahip olmak bir yana, kuşkusuz karşı olduğu ve daima bastırmaya çalıştığı demokrasi –ve eğer eklemek gerekiyorsa, bağımsızlık– mücadelesidir, savunulacak olan. İktidar dizginlerini tekelci burjuvazinin elinde tuttuğu, burjuvazinin siyasal düzeni ve cumhuriyeti karşısında demokratik ve bağımsız bir cumhuriyeti savunmaktır, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine düşen.

CUMHURİYET VE KÜRT SORUNU

TKP, cumhuriyetin varlığından kaygılıdır. Onun AKP eliyle tasfiye edildiğini, AKP’nin de “açılım” yoluyla ülkeyi bölmeye çalıştığını düşünmektedir:

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına dair yürütülen tartışma hiç kuşkusuz 1923 referanslarının yok olmasıyla bitmeyecektir. Bu sınırların somut olarak değişmesi, cumhuriyetin ülke yapısında köklü revizyonlara gidilmesi gibi olasılıkların hepsi somut olarak gündemdedir.

“Sınırlara dair 1923 referansları” nedir? Misak-ı Milli sınırları. Ya da bugünkü sınırlar. Peki, bu sınırlar ne ile çizilmiş ve devam ettirilmiştir. Temel yönlerinden biri olarak, Kürt halkının demokratik içerikli dil, kültür ve ulusal hak eşitliği taleplerinin baskı altına alınması ve mücadelelerinin ezilmesidir bugünkü sınırları oluşturan. İşçi sınıfı, elbette, bağımsız ve demokratik bir ülkede, eşit haklar temelinde iki halkın kardeşçe birliği için mücadele eder. Ancak, burjuvazinin zor ve baskı aygıtıyla çizdiği ulusal sınırları da, burjuva güçlerin yaptığı gibi tartışılmaz kırmızı çizgiler olarak görmez. Ulusların kendi kaderini tayin hakları (UKKTH) vardır ve bu hak her ulus için geçerlidir. Hele komünistler hiçbir ulusun zorla dayatılmış sınırlar içinde tutularak ezilmesini benimseyip destekleyemez. TKP’yse, UKKTH diye bir hak tanımaz, tersine, “ulusal sınırlar”dan kaygılıdır. AKP’nin ülkeyi bölmeye çalıştığından endişelidir. Keza, bir dönem de “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” sloganını öne çıkarmıştır. Seçim bildirgesindeki Kürtlere yönelik “ayrılmaktan medet umma” iddiası da, Kürtlerin hak ve özgürlüğü, kendi kaderini tayin hakkını yok saymaktan, ülkenin zorla sürdürülen “bölünmez bütünlüğü”ne ilişkin kaygıdan kaynaklanmaktadır. Bu kaygı, “Her türlü ayrımcı politikaya karşı azınlıkların haklarını savunan KKE ve TKP azınlıkların, bölge halklarının katledilmesine neden olabilecek emperyalist planların bir ‘aracı’ değil, Balkan halkları arasında bir dostluk köprüsü olmalarını savunmaktadır” tutumunun ifade edildiği önceden sözünü ettiğimiz 23 Mart 2011 tarihli KKE-TKP ortak açıklamasına açıktan yansıdı. Yunan Partisi Epir’de Makedon azınlığın Yunanistan için teşkil ettiği “ayrılıkçı tehlike”ye, TKP’yse Kürtlerin oluşturduğu aynı tür “tehdit”e karşıydılar ve “ayrılıkçılık karşıtlığı”nda anlaşma halindeydiler: Makedon ve Kürt “azınlıkları”, doğru deyişle bu iki ezilen ulus ayrılma dahil ulusal hak eşitliği peşine düştüklerinde “emperyalist planların aracı” oluyor; ama işbirlikçi Yunan ve Türk gericiliğine bağlı kalmayı sürdürdüklerinde “halklar arasında dostluk köprüsü” oluyorlardı!

Dolayısıyla, Kürt sorununun çözümü, demokratik ve bağımsız bir ülke kurulması mücadelesi, TKP’nin artık tasfiye olduğunu ileri sürerek “eskimiş” saydığı baskıcı, inkarcı Cumhuriyet’in savunulmasına karşı da mücadeleyi gerektirir. İşçi sınıfı ve emekçiler için birlik ve ortak mücadele; bu “eski” cumhuriyetin baskıcı ve zora dayalı birliği değil, bir mücadele konusu olan gönüllülük ve hak eşitliği temelinde birliktir.

LİTERATÜRE BURJUVA “KATKILAR”!

TKP’nin tezlerinin içeriği bir yana, tezlerde ifade edilen yeni kavramlaştırmalar da dikkat çekici. Aslında kavramlar yeni ya da bilinmedik değil. Neo-liberal ve küreselleşmeci rüzgarın soldaki yansımaları ya da liberalize neo-Marksistlerin literatüre “katkıları” olarak yorumlanabilir.

“90. yıl tezleri”nde, örneğin “solun toplumsallaşması”ndan bahsediliyor. Solun “toplumsallaşamama” nedenleri ise şöyle özetleniyor:

Solun toplumsallaşamamasında, sermaye sınıfının sola ve emekçi sınıflara saldırılarına karşı zamanında ve güçlü bir direnç oluşturmayı başaramamanın önemli payı bulunmaktadır. Solun toplumsallaşamamasında, sola da sızan ya da sızdırılan liberalizmle hesaplaşmayı tamamlayamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında sık sık karşılaştığımız bencilliğin, küçük hesapların payı vardır. Solun toplumsallaşma hedefinde başarılı olamamasında gericiliğe karşı bir direnç odağı oluşturan toplumsal kesimlerin, örneğin gençlerin, Alevi yoksullarının belirli bölmelerini sosyalizm mücadelesine örgütlemekteki başarısızlığın ve bu kesimleri sosyal demokrasinin etki alanından kopartacak müdahaleleri yapamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında Kürt sorununda en başa emekçi sınıfların birliğini ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını, sosyalizm mücadelesini yazarak hareket etmemiş olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında parçalanmış ve özgül bir siyasallaşma barındırmayan, ancak giderek artan sömürü koşullarına maruz kalan işçi sınıfını sendikal politikanın dar hesaplarına terk etmenin rolü bulunmaktadır.

“Sol” ile ne kastedildiği, sınıflardan bağımsız bir “sol” olup olmadığı ya da küçük burjuva solculuğunu dışında tutup tutmadığı ayrı bir tartışma olarak kalsın. Kastedilen, “sol”un kitleselleşmesi, kitlelerle buluşmasıdır. Ancak literatüre bir katkı gibi, “solun toplumsallaşması”ndan ya da “toplumsallaşamaması”ndan bahsetmek; bu kadar basit olmasa gerek. “Toplumsallaşma” kavramının “90. yıl tezleri”nde kullanılması, işçi sınıfının üretim araçlarının toplumsallaştırılması hedefiyle bağlantılı olarak ele alınıp, küçük bir benzetme olarak da algılanabilir. İşçi sınıfının üretim araçlarını toplumsallaştırması, burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını ve kapitalist toplumun uzlaşmaz karşıtlığının çözülmesini gerektirir. Ancak, burjuvazinin olmadığı (tasfiye edildiği) ya da proletarya iktidarı kurularak burjuvazinin mülksüzleştirilmeye başlandığı ve toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından arındırıldığı/arındırılmaya başlandığı (geriye, işçi sınıfıyla köylülük arasında olan gibi uzlaşabilir karşıtlıklar kalır şüphesiz) bir toplumda üretim araçlarının, yalnızca üretim araçları değil bununla bağlantılı olarak dağıtım, bölüşüm ve iletişim araçlarının toplumsallaştırılmasından bahsedilebilir. Bunun dışında bir toplumsallaştırma, TKP’nin dönem dönem karıştırdığı burjuva devlet mülkiyetine denk düşer ki, bu da, burjuva mülkiyetinin kolektif biçiminden başka bir şey değildir.

Gelelim, “sol”un toplumsallaşmasına… TKP, toplumsallaşamadı diyor, “sol” için. Neden toplumsallaşmalı “sol”? Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış, sınıflar arasındaki mücadelenin süregeldiği bir toplumda, genel bir toplumsallaşma mümkün müdür? Böyle bir toplumsallaşma, ancak, liberal “sol” ya da düzen-içi sınıfsız, “vatandaşlıkçı” “sosyalist”lerin oy sayısını arttırma, seçmen portföyünü genişletme, üye sayısını arttırma; burjuva, küçük burjuva, esnaf ya da işçi fark etmeden, tabanını geliştirme çabasına denk düşmektedir. İşçi sınıfı içindeki çalışmayı merkezine almayan, küçük burjuvazi, aydın ve öğrenci gençlik içinde genel bir “sol” propaganda yürütmeyi merkezine koyan sınıf-dışı çalışma tarzının işçileşmek/bolşevikleşmek yerine toplumsallaşmaktan bahsetmesi çelişki değil, zorunluluktur. Oysa, gerçek bir komünist parti, işçi sınıfına dayanır; çalışmasının merkezine onu koyar; hedefi de daha fazla işçileşmek olur. Elbette, aydınları, küçük burjuvaziyi de dışlamaz, kazanmaya önem verir. Ancak, “toplumsallaşma” gibi, kapitalist toplumda fulü renkler arzeden, sınıf farkı gözetmeyen, son dönemde popülerleşen “yurttaşlık”, “vatandaşlık” bağını öne çıkartan ve sınıf mücadelesine yer bırakmayan “yeni-sosyalizm” modellerinden esinlenen burjuva kavramları kullanmaz.

Tezlerin başka bir bölümündeyse, “Türkiye solunun kendi içinde enerji tüketmek yerine toplu bir çıkış gerçekleştirmesinin, solun insan kaynaklarını yenileyici ve halkta sola dair zaman içinde oluşan kuşkuları azaltıcı bir etki yapacağının kesin olmasıyla açıklanabilir. denilmektedir. “İnsan kaynakları” kavramı, günümüzde oldukça moda. Uluslararası rekabetin arttığı, kâr oranlarının yükseltilmesinde emek gücü maliyetleriyle birlikte emek gücünün niteliğinin de oldukça önem kazandığı günümüzde, “insan kaynakları, insan sermayesi, beşeri sermaye” gibi kavramlar, Dünya Bankası ajandalarından şirket sözleşme ve reklamlarına kadar, burjuva literatürde oldukça popüler. Bu popülarite, “tezler”i de etkilemiş olmalı ki; “kadro”, “genç işçiler” gibi somut kavramlar yerine “insan kaynakları” gibi burjuva popüler literatür kullanılmaktadır. TKP’nin tezlerinde ve diğer materyallerinde, liberalize “yeni” kavramlarla sık sık karşılaşmak mümkündür.

“YENİ TÜRKİYE”DE ESKİ STRATEJİ!

Toparlayacak olursak; TKP’ye göre; “AKP, Türkiye kapitalizminin iki yüzyıllık macerasında yeni bir evreye geçişi, bir dönemin kapanışını kendi iradesinin ötesinde nedenlerle temsil etmektedir. Bir dönemin kapanışı dediğimiz şey, yukarda açıkladığımız gibi, bir ilerleme, yeni ve üst bir safhaya geçiş olarak görülebilecek bir şey değildir.

TKP’ye göre, “Cumhuriyet bitmiş”, dinci bir devlet kurulmuştur. “Eski” Cumhuriyet’in bağımsızlığı, laikliği de elden gitmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.

Örneğin laiklikten artık bahsedilemez! “Kemalist laiklik bitmiştir. Ya AKP’nin dayattığı dinsel çizgi toplumsal ve siyasal yaşantıda ağırlığını artırmaya devam edecek ya da sol laikliği sınıfsal bir perspektifle Türkiye’ye kabul ettirecektir. Bunun ortası yoktur; laikliğin sistem içi bir çıkış olanağı kalmamıştır.

Ya da bağımsızlık tükenmiştir. “İkinci Cumhuriyet’in, örneğin bağımsızlığı milliyetçilikle bağlantılı kör bir hayal, devletçiliği ve sosyal devleti kumanda ekonomisinin ve eski düzen elitlerinin toplumsal mühendislik etkinliği, aydınlanmayı İslam düşmanı entelektüel elitin bir kültürel dayatması olarak damgalayıp rafa kaldırması, sosyalist hareket tarafından bir ilerleme olarak görülemez. Yeni düzen ‘katı olan her şeyi buharlaştırmamakta’, tersine Türkiye’yi yeni ve geri bir kalıbın içine dökerek katılaştırmayı hedeflemektedir.

TKP’nin tasvir ettiği günümüz AKP düzeni böyledir. AKP, bağımsızlığı statükocu kaba bir milliyetçilik olarak görmektedir. Bu nedenle, ideolojik bir yeniden yapılandırma süreci hem dünyada hem de Türkiye’de işletilmektedir. AKP, “tezler”de belirtilenleri yapmıştır, doğrudur. Ancak, AKP’nin yaptıkları, AKP öncesi yapılanlardan daha pervasızca olmakla beraber, tamamen farklı mıdır?

TKP, önemli farklılıklar görmektedir. “Birincisi, bağımsızlık ve egemenliğin bir siyasal kalıntı haline getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasından çıkarılmasıdır. İkincisi, sınır tanımayan, bazen doğrudan AKP’nin fren koyma çabalarına bile inanılmaz bir akışkanlıkla kafa tutan gericileşme ve dinselleşmedir.

Dincileşme bir yana, “birinci” faktör bakımından, biz, böyle bir sürecin çok daha önce, 1930’larda yaşanmaya başlandığını sanıyorduk! Bu kadar aklamacılık olmaz. M. Kemal ve İ. İnönü’ye bağımsızlık ve egemenliğinin elden çıkarıcılığı yakıştıramadınız, gönlünüz elvermedi diyelim; peki, Bayar-Menderes hükümeti, Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbe hükümetleri, Özal, Çiller, Yılmaz, Bahçeli’nin de yer aldığı Ecevit hükümetleri de bağımsızlık ve egemenliği kalıntı haline getirememiş de savunmuşlar mıydı? Yani, Türkiye bağımsız bir ülkeydi; emperyalizme karşıydı da; AKP mi onu bağımlı hale getirdi? Ya da Kemalist laiklik, gerçek bir laiklik miydi? “Sosyal devlet”ten söz açılması, dünyada sosyalizmin varlığı ve etkinliğinin bir ürünü olmanın ötesinde, yalnızca eskimiş yasalardaki bir argümandan öte bir şey miydi? AKP’yi milat olarak almak, tüm kötülükleri AKP ile başlatmak mümkün müdür? AKP’nin de sadece dinciliğini görerek, dinci gericiliği tek gericilik biçimi saymak, AKP öncesindeki kapitalist-emperyalist gericiliği, bağımlılığı, demokrasi düşmanlığını göz ardı etmek nedendir? Elbette, AKP ile emperyalizmle ilişkiler daha da geliştirilmiş, emekçilere yönelik saldırılar pervasızca uygulanmış, ülkenin kangrenleşmiş sorunları ayyuka çıkmasına rağmen çözümsüzlük devam ettirilmiştir. Ancak, bütün bunlar, AKP öncesi dönemin, Cumhuriyet boyunca devam eden burjuva, tekelci gericiliği yok saymanın, dolayısıyla dinci-gericiliğe alternatif olarak sunulan tekelci gericiliği ve cumhuriyetini savunmanın, AKP’ye karşı modern-laik gericiliğin yanında saf tutmanın gerekçeleri olamaz.

Statükocu Cumhuriyet savunuculuğunun burjuva güçlerle aynı platformda yer almak anlamına geldiğini gören TKP, klasik bir şekilsel düzenlemeye ihtiyaç duymuştur: “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. AKP’nin kuruluşunu tamamlamak üzere olduğu ‘yeni Türkiye’nin tek alternatifi sosyalist bir Türkiye’dir. Böyle denilmektedir. Klasik ve geleneksel olan da budur. Şefik Hüsnü revizyonizmi de Kemalist ulusal burjuvaziyi, komünizm hedefine yakınlaşmak için desteklemiştir. Kürt isyanlarının bastırılması, yine M. Kemal’in anti-emperyalizminin desteklenip savunulmasının yanı sıra sosyalizm adına onaylanmıştır. Keza, liberal solcular da, AKP’nin açılımlarını, sosyalizme giden yolda demokratikleşme olarak açıklamışlar, “küreselleşme”yi bile “komünizmi yakınlaştırdığı” için savunmuşlardır. Menşeviklerin “demokrasi mücadelesi bizim işimiz değil” gerekçesiyle siyaseti burjuvaziye bırakması, Kautsky’nin “ultra emperyalizmi”, “Avrupa Birleşik Devletleri”nin, şimdiyse AB’nin savunulup desteklenmesi hep “sosyalizm için”dir! Şimdi de “90. yıl tezleri”, “eski” statükonun, mevcut gericiliğin savunusunu, sosyalist Cumhuriyet amacına uydurmaya çalışmaktadır.

Ancak, politikada, öznel hedefler; partiler arasındaki mücadele ile kendini gösteren sınıflar mücadelesinde hangi konumda bulunulduğuna, hangi sınıf ve katmanların politik ihtiyaçlarına cevap verildiğine göre anlam kazanabilir. TKP, bu yaklaşımıyla AKP’li “yeni” statükodan zarar gören ya da geleneksel siyaset biçimini revize etmekte bir süre inat eden gerici burjuva yaklaşımın platformuna düşme tehlikesi içindedir. Seçim platformu da bu çizgiyle uyum içerisindedir. Sınıfa, onun talep ve ihtiyaçlarına yaslanarak sınıfının kendi iktidarını kurması yolunu tutmayan, tersine burjuva reformcu, CHP tipi ve onun sınırlarını aşmamaya özen gösteren, temel sorunlara ve burjuvaziyle karşı karşıya gelecek konulara değinmeyen bir muhalefet öngörülmektedir.



[1] Sorun olan halkı oy vermeye çağırmak değildir. Seçimlerde elbette oy istenecektir. Ancak, 500 bin oy ile sorunların çözüleceğini, bu işi de halkın oy verdiği “özne”nin halledeceğini öngören, yani halkın işini seçim dönemlerinde oy vermekle sınırlayan yaklaşım sorunludur. Bu, sınıfın yerine kendini, sınıf mücadelesinin yerine ondan bağımsız parti mücadelesini koyan yaklaşımdır ki, bu idealizmin, üstenciliğin kendisidir. Dolayısıyla oy istemek parlamentarizm değildir; oy isterken, yığınları mücadeleye sevk edecek yaklaşım yerine, halkın misyonunu oy vermekle sınırlamak, çözümü sınıf mücadelesinin dışında “oy” mücadelesine indirgemek parlamentarizmdir.

[2] TKP’nin “90. Yıl Tezleri”nden. Yapılan alıntılar, aksi belirtilmedikçe, “90. Yıl Tezleri”nden alınmıştır.

[3] V. İ. Lenin, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2001.

[5] Kemal Okuyan, “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar“, Sosyalist Devrim Teorisi, NK Yayınları, İstanbul, 2005, s. 83

[6] Okuyan, s. 83

[7] Metin Çulhaoğlu, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, Gelenek, Sayı: 98, İstanbul, Şubat 2008, s. 69

[8] Sadece Çulhaoğlu değil, ama K. Okuyan da içinde, TKP, UKKTH’nın bir Marksist ilke ve bu açıdan benimsenebilir olmadığını ileri sürüp savunmaktadır; ancak bu, pragmatizm göstergesi olarak, çeşitli nedenlerle ve işine geldiğinde değişebilmektedir. Son olarak Yunanistan Komünist Partisi ile TKP’nin yayınladıkları ortak açıklamada, Yunan partisinin görüşüne uyum göstererek, TKP  tarafından “Bütün halkların, kafasına silah dayanmaksızın, emperyalist müdahaleler olmaksızın kendi geleceklerini tayin etme hakkını tüm gücümüzle savunacağız. Bu ilkeye dayanarak, Avrupa ve Amerika’nın emperyalist güçlerini içeren BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararın ardından Libya’ya karşı gerçekleştirilen emperyalist müdahaleyi lanetliyoruz.” biçiminde savunulması, bu ideolojik tutum “esnekliği”nin örneğidir.

[9] Karl Marx, Friedreich Engels; Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2002, s. 87

[10] V. İ. Lenin, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, Ankara, 1999, s. 13

[11] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s. 51

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑