EMEP’in seçim taktiği ve emek, barış ve demokrasi bloğu

Her seçim dönemi, ülke­deki siyasi odakların, ülkenin, halkın sorun­larıyla kendi içinde bulundukları partilerin, siyasi çevrelerin sorunlarının, bağlı oldukla­rı kliklerin çıkarlarını nasıl bağdaştırdıkları­nı ya da; kendi çıkarlarıyla halkın çıkarları arasındaki çelişmede nerede durduklarını göstermenin vesilesi olur. Aslında partilerin ve siyasi odakların taktikleri bu çıkarların ifadesidir. Çünkü sonuçta belirli bir zaman aralığında alınan tutumlar ve bunların hal­ka iletilmesinin sonucu ortaya çıkan tepki­ler, bu siyasi odakların pozisyonlarını herkesin gözleri önüne serer.

Bu yüzdendir ki; halkın karşısına çıkan sermaye partilerinin hemen tümü, “halk ne istiyorsa” onu vaat edip, “oyu almanın uz­manı” olmuşlardır. “Uzmanı” oldukları ko­nu olduğu için halkı aldatabilmektedirler, ama halkı aldatmak için başvurdukları yol ve yöntemlerin toplamı olan “seçim taktikle­ri” bu partilerin halk karşısındaki konumu­nu açığa vurur. Örneğin CHP’sinden AKP”sine, MHP’sinden YTP’sine kadar tüm partiler, halkın kafasını karıştırıp, yaratıla­cak sisli ortamda, daha çok kişinin kurduk­ları ağlara takılmasını beklemekten ibaret bir yöntem izlemektedirler. “Erken seçim” kararı alınmasına varan süreçteki komplo­lar, alınan bu kararı ortadan kaldırmak için çevrilen akıl almaz dolaplar, yargının çıplak siyasete soyunması ve doğrudan partileri ta­rif ederek onlara karşı yasadışı yetkiler kul­lanmaya kalkılması, … Sermaye güçlerinin kendi güç dengeleri içinde; sonuçta halkın iradesinin sermayenin güçlerinin iradesine bağlanarak onların ihtiyaçlarına en uygun bir parlamento oluşturma amacının parçala­rıdır.

Başta işçi sınıfı partisi olmak üzere, emekçi sınıfların çeşitli türden partilerinin seçim taktikleri ise; halkın kendi çıkarlarını savunma, halkın bilinç ve örgütlenme düze­yini geliştirici, dolayısıyla işçi ve emekçilerin talepleri etrafında sermaye güçleri karşısın­daki mücadelesini güçlendirici bir taktik olarak şekillenmek durumundadır. Bu yüz­den de seçim dönemleri aynı zamanda emekten, demokrasiden yana olma iddiasıy­la politika yapan partilerin halkın çıkarları ile kendi parti (grup, klik, çevre…) çıkarları arasındaki uygunluk ya da çelişmeyi gösterirken, aynı zamanda bu partilerin politik birikim ve duyarlılıklarının da ifadesi olur.

Politika alanı aşırı bir biçimde çürümüş olduğundan, yapılanların yorumlanması için sayısız türden bahaneler bulunabilirse de, seçim dönemlerinde politik tansiyonun yük­sekliği, yapılanların halkın gözünden kaç­masını zorlaştırır.

Özellikle, 3 Kasım’da seçimlerin yapıla­cağının ilan edilmesiyle başlayan ve son de­rece “sıkışık” olarak gelişen süreçte, partile­rin tutumları çok daha net bir biçimde orta­ya çıkmaktadır. Hükümetin bozulması için başlatılan ve Derviş’in yönetiminde bir hü­kümet oluşturmayı amaçlayan, ancak DSP’nin parçalanması ve bu oyunun bozul­masının ardından 3 Kasım’da bir seçimin gündeme gelmesi, sağdan sola bütün siyasi partilerin amaçlarını, bu süreçten beklenti­lerini ortaya koymuştur.

Burada süreci, 3 Kasım seçimlerinde alınması gereken tutumu, emekten yana ol­duğunu iddia eden çevrelerin taktiklerini, EMEP’in seçim taktiğinin temellendirilmesi ekseninde ele alacağız.

EMEP’İN SEÇİM TAKTİĞİNİN ESASI EMEKÇİLERİN KENDİ TALEPLERİNİ SAVUNMASININ GÜÇLENDİRİLMESİDİR

1999’da, Emek Platformu’nun kuruluşu günlerinde, Özgürlük Dünyası ve Evrensel’deki tartışmalarda, Emek Platformu’nun sunduğu olanaklardan söz ederken, “Eğer Emek Platformu’ndaki emek örgütleri, emekçilerin taleplerine sahip çıkmada yete­rince kararlı olurlarsa; işçilerin, emekçilerin Emek Platformu’yla seçimlere katılabilece­ğini, sınıf partisinin, sorunu böylesi geniş bir perspektif içinde ele alması gerektiği” perspektifi anımsanacaktır. Aynı tartışma çerçevesinde, Emek Platformu programına itirazlarımıza karşın, eğer emek örgütleri bu programı sahiplenirse, böyle bir prog­ramla seçimlere gidilebileceği, 3-4 yıl önce­den başlanarak Özgürlük Dünyası’nın, Evrensel’in, EMEP’in gündeminde olmuştur.

Çünkü Emek Platformu, işçi ve kamu emekçilerini sendikal konfederasyonları başta olmak üzere 16 emek örgütünü bir araya getirmiş; platform dışında kalan iki önemli emek örgütü TZOB ve TESK’e bağlı birlik ve odaların üyeleri de tarihlerinde gö­rülmedik bir biçimde binler, on binler halin­de sokaklara dökülmüş bulunuyorlardı. Do­layısıyla emek örgütleri; başlarındaki yöneti­cilerin politik görüş ve tutumlarından ba­ğımsız olarak sermaye güçleri karşısında emeğin güçleri biçiminde bir araya gelerek, “kendiliğinden” (herhangi bir siyasi odak ta­rafından yönlendirilmeksizin) bir “siyasi” tu­tum (Engels’in siyasi mücadeleyi, “sınıfın sı­nıfa karşı mücadelesi” olarak tarif ettiği ha­tırlansın) almış bulunuyorlardı.

Son birkaç yıldır tartıştığımız bütün za­aflarına karşın; eğer bu ayrışma, sendikal bürokrasinin arkadan hançerlemeleri ve platform içindeki emek örgütlerindeki kimi siyasi eğilimlerin (solculuk adına Emek Platformu’nu küçümseyen, dağılması için sık sık tutum ifade eden çevreler -ki bunla­rın içinde DİSK ve KESK içindeki “solcu­lar” baştadır-) saptırma gayretleri, platfor­mun bileşimi karşısında burun kıvırmalar, işi yokuşa sürme çabaları aşılabilseydi, 2002 3 Kasım seçimlerinde işçiler ve tüm emekçiler, yığınlar içinde otoriteye sahip bir organizasyona sahip olacak; bu organizas­yon etrafında bir “seçim bloğu” oluşturmak çok kolay olacaktı.

Ancak geçen süre içinde Emek Platfor­mu, yukarıda sözü edilen çevrelerin, özellik­le de Bayram Meral kliğinin baltalamalarına imkân sağlayan, bilinen ve ÖDP’de de çok tartışılan zaafları nedeniyle hayli zayıfladı ve emekçiler içinde, seçimlerde, “haydi etra­fında birleşelim” denilebilecek bir mücadele odağı olma özelliğini kazanamadı.

Ancak EMEP’in; sendikalar ve emek ör­gütlerinin adaylarını desteklemek üzere tüm emekten ve demokrasiden yana güçle­rin birleştirilmesi ve “seçime bağımsız aday­larla gitme” taktiği bu görüşün, bugüne ge­tirilmiş, sınıf hareketinin içinde bulunduğu koşulların sunduğu imkânları geliştirme taktiğinin devamıydı. Burada amaç, emek örgütlerinin belirleyeceği adaylar etrafında sınıfın ileri kesimlerini sermaye karşısında, sermaye partilerinden bağımsız bir biçimde birleştirmek ve tüm emekçileri bu adaylar etrafında kendi taleplerini (IMF saldırısını püskürtme, savaş karşıtlığı, Kürtlerin acil talepleri dahil demokratikleşme talepleri) savunacakları bir siyasi güç odağı oluştur­maktı. Dolayısıyla bu güç odağı, seçimlerde­ki başarısı ne olursa olsun, seçimden sonra da emekçilerin bir otorite merkezi olarak, sendikaların, öteki emek örgütlerinin, Emek Platformu’nun yeniden organizasyonu da dâhil pek çok şey için önemli bir basamak olabilirdi.

Bu taktik, emekten yana sendikacılar ve sınıfın ileri kesimlerinin önemli bir bölümü tarafından “olumlu” karşılandı. Bazı sol si­yasi çevreler tarafından da; “Evet bugün ya­pılması gereken iş budur” gibi tepkilerle karşılandı. Ancak emek örgütlerinin yöne­timlerinin önemli bir çoğunluğu geleneksel “siyaset dışı” kalma tavrında ısrar ederken, bir bölümü de, düzen partileriyle el altından “Meclise kapağı atma pazarlığı”na giriştiler. “Sol” ve mücadeleci bir çizgide olduğu ka­bul edilen emek örgütü yöneticileri ise; “sol siyasi partiler birleşsin; emek örgütlerini on­lar bir araya gelmeye çağırsın ve bir parti­nin çatısı altında seçimlere girilsin” görüşü­nü (bu en alışılmış “sol” öneriydi) öne sür­düler. ÖDP ve TKP gibi “sol siyasi partiler” ise; partiler varken bağımsız adaylarla seçi­me girmeyi, “geri” bularak, “bugünkü ko­şullarda herkes kendi başına seçime girip kendi adını duyursun” öğüdünde bulundu. HADEP ise; “bağımsız adayların oyunun korunamayacağı”ndan kalkarak buna karşı çıktı. Ve kendisinin de mutlaka Meclis’e gi­decekleri bir ittifakı gerçekleştirmek istedik­lerini belirtti.

Ve sürecin ilerleyip aday belirlemeler için artık, “bağımsız adaylar etrafında bir emek ve demokrasi cephesi”yle seçime gidil­mesinin mümkün olmadığının ortaya çıkma­sıyla birlikte EMEP, olabilir olan bir başka seçeneğe yoğunlaştı. Bu HADEP, EMEP, ÖDP merkezli ve tüm diğer emekten, de­mokrasiden yana güçlerin de katılacağı (eğer isteniyorsa SHP de bu emek ve de­mokrasi bloğuna katılabilirdi) bir blok oluş­turularak, tüm emek örgütlerini, demokrasi isteyen çeşitli türden örgütleri bu bloğa ça­ğırmaya yöneldi.

Aslında bu girişim; bir önceki taktiğin, bir adım geri atılarak, artık olmaz duruma gelenin yerine olabilir olanı geçirmeye yö­nelmekti. Dolayısıyla da; partilerin bir araya gelerek oluşturacağı çekim merkezi olma imkânını kullanarak emek örgütlerini, emekten yana partilerin oluşturduğu mih­rak etrafında harekete geçirmekti.

Sürecin nasıl evrildiği ve Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’na nasıl gelindiği bilini­yor. Ancak burada bir konuya; SHP’nin blo­ğa dahil olma girişimleri ve ÖDP’nin blok­tan kurtulma oyunlarına kısaca da olsa değinmekte yarar var. Çünkü bloktan ayrılan ÖDP, kendi durumunu mazur göstermek için süreci çarpıtarak anlatmaktadır.

Şu bir gerçek ki; son yıllarda sermaye güçleri, sağı olduğu gibi solu da kendi dene­timine almak için sosyal demokrasiyi, onun çeşitli görünümlerini “sol” ilan etmiştir. Do­layısıyla, piyasada artık “sol” denilince, sos­yal demokrasiden en sola kadar herkes bir­den anlaşılmaktadır. Dahası, seçimler nede­niyle “sol ittifak” denildiğinde de CHP, DSP, YTP gibi apaçık düzen partileri de it­tifakın unsuru olarak sayılmaktadır. ÖDP son yıllarda bu piyasa tutumuna destek ve­rerek, solda ittifak dendiğinde sosyal de­mokrasiyi de anlamış (hatta asıl olarak sos­yal demokrasiyi anlamış), bir yıldır da yeni­den parti kurma girişiminde olan Murat Karayalçın, Ercan Karakaş, Sema Pişkinsüt’ü de sol, aynı parti çatısı altında birleşilecek güçler ilan etmiştir. (Nitekim Pişkinsüt’ün partisiyle de fiilen birleşmiştir.)

Aslında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nda asıl sorun da. ÖDP’nin bu anlayışını dayatmasından çıkmıştır.

SOSYAL DEMOKRAT BİR PLATFORM MU YOKSA HALKÇI BİR PLATFORM MU?

Süreç içinde SHP’nin oynadığı rolü, Derviş’in sosyal demokrat partiler içinde oy­nadığı (DSP’yi bölme, YTP’yi ortada bırakıp CHP’ye girme aslında sosyal demokrasinin geleneksel tarzının tasfiyesi ve renksiz, pragmatist Baykal’la, katıksız Yeni Dünya Düzencisi, Blairci bir sosyal demokrasi kur­ma amacı) role benzetebiliriz. Eğer SHP’nin istediği bir “sol birlik bloğu” oluşsaydı, HADEP, DEHAP, ÖDP, hatta EMEP fiilen tas­fiye edilip, SHP’nin sosyal demokrat platfor­munda bir partiye dönüşecekti. Bu sosyal demokrat platform DEHAP’a program yapı­lıp, DEHAP’ın başına Karayalçın geçirile­cekti. Bloğu oluşturacak diğer partilerin yöneticilerinin Karayalçın’ın yardımcısı olması planlanmıştı. Böylece, seçimlere Karayal­çın’ın liderliğinde gidilecek ve seçimden sonra da bu sosyal demokrat parti, halk in­dinde EMEP, ÖDP, HADEP tarafından da “kutsanmış” olacağından “sol” ve “emek” cephesinin tüm birikimi Karayalçın’ın dev­let güdümlü sosyal demokrat partisinin ye­değine alınmış olacaktı.

Bu bir komplo teorisi değil, ayniyle vaki olmuş bir plandır ve bu plan SHP ve ÖDP tarafından savunulmuş; son ana kadar da bu iki parti aynı çizgide durmuştur.

ÖDP’ye sorarsanız; SHP ile ne gizli ne de açık bir “ortak planı” yoktur. DEHAP’ın başına geçmesini de HADEP istemiştir.

Ama burada şunu sormak gerekir. ÖDP, SHP’nin getirdiği bu plana karşı çıkmış mı­dır; yoksa “SHP hangi koşullarda anlaşırsa ÖDP de ona uyar” tutumunu alarak, DE­HAP üstünden “sol”un ve Kürt hareketinin sosyal demokrasiye bağlanmasının destekçi­si mi olmuştur?

Görüşmeler boyunca ÖDP, SHP ile tam bir uyum içinde davranmış, ancak SHP’nin, DEHAP’ı ele geçirme planının boşa çıktığı­nı görüp; “Artık solu birleştirme projesi yat­tı; ama DEHAP listelerinden seçime girebili­riz” hattına çekilmesinden sonra ÖDP’nin SHP ile arası bozulmuştur. Demek ki, ÖDP için önemli olan DEHAP üstünden SHP ön­derliğinden bir seçim bloğu oluşturmak; Pişkinsüt’le eski DEHAP yeni SHP içinde birleşerek, ÖDP’nin de resmen sosyal de­mokrasiye bağlanmasıymış.

Olup bitenler değerlendirildiğinde şun­lar söylenebilir: Karayalçın; HADEP ve ÖDP’yi sosyal demokrat bir çizgide birleşti­rip kendi liderliğinde bir partileşmeyi plan­lamıştır. Bu plana ÖDP destek vermiştir. Se­çim platformu ve seçimler bu operasyonun gerçekleştirilmesinin vesilesi yapılmak is­tenmiştir.

EMEP bu operasyona karşı çıktığı için Karayalçın’ın liderliği, DEHAP’ın başına geç­mesi, bloğun sözcülüğünü yapması gibi öne­rilere karşı durmuştur. Çünkü bu durumda; bloğun platformu, yazılı hangi metnin altına imza atılırsa atılsın sosyal demokrat bir renkte olacak; emekçilerin önüne, sermaye partilerine karşı sosyal demokrat bir seçe­nek konulmakla yüz yüze kalınacaktı.

Yoksa burada söz konusu olan Karayal­çın’ın kişiliği, ya da bu bloğa bir sosyal de­mokrat çevrenin katılması değildi. Nitekim; sözcü, DEHAP Başkanı ve platformu belir­leyen bir pozisyonda olmadığı sürece Kara­yalçın ve çevresinin bloğa katılmasına EMEP karşı çıkmamıştır.

Tabii burada bir de “Emek Platformu programı” komedisi var. ÖDP, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ile ilişkisini kesip, Pişkinsüt’ün TDP’si ile birleşmek için son ha­zırlıkları yaparken, DİSK, KESK, TTB ve TEB temsilcileri, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun “Emek Platformu programını” benimsemesi, bu örgütlerin de katıldığı bir üst kurul oluşturulmasını… önerdiler. EMEP elbette bütün bunları kabul etmeye hazırdı ve sevinerek kabul de ederdi. Ancak, önerinin geliş tarzı, zamanlaması, emrivaki­lerle karşı karşıya kalınması; sonradan da anlaşıldığı gibi, önerinin ÖDP’nin bir hamle­si biçiminde gündeme gelmesi, zaman sıkı­şıklıklarıydı da birleşince gerçekleşemedi. Ama sorunun komik yanı, ÖDP’nin, bloğa katılmama gerekçesinin, “Emek Platformu programının kabul edilmemesi” olduğu iddi­asıyla ortaya çıkmasıdır. Ve elbette bu iddia Emek Platformu’nu görmezden gelen ve her vesileyle tepki gösteren ÖDP’nin son 3-4 yıl içinde bu programa tavrını bilenler için inandırıcı değildir. Ama bu programın ka­bul edilmeyeceğinin anlaşılmasından sonra bile listelerde yer almak için HADEP’e baş­vurması, aslında ÖDP’nin bloğa katılmak için değil katılmamak için bahaneler yarattı­ğını göstermektedir.

Aslında olup bitenler, SHP ve ÖDP’nin uzun zamandır bir ipte oynadıkları ve ortak davrandıklarını göstermektedir. Ancak sü­reç ilerledikçe, ÖDP ve SHP’nin çatışma içi­ne sürüklendikleri, özellikle SHP’nin liste pazarlığına girmesiyle, ÖDP ile ayrıştığı gözlendi. Ama kendi iç sorunlarıyla, istekle­rinin aşırı bulunarak HADEP tarafından reddedilmesiyle SHP’nin seçime girme im­kânı da ortadan kalktı.

Elbette ki burada şu sorular sorulabilir: SHP gerçekten HADEP’le birlikte seçime girmek istiyor muydu, yoksa ancak tasfiye ettiği koşullarda ve sosyal demokrat bir çiz­gide bir DEHAP’la seçime girme planını mı uyguluyordu? Bunun mümkün olmadığı ko­şullarda, oluşacak bir bloğu dağıtmayı mı görev edinmişti?

ÖDP, başından itibaren en son yaptığını; Pişkinsüt’ün TDP’si ile birleşerek seçime gitmeyi planlamıştı da, bloğa katılıyor gibi yapıp sonra da “gadre uğramış” bir parti ha­vasına girip kendi tabanını ikna etmeyi mi planlamıştı?

Bu planda SHP’nin rolü neydi?

ÖDP-SHP işbirliği daha stratejik, Karayalçın’ın “projesi”nin bir parçası olma, ÖDP’nin SHP aracılığı ile sosyal demokrasiye iltihakı planında seçimi kullanmak istediler mi?

Olup bitenler irdelendiğinde, ÖDP’liler, ÖDP’yi hâlâ sol, mücadeleci, sosyal demok­rasiden ayrılan bir parti olarak görüp orada çalışan ÖDP’liler bu soruların yanıtını ver­mek durumundadırlar.

Bu soruların yanıtlarını araştırırken, şu gerçekleri de görmek gerekir: ÖDP’nin, da­ha blok ortada yokken, EMEP’ten gelen, “seçimlere ortak girmek için görüşelim” is­teğine verdiği yanıt; “Biz herkesle görüştük, sizinle de tam görüşecektik, siz randevu is­tediniz. Herkesin kendi adıyla seçime girme­sinin bu koşullarda en doğrusu olduğunu düşünüyoruz” biçimindedir.

Burada ÖDP’nin “bloktan çekilme” ge­rekçesine de kısaca değinmek gerekir.

ÖDP, “Bloktan, EMEP ve HADEP Emek Platformu programını kabul etmediği için çekildik” diyor. Bu, ÖDP gibi bir partiye yakıştırılamayacak bir yalandır. Hele sendika­ların ve kitle örgütlerinin devreden çıkmasından sonra bile elinde listeyle blok çalış­malarına katılmak için pazarlık yapmaya gi­rişmesi bile tek başına ÖDP’nin program, il­keler diye bir derdi olmadığını göstermiş­ken. Buna bir de, yıllardır Emek Platformu programını ağızlarına bile almamaları ekle­nince, aslında bütün diğer iddialarının da inanılmaz olduğu ortaya çıkar.

BLOK, EMEK MÜCADELESİNİN VE SOLUN DA ODAĞIDIR

Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun oluşmasından beri, bloğun “sol” bir blok olarak dar olduğu, örneğin ÖDP ve SHP’nin olmamasının eksiklik yarattığı id­dia edilmektedir. ÖDP’nin en inanılmaz id­diası ise; “SHP ve ÖDP’nin yer almadığı blo­ğun sol olamayacağı” savıdır.

Radikal ve Cumhuriyet gibi gazetelerde üslenmiş SHP’liler ve ÖDP yandaşları, mil­letvekili adayları, bir yanda savaş ve AB’ye karşı olamayan HADEP’le; savaşa, IMF’ye, AB’ye karşı EMEP’in kavga edeceği beklentisini yaymakta, öte yandan bir düzen parti­si, sıradan bir sosyal demokratın ötesine ge­çemeyen, hatta Karayalçın ve CHP kalıntısı kimi politikacılar dışında bir programı, bir çizgisi bile olmayan SHP merkezli yeni sol tarifleri yapıp eksiklikler sayıp dökmektedir­ler. ÖDP ise; bir yanda Emek Platformu programından dem vururken öte yandan SHP’yi de kapsamayan bir bloğun olmaya­cağı propagandası yapmaktadır.

Oysa durum çok açıktır. Her şeyden ön­ce Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, eğer SHP ve ÖDP tarafından yaralanmış olma­saydı; belki çok daha geniş bir temele otura­rak işe başlayabilirdi. Bu genişliği sağlayan ÖDP ve SHP’nin varlığı olmazdı ama belki emek örgütlerinin birleştirilmesinde engel­leyici kuvvet olamayacakları için “yokluklarıyla” bloğa bir katkı yapabilirlerdi.

Bugün, bloğun oluşmasının üstünden ge­çen süre içinde ortaya çıkan etkenler de gös­termektedir ki; ÖDP ve SHP’li çevrelerin bas­kılarına karşın emek örgütlerinin aktif kesim­leri bloğu desteklemektedir ve çalışmalar iler­ledikçe ÖDP’lilerin mücadeleci kesimlerinin de bloğu açıkça ya da üstü örtülü biçimde destekleyecekleri anlaşılmaktadır. Özellikle de ÖDP’nin bloke etmeye çalıştığı kamu emekçileri sendikalarının tabanının aklı ve gönlü bloktan yanadır. Kamu emekçileri için­deki mücadeleci ÖDP yandaşları, SHP ile iş­birliği tutumunu ortaya koymuş bir sosyal de­mokrat çizgiye ÖDP’nin hatırı için de olsa sı­cak bakmamaktadırlar, bakmayacaklardır da.

SHP-ÖDP bloğu aslında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu reformcu, sosyal de­mokrat bir çizgiye çekmek için manevralar yapmışlar; böylece seçimlerde, arayışta olan milyonlarca emekçi karşısına devrimci, halk­çı bir seçenek yerine reformcu bir seçenek çı­karmayı planlamışlardı. Ancak, bu plan bo­zulmuştur. Onların “daraldı”, “artık sol blok yok” demelerinin nedeni bu oyunun bozul­muş olmasıdır. Oysa asıl ÖDP-SHP ikilisinin ortaya koyduğu platform benimsenmiş olsay­dı ortada ne sol ne de emekten yana bir plat­form kalmayacak; emekçiler, Kürtler CHP-YTP kırması bir platforma çağrılacaktı. Bu ise, böyle bir bloğun olmasındansa olmaması­nın, halk için daha iyi olduğu bir durumdur.

Ancak ÖDP-SHP ikilisi, bloğun “yukarı­da” genişlemesini baltalamayı başarmışlar­dır ama aşağıda, tabanda bunu engelleme şansları yoktur. Çünkü bu partilerin (aslın­da SHP’nin etkisinde bir emekçi kesimden söz etmek bile abestir) etkisinde olan emek­çi kesimler, yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi, sadece bu partilerin değil CHP gibi ge­leneksel bakımdan “sol ” bilinen partilerin tabanları ile emek ve demokrasi mücadele­sinde bir arayış içindeki tüm emekçi kesim­leri birleştirmek için seçimler bir fırsattır. Binlerce EMEP’li ve HADEP’li ile SDP’li; bloğun emekçiler için büyük bir imkân ol­duğu gerçeğinden hareketle, tüm emekçile­re bu büyük olanağı tanıtacak, bu birliğin önündeki gerici, “sol”, “sosyal demokrat” barikatı parçalayacaktır.

Bu nedenle de bloğu oluşturan partile­rin militanları bu seçimlerde iki barajı bir­den; hem seçim yasasının koyduğu yüzde 10 barajını hem de SHP-ÖDP merkezli “sol” barajı aşma kararlılığı ile davranacaktır.

Toplam açısından bakıldığında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, seçimlere katı­lan tek emek ve demokrasi seçeneğidir. Bu nedenledir ki; bu bloğun dışında, seçime ka­tılan ne komünist, ne de demokratik bir platform yoktur. Sadece kimi partilerin ken­dilerine atfettikleri söz toplamından daha ileri bir değere sahip olmayan sloganları ve mazeretleri vardır. Çünkü adları ne kadar sivri görünürse görünsün bu “seçenekler”, halk için, iş, aş ve özgürlük ihtiyacındaki milyonlarca Kürt ve Türk emekçinin açlık, yoksulluk ve anti-demokratik baskılardan kurtulmasını, Türkiye’nin emperyalizme karşı tavır almasını sağlayacak, bu kaygılara yanıt verme amacıyla oluşturulmuş plat­formlar değildir.

Emekçi halkın gözünde de; bloğa katılan partilerin birer birer ne dediğinden öte, blo­ğun sermaye güçlerine, baskıcı, gerici güçle­re karşı bir seçenek oluşturduğu; Kürt-Türk emekçilerin, halkın kardeşlik bloğu olduğu fikri vardır ve bloktan yana tutum alanlar bu amaçla taraf oluyorlar. Bu yüzden de; sermaye güçleri karşısında emek güçleri, Türk ve Kürt kardeşliği hattı olarak ortaya çıkan blok, sermaye güçlerine karşı mücadele hattıdır. Mücadeleden yana olanlar kendilerine, demokrat, devrimci, sosyalist, komünist diyenlere düşen asgari görev; her tür grup ve çevre çıkarını bir yana iterek, açılmış bu cepheye katılmaktır. Aksi halde sosyalistlik, solculuk, devrimcilik, komünist­lik lafta kalan sıfatlar olur. Ve ne yazık ki; bu çevrelerin karar vermesi için zaman çok daralmıştır.

ÜRETİM VE HİZMET BİRİMLERİNE SEÇİM KOMİTELERİ

Seçim çalışmaların en geleneksel alanla­rı -sermaye partilerinin ulusal medya araç­larını aşırı bir taraflılıkla kullanmasını bir yana bırakırsak- semtler ve evlerdir. Bu yüzden semtlerde “sandık bölgesi” esasına göre örgütlenmiş seçim komisyonları (komi­teleri, grupları…) semt, kahve, ev çalışmala­rı elbette sürecektir. Ama önceki seçimler­de çok da gündeme gelmeyen hizmet ve üretim birimlerinin seçim alanlarına çevril­mesi, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu oluşturan partilerin bir avantajı ve “ayrıcalı­ğı” olarak devreye girmek durumundadır.

Burada hizmet ve üretim birimleri der­ken, elbette sendikalı ya da sendikasız olma­sına bakılmadan fabrikaları, atölyeleri, has­taneleri, devlet dairelerini, özel sağlık ve eğitim kurumlarını, kitlelerin az çok bir top­uluk olarak bulunduğu her “birimi” kaste­diyoruz.

Bu üretim ve hizmet kurumlarında çalı­şan tüm işçilerin, emekçilerin nasıl aynı sen­dikada örgütleniyorlarsa, nasıl aynı sendika­da birleşmek güçlerini birleştirmelerinin en ideal biçimiyse, aynı partide örgütlenme de, oylarını aynı partide birleştirmek de; müca­delenin başarısı, ülkenin geleceği, barış ve kardeşlik içinde bir dünya için de zorunlu­dur. Çünkü sermaye politikacılarının iddi­asının aksine “seçim davası” ile “geçim da­vası” aynı şeydir. Ve daha iyi geçim için bir­leşmeye, patrona, hükümetin politikalarına karşı ortak tutumu almaya ihtiyaç duyanla­rın, oylarını da birleştirerek, kendilerinden yana bir politik mihrak oluşturmaya, kendi talepleri etrafında politika yapmaya yönel­meleri de bir zorunluluktur.

İşyerlerindeki seçim komiteleri, işte bu gerçeği ortaya koyup; emekçilerin üstünde birleşmesini sağlama durumundadır. 2002 3 Kasım seçimlerinin sunduğu imkânlar bu­nun ülke sathında, sayısız birimde yapılabi­lir olmasını sağlamıştır. Bloğu oluşturan partilerin işyerlerindeki yaygın ilişkileri; her birimde “seçim komitesi”ni sözü dinlenir bir çekim merkezi olarak örgütleme imkânını sunmaktadır.

İşyerlerinde “oylarımızı birleştirelim” tartışması bir yandan emekçiler arasındaki dayanışma bilincini öte yandan da birleş­mekten doğacak gücün bilincine varmaları­nı sağlayacaktır. Bu nedenledir ki, işyerle­rinde kurulacak seçim komiteleri, bloğu destekleyen DEHAP’a oy verecek herkesin katıldığı bir çalışma olarak ele alınmak du­rumundadır. Dahası; irade birliğini sağlayan işyerleri; basın aracılığıyla tutumlarını açık­layarak bütün diğer işletmelerin de aynı tu­tumu almasını teşvik etmekle yükümlü ol­malıdır.

Binlerce, ülke çapında yüz binlerce üre­tim ve hizmet biriminde örgütlenecek seçim komiteleri; “kime, niçin oy vermeliyiz”, “oy­larımızı bölmeyelim”, “kendimizden olana oy verelim” tartışmasını açarak; sermayenin, bloğu, DEHAP’ı engelleme çabalarını, med­yanın sessizlikle boğma tutumunu, karanlık güçlerin tuzaklarını parçalayacak güçleri harekete geçirecek dayanaklar olarak de­ğerlendirilmek durumundadır. 3 Kasım se­çimleri, bunun gerçekleştirilebileceği orta­mı ve imkânları fazlasıyla sunmaktadır.

SOL VE SAĞ ÜSTÜNDEN KOLAY POLİTİKA DÖNEMİ BİTTİ

3 Kasım 2002 seçimi, sağ ve sol üstüne tartışmaları bir kez daha gündeme getirdi. Ama, seçimin sonuçlarının geleneksel düzen partilerini ve kimi “sol” (*) partileri siyaset dışına atması, “sağ”, “sol, “merkez” gibi kavramları tartışma gündemine getirirken, bu kavramların piyasalaşmasının boyutlarını, bu kavramlara, bir zamanlar karşılık gelen sınıf ve gerçek siyasi tutumlarla ilişkisinin tümüyle kopmuş olduğu gerçeğini de gözler önüne serdi.
Bu durum; özellikle “solda” olduklarını iddia eden çevreler ve siyasi partilerin de gerçeklikten koptuklarını, sınıfla ve onun siyasetiyle ilgisizliklerini de çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Bu kavramlar üstünden siyaset yapmanın “abesle iştigal” olduğu ortaya çıkmasına karşın, bu çevrelerin sorunu, kendilerinde; emekçilerin talepleriyle kendi bulundukları mevzinin çelişmesinde görmek yerine halk yığınlarına yüklemeye devam etmeleri, ister istemez artık eskide kalması gereken tartışmayı yenileme ihtiyacını dayatmaktadır. Çünkü bu “sol” siyasi çevreler; “sol” kavramını yine eski kullandıkları biçimde, kendileriyle halkı ayıran, kendilerini her türlü yanlıştan koruyan bir sihirli değnek, bir kategorik tanımlama olarak kullanmakta ısrar edeceklerini göstermişlerdir.
Gündelik mücadele içinde “sol” kavramı, içeriği değişmeden; örneğin ÖDP’de bazen “sosyalizm”, TKP’de sıkça “komünist” kavramıyla değiştirilmektedir. Ama, aslında ne içerik ne de bu içeriğin belirlediği tutumlar değişmemekte; halkın, işçi sınıfının talepleri ve mücadelesinin sorunları dışında olarak tanımlanan “sosyalist”, “komünist” kavramları “sol” kavramıyla aynı akıbete kurban gitmektedir. Bu yüzdendir ki; aslında “sol kavramı” için söylenenler önemli ölçüde “sosyalist” ve “komünist” kavramlarının “piyasalaşmış hali” etrafında şekillendirilen siyasi tutumlar için de geçerli olmaktadır. 
“Sol” ve “sağ” üstünden politika yapmak, son 40 yılda Türkiye’deki “sol siyasi odaklar” ve birer birer aydınlar, siyaset bilimiyle uğraşanlar için en istikrarlı tutum olagelmiştir.
Hayatta ve kavramsal düzeyde her şeyi “sağ” ve “sol” diye ayırıp, üstünden fikir yürütmek bir kez benimsendikten sonra; olup bitenlerin ve bunlar karşısında “taraf olma”nın çok kolay olduğu görüldüğü için ne diyalektiğe, ne materyalizme, ne de tarih bilincine ve bilime; bunların toplamı olarak da Marksizme ihtiyaç duyulmamıştır. Böylece basitlik, pragmatizm, oportünizm sığlığı, sığlık kestirmeciliği, kolaycılığı körükleyerek; Marksizme, bilimsel sosyalizme yöneliş, Marksizmi, Leninizmi anlama ve bunu hayata uygulama kaygısı küçümsenerek, bunun yerine piyasalaşmış kavramların üstünden yaratılan “basit karşıtlıklar”, bir kez doğru yanlış, sol-sağ ayrımı yapıldıktan sonra bir daha yerlerin hiç değişmemesi kolaycılığı ile politik analizler yapmak, bunlar üstünden tutumlar almak, ayrı fraksiyonlar oluşturmak neredeyse gelenekselleşmiştir.
“Sağ”, “sol” tanımı üstünden politika ise; bu kolaycı burjuva sosyalizminin, Marksizmin burjuva yorumlarının en yaygın ve uç ifadesi olmuştur. “Sol” siyasi çevrelerin; yığın hareketi, ülkenin ve insanlığın sorunlarından koptukları ölçüde de “solculuk”un giderek skolastik bir özellik kazanan kategorilerinin “piyasa itibarı” artmış ve bu kavramsal siyaset anlayışı eski sol çevrelerin çok önemli bir bölümünü etkisi altına almıştır. İşin ilginci, bu yüzeysel siyaset tarzı bu çevreler arasında gereksiz tartışmaları ve yeni bölünmeleri artırdığı ölçüde, bu siyasi çevreleri piyasa kriterleri çerçevesinde aynileştirmiştir de. Örneğin; ÖDP ve TKP dünyaya aynı kriterlerle bakıp (eğer dünyaya zaman zaman bakıyorlarsa) aynı kriterlerle halka öfke duyup kendi tüylerini sol cila ile yeniden yeniden boyamaktadırlar. Ama, birisi bunu “halk solu değil sağı tercih etmiş” diye tarif etmekte; ötekisi ise “komünizmi anlamamak” diye ifade etmektedir. Buradaki ortak anlayış; halkın, sınıfların dışında duran, hiçbir pisliğe bulaşmamış; belki Platon’un idealar dünyasından derlenip getirilmiş, Aristoteles’in kategorileriyle sınıflandırılmış bir “Ortaçağ skolastiği” ürünü “sol” ya da “komünizm”, “sosyalizm” vardır: Bu “solcular”, “sosyalistler” için çok açık olan kategorileri cahil halk anlamadığı için  bu partilere oy verip desteklememekte; dolayısıyla da otomotikman “sağa oy vermiş” duruma düşmektedirler. Sağ, sol, komünizm ya da onun dışında olmak da bu “gizemli projeler bütününü”, “kutsal ilkeler” kümesini anlayıp anlamamak üstüne bir ayırımdır.
Burada ÖDP’ye haksızlık etmeyelim; onun “solculuğu” ve aynı anlama gelmek üzere “sosyalizmi” bu kadar rafine değildir. Tersine onun solculuğu, bir ucunda Marksist sosyalizm öteki ucunda Clintonculuk, Tony Blair’in “Üçüncü Yolculuğu” olan bir “sosyalizm” ve “solculuktur”. Ama “sol tanımlanırken” mezhebin bu kadar geniş tutulması, onun işçi sınıfının, halkın mücadelesinin dışında var olan bir “ilkeler”, “değerler” bütünü olarak anlaşılmadığı anlamına gelmez. Bu yüzden de yukarda söylenenler açısından TKP ve ÖDP’nin “solculuk”, “sosyalizm” ve “komünizm” anlayışları arasında esasa ilişkin bir fark yoktur.
Görünüşte ve “gelenekte” bu iki “zıt” ve “sol” grubun birbirleriyle “kavgalı” olmaları, birbirlerine çok uzak görüntüsü yaratmış olmaları bu gerçeği değiştirmez. Çünkü; kavgaları, ayrılıkların büyük olmasından çok “şekilselliği”nden çıkmaktadır. Yığınlardan, sınıfların mücadelesi ve taleplerinden kopmuş solcu siyasi çevrelerin birbiriyle kavgalarının sertliği ve sürekli bölünmelerinin nedeni de budur. Çünkü; ayrılıklar sınıfların çıkar farklılığına karşılık gelmeyince; kendi istek ve ihtiyaçlarını sınıf çıkarı yerine geçirip, “yüksek düzeyde bir laf yarışı” son yarım yüzyıl içinde solcuğun ana özelliği olarak görülmüştür. Onun içindir ki, halk indinde de “solcular birleşemez”, “basit nedenlerle birbirine düşerler” fikri giderek bir önyargı, sağcıların bir iftirası olmaktan çıkıp bir “gerçek” haline gelmiştir.

SOL SAĞ ŞABLONU TARİHİ VE BUGÜNÜ AÇIKLAR MI?
“Sol” ve “sağ” kavramı bir “Türk icadı” değildir. Ama, dünyanın hiçbir ülkesinde ve döneminde “sol” ve sağ kavramı Türkiye’de son 40 yılda olduğu kadar, her derde deva kullanılmamış gerçek içeriğinden uzaklaşıp yanıltıcı olmamıştır.
“Efendim, Fransız Devrimi’nde oluşan Konvansiyon Meclisi’nde halkın ve burjuvazinin temsilcileri meclisin solunda oturuyorlarmış; soyluların temsilcileri ise meclisin sağında oturmuşlar. İşte ondan beri halktan, emekten yana olanlar solcu, egemenlerin temsilcileri de sağcı olarak nitenmiştir!” gibi yarı gerçek bir hikâye üstünden, “sol” ve “sağ” Türkiye’de siyaset terminolojisinin en başına oturtulmuştur. Ve bu kavramları siyaset pazarına getirenler, aslında emek ve ilericilik konusunda hayli şaibeli bir geçmişe sahip oldukları için de; özellikle “sol” kavramının içeriği, bütün sınıfsal niteliklerinden arındırılıp belirsizleştirilerek, 200 yıl öncesi olan bir “vaka”ya bağlanmış; bu kaba tanımlamadan yararlanarak, popüler-politik bir “joker” olarak kullanılmıştır.
Küçük burjuva bir kökenden gelen ama; politik tutumlarıyla hiçbir sınıfa bağlanmayan, Marksizme, sosyalizme dair bilgileri de kulaktan dolma ya da üçüncü ağızdan yorumlardan ibaret olan “sol siyasi mihraklar” bunu bir tür soyluluk sanı gibi, bir kez bulaştıktan sonra bir daha kurtulunamayan  “solculuk” ve onun “kökü” “sol” sözcüğünü çok tutmuşlardır. Ve bütün karşıtlarını da “sağ” diye “damgalayarak” “ana doğrultularını” belirlemişlerdir.
Aslına bakılırsa; “tarihsel” bakımdan Fransız Devrimi meclisine yapılan atfın bir gerçekliğinden söz edilebilir. Ama, Marksizm’de “sol” genel olarak tırnak içinde ve “olumsuz” anlamda kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği, “‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” adındaki Lenin’in eseridir. Çünkü Marksizm’de taraflar, bu taraflara karşılık gelen siyasi yelpaze, sınıflar ve onların siyasetleri gibi çok belirli tanımlamalarla ifade edilmiştir. Ve Marksist literatürde “sol” bu belli kullanımın ötesinde popüler ve “genel” bir kavram olarak nadiren kullanılmıştır. 
Türkiye’ye sol kavramı, önce, burjuva aydınlanması ve Fransız Devrimi hayranı ama antikomünist “Kemalist”, “sol Kemalist” olarak aydınlar, sonra da savcılar ve polis ile gerici siyasi mihraklar tarafından, bir “soğuk savaş” kavramı olarak getirilmiştir. Özellikle ’60’lı yıllarda sosyalist kamptaki kargaşa, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm gibi akımların yarattığı ideolojik kaos ortamında “sol” kavramı, dönemin en popüler kavramı olarak yayılıp bugüne kadar da bu popülaritesini, özellikle özü itibariyle antiMarksist ama kendilerini bir türden “sosyalist” hatta “Marksist-Leninist” sayanların desteği ile korumuştur.
12 Mart, 12 Eylül gibi darbelerin yaptığı altüst oluşlar bile bu kategorilendirmelerde bir değişiklik yapamamış; bu altüst oluşlar içinde, bulunduğu safı terk ederek karşı tarafa geçmiş olanlar bile, başına “eski” lafı eklenerek “solculuk” unvanını korumaya devam etmiştir. Örneğin; 12 Eylül cuntasının başbakanı Nihat Erim, cunta hükümetinin başbakanı olduğu halde, “solculuk” unvanını korumuştur.
Özellikle 12 Eylül sonrasında, pek çok fraksiyonun tasfiye olması “sol”un ortak bir “ad” olmasını daha da güçlendirmiş; kendi örgütünden kopanlar, örgüt karşıtı bir pozisyona geçenler, hatta YDH, ANAP ve DYP gibi partilerin saflarında siyasetle iştigal edenler bile, olmayan “sol” ya da “eski sol” adındaki bir örgütün üyeleri gibi kendilerini tanımlamışlardır. Böylece “sol”un “kullanım alanı” ve “işlem hacmi” artmıştır!
Türkiye açısından bakıldığında; sol kavramının ’60’lar ve ’70’lerdeki kullanımının, bütün belirsizliklere karşın, bir anlamı vardır. O yıllardaki bölünme, sosyalizm ve Marksizm konusundaki birikim ve dünya ölçüsündeki kaos, dönemin devrimcilerinin kendilerini “sol” diye tanımlamalarını “mazur” gösterecek gelişmelerdir. Ama, özellikle ’80’ler, hele hele ’90’lardaki gelişmelerden sonra; hâlâ “solculuk” üstünden yapılan ayırımlar mazur görülemez. Çünkü bu ayrım, çoğu zaman da işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi ile bu sınıflarla bağlantılı politikalar yerine, sınıflardan bağımsız bir “siyasi tutum” tanımlanması olarak “solu” kullanmaktır. Elbette, böylece postmodern belirsizliğe bağlanan bir politika tarzı olarak popülerleşip yayılmaktadır.
Başka bir söyleyişle, 12 Eylül darbesi ve onunla eşzamanlı olarak neoliberalizmin, “piyasacılığın” egemenliğine bağlı olarak, başka pek çok değer gibi, bu “sağ” ve “sol” kategorisi de piyasa malı olarak “olumlu” sayılabilecek yönlerini kaybetmiştir. Öyle ki; emekle, emek mücadelesiyle tek bağlantısı geçmişte, Marksizmin bir sapması olarak ortaya çıkması olan sosyal demokrasi olumlu anlamda “sol kavramı” içine alınmış; sosyal demokrasiyi aşırı emek yanlısı ve sermaye karşıtı bularak kendisine “üçüncü yol”u seçen Blairciler bile “sol” olarak nitelenmeye başlanmıştır. Almanya’da SPD, Fransa’da Sosyalist Parti, İngilitere’de İşçi Partisi iktidara geldiğinde, “bizim solcular”, “Avrupa’da sol yükseliyor” gibi tespitler yapıp, emekçilere “üçüncü yol” hattını göstermeye soyunabilmişlerdir. Ya da bu partilere bakarak, buradan yeni “taktik” ve “stratejiler” geliştirmeye koyulabilmişlerdir. “Efendim, bizim solcular İngiliz İşçi Partisi gibi kendisini yenileyip eski saplantılarından kurtulamadığı için sağ partiler oylarını artırıp iktidara gelmektedir” vs. vs….
Olup bitene bakınca; bir “ad”a bu kadar önem atfetmenin, Ortaçağ’ın “adcı” skolastikçilerinden beri bu kadar etkili olduğu söylenemez. (Adcılar için, asıl olan kavramlardır, kavramları ortadan kaldırırsanız geriye hiçbir şey kalmaz.)
“Sol” fetişistler de; “sol” adı taktıklarının arkasında ne vardır, hangi sınıfa, mensupturlar, hangi sınıfın siyasetini yapmaktadırlar diye bakmamakta; “solcu” olmaları, “onaylanmak” ve “kabul edilmek” için yetmektedir. En azından “solculuk”, “piyasada” böyle muamele görmektedir.
Bu solculara göre; siyasi arenada partiler arasında iki kamp vardır. Bunlardan birisi sol, öteki sağdır. Örneğin; EMEP, TKP, ÖDP, CHP, YTP, DSP, İP gibi partiler “sol partiler”dir ve “sol” partilerin kimi önde gelenlerine ve yandaşlarına göre bu partiler birleşebilir; başka hiçbir koşul öne sürülmesine gerek olmadan ortak seçime girebilirler. Hatta tek parti çatısı altında birleşebilirler. Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun oluşumu sırasında bu tezlerin tümünü ÖDP ve ona yakın duran solcu çevre ve kişilerden sıkça dinlediğimizi herkes anımsayacaktır. Tabii onlara göre, “sağ” partiler de kendi aralarında aynı muhabbetle birleşebilirler filan… Bu değerlendirmeler son seçim sürecinde çok yinelendi.
Ayrım bu kadar basitleşip “sol” da bu kadar piyasalaşınca; CHP’liler ya da DSP’liler EMEP’lilerin, ÖDP’lilerin karşısına çıkıp; “Solun oylarını bölüyorsunuz. Madem hepimiz solcuyuz, öyleyse sağ karşısında bizi destekleyin” diyebilmekte; bu da emekçiler arasında “haklı” görülebilmektedir.
Eğer bu “sol” tanımı; kendisini solcu, ilerici sayan sıradan vatandaşlar tarafından yapılıyor olsa bir ölçüde anlaşılır. Ama bu anlayış; kendisini solcu, sosyalist, Marksist ilan eden siyasi çevreler, aydın ve demokratlar arasında aynen vardır. Dahası; vatandaşa da bu liberal piyasacı solcu anlayış aslında bu çevrelerden yayılmıştır.

ÖDP’YE GÖRE; HALK SAĞI, BURJUVAZİ SOLU DESTEKLİYOR
Bu anlayışın son seçimlerdeki en tipik temsilcisi ÖDP olmuştur. SHP ile girdiği ilişkiler ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nu bir “sosyal demokrat sol blok” olarak oluşturma girişimi sırasında piyasa solcusu tutumu kendisini iyice ortaya koyduğu gibi; seçimden “aldıkları dersi” de aynı mantıkla değerlendirdikleri görülmektedir. En tipik örneği ÖDP’nin seçim değerlendirmesidir. Bunu ÖDP’nin yayın organı “Eşitlik ve Özgürlük Gelecek” adlı derginin seçimleri değerlendiren sayısında apaçık görüyoruz. Oğuzhan Müftüoğlu’dan Bülent Forta’ya kadar ÖDP’nin resmi ve gayri resmi önderlerinin değerlendirmelerini yayımladıkları dergi; aslında bütün bu yazıların özünü kapağına yansıtmış: “Yoksullar sağa zenginler sola; bundan sonra ne olacak?”
Anlaşılacağı gibi; ÖDP’ye göre 3 Kasım seçimlerinde yoksullar sağa oy vermiş, zenginler de sola oy vermiş! Çünkü; örneğin İstanbul’un yoksul semtlerinde AKP çok oy alırken Etiler’de CHP oy almış. Yani AKP’ye oy verenler sağa, CHP’ye oy verenler sola oy vermiş!
Bu elbette çok derin bir çelişki gibi görünüyor. Ama ÖDP, sol ve sağ üzerine önyargılarını değiştirmek, dünyayı sadece kendi koyduğu kategoriler üstünden değerlendirebilen “aydın” yaklaşımını aşıp dünyanın gerçeklerine bakmak yerine; hayatı, bu kalıpların içine sokmaya çalışınca, önümüze, halkın sağcı, burjuvazinin de solcu olduğu gibi acayip bir toplumsal yapı çıkabilmektedir.
Kimi dönemlerde belki bu tür değerlendirmeler bir ölçüde de olsa anlam taşıyabilirdi. Ama gerek dünyada gerekse ve bütün öteki ülkelerden de fazla, Türkiye’de halkı sağcı ve solcu olarak iki kampa bölüp bunun üstünden bir gerçek tablo çıkarmak olanaksız hale gelmiştir.
Dün sağcılardan söz ederken, kapitalizm ve sosyalizm arasında dünya ölçüsünde bir mücadeleye, bunlar arasındaki bölünme ve saflaşmalara göre bir kategorilendirme söz konusu olabilirdi. Çünkü; bütün gerici güçler, kapitalist tekellerin, emperyalist saldırganlığın politikasının arkasında toplanıyordu. Bu da en azından politik bakımdan gelişmiş ülkelerde bu bölünmeye göre bir taraf olmaya karşılık geliyordu. Ama bugün; bütün geçmiş çağlara bağlanan gerici akımlar günümüzde piyasacılıkta kendisini tarif etmektedir. Dolayısıyla günümüzün “en aşırı sağcılığı” piyasacılıktır. En aşırı sağcılar da piyasanın en pervasız savunucularıdır. (Çünkü; dünya kapitalizmi, işçi sınıfını ve halkları piyasacılık etrafında kontrol altına alıp, dünyayı yağmalayıp işçi sınıfının sömürüsünü ebedileştirmeyi amaçlamakta; tüm stratejisini piyasacı bir kapitalizm üstüne kurmuş bulunmaktadır.) Ama, herkesin sağcı, solcu gibi nitelemeler yaptığı kişiler, partiler bu kategorilenmeyle uyumlu bir tutum içinde değildir. Çünkü; ÖDP’liler de dahil pek çok “sol” siyasetin solcu saydıkları aslında bu aşırı sağcı politikanın militanıyken, pek çok eski aşırı sağcı da bu politikalarla çelişir duruma düşmüştür.
Bu yüzden de; bugün piyasacı partilere oy verenlere sağcı, onlara karşı çıkanlara da “solcu” demek elbette doğru değildir. Çünkü; “solculuk”u ilericilik olarak alırsak, (solculuğu fetişleştirenler tarifi böyle yapıyor); liberalizm ile karşıtlarının bölünmesinde liberalizme karış çıkanlar arasında ırkçılar, milliyetçi çevreler, dini gruplar gibi, liberalizme kendi tutuculuklarından karşı çıkanlar da vardır. Dolayısıyla “sol” ve “sağ” ayrımı üstünden bir bölünme ile dünyayı, olup bitenleri anlamak ve olaylara böyle bir politik tutum noktasından müdahale etmek imkânsız olmaktadır.
Ya da ÖDP ve onun gibi “sol” “sağ” üstünden politika yapan parti ve çevreler açmaza sürüklenmektedir.
Bu açmaz sadece teorik söylemde değil en güncel sorunlarda bile karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin; babası eskiden solcu olan, ama piyasa fikrine bağlandıktan sonra da solu, sosyalizmi sadece bir fantazi, okunur bir yazar olmanın sosu olarak kullanan Çetin Altan’ın oğlu olmaktan başka solla geçmişte de bir bağı olmayan; ama son yıllarda piyasacılığın en saldırgan temsilcisi olarak her platformda emeğe, emekçilere düşmanlığını ifade eden Prof. Mehmet Altan; KESK’in “Barış ve Demokrasi Sempozyumu”nu konuşmacı olarak onurlandırmaktadır. Ya da belli başlı sermaye gruplarının TV kanallarının en muteber “uzmanı”, piyasacılığın medar-ı iftiharı bir başka piyasacı Prof. Eser Karakaş da, Mehmet Altan’la birlikte işi emek düşmanlığına kadar götürenlerin başında yer almaktadır. Bu kişinin sol ve sosyalizmle bağlantısı ÖDP üyesi olmaktan ibarettir. Peki; piyasacılıkta Kemal Derviş’i bile “solda” bırakan bu iki zat-ı muhteremin “sol siyaset platformu”nda ne işi olabilir?
Peki burada yine soralım; özgürlük ve demokrasi mücadelesi ya da emeğin hak mücadelesi karşısında; üstelik solda da sayılıp emekçilerin karşısına çıkıp onların platformlarını tepe tepe kullanarak piyasa propagandası yapan Eser Karakaş, Mehmet Altan gibiler mi daha tehlikelidir yoksa; fikirleri kendi başına bile bela olmuş, savunduğu parti barajın altına düşüp parçalanma sürecine girmiş, MHP’li Altemur Kılıç mı? Sağ ve “sol” açısından soruyu, “solu” ilericilik, emekten yana olmak sayıp yinelersek; Altan ve Karakaş solcu mudur; solcuysa nasıl solculardır? Ve bu zatları emekçilerin kürsüsünden konuşturan “sol” anlayış nasıl bir “sol anlayış”tır?
Altemir Kılıç’ı, elbette piyasacı olmaması, solcu ve halktan yana yapmaz; ama sağcı da olsa ne yazar? Ya da Aydın Doğan’ın çok akıllı bir kararla; “solu da ben yönlendireyim” diye çıkardığı Radikal (Burada Radikal’de çalışan namuslu gazetecilere bir diyeceğimiz elbette olamaz) gazetesinde en gerici yazarlar, halkın mücadelesi içinde en tehlikeli rolü oynayanlar Hakkı Devrim gibi, Avni Özgürel gibi tutucu, Nuray Mert gibi “İslami” kökenli yazarlar mıdır? Yoksa asıl sağcı, asıl mücadele için tehlikeli olan; piyasa sosyalizmine teorik temel yaratan, buradan sol içinde piyasa fikrinin yayılmasına önayak olan, ÖDP’nin ve pek çok solcu gurubun gayri resmi teorisyeni olan Murat Belge midir?

TARİH ÖĞRETİCİDİR AMA ÖĞRENMESİNİ BİLENE
Bir kez solcu olduktan sonra (sola bulaştıktan sonra demek daha doğru) ebedi bir sıfat olarak algılanan “solculuk” için böyle soruların anlamı yoktur. Çünkü onlar için sol soldur, sağ da sağ!
Hal böyle olunca dünyada olup bitenler de anlaşılmaz olmaktadır. Örneğin; Fransız Devrimi’nin ünlü önderleri Robespiyer ve Mara için bir tekerleme haline getirilmiş olan “devrim kendi çocuklarını yedi” saptaması, kişisel iktidar hırsına bağlanan bir tarihsel “trajedi”dir. Yoksa; ilericilik ve gericilik kavgasında (o günün sınıflar mücadelesinde) yeni bir saflaşma, ilericiliğin bir önceki günden farklı bir pozisyon alması ve örneğin Danton’un gericilik saflarına düşmesi, oradan kendini kurtarmak yerine devrimi gerici güçlerin himayesine sokma çabası görülmez. Böyle olunca da; hayat, aynı anlama gelmek üzere mücadele ilerledikçe, dünün devrimcisi”, ilericisi, solcusu, yeni durumun gerektirdiği saflaşmada yerini alamazsa, eski yerini korumaya çalışırsa gericiliğin saflarına düşer. Ve kavganın bu aşamasında o (kişi ya da siyasi çevre) artık ne devrimcidir, ne de solcu olması gerekir.
Olup bitene; bir “yanlışlık”, şu kişinin kaprisi, ötekinin intikam duygusu, bir zamanlar tuttuğu mevziden dolayı aldığı bir politik adlandırmanın her zaman sürdüğü gibi yanlışlardan değil de; sınıfların ve bu sınıflarla bağlantılı güçlerin siyasi saflaşması olarak bakılırsa, olup bitenler tablodaki gerçek yerini alabilir.
Buradan bakıldığında; “Fransız Devrimi’nde 1789’la 1895 arasında olanları anlamayan; mücadeleyi bir “kardeş kavgası” olarak görenler; Napolyon Savaşları’nı da “para para para” diyen bir paragözün maceraları, olarak algılar. Bu yüzden de Napolyon’un kişisel istem ve zaaflarının ötesinde, Napolyon’un ordularını “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” idealinin yayıcısı olarak selamlayan Avrupa haklarının mücadelesini, sarayların, imparatorlukların çöküşünün tarihsel anlamını anlayamaz.
Öyle olunca insanlığın aydınlanması mücadelesini Aristoteles, Platon’dan başlatıp Rousseau-Montesquieu-Volter’de bitirir. Ve arkadan gelen en büyük aydınlanma dalgasını; fikri, bilimi, sanatı, bir avuç tuzu kuru aydının tekelinden çıkarıp, tüm işçi sınıfının ve insan toplumunun kılavuzu yapan Marksist aydınlanmayı hiç algılayamaz. Onun için Kautskiciler ve Leninistler arasındaki çatışma, Lenin’in komplekslerine ve Rusya milliyetçiliğine bağlanarak, tarihsel bir yorum yapıldığı savunulabilir. Ya da Bolşeviklerle Troçkistler arasındaki mücadele; Troçkistlerin Ekim Devrimi sonrası dünyada sosyalizm ve kapitalizm arasındaki saflaşmada yeni durumu, sosyalist bir ülkenin ortaya çıkışının dünyada yarattığı büyük değişikliği görmeyip eski kategorilerde direnerek emperyalizmin safına sürüklenmesi olarak görülmeyince, Stalin ile Troçki arasındaki “iktidar kavgası”na indirgenip “insani trajediler” tarihin yerine geçirilir. Bu büyük bölünmenin anlamı anlaşılmayınca, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm, 2. Enternasyonalciler, liberalizmden azma hareketler vb. tümü sosyalizm kampında görülüp bunların yaptıkları da sosyalizm için gayretler olarak görülmeye devam edilebilir. Ve işte “solculuk”, bütün bu mezbelelerin son halkası olarak, ilerici devrimci siyasi çevrelere musallat olmuş bir hastalık olarak gelişmiştir.
Nitekim “sol siyasi çevreler” böyle bir skolastik düşünce tarzından kopamadıkları için; piyasanın fasit çemberi içinde dönüp durmayı “fikri bakımdan özgürlüğe kavuşmaları” sanıp; yine piyasanın kendilerine dikte ettiği liberalizmin sosyalist yorumunu (ya da sosyalizmin liberal yorumunu) yapıyor; piyasacı, hiçbir şekilde kişiye özgürleşme imkânı tanımayan, tersine marka, standard, “toplam kalite” adına kişiyi de aynılaştırıp piyasa malı yapan maddi temeli göz ardı edip soyut bir özgürlükçülük ve demokrasicilik yapıyorlar. Bu özgürlükçülüklerini de Marksizme karşı kanıtlamaya kalkıp, “Marksist partiye karşı demokratik sosyalist parti”, “parti olmayan parti” modelleri çıkarıp yıllarca binlerce iyi niyetli, sosyalizme içten özlem duyan, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen insanı oyalayabiliyorlar. 

HAYAT ŞABLONA UYUMUYORSA ŞABLONU BIRAK HAYATA BAK!
Demek ki; olup bitene genel geçer, “sol” “sağ” gibi bir zamanlar anlam taşıyabilen bir şablonculukla bakmak; tarihte ve bugün olanları anlayamamak, olup bitene müdahale edememek, edilirse de yanlış müdahale etmek anlamına gelmektedir.
Buradaki kılavuzumuz Marksist tarih tezi; hayatın kesintisiz bir değişim, bir mücadele olduğu ve mücadelenin her aşamasında ileri-geri kavgasının siyasal ve sınıfsal güçlerinin değişebileceği gerçeğidir. Aslına bakılırsa; mücadelenin her aşaması bu güçlerin yeniden saflaşması, dün kavga edilen bazı güçlerle bugün birlikte yürünmesi, dün yürünenlerle de bugün kavga edilmesidir. “Siyaset sanatı” da, en önemli yanıyla bu “dost-düşman ayrışmasını” doğru yapabilme sanatıdır.
Yukarda söylenenler ışığında 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarını ve ÖDP’nin “Yoksullar sağa, zenginler sola oy verdi” iddiasını ele alırsak şunları söyleyebiliriz.
1-) Halk; piyasacılığı Türkiye’ye yerleştirme ve Türkiye’yi uluslararası sermayenin dikensiz gül bahçesi yapma projesinin mimarları olarak gördüğü iktidar partilerini ve onlara yeterince muhalefet yapmadığını düşündüğü “muhalefet” partilerini ağır bir biçimde cezalandırarak, sadece bu partilere oy vermemekle kalmamış, onları tarihin çöp sepetine atmıştır. Yani halk, sağ ve sol kategorilendirmesine indirgersek bile en aşırı sağcılık olan piyasacılığı cezalandırmıştır. (Eğer halk sağa oy verseydi en çok sağcı bilinen MHP ve DYP de seçimin galibi olurdu.) AKP’ye bugünkü muhalefetin çizgisi de, halkın sağa oy verdiği değil ama, halkın piyasacılığa, IMF programına, ülkenin yabancılara peşkeş çekilmesine, savaşa, Kürtlerin hak ve dil eşitliğine karşı duran antidemokratik tutumlara hayır dediği noktasından geliştirildiğinde anlam kazanır.
2-) AKP’ye oy veren seçmenlerin büyük çoğunluğu, AKP sağ parti olduğu için değil, kendilerini yoksulluğa, işsizliğe iten düzenin oluşumunda en azından AKP’nin rolünün olmadığını düşündükleri için ona oy vermiştir. Bu yüzden de, AKP’ye oy verenler “sağcılar” değil; aslında gerçek sağ olan sistemden ve onun getirdiği belalardan bıkan, bu anlamıyla da kendileri farkında olmasa da sağa karşı oy veren yığınlardır. Ama, “bunlar sola mı oy verdi” denirse ona da “evet” denilemez. (Burada “sağ-sol” şablonunun hayatı açıklamaya yetmediği, geçersizliği de bir kez daha görülür zaten.)
3-) Sorarsanız CHP’ye oy verenlerin çoğunluğu kendisini “solcu” olarak tarif eder; CHP’ye de “sol parti” diye oy verdiklerini söylerler. Ama onların “piyasa” fikri, CHP’ye oy verme gerekçesiyle AKP’ye oy verenlerin gerekçeleri arasında bir fark yoktur. Ancak CHP, Kemal Derviş’i bünyesine alarak, AKP’den daha çok düzeni savunduğunu ifade ederek, aslında “sol”la  hiçbir bağının kalmadığını da göstermiştir. Aynı zamanda sosyal demokrasinin piyasacılıkla birleşerek sıradan sermaye partileriyle farksızlaştığını göstermiştir. Böylece bir kez daha yakıştırma “sağ-sol” şablonun, bu şablonu en çok kullanan CHP’yi de tanımlayamayacağı görülmüştür.
4-) Bu kadar anlamını yitirmiş “sol-sağ” şablonunun Emek-Barış-Demokrasi Bloğu içinse iyice anlamsız olduğu apaçıktır. Kürt ulusal hareketinin birikimi ile Türkiye’nin emekçilerin ileri kesimlerini birliği olarak şekillenen bloğu, “sol blok” olarak nitelemek onu şekilsizliğe ve ne idüğü belirsiz bir hatta sürükler. Çünkü, kendisine sol diyenlerin önemli bir kısmı eski ölçülere göre bile sağa, aşırı sağ piyasacılığa bağlanmışken (CHP, SHP, YTP, DSP gibi sol sayılan partiler) “sol kimdir” tartışması kendi başına bir handikaptır. Kaldı ki; böyle durumlarda, kimin kendisini ne gördüğü değil; “karşısına geçilip savaşılacak düşman ve yanında olunacak dostların talepleri belirlenip” mücadele safını bu temelde oluşturmak hayata en uygun olanıdır. Blok da, ancak bu tutumla genişleyip; dostların birleşmesi için yeni bir saflaşmanın odağı olabilir. Bu yüzden de blok elbette “solun” devrimci, demokrat unsurlarını ve çevrelerini bünyesine katmak için çaba harcayacaktır ama, kendisini sadece “sol” olarak tanımlayan politik çevrelerle sınırlamayacak; tersine ortaya koyduğu platformu benimseyen ve bu uğurda mücadele etmek isteyen herkesi (bu herkese kendisini solcu saymayan kişiler, çevreler, örgütler de dahildir) bünyesine dahil etmeye çalışacaktır.
5-) “Sağ-sol” şablonuyla politik saflaşmalar yaratmak, bunun etrafında politika geliştirmek kolaycı bir görüş ve bir güce karşılık gelir gibi görünse de bu tümüyle aldatıcıdır. Bugün asıl olan, emek güçlerinin ve demokrasi isteyen Kürt ve Türk kökenli halkın demokrasi talepleri etrafında bir mücadeledir. Elbette bu mücadele içinde kendisini solcu sayan kişiler, aydınlar, solcu sayan siyasi çevreler de; sendikalar, emek örgütleri gibi kendilerini bir siyasi tutumla açıklayamayacak örgütler, kendisini “solcu” sayan çok çeşitli halk kesimleri, etnik ve inanç çevreleri vb. de olacaktır. Ama; bu mücadeleyi solcuların mücadelesi görmek, halkı sol ve sağ diye ayırmaya yönelmek; bu ayrıma dayanarak, politika geliştirmeye kalkmak en aşırı sağın piyasacılarının sistemlerini sağlamlaştırmaya yarar. ÖDP, TKP ve sol üstünden onlar gibi politika yapan siyasi çevreler bir de bu açıdan kendilerini gözden geçirip bulundukları yeri tarif etmelidir. Aksi halde; halkı sağcı, burjuvaziyi de solcu, devrimci, demokrat görme çizgisine çakılıp kalacaklar ve halkla kendilerinin bulunduğu yer arasındaki uçurum büyümeye devam edecektir.

(*) Bu yazı boyunca “sol”dan, “solculuk”tan söz ederken, elbette ki kendisini solda sayan kişilerin düşüncelerini, duygularını değil, bu düşünceler üstünden politika yapmayı amaçlayan tutumları, bu düşünce ve duygulara atfedilen sınıflarüstü, tarih üstü yaklaşımları eleştiriyoruz. Yoksa, elbette ki kendisini solcu sayan her meslekten milyonlarca kişi samimi duygularla davranmaktadır ve onların samimiyetlerinden ve inançlarından kuşku duymamamız için hiç bir neden yoktur. Aynı şey elbette kendisini sosyalist ve komünist sayanlar için de geçerlidir ve kişisel bakımdan insanların sosyalizm, komünizm anlayışları, buradaki eleştirilerin dışındadır ve kendilerini ilgilendirir.

ABD’nin halklarla savaşı büyüyor

Amerikan-İngiliz emperyalizmi ve öteki irili ufaklı işbirlikçilerinin 12 yıldan beri Irak’a yönelik olarak sürdürdüğü ambargo, abluka, örtülü ve açık askeri müdahaleler, Irak’ın istilasıyla “sonuç”landı.
Birinci Körfez Savaşı diye adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyi kararı ile uluslararası bir operasyon olarak gerçekleştirilen Amerika ve müttefiklerinin Irak’a yönelik ilk saldırısının resmi amacı, “bütün Körfez ülkelerine özgürlük, demokrasi götürmek, bölge halklarını şeyhlerden, aşiret reislerinden kurtarıp milyarlarca dolarlık petrol gelirinin halkların refahının yükseltilmesi için kullanılacağı bir demokrasi ortamı oluşturmak”tı. Amerika’nın başındaki saldırgan kuvvetler, bu propagandayla halkların desteğini kazanmaya ve dünyayı arkalarına almaya çalışmışlardı. Bunda da bir hayli başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.
Ancak, geçen 12 yıl içinde bölgeye ne özgürlük geldi, ne demokrasi; ne halklar şeyhlerden, krallardan kurtuldu ne de sosyal adalet konusunda bir ilerleme sağlandı. Tersine, savaşın faturasını da yoksul halk ve bölge ülkeleri ödediler; adaletsizlik büyüdü, şeyhlerin, kralların zulmüne, bölgeye yerleşen emperyalist kuvvetlerin yarattığı ortam güç verdi. İsrail daha çok şımardı; Irak ve bölge ülkelerine yönelik olarak “Çekiç Güç” tehdidi yeni bir unsur oldu. Bölgedeki kargaşa daha da arttı. Bölgedeki ülkelerin iç sorunları ve ülkelerin arasındaki sorunlar daha da büyüdü.
Irak’ın işgali için girişilen son saldırıyı haklı göstermek için öne sürülen iddiaların, 1. Körfez Savaşı’nın nedeni olarak gösterilen iddialarının aynı olması da, 1. Körfez Savaşı’nın bölge sorunlarını azaltmayıp artırdığının ifadesinden başka bir şey değildir.
Yani birincisinden 12 yıl sonra emperyalist ordular yeniden Körfez’e ve Doğu Akdeniz’e yığıldı. İngiliz ve Amerikan askerleri Irak topraklarını işgal etti. Irak’ı istila amaçlı bu harekâta da “Irak’a özgürlük operasyonu” adı verildi.
“Özgürlük” Irak’a, savaş uçaklarından bombalar, gemilerden fırlatılan füzeler olarak, halkın tepesinden boşaltılan bir “Pandora Kutusu” olarak geldi. Tepeden tırnağa silahlı istila kuvvetleri ise, “özgürlüğü” tankların paletleriyle Irak’ın köylerine, kasabalarına taşıdılar. Bu “özgürlük”, halka sadece ölüm, açlık, susuzluk, elektriksizlik, hastalıklar olarak yansırken; ondan çıkar sağlayan, sadece yağmacılar, sokak çeteleri ve çapulcular oldu. İstila kuvvetlerinin yayılmasına paralel olarak kentler, kasabalar, hastaneler, okullar, resmi daireler, elçilikler, tarihi eserler, müzeler, ibadethaneler, “insanlığın köklerine” dair bütün tarihsel birikim yağmalandı, yıkıldı, yakıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, bu yağmanın, çapulun kendi getirdikleri “özgürlüğün kullanılma biçimi” olduğunu ifade edip, yağmacıları “özgür Iraklılar” olarak selamladılar.
Emperyalist ordular; finali yağma talanla tamamladılar. Cengizhan’ın torunu Hulagû’nun çapulcu ordusunun Bağdat ve Basra’da yaptığı yağmayı Amerikan-İngiliz ordusu, çapulcu Iraklılara yaptırdı. Ve muhtemelen de; “düzeni sağlamak” üzere yakın gelecekte, yağmacıbaşlarıyla işbirliği içindeki yağmacıları da öldürecekler, tutuklayacaklar. Böylece Irak’ı yağmadan, anarşiden “kurtaran” da kendileri olacak! Tıpkı, bugün yağmacıları; “Irak’a getirilen özgürlüğün sembolü” olarak gösterip, “halkın özgürlüğünün yağmadan yana kullanmasını” kutsadıkları gibi, yağmacıları tutuklamayı, onları sokak aralarında öldürmeyi de; “güvenlik için gerekli” ilan edeceklerdir.

SADDAM YENİLDİ AMA IRAK HALKI BOYUN EĞMİYOR
İkinci Körfez Savaşı’nın sonunda; Irak’ta Saddam ve ordusu yenilmiş, istila güçleri başlıca Irak kentlerini kontrolleri altına almış görünmektedirler.
Televizyonlar; işgalcilerin Irak topraklarında kontrollerinin her gün artığını söylemekte, bunun kanıtı olarak da yağmanın yayılmasını göstermektedir. Ama, bu görüntü gerçeğin sadece bir yanıdır ve bu yolla, asıl propaganda, Irak halkına değil ama dünyanın geri kalan bölgelerindeki “savaşa hayır” diyenlere yönelik olarak yapılmaktadır.
Çünkü, Irak’ın istilasıyla sonuçlanan savaşın en azından propaganda düzeyinde ana dayanağı, emperyalist orduların Irak’ta, “çiçeklerle karşılanacağı” idi. Halk Saddam rejiminden öylesine bıkmıştı, piyasaya, piyasa değerlerine ve onun getireceği özgürlüğe öylesine inanmıştı ki, istila orduları “kurtarıcılar” olarak halkın alkışları arasında Bağdat’a kadar gidecekti! Ama öyle olmadı, Irak halkı belki Saddam’dan bıkmıştı, onun diktatörlüğü altında yaşamak istemiyordu, ama istila edilmiş bir ülkede de yaşamak istemiyordu. Bu yüzden istilacılar kentlerde, kasabalarda, köylerde, “Ey Amerikalılar, İngilizler hoş geldiniz” diyecek, tek bir namuslu Iraklı bulup televizyona çıkaramadılar. Hiçbir Irak kenti ya da köyü, istilacıları selamlamadı. Tersine, Saddam’dan en çok acı çekenler bile “işgale hayır” dedi. Bunu her vesileyle gösterdi. Daha işgalcilerin tüfeklerinden, toplarından dumanlar tüterken, camilerde başlayan “Ne Saddam Ne Amerika” diyen tepkiler giderek yaygınlaşan gösterilere dönüşmeye başlamıştır. “Ne Amerika” sözcüğü, Amerikan yanlısı, işbirlikçi Iraklıları da kapsıyor. Nitekim Şiiler arasında bölücülük yapmak üzere İngiltere’den getirilen “Şii lider”in gelişinin haftası dolmadan altı adamıyla birlikte camide öldürülmesi, Irak halkının, bağımsızlık talebinin sağlam temellerine işaret etmektedir.
Irak halkı işgalcilere karşı, vatanseverce, Şii, Sünni, Hıristiyan demeden bir ulus olarak davrandılar; onurlu bir halk olduklarını gösterdiler. İşte talan ve çapul bu halkı hem aşağılamayı, hem de “bozup” işgalcilerle işbirliği yapmaktan başka seçeneği bulunmayan bir “yağmacı-suçlu” takımı yaratma planının parçası olarak devreye sokuldu. Ve elbette Amerikan medeniyetiyle bir ilgisi olmayan ama insanlığın en önemli tarihsel değerlerinin yağmalanması da, bu emperyalist vahşetin bir nişanesi olsun diye, dünya halklarına gözdağı vermek için tezgâhlandı.
Saddam ve BAAS’ın pek çok önemli adamı henüz yakalanmamıştır, ama Saddam üstünden Irak’ta bir mücadelenin yeniden örgütlenmesinin artık imkânsız olduğu da görülmektedir. Tersine istilacıların giderek daha çok eski BAAS bürokrasisine ve Baascılara dayanarak bir yönetim oluşturacağı anlaşılmaktadır. Bu yüzden de sadece Saddam değil BAAS’ın da Irak’ın geleceğinde önemli bir rol oynamasının oldukça zor olduğu anlaşılmaktadır.
Evet, Irak’ın başlıca kentlerin, limanların, hava alanlarının işgalcilerin kontrolü altında olması, istila ordusunun Irak’a tümüyle egemen olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, Saddam’ın baskısının kalkması ve işgal ordularının zorbalığı arasındaki çatlakta, halkın ülkesine ve bağımsızlığına sahip çıkacağını gösteren çok önemli gelişmeler uç vermiş bulunmaktadır. Irak halkı, Şii’siyle, Sünni’siyle, Hıristiyanı’yla şimdi işgal ordularına karşı direnmek için harekete geçeceğini gösteren tutumlar sergilemektedir. İslamın, özellikle de Şiiliğin kutsal kentlerinin işgal ordusuna karşı bir ayaklanma merkezine dönüşeceğini gösteren eğilimler ortaya çıkmış; İngiliz-Amerikan yanlısı “Şii din adamlarına” karşı kesin tutum alınmaya başlanmış; işgalcilerin Bağdat’ta, işbirlikçileri ile kuracakları bir hükümeti ülke nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını oluşturan Şiilerin tanımayacağı şimdiden ilan edilmiştir.
Şiilerden hemen sonra Sünni Arap’ların da Şiilerle ortak davranacağını, tarihsel ayrılıkların üstüne çıkarak, yurt sevgisiyle Şiilerle birleşeceklerini gösteren belirtiler uç vermiş, böylece Bağdat ve Musul gibi orta ve kuzey Irak kentlerinde de Arapların istila ordusuna karşı bir “ret cephesi” oluşturması için girişimler gözlenmektedir.
Kuzey Irak’ta ise, istilacılar, Kerkük ve Musul dışında ciddi bir direniş görmemiş tersine Barzani ve Talabani Şiilerin aksine işgalcileri çiçeklerle ve şenliklerle, “kurtarıcı” olarak karşılamıştır. Bu milliyetçi-işbirlikçi fırsattan yararlanma tutumu elbette ki, Irak halkının birleşmesi, Kürtler ve Araplar arasındaki kardeşliğin gelişmesi bakımından sorunlar yaratacak bir tutumdur. Dahası Kuzey Irak Kürt grupların bu tutumu, bölge halklarıyla Kürtlerin birleşmesini zorlaştırıcı olacaktır. Ama zaman içinde Kürtler de, kendi istekleriyle Amerika’nın isteklerinin taban tabana zıt olduğunu göreceklerdir. Bu yüzden de, zorluklar da olsa, güneyden kuzeye Irak halkının işgalcilere karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturması, biraz zaman alsa da imkânsız değildir. Ancak Irak’ın kuzeyi, yakın gelecek açısından, birlikten çok bir çatışma bölgesi olmaya aday görünmektedir. Bölgenin Türkiye, Suriye ve İran’ın müdahalelerine açık olması, her üç ülkenin de burada etkileyecekleri ve silahlandıracakları güçler bulunması, bunun da ötesinde Kürtler ve Araplar arasında “mal kavgasını” da içeren çatışmaların çıkma ihtimali, bu bölgeyi savaş döneminden daha tehlikeli hale getirmektedir.
ABD bütün bu çelişmeleri kullanarak, Kerkük ve Musul petrolleri üstünde tam egemenlik sağlamayı amaçlayacaktır, ama böyle bir çatışma ortamında bu amacına kolayca ulaşamayacağı da bir gerçektir. Tersine petrolün kimin malı olduğu, işgal kuvvetleriyle Kürtlerin de çatışmasını getirecek kadar önemli bir paylaşım sorunu olarak rol oynayacaktır. Daha şimdiden Türkiye ve İran’ın bölgeye müdahaleleri, kendi yandaşı olan silahlı güçler oluşturmak için yaptıkları girişimler ve diplomasi alanında bölge üstündeki talepleri, geleceğe dair çatışmaların bir işaretidir.
Bağdat-Tikrit merkezli eski zengin Irak dahil olmak üzere, bütün Irak’ta, istilacılar her adımda halkla karşı karşıya geldiği gibi, henüz Bağdat’ta bile elektrik, su, hastanelerin normal koşullarda çalışması, yağmacılığın önlenmesi gibi en temel ihtiyaçlar sağlanabilmiş, asayiş sorunu çözülebilmiş (Şii kentleri, bu ihtiyaçların az çok giderildiği kentlerdir. Ama orada da bu durum, istilacıların marifetiyle değil halkın kendi gayretleriyle böyledir: Şiiler yerel yönetimlere el koymaktadırlar) değildir.
Televizyonların uzaktan aktarmasına bakılırsa, Irak; “Saddam diktatörlüğünden kurtulmuş, özgürlüğün tadını çıkaran, işgalcilerin niyetlerinin kötü olmadığını anladıkça işgale ısınan, huzurun ve istikrarın eşiğine gelmiş bir ülke”dir. Ama, gerçekte ise Irak; bir yanda istila ordularının desteklediği yağma ve anarşiye sürüklenen, öte yandan yurtsever duygularla hızla bir araya gelip direnmek için kendi hasletini ortaya koymaya hazırlanan bir halkın kaynaşıp üstündeki ölü toprağını silkelemeye hazırlanan bir “barut fıçısı”dır. Bu barut fıçısının patlamasından endişe duyan bölgedeki gerici rejimler, bölge hükümetleri de ellerinde ateşle bu barut fıçısıyla oynamaya hazırlanmaktadırlar.
Savaş Irak’ta, Irak ordusu ve halkıyla emperyalist istila kuvvetleri arasında olmuş gibi görünmektedir. Ama aslında savaş; daha Irak’ta silahlar patlamadan önce BM, NATO, AB’de ve tüm dünyada başlamıştı. Çünkü, Irak’taki savaşın nedeni ne Saddam’ın diktatörlüğü, ne de çoğu zaman söylendiği gibi sadece Irak’ın petrolüydü. Belki bunlar “Neden Irak?” sorusunun yanıtıdır. Ama bu yanıt, 2003 yılında Amerikan-İngiliz ordularının ve diplomasisinin, mevcut uluslararası ilişkileri ve kurumları “eskimiş” ilan ederek, dünyaya yağmalayan en büyük uluslararası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda harekete geçmelerini açıklamaz. Tersine, her geçen gün daha iyi anlaşıldığı gibi, onların asıl amacı, 1990’ların başında ilan ettikleri “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik her alanda kaosa sürüklenmesi sonrasında “dünya düzeninin normlarını yeniden belirlemek”tir. Irak’taki savaş, bu, önü üçüncü dünya savaşına açılabilecek bir saldırganlığın Irak’ta aldığı biçimden ibarettir.
Aslına bakılırsa, bu hedef, daha 11 Eylül 2001 günü New York ve Washington’a yönelik saldırılar sonrasında Bush ve onun çevresi tarafından açıkça ilan edilmişti. “Terörizme karşı mücadele önümüzdeki 20-30 yıl boyunca sürecektir”, “Bu, 20-30 yıl sürecek bir savaştır” açıklamaları, sonraki aylarda ve yıllarda da pekiştirilerek yinelenmiştir.

‘MEDENİYETLER ARASINDA ÇATIŞMA’ KİMİN FİKRİ?
11 Eylül’ün üstünden geçen süre içinde Beyaz Saray ve Pentagon, aslında bir “üçüncü dünya savaşı”na giden yolu adım adım döşemektedir. Ve bu süre içinde, Amerika kendi politikasını; “Rumsfeld Doktrini” olarak adlandırıp ilan etti.
“Rumsfeld Doktrini” olarak ifade dilen şey, kimi zaman askeri, kimi zaman siyasi açıklamalarla dile getirilse de, Amerika’nın şu andaki gücünü kullanarak; YDD’nin yeni ilkelerini dayatmanın “doktrini”dir. ABD bu dönemde, finans sermayenin, uluslararası tekellerin önündeki tüm engelleri kaldırmak için silah gücünü kullanacağını dayatmakta; bu yolla, “düzenin ilkelerini ben koyarım” demektedir. Kendinin koyacağı kurallara kendisinin uyacağını garanti etmemektedir. Ama kendi dışındaki herkesten, Rumsfeld Doktrini denilen “esnek”, “yorumunu ABD’nin yaptığı” ilkelere uymasını istemektedir.
Doğrusuna bakılırsa; ABD yönetimi kendisinin insanlığı korumak için “seçilmiş bir yönetim ve ülke” olduğu gibi meczup bir “inanç”a sahiptir ve bu yüzden kendilerini bu insan yapması kurallarla (kuralı koyan kendileri de olsa) sınırlamak istememektedirler!
Burada; “11 Eylül”den sonra popüler olan ünlü Huntigton’ın “Medeniyetler Çatışması” kuramı gündeme gelmektedir.
11 Eylül’den hemen sonra Bush, “Haçlı seferi”nden (bu sözler, İtalya’nın yeni faşist başbakanı Berlusconi tarafından desteklendi) bizzat kendisi söz etti. Ama, sonra bu söz düzeltildi! Zaman zaman Bush, Amerikalı Müslümanları ziyaret etti, kutsal günlerde Kuran’dan ayetlerle Müslümanları kutsadı; demagojik mesajlar yayınlayıp “bir medeniyetler savaşı yok” demek istedi. Ya da; Türkiye ve Suudi Arabistan gibi Müslüman ülke yönetimlerine yakınlıklar “medeniyetler savaşı olmadığı”nın gerekçesi olarak kullanıldı. Ama; öne sürülen şeyler en fazla gerçeğin yarısını ifade ediyordu.
Elbette ki, Amerikan emperyalizminin, uluslararası sermayenin güç odaklarının Hırıstiyanlığın ilkelerini yaymak için tek kuruş bile masraf edeceğini düşünmek aşırı bir idealizm olur. Dolayısıyla, uluslararası sermaye güçlerinin Hıristiyanlığı, Hıristiyan kültürünü yayma diye, kendi başına, sermayenin çıkarlarına bağlanmamış bir “stratejisi” yoktur.
Aslına bakılırsa, böyle bir “saf” kutsal amaç, bizzat Papalar, papazlar, keşişler tarafından örgütlenen bir “Hıristiyanlık kampanyası” üstünden organize edilen Haçlı Savaşları için bile söz konusu olamaz. Haçlı Savaşları’nda “amacın Hıristiyanlığı yaymak” olduğunu söylemek gerçeğin sadece görünen ama aynı azmanda aldatıcı yanını fazla abartmak olur. Çünkü, son tahlilde Haçlı Savaşları da, yoksulluğun, açlığın kol gezdiği, ama aynı zamanda, bir değişimin de sancılarının başladığı Hıristiyan Avrupa’nın “Doğu”nun, “İslamın zenginliklerini yağmalamak”, krallıkların artan masraflarını karşılamak için yapılmıştır. “Kutsal Kudüs’ü Müslüman kafirlerden kurtarma” amacı, propagandif bir amaç, yoksul Hıristiyanları ayaklandırıp orduya katmak için uydurulmuş etkili bir bahaneydi sadece.
Ya da Hitler ve onun Nazizminin, “Üstün Germen ırkının dünyaya hükmetmesi” için Almanları peşine takıp, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması, ne kadar “üstün Germen ırkının egemenliği” içindi? Hitlerin kişisel fikri bakımından “Üstün Alman ırkının egemenliği”nin ne kadar kıymet-i harbiyesi vardır bunu  bilmek olanaklı değil, ama Alman sermayesi, dünyanın yeniden paylaşılmasını isteyen Thysen, Krupp, Bayer,… ve öteki tekeller için “Alman ırkı ile Yahudi ırkının piyasa değerlerinin farklı olmadığı” bir gerçektir. Alman egemen sınıfının ve onun başlıca güç odaklarının amacı, Alman sermayesinin dünyanın paylaşılmasından daha çok pay almasıdır. “Üstün Alman ırkı” ve ona vehmedilen hasletler ise, 1. Dünya Savaşı’nın yenik, onuru kırılmış, üstelik açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmesinin bu yenilginin sonucu olduğunu düşünen alt ve orta sınıflarını Alman büyük patronların, tekellerin amaçlarına bağlamak üzere uydurulup, teorik ve tarihsel temellere oturtulmuş bir motivasyon motifinden başka bir şey değildi.
Bugün de Amerikan sermayesi için, “medeniyetler çatışması” kapsamı içine sokulan “Hıristiyan uygarlığının yüksek değerleri”nin korunması ve aşağı uygarlıkların onun lehine ortadan kaldırılması, bunun insanlığın genel çıkarlarının gereği olduğu “tezleri”nin, aslında ne Hıristiyanlıkla ne de onun değerleriyle bir ilgisi vardır. Tersine, girişilen savaş, “Amerikan sermayesinin dünya egemenliğinin çıkarları içindir” dense, buna herkes karşı çıkacağı için; sermayenin çıkarları “Hıristiyan uygarlığının çıkarları”, bu da tüm insanlığın çıkarları olarak gösterilip, bütün bir Batı dünyasını “tezinin” arkasına almayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla “medeniyetler çatışması” tezi, saf Hıristiyanlar, en gerici Hıristiyan kesimler için “kafirlere karşı savaş” olarak sunulup desteklenir ve onların hedeflerinin Amerikan yönetiminin amaçları olduğu söylenirken, Yugoslavya’ya, Irak’a yönelik savaş; sıradan vatandaşlara, halk yığınlarına, yerine göre “terörizme karşı mücadele”, yerine göre “diktatörlere”, yerine göre şeyhliğe, aşiret düzenine, tarih öncesi sistemlere karşı refahın, demokrasi ve özgürlüklerin yayılması için savaş olarak propaganda edilmektedir. Ama aslında böylece; Amerikan sermayesinin, İngiliz sermayesinin dünya egemenliği için halk yığınlarının mümkün olan en geniş kesimlerinin desteğinin sağlanması amaçlanmaktadır.

BİR DÜNYA SAVAŞININ YOLU DÖŞENİYOR
“ABD Başkanı George W. Bush ve ‘savaş çetesi’nin bu strateji içindeki ‘yeri’ ve ‘önemi’ nedir?” denirse, bu soruya verilebilecek en yalın yanıt, “2. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve onun NAZİ partisinin Alman sermayesi ve ‘Üstün Alman ırkı ideolojisi’yle ilişkisi gibidir. Burada belki bir fark, “Bush ve adamlarının tekellerle aşırı bir biçimde içli dışlı olmaları ve onlara dolaysız bir sınıfsal bağ ile bağlanmış olmalarıdır” biçiminde olabilir. Burada elbette, Amerikan tarzı siyaset ve Hitler sonrasında geçen yarım yüzyıldan fazla zaman içinde sermayenin temerküzü bakımından gelinen aşamayı da eklemek, olup biteni anlamamızı kolaylaştırır.
Amerikan başkanları, özellikle “Cumhuriyetçi” geleneği, prüten Amerikan “ahlakı” ve “radikal Hıristiyan”, Evangelist Kilisesi’nin aşırılıklarını, bir dünya görüşü, bir ahlak anlayışına dönüştürmüşlerdir. Amerikan yönetimlerinin, Hıristiyan-Yahudi efsanelerin en gerici yorumları üstünden politikalar geliştirmek gibi bir damarı hep olmuştur. Örneğin; Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan, dönemin İsrail Başkanı katliamcı, ırkçı, çeteci Menahem Begin ile yaptığı görüşmede, İsrail-Amerikan misyonunun bir Armegedon’u* gerçekleştirmek olduğunu, kendisinin de gönlünde yatanın bu olduğu açıkça söylemiştir.
Amerikan başkanları da; tıpkı Amerikan sermayesi gibi, Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki ayrım ve çatışmayı “ortak değerler” (buna her iki dinin de ortaklaştığı efsaneler, vahiyler, kehanetler demek daha doğru olur) üstünden uzlaştırmışlar, nakite çevirmişlerdir. İsrail’in kurulması bile, Müslümanlarla bir hesaplaşma, kutsal Hıristiyan değerlerinin ve mabetlerinin Müslümanların işgalinden kurtarılması olarak Hıristiyan dünyasına propaganda edilirken; gerçekte ise İsrail, Ortadoğu’nun petrol, doğalgaz ve öteki servetlerinin Batılıların denetiminde olmasının bir dayanağı, bir köprü başı olarak görülmüş; son 50 yıl içinde Yahudi şeriatçısı İsrail, emperyalist Batı’nın bir üssü olarak rol oynamıştır.
Bush ve avenesinin, yukarıda sözü edilen Armegedon’a inanacak kadar meczup olduklarını kabul etmek gerekir. Konuşmalarına, kilise ile ilişkilerine, halka hitap ederken kullandıkları argümanlara bakıldığında, Hitler’in “Alman üstün ırkı” ideolojisine inandığı kadar Bush ve ekibinin “medeniyetler savaşı”na, Armegedon’a inandığını söylemek, onlara bir iftira değil, ama olup bitenin anlamını kolaylaştırması bakımından bir yanlış olmaz. Buradan bakıldığında, gösterilerde Bush’a Hitler bıyığı takanlar, Amerikan bayrağındaki yıldızları gamalı haçla değiştirenler, aslında doğru bir yorum yapmaktadırlar.
Demek ki, CIA’nın Huntigton’a “medeniyetler çatışması” kitabını yazdırması bir gündem çarpıtması değil, Amerikan sermayesinin en azından egemen kliğinin bütün karşıtlarıyla çatışırken, geniş bir Hıristiyan dünyasını, bu kültürün etkisi altındaki emekçi yığınları, aydınları arkasına alarak saldırıya geçmeyi strateji olarak benimsemiş olmasının gereğidir. Kapitalist sistem sıkışıp kendi ayakları üstünde durması güçleştikçe de; bu aşırı Hıristiyan cephesine katılımlar artacak, bu çatışmadan çıkar sağlama isteği yükselecektir. Hitler’in, Mussolini’nin en büyük sermaye kesimlerini zamanla kendi politikalarına kazanmaları gibi, “medeniyetler çatışması” tezi de, giderek daha çok büyük sermaye kesimini kendisine çekecek bir strateji olarak işlev görecektir. En azından bu tezi geliştiren sermaye temsilcileri (Amerikan yönetim erki, tink-tank kuruluşları, CIA vb.) böyle bir süreci öngörüyorlar. Elbette ki, bu gidişatı kesintiye uğratacak karşıt gelişmeler ortaya çıkıp emperyalist sisteme yeni darbeler vurmayı başaramazsa.
Amerika ve İngiltere, Afganistan ve Irak’a saldırırken, İslam dünyası içindeki işbirlikçilerinin de bu savaşta kendilerine katılmalarını, yaptıklarının bir “medeniyetler çatışması” olmadığının kanıtı olarak gösterdiler. Ama, hedefe konan ülkelere bakıldığında, Küba ve Kuzey Kore dışındaki (onlar da zaten Hıristiyanlık dışı, Hıristiyan kültürüne karşı ve sosyalist, ateist bir kültür olarak görülmektedirler) tüm “hedef ülkeler” İslam ülkesidir. Ve giderek de, İslama karşı bir savaş açıldığı, çeşitli vesilelerle daha açık itiraf edilir hale gelecektir.
CIA eski başkanlarından James Woosley, olup bitenleri bir “4. Dünya Savaşı” (ona göre, 3. Dünya Savaşı “Soğuk Savaş’mış) olarak nitelendirirken, bu savaşın İslama karşı açıldığını açıkça söylemekle kalmıyor, hedeflerini tam da öyle sayıyor: “Bu savaşı biz seçmedik. Baasçı faşistler, İslamcı Şiiler, İslamcı Sünniler seçti.” Diyerek, “4. Dünya Savaşı”nın İslama karşı açılmış bir savaş olduğun da ilan ediyor.
Pek çok başka belirti de; aslında Bush kliğinin kafasında, bir “medeniyetler savaşı” fikri olduğuna ve onlar süreci buraya doğru götürmek niyet ve kararlığına işaret etmektedir. Ama, yukarıda da belirtildiği gibi, Bush ve en fanatik Hıristiyan cemaatleri dahi, bu savaştan Müslümanlığı ortadan kaldıran ve Hıristiyanlığı tek din ilan eden bir dünya kurma sonucu (Armegedon, son tahlilde bir propaganda malzemesi, emperyalizmin stratejisinin bir motifi olarak anlamlıdır) beklemiyorlar. Tersine buradan, Amerika ve İngiltere’nin dünya egemenliğini pekiştiren, Amerikan sermayesinin önündeki engellerin kalktığı bir dünya düzeni kurmayı amaçlıyorlar. Bunun için de; yürütülecek savaşa, Batı dünyasından en geniş desteği sağlayacak argüman olarak Hıristiyan-Batı kültürü ile aşağı medeniyetlerin savaşı tezini işliyor, bunun için de, Hıristiyanlıkla çatışan, bir çatışma kültürüne ve tarihine sahip din olarak İslamı ön cepheye koymuş bulunuyorlar.

SAVAŞ KAPİTALİST DÜNYADA BLOKLAŞMAYI HIZLANDIRDI
ABD, dünya kapitalizminin öncüsü ve “koruyucusu” olarak, dünyayı, en gelişmiş ve en büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, Afganistan, Irak ya da başka bölge ve ülkelerdeki müdahalelerin bu “büyük strateji”nin parçaları olarak anlaşılması gerekir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın efsanelerinin kullanılması, demokrasi ve özgürlük taşıyıcılığı iddiası gibi, bu stratejinin yaygınlaşıp benimsenmesinin dayanağı olarak önemlidirler. 
Irak’a saldırı, bu stratejinin bir aşaması olarak düzenlenmiş; ABD “eski düzenin kurumları” dediği, BM, NATO ve Avrupa ülkelerini (ABD, “eski” ve “yeni Avrupa” diyerek, Avrupa’yı böldü; Almanya, Fransa gibi gelenekselleşen Avrupa tutumunu izleyen ve ABD politikalarına karşı çıkan ülkeleri “eskimiş Avrupa” diye aşağıladı) yeniden saflaştırmayı amaçladı. BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarının kendisini bağlamayacağını ilan etti, NATO ülkelerini ABD yanlıları ve karşıtları olarak böldü, bütün ülkeleri; “ABD’den yana olanlar ve olmayanlar” (“terörizmden yana olanlar ve olmayanlar”) olarak saflaşmaya zorladı. Böylece ABD, kendi pozisyonunun en güçlü olduğu bir durumda, dünya ölçüsünde bir saflaşma yaratmayı, kendisine karşı olanları tecrit edip yalnızlaştırmayı amaçladı.
BM kararına rağmen, dünyayı, kendisinden yana ya da olmayanlar olarak böldüğü koşullarda ve bir güç gösterisi eşliğinde, ABD, yürüttükleri operasyona resmen “Irak’a özgürlük harekâtı” adını verirken gayri resmi olarak da “şok ve dehşet operasyonu” adını verdi. “Şok ve dehşet”le, sadece Irak’ı değil karşısındaki ve yanındaki herkesi sindirmeyi de amaçladı.
Irak’ın istilasından sonra da, herkese bu savaşa katılım oranında Irak pastasından pay vereceğini açıklayarak, karşısındaki cephede karışıklık yaratmayı da ihmal etmedi.
Irak üstünden bir paylaşımın henüz yapılmadığı ama bu dağıtımın başında ABD’nin bulunduğunun açıkça görüldüğü koşullarda; bugün dünyadaki saflaşma şöyle görünmektedir:
1-) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çoğunluğu bu harekâta karşı olmasına karşın, tam bir derbederlik içinde olayları izlemiştir. Savaş sonrası Irak’ta da “insani yardımlar” ötesinde bir rol oynayacak durumda gözlenmemektedir. Bu yüzden önümüzdeki aylar ve yıllar BM’nin rol ve itibarının tartışılıp etkinliğinin hızla yok olduğu bir dönem olacak görünmektedir.
2-) NATO, Almanya-Fransa-Belçika bloğu ve Amerikan-İngiliz bloğu olarak “bölünmüş”tür. Diğer ülkeler, bu iki blok arasındaki bir yelpazede dağılmışlardır. Bu, bir yanıyla NATO’nun ABD’nin çöplüğü olmaktan çıkması anlamına gelirken, öte yandan da böyle bir NATO’ya ihtiyaç olup olmayacağı tartışmaya açılacaktır.
3-) Irak’a saldırı karşısında alınan tutum ile BM ve NATO içindeki bölünme, ABD karşısında Avrupa’nın en güçlü iki devletin çekirdeğini oluşturduğu bir “bloklaşma”nın da kapısını aralamıştır. Almanya-Fransa bloğuna Rusya da katılmıştır. Böylece, en azından SB’nin dağılmasından sonra, Amerika karşısında ilk kez ciddi bir güç odağı oluşmasının yolu açılmıştır. Üstelik bu odak tam da en gelişmiş kapitalist ülkeler kampında ortaya çıkarak, ABD’nin kurmak istediği “tek patronlu bir kapitalist dünya” planını daha şimdiden imkânsızlaştıran bir bloklaşmanın yolunu açmıştır.
Bu tablo, 1990’ların başında ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi ve ideolojik bakımdan bir kaosa sürüklenmesi üzerinde, ABD’nin yine kendi normlarını dayatıp herkesi buna uymaya zorladığı koşullarda ve bu koşulların da baskısıyla oluşmuştur. Bu yüzden önümüzdeki yakın gelecekte, az çok sözü edilebilir her çelişki derinleşerek, her gelişme, ABD’nin bu ana amacıyla çatışacak ya da onunla uyuşacak biçimde anlamlanacaktır.
Bu yüzden de ABD, attığı her adımda, kırbacını şaklatacak, dostlarını ve düşmanlarını yeniden yeniden saflaşmaya zorlayacaktır. Bu yeniden yeniden saflaşmaya zorlananlar içinde, en yakınındaki ülke İngiltere’den başlamak üzere tüm ülkeler, tüm uluslararası organizasyonlar (BM, NATO, AB), tüm dünya ülkeleri ve sermayenin ulusal ve uluslararası güç odakları vardır.
Nitekim İngiltere de, ABD’nin yapmak istediklerini en yakından bilen ülke olarak, bu durumu anlamıştır. Bunun için de; Irak’ın paylaşımını ABD ile kapalı kapılar arkasında yapmaya cesaret edememekte, “savaş sonrasında Irak’ın yeniden yapılandırılmasını BM Güvenlik Konseyi’nin ele almasını” istemekte; böylece, diplomatik manevralarla bugün savaşın dışında kalan ülkelerin desteğini arkasına alarak, ABD ile pazarlık yapmayı istemektedir. Ama, Amerika buna yanaşmadığı gibi, İngiltere’nin isteklerini de çok dikkate almadan, ihaleleri kendi firmalarına vermekte, savaş tamamen bitmeden bile, en yakın müttefiki İngiltere’ye ikinci sınıf ortak muamelesi yapmaktan geri durmamaktadır.
ABD-İngiltere bloğu, Almanya-Fransa-Rusya bloğuna karşı, Fransa’yı hedefe koyan, eğer Fransa’dan ayrılırsa, Rusya ve Almanya’ya daha sıcak davranacağını (cezalandırmayacağını) gösteren jestler yapmaktadır. Ancak, bu üç ülke, henüz aralarında tam bir birlik ve ortak hedeflerde birleşme olmamasına karşın, ABD’nin niyetini anlamış olmaktan gelen bir çıkar duygusuyla birlikte davranmaktadırlar. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ABD’ye karşı bu seferki birlik uzun erimli, etrafında bir kamp oluşturacak özellikler taşıyan bir bloklaşma olacaktır. Ancak bu ülkelerin tam bir birlik içinde olduğu da söylenemez. Örneğin; Almanya’da Hıristiyan Demokratlar, Alman sermayesinin bazı kesimleri Amerikan politikalarına yakındırlar ve Irak’a saldırıya katılmamış olmayı Almanya’nın kaybı olarak görmektedirler. Fransa ve öteki savaşa katılmayan ülkelerde de, sermaye güçlerinin bir bölümü üzerinde Amerika’nın etkisi elbette ki vardır ve olmaya devam edecektir. Bu durum politikada da bir etki yaratacak ve zaman zaman o yana ya da bu yana yönelmeyi belirleyecek kadar etkili olabilecektir. Dolayısıyla yukarıda tarif ettiğimiz saflaşmaların her adımda yeniden ve yeniden olacağı ifadesi, öylesine bir tespit değil; kapitalizmin iç çatışmalarının bir ifadesidir. Öte yandan Avrupa Birliği, ABD karşısında nasıl bir “birlik olmadığını” gösterircesine parçalanmıştır. Onun için kendisine, AB’nin kararsızlığından, bunun da Türkiye’yi kararsızlığa ittiğinden dem vuran Türkiye Dışişleri Bakanı’na Bush, “Ne Avrupa Birliği, onu üçe böldüm görmüyorsunuz?” diyebilmiştir. İtalya, İspanya, Hollanda gibi önemli AB ülkelerinin bile “saflaşma” sırasında ABD’den yana tutum alması, Avrupa’daki 50 yıllık Amerikan şemsiyesinin hayli etkili işbirlikçiler yarattığını göstermesi bakımından da önemli olmuştur.
Kuşkusuz ki; bu bölünmede iktidardaki partilerin rolü vardır ama, son tahlilde, Avrupa Birliği kendisinin ciddi bir birlik olup olmadığını tartışan bir zemine sürüklenmiş de bulunmaktadır.
4-) Çin ise, savaşın hemen öncesine kadar “tereddüt” geçirmiş, ancak, ABD’nin pervasızlığı karşısında Rusya-Fransa-Almanya bloğuna paralel bir tutum takındığı gibi, stratejik hedeflerini de yeniden gözden geçirmeye yönelmiştir.
5-) Asya’nın öteki büyük gücü Japonya ise, her zamanki ihtiyatlılıkla, Amerika’nın dümen suyunda olmayı kendi “huzur” ve “istikrarı” için daha güvenli bulmuş görünmektedir.
6-) ABD’nin dünya ülkelerini yeniden saflaşmaya zorladığı koşullarda, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan “bağlantısız ülkeler konferansı” yeniden gündeme gelmiş, bu ülkeler de “savaşa karşı” olduklarını açıklamışlar, Amerika’yı BM Kararlarına uymaya çağırmışlardır.

DÜNYA HALKLARININ TARİHTE EŞİ GÖRÜLMEMİŞ SAVAŞ KARŞITLIĞI
Ama, Irak’ın işgaline gelen süreç içinde, “savaşa karşı mücadele” ve işgale karşı tutum almada geleceğe dair en önemli gelişme, dünya halklarının tepkilerinde görülmüştür. Yukarıdaki tablo, bu gelişmenin imkânlarıyla anlaşılır hale gelir.
Savaşın doğrudan kışkırtıcısı ve tarafı olan ABD, İngiltere ve Avustralya’da halk, yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen kitlelerle sokaklara dökülmüştür. Ve yığınlar kendi ülkelerinin hükümetlerini protesto etmiş, saldırganlığı lanetlemişlerdir.
Savaş öncesi tepkiler göz önüne alındığında, denebilir ki; sayısız ülkenin büyük kentleri insanlık tarihinin en büyük savaş karşıtı protestolarına sahne olmuştur. Dünya çapında savaşı protesto gününde, bir günde 11 milyon kişi sokağa çıkarak emperyalist saldırganlığı lanetlemiştir. Aylar boyunca saldırgan ülkelerin temsilcileri protesto edilmiştir.
Savaş karşıtı eylemlere, özellikle İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde sendikaların da katılması, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde savaşı protesto amaçlı grevlerin, genel grevlerin yapılması, günlerce süren sokak eylemleri, sadece genel olarak savaş karşıtlığıyla sınırlı kalmayan, işçi sınıfı açısından da yeniden hareketlenmenin işaretlerini veren, işçilerin siyasete müdahale etmelerini yeniden gündeme getiren eylemler olması bakımından da ayrı bir öneme sahip olmuşlardır.
Gösterilerin hemen bütün dünya ülkelerine yayılması, halkların çok büyük çoğunluğunun bu savaşa karşı olduğunu çeşitli biçimlerde ifade etmeleri, özellikle dünya patronu Amerika’ya karşı tepkilerin “Amerikan mallarını kullanmama”ya kadar varan yaygın biçimlere bürünmesi, antiemperyalist ve antiAmerikan mücadelenin kitlesel temelinin olağanüstü genişlediğini göstermektedir.
Belki bu tepkiler, Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin Irak’ı işgal etmesini önlemeye yetmemiştir ama, antiemperyalist, antiAnglo-Amerikan duyguların yaygınlaşmasını önemli ölçüde desteklemiştir.
Kuşkusuz tablonun en önemli özelliklerinden birisi de, “medeniyetler çatışması” aracılığıyla emperyalizmin kendi safına kazanmayı düşündüğü Hıristiyan Batı ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçilerinin, Müslüman bir ülke olan Irak’a yönelik saldırıya en büyük tepkiyi göstermesidir. Bu, bir “medeniyetler çatışması” üstünden sistemin devamını sağlamak isteyen kapitalist güç odaklarının kâbusu olacak kadar önemli bir gelişme olmuştur. Ama bu gelişme, insanlığın geleceği bakımından da aynı ölçüde umut verici olmuştur. Dolayısıyla Huntigton’un kitabında formüle edilen “çatışma”nın gerçekleşmesi için, ABD ve İngiltere sermaye güçleri, bir “medeniyetler çatışması” yaratabilmek üzere önce kendi halklarıyla hesaplaşmayı göze almak zorunda kalacaklardır.
Bütün bu gösterilerin en önemli zaafı ise, bütün kitleselliğine karşın “protestoyu aşamaması” olmuştur. Örneğin; emperyalist ordulara hizmet veren limanlar ve hava alanlarında, gemilerde grevlerle işlerin durdurulması, iletişim ve ulaşımın kesilmesi gibi askeri harekâtı dolaysız biçimde etkileyecek, sistemin sinir merkezlerini felç edecek düzeyde bir işçi emekçi tutumunun eylemlerin bir bileşeni olarak hayata geçememesi; savaş karşıtı hareketin en temel zaafı olarak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bunu “savaş karşıtı hareketin zaafı olarak belirlemekle” yetinmek, olup biteni hafife almak olur. Çünkü burada asıl zaaf, işçi sınıfı hareketinin bizzatihi kendisinin, sendikaların, sermaye güçlerine karşı sınıfın çıkarlarını savunan ve sınıfı iktidara götürecek mücadelenin merkezleri olarak inşa edilmemiş olması gerçeğidir. Bu yüzden de, işçilerin savaş karşıtı harekete katılımı herhangi bir vatandaşın katılımından farklı olmamıştır. Bütün olup bitenden, emek hareketi açısından çıkarılacak en önemli ders de buradadır. İşçi sınıfı hareketi, eğer sermayenin hayatiyetine yönelecek bir siyasi hatta ilerlemiyorsa, sınıf kendini öteki toplumsal kesimlerden ayıran devrimci rolü oynayarak, hareketin bütününün niteliğini ilerletme görevini gerçekleştiremez ve bu durumda da, en iyimser yaklaşımla, eylemleri protestocu bir çizgide kalır.

TÜRKİYE DE, AMERİKAN’NIN HEDEF ÜLKESİDİR
Türkiye açısından Irak sorunu, pek çok bakımdan egemenlerin ayaklarının suya erdiği bir süreç olmuştur.
Her şeyden önce Türkiye hükümeti, Kuzey Irak’a yönelik müdahaleler üstünden, Kürtler başta olmak üzere bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı üzerinde söz söyleme iddiasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Musul-Kerkük’ün statüsünden, Kürtlerin nasıl bir biçimde Bağdat’a bağlı olacağına dair pek çok konuda, Türkiye’nin isteklerine aykırı bir durumun çıkmasını “savaş nedeni” sayma tehdidi, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle anlamsızlaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye, böylece kendisinde gördüğü hakları, Amerika’ya devretmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden, Irak’ta olanlar için, artık Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Genelkurmayı’nı değil ABD Dışişleri Bakanı’nı arayıp “güvence” almaktadır.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki iddialarından vazgeçmesinden Kürtlerden çok ABD kazanmıştır. Çünkü, Türkiye’nin baskılarından yılan Barzani ve Talabani, ABD’yi, Türkiye’ye karşı da kendilerini koruyacak bir kurtarıcı olarak karşılamıştır.
Böylece Türkiye’nin geleneksel ve sadece Türkiye’deki değil öteki ülkelerindeki Kürtlerin de kaderine müdahale temeline dayanan “Kürt sorununu çözme planı” çökmüştür. Bu, aynı zamanda, Cumhuriyet tarihinin en önemli sorununda egemenlerin duvara çarpması anlamına gelmiştir.
Irak’ın işgalinin Türkiye açısından en dolaysız sonucu, Kürt sorununda kendisini göstermiştir. Ama, diğer bir önemli sonuç da; Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini dostluk ve kardeşlik temeline oturtması zorunluluğunun, “kör gözüm parmağına” bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Amerika’nın çıkarları uğruna bölge ülkeleriyle, komşularıyla düşman olan Türkiye, Irak işgaliyle birlikte, “stratejik yer” pazarlığında da geriye düşmüştür. Çünkü Irak’ta üsler kurmakta olan ABD’nin, Ortadoğu’ya müdahale için Türkiye’ye ihtiyacı azalmıştır. Dahası Irak’ın istilasıyla ABD ve İngiltere ile “komşu” olan Türkiye, “ikinci tezkereyi” çıkaramayarak, halkı “savaşa hayır” diyerek, Amerika’nın hizaya getirilecek ülkeler listesindeki sırasını da bir hayli yükseltmiştir.
Öte yandan, Suriye ve İran’ın daha şimdiden ABD’nin “terörist ülke” liste sıralamasında en üst iki sıraya yükseltilmiş olmaları, Türkiye’nin, ABD’ye karşı tutumunu ve bu iki komşusuyla ilişkisini acilen yeniden biçimlendirmesini dayatmıştır. Çünkü, ABD ile birlikte davranacak bir Türkiye (şimdi egemenler ve hükümetleri böyle davranmak istiyor), komşularıyla düşmanlaşıp bu ülkelere karşı harekâtta ABD ile tam işbirliği yapmak zorunda kalacaktır. Ya da Türkiye, halkın da isteklerini dikkate alarak, antiemperyalist bir politik hatta geçerek, İran ve Suriye başta olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle birlikte, Irak’ın işgaline son verilmesi ve ABD ve İngiltere’nin Irak’tan çekilmesi, Irak halkının Kürdüyle, Arabıyla, Tükmeniyle kendi kaderini tayin etmesini savunan bir mücadele çizgisini benimseyecektir. Halkın istekleri bu ikinci doğrultudadır ve halkın isteği ile egemenlerin istekleri arasındaki çatışma, sadece dış politikaya değil iç politikaya da kaçınılmaz olarak yansıyacak kadar büyüktür.
Çünkü; Irak’a yönelik Amerikan saldırısı sürecinde görülmüştür ki; Türkiye halkının ezici çoğunluğunun isteği, Türkiye’nin ABD’ye karşı çıkması, sadece “savaşa karşıyız” açıklamalarının sınırını aşıp, ABD’nin Irak’a müdahalesini engellemek için elindeki tüm imkânları kullanması doğrultusundadır. Halkın çok büyük bir çoğunluğunun isteği bu yöndedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin bu savaştaki hassas pozisyonu ve halkın savaşa karşı tutumu, başka bakımlarından da dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi, savaşa yanlısı medya organları ve hükümet, “Eğer Türkiye Amerikan-İngiliz blokuna katılıp savaşçı ülkeler safında açıkça yer almazsa, ekonomik kriz çıkar, dolar iki buçuk milyonu aşar, faizler yine yüzde bin olur” propagandası yapmış, Tayyip Erdoğan açıkça “Savaşa hayır diyenleri, yarın maaşları ödenmediğinde görürüz” diyerek tehdit etmiştir. Bütün bu tehditlere karşın halkın ezici çoğunluğu “savaşa hayır” demede ısrar etmiştir.
Egemenlerin halkı “kıstırmak” istedikleri ikinci argüman ise, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacağı ve “Türkiye’nin bölüneceği” iddiasıdır. Egemen propaganda odakları ve hükümet sözcülerinin “Eğer Türkiye Amerika ile birlikte olmazsa ve Kuzey Irak’ta Kürtler devlet kurarsa, Türkiye müdahale edemez. Böylece Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi doğar”, “Türkiye’nin güvenliği askerin Kuzey Irak’a yerleşmesiyle mümkündür” tezleri, Musul-Kerkük üstündeki emperyal hayallerle süslenmiştir. Ama, bu eski “kurt masalı”nın da halkın tutumunu etkilemediği görülmüştür. Dolayısıyla egemenlerin en önemli kozları ellerinden alınmıştır. İkinci tezkerenin reddedilmesinin, hükümetin bütün içten isteğine karşın savaşta Amerika’nın isteklerini yerine getirememesinin arkasında, halkın bu kararlı tutumu vardır.
Bunu içindir ki, Amerikancı uşak takımı, “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaşa sokmamıştır”** diyerek, halkın tepkisini aşağılamaya kalkmıştır. 
Elbette ki, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin en önemli zaafı da, dünyadaki ile çok benzeşmektedir. İşçi emekçi mücadelesi üzerindeki sendikal bürokrasinin etkinliği, sınıfın ileri kesimlerinin bürokrasinin kuşatmasını aşma becerisini gösterememesi, genel olarak halkın örgütlenme yetersizliği; Türkiye’de, halkın yüzde 94’e varan savaş karşıtlığının protesto düzeyini aşamamasını getirmiştir. Bu yüzden de, bu hareketin, bütün dünyadaki savaş karşıtı harekete güç ve nitelik katabilecek İncirlik, İskenderun Limanı gibi stratejik merkezlerde “savaşa hayır” tutumunun işçilerin greve çıkması gibi etkin eylem biçimlerine dönüşmemesi, sendikaların hareketin önüne düşmekten kaçınması ve iletişim ile ulaşımın durdurulamaması, elbette ki, hareketi geriye çeken ve yeteri kadar da kitleselleşmesini önleyen bir faktör olarak rol oynamıştır.
Ama bunun da ötesinde, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin, halkın duygu ve düşüncelerindeki “savaş karşıtlığı”nın dünyadaki en yüksek ülkelerden birisi olmasına karşın, kitlesel bakımdan da, milyonların katıldığı kitle gösterilerine dönüşememesi, savaş karşıtı hareket içindeki örgütlerin halk indindeki etkilerinin cılızlığını ortaya koşmuştur. Burada hükümetin, özellikle dini etkinin ağır olduğu kesimler içinde bölücü bir faaliyet sürdürmesinin de hareketin kitleselleşmesini olumsuz etkileyen önemli bir etken olduğunu görmek gerekir. Yine sendikaların sınıf işbirlikçisi tutumları, protestocu çizgiyle sınırlamanın ötesinde, hareketin kitleselleşmesini de olumsuz etkileyen bir faktör olmuştur. Elbette başka pek çok genel ve yerel neden de sayılabilir, ama burada asıl çıkarılması gereken ders; sınıf partisinin, öteki emekten yana partilerin ve çevrelerin halkla birleşmedeki zayıflıklarının boyutudur.
*        *        *
ABD ve İngiltere Irak’ı işgal ettiler, petrol bölgelerini, limanlarını, başlıca kentlerini yakarak, yıkarak, yağmalayarak da olsa denetim altına aldılar. Ama, daha şimdiden gözlenmektedir ki, Irak halkı bu işgali kabul etmeyecektir, etmemektedir. Şiiler, Sünniler, Hıristiyanlar, Kürtler, Türkmenler, Asuriler gibi her milliyet ve dinden Iraklılar, “Amerika’ya hayır”da, “İşgale hayır”da birleşmeye doğru ilerlemektedir. Her gün Irak kentlerinde olup bitenler bunu işaret etmektedir. Ve bu gelişmelerin seyrinde onu geriye çevirecek güçlü müdahaleler olmazsa, yakın gelecek, ABD ve İngiltere için Irak’ın bir Vietnam olmasını hazırlamaktadır.
Sadece Irak değil tüm bölgede ABD düşmanlığı hızla tırmanmaktadır ve bölge ülkeleri ve bu arada Türkiye de, Amerika ile komşu olmanın faturasını görecektir. Özellikle de Amerikancılığın bölgedeki merkezi durumunda olan Türkiye de, artık, Irak ve İran’dan farklı bir biçimde de olsa, Amerikan operasyonlarının somut hedefi haline gelmiştir.
Bölge halkları da, Amerika’yı, Amerikan-İngiliz emperyalizmini ve onların amaçlarının ne olduğunu, onlarla işbirliği içindeki gerici egemen hainleri daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır. Dolayısıyla, sadece Irak değil tüm bölgenin Amerika’nın Vietnam’ı haline gelmesi, “medeniyetler çatışması” yaratarak ve bunun üstünden dünyayı yağmalayarak ömrünü uzatmak isteyen “tek dişi kalmış canavar”ın, halkların ve insanlığın barış içinde bir dünya isteğinin girdabında boğulması kaçınılmaz olacaktır.
Her şey, ABD’nin Irak’ı işgal etmekle; Irak halkı ve bölge halklarıyla, dünya halklarıyla savaşını daha da büyüttüğünü gösteriyor.
Tarih, belki biraz ağır, belki biraz dolambaçlı ve halklara büyük acılar vererek, bu eceli gelen barbarlığın ortadan kaldırılmasına doğru ilerliyor.
Onların saldırganlıklarının artmasının nedeni de budur.

*Armegedon. Hıristiyan ve Yahudi efsanesinde, “kafirlere karşı müminlerin girişeceği son savaştır. Bu savaşla birlikte, kafirler ebedi bir yenilgiye uğratılacak, Yahudilere göre hak dini Yahudilik, Hıristiyanlara göre ise Hıristiyanlık, dünyada öteki dinler karşısında kesin bir zafer kazanacaktır. İncil’e göre, bu muharebeye son olarak Tanrı müdahale eder, dünyayı ele alır ve onu, yönetilmesi gerektiği gibi yönetmeye başlar. Armageddon’dan sonra 1000 yıllık barış ve bereket dönemi başlar. Armageddon sözcüğü, köken olarak, bugün İsrail topraklarında bulunan Megiddo Vadisi’ne dayanır. Anlamı, İbranice’de “Meggido Dağı” demektir.
Güncel bir örnek verecek olursak, Irak saldırısına bazı yönlerden itiraz eden, muhafazakâr emekli asker ve Nixon’un danışmanlarından Brent Scowcroft; “Saddam, kitle imha silahları kullanarak İsrail’i de çatışmaya çekmeye çalışabilir. İsrail’i, belki de nükleer silah kullanarak yanıt vermeye provoke eder. İsrail bu yanıtı verirse, Ortadoğu’da Armageddon başlar.” diyerek, “Buna çocuklar da inanmaz” diyeceğimiz bir masalın “Armegeddon inancı”nın Amerikan yönetiminin üst katlarında ne kadar taraftar bulduğunu, güncel politik ayrılıkların tartışmasında bile “referans” olarak kullanıldığını da gösterir.

** “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaş sokmamıştır” iddiasını Amerikancılıkta en önde olmak için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen ve arkasında Türk-Amerikan İş Konseyi Başkanı’nın olduğu iddia edilen HaberTürk grubu “formüle etmiş”tir. Ama öteki medya grupları da aynı tezi değişik tonlarda öne sürmektedirler. Türkiye’de savaşa halkın yüzde 94’ünün karşı olmasını bir türlü hazmedemeyen Amerikancılar, “dünya yansa umursamayan bir toplumsal kategori” olarak görülen mankenlerin de savaşa karşı çıkması ve çeşitli vesilelerle bu düşüncelerini dile getirmemelerini hiç hazmedememişlerdir. Oynaşmayı pek sevdikleri ve onların gece ve gündüz yaşamlarını haber yapıp paraya dönüştürürken kaşına gözüne övgü düzdükleri bu insanların savaşa karşı çıkmasını kabul edememektedirler. Onların yaşamlarının halk indinde kabul görmemesinden yararlanarak, “savaşa hayır” diyenleri “aşağılamak” amacıyla “sağcı-solcu-manken ittifakı” formülünü geliştirmişlerdir. Ne var ki, mankenlerin bile savaş hayır demesi, mankenlerin onların görmek istedikleri kadar çukurda yaşamadığını, bu Amerikancı takımının çirkefin en derininde olduğunu da göstermiştir. Bu, mankenlere ders olmalı, hayatta iyi şeyler de yapabildiklerini, insanları, halkı düşündüklerinde her zaman yapılacak bir şeyin olduğunu görmeleri gerekir.

Sermayeye karşı mücadele ve yerel yönetimler

20-25 yıldan beri Türkiye’yi yönetenler, ne zaman sıkışsalar; ekonomide, siyasette ne zaman bir bunalıma sürüklenseler “Şu Yerel Yönetim Yasası çıksın da bu sorunlar çözülsün” propagandasına sarılmaktadırlar.
Kürt sorunu mu sıkıştırdı, “Bu sorunun çözümü yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesiyle mümkündür. Bunun için de Yerel Yönetimler Yasası’nın çıkarılması gerekir” diyen aklı evvellerin sayısı derhal artmakta, pek çok kişi ve çevre de bu “cımbızla çekilip alınmış”, mühendislik eseri çözümlemelere gerçekte “olur”muş gibi inanmaktadır. Şimdi buna “türban”, “dini eğitim” gibi talepleri olanlar da katılmakta; “Yerel Yönetimler Yasası” ile bu sorunların çözüleceği propaganda edilmektedir. Ya da belediyelerle ilgili sorunlarda; ücretini aylardır alamayan işçiye, gecekondusu yıkılan emekçiye, akmayan sulara, açıktan akan lağım sularına, salgın hastalıklara, eğitim ve sağlığın emekçiler için ulaşılamaz hale gelmesine çare olarak “Yerel Yönetim Yasası” gösterilerek, “bu yasa çıkmadan bunlar olur” denilmekte ve halkın öfkesi savuşturulmaktadır.
Bu yüzden de, bugüne kadar hazırlanıp “piyasaya sürülmüş, beş ayrı “Yerel Yönetim Yasa Tasarısı”nda; sözü edilen ve daha burada sözü edilemeyen pek çok sorun ile ilgili herhangi bir şey olmamasına karşın; bu propaganda bugün de, belki daha da artarak sürmektedir.
Hükümetler ve egemen propaganda odakları, bu durumdan yararlanarak kendi amaçlarına göre yerel yönetimleri yeniden düzenlemek için, bu yanlış anlamayı derinleştirip kullanmakta, halkın desteğini arkalarına almaya çalışmaktadırlar. Bu yaygın yanlış inanç dolayısıyla; “devletin tüm kurumlarıyla yeniden yapılandırılması” planı olarak ilerleyen “Kamu Yönetimi Reformu”na; salt kendine has sorunların çözüleceği varsayımıyla (“Yerel Yönetim Reformu”, “Kamu Yönetimi Reformu”nun bir ayağı olarak ele alınmıştır), pek çok ilerici, demokrat kesim, sosyal demokratlar, Kürt siyasi çevrelerinin en azından bazı kesimleri, İslamcı siyasi eğilime sahip çevreler destek vermektedirler. Daha da önemlisi; “Yerel Yönetim Reformu” kavramı üstünden öyle bir hava estirilmektedir ki, demokratikleşmenin, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesinin, sağlık, eğitim, hatta kültür ve sanata dair kimin ne talebi varsa; bunların tümünün “Yerel Yönetim Yasası” üstünden gerçekleşeceği inancı yaygınlaştırılmaktadır. Tıpkı bir zamanlar; “özelleştirme” denilince, Türkiye’ye para yağacağı, sanayiinin modernleşeceği, her köşede bir işyeri açılıp işsizliğin biteceği, işçi ve memur emeklilerinin tatillerini Kanarya Adaları’nda geçireceği, ekonomideki bu liberalizasyonun siyasete de, herkesin demokrasinin nimetlerinden tam yararlanması olarak yansıyacağı, dolayısıyla Kürt sorunundan Şeriat sorununa, eğitimden sağlığa, iş güvencesinden işsizliğe tüm sorunların çözüleceği masalının gerçek olacağına inanılması gibi.
Son yıllarda; AB, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye güçlerinin de doğrudan devreye girerek zorladıkları Kamu Yönetimi Reformu ve ona bağlı olarak dayatılan “Yerel Yönetimler Reformu”, şimdi daha sık gündeme gelmektedir. Nitekim AKP Hükümeti de, bir tasarı hazırlayarak ortalığa atmıştır. Ancak; yıllardır sürdürülen, herkesin kendi hayalindeki “Yerel Yönetimler Yasası” tartışması, ortaya atılmış tasarıya rağmen yukarıda belirtilen çerçeve içinde “her derde deva bir tasarı”ymış gibi tartışılmaya devam etmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, yasa Meclis’ten geçinceye kadar da bu tartışmalar sürecektir.
Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası sermaye güçleri, başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, üretim ve hizmetleri tümüyle liberalleştirerek, kamu hizmetlerini ve bu hizmetlerin gereği olan üretim faaliyetini piyasalaştırmayı, uluslararası tekellerin faaliyetine açık hale getirmeyi amaçlamaktadır. Yerel yönetimlerde yapılmak istenen düzenlemeler de, bu genel amaca hizmet edecek biçime sokulmak istenmektedir. Bu çerçevede; İller Bankası’nın kapatılması, yerel yönetimlerin kendi yatırımlarını yapabilecek kaynaklara sahip olması (öyle görünmesi demek daha doğru) ve uluslararası sermaye ile serbestçe ilişki kurmalarını sağlayan düzenlemelerle, uluslararası tekellerle, uluslararası sermaye merkezleriyle yerel yönetimler arasında doğrudan bağ kurmayı amaçlamaktadırlar.
Bu yüzden de, yerel yönetimler sorununu tartışırken, uluslararası sermaye güçlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin bu amaçlarını göz önünde tutarak değerlendirmek gerekmektedir. Dolayısıyla Yerel Yönetimler Yasası’nın nasıl olacağı da; uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye’yi “yeniden yapılandırma” planlarına karşı emek güçlerinin, ilericilerin, demokrat ve devrimci güçlerin kendi Türkiye’lerini kurma mücadelesi arasındaki mücadele tarafından belirlenecektir. Başka bir söyleyişle, bütün diğer yasalar gibi, yasaya girecek maddelerin hangi sözcük gruplarından oluştuğundan çok; hangi güçlerin kurmak istediği Türkiye’nin gerçekleştirilmesine dayanak olacağı önemlidir.
Şimdi hükümet ve sermayenin öteki güçleri, uluslararası sermaye merkezlerinin de desteğini arkalarına alarak, “merkezi yönetimi” olduğu kadar yerel yönetimleri de; sermaye güçlerinin isteklerine göre biçimlendirmeyi amaçlamaktadırlar. 
Aslında bütün düzenleme çabalarının, “reform” yaygaralarının temelinde bu amaç vardır. Bu yazı boyunca söylenenlerin de, bu amaç gözetilerek yapılan değerlendirmeler olarak görülmesi gerekir.
Yazının bundan sonrası için bir temel olmak üzere, bu tartışmaya katılan kesimlerin başlıcalarını ve bunların iddialarını şöyle sıralayabiliriz:

Liberaller: Bu kesimler, “Yerel Yönetimler Yasası” eğer yerel yönetimlere yeterince yetki tanırsa, seçimle işbaşına gelecek yerel yöneticilerin, demokratik davranmak zorunda kalarak, halkın siyasetten dışlanmışlığına son vereceğini, yerel yönetimlere katılacak “sivil toplumun” Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol oynayacağını, eğitim ve kültürün yerel ihtiyaçlar düşünülerek düzenlenmesiyle, Kürt sorununun (Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerde yerel yönetimlerin Kürtçe okullar açıp, Kürt kültürünün gelişmesine yardımcı olacak faaliyetleri destekleyeceğini) ve din-laiklik uzlaşmazlığının (örneğin yerel yöneticilerin türban, dini eğitim filan gibi sorunları merkezi hükümetlerden daha yumuşak yöntemlerle çözüp, laiklikle Şeriatçı eğilimleri uzlaştıracağını) çözüleceğini iddia etmektedirler. En büyük sermaye kesimlerinin de “piyasa serbestliği, kaçınılmaz olarak siyasette de serbestliği, demokrasiyi zorunlu kılar” mantığına (çarpık mantığına demek daha doğru) “demokrasi çözümü” olan bu tez; sermaye basını ve öteki propaganda kanallarından yayılmakta, dolayısıyla, hem “sol sivil toplumcu” kesimler, hem Kürt çevreleri hem de İslamcılar arasında hayallerin yayılmasına neden olmaktadır.
Liberal sol ve sosyal demokratlar: Bunlara göre yerel yönetimler, demokrasinin dolaysız olarak gerçekleştiği alanlardır. Dolayısıyla “sivil toplum kurumları”, meslek örgütleri gibi kurumlar, yerel yönetimlerde “katılımcı” olmalı; sorunların tanımı ve çözümü için seferber edilmelidir. Böylece halkın siyasete ve ülke yönetimine katılımı da gerçekleşmiş olur. “Yerel Yönetim Meclisleri”, bu katılımın bir dayanağı olarak yasallaştırılmalıdır. Bu kesimler, liberallerin hemen bütün varsayımlarını ve bu varsayımlardan çıkardıkları sonuçları benimsemekte, onların tezlerini “katılımcılık”, “meclis” vb. gibi kavramlarla “zenginleştirip” “sol” bir cila ile yutulur hale getirmektedirler. Bu çevrelerin bazıları ise, daha da ileri giderek, merkezi yönetimi “kirli siyaset” ama “yerel yönetimleri temiz siyaset alanı” olarak tanımlamakta ve yerel yönetimleri halkın ilgi göstermesi gereken tek siyaset alanı olarak tarif etmektedirler.
Kemalist çevreler: Bunlara göre; Yerel Yönetimler Yasası ile, yerel yönetimlere tanınacak serbestliklerle ülkenin üniter yapısı bozulacak, “federal sistem”e geçilecektir. Bu da, ülkenin bölünmeyle karşı karşıya kalması demektir. Çünkü, “Yerel Yönetim Yasası” yabancı güçler, Kürtçüler, Şeriatçılar ve liberaller tarafından Türkiye’nin bölünmesi amacıyla kullanılmak istenmektedir. Kemalizmden feyz alan bu siyasi çevreler, Dünya Bankası ve AB’den gelen yerel yönetimlerin “yeniden yapılandırılması baskısını”, ülkenin “federatif” hale getirilme çabası olarak yorumlamaktadırlar. “Federal yapı”nın ise demokratiklik görüntüsü arkasında Türkiye’nin bölünmesi demek olduğunu iddia etmektedirler. Bu gerekçeye dayanarak da mevcut sistemin korunmasını savunmaktadırlar.
Kürt siyasi çevreleri: Bu çevrelerin en azından bir bölümü, “Yerel Yönetimler Yasası” ile illerin, ilçelerin belirli bir özerkliğe kavuşacağını, eğitim, sağlık, kültürel hizmetler gibi sosyal yaşamı doğrudan ilgilendiren pek çok konunun merkezi yönetimin faaliyeti olmaktan çıkacağını ummaktadırlar. Böyle olunca da, en azından Kürtlerin yerel yönetimlerde ağırlıkta olduğu il ve ilçelerde, Kürt dili ve Kürt kültürü üstündeki baskıların ortadan kalkacağını düşünmektedirler. Bu yüzden de, aslında piyasanın tam egemenliğinden başka bir amacı olmayan “Yerel Yönetim Yasası”na, “demokrasiyi geliştirme misyonu” yüklemektedirler. Burada liberal yalanlara inanma geleneğinin rolü olduğu gibi, devlet katlarından da Kürtleri oyalamak, bu tür hayalleri uyandırarak günü kurtarmak isteyen işaretler verilmektedir. Ama, ortaya çıkan yasaların böyle bir özellik taşıdığını gösteren bir belirti yoktur.
İslamcı siyasi kesimler: Bunlara göre, yerel yönetimlere tanınacak serbesti, türban sorunu, “tekke”, “tarikat”, okullarda din eğitimi ve din eğitimi veren “kurslar” gibi sorunları önemli ölçüde çözecektir. Özellikle dini eğilimlerin güçlü olduğu il ve ilçelerde, yerel yöneticilerin bu sorunları çözmek için daha özenli olacağı ve üstlerindeki “radikal laiklik” baskısının azalacağını ummaktadırlar.

YERELYÖNETİMİN TARİHSEL DAYANAKLARI
“Yerel yönetimler”den söz edildiğinde, akla, “Batı Avrupa’nın özerk yönetimlere sahip kentleri” gelir. Ortaçağın sonlarında klasik feodalitenin yaşandığı, Adriyatik’ten Baltık Denizi’ne çizilen çizginin batısındaki Avrupa coğrafyasında ortaya çıkan bu kentlerdeki yönetime “komün” adı veriliyordu. Sonradan, pek çok kentte belediyeler, “komün” olarak adlandırılmaya devam etti.
Derebeylik sisteminin çöküşüne paralel olarak, ticaretle az çok zenginleşen kentler; derebeylerinden kentlerin yönetimini satın alarak, az çok “özerk kent yönetimleri” oluşturmuşlardı. Bu oluşumlar, kenti; güvenlik, sağlık, dini hizmetler, artan nüfusun ihtiyaçlarına yanıt verecek bir altyapı gibi hizmetler bakımından olduğu kadar, siyasi bakımdan da yönetiyordu. Sonraki yüzyıllarda; merkezi krallıkların güçlenmesine bağlı olarak kentlerin yönetimi, görevleri, bugünkü belediyelerin görevlerine indirgenen yönetimlere dönüştüler. Ama; modern yerel yönetimler de, birçok bakımdan, bu eski “özerk kent yönetimleri”nin kalıntısı olan kurum ve gelenekleri sürdürdüler.
Ama bugünkü anlamda yerel yönetimlerin oluşumu, ancak kapitalizmin gelişmesi, ticaret ve sanayiinin merkezi durumuna gelen kentlerin hızla büyümesi, bu büyümenin ihtiyaçlarına yanıt verecek yerel hizmetlerin toparlandığı yerel yönetimlerin, kendi tarihsel koşulları içinde şekillenmesiyle gerçekleşti.
Paris, Londra, Tokyo, Berlin gibi büyük merkezler; birbirinden farklı görünen yerel yönetim tarzlarına karşın; son tahlilde kent kavramının ifade ettiği ihtiyaçlar ve hizmetleri karşılamayı esas alan, bu bakımdan da birbirleriyle öz ve şekil bakımından da uyuşan yapıda yönetimlere sahip oldular.
Bir bütün olarak bakıldığında; ortaçağ kentlerindeki yönetimlerle, kapitalizm çağının yerel yönetimlerini ayıran şey; yerel yönetimin, sadece bir kentin kendi ihtiyaçlarından öte, merkezi yönetimin ihtiyacına göre de biçimlenmiş olmasıdır. Elbette ortaçağ kentlerinde bir “özerklik berati veren derebeyi” vardı, ama derebeyin, imtiyazına itiraz edilmediği sürece, özerklik tanıdığı kentlerin yönetiminde bir etkinliği yoktu. Kapitalizm çağında ise; yerel yönetimler, özerk oldukları kadar, merkezi yönetimi elinde tutan siyasi güçlerin müdahalelerine açık da oldular. En özerk “kent yönetimlerinde”, merkezi yönetimler, bir müdahale imkânını hep ellerinde tutmuşlardır. Sosyal demokratların ve liberallerin iddialarının aksine, burjuva demokrasisinde de “yerel yönetimlerin özerkliği” değil; asıl olarak “merkezi yönetimlere bağlılığı” vardır. Dolayısıyla, yerel yönetimlerin oluşmasında; seçilmiş yönetimlerin mi merkezi atamayla oluşan mekanizmaların mı etkin olduğu da, tamamen, “demokrasinin gelişkinliğine”, işçi sınıfının ve emekçilerin siyasete müdahalesinin boyutlarına ve ’17 Ekim sonrasında SB’nde sosyalizmin inşasında yapılan hamlelerin başarılarına bağlı kaldı.
Örneğin 20. yüzyılın ilk yarısında ve nispeten de ikinci yarısında; Avrupa’nın başlıca büyük kentlerinde yerel yönetimlerin belirli bir inisiyatif kazanması; pek çok sosyal hizmet görevi üstlenmesi, kent planlaması, konut sorununun çözümü, tüm halkın sosyal aktivitelerden yararlanacağı mekânlar ve mekanizmaların geliştirilmesi, kent içi kitle ulaşım sorunlarına çözüm getirilmesi, yüzyıla işçi sınıfının vurduğu damgayla yakından ilgiliydi. Bugün bile, Avrupa’nın pek çok ülkesinde; kentlerde ve kırsal alanda rastlanılan ve “bunları kim ne zaman, nasıl yapmış” diye hayret etmekten insanın kendisini alamadığı, pek çok konaklama, dinlenme merkezi, gençlik merkezleri, kadın evleri, kültür sanat faaliyetleri kompleksleri, spor tesisleri, konut kiralarını düzenleyecek etkinlikte bir sosyal konut yapımı (bu eserlerin çoğu bugün artık özel kişilere devredilmiş, ticari işletmelere dönüştürülmüş olsa da, hâlâ sosyal bir yanları vardır. Ama süreç, bunların da tümüyle piyasa malı haline getirilmesi doğrultusunda ilerletilmektedir) gibi yerel yönetim hizmetlerinin tümü, aslında; 20. yüzyılın ilk 50-60 yılındaki sosyalizm ve işçi mücadelelerinin, bu mücadelelerin bir ifadesi olarak yerel yönetimlere değen işçi elinin (elbette merkezi yönetimlere de) eserleridir.Yani; işçi sınıfı ve emekçi sınıflar; ekonomik ve sosyal bakımdan ne kadar hak talebinde bulunmuş ve siyasete müdahale edebilmişlerse; yerel yönetimlerin hizmetlerinin genişliği, bu hizmetlerin kent hayatına yansıyışı da, o ölçüde kapsayıcı; demokrasinin, halkın yönetime aktif olarak katılımının gelişmesine yardım edici olmuştur.
Dahası, en demokratik geçinen burjuva ülkelerde bile (üniter ya da federatif ülkelerde) “yerel yönetimler”in yetkileri, merkezi yönetimler lehine sınırlanırken, “yerel yönetimler”in “sınırsız yetkiler”le donatıldığı tek yerel yönetim sistemi, yerel sovyetler üstünde yükselen, tüm görevlilerin seçimle işbaşına geldiği Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiştir.
Yukarıda belirtilenler göz önüne alındığında şunlar söylenebilir: Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerde yerel yönetim yasaları çok fazla değişikliğe uğramamıştır. Ama hizmetlerin kapsamı ve veriliş tarzı; halkın yerel yönetimlere katılışına, işçi sınıfı ve halkın kent yönetimine müdahalelerinin gelişkinliğine, daha da önemlisi, emekçi sınıf partilerinin merkezi siyasete ve yerel yönetimlere katılmada gösterdikleri aktiviteye göre değişmiştir. Dahası, Moskova Metrosu, başlıca Sovyet kentlerindeki sosyal hizmetler, kentin tarihine, sanat ve kültür birikimine gösterilen saygı, hizmetlerin bütün bir kent halkına ayrımsız-imtiyazsız bir biçimde ulaştırılması, konut sorununun çözülmesi, kültür ve sanat faaliyetlerine yerel yönetimlerin önemli boyutta bütçe ayırıp organizasyonlar yapması, gençlik kampları, kitlelerin yararlanacağı spor tesislerinin kurulması, eğitim ve sağlık alanlarındaki sorunların kapitalist ülkelerde görülmemiş bir çabuklukla ve köklü biçimde çözülmesi, halkın yerel yönetimlere katılımı ve kent sorunlarının çözümündeki ilerleme, bütün bunlar Batı’da bilinebildiği ölçüde, yerel yönetimler daha işlevsel hale gelmiş, burjuva ülkelerin orta sınıfları bakımından bile, sosyalistlerin, komünistlerin yerel yönetimleri ele geçirmelerine kötü gözle bakılmamıştır. Dahası, büyük kentlerin kronik yerel yönetim sorunlarının çözülmesi için, işçilerin desteğini alan partilerin, en azından köken olarak komünist ve sosyalist olan (öyle bilinen) partilerin yerel yönetimlere gelmesi tercih edilir (bu, aynı zamanda, merkezi burjuva yönetimlere karşı bir denge unsuru olarak da algılanmıştır) hale gelmiştir. Ve bu eğilim, 1970’lere kadar sürmüştür.
Paris, Londra, Berlin gibi büyük metropol kentler ve öteki pek çok sanayi kentinde, işçi sınıfı partilerinin üyelerinin yerel yönetimlerde önemli görevlere seçilmeleri, birkaç dönem arka arkaya işçi kökenli belediye başkanlarının bu kentleri yönetmesi; gelişmiş kapitalist ülkelerde, kentlerin çevresini, konut sorununu, çevre sorununu, imar sorununu, sosyal hizmetler, kitle ulaşımı ve diğer altyapı hizmetleri bakımından, bu ülkelerin rengini değiştirecek kadar etkilemiştir.
Sözü çok uzatmadan ifade edecek olursak; gelişmiş ülkelerin merkezi yapısının “üniter” (Fransa gibi) ya da “federatif” (Almanya gibi) olması, yerel yönetimlerin işlevleri, yetkileri bakımından esasa ilişkin bir farklılık yaratmamaktadır. Ama bu yönetimlerde, işçi sınıfı mücadelesinin, emekçilerin talepleri bu yönetimleri ne ölçüde etkilemişse (yani emekçi sınıf partileri, işçi partileri yerel yönetimlerde ne ölçüde etkili olmuşsa); o kentlerdeki yerel yönetimlere halk katılımı artmış, halkın taleplerinin dikkate alınma oranı yükselmiş, sorunların çözümünde halkın ihtiyaçlarının gözetilmesi önem kazanmıştır. Dahası, yerel yönetimlerin yetkilerinin azlığı, ülkeleri daha bağımsız, dış etkilere karşı daha dirençli yapmadığı gibi, yerel yönetimlerin yetkilerinin fazlalığından, hatta yerel yönetimlerin “özerk”, federatif bir sitemin kurumu olmalarından dolayı da hiç bir ülke bölünmemiştir. Ya da tersine demokratik olmayan bir ülke; yerel yönetimlerinin daha “özerk” olmasından dolayı demokratik olmamıştır. Belki ortaçağın kendine has özelliklerinden dolayı, ortaçağ kentleri bakımından kent yönetiminin despotik ya da daha serbest olması önemlidir. Ama günümüz modern devletlerinde yerel yönetimlerin daha özerk ya da daha merkezi olması ile ülke yapısının demokratikliği arasında en azından doğrudan bir ilgi kurulamaz.

TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİMLER SORUNU
Ancak son yarım yüzyılda, ülke genelinde siyasi mücadelede geriye düşen ve burjuva düzen partileriyle iktidar mücadelesine girmek yerine, uzlaşmayı, uyumu savunan eski Marksist, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin, yerel yönetimlerin demokrasi ve ülke yönetimindeki rolünü her şeyin önüne çıkarmaları; yerel yönetimlerin demokratikleşmesinin, bütün ülkenin demokratikleşmesinde “belirleyici” olacağı fikrini yaygınlaştırmıştır. Ama kendisi demokrat olmadığı halde, yerel yönetimleri demokrat olan ya da yerel yönetimlerdeki demokrasinin gelişimiyle kendisi de demokratlaşan bir ülke örneği henüz görülmemiştir.
Örneğin, Türkiye’de, merkezi bakımdan Kürt dilinin, Kürt kültürünün üstündeki baskılar sürerken; merkezi hükümetin, Diyarbakır ya da öteki yerel yönetimlere, Kürtçe üzerinde baskı yokmuş gibi, okullar açılması, kültürel girişimler yapılması, anadilde eğitim verilmesi izni vermesi elbette beklenemez. Çünkü yerel yönetimle ilgili yasaları da son tahlilde merkezi hükümet yapmaktadır.
Aslına bakılırsa, yerel yönetimlerin demokratikleşmede böylesine önemli bir rol oynayacağı iddiası, bu iddia sahiplerinin, burjuva devletin farklı fraksiyonlardan oluşmasını, bu fraksiyonların bazılarının bazı konularda farklı tutum almak istemesini aşırı abartmalarından gelmektedir. Yani bu çevreler, iddialarını, AKP Hükümeti’nin; Kürt sorununu ve İslam ile Cumhuriyet rejimi arasındaki sorunu çözmek için; yerel yönetimlere “eğitimin ve din işlerinin yöre halkının isteklerine göre düzenlenmesine imkân tanıyacağı” varsayımına dayandırmaktadırlar. Kemalistler de, buradan kalkarak, ülkenin bölüneceği, şeriatın hortlayacağı tezini savunmaktadırlar. Çünkü bu çevrelere göre; ülkenin demokratikleşmesini asıl olarak burjuva siyasi partiler ve onların düzeni değil de, askeri ve sivil bürokrasi sağlamaktadır. Elbette ki bütün bu görüşler; ilk bakışta doğruymuş gibi görünseler de, tümüyle yanılsamaya dayanan, abesle iştigal eden görüşlerdir.
Sadece dünyada değil Türkiye’de de, nispeten kısa Cumhuriyet tarihi içinde, yerel yönetimler; merkezi iktidarın bir uzantısı, onun amaçlarının yerel düzeyde gerçekleştirilmesinin aracı olmuşlardır. Yerel yönetim yasalarına renk veren de; merkezi olarak yönetimi elinde bulunduran sınıfın çıkarları; onun, yerel olarak şekillendirmek istediği ne ise, onunla uyumlu olmuştur.
Yasalar açısından; genel olarak yasa, o andaki sınıf güçlerinin pozisyonunun ifadesiyse, yerel yönetimler sorununda da, çok farklı değildir. Son 20 yılda beş kez “Yerel Yönetim Yasa Taslağı” çıkarılıp bunların yasalaştırılamamasının nedeni, hem sermaye güçleri arasındaki fikir birliğinin sağlanamamış olması hem de emekçilerle sermaye güçleri arasındaki güç ilişkisinin sermaye güçleri lehine yeterince bozulmamış olmasıydı. Şimdi bu ilişkinin yeterince bozulduğunu (kendi içlerinde de birliği sağladıklarını) düşündükleri içindir ki; yasayı çıkarmak için kolları sıvadıklarını ifade etmektedirler.
Şimdi AKP Hükümeti ve arkasındaki uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin yasalaştırmak üzere harekete geçtikleri “Yerel Yönetimler Yasası”, bütün üretim ve hizmet kurumları piyasalaştırılmış, yabancı sermaye için cennet haline getirilmiş, yeraltı ve yerüstü kaynakları yağmaya açılmış bir Türkiye’nin “Yerel Yönetimler Yasası”dır. Mevcut koşullar göz önüne alındığında (emek mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin düzeyi ve sermaye güçlerinin Meclis’te kazandığı güç vb.), başka bir şey beklenemez. Çünkü; işçi sınıfı başta olmak üzere halk kesimlerinin, hükümetler ve sermaye güçleri karşısında bu ölçüde geriletildiği bir dönemde, yasaya; emeğin çıkarlarının, halkın çıkarlarının, ülkenin bağımsızlığının, halkların kardeşliğinin, emperyalizme karşı mücadelenin taleplerinin ve demokrasinin temel ilkelerinin yansıması beklenemezdi. Bu yüzden de, yasa, daha amaç maddesinden başlayarak, terminolojisi ve içeriği ile tamamen piyasanın, Dünya Bankası’nın, IMF’nin, GATS’ın ve öteki uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin isteklerini yansıtan bir taslak olarak biçimlendirilmiştir.
Yerel Yönetim Yasası’nın “temel yasası” olarak hazırlanan “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı”nda yerel ve merkezi yönetimin amacı şöyle tarif edilmektedir:
“Amaç:
Madde 1- Bu kanunun amacı, katılımcı, şeffaf ve etkin bir kamu yönetiminin kurulması, kamu hizmetlerinin kaliteli, süratli, etkili, adil ve ekonomik bir şekilde sunulması, rekabetçi piyasa şartlarının oluşturulması, devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi, bakanlıkların ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının teşkili, kaldırılması, mevcutların bölünmesi veya birleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin teşkilat, görev, yetki ve kaynak dağılımı ile bunlar arasındaki ilişkilerin esas ve usullerini düzenlemektir. “
Elbette ki hizmetlerin katılımcı, şeffaf, etkin olmasına aklı başında kimse karşı çıkmaz. Ama, piyasacıların dilinde “katılımcılık”, “şeffaflık”, “etkinlik” bizlerin anladığından çok farklıdır ve tümüyle sermaye sınıfının çeşitli kesimleri arasındaki kontrole dayalıdır. Bu yüzden de, “katılımcılık” derken, “sivil toplum kuruluşu” dedikleri ve aslında merkezi idarede etkin olmayan burjuva kesimlerin yerel yönetimlere katılma aracı olan “vakıf”ların, tuzu kuru orta sınıf örgütlerinin (güzelleştirme dernekleri, yardım dernekleri vs.) katılımını; “şeffaflık” derken, halka hesap verirliği değil, burjuva firmaların piyasa koşullarında eşitleştirilmesini, “etkinlik”ten de; borçların ödenmesi ve piyasa kurallarının dayatılması için yerel yönetimlerin halka karşı popülizmden kaçınmasını, tavizsizliği (kuşkusuz ki, bu kavramların ideolojik anlamları çok daha derindir ve ayrı bir yazı konusu olacak kadar kapsamlıdır) anlamak gerekir. Ama, bu kavramlar “kulağa hoş geldiğinden”, halkı aldatmak için böyle bir kalıp içinde kullanılmaktadır. Ancak burada başka bir yenilik vardır, ve asıl amaç da, burada ifade edilmek zorunda kalınmıştır: Bu, daha amaç maddesinden başlayarak metinde yer alan “rekabetçi piyasa şartlarının oluşturulması” ve “devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi” ifadesidir. Ve aslına bakılırsa, maddenin pratik amacı da bundan ibarettir. Yani, devlet, bütün hizmetlerini ve ürettiği malları piyasa koşullarında vermeyi amaçlamaktadır. (Bunun vatandaş için anlamı, “piyasa koşulları üstünden parasını öde, malı ve hizmeti al”dır.) Dahası devlet, hizmetlerin verilmesinde bir rol oynamayacaksa, sadece “düzenleyici” olacaktır. Yani hizmeti üreten, veren başkası, ama düzenleyen devlet olacak.
“Yok, o kadar da değil, burada biraz yorum zorlanmış” denebilir. Bu durumda, aynı “amaç” bölümünün “3. maddesi”nin “h” bendine bakılabilir. Bu bölümde kamu hizmeti üretilmesinin koşulları; “Kamu kurum ve kuruluşları, piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet oluşturacak şekilde üretemez. Bu ilkeye aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yenileri kurulamaz” biçiminde açıkça belirtilmiştir.
Yasa taslağının bu maddesinden şunu anlamalıyız: Eğer bir hizmeti bazı firmalar üretiyor ve bunu belirli bir fiyattan satıyorlarsa; devlet ya da yerel yönetimler, bu hizmeti daha ucuza üreterek halka veremeyecektir; bunu yapmak “haksız rekabet” sayılacaktır. Dahası, eğer bir mal ve hizmet özel sektör tarafından üretilmeye başlanmışsa; bu mal ve hizmet, eskiden beri merkezi ya da yerel yönetimler tarafından üretiliyor olsa da bu birimler kapatılacaktır. Bu alanda, merkezi ya da yerel yönetimler, yeni hizmet ya da üretim birimleri de kuramayacaktır!
Örneğin eğitim, sağlık hizmeti ya da bir asfalt üretimi, bazı özel firmalar tarafından yapılıyorsa, devlet, bu firmaların piyasa koşullarında üretimi sürdürmelerini önleyecek bir fiyatla, bu hizmetleri veremeyecektir. Eğer bu firmalar bu hizmetleri verebiliyor ise, devlet kendi ünitesini kapatacaktır. Örneğin bir özel okuldan, bir özel hastaneden daha ucuza eğitim ve sağlık hizmeti verilemeyecektir. Ya da piyasadan daha ucuza asfalt üretip, yol bakımı yapılamayacaktır. Tersine, bu hizmetleri özel firmalar yapıyorsa, devlet üretime son verip; piyasanın ürettiği hizmet ve malların kalitesini denetleyecek bir “düzenleyici” pozisyonuna çekilecektir.
Tabii ki, işin bu aşamasında, uluslararası tekellerin talepleri ile bütün hizmetlerin piyasaya açılmasını şart koşan GATS’ın koşullarını da göz önüne alırsak; yerel yönetim; bugün yaptığı (kanalizasyondan elektrik dağıtımına, şehir içi ulaşımdan asfaltlamaya, sosyal hizmetten çevre koruma faaliyetine, imardan kültürel ve sosyal etkinliklere ve halk sağlığının korunmasına…. kadar bütün faaliyetlerini) tüm faaliyetlerden çekilmek ve sadece “düzenleyici” olarak rol oynamak durumundadır. Bunun Türkçesi ise, yerel yönetime düşenin; hizmetleri “şeffaf” bir biçimde ihaleye çıkarmak, ihalenin koşullarının titizlikle uygulanmasını denetlemek, hizmetlerin etkinliğini kontrol etmek ve bu hizmetlerin karşılığının piyasa fiyatları üstünden ödenmesi için, yerel yönetim vergilerini, gaz, elektrik, su fiyatlarını yükselterek, halkın boğazını sıkmaktan ibaret olacağıdır.
Aslında, bu somut durum karşısında, tüm öteki görevleri, mekanizmaları tartışmak yersizleşmektedir. Ama tartışılan “Yerel Yönetim Yasa Taslağı” gibi görünse de, aslında mücadelenin bütün alanları tartışılmaktadır ve bu tartışma üstünden halk saflarında kafa karışıklığı yaratılması amaçlanmaktadır. Bu yüzden de, “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı”nın diğer bazı yönlerini daha ele alıp; taslağı hazırlayanların amaçlarını teşhir etmek gerekmektedir.

YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİK GELİYOR MU?
Türkiye’de yerel yönetimin iki bileşeni vardır. Bunlardan birisi “belediyeler”, ötekisi ise “il özel idareleri”dir.
Belediyeler; etkin ve aktif kent hizmeti veren kurumlar olarak rol oynarken, il özel idareleri, sadece seçimlerde bazı kişilerin seçildiği, başında da il valisinin bulunduğu, varlığı yokluğu belirsiz bir kurum olarak, daha çok, kent dışındaki kimi madenler, tarım ve hayvancılık gibi işlerle ilgilenen kurumlar olmuşlardır.
Şimdi getirilen yasa taslağında da, bu iki kurum “yerel yönetim” olarak tanımlanıp, bunların “görev” ve “yetkileri” tartışılmaktadır.
Önceki yasayla kıyaslandığında; yerel yönetimleri güçlendiriyor gibi görünen tek önemli gelişme, il valilerinin, yerel yönetimler üstündeki tasarruflarının azaltılmasıdır. Valilerin yerel yönetimler üstündeki etkisinin azaltılması, daha önce il valilerinin denetiminde yürütülen köy hizmetlerinden yol bakımına, trafikten il içindeki madenlere, tarım ve hayvancılığa kadar pek çok faaliyetin (bütün bu alanların piyasaya açılmasından sonra, artık bunlara ne kadar faaliyet denecekse!) yerel yönetimlere devredilmesidir. Ama, burada da; aslında bütün bu faaliyetlerin piyasaya devredildiği düşünüldüğünde, il valisinin yetkilerinin sınırlanmasını, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması olarak değil, ama il valisinin sorumluluklarının önemli bir kısmının “piyasa”nın somut ifadesi olan ticari şirketlere devredilmesi olarak anlamak, daha doğru olur. Çünkü yasa; hizmet ve mal üretimini piyasaya açarak; valilerin olduğu kadar, belediyeler ve özel idarenin yetkilerini de kısıtlayarak, onları, aktif hizmet ve mal üretim kurumları olmaktan çıkarıp “düzenleyici” konumuna indirgemektedir. Üreten ve aktif olan ise; bu hizmetleri devralan firmalar olacaktır.
Ancak, bütün bu yetki devrine karşın, yasa taslağında, “Belediye bütçelerinin onaylanması yetkisi” valiye bırakılarak, “ipin ucunu tutmak” da ihmal edilmemiştir.
Ortada, tüm yerel yönetim faaliyetlerini piyasa koşullarına bağlayan bir yasa varken; liberaller, liberal sol çevreler, Kürt siyasi çevreleri ve İslamcı siyasi kesimlerden gelen; “Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı”nın demokratikleşmeyi teşvik edeceği söylemleri, bu nedenle, bu taslağa hoşgörülü bakmaları; bu taslağın “yerel yönetimlere özerklik tanıyacağı”, böylece Türkiye’nin üniter yapısının bozulacağı, bölücülerin , Sevrci’lerin amacına hizmet edeceği iddiaları kadar dayanaksızdır.
Bu yasa taslağından “demokrasi” bekleyenlerin düşünceleri; yasanın, başlıca hizmetlerin biçimlendirilmesi ve uygulanmasında “yerel yönetimlere inisiyatif tanıması” gibi nasıl ve nereden çıkarıldığı bilinmeyen bir varsayıma dayanmaktadır. Örneğin milli eğitim, din gibi kimi konularda yerel yönetimlere özerklik tanınsa bile, buradan bir demokratikleşme çıkmayacağı, çok açıktır. Ama varsayalım ki öyledir; “eğer yerel yönetimler bazı konularda özerkleşirse; memlekette demokrasi gelişir” denilebilse bile, yasa taslağının, bu bakımdan, tamamen “üniter uygulamalardan yana” olduğu pek açıktır. Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan da; “üniter devlet elden gidiyor” diyenlere, “Hayır, üniter devlete zarar verecek en küçük bir açık yoktur” diye yanıt vermiştir. Nitekim, yasa taslağında, önce merkezi yönetimin yetki ve görevleri sayılmış, “geriye kalan” ise, “yerel yönetimlere” bırakılmıştır.
Yasa taslağında “Merkezi ve Yerel Yönetimlerin Yetki, Görev ve Sorumlulukları” başlığı altında, “merkezi yönetim”in görevleri şöyle belirleniyor:
“Madde 4- Merkezi yönetimin kamu hizmetlerinin yürütülmesinde temel yetkileri
şunlardır:
“a) Adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış ilişkiler ve dış politika hizmetleri.
b) Maliye, Hazine, dış ticaret, gümrük hizmetleri ile piyasalara ilişkin düzenleme ve denetleme hizmetleri.
c) Ulusal düzeyde haberleşme ve ulaşım hizmetleri.
d) Milli eğitimde eğitim ve öğretim birliğini sağlama, müfredatı belirleme ve geliştirme hizmetleri ile yüksek öğretim, ulusal düzeyde bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, ulusal ve uluslararası düzeydeki gençlik ve spor organizasyonu hizmetleri.
e) Ulusal düzeyde koruyucu sağlık, üreme sağlığı ve ana çocuk sağlığı hizmetleri.
f) Ulusal ve bölgesel düzeyde çevrenin, ekolojik dengenin ve gıda güvenliğinin korunması ve geliştirilmesi hizmetleri.
g) Din hizmetleri.
h) Sosyal güvenlik hizmetleri.
ı) Tapu ve kadastro, nüfus ve vatandaşlık hizmetleri.
i) Acil durum yönetimi ve sivil savunma ile ilgili ulusal düzeyde yapılması gereken hizmetler.
j) Ulusal ve bölgesel düzeyde olmak üzere ormanların korunması, geliştirilmesi ve yönetimi hizmetleri.
k) Ulusal ve bölgesel düzeyde yürütülmesi gereken enerji ve madenlerle ilgili hizmetler.
1) Ulusal ve bölgesel kalkınma planlarının hazırlanması ve uygulanmasına ilişkin hizmetler ile bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarını gidermeye yönelik kalkınma program ve projelerinin uygulanmasına dair hizmetler.
m) Ulusal ve bölgesel düzeyde bilgi toplama, araştırma yapma, istatistik ve standardizasyon hizmetleri.
n) Vakıflarla ilgili olarak ulusal düzeyde yapılması gereken yönetim ve denetime ilişkin hizmetler.
o) Yerel yönetimlere teknik ve mali yardımda bulunma, rehberlik yapma ve eğitim desteği sağlama hizmetleri.”
Merkezi yönetimin görevleri böylesi ayrıntılı bir biçimde belirlendikten sonra sıra, yerel yönetimlerin yetki, görev ve sorumluluklarına gelmektedir. Onlar da, yasada 5. madde olarak düzenlenmiştir:
“Madde 5- 4. maddede sayılan ve merkezi yönetim tarafından yürütülmesi öngörülenlerin dışındaki görev ve hizmetler ile kanunlarda öngörülen ve açıkça başka bir kuruluşa verilmeyen her türlü mahalli ve müşterek mahiyetteki görev ve hizmetler yerel yönetimler tarafından yerine getirilir.
“Yerel yönetimler, görev, yetki ve sorumluluk alanlarına giren hizmetleri, idarenin bütünlüğüne, mevzuata, kalkınma planlarının ve yıllık programların ilke ve hedeflerine ve merkezi yönetim tarafından belirlenen esas ve usuller ile standartlara uygun olarak yürütür.”
Yasanın maddelerinde açıkça belirtildiği gibi; eğitimden sağlığa, kültürden sosyal hizmetlere, emniyetten sosyal güvenliğe kadar, akla gelebilecek tüm başlıca hizmetler, merkezi yönetime bağlanırken; sadece teferruata ait ve muhtemelen de devletin yıllardır “yük” gördüğü, “lağvetmeye hazırlandığı” köy hizmetleri, karayolu bakım hizmetleri, trafik düzenlemesi, şehir içi ulaşım gibi, bir yandan yasadaki “piyasayla ilgili” madde, öte yandan GATTS üstünden, zaten piyasaya açılacak olan hizmetler, “yerel yönetimlere” bırakılmaktadır. Üstelik, bütün bu hizmetlerin stardardı ve yerine getirilişi de yine merkezi hükümet tarafından belirlenerek, yerel yönetim ikinci kez dışlanmaktadır. Bu da yetmemiş olmalı ki; halk tarafından seçilecek yerel yönetime görevden el çektirmek için taslağa maddeler eklenmiştir:
“Madde 36- Merkezi yönetim tarafından belirlenen standartların karşılanması hususundaki yetersizlikler, yerel yönetimlerce yürütülen hizmetlerin aksatılması, kayıt ve işlemlerin mevzuata uygun olarak yerine getirilmemesi durumunda İçişleri Bakanlığı’nca sırasıyla şu uygulamalar yapılır:
“… hizmetin yerine getirilmesi, kayıt ve işlemlerin düzeltilmesi veya tamamlanması istenir… ilgili yerel yönetim hizmetlerinde ciddi şekilde aksamanın ve yetersizliğin devam ettiğinin tespit edilmesi durumunda İçişleri Bakanlığı’nın müdahalede bulunma yetkisi vardır. …”
Son yasa tasarısı, eski Yerel Yönetimler Yasası’na göre, yerel yönetimlere, mali bakımdan daha çok yetki tanımakta; merkezi bütçeden de paylarını yükseltmektedir, ama bu, yerel yönetimlerin mali bakımdan özerkleştiği anlamına da gelmemektedir.
Bu durum taslakta şöyle ifade edilmektedir:
“Madde 59- Yerel yönetimlere görev ve sorumluluklarıyla orantılı gelir kaynakları sağlanır. Kanunun belirleyeceği alt ve üst sınırlar içinde kalmak kaydıyla, yerel yönetimler tarafından toplanacak vergi, resim ve harçların oran ve miktarlarını belirlemeye, yerel yönetimlerin genel karar organları yetkilidir.
Madde 60- Yerel yönetimlere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatından pay ayrılır.
Payların ayrılmasına, dağıtımına ve bu paylardan yapılacak kesintilere ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.
Merkezi yönetim, yerel yönetimlere uygulayacakları projeler için yardım yapabilir. Bu yardımlar, tahsis amacı dışında kullanılamaz.”
Kısacası yasa taslağında, bırakalım “özerklik”, “federatif yapı”, “merkez karşısında demokrasi odağı” olarak gelişmeyi; yerel yönetimlerin; kendi fonksiyonunu serbestçe, yerel yönetimleri seçen halkın istekleri doğrultusunda yapmak için, kendisine tanınmış yetkiler bile yoktur. Tersine, yerel yönetimler, merkezi yönetimin belirlediği sınırlar içinde kalırken, şimdi, buna, bir de, yeni tasarı ile, piyasanın, tekellerin baskısı eklenecektir. Bunun, öyle basit bir baskı olmaktan öte; belediyelerin imkânlarının yağmalanmasını, kapıya haciz dayanmasını, “Tahkim”e, uluslararası mahkemelere sürüklenmeyi, belediyelerin hizmetlerinin durdurulmasını, pek çok yerel yönetimin elindeki doğal kaynakların, arsa ve öteki malların yağmalanmasını da içeren bir baskı olacağını söylemek için, kahin olmaya gerek yok. Deyim yerindeyse, eskiden, sadece merkezi yönetimlerin baskısı altındaki yerel yönetimler, şimdi, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin imkânlarını yağmalamak için saldıran kapitalist firmaların, uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçilerinin kıskacına da alınmış olacaklar.
Burada; hizmetlerin piyasaya açılmasıyla ve merkezi yönetimin vazgeçtiği hizmetlerin de yerel yönetimlere devriyle ortaya çıkacak olan; işçi tasfiyeleri, kamu emekçilerinin sözleşmeli hale gerilmeleri ve işten çıkarılmalarıyla oluşacak “iç kaos”a hiç değinmiyoruz.

YEREL YÖNETİMLER VE MÜCADELE
Yerel yönetimler, sonuçta sistemin kurumları olarak işlerler. Ama, emekçilerin uzun mücadeleleri sonucunda, yerel yönetimlerin de hem yapısında hem de görevlerinde önemli sayılması gereken değişiklikler olmuştur. Dahası, yerel yönetimler, merkezi  yönetime göre, halkla daha “doğrudan” ilişki içindedirler ve kendilerine has özellikleri nedeniyle de, emekçi sınıfların, halkın mücadelesi sonucu nispeten daha kolay bir dönüşüm imkânına sahiptirler.
Yukarıda da belirtildiği gibi, egemenler, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, yerel yönetimlere emekçi sınıfların mücadelesi sonucu olarak yüklenmiş olan görevleri (hizmetlerin yerine getirilmesinde halkın çıkarlarını göz önünde tutma, hizmetlerde yoksul-zengin ayrımı yapmama, gençlerin, kadınların, yoksulların korunması, ana çocuk sağlığı vb.) bırakarak; tüm hizmetleri “parasını verene” vermeye, bu hizmetlerin, piyasa koşullarında ve kapitalist firmalar tarafından yerine getirilmesi doğrultusunda bir yönelişe girilmiştir. Aslında bu; “yerel yönetime” son yüzyılda yüklenmiş olan bütün olumlu sıfatların reddedilmesi anlamına da gelmektedir.
Ama; sonuçta, bu, bir mücadeledir; halk, emekçiler, emekten yana partiler yerel yönetimleri kendi ihtiyaçlarının, kendi taleplerinin yerine getirilmesinin aracı olarak değerlendirirken, egemenler de, yerel yönetim hizmetlerini kârlarını artırmanın, kentleri kendi isteklerine uygun yerleşim yerleri haline getirmenin dayanağı olarak kullanmak isteyecektir. Bu yüzden, yerel yönetimlerin halka hizmet veren kurumlar olarak işlevlerini yerine getirmesi mücadelesi; sınıf mücadelesinin, halkın pek çok günlük talebini elde etmesinin ya da elde edememesinin görüldüğü alandır. Bu nedenle, yerel yönetimler alanı; şu yasa ya da bu yasa doğrultusunda yönetime gelinip gidilen bir alan değil, öteki mücadele alanları gibi; egemen sınıflarla halkın, hizmetlerin nasıl olacağı, kaynakların kimden sağlanacağı ve bu hizmetlerin nasıl ve kimin yararına verileceği mücadelesinin alanı olarak ele alınmak durumundadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, yerel yönetimlerin düzenlenmesinin, onun kuruluş yasasının mantığının piyasa olmaktan çıkıp, halka hizmet veren kurumlar haline getirilmesine izin veren bir yasa olarak biçimlenmesi için mücadele edilmesi, bu alandaki temel tutumlardan birisi olmak durumundadır. Bu yüzden de, “yasasın çıkıp çıkmayacağı”, “hükümetin niyeti” vb. konularında uzun tartışmalar yerine; “halka hizmetin önünü kapatmayacak bir yasa” için mücadele öne çıkarılmak durumundadır. Bu da, yukarıda belirtildiği gibi; sadece yerel yönetimlerle ilgili bir sorun olmayıp, tüm kamu yönetiminin ve hizmetlerinin piyasalaşmasına karşı mücadelenin bir parçası olmak durumundadır. Dolayısıyla, bu alanda sürdürülecek mücadele; illerin, ilçelerin kendi koşullarıyla da birleşen, ama sermayenin kamu yönetimini yeniden biçimlendirmesine, IMF-Dünya Bankası-WTO … baskısıyla kurulmak istenen idari sisteme karşı, halktan yana, ona hizmet eden bir sistem için; Türkiye’nin demokratikleşmesi, bağımsızlaşması mücadelesinin parçası olmak durumundadır.
Türkiye’nin egemenleri ve hükümeti, ilgili yasal değişiklikleri parlamentoda onaylattıktan sonra, belediyelerin sorumluluk ve çalışma alanının genişleyeceği açık. Bu yasayı çıkarmak isteyenlerin; belediyeleri birer şirkete dönüştürüp, belediyelerin sorumluluk alanındaki üretim ve hizmet kurumlarını uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin müdahale ve kontrol alanı haline getirmek istedikleri de açık.
Bu çerçeveden bakıldığında, emek hareketi için yerel yönetimler; demokrasi mücadelesinin geliştirildiği, halkın dolaysız bir biçimde yerel yönetim işlerine müdahale etmeyi öğrendiği alanlardır. Bu yüzden de; yerel yönetimler üzerinde, merkezi yönetimin mümkün olduğu kadar az etkisi olmasını savunmak önemlidir. Bu yüzden, yerel yönetimlerde, yetkinin, atanmışlardan seçilmiş yöneticilere geçmesi (tüm idari görevlilerin seçimle gelmesi), seçilmiş yöneticilerin sadece halk tarafından görevden alınabilmesi ve yerel yönetimlerin, sadece halka hesap veren  kurumlar olması önem taşır.
Bu açıdan yaklaşıldığında:
1-) Yerel yönetimler, kentin hükümeti gibi oldukları ölçüde özel bir işleve sahip olabilirler. Sadece şehircilik hizmetleri değil, halka yaşamın her alanında hizmet götürme, demokratikleşme, eğitim, sağlık, işsizlik, beslenme, hayat pahalılığı, üretici ve tüketiciyi koruma, kültür, sanat ve spor etkinlikleri gibi alanlar da yerel yönetimlerin doğrudan ilgi alanına girmelidir.
Kendi görevlerini ve çalışma programını halkın ihtiyaçlarından çıkaran bir yerel yönetim anlayışı, esas olmalıdır. Bunu başarabilmek için; halka karşı açık olmak, bütün kararları halkla tartışabilen ve uygulama aşamasında da halkın denetimine açık olan yönetimler oluşturmak gerekir. Halkın üretkenliği ve yaratıcılığının, kentin sorunlarını çözmede katılımcılığın kuru söz olmaktan çıkarılıp mutlaka uygulamaya sokulması gerekir. Sadece belirli bir kesime hizmet  veren kurumlar yerine, sendikalar, kitle örgütleri gibi doğrudan halk ve emekçi sınıf örgütlerini de yerel yönetimlere katan, ama, halk tarafından seçilmiş bir “Halk Meclisi”ne dayanan bir yerel yönetim anlayışı, yerel yönetimlerin temel dayanağı olmak durumundadır. Başka ülkelerde yerel yönetimlerin gelişkin olduğu dönemlerde, halkın katılımı, kent parlamentoları, “halk meclisleri” gibi kurumlar aracılığı ile olmuştur. “Referandum”un da, yerel yönetimlerin halka danıştıkları, halkın bir konuda tutum oluşturmasının vesilesi yaptıkları, yerel yönetime katılımın bir aracı olarak düşünülmesi gerekir. Türkiye’de, yerel yönetim mekanizmasının bu yöne evrilebilmesi için olumlu bir birikim vardır, üstelik ihtiyaçlar da dayatmış bulunmaktadır. Burada, kişi ve kurumların çıkarlarına göre yönetilen değil ama değil, halkın genel çıkarlarını gözeten, uygulamalarına ona göre yön veren bir yerel yönetimcilik anlayışı esas alınmalıdır.
2-) Merkezi otorite nasıl değerlendirirse değerlendirsin, belediyeler, halkın seçtiği ve halka hizmet etmesi gereken kurumlar oldukları ölçüde bir işleve sahip olabilirler. Aksi halde, olup olmamalarının anlamı yoktur. Bugün, yerel yönetimlerin bir işleve sahip olmasının önündeki en büyük tehlike ise; yerel yönetimlerin, birer şirket gibi, kâr amaçlı olarak yönetilmesi isteği, dayatmasıdır. Üstelik, bu görüşün sahipleri, isteği de aşarak, yukarıda belirtildiği gibi, yasa tasarısı olarak görüşlerini ortaya koymuşlardır. Oysa yerel yönetimler, halkla doğrudan ilişki içinde olan, olması gereken kurumlar olarak, sadece hizmet götüren değil, bünyesinde çalışan işçilerin, kamu emekçilerinin insanca yaşayacağı koşulları sağlayan, onlara köle muamelesi yapmayan kurumlar olarak da rol oynamak durumundadır. Bunun için de; şirketleşme, taşeronlaştırma, özelleştirme gibi işçiyi perişan eden, hizmetleri kapitalist firmaların kâr alanı haline getiren uygulamalara ilkesel bakımdan karşı olmak zorundadır. Bunun önkoşulu da, mümkün olan tüm hizmetlerin yerel yönetimlerin kendi bünyesinde üretilip, kendi işçileri, kamu emekçileri aracılığı ile dağıtılmasıdır. Bu çerçevede, yerel yönetimlerde birçok hizmet biriminde gerçekleştirilen özelleştirmeler iptal edilmeli; taşeronlaştırmalara, belediye hizmetlerinin piyasalaşmasına, esnek çalışmanın yaygınlaşmasına, uluslararası tekellerin “piyasa”ya girmesinin aracı olarak kullanılan “kalite çemberleri” oluşturulmasına ve ISO teşviklerine son verilmesi için mücadele edilmelidir.
3-) Özellikle temiz su kaynakları, önümüzdeki yıllarda, sermayenin iştahını kabartan insanlığın temel ihtiyaçlarından birincisi olacaktır. Yerel yönetimlerin su kaynaklarına sahip çıkıp koruması, onu, halkın ihtiyaçlarına göre değerlendirip, aynı zamanda da, bir gelir kaynağı olarak kullanması, her şeyden önce, bu değerli kaynağın, kâr için kaynakları yağmalayıp tahrip eden özel firmaların malı olmasının engellenmesi gerekir. Özellikle uluslararası tekellerin temiz su kaynaklarına el atmanın yanı sıra, atık suları da bir kâr alanına dönüştürmesi; “temiz su-atık su” alanını, bütün uluslararası anlaşmalarda ayrıca önem verilmesine yol açacak kadar büyütmüştür. Bu, yerel yönetimler bakımından da uyarıcı olmalıdır. Temizlik hizmetleri ve “çöp sorunu” da; hem hizmetin yerine getirilmesi hem de çöplerden ekonomik fayda sağlanması bakımından özel firmaların el attığı alanlardır. Bu kaynaklar; halkın lehine kullanılması kadar, belediye işçilerinin iş garantisi, insanca çalışma koşulları ve çöplerin bir gelir kaynağı olarak değerlendirilmesi bakımından da önemlidir. Bütün bunların da ötesinde, “çöplük”lerin kent sağlığını tehdidinin önlenmesi, çevreyi tahrip etmesinin önüne geçilmesi de, belediye hizmetleri, bir bütün olarak ve kâr amacı gütmeyen bir anlayışla ele alındığı ölçüde mümkün olacaktır. Büyük kent belediyelerinin kente yakın köyleri ve arazileri (meraları) çöplük haline getirerek sorunu çözmesi ya da özel firmaların çöpü oradan alıp kentin yoksul mahallerinin arsalarına dökmeleri, bir belediye hizmeti olarak görülemez.
4-) Kimsesiz çocuklar için çocuk yuvaları, yaşlılar için huzurevi, gençlik ve kadın kültür merkezleri, emekçi mahallelerine ücretsiz sağlık hizmeti götürecek belediye sağlık merkezleri, yoksullara sağlık ve eğitim yardımı, çalışanların çocukları için kreş gibi sosyal amaçlı yatırım ve çalışmalar, yerel yönetimlerin dikkat noktalarından olmak durumundadır.
5-) Kültür sanat etkinlikleri mutlaka desteklenmeli; bu konuda halkın dışarıda bırakıldığı, belirli aydın çevrelerle sınırlı kalan kültür sanat festival ve etkinlikleri yerine, halkın içinde ve önünde olduğu, en geniş kesimi kucaklayan, onlarla birlikte üreten, halkın değerlerini yaşatan ve sahip çıkan, dayanışma, ortak üretme duygu ve bilincini geliştiren etkinlikleri teşvik etmek, bu alanlar için fonlar oluşturmak, yerel yönetimlerin asli işlerindendir. Spor etkinliklerine ve gençliğin bu alandaki taleplerine belediyeler ilgisiz kalmamalıdır. Ancak bu, bazı belediyelerin yaptığı gibi, profesyonel futbol takımlarına gösterilen ilgi ile sınırlı kalan bir anlayışın reddi şeklinde olmalıdır. Semtleri, okulları, üretim alanlarını esas alan spor tesislerinin yapılması, amatör ve kitleleri kucaklayan etkinlikleri esas alan bir anlayış ve uygulama ile programlanmalı ve pratiğe geçirilmelidir. Çevre konusuna gereken önem verilmeli, çevreyi kirleten ve tahrip eden, insan sağlığını tehdit eden, yeraltı su kaynaklarını zehirleyen, bitki ve hayvan zenginliğini yok eden her türlü girişime ve bu olumsuz durumdan sorumlu kişi, şirket, kurum ve kuruluşlara karşı halkla birlikte mücadele edilmelidir. Meşru ve hukuki yollar kullanılarak çevre sağlığı açısından insanın geleceğini karartan her türlü girişimin boşa çıkartılması mücadelesinde, yerel yönetimler en önde olmalıdır.
6-) İmar sorunu ve çarpık kentleşme ülkenin temel sorunlarından birisidir. Bu alanda, genelde günü kurtarma, kısa dönemli çıkarlar ve rantiye ekonomisi esas alınmaktadır. Bu anlayışlara karşı mücadele, halktan yana bir belediyeciğin temel tutumu olmak durumundadır. Halkın ihtiyaçlarını karşılayabilen, insan ihtiyaçlarını, çevreyi, kültürü, tarihi dokuyu, ekonominin geleceğini düşünen, sadece günü değil geleceği de gözeten, bilim ve teknolojiden sonuna kadar yaralanan bir imar politikası, her ciddi yerel yönetimin temel kriteridir. Tarım arazileri üzerinde sanayi kuruluşlarına izin verilmemesi, yine emekten, halktan yana bir belediyeciliğin yaklaşımıdır. Bu araziler imara açılmamalıdır. Konut sorunu, bu kriterler ışığında düzenlenip, odalarla, akademik çevrelerle, üniversitelerle ortak çalışmalar yürütülerek “yaşanılır kentler” yaratılması, halkçı bir belediyeciliğin amacı olmak durumundadır.
2004’de yerel yönetim seçimleri vardır. Ve yukarıdaki yaklaşımda ifade edilen belediyecilik anlayışı doğrultusunda taleplerden oluşan bir “programla” bu seçimlere hazırlanmak için vakit geçirilmemesi gerekir.

Kongre kararlarını sunarken 2. genel kongre kararları ve parti içi yaşam

Emeğin Partisi, 2. Genel Kongresi’ni 5 Mart 2000 günü gerçekleştirdi. Ancak, 5 Mart günü yapılan kongre bir sonuçtu. Gerçekte ise kongre faaliyeti daha Aralık 1999’da başlamış, bütün parti birimlerinden başlayarak ilçe ve il örgütleri kendi kongrelerini yaparak 2. Genel Kongre’ye gelmişlerdi. Ve elbette bu alt organların kongrelerinde ilçe ve il yönetimleri seçilirken, aynı zamanda birimlerde, il ve ilçelerde, bu alanların özelliğine göre partinin programı ve hedefleri ışığında özgün kararlar alınmış, bu kararlar birimlerden başlayarak ilçe ve illere, oradan da genel kongreye taşınmıştı. Kongre sürecine genel olarak bakıldığında; birimlerden başlayarak gelişen süreçte, her bir kongre çalışmasının içsel bağının kararlar aracılığı ile gerçekleştiğini, birimlerden başlayarak ülke çapma taşınan “kongre kararlarının” aslında kongre yapma fikrinin esası olduğunu söyleyebiliriz. Birimden başlayarak genel kongreye kadar tüm kongre faaliyetinin içsel bağı, bu parti organlarının aldığı kararlarda somutlaşmıştır. Partinin “birim”de, ilçede, ilde ve nihayet ülke çapında yürüteceği çalışma, sınıflar mücadelesine müdahale için kullanacağı araçlar, ajitasyon ve propagandadan parti içi yaşantıya kadar izleyeceği pratik mücadele çizgisi tartışılıp günün ihtiyaçlarına göre ama partinin programı ve 1. Genel Kongre’nin kararları doğrultusunda, işte; “EMEP 2. Genel Kongre Kararları” olarak vücut bulmuştur. Partilerin yaşamlarında kongreler hiç kuşkusuz ki önemli bir faaliyettir. Gerçi partilerin tüzükleri gereği, genel kongreler iki yılda bir yapılan “rutin” bir faaliyet gibi görünürse de aslında gerçek bir kongre, “rutin” bir faaliyetten öte anlam taşır ve çalışmanın derli toplu bir eleştirisi ve geleceğe dair faaliyetin yeniden düzenlenmesidir. Bu yüzden “yasalar gereği”, bir “zorunluluk” olarak görünse de sınıf partisinin kongresi için iki yıl oldukça uzun bir zamandır.
Parti ve genel olarak Türkiye’deki parti kültüründen gelen çağrışımlar göz önüne alındığında, bir partinin kongresinde yapılan en önemli işin “seçim”ler olduğu sanılır. Hele burjuva siyaset dünyasını izliyorsanız; kongrenin parti içindeki kliklerden birisinin ötekilere üstünlüğünü kabul ettirdiği bir arena olduğunu söylerseniz kongrenin bütününü tanımlamış olursunuz. Ve genellikle kongrede yenilen kliğin, yeniden parti yönetimini ele geçirinceye kadar parti aleyhine çalışan bir hareket olarak örgütlendiği neredeyse tüm düzen partilerinin herkes tarafından meşru da görülen bir gerçeğidir. Dahası burjuva düzen partilerinin kongrelerinde, sadece yapılan seçimler kalıcıdır. O da sonunda “resmiyet” arz ettiği için bir kalıcılık taşırlar. Onun dışında ne partinin başkanı ve yöneticilerinin konuşmaları ne de şu ya da bu kliğin önerisiyle alınan kararlar, verilen önergeler önemlidir. Daha doğrusu bunlar, genellikle kongre akşamı unutulur ve kazananlar, kazanmış olmanın kendilerine tanıdığını düşündükleri “hakla”, her şeyi, kongre delegelerinin çoğunluğunun ne dediğine çok bakmadan, yeniden düzenlerler. “Muhalifler” de aynı anlayışa sahip olduğu için bu “kararlar”ın ne olduğu üstünde bir daha durmazlar.
Ama işçi sınıfı ve onun partisi için kongreler tamamen farklı bir anlam taşır. Çünkü burjuva partilerinin aksine, partinin yönetimine, üst yönetim organlarına kimin, kimlerin geleceği, kongreden beklenen atılımlar içinde en sonda olanlardandır. Elbette partinin en iyi unsurlarının yönetimlere seçilmesi, partinin ileri atılımı, yığınsallaşması ve sınıf hareketinin ihtiyaçları bakımından önemlidir. Ama yönetime gelenlerin bileşiminde değişiklik olması ciddi bir partide mücadelenin seyrinde belirleyici olamaz. Çünkü işçi partilerinde esas olan kongrelerin kimleri nereye seçtiğinden çok, hangi kararları aldığı ve mücadeleye yön verecek, ona atılım sağlayacak hangi yolu gösterdiğidir. Çünkü kongre, aldığı kararlarla partinin izleyeceği mücadele çizgisini belirler. Seçimler bu kararların kimler tarafından yürütüleceğini belirlemesi bakımından önem kazanır. Bu yanıyla da işçi partisi, bütün düzen partilerinden farklıdır. Kaldı ki ancak doğru kararlar alan bir parti genel kongresi aynı zamanda kadro sorununda da, son tahlilde kadroların doğru görevlendirilmesi olan, yönetimlerin her kademede doğru kişilerle oluşturulmasını başarabilir.

PARTİ HİYERARŞİSİ VE KONGRE KARARLARI
Bir parti için “anayasa”, partinin programıdır. Dolayısıyla partinin hiçbir kararı, hiçbir eylemi partinin programıyla çelişemez. Bir kereliğine bile bu metin ihlal edilemez. Çünkü program, dünya ve ülkenin, en azından uzunca bir süre etkili olacak sosyoekonomik ilişkiler ve ilişkilerin ifadesi olan çelişmelerinin tahlili üstüne kurulur; bu yüzden de ancak bir toplumsal devrim yoluyla başlıca çelişmelerin durumunda bir değişiklik olmasıyla (bu çelişmelerin en azından birkaçının aşılarak, diğerlerinin de birbirleri karşısındaki durumlarının değişmesiyle) programın esası da değişir. Aksi halde, şu ya da bu maddede ihtiyaca göre kimi değişiklikler olsa da; bir süreç boyunca programın ana doğrultusu, başka bir söyleyişle programın özüne ilişkin maddeler değişmeden kalır.
Yani partinin programı, dünya ve ülkedeki sınıflar mücadelesinin tahlili üstüne oturan belirli bir dönem boyunca da esası değişmeden kalan partinin temel belgesidir. Bu nedenle partinin programı, üyelerin etrafında birleştiği en temel ilkelerin toplamıdır.
İşte partinin temel belgesi, bütün üyelerin üstünde birleştiği ana metin olması nedeniyledir ki; parti değerleri hiyerarşisinin en tepesinde “partinin programı” vardır. Ve tabii parti programının içeriğinin örgütsel ifadesi olan “partinin biçimi”ni, organlar ve üyelerinin ilişkisini belirleyen “partinin tüzüğü” de bir başka biçimde partinin programıyla aynı düzeyde bir “temel belge”dir. Dahası bu yazı içinde, “partinin programı” derken bu programın örgütsel ifadesi olan tüzük ilkelerini de içinde var sayacağız.
Partinin en üst organı ise, partinin bütününü temsil eden ve genel yönetim kurulu ve genel başkan dâhil bütün üst organların, yönetimlerin seçildiği “parti genel kongresi”dir. Tüzük ve program da son tahlilde partinin genel kongresi tarafından onaylanır ve yukarıda belirtildiği gibi, bu temel parti belgeleri de genel kongrede şu ya da bu yönde değiştirilebilir. Demek ki, partinin en üst kurulu “genel kongre”dir. Dolayısıyla genel kongrenin aldığı kararların partinin diğer kurumlarından daha farklı bir pozisyonu olmalıdır ve vardır.
Partinin en üst organı olarak kongre kararları, parti örgütlerinin ve tüm parti üyelerinin uyması gereken kararlardır. Yani bir dahaki kongreye kadar bütün parti örgütlerinin ve bütün parti üyelerinin uyması gereken kararlardır bunlar. Bir başka söyleyişle; kongrenin aldığı kararlar, bir sonraki kongreye kadar parti programının o döneme dair özgülleşmiş ifadesidir. Dolayısıyla kongre kararları, partinin programından sonra en önemli bağlayıcı belgelerdir. Bu haliyle kongre kararları, bağlayıcılık sıralamasında programdan sonra en üstteki kademede yer alırlar.
Partinin en üst kurulu olan ve kongrede seçilen partinin genel yönetim kurulu ve genel başkanı; aslında, genel kongre tarafından, kongrenin kararları doğrultusunda partiyi, bir dahaki kongreye kadar yönetmekle yükümlendirilmiş parti organlarıdır. Dolayısıyla genel yönetim kurulu ve genel başkan, genel kongrenin kararlarına aykırı, onunla çelişen kararlar alamaz, genel kongrenin kararlarını yok sayıp görmezden gelemezler. Demek ki; gündelik mücadele içinde en üst parti organları olan genel yönetim ve genel başkanlık kurullarının kararları ve eylemleri, partinin programı ve genel kongrenin kararları tarafından sınırlanır.
Hiç tartışmasız, il ve ilçe yönetimleri, partinin birim örgütleri ve birer birer üyeler de aynı biçimde bu kararlara aykırı davranamazlar, bu kararları yok sayıp görmezden gelemezler. Eğer kararlara uygun davranmazlarsa, “parti suçu” işlemiş olurlar.
Tabii ki, il ve ilçe yönetimleri genel yönetim kurulu kararlarına, partinin merkez organları tarafından çıkarılan genelge ve direktifler, genel başkanın direktif ve çağrıları, parti merkezinden yapılan açıklamalar, görevli parti üyelerinin “parti adına” yaptıkları çağrılar tüm parti örgütlerinin uyması gereken kurallardır.
Eğer yukardan aşağı sıralayacak olursak; program, genel kongre kararları, genel yönetim kurulunun kararları ve direktifleri ile genel başkanın direktif ve çağrıları, partinin diğer merkez organlarının direktif ve çağrıları ile partinin merkez organları tarafından çıkarılan genelgeler, yönetmelikler ve tabii parti merkezi adına çağrı, açıklamalar yapmakla yükümlendirilmiş parti yöneticilerinin çağrıları, basına yaptıkları açıklamalar tüm parti üyeleri tarafından dikkate alınıp, partinin kendilerine verdiği görev olarak değerlendirilmelidir. Bu karar ve direktiflerin her biri parti hiyerarşisi içinde kendisinden önce yer alan organların, yönetim mekanizmalarının kararlarına aykırı olamazlar. Demek ki genel kongre kararları, partinin programından sonra en önemli parti belgeleridir.
Dergimizin bu sayısında yer alan Emeğin Partisi’nin 5 Mart 2000 günü yapılan 2. Genel Kongresi’nde alınan kararlar da bu açıdan son derece önemlidir. Bu yüzden de bu sayımızda bu kararları örnek olarak yayınlamayı uygun gördük.
Çünkü metinlerden ve konularına göre bölümlenmesinden de anlaşılacağı gibi; bu kararlar, başlıca konularda, demokrasi sorunundan kültüre, çevre sorunundan sendikal sorunlara kadar her konuda, partinin 3. Genel Kongresi’ne kadar faaliyetinin hedeflerini ve doğrultusunu belirlemektedir. Dolayısıyla da kararlar EMEP’in merkez organlarından birim örgütlerine kadar her parti organı için uygulanması gereken birer direktif mahiyetindedir. Önemleri de onların parti çalışması bakımından böylesi önemli bir pozisyonda olmasından gelmektedir.

YIĞINLARA YÖNELİK FAALİYETİN VE İÇ YAŞAMIN YÖNLENDİRİCİSİ OLARAK GENEL KONGRE KARARLARI
Genel kongre kararlarının bu ölçüde genel ve bütün parti örgütleri ve parti üyeleri için bağlayıcı bir nitelikte olması, elbette ki bu “kararlar”ın, partinin hem yığınlara yönelik çalışmasında hem de “iç yaşantısı”nda belirleyici bir öneme sahip olmasını da birlikte getirmektedir.
Ancak somuta ilişkin söyleneceklerin daha anlaşılır olması için burada şunu belirtmek gerekir: Elbette ki, genel kongre kararları bütün parti örgütlerini bağlar. Ancak, kongre sürecinde “kararlar” sadece genel kongrede alınmaz. Tersine her ilçe ve il örgütünün kongrelerinde de kararlar alınmakta; bu kararlar o ilçe ve il örgütünün bir dahaki kongresine kadar o ilçe ve il örgütünü, örgüte bağlı üyeleri “bağlayıcı” özellik taşımaktadır. (Son tahlilde, özel kimi alanlar dışında genel kongre kararları da, ilçe ve il kongrelerinde alınan kararların bir sentezi, aritmetik olmayan toplamı olarak düşünülebilir. Bu yüzden de genel kongre kararlarıyla il ve ilçe örgütlerinin kararlarının çelişmesi, pratikte pek görülmez) Bu yüzden de özellikle illerin ve ilçelerin çalışma programlarından söz ederlerken il ve ilçelerin kongrelerinin de kararları olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim EMEP’in 2. Genel Kongresi’ne gelen süreç içinde pek çok ilçe ve il kongresi yapılmış, bu ilçe ve iller, hatta bazı birimler kendi çalışma alanlarının yerel özelliklerine dikkat çeken, çalışmanın yerelleşmesi için kendilerine yol gösterecek kararlar almışlardır ve elbette bu kararların bir dahaki kongreye kadar çalışma programlarının şekillenmesinde etkili olacağına da kuşku yoktur.
Ancak şu da bir gerçektir ki, genel kongre, bütün bu birim, ilçe ve il kongrelerinin bir devamı ve aynı zamanda da sonuçlandığı son aşama olarak, bütün örgüt için bağlayıcıdır ve dolayısıyla da, ilçe ve il kongrelerinin kararları da bu genel kongrenin kararlarıyla çelişemez. Eğer çelişen varsa, elbette ki genel kongre kararları geçerlidir.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için; sayfalarımızda “genel kongre kararlan örneği” olarak yayınladığımız; “EMEP 2. Genel Kongresi Kararları”na gelen süreç ve kararların somut anlamı üstünde kısaca da olsa durmakta yarar var.
1) İster genel kongre kararları olsun, ister yerel kongre kararları olsun; bütün bir toplumsal dönüşüm sürecinin ifadesi olan parti programının örneğin bir dahaki kongreye kadar geçecek olan 2–3 yıllık sürece göre özgünleştirilmesi, bir başka söyleyişle, bölgelere ve ülkeye göre somutlaştırılmasıdır. Genel kongre kararları 2–3 yıllık zaman dilimi içinde parti programının ülke sathına göre yorumlanmasıyken, ilçe ve il kongreleri de parti programı doğrultusunda, kendi yerel özelliklerini de gözeterek, partinin programının yığınlara mal olması için hemen hayata geçirecekleri kadar “somut” “kararlar” almışlardır. Dolayısıyla kongre kararları, öncelikle partinin yığınlarla buluşmasının önündeki engelleri kaldıran, partinin söylediklerinin yığınlarca anlaşılmasını kolaylaştıran, mücadelenin günlük sorunlarının çözümüne ışık tutan belirlemelerdir. Bu nedenle de partinin kitleselleşmesi, işçi ve emekçi sınıfların içine nüfuz etmesinin birinci koşulu da partinin “kongre kararları” doğrultusunda bir çalışma yapmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Nitekim EMEP 2. Genel Kongresi, EMEP’in, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması için mücadeleyi esas alan programını, özelleştirmenin ve uluslararası sermayenin dünya hegemonyası için bugün kazandığı pozisyon ve aralarındaki çelişmelerin öne çıkan yanları, demokratikleşme mücadelesinin işçi sınıfı ve emekçilerle pratik olarak da bağlanması, ülke kaynaklarının yağmalanmasında sermayenin elde ettiği pozisyon, sanayi ve tarımın sürüklendiği açmaz, işçi sınıfı hareketinin ilerlemesinin pratik dayanakları gibi pek çok günlük mücadele imkânını dikkate alarak partinin ülke çapında, uluslararası alanda ve illerdeki faaliyetlerini yenilemeye girişmiştir. İşte faaliyeti yenilemenin nedeni ve dayanağı; “kongre kararları”dır.
2) Kongre kararının gündelik çalışmada belirleyici olması, aynı zamanda parti örgütlerinin birimlerden genel yönetimlere kadar bütün örgütler arasındaki ilişkinin pratik durumunu da belirlemesi demektir. “Partinin iç eğitimi”, “görev koyma, görevin yapılmasının organizasyonu ve denetimi”ni kapsayan süreç, aslında kongre kararlarının ne ölçüde uygulanıyor olmasının değerlendirildiği süreçtir dersek bir abartı yapılmış olmaz. Yukarıdaki yaklaşım esas alındığında;
a) Partinin, iki kongresi arasında, kongre tarafından, partiyi yönetmekle yükümlendirilerek seçilen genel başkan ve genel yönetim kurulu ile bu kurumlara bağlı bütün “büro”, “çalışma grubu” gibi organları kendi programlarını, EMEP’in 2. Genel Kongre Kararları doğrultusunda yapacaklardır.
b) EMEP’in bütün ilçe ve il örgütleri ile onlara bağlı büro, çalışma grupları ve değişik birimlerdeki örgütleri çalışma programlarında 2. Genel Kongre Kararları’nı ana kılavuz olarak alacak, yerel kongre kararlarını da “2. Genel Kongre Kararları” ışığında yorumlayacaklardır. Ancak il ve ilçeler ile birimlerdeki parti grupları, genel kongre kararları kadar, kendi kongrelerinin aldığı ve yerel özelliklere dikkat çeken kararları da önemseyecek, ciddi bir yerel çalışmanın “yerel motifler”in çalışmada yer almasıyla orantılı olduğu gerçeğini gözden kaçırmayacaklardır.
c) Genel kongre ve yerel kongrelerin kararlarının kavratılması, anlam ve içeriklerinin açıklanması ve her üye için birer kılavuz haline gelmeleri için parti içi eğitimde özel olarak ele alınıp incelenmesi gerekmektedir. Partinin yöneticileri ve ileri unsurlar, bu kararların kavratılması için özel olarak çaba sarf etmeden kararların beklenen yararı sağlaması, çalışmaya rengini vermesi pek olası değildir; özellikle Türkiye’deki egemen parti kültürünün ve de gündelik çalışma alışkanlığının henüz yerleşmemiş olması göz önünde bulundurulursa.
d) Parti örgütlerinin ve partililerin görevlerinin belirlenmesinde ana dayanak elbette ki bu kararlardır ve bu durum bilinçle ele alındığı ölçüde parti örgütlerimizin görevlerini belirlemesinde daha inisiyatifli ve ortak bir iradeye bağlanma konusunda daha duyarlı olacakları ortadadır.
e) Parti merkezi, il ve ilçe yönetimleri ve partinin görevlileri; partinin kendi “yetki” alanındaki çalışmalarını bu “kararlara uygunluk” açısından denetleyeceklerdir. Ya da tersi, parti üyeleri, partinin alt yönetimleri üst yönetimlerin faaliyetini yine “kararlara uygunluk” açısından denetleyecektir. Böylece, “kararlar” partinin aşağıdan yukarı” ve “yukardan aşağı” denetiminde de ana kriter rolü oynar hale gelecektir. Demek ki; genel kongre kararları (elbette yerel alanda da yanı sıra yerel kongre kararları), partinin yığınlara ya da yığınlara yönelik faaliyetin öteki yüzü olan kendi içine yönelik faaliyeti için ana yönelişi ortaya koyan pratik çalışmanın ana dayanağını oluşturan parti belgeleridir. Bu yüzden de bu ciddiyetle ele alınıp incelenmesi, doğru, ülke çapında birleşmiş bir parti faaliyeti için hayati öneme sahiptir. EMEP 2. Genel Kongresi’nin kararlarının parti örgütleri tarafından ciddi olarak incelenmesi bu gerçeği çok çarpıcı bir biçimde gösterecektir.

(Bir işçi sınıfı partisinde “faaliyet” ve “denetim” elbette ki “hak” ve “yetki” kavramları ile sınırlı değildir. Bu yüzden de, bu konuda yazılacak her yazı, ister istemez sorunu mekanikleştirmekte ve aynı anlama gelmek üzere sınırlamaktadır. Dolayısıyla yukarıdaki açıklamalar da böyle bir “sınırlılıkla” maluldür. Çünkü bir işçi partisinin ana ilkeleri, organlar ve partiler arasındaki ilişki kültürü, karşılıklı dayanışma, yardımlaşma ve dostluk, ortak bir amaç etrafında birleşmiş olmaktan gelen, nicel ölçüyle ifade edilemeyecek değerler tarafından belirlenir. Bu yüzden de, bu ilişkiler kültürü, mekanik bir “eğitim”, “denetim” ve “görev koyma” çemberine sıkıştırılamaz. Ya da bir işçi partisinde, insanlar ve örgütün çeşitli organları birbirini “kararlara nasıl aykırı davranılıyor” ya da “davranıp davranmama” kontrolü gibi bir amaçla denetlemezler. Tersine, açıkça ortaya konmuş görevlerin yapılması için partinin tümünün, büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla davranacağı “var sayılır” ve bu kolektif davranış içinde aykırı davrananlar, çalışmanın kendi seyri içinde seçilir. Kuşkusuz ki, EMEP’te de varılmak istenen böyle bir hedeftir ve “denetim”in kapsamı, “görevlerin” ne ölçüde “yapıldığı”, kuralların ihlal edilip edilmediğini sorgulamaya daraltılamaz.
Aslolan işin yapılması sürecinde “yardımcı olmak”, yapılan işin sonucunda ortaya çıkan başarı ve başarısızlıktan ders çıkarmak, bu dersi partinin bütününe mal etmektir. Yukarıdaki yazı, böyle ideal bir “parti içi yaşam”a ulaşmak için “maddi dayanakları işaret etmesi” bakımından önemlidir. Yoksa bu alanda, gerek Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında gerekse EMEP’in değerlendirmelerini toparlayan genelge ve çeşitli dokümanlarda bu sorunun çeşitli yanlarına oldukça geniş bir biçimde değinilmiştir.)

KARARLAR:

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE EDİLMEDEN DEMOKRATİKLEŞME SAĞLANAMAZ
Türkiye’de gerçekleştirilen AGİT Toplantısı ve Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabulü, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine ilişkin eski burjuva uzlaşmacı eğilimlerin yükselişine yeni bir hız verdi. Emperyalizm ve gericiliğin yedeğinde demokratikleşme havası yayan liberal çevreler, genişleme eğilimi gösterdi.
Emperyalistler ve burjuva gericiliğin belirli kanat ve gruplarının demokrasi yandaşlığı ve demokratik tutumlar geliştirdiklerine ilişkin görüşler, gerek dünya gerekse Türkiye sınıf mücadelesi pratiğinde öteden beri ortaya atılmış ve küçümsenmeyecek tahribatlara neden olmuştur. Türkiye’de egemenlerin belirli kesimlerine bel bağlama ve bu kesimlerin yedeğinde bağımsızlık, demokrasi ve hatta sosyalizm mücadelesi yürütülebileceği iddiaları uzun yıllar geçerlik kazanmıştı.
Son yıllarda uluslararası burjuvazinin “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” propagandacıları ve ideologları, “sosyalizmin öldüğü” iddiası ile birlikte geri ülkeler için “düşük yoğunluklu demokrasi” tezini ileri sürmüş ve Amerikan emperyalizminin bu ülkelerde artık az çok demokratik rejimleri desteklemeye başladığını ilan etmişlerdi. Şimdi AB ve AGİT normlarıyla Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinde açtığı ufukların övgüsü yapılıyor.
Öcalan’ın yakalanması ve Kürt milliyetçiliğinin tam tıkanışı, emperyalizm ve gericilikten demokrasi beklenticiliğini körükleyici bir etken olmuştur. “Sosyalizm öldü” iddiasının altında ezilme, işçi ve emekçilere güvensizlik ve 12 Eylül’de alınan yenilginin ardından emperyalizm ve gericilikle mücadeleye cesaret edememe; soyut demokratizme dayanan, düzen İçi sözde sol çözüm ve “yeni sosyalizm” arayışlarına yol açan ikinci etkeni sağlamıştır.
Hiçbir emperyalist ve gerici mihrakın demokrasi eğilimi taşımadığı ve taşımayacağı, çağımızda tekellerin gericiliğin asıl kaynağını oluşturduğu gerçeğinden hareketle Kongremiz,
1- Emperyalizm ve gericilikten demokrasi beklemenin tamamen hayal ve ezilenleri aldatmaya yönelik olduğuna,
2- ABD ve AB başta olmak üzere genel olarak emperyalizme karşı mücadelenin yükseltilmesi zorunluluğuna,
3- Anti-emperyalist mücadele olmadan hiçbir demokratikleşmenin sağlanamayacağına,
4- Bu mücadelenin tüm ulusal değerleri dolar ve euro ile çoktan değişen burjuva gericilere bırakılamayacağına,
5- Bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin asıl gücünün işçi ve emekçiler olabileceğine dikkat çekerek,
6- Bu nedenle işçi ve emekçilerin anti-emperyalist taleplerle mücadeleye çekilmesi için aydınlatma faaliyetine girişilmesini karar altına almıştır.

AVRUPA BİRLİĞİ, ULUSLARARASI TEKELLERİN GERİCİ VE SALDIRGAN KOALİSYONUDUR
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) aday üyeliğine kabul edilmesinin ardından, sermaye ve hükümet başta olmak üzere, liberali, solcusu, milliyetçisi, muhafazakârı, bütün siyasi çevreler tarafından bir “demokrasi gelecek” rüzgârı estiriliyor. Bu rüzgâr, emekçi kesimler ve gençlik içinde önemli bir etki yaratmıştır ve bu yönüyle de demokrasi mücadelesinin bugünü ve geleceğini olumsuz etkilemektedir.
Partimiz bu durumdan yola çıkarak, Avrupa Birliği’nin gerçek yüzünün geniş emekçi halk kitlelerine ve gençlik yığınlarına kavratılması, onların AB’nin uluslararası tekellerin gerici ve saldırgan bir koalisyonu olduğunu görebilmeleri için yaygın ve ikna edici bir aydınlatma faaliyeti yürütülmesine özel önem vermektedir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi konusunda büyük bir yanılgının arkasından sürüklenmesine izin verilemez.
Avrupa Birliği’nin her derde deva olacağı temelinde yaratılan yanılgı, Avrupa ülkelerindeki kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklere duyulan özlemi kendisine dayanak yapmaktadır. Avrupa ülkelerindeki yaşam standartlarının ve sosyal hakların, Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerden daha ileri düzeyde olduğu bir gerçektir. Ancak bunun AB üyesi ülkelerin egemen sınıfları tarafından halka bahşedilmiş bir lütuf olmadığı da bir gerçektir. Bu eksende AB’ye ilişkin yürütülecek aydınlatma faaliyetinde belirleyici olan iki temel husus vardır.
Birincisi; AB üyesi ülkelerdeki haklar ve özgürlükler, Avrupalı emekçilerin 18. yüzyıldan bu yana yürüttükleri ve ağır bedeller ödedikleri mücadeleler sonucunda, AB’nin iplerini elinde tutan uluslararası tekellerin istemeye istemeye vermek zorunda kaldıkları tavizler sonucu elde edilmiştir. Sosyalizmin dünya halkları nezdindeki büyük prestiji de bu hakların kazanılmasında belirleyici bir rol oynamıştır.
İkincisi; bugün AB üyesi ülkelerin hükümetleri, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda bu kazanılmış hakları gasp etmek için emek düşmanı politikaları yürürlüğe koymaktadır. Partimizin AB üyeliğine karşı çıkması ve önümüzdeki dönemde bu iki temel noktadan yola çıkarak kongremiz, işçi, emekçi yığınların ve gençliğin AB’ye karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi içerisine çekilmesi için çalışmalarımızı daha da hızlandırmayı, güçlendirmeyi ve yaygınlaştırmayı karar altına almıştır.

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN EMEKÇİLERİN BİRLEŞİK MÜCADELESİNİN ÖRGÜTLENMESİ ÜZERİNE KARAR
Kürt sorunu, son 15 yıl içinde uluslararası bir boyut kazandı. ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler, bölgeye ilişkin hegemonya hesaplarında bu sorunu özellikle değerlendirdiler. Türkiye’nin hemen tüm komşularının da bir biçimde bulaşmış olduğu Kürt sorunu, emperyalistler, bölge gericiliği ve Türkiye arasında sürdürülen şantaj ve tehdit diplomasisinin önemli bir unsuru haline getirildi.
Gelinen noktada, Kürt milliyetçi çevrelerinin ve “Yeni Dünya Düzeni” solcularının Kürt sorununa ilişkin yaklaşımlarının yanlışlığı ve yukarıda ortaya konan eksende önerdikleri çözüm yolunun Kürtleri yeni çıkmazlara sürüklediği açıktır. Dolayısıyla, Türkiye egemen sınıflarına nefes aldırma ve olanak sunma olarak değerlendirilebilecek “Demokratik Cumhuriyet” ve Avrupa Birliği’nden medet umma yaklaşımı da Kürt sorununa çözüm olmaktan uzaktır.
Partimiz, Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi, emek ile sermaye, yoksul ve topraksız köylülerle toprak ağaları, emperyalizm ile halkların kardeşliği arasındaki çelişki ve mücadele ekseninde ele aldı. Bölgedeki çalışmalarını bu temelde yürüttü. Partimizin, sorunun çözümüne ilişkin ortaya koyduğu emek eksenli yaklaşımın pratikte yaşam bulmasının koşulları bugün daha da olgunlaşmıştır.
Öte yandan, GAP’la birlikte yaşanan süreç, gelinen noktada toprak sorununun bir özgürlük sorunu olarak ele alınmasını zorunlu kılmakta ve GAP’ın bölge halkının çıkarlarına hizmet etmesinin yolu emperyalizme karşı mücadele etmekten geçmektedir.
Bu doğrultuda kongremiz,
1- Önümüzdeki dönemde, Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü için Türk ve Kürt emekçilerin ortak mücadele bilinçlerinin ve inisiyatiflerinin ilerletilmesi için başta Türk işçi ve emekçileri arasında olmak üzere yaygın bir aydınlatma faaliyetinin yürütülmesini,
2- Kürt sorununun, sendikalar ve kitle örgütlerinin oluşturduğu ortak platformların temel mücadele gündemlerinden biri haline getirilmesine çalışılmasını,
3- OHAL’in kaldırılması, bölgede yaşamın normalleştirilmesi, siyasi faaliyet yürütme ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, emek ve demokrasi örgütlerine yönelik baskılara son verilmesi vb. talepler ekseninde düzenlediğimiz etkinliklerin önümüzdeki süreçte de artarak sürdürülmesini karar altına alır.

SENDİKALARDA MÜCADELECİ TUTUMUN HÂKİM KILINMASI HAKKINDA KARAR
Sendikalar, işçi sınıfı ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele örgütleridir. Emekçilerin haklarının gasp edilmesine karşı çıkmak, yeni haklar elde etmeleri için çalışmak ve mücadele etmek, sendikaların ve sendikacıların görevi ve sorumluluğudur. Ancak ülkemizde işçi sendikalarının genel merkez ve konfederasyon yöneticileri açısından, devletin ve patronların isteklerine uygun, uzlaşmacı bir sendikacılık anlayışı, büyük oranda sendikal harekete hâkim durumdadır. Bu hâkimiyeti kırmayı hedefleyen sınıftan yana sendikacılar ve sınıf bilinçli işçi önderleri, işçi hareketi ve sendikal örgütlenme açısından önemli ve hayati bir mücadele vermektedirler.
Türkiye’de hâlâ milyonlarca işçi sigortasız ve sendikasız çalıştırılmakta; çalışan İşçi sayısı içerisinde onda bir düzeyine düşmüş olan sendikalaşma oranı, her gün daha da gerilemekte ve sendikal örgütlenme bitirilmek istenmektedir. Dolayısıyla, emek ile sermaye arasındaki çatışma ve mücadele, sendikal alanda da sürmektedir.
Kamu emekçileri alanındaki sendikal örgütlenme ise fiili ve meşru bir mücadele üzerinde yükselmiş ve bu doğrultuda yol almıştır. Ancak gelinen noktada, devletin de katkısıyla kamu emekçileri alanına da bürokratik, uzlaşmacı sendikacılığın hâkim kılınması doğrultusunda küçümsenemeyecek adımlar atılmıştır ve kamu emekçileri bu tehlikeyle yüz yüzedir.
Partimiz her iki alanda da, sendikal örgütlenmenin, sendikacılığın tanımına uygun olarak kurumlaşması için çaba sarf etmektedir. Bu doğrultuda;
1- Uzlaşmacı, bürokratik sendikacılığın hâkimiyetinin kırılması; bunun için sendika yönetimlerine sınıftan yana, mücadeleci sendikacıların getirilmesi, bu nitelikteki adayların desteklenmesi ve bürokratik, uzlaşmacı sendikacılığa karşı yoğun bir teşhir ve aydınlatma faaliyetinin parti örgütlerimiz tarafından yürütülmesini,
2- Birçok işkolunda, işçilerin sendikalı olmaları için çalışma yürütülmesi; sendika hakkı için direniş ve eylemler gerçekleştiren işçilerin desteklenmesini,
3- 1475 Sayılı İş Yasası, 1821–1822 Sayılı Toplusözleşme, Grev ve Lokavt Yasası vb. sendikal örgütlenme ve iş yaşamına ilişkin yasaların demokratikleştirilmesi talebinin, emek hareketinin temel taleplerinden biri haline getirilmesi için çaba verilmesini,
4- Sendikaların tüzüklerinde yer alan ve işçiyle, sendikacı arasında büyük uçurumlar yaratan hükümler, profesyonel sendikacıların aldığı ücretler vb. bürokratik sendikacılığı teşvik eden maddelerin kaldırılması için mücadele edilmesini,
5- Gerek işçi sendikalarında ve gerekse kongre sürecine giren kamu emekçileri sendikalarında, mücadeleci bir sendikacılık anlayışının hâkim kılınması için parti örgütlerimizin özel bir çalışma yürütmesini karar altına alır.

YEREL SENDİKAL PLATFORMLAR VE EMEK PLATFORMU’NUN ÖRGÜTLENMESİ VE ÇALIŞMALARI HAKKINDA KARAR
Sermaye ve hükümetin saldırılarının emekçilerin birleşik mücadelesiyle püskürtülmesinde, hak gasplarının durdurulması ve yeni hak kazanımlarının elde edilmesinde ve sendika bürokrasisinin ayak oyunlarının boşa çıkarılmasında sendikaların, şubelerin ve temsilcilerin katılımıyla yerel platformlar oluşturmalarının önemi yadsınamaz. Partimiz 1. Genel Kongre’den bu yana çalışmalarında, bu gerçeğin bilinciyle mücadele yürütmüştür.
Sosyal güvenliğin tasfiyesi ve mezarda emekliliğe karşı, emekçilerin mücadelesinin içinden ve üzerinden doğan Emek Platformu’nu da aynı yaklaşımla ele almış ve Emek Platformu’nun her düzeyde örgütlenmesini desteklemiştir.
Bu doğrultuda kongremiz,
1- Patron örgütlerinin ve hükümetin emek düşmanı politikaları ve artarak süren saldırıları karşısında da, var olan yerel platformların güçlendirilmesi ve işlevli kılınması; var olmayan yerlerde, örgütlenmeleri için çaba sarf edilmesi; sendikasız işyerlerinin ve sanayi sitelerinde çalışan genç işçilerin de uygun koşullar yaratılarak bu platformlarda temsil edilmelerinin sağlanmasını;
2- Konfederasyon farkı gözetmeksizin Emek Platformu’nun yerel ayaklarının yeniden örgütlenmesi ve çalıştırılması için parti örgütlerimizin ısrarlı bir çalışma yürütmesini;
3- Oluşturulacak yerel sendika platformlarının, şube yöneticileri düzeyinde gerçekleştirilemediği koşullarda, mücadeleci, sınıftan yana sendika şubelerinin yöneticileri ile işyeri temsilcilerinin katılımıyla örgütlenmesini;
4- Büyük kentlerde oluşturulan yerel platformların, işyeri temsilcileri ve fabrikalar düzeyinde komiteleşmesinin sağlanmasını;
5- İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’nun (İİSŞP) almış olduğu kararlar doğrultusundaki çalışmaların bütün illerde başlatılması yönünde özel bir mücadele yürütülmesini karar altına alır.

TARIM VE KÖYLÜ SORUNU ÜZERİNE KARAR
Milyonlarca emekçi ailesinin geçim kaynağını oluşturan ve Türkiye’nin geçmiş yıllarda en büyük sektörlerinden olan tarım; bugün artık can çekişmektedir. Türkiye tarımı bu noktaya elbette kendiliğinden değil, yıllarca uygulanan bilinçli tarım politikaları sayesinde getirildi.
1948’lerden sonra başlayan ABD’nin dayattığı politikalar, günümüze kadar katmerleşerek devam etti. Özellikle 1951’de imzalanan GATT (en geniş anlamıyla dünya ticaretinin serbestleşmesi ilkesi) anlaşmasıyla emperyalistlerin güdümüne girilmiş oldu. 1970’li yıllarda devam eden uygulamalar, 1980’de 24 Ocak ekonomik kararları, 1986’da ithalatın desteklenmesi, 1994’te 5 Nisan ekonomik kararlarıyla tarım sektörü iyice batma noktasına getirildi. Bazıları devletin tarım politikası olmadığından söz eder. Tartışma bu eksende yürütülür. Oysa var olmayan, ulusal bir tarım politikasıdır. Yıllardır bilinçli bir şekilde uygulanan ise IMF ve Dünya Bankası’nın politikalarıdır. 57. Hükümet döneminde bu saldırı politikaları pervasızca uygulanmaya devam ediyor.
“Tarımsal reform ve tarımda yeniden yapılanma programı” diye kamuoyuna sunulan tasarı, kesinlikle reform değil, tarımın yeniden çökertilmesi programıdır. Tarımda özelleştirmenin hızlanarak devam etmesini, sübvansiyonun kaldırılmasını, doğrudan gelir destekleme sistemine geçilmesini, ithalattaki sınırların kaldırılmasını amaçlamaktadır.
SEK, EBK, Yem Sanayi gibi tarımsal kuruluşların özelleştirilmesiyle başlayan uygulamaların, DPT programına göre ÇAYKUR ve Şeker fabrikalarının özelleştirilmeleriyle devam edeceği görülebilmektedir. Sübvansiyon, Türkiye’de % 5’lere düşerken AB ülkelerinde % 39, ABD’de % 38’dir. Doğrudan Gelir Destekleme Sistemi ise, tarımda desteğin çekilmesi sırasında bir geçiş modelidir. Asıl amacı, destekleme politikalarının tamamen kaldırılması ve tarım satış kooperatiflerinin tasfiyesidir. Tariş, Çukobirlik, Antbirlik, Fiskobirlik, Trakyabirlik gibi KİT’ler ile TEKEL ve TMO devreden çıktığında, piyasa, yalnızca tüccarın ve çokuluslu şirketlerin elinde kalacaktır.
Bugün tarım girdilerinin (gübre, tohum, ilaç, mazot, traktör) sürekli zam görmesi, ürün maliyetini artırırken üreticinin ürünü, maliyetin altında alınmaktadır. Ülke nüfusunun %42,5’ini istihdam eden bu sektörde yoksullaşma alabildiğine artarken, ekilemeyen topraklar çoğalmakta, tarıma bağlı sanayiye de darbe vurulmaktadır. AB ve ABD’nin istediği de budur. Çünkü 65 milyon nüfusuyla Türkiye, onlar İçin iyi bir pazardır. Günümüzdeki bütün bu sorunların kaynağı uluslararası sermaye, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıdır. Bu yüzden Türkiye’de tarım sorunu, emperyalizme karşı mücadele ile çok açık bir biçimde iç içe geçmiş ve ona bağlanmıştır. Ulusal tarım politikası emperyalizm ile çelişir. Mevcut partilerin hiçbiri emperyalizme karşı olan tarım politikaları ortaya koyamazlar. Bu nedenle, bu politikaları ortaya koymak, savunmak, ulusal sanayi programına bağlamak, bugün partimize düşmektedir. Partimiz, köylü ve toprak sorununun çözümü ile emperyalizme karşı mücadelenin birleştirilmesini bu alanda yakalanacak temel halka olarak belirlemiştir. Bu anlayışla;
1- Üreticinin doğrudan söz sahibi olduğu, tarım politikaları üzerinde söz söyleyebilen, fikir üretip onların belirlenmesinde dolaysız bir rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen ve en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen üretici birlikleri oluşturulmalıdır. Bunlar tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların haklarını koruma ve emperyalist talana direnme temelinde meşru mücadele örgütleri olmalıdır,
2- IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı politikalara son verilmeli, bu alanda yapılan ikili anlaşmalar (GATT, DTÖ, AT ve ABD ile yapılan anlaşmalar) iptal edilmelidir,
3- Türkiye tarımını yok edecek gümrük birliği anlaşması feshedilmeli ve AB’ye girilmemelidir,
4- Tarım ve hayvancılık sektöründeki özelleştirme çalışmaları öteki tüm sektördekilerle birlikte durdurulmalı, yapılanlar iptal edilmelidir,
5- Tarım ürünleri ithalatına son verilmeli, İthalata ayrılan kaynaklar üretimi ve kaliteyi artıracak yatırımlara yönelinmelidir,
6- Tarımda kota uygulamasına son verilmelidir (Tütün ve pancar gibi ürünlerde dayatılan kota uygulamaları),
7- Yabancı sigara tekellerinin faaliyetleri ve TEKEL üzerinde özelleştirilme çalışmaları ve bazı fabrika kapatmaları derhal durdurulmalıdır,
8- Türkiye’de toprak mülkiyeti eşitsiz yapılmıştır, adil bir toprak reformu için mücadele edilmelidir,
9- GAP’ın, yerli ve yabancı tekellerin yağma alanları olarak kullanılması önlenmelidir. Bölgede köylülüğün yararına toprak reformu ve adil düzenlemeler yapılmalıdır,
10- Canlı hayvan ve et ithalatı yasaklanmalı, ucuz krediler ve bilimsel çalışmalarla hayvancılık desteklenmelidir,
11- Değişik bölgelere değişik amaçlı tarım işletmeleri genel müdürlükleri kurulmalı (TİGEM). Bilimsel araştırma ve desteklemelerle bunlar, sektörün bölgedeki merkezi olmalı, işletmelerin yönetimine üretici temsilciler seçimle gelmeli, yöneticilerin görevden alınma yetkisi de üreticilerde olmalıdır,
12- Üreticilere yeterli tarım araçları ve ucuz krediler sağlanmalıdır,
13- Taban fiyatlarını üreticiler, birlikler kanalıyla kendileri belirlemeli, ödemeler peşin yapılmalıdır,
14- Tüccarın egemenliğinde olan tarım borsaları, tarımda desteğin tamamen çekilmesi demek olan DGD (Doğrudan Gelir Desteği) uygulamadan kaldırılmalıdır,
15- Ziraat Bankası üreticiye yeterli, ucuz ve kolay kredi vermeli; bankanın özelleştirilmesi çalışmaları durdurulmalıdır.
16- Üreticinin kötü hava koşulları nedeniyle uğradığı zararlar devlet tarafından karşılanmalıdır.

PARTİ PROGRAMININ YENİDEN DÜZENLENMESİ ÜZERİNE KARAR
Parti programının, aşağıda içerikleri belirtilen konularda yapılacak eklerle, bazı konulara vurgu yapılmak ve günümüzün ihtiyaçlarını da net olarak karşılamak üzere geliştirilmesini ve programın bu eklerle birlikte düzenlenen yeni şeklinin kabul edilmiştir. Değişiklik konuları:
1- “Birinci Bölüm”ün sonuna, “sosyalizmin geçersizleştiği” ya da ” ‘yeni’ sosyalizm arayışlarına ihtiyaç olduğu” iddiaları karşısında, kapitalizmin çürümüşlüğü, sosyalizmin kaçınılmazlığı ve insanlığın kurtuluşunun tek yolu olduğuna ilişkin ek,
2- “İkinci Bölüm”e;
a) Emperyalizmin bağımsızlık ve demokrasinin başlıca düşmanı olduğuna ve bugünkü küreselleşme saldırısının belli başlı yönlerine ilişkin ek,
b) Küreselleşme saldırganlığının uluslararası burjuvazinin istisnasız bütün akımlarının genel eğilimi ve NATO, AGİT, AB, IMF, DTÖ, MAI, MIGA gibi emperyalist kuruluşlar ve anlaşmaların bu saldırganlığın araçları ve işbirlikçi egemenlerin ise bu saldırganlığın aleti ve suç ortağı olduğuna ilişkin ek,
c) AB ya da herhangi bir emperyalizm odağından demokrasi ya da ulusal hakların onaylanmasına dair beklentilerin yalnızca bir hayal olduğu ve işçi ve emekçilerin emperyalizmi ve gericiliği hedefleyen mücadelesinin bağımsızlık ye (demokrasiyi kazanmanın tek yolu olduğuna ilişkin ek,
3- “Beşinci Bölüm”ün l. Maddesine emperyalizm ve gericilik üzerine beklentiler yayarak işçi sınıfı ve emekçileri bölen, dolayısıyla sermaye egemenliğini güçlendiren uzlaşmacı parti ve grupların mahkûm edilmesine ilişkin ek,
4- “Beşinci Bölüm”ün “II. Maddesinin özel olarak enternasyonalizme ilişkin olarak yeniden düzenlenmesi
5- “Beşinci Bölüm”ün “III. Madde” olan eski “II. Maddesi”ne, fabrika ve işyerlerinde parti örgütlenmesinin bir işçi partisi olmanın koşulu olduğuna ilişkin ek,
6- “Beşinci Bölüm”ün eski “III. Maddesi”nin “IV. Madde” olması,
7- “Altıncı Bölüm”ün “vaatçi bir parti” görüntüsü veren “Demokratik halk iktidarı aşağıda belirtilen önlemleri alacaktır” biçimiyle yazılan taleplerin, “EMEP, işçi ve emekçileri ve ezilen milyonları aşağıdaki talepler için mücadeleye çağırır” biçiminde düzenlenmesi ve taleplerin yazımının da buna uygunlaştırılması.

PARTİ TÜZÜĞÜNE EKLER YAPILMASINA İLİŞKİN KARAR
Partimizin günümüzde ulaştığı örgütlenme düzeyi göz önüne alınarak, Parti Tüzüğü’ne aşağıdaki eklerin yapılmasını karar altına alınmıştır. Bu kararlar;
1- Partinin bir çevre örgütlenmesi olarak kavranması eğiliminin tamamen mahkûm edilmesini de kapsayarak, “bir parti görevi üstlenmeyi kabul etme” koşulunun eklenmesi ve organ çalışmasına dayalı bir parti örgütlenmesine vurgu yapılmasıyla, parti üyeliği tanımının bir üst düzeyde yenilenmesi ve Madde 4’ün buna uygun olarak düzenlenmesi,
2-Aynı yaklaşımla, “üyelerin görevlerini” tanımlayan Madde 7’nin yeniden düzenlenmesi; üyelik koşulları arasında sayılmayan “bir parti organında çalışma”nın, üyenin görevi olarak konması;
3- Partinin yönetilmesini kolaylaştırmak üzere 18. Madde’de GYK üyesi sayısının 45’e yükseltilmesi,
4- İl Yönetim Kurulu’na ilişkin 23. Madde ile İlçe Yönetim Kurulu’na ilişkin 27. Madde’ye bu iki organın kendi içlerinden il ve İlçe Sekreterlerini seçmeleridir.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ENTERNASYONAL MÜCADELE ÜZERİNE KARAR
Nitelik olarak uluslararası karakter taşıyan dünya kapitalizmine karşı mücadele ve işçi sınıfının kurtuluşu davasının, işçi hareketinin uluslararası bir hareket olarak örgütlenmesini zorunlu kıldığı biliniyor.
Kapitalist emperyalizmin uluslararasılaşma eğiliminin kazandığı boyutlar ve AB, NAFTA gibi tekelci birliklerle DTÖ, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar odağında, bütün ülkeleri içine alarak gelişen ilişkiler, işçi sınıfı ve emekçilerin uluslararası birliğinin önemini de artırmaktadır.
Emperyalizm ve özellikle AB’ye İlişkin yayılan hayaller, anti-emperyalist mücadelenin ülke içinde yükseltilmesinin önemini olduğu kadar, uluslararası alanda antiemperyalist birliklerin oluşturulması için çabaların önemini bir kat daha artırmıştır.
Üstelik Türkiye’nin ortasında yer aldığı, bir ucu Orta Asya’ya uzanan Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu bölgesinin, en başta enerji koridorunu da kapsaması nedeniyle, bugün her zamankinden daha büyük değer kazanması; Partimizin uluslararası alanda ve özellikle sözü edilen bölgede anti-emperyalist birlikler oluşturulması yönünde yürütmesi gereken çalışmaların önemini büyütmektedir. Bu nedenle kongremiz;
1- Dünya*ve özellikle bölge çapında, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal, politik ve ideolojik mücadelesinin birleştirilmesi yönünde çaba sarf edilmesini,
2- Sosyalist karakterde birliklerin geliştirilmesi yanında, mücadeleci sendikacılığın ilerletilmesi ve ilerici demokratik birliklerin oluşturulması için bütün olanakların kullanılmasını,
3- ABD ve AB’ye karşı ortak mücadele platformları yaratılmasını,
4- Bölgesel çapta anti-emperyalist bir cephe kuruluşunun desteklenmesini karar altına alır.

HER TÜR BURJUVA İDEOLOJİK AKIMA KARŞI TEORİK MÜCADELENİN ÖNEMİ ÜZERİNE KARAR
Burjuvazi, halkı yönetmede egemen propaganda tarzı olarak gerçeği altüst etmeyi, yalanı ve yanlış bilinçlendirmeyi kurumlaştırmıştır. Her tür sapkın burjuva ideolojik akım, milyonlarca ve milyarlarca emekçinin, dünyaya egemen olan bugünkü sömürü ve baskı sistemini, modernlik, çağdaşlık, bilimin ve teknolojinin belirlediği bir zorunluluk olarak kabul etmesini istemektedir.
Bunun için trilyonlarca lira harcıyor, bütün bir eğitim sistemiyle, dini kurumlar medya ve diğer devasa ideolojik aygıtlarla toplumu kuşatıyor, aydınları, bilim insanlarını, gazetecileri satın almaya çalışıyor ve bunu büyük oranda da gerçekleştiriyor. Burjuvazi için en büyük bilim insanı ve entelektüel, siyaha beyaz, kötüye iyi, yalana doğru demeyi ve dedirtmeyi beceren kişidir. Burjuvazinin uluslararası düzeyde takındığı bu tutumun gelip bağlandığı yer ise, “Kapitalizmin geçerli ve ebedi tek sistem olduğu, sosyalizmin ise bir daha yaşanmayacağı” safsatasına bütün dünya emekçilerinin inanmasını sağlamaktır.
Partimiz, burjuvazinin bu kuşatmasına karşı, bilimsel, teorik temelde bir mücadelenin yükseltilmesine özel önem vermelidir.
Gerçeğin üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, işçi sınıfı ve emekçilerin tek kurtuluş umudu olan sosyalizmin, bilimsel, teorik alanda da her tür burjuva ideolojiye karşı üstünlüğünün ortaya konulması doğrultusunda çalışmalar yapılması, bilimsel sosyalizm teorisinin İşçi, emekçi sınıflar ve gençlik içerisinde yaygınlaştırılması için çaba sarf edilmesi ertelenemez bir görev olarak partimizin önünde durmaktadır. Bu başarıldığında ve işçisiyle, emekçisiyle, genciyle, sömürülen ve ezilen milyonlar bilimsel sosyalizm fikri etrafında birleştiğinde mücadele zafere ulaşacaktır.
Bu doğrultuda 2. Genel Kongremiz, her renkten burjuva ideolojisine karşı doğa bilimleri, ekonomi ve sosyal bilimler, kültür ve sanat alanında teorik bir mücadele yürütme konusunda yeni bir sürecin başlatılmasını Partimizin önüne görev olarak koymaktadır.

EMEKÇİ KADINLARIN MÜCADELE VE ÖRGÜTLENMESİ ÜZERİNE KARAR
Emekçi kadınların, özel mülkiyet ve sınıflı toplumların ürünü olan sömürü ve çifte baskı altında olan yaşamları, emperyalizmin dünya halkları ve ülkemiz emekçilerine dayattığı bağımlılık ve ağırlaşan ekonomik saldırılarıyla daha çekilmez hale gelmiştir. Tekel kârları için esnek çalışma, evde üretim ve özellikle gıda, tekstil vb. iş kollarında, tarım alanında ucuz emek gücü olarak örgütsüz kadın ve çocuk emeği yoğun bir sömürüye tabi tutuluyor. Emekçi sınıfın bir parçası olan emekçi kadınlar ve çocuklar, emperyalist-kapitalist sömürünün sonuçlarından en fazla etkilenen unsurlar olmaktadır.
Öte yandan emekçi kadın kitleleri, aydınlanıp örgütlendikleri koşullarda özveri, kararlılık ve cesaretle toplumsal mücadelelere katılmaktan geri durmamıştır. Grev ve direnişlerde, kamu emekçilerinin ve Bergama köylülerinin mücadelelerinde, kayıplar ve faşist cinayetlere karşı nefretini haykırmak için mücadeleye atılan on binlerce kadın bu gerçeği bir kez daha kanıtlamıştır.
Emekçi kadınların bilincini çarpıtıp, enerjisini sömüren faşist gerici, feminist ve her türden burjuva akımlara karşı mücadele etmek, emekçi kadınların gerçek kurtuluşları için iş, ekmek, özgürlük talepleri etrafında, anti-emperyalist mücadele temelinde örgütlenmesi bir görevdir.
Partimiz, emekçi kadınların yaşam ve çalışma koşularının iyileştirilmesi, eşitlik ve özgürlük taleplerinin en samimi savunucusudur Emekçi kadın kitlelerinin örgütlenmesi sorununu kendi sorunu olarak ele almaktadır.
Bu nedenle kongremiz;
Semt, fabrika, atölye, hizmet kurumları, sendika, meslek ve diğer kitle örgütleri içinde ev kadınları ve evde parça-başı iş üreten kadınlar içinde aydınlatma ve örgütlenme çalışması yürütmek; emekçi kadınların kendi alanlarındaki somut yaşam ve çalışma koşulları ile siyasal ve sosyal hakları için birimlerden başlamak üzere kadın gruplarında örgütlenmesi ve ortaya çıkan bu grupların ilçeler düzeyinde yerel kadın örgütlerinde birleştirilmesi temel hedefimizdir. Bu hedefin bütün birim, ilçe ve il örgütlerimizin günlük politik çalışmalarının bir yönü olarak ele alınmasını;
Kadın kollarına olanak tanıyan yasa değişikliğinin, ayrı bir hiyerarşi içinde partili kadınların kadın kolları içinde örgütlenmesine değil; partisiz emekçi kadın kitleleri içinde yürütülecek aydınlanma, örgütlenme çalışmalarının birim, ilçe ve il organlarımızın faaliyeti içinde değerlendirilmesi ve yönlendirilmesine hizmet edecek şekilde ele alınmasını;
En geniş emekçi kadın kitlelerinin örgütlenmesine hizmet edecek şekilde ve hareketin bir sonucu olarak emekçi kadınların dernek, birlik vb. temelinde örgütlenme çalışmalarına yardımcı olmak, içinde yer almak ve bu örgütlerin emekçi hareketiyle birleşmesi için çaba harcanmasını;
Bununla birlikte ilçe örgütlerimiz tarafından, bütün birim ve alanlarda yürütülecek bu çalışma için görevlendirme yapmanın gerekliliğinin göz ardı edilmemesini;
Böyle bir emekçi tarzı ve azimli, inatçı bir çalışmayla emekçi kadınların kitlesel hareketinin ilerletilmesi için mücadele edilmesini karar altına alır.

CEZAEVLERİ VE GENEL AF KONUSUNDA KARAR
Siyasi iktidarlar yürüttükleri baskı ve sömürü politikalarına karşı çıkan muhaliflerin önemli bir kısmını göstermelik yargılamalarla cezaevlerine doldurmuştur.
Yine, mevcut sistemin aç ve çaresiz bıraktığı bilinçsiz yoksul insanlar, suç işlemeye itilmiş, yoksulluğa ve işsizliğe çare bulunmak yerine, bu insanların cezaevlerine doldurulması çözüm yollarından biri olarak tercih edilmiştir.
Şu anda ülkemizde, cezaevlerinde 10 bini siyasi olmak üzere 70 bin tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Yani, ülkemizde yetişkin her 500 kişiden biri cezaevindedir.
İktidarlar adli mahpusları cezaevlerindeki mafya ve suç örgütlerinin ellerine terk etmiş, cezaevlerinin uyuşturucu ticaretinin yapıldığı, yeni suçların işlenmesi için mahpusların çete elemanı olarak eğitildiği yerler olmasına göz yummuştur.
Siyasi mahpuslara yönelik uygulama ise daha farklıdır. İktidarlar cezaevlerindeki siyasi mahpusların düşüncelerinden vazgeçmesi, devlete biat etmesi ve itirafçılaşması için özel bir politika yürütmektedir. Siyasi mahpusların bu politikaya direnmesini önlemek için de bugüne kadar yürüttüğü şiddet politikasının yanı sıra hücre tipi cezaevi politikasını gündeme getirmiştir.
Hücre tipi cezaevlerinde, siyasi mahpuslar tek kişilik hücrelere konarak direnişlerinin bastırılması ve bunların tek tek teslim alınması planlanmaktadır. Tek kişilik hücrelere doldurulan siyasi mahpuslar teslim alınamazsa da fiziki ve ruhsal olarak çökertilmek istenmektedir. Bu nedenle;
1- Partimiz cezaevlerinde uygulamaya konulan hücre tipi cezaevi politikasına karşı çıkmalıdır,
2- Siyasi düşünceleri ve eylemleri nedeniyle cezaevlerine doldurulmuş siyasi tutuklu ve hükümlüler başta olmak üzere, bir avuç işkenceci ve halk düşmanı dışındaki bütün mahpuslar için genel af talebiyle bir mücadele örgütlenmelidir,
3- Partimiz, hücre tipi cezaevi politikasının boşa çıkarılması ve genel af için mücadeleyi gündemine almalı ve bu mücadelenin örgütlenmesi için pratik adımlar atmalıdır.

KÜLTÜR EMPERYALİZMİNE KARŞI MÜCADELE ÜZERİNE KARAR
Emperyalist kültür, demokratik geleneklere, mücadele etme gücünü ve eğilimini ifade eden bütün kültürel halk değerlerine karşıdır.
Emperyalizm, halkın mücadeleci tarihi boyunca yarattığı ulusal değerlere karşı yağmacı, yok edici bir etki taşıdığı için, aynı zamanda ‘kültür emperyalizmi’ olarak da adlandırılabilecek bir özellik göstermektedir.
ABD ve Avrupa emperyalizminin kültür alanındaki bu etkisine karşı işçi ve emekçi sınıfların belli başlı iki silahı vardır: Emperyalizmin kültürel saldırısına karşı birinci silah, işçi ve emekçilerin dolaysız olarak kendi hak ve çıkarları için mücadeleyi yükseltmesidir. Bu mücadele, emperyalizmin kültürel etkisini de sınırlayacak, durduracak ve geriletmeye başlayacaktır. Bu da işçi emekçi hareketi ile ilgisini kesmiş aydınların bir bölümünü yeniden halkın saflarına kazandıracaktır. İkinci silah ise, ideolojik, felsefi, edebi ve sanatsal alanlarda, işçi ve emekçilerin mücadelesine bağlanmış eleştirel ve yaratıcı bir etkinlik olarak, direnme ve mücadele etme kararlılığını ve cesaretini yükselten sanat ve edebiyatın geliştirilmesidir.
Bu gerçeklerin ışığında partimiz;
1- Emperyalizmin nesnel, maddi varlığına ve saldırılarına karşı işçi ve emekçi kitleleri mücadele için örgütlerken, bu mücadelenin içinden yeni bir kültürün unsurlarının doğması için gerekli koşulları da yaratmaya çalışacaktır;
2- Kültür ve sanat alanında emperyalist etkileri açığa çıkaran, eleştiren ve sözü edilen etkileri kıran bir çalışmanın geliştirilmesi için halktan, emekten yana, devrimci sanat ve edebiyatı destekleyecektir;
3- Emperyalizmin unutturmak istediği demokratik ve devrimci değerlere sahip çıkacak, bunların halkın belleğinde taze tutulmalarına özen gösterecektir;
4- Özellikle ABD emperyalizminin saldırısı altındaki sinema sanatının sorunlarına özel bir ilgi gösterecek, bu konudaki kısıtlayıcı yasaların kaldırılması, tekelci baskının kırılması için çalışacaktır;
5- ABD İle rekabet içinde ve onun kadar saldırgan olan Avrupa emperyalizminin siyasal ve ideolojik etkisinin kültür ve sanat alanındaki sonuçlarına karşı ayrı bir uyanıklık gösterecektir.

KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT VE BİLİMİN ÖZGÜRLEŞMESİNE DAİR KARAR
Ülkemizde insan hak ve özgürlüklerinin en önemlileri olan yaşama hakkı, örgütlenme hakkı, düşünme ve düşüncesini ifade özgürlüğü sürekli kısıtlamalarla karşı karşıyadır. Düşünme ve düşünceyi ifade özgürlüğünün sınırlanması ve kısıtlanması; bilimin, edebiyatın, sanatın, kısacası kültürün engellenmesi anlamına gelir. Bu engelleme, ne yazık ki eğitim kurumlarının koşullarını bile oluşturur durumdadır. İlköğretimde Talim ve Terbiye Kurulu’nun denetiminden geçmemiş kitapların, öğrencinin üzerinde bulunması bile suçtur. Bu kitapların ders kitabı olması da yasaklı olmalarını engellemez. Özgür düşünme yolu, ilköğretimden başlayıp üniversiteye kadar her aşamada engellenmeye çalışılmaktadır.
Bu durumda partimiz;
1- Kültür, sanat, edebiyat ve bilime gerçek özgürlüğünün kazandırılabilmesi için, düşünce ve anlatım özgürlüklerini kısıtlayan anti-demokratik yasalarla ilgili bakanlıkların, hükümetlerin bu konudaki yasakçı yönergelerine karşı sürekli olarak savaşım verecek,
2- Bilim ve kültür emekçilerinin bilim, sanat ve kültür özgürlüğü için verdikleri çabaya destek olacak,
3- Üniversitelerde YÖK yasaları ile engel olunmaya çalışılan bilimsel çalışmaların özgürce yapılabilmesi için verilen mücadeleye destek olacaktır.

EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN EŞİT VE PARASIZ OLMASI ÜZERİNE KARAR
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre ilk ve orta öğretim, parasız olarak her kesimi kapsamalıdır. Yine İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi yüksek öğretimin de olabildiğince parasız hale getirilmesini ve her kesimi kapsamasını belirtir. Anayasa’da bile bunlar böyledir. Bugün eğitim öğretim paralı hale getirilmek istenmekte ve özelleştirilmektedir. Bu uygulama yüksek öğretimde daha yaygın olmakla birlikte ilk ve orta öğretimde de “katkı payı”, “kayıt parası” gibi adlarla yürürlüğe konmuştur.
Bu durum yoksul kesimin, emekçi sınıfların eğitim ve öğretimden yararlanmalarını daha başlangıcında engellemektedir.
Böylece egemen sınıflar, özellikle yoksul kesim ve emekçi sınıfların geleceğini baskı altına alarak, ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını engellemek İstemektedir. Bu durumda;
1- İlköğretimdeki katkı payı, orta ve yüksek öğretimdeki harç vb. uygulamalara karşı savaşım veren, bu savaşımlardan dolayı çeşitli biçimlerde cezalandırılan eğitim emekçilerine, öğrencilere ve velilere destek olunmalıdır,
2- Eğitim öğretim kurumlarında “özerkleştirme” adıyla yapılan her türlü özelleştirmeye karşı çıkılmalıdır,
3- Eğitim ve öğretimin parasız ve eşit hale getirilmesine çalışılmalıdır,
4- Koşulların elverişsizliği yüzünden eğitim öğretim görme olanağı bulamamış emekçiler ve emekçi çocukları için yaygın eğitim ve öğretim programlarının düzenlenmesine çalışılmalıdır.

DOĞAYI DA SÖMÜREN VE TAHRİP EDEN KAPİTALİZME KARŞI ANTİ-EMPERYALİST TEMELDE BİR ÇEVRE MÜCADELESİ YÜRÜTÜLMESİ ÜZERİNE KARAR
Kapitalizm sadece insan emeğini sömürmekle kalmamakta, doğayı ve çevreyi de sömürüp, tahrip etmektedir. Kapitalizmin ve uluslararası tekellerin aşırı kâr üzerine kurulu üretim mantığı, popüler deyimle “ekolojik dengenin” altüst oluşunun temel nedenidir. Doğayı insanın hizmetine sunmanın değil, servet biriktirmenin ve maddi zenginliklerin artırılmasının hammaddesi olarak gören kapitalizm ve uluslararası tekeller, dünyanın dört bir yanına zehir saçmaktan çekinmemektedir. Uluslararası emperyalist tekellerin dünya insanlığına Çernobil’den sonraki en büyük “armağanı”, Tuna’nın bir kolu olan Tizsa nehrine karışarak birçok Balkan ülkesinin topraklarına akan “siyanür” olmuştur.
Yıllardır ülkemizde, siyanürlü altın aramak ve nükleer santraller kurmak için her tür hukuksuzluğa başvurarak kampanyalar yürüten çok uluslu tekeller ve onların işbirlikçileri, halkımıza, doğaya ve çevreye yönelik saldırılarını tahkim, MAI, MIGA vb. uluslararası anlaşmalarla sürdürmektedir. Memleketin en verimli arazileri, Koç, Sabancı vd. rant ve kâr avcılarına yağmalatılmaktadır.
Doğanın sömürülüp talan edilmesine, sivil inisiyatifçi itaatsizlikle sınırlı bir çevrecilikle karşı konulması yanıltıcıdır ve sonuç alıcı değildir. Yürütülecek mücadelenin yönünü, Bergama köylüsü göstermiştir: Anti-emperyalist, bağımsız Türkiye mücadelesi. Ancak böyle bir mücadele ile uluslararası tekellerin ve onların işbirlikçilerinin insan ve çevre sağlığına ipotek koymaya yönelik girişimleri durdurulabilir. Siyanür ve nükleer ölüme karşı yaşamı savunmanın sonuç alıcı ve gerçekçi başka bir yolu yoktur. Bu gerçeğin geniş halk yığınları tarafından kavranmasının olanakları bugün daha da artmıştır.
Bu bilinçle bütün parti örgütlerimizin, işçi sınıfı, emekçiler ve gençlik içerisinde antiemperyalist bir çevre bilinci yaratması amacıyla yaygın bir aydınlatma faaliyeti yürütmesinin, Bergama köylüsüyle olduğu gibi, Akkuyu halkıyla da omuz omuza vererek, uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin Türkiye topraklarından sökülüp atılması için örgütlü bir mücadele verilmesi görevi, kongremiz tarafından parti örgütlerimizin önüne konulmuştur.

Mayıs 2000

Sosyalizm ve işçi sınıf

(Bu yazı, DİDF’in 20. Yıldönümü nedeniyle, Almanya-Dortmund’da düzenlenen 2000 Mayısı etkinlikleri çerçevesinde verilen “Sosyalizm ve İşçi Sınıfı” başlıklı konferans esas alınarak yazılmıştır. -İ.Ç.)

Kapitalizmin propagandacıları ve ideologları, sosyalizm fikrini, dolayısıyla da onun pratiğini, insan toplumunun kendi gelişmesi içinde bir sapma (hatta bir sapkınlık), bir dönem ortaya çıkmış ve yolunu şaşırmış toplumlar içinde bir hastalık olarak popüler olmuş, ama sonra herkes tarafından vazgeçilmiş, rastlantısal bir sistem olarak göstermek için gayret ediyorlar. Eğer bu görüşü kabul ettirebilirlerse; sosyalizmi, bir geçmişi olmayan, tarihsel ve toplumsal köklerden yoksun, dolayısıyla da toplumsal bakımdan “meşruiyeti” olmayan, bir kez yenildikten sonra artık bir daha gündeme gelmeyecek bir “hata” olarak göstermenin mümkün olacağını düşünmektedirler.
Bu fikirlerini güçlendirmek için de, burjuva propaganda merkezleri; 1) Sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı ağır yenilginin yarattığı tahribatı ve bir yanıyla bu tahribatın ürünü olan eski Marksist, eski ve yeni burjuva sosyalist çevrelerdeki yozlaşmadan, 2) Devasa burjuva propaganda aygıtının yarattığı imkânlardan yararlanmaktadırlar.
Ne var ki, burjuvazi ve onun propagandacılarının fırsatları ne kadar büyük olursa olsun, iddialar gerçek temellere dayanmadığı için, kampanyaları, McCarthy-Göbbels tarzı bir kara propaganda olarak sürüyor. Çünkü modern sosyalizm ya da Marksist sosyalizm son 150 yılda biçimlenip teorik temellerine oturmuştur. Ama sosyalizm fikri insanlık kadar eskidir. Çünkü üretim araçlarının kişiler ya da toplumun belirli sınıfları tarafından mülk edinildiği sistemler, ezelden beri var olan sistemler değildi. Tersine insanlık on binlerce yıl; kişisel mülkiyetin tanınmadığı ilkel ama komünal, ilkel komünist, ilkel sosyalist diye ifade edilen toplumsal düzen içinde yaşamıştır. Ve bu komünal ilişkiler ve bu ilişkilerin dayanışma, ortaklaşacılık gibi insani ve insanların özlemle tutundukları kimi kalıntıları, sınıflı toplumların egemen toplum biçimi olduğu yüzyıllarda da toplumun emekçi kesimleri arasında yaşamaya (eskiden kalma töre, gelenek, görenek, masallar, yaşamaya devam eden ilişkiler vb. gibi) devam etmiş; baskının, yoksulluğun, sefaletin, toplumsal çürümenin arttığı dönemlerde de bu ilkel sosyalist fikirler ve gelenekler daha çok kabul görmüş, insanlığın sınıfsız, sömürüşüz toplum dönemine, “altın çağı”na özlem daha da artmıştır. Bu bazen küçümsenemeyecek kalabalıkta toplulukların sınıflı toplumlardan kaçarak sınıfsız bir toplum kurmak amacıyla başka yerlere göç etmeleri, bazen de çeşitli din ve mezhepler görünümünde “gizli”, kapalı toplulukların oluşturulması vb. biçiminde sürmüştür.
Hemen bütün çok ya da tek tanrılı dinlerin, toplumun önemli kesimlerini peşlerine takmak isteyen (amacı değişik olabilir) kralların, padişahların, politikacıların eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma, toplumsal refahtan eşit pay alma gibi, ancak sosyalizmle uyuşabilecek vaatler öne sürmeleri (Hitler gibi, azılı sosyalizm düşmanlığından kimsenin kuşkusu olmayan birisi bile, emekçi yığınları etkileyip kendi peşine takmak için partisinin adına “sosyalizm” sözcüğünü sokmak zorunda kaldı ve iktidara gelene kadar da; sermayeye, sömürüye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı propaganda sürdürdü; yoksulların çektiği sıkıntıları ortadan kaldırmaya dair vaatleri öne çıkardı); aslında sosyalizm fikrinin, insan toplumunun en eski ve en derin özlemi olduğunun çok açık ve tartışılmaz göstergesidir.
Yine bütün sınıflı toplumlarda, sadece kapitalist toplumda değil feodal ve köleci toplumlarda da, egemen olan sınıfların, ortaklaşman, dayanışmacı fikirleri “sapkın” ilan edip kovuşturması, egemen sınıfının din ve kültürünün neredeyse, yoksulların hak ve özgürlük isteklerini yok etmek üstüne biçimlendiğini söylersek sadece gerçeğin bir bölümünü ifade etmiş oluruz. Çünkü; bütün insanlık tarihi boyunca sadece emekçilerin eşitlik, dayanışma, ortaklaşacılık gibi fikirleri değil ama aynı ölçüde bu fikirlere karşı egemenlerin saldırısı; bazen iftiralarla karalama, bazen bu fikirleri savunan toplulukları, din dışı, insanlık dışı ilan etme, ölümle, kölelikle cezalandırma, ama çoğu zaman da bütün bu yöntemleri birlikte kullanarak, var olan sömürücü, sınıflı düzenin ezeli ve ebedi olduğu fikrinin genel kabul görmesi için her şey yapılmıştır. Ve kapitalizm, sosyalizme karşı savaştığı son 150 yılda, egemen sınıfların bu eski silahlarını daha da geliştirerek; iftiradan işkenceye, toplu katliamdan uluslararası planda bütün gerici güçleri birleştirerek sosyalizme karşı topyekûn savaş açmaya, birer birer ülkelerde terörün ve şiddetin en görülmediklerini sosyalizmi yenmek, sosyalist fikirleri yok etmek için geliştirip kullanma konusunda perva göstermemiştir. Denilebilir ki; burjuvazinin sosyalizme karşı uluslararası planda yürüttüğü mücadele, tarihte bir sınıfın ötekine, bir fikrin karşıtı bir fikre, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ülkeler grubunun bir başka ülkeler grubuna karşı giriştiği herhangi bir savaştan çok daha kapsamlı, çok daha değişik silahların bir arada kullanıldığı, çok daha acımasız bir savaş olarak yürümüştür.
Bu savaş; Parisli komünarların kitlesel katliyle (1871), Ekim Devrimi’nin Beyaz Ordu ve kapitalist ülkelerin dişinden tırnağına silahlı ordularıyla boğulmaya çalışılmasıyla, Hitler’in Rusya’ya saldırtılmasıyla; Mc Carthycilikten Vietnam Savaşı’na, “soğuk savaş”tan “yeşil kuşağa” gibi çok somut anti-sosyalist eylem ve savaşlarla olduğu kadar, bunlardan daha önemli olarak da her gün, her saat kesintisiz olarak, ekonomiden siyasete, kültürden ideolojiye, felsefeden sanata, bilime, gazeteciliğe kadar her alanda sürdürülmüştür. Bugün de belki daha sinsi yöntemlerle ama daha etkin savaş yöntemleriyle sürdürülmektedir.
Hiç tartışmasız söylenebilir ki; kapitalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü savaş; bir fikir akımına, bir toplumsal sisteme karşı tarihte görülmüş en büyük topyekûn savaştı. Günümüzde sosyalizme karşı girişilen büyük karalama kampanyası ve onu “artık imkânsız”, toplumsal bakımdan meşruiyeti olmayan bir sistem olarak tanıtma çabaları, kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı büyük savaşın bir devamıdır.
Dün vahşi saldırılar, askeri savaşlar ve özel harbin envai tür yöntemleriyle sürdürülen savaş, bugün; bazen sosyalizmin görmezden gelinmesiyle, bazen ebediyen öldüğü propagandasıyla, bazen sosyalizmin barış ve refah içinde, özgür bir insanlık toplumunun kapitalizm tarafından gerçekleştirileceği iddiaları arkasında sürdürülmektedir.
Kuşkusuz ki, sosyalizm düşüncesi, işçi sınıfı ve onun özellikleriyle tarihsel rolünden koparılıp, salt bir düşünce dizgesi ve bazı “ilkelere” indirgendiği ölçüde uluslararası sermayenin ve gericiliğin saldırılarının tahribatı büyümekte; gerçek dışı ve bir temele oturmayan, bilimsel bir geçerlilik taşımayan “kafada tasarlanmış” her düşünceye karşı, zıt bir düşünce üretmenin mümkünlüğünden kalkan dünya gericiliği ve anti-sosyalist kampanya ustaları; bütün gayretlerin, bilimsel sosyalizmin temellerinin unutturulması ve sosyalizmin düşüncesini bir süslü laflar yığını biçimine indirgeyerek, bu kaba, ilkel, ütopik sosyalist fikirlerin, “piyasa sosyalizminin yayılması için gayret göstermektedirler.
Ancak böylesi bir burjuva sosyalizmini yayarak ve bunu başardıkları ölçüde, sosyalizmi ideolojik olarak alt edebileceklerini, emekçiler arasından söküp atabileceklerini hesap etmektedirler. Stalin, bundan 70 yıl önce, uluslararası kapitalizmin saldırıları karşısında sosyalizmin büyük cesaret ve metanetle savaştığı yıllarda; Bolşevik Partisi Tarihinin son bölümünde sınıf partisini, Bolşevik Partisi’ni Antioş’a benzeterek; tüm sınıfı, sosyalistleri uyarır. Çünkü Antioş, ana tanrıça Toprak Ana’nın oğludur ve gücünü topraktan alır. Ayakları topraktan kesilmedikçe de onu yenmek mümkün değildir. Antioş’un bu özelliğine dikkat çeken Stalin, Bolşeviklerin, sınıf partisinin yığınlarla bağı kesilmediği sürece (Çünkü yığınlar, işçi sınıfı partinin anasıdır; parti ondan doğmuştur) partinin, sınıfın, sosyalizmin yenilemeyeceğini söyler.

ÜTOPİK SOSYALİZMDEN BİLİMSEL SOSYALİZME
Tarih boyunca emekçi yığınların sosyalizm hakkındaki fikirleri, birbiriyle dayanışan, barış içinde, iyi ve kötü her şeyin paylaşıldığı bir toplumsal düzendir. Bu fikirler hemen her toplumda çeşitli biçimlerde yaşarken, özellikle de toplumların zor dönemlerinde daha çok itibar görmüşlerdir. Ancak; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasına kadar sosyalist fikirler, dinsel, geleneksel, ahlaksal, kültürel değerler olarak yaşamış, ama istikrarlı bir toplum oluşturma, eski toplumun yıkılması için devrimci toplumsal güçlerin biriktiği bir merkez oluşturmamıştır. Nitekim modern sosyalizmin atası sayılan ilk “bilinçli” sosyalist formülasyonlar da, bu eşitlikçi, dayanışmacı, adaletli bir toplum fikrinin “projelendirilmesi” çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Thomas More, Campanella gibi, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ilk ütopik sosyalizm “teoricileri” de tıpkı, halk söylencelerindeki sosyalizm gibi, bir sınıfsal temele oturmaktan öte bir “iyiler” topluluğu, “iyiye inanmış iyi insanlar toplumu”, “ahlak toplumu” tasarlamışlardır.
Kaçınılmaz olarak, bu düşünürler için sosyalizm; sosyalizme inanmış insanların kurduğu bir toplumdur. Marksist, diyalektik materyalist tarih anlayışına göre, sosyalizm, insan toplumunun gelişme sürecinde kapitalizmden sonraki aşamayı oluşturmakta olup, üretici güçlerin gelişmesi kaçınılmaz olarak, kapitalizmi toplumsal gelişmenin engeli haline getirip, sosyalizmi dayatacaktır. Kapitalizmden sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olan komünizme geçiş, proletaryanın devrimci, demokratik diktatörlüğü dönemine karşılık gelir.
Yani Marksist sosyalizmi diğerlerinden ayıran, onun bilimsel sosyalizm olarak adlandırılmasına neden olan şey; Marksist sosyalizmin, şu ya da bu insanın kafasından çıkmış bir “toplumsal proje” olmaktan, şu ya da bu kişilerin niyeti ve amaçlarından kurtararak; insan toplumundaki nesnel gelişmesinin kaçınılmaz bir aşaması olduğunun kanıtlanmış olmasıdır.
Bu bilimsel ele alışın bir ürünü olan “Tarihsel Maddecilik”, toplumsal gelişmenin ve elbette sosyalizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkinin açıklamasıdır da. Başka bir söyleyişle Marksizm’de işçi sınıfı, sosyalizmin hem temelini, hem de onu hayata geçirecek gücü temsil eder. Marksist parti ve devrim anlayışı da bu temele dayanır. Ve Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana da; Marksizm’le bütün çeşitli türden burjuva, küçük burjuva sosyalizmi görüşleri arasındaki mücadele bu temel yaklaşım üstünden gerçekleşmiştir.
Öncelikle Marksizm’le bütün çağdaşı “izm”ler arasındaki çatışmanın ana noktası; işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki bağıntıda olmuş; Marksizm, işçi sınıfını, toplumun modern ve en devrimci sınıfı olarak, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracak tek güç olarak tanımlamıştır. Bu, Marksizm’i bütün öteki ahlakçı, dayanışmacı, eşitlikçi, vb. “sosyalizmi sosyalistlerin eseri olarak gören” anlayışlardan ayırmıştır. Ve Marksistler; “Bütün dünyanın işçileri birleşin ve kapitalizmi alt edin” derken; çağrılarını sadece ezilen, sömürülen, değerlerin yaratıcısı ama aynı zamanda insanlığın geleceğini de temsil eden en ileri ve en devrimci sınıfa yapıyorlardı. Yoksa bu çağrı şu ya da bu ilkelere inanan “her sınıftan kişilere” değildi.
Ancak bu mücadele 19. yüzyılın son yarısında, bütün diğer ütopik, anarko-sosyalist görüşlerin Paris Komünü’yle birlikte yerle bir olmasıyla bitmedi. 1880’Ierden itibaren Bernsteincılarla Marksistler arasındaki çatışma da aynı noktada idi; işçi sınıfı, proletarya sosyalizmi kuracak bir sınıf mıdır yoksa değil mi? Bernsteincılar da aynı noktadan itiraz ettiler. İşçiler artık en çok ezilen değildir; öyleyse en devrimci sınıf da değildir. Öyleyse bir devrime ihtiyaç da yoktur! Tartışma Kautskycilerle Lenin arasında aynı temelde devam etti ve işçi sınıfı ile sosyalizmin bağının koparılması üstünden “sosyal demokrasi” devrimci ve reformcu kanatlar olarak bölündü. Ekim Devrimi; devrimci işçi sınıfı ile doğrudan bağlantılı sosyalizm görüşünün zaferi oldu. Emperyalizm çağının koşullarında; “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” diyen Marksist sosyalizm, Leninizm adını aldı. Ve dünyada ilk sosyalist ülke, aynı zamanda Marksizm’in Leninci yorumunun, işçi sınıfı ile Marksist teorinin kucaklaşmasının zaferinin de eseri olarak kuruldu. Ve işçi sınıfı insan toplumunun gördüğü en büyük devrimi gerçekleştirdi.
Troçkizmle, Lenin ve Stalin’in şahsında sürdürülen çatışma, belki “saf işçicilik” tartışması; işçi sınıfının rolüne Troçki ve Troçkistlerin çok önem vermesi gibi görülürse de; aslında asıl çatışma yine de; sosyalizmle işçi sınıfının tarihsel rolü arasındaki ilişkide işçi sınıfına güvenmemek, sosyalizmin kurulmasını bilinmez bir geleceğe, neredeyse işçilerin ve diğer emekçilerin sosyalist olacağı bir bilinmez geleceğe ertelemekle, işçi sınıfının tarihsel rolünü gerçekleştirecek olgunlukta olduğunu, bunu gerçekleştirmek için mücadeleye atılınması gerektiğini savunan Lenin ve Stalin ile öteki gerçek Marksistler arasındaki tartışmadır.
Ama denebilir ki; Marksist sosyalizm ile bütün diğer emperyalizm çağının geç kalmış sosyalizm görüşleri; Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Maoculuk, Kastroculuk, Marigellacılık, Marcusçülük, Kaddaficilik, Gradücülük, Havetmicilik vb. sayısız kendisine Marksist sosyalist, hatta Leninist diyen akımlar arasındaki temel çatışma da işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; işçi sınıfının sosyalizmi kuracak “maddi” ve “öncülük” bakımından imkânlara sahip olup olmadığı tartışmasıdır.
Denebilir ki, 1960’lı yılların kendisine sosyalist diyen ama tutarlı ve tutarsız anti-emperyalizm arasında salınmaktan, hatta emperyalizme teslimiyetin teorisini kurmakla uğraşan (Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Trcçkizm,) bu akımların ortak özelliği; işçi sınıfının artık ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaktan çıktığı, dolayısıyla zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olan bir sınıf haline geldiğini savunmalarıdır. Bu yüzden de onlara göre, artık devrimci olan sadece işçi sınıfının ideolojisidir. Dolayısıyla bu ideolojiyi öğrenen küçük burjuva aydınları (Kastrocular, Marigellacılar, bir yanıyla Maocular, kimi Troçkistler, Markusçüler) bu ideolojiyi öğrenerek devrimi yapacak, sosyalizmi benimseyen her sınıftan güçler sosyalizmi kuracaktır. Ancak ondan sonra işçi sınıfı devreye girip, değer yaratan bir güç olarak sosyalizm için örgütlenebilecektir! Köylülüğün asıl devrimci güç olduğunu ilan ederek, işçilerin bile köylüler tarafından eğitileceğini iddia eden Maoculuk, gençliği yeni ve en devrimci sınıf ilan eden CIA teorisyeni Herbert Marcus’nün görüşleri, kır ve şehir gerillacılığını sosyalizmin temeli yapan ve profesyonel grupları sınıfın yerine geçiren çeşitli adlardan görüşler; aralarındaki sert ideolojik çatışmalara karşın aslında aynı kaynaktan; sosyalizmi işçi sınıfı dışındaki güçlerin eseri olarak görme ve sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi koparma fikrinde birleştiler.

İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ VE TEORİ-PRATİK İLİŞKİSİ
Marx öncesi düşünürler, olup biteni kendi bakış açılarından yeniden yorumlamakla yetindiler. Ancak Marksizm’le, durum değişti. Çünkü düşünmek sadece yorumlamak için değil, dünyanın gidişatına müdahale etmek, dünyayı değiştirmek için bir eyleme dönüştü. İnsan düşüncesinin, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı bu yeni aşamada artık eski tarz; dünyayı, olup biteni yorumlamakla yetinen bir felsefe geriyi, gericiliği temsil eder hale düştü. Başka bir söyleyişle; bilimle felsefe, teori ve pratik dolaysız bir ilişki içinde el alınarak, yeni bir bilim ve felsefe anlayışının yolu açıldı.
Marksizm hem bu bilim-felsefe birliğini hem teori ve pratik ilişkisini şahsında toplayan bir doktrin, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olarak şekillendi. Marksizm tarafından “doğrunun ölçüsünün pratik olduğunun ilan edilmesiyle; spekülatif felsefe, birbiriyle uyumlu lafları art arda sıralamayı aşmayan felsefe geleneği de son bulmuş oldu. İnsanlığın, insan düşüncesinin bu ilerlemesi; 2500 yıllık spekülatif felsefe anlayışına, çözülmez denilen “felsefi problemlere” mugalata ve zekice hazırlanmış “söz tuzaklarımdan oluşturulmuş felsefi dizgelerin sonunu getirdi.
Böylece Hegel’de zirvesine ulaşan felsefi idealizm, Feuerbach ve çeşitli Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinde temsil edilen kaba materyalizm tarihsel ömrünü tamamlarken; yeni formuna Marx ve Engels’in çabalarıyla ulaşan “yeni felsefe” (geleneksel ölçülerle aslında felsefe olmayan bir felsefeydi) “diyalektik ve tarihsel materyalizm” olarak ifade edildi. Marksist felsefe; tarih anlayışı bakımından da; “işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü” olarak biçimlendi.
Kuşkusuz bir felsefi kuramın, kendisini bir sınıfın “dünya görüşü”, “ideolojisi” olarak ilan etmesi tarihte ilk olan bir şeydi. Ama bundan daha da önemlisi; bir felsefenin, o zamana kadar seçkin aydınların tartışma alanı olarak görülen felsefe alanının cahil bırakılmış, eğitimsizliğin batağına sürüklenmiş bir sınıfa açılmasıydı. Ve bu sınıfın bütün eğitimsizliğine karşın bu felsefeyi hızla özümseyeceğini göstermesi, bu felsefe doğrultusunda bir eylem içine girebilmesiydi. Ve bir felsefe, bir kuram ilk kez işçiler arasında, milyonlarca emekçi arasında okunup tartışılıyordu. “Tanrı sözü” kabul edilen İncil, Kuran gibi dini eserler dışında ilk kez olan bir şeydi bu; milyonlarca yoksul emekçinin bir dünya görüşü etrafında birleşip tartışıp onu örgütlenmesinin bir platformu olarak görmesi
Yani, ezilenler, işçi yığınları tarihte ilk kez; bilimsel temellere dayanan bir kuramın yol göstericiliğinde kendi dünyalarını kurmak üzere harekete geçiyorlardı. Böyle bir rol, daha önce, hiçbir felsefi akım, hiçbir kuram tarafından oynanmamıştı.
Burjuvazinin Marksizm’e karşı düşmanlığı, bu dünya görüşüne karşı, top, tank, savaş gemileri ve savaş uçaklarını da kapsayan askeri savaşlara varan bir mücadele açmasının nedeni de: Marksizm’in isçi sınıfı ve onun tarihsel rolü ile ilgili tespitleri ve elbette kapitalizme karşı mücadelede oynadığı bu rolle ilgiliydi
Elbette tarih boyunca egemen sınıflar, kendi suni çıkarlarıyla bağdaşmayan düşüncelere karşı savaşmışlardır. Ama bu savaşlar ya egemen düşünce karşısında olanların yasaklanması, bu düşünce, sahiplerinin cezalandırılması (işkence edilmesi, yakılması) muhalif düşünce yandaşlarının toplum dışı ilan edilmesi gibi yöntemlerle olmuştur. Marksizm’le birlikte ilk kez; devletler kendi aralarında paktlar kurup, o fikri ortadan kaldırmak amacıyla çok yönlü askeri harekâtlara girişmiş, dünyanın en büyük ordularını, en yıkıcı silahlarını bu fikri ortadan kaldırmak için kullanmışlardır.
Çünkü Marksizm’e kadar hiçbir felsefi sistem, yığınları harekete geçirmede olduğu kadar yığınların eylemiyle düşünce, teori ile pratik arasında böyle dolaysız bağlar kurmamıştır. Çünkü Marksizm’in temeli, işçi sınıfının dünyayı değiştirme yeteneği; bu değiştirme eyleminin gelişmesiyle bağlantılı bir kuram; sözcüğün gerçek anlamıyla bir devrim kuramıydı. Hu nedenle Marksizm, kendisinden önceki kuramlardan farklı olarak “olmuş bitmiş” ölü bir pratiğin teorisi değil, işçi sınıfının her yeni atılımıyla, insanlığın belileri adımıyla yeniden kurulup, yeniden canlanan bir kuram olarak; hep yeni olmayı, yeni kalmayı başaran bir düşünsel dizgeydi.
Bu nedenle de, sınıfın yabancı olduğu sınıflar mücadelesinin çeşitli yanlarında sınıfa yol gösteren teorinin, çözümsüzlüğe düştüğü her noktada işçilerin yığınsal gücü devreye girmiş, teorinin çözümleyemediğini çözümleyerek, teori için kendisini yenilemenin ve zenginleştirmenin imkânını yaratmıştır. İşçi sınıfının tarihsel rolü göz önüne alındığında; onun sınıf mücadelesindeki tutumuyla, mücadelenin ilerlemesi arasında doğrudan bir bağlantı vardır: örneğin ekonomik mücadele alanı olarak tanımlanabilecek sendikal mücadelede; taslaklar hazırlanır, TİS görüşmeleri, sendikacılar, işçi temsilcileri ile patron temsilcileri arasında “masa başında” sürer. Ama işçi sınıfının gücü (üretimi durduran, yerine göre gösteri ve direnişler yaparak burjuva kamuoyunda hoşnutsuzluklar yaratan, daha da ileri giderek genel direniş ve grevlerle tüm sermayeyi tehdit eden gücü) ortaya konmadan TİS görüşmelerinden sonuç alınmayacağı ortadadır.
Bu güç bazen grevler, direnişler gibi çok somut bir biçimde ortaya çıkar ve iki taraf direnme güçlerini sonuna kadar sınar. Ya da; işçiler kararlı ve patronlar da yeterince sıkışıksa, güç somut olarak ortaya çıkmadan da (sadece bir tehdit olarak var olmasıyla) sonuçlanabilir. Ama her halükârda; ekonomik mücadelede yolu açan işçilerin potansiyel ya da gerçekleşmiş olarak TİS alanına yansıyan gücüdür.
Sadece ekonomi alanında değil siyaset alanında da işçiler kendi birleşmiş güçlerini, müttefiki diğer emekçi sınıfların güçlerini politika alanında hissettirmeden parlamentodan, hükümetten çeşitli taleplerde bulunsalar da; bundan pek bir şey elde edemezler. Burjuva düzen partileri ve sistemle uzlaşma içindeki “sosyalist”, “sosyal demokrat” partiler de işçi sınıfının, emekçilerin yığınsal güçlerini politika dışına itmek için “vaatlerle işçi karşısına çıkarlar. İşçilerin doğrudan ve kendi partisi çizgisinde politikaya çekilmesi yerine; diğer partilerin işçilerin desteğini alıp iktidara gelmesini, vaatlerini yerine getirmeleri arzında bir siyaseti benimserler. Bu, bugün Türkiye’de EMEP’le diğer “sosyalist” partiler arasındaki farkı da ifade etmektedir. İşçiler politikaya kendi taleplerinin sahipleri ve savunucuları olarak, mümkün olan bütün yığınsallıkları ve müttefiki emekçileri de politika alanına çekerek mi ver alacakları, yoksa kimi partilerin programlarında işçilere yönelik vaatlere bakıp, o partinin iktidara gelerek bu vaatleri gerçekleşmesini bekleyen politika tarzını mı benimseyecekler? Aslında bu iki ayrı politika tarzıdır ve işçi yığınlarını, emekçilerin talepleri uğruna politika yapmaya çekmeyen bir tarz; yığınları politika dışında tutmayı başlıca amaç edinen burjuva politikasının bir versiyonu olmayı aşamaz. Elbette ki, EMEP burada, sınıfın kendi talepleri uğruna bir mücadeleye atılmasını, bu çizginin kendi partisinin mücadele çizgisi olmasını istemekte, sınıf içindeki çalışmasını, örgütsel biçimini, yığınlar içindeki her tür eylemini bu temele göre yönlendirmektedir. Programı ve yayın organlarındaki dilde bile diğer “sosyalist” parti ve çevrelerle bu noktadan ayrışmakta; programını bir vaatler toplamı değil; talepler ve bu talepler uğruna mücadelenin örgütlenip ilerletilmesine temel olan bir metin olarak hazırlamış bulunmaktadır. Yani; sınıf partisi, sınıfın taleplerini ne kadar başarılı formüle edip bunları çeşitli siyasi platformlarda ne kadar başarılı bir biçimde savunursa savunsun; işçi ve emekçi yığınların gücü devreye girmeden, onların demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde ağırlığı ortaya konulup burjuvazinin güçlerini bulundukları mevzilerden geri püskürtmeden siyasal alanda emek lehine yeni gelişmelerin olması, demokratikleşmede ciddi mevziler kazanılması ya da sınıfın kimi siyasal taleplerinin gerçekleşmesi beklenir bir şey değildir. Bugüne kadar da işçilerin demokrasiye ilişkin pek çok talebi, burjuva siyaset odakları tarafından da “haklı” ve “meşru” görünmesine karşın bu konularda bir adım atılmaması, atılıyor gibi yapıldığında da ikinci adımın geriye doğru atılması, bunun, yığınların gücünün devreye girmeden demokrasi mücadelesinde adım atılamayacağının çok açık bir göstergesidir.
Burjuva, küçük burjuva akımların anlayışlarına göre, sınıflar mücadelesinin pratiği ile ilişkisi en dolaylı olarak görülen “ideolojik mücadele” alanında bile yığınların gücü; onların eskiyeni, geriyi kahreden gücü devreye girmeden teoride de ciddi atılımların olmayacağı, Marksizm’in bir diğer saptaması; kendisini diğer dünya görüşleri ve felsefi odaklardan ayıran temel bir yönüdür.
Elbette Marksizm’i savunan aydınlar, bilim adamları, sınıf partisi; burjuva, gerici dünya görüşlerine karşı entelektüel alanda bir mücadeleyi, onların görüşlerinin tutarsızlığını ve bilimin, toplumsal gelişmelerin karşısında gerici pozisyonunu, her aracı kullanarak açıklamaya hiç ara vermeksizin devam ederler. Ama mantıksal bakımdan ne kadar parlak savunular yapılırsa yapılsın, Marksistler bilirler ki; sermaye ile ideolojik alanda mücadele; kendi başına, burjuva dünya görüşünü bulunduğu alanlardan püskürtmek, Marksist materyalist bir dünya görüşünün bilim, sanat, kültür ve sosyal alanda etkin bir pozisyona gelmesi için yetmez. Ancak, işçiler de; “Bundan böyle herkes, dünyaya işçi sınıfının bakış açısından bakacaktır” diye eyleme geçmeyeceğine göre, demek ki; ideolojik alandaki mücadelenin başarısı yığınlar kendi güçlerini başka alanlarda ortaya koyduklarında gerçekleşecektir.
Bugüne kadar, sınıflar mücadelesinin deneyimleri, ideolojik alanda sınıfın dünya görüşünün etkin bir pozisyon kazanması için, sınıfın ekonomik ve siyaset alanında ağırlığını koyması, geniş yığınları kendi siyaseti etrafında toparlamada ciddi adımlar atması gerektiğini göstermiştir. Nitekim 20. yüzyıl boyunca; Ekim Devrimi sonrasında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfının dünya görüşünün burjuva fikir ve sanat dünyasına damga vurmasının arkasında; Ekim Devrimi’nin halklar ve dünya işçi sınıfı üstünde yarattığı etki ile İkinci Dünya Savaşı’nda, SB’nin faşizmin yenilmesindeki öncü rolü ve savaş sonrası dünyasında bütün ezilen halklar için anti-emperyalist mücadelede sosyalizmin ve SB’nin bir kurtuluş dayanağı olarak görülmesi vardır.
Nitekim tarih boyunca; bütün ciddi görüşler; toplumsal gelişme, toplumsal ilerlemelerle başa baş bir seyir izlemiştir. Marx ve Engels, işçi sınıfını, kapitalizmi incelemiş; bu bilimsel çözümlemelerden işçi sınıfının tarihsel rolünü çıkararak onu, yeni toplumu, sosyalizmi kurmaya yetenekli tek güç olarak ilan etmiştir. Sonraki yıllarda da işçi sınıfının mücadelesi Marksizm’in bu öngörülerini doğrularken, aynı zamanda da sınıf attığı adımlarla Marksizm’in kendisini temellendirmesinde yeni imkânlar sunmuş, teorinin pratikte doğrulanması imkânını tanımıştır. Ve Marksizm’in kurucuları Marx ve Engels ile onların izleyicileri, Lenin, Stalin, Enver Hoca gibi Marksizm’in büyük teorici ve pratikçileri toplumsal hareketin her önemli aşamasında Marksizm’in kendisini yenilemesi, yeniden yorumlanması ihtiyacına özel bir dikkat çekmişlerdir. Çünkü Marksizm; bir dahi düşünür ya da düşünürlerin kafalarında oluşmuş, mantıksal çelişkileri giderilmiş bir formülasyonlar toplamı değil; işçi sınıfının mücadelesinin deneyimlerinin, bilimin imbiğinden geçirilmiş sentezidir.
Bu yüzdendir ki; eğer işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca, özellikle onun ikinci yarısındaki (1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü) işçi sınıfı mücadeleleri olmasaydı Marksizm diye, 150 yıldır; işçi sınıfı mücadelesine kılavuzluk eden; kapitalizme karşı mücadelede olmazsa olmaz bir dünya görüşünden söz edilemezdi. Ya da, 20. yüzyılın başındaki mücadeleler ile Ekim Devrimi olmasaydı; bir Leninizm’den söz etmek mümkün olmazdı. Ve elbette; sosyalist teori böylesi mücadelelerin deneyimiyle ete kemiğe büründürülmüş olmasaydı; Marx, Engels, Lenin ve diğer Marksizm öğretmenlerinin eserlerinin böylesi gerçekçi, milyonlarca işçi için yol gösterici, halklar için emperyalist sömürü ve vahşete karşı mücadelede bir kılavuz olması mümkün olmazdı.
Başka bir söyleyişle; Marksizm’de teori ve pratik arasındaki ilişki iki yönlüdür. Teori; işçi sınıfının ve önceki ezilen sınıfların mücadele pratiklerinin derslerinin bir sentezidir ve sınıfın pratiğine yol gösterir; ama teorinin tıkandığı her yeni aşamada işçi sınıfının “kaba gücü”, eylemi; bu tıkanmışlıkları aşan, teorinin eksikliklerini tamamlayan, eskiyen yönlerini dışlayan ama onu aynı zamanda yenileyerek daha güçlü, daha parlak bir yol gösterici haline getiren bir rol oynar. Yani yığınların eskiyi, geride kalanı yıkıcı gücü, aynı zamanda yapıcı, yaratıcı, yenileyici bir rol oynar. Bu güç, sadece eski toplumu yıkıp yeniyi kurmanın değil aynı zamanda estetik fikirleri yıkıp yeni fikirleri egemen kılmanın da tek gerçek dayanağıdır. Ve Marksizm, son tahlilde işçi sınıfının kaba ama bütün değerleri yaratan gücünün, sermayeye ve onun dünyasına karşı yönlendirilmesinin dünya görüşü, bilimsel öğretisidir.

SOSYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ
Bu dönem boyunca, Enver Hoca ve diğer gerçek Marksist-Leninistlerin bu revizyonist-reformcu mihraklarla çatışmalarının ana noktası da bu oldu. Ve Marksistlerle çeşitli türden revizyonist ve reformcu odaklar arasındaki çatışma, bazen şu bazen bu konudan başlasa da, sonunda hep aynı noktaya taşındı; sosyalizm işçi sınıfı tarafından kurulacak bir sosyal sistem midir, yoksa, sınıfsal karakteri olamayan, şu veya bu konjonktürel durumla bağlantılı olarak oluşmuş sosyalizmi benimseyen güçlerin gerçekleştireceği bir devrimci toplum biçimi midir? Aslında; ’60’lı yıllarda ve 70’li yılların başında yüksek perdeden yürütülen bu tartışmalar; Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına kadar gelen süreçte uluslararası kapitalizmle birleşip; kapitalistlerin de sosyalizmi kurabileceklerini iddia edebilecekleri bir ideolojik ortamı oluşturdular. Eğer, sürekli çözülen küçük burjuva tabakalar, orta sınıf aydınları, kapitalist toplumun yok olmaya mahkûm kategorisi, köylülük, sosyalizmi kuruyorsa; onların sosyalist dediği toplumu burjuvazi niçin kurmasındı! Üstelik burjuvazi, kapitalist toplumda devlet dâhil her şeyin sahibi, elinde her olanağı bulunduran bir sınıf olarak adil, barış içinde, demokrasinin dünyanın her yerinde geçerli olduğu bir yeni dünya düzenini neden kurmasın! Sonunda barış içinde bir dünya kapitalistler için de daha iyidir ve onlar da her şeyin barış içinde olmasını isterler. Tabii, sosyalizmde bu kadarla yetinmeyenler şu veya bu topluluğun istek ve bilinciyle belirlenen toplumsal düzeni daha da ileri götürmek için makinelerin gelişmesine bel bağlayıp, gelişen teknolojinin sömürüyü de ortadan kaldırıp, makinelerin üretip, insanların tükettiği bir ütopik toplum tasarlayarak bunu da, kapitalist sınıfa mal ettiler. Böylece artık üreteci güçler içinde asıl değer üretenin “emek değil, sermaye”, olmadı, “bilgi” olduğunu iddia ederek, “yeni sosyalizm kuramları” geliştirdiler.
İşte bugün de; gerçek sosyalistler, Marksistlerle her türden burjuva ideologu, eski Marksist, sosyal demokratlar, liberaller, “üçüncü yolcular”, emperyalist ideologlar arasında tartışmanın ana noktası, Marx ve Engels’in ütopik sosyalistlerle olan hesaplaşması üstünden yürümektedir: İşçi sınıfı ile sosyalizmin arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır; yoksa, sosyalizm sosyalistlerin bir araya gelip kurabilecekleri, sınıf içeriği olmayan bir toplum biçimi midir? Yeni Dünya Düzencileri, emperyalizmin ideologları, sosyalizmi yenilgiye uğratmış ve eski sosyalist saflarda büyük gedikler açmış olmanın verdiği güvenle, sosyalizmin adını ağızlarına almadan; ama sosyalizmin şahsında temsil edilen; barış içinde, kardeşliğin, demokrasinin, refahın paylaşılmasının, adaletli bir toplum oluşturmanın ilkelerini kendi ilkeleri olarak ilan ettiler. Böyle sosyalizmi çağrıştıran ve insanlığın her toplumsal aşamada özlemini duyduğu şeyleri; kapitalizmi geliştirerek, onu daha da güçlendirerek başaracaklarını ilan ettiler. Yani hem kapitalizm gelişecek, onun önündeki engeller ortadan kaldırılıp kapitalist rekabetin, kâr hırsının zincirleri çözülecek hem de barış içinde, adaletin ve refahın yaygınlaştığı, demokrasinin dünyanın her köşesinde boy verdiği bir düzen kurulacaktı!
Eski Marksist-sosyalistlerin önemli bir bölümü de, emperyalizmin ideologlarının bu saçma fikirlerine teorik dayanaklar üretmek için; 2. Enternasyonalcilerin, Kautskycilerin, sosyal demokratların, Euro-komünistlerin ve her türden reformcu ve revizyonistin bilim ve Marksizm dışı görüşlerini toplayıp ondan yeni silahlar imal etmeye koyuldular. Böylece kendilerini Yeni Dünya Düzeni için vazgeçilmez hizmetkârlar olarak da pazarlayıp; burjuva propaganda mekanizmasının sinir merkezlerinde sorumlu görevlere getirildiler.
Bunlar kuşkusuz; aralarında çeşitli ve birbiriyle mücadele içinde görünüyor olsalar da Marksizm’e saldırmakta tam bir fikir birliğindeler. Ayrıldıkları nokta, ise bazılarının hâlâ, sosyalizm iddiasında bulunması ve kafalarındaki sosyalizme, kapitalizmin daha geliştirilmesine destek verilmesi; emperyalizmin dünya egemenliği politikalarına yardım edilerek emperyalizmin hegemonyasında barış içinde, bütünleşmiş, “küreselleşmiş” bir dünyanın yavaş yavaş sosyalizmi kuracağı fikrinde ısrar etmesidir. Ancak bu fikirleri savunanlar da kendi aralarında bölünmekte; bir bölümü bunları açıkça, kapitalizme övgüler yağdırarak yaparken bir diğer bölümü ise, örneğin “Sermayenin küreselleşmesi yetmez, emek de küreselleşsin” diyerek; AB gibi emperyalist paktların ve bu paktta yer alanların “kriterlerinin yaygınlaşmasının dünyada demokrasinin gelişeceği, dolayısıyla sosyalizmin gelişmesi için ortamın olgunlaşacağı gibi tezler geliştirerek emekçi sınıflara ihaneti sürdürmektedirler.
Hiç kuşkusuz düzenin gerçek sahiplerinin bugün belirledikleri emperyalist “konsept”, bu çeşitli türden sosyalizm görüşlerini, sistemin bir “zenginliği”, yerine göre “mozaiği” olarak görüp desteklemektedir. Dolayısıyla bu yukarıdan destek; kendilerini sosyalist, Marksist ilan eden bu çevrelerin fikirleri, “eserleri”nin yayılması desteklenmektedir.
Örneğin yakın bir zamana kadar; sosyalizmi “ahlak düşüklüğü”, “Rus casusluğu”, “sabotajcılık”la eşdeğer görüp kovuşturan, yasal olarak yapamadığını fiilen yapan kapitalist ülkelerde son yıllarda “sosyalizm” ve “komünizme” daha toleranslı oldukları, bunu da demokrasinin gelişmesi, demokratik standartların yükselmesi olarak gösterdikleri bir gerçektir.
Uluslararası yayın yapan pek çok dergi ve gazete ile TV kanallarının başında, kendisine sosyalist diyen kişiler önemli mevkileri kaptılar ve kimi zaman sosyalizme duydukları büyük öfkeyi de belli ederek, ama çoğu zaman sureti haktan görünerek sosyalizmi karalamanın, nasıl yok edildiğinin ya da nasıl bir “marangoz hatası olarak” yayıldığını tartışan programlar yapmakta, her günkü propagandaları içinde sosyalizme saldırmayı bir “meslek adabı” olarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Hâlâ sosyalizmde ısrar edenler için de; sınıf içeriğinden arındırılmış, sadece “sosyalistlerin” ilgi duyacağı bir sosyalizmi de propaganda etmek bu anti-sosyalist odaklar için, en az sosyalizmi karalama faaliyeti kadar önemli görülmektedir. Ve bu eski sosyalistlerin kastının önemli bir bölümünün en önemli işlevini de bu alanda, Marksist sosyalizm dışı, “Sosyalistim” diyen kişiye göre değişen ama asla işçi sınıfıyla bağı olmayan bir sosyalizm anlayışının propagandası olduğu, bunun gerçek sosyalizme karşı mücadelede kullanılan en sinsi saldırılardan birisi olduğu dönemin en açık gerçeklerinden birisidir.
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Sermayenin propaganda merkezleri bir yandan cepheden sosyalizm düşmanlığı, “Sosyalizm ebediyen yenildi” propagandası yaparken, öte yandan işçi sınıfıyla bağlantısız bir sosyalizm için övgüler yazmak, bu konuda tartışmalar açmak, partiler kurmak, hele Marksizm’e, Leninizm’e, Stalin’e saldırılarak “reel olmayan” sosyalizm türlerinden birisi savunuluyorsa bu aynı zamanda övgüye ve desteğe de mazhar olmaktadır. Örneğin son birkaç ayda Cumhuriyet, Milliyet, Radikal gibi gazetelerde bu türden tartışmalara, makalelere sıkça rastlanmaktadır. Hele Cumhuriyet gazetesi, İshak Alaton’dan Tony Blair’e, çeşitli, sol ve sosyalist partilerin liderlerinden ’68’li namıyla ortada dolaşan 30 yıl öncesinin “sosyalistlerine” kadar her çevreden ve her ülkeden “sosyalistlerin” fikirlerine günlerce yer vermiştir. Ya da seçimler döneminde Doğan grubu gibi anti-komünizmin en önemli mihrakının ÖDP’yi destekleyen bir tutum alması, anti-komünizmde en önde giden gazetelerin ÖDP’ye toleranslı davranması, onu övmek için fırsat kaçırmaması, İP’in çeşitli burjuva mihraklarca desteklenmesi, çeşitli küçük burjuva sosyalizmi anlayışlarının propagandası; burjuvazinin sorunu nasıl bir “uyanıklıkla” ele aldığını apaçık göstermektedir.
Aslında habercilikle, ya da nesnel bir tanıtımla bir ilgisi olmayan bu türden yayınların burjuva sosyalizm türlerine verdiği desteğin anlamının daha açık anlaşılması için madalyonun öteki yüzüne de bakmak gerekir: Emek mücadelesine bu yayınların nasıl baktığına, ne kadar yer verdiğine. Son on yıldır basının, sadece Türkiye’de değil, o nesnel haberciliği ile çok övünülen BBC, NBC, CNN; Reuters, Le Monde gibi yayınlar da dâhil, burjuvazinin uluslararası yayın yapan yayın organları; emek mücadelesi ile onunla ilgili gelişmelerde bir “haber değeri” görmemektedir. Burada “emek mücadelesinden kasıt işçilerin, emekçilerin gündelik yaşamlarının çeşitli yönlerinin haber yapılması gibi “rutin” haberleri de kastetmiyoruz. Örneği, çok sayıda işçinin, emekçinin grev ve direnişleri, bazen yüz binlerce işçinin eylemleri bu basın ve yayın organlarında ya hiç görülmemekte ya da birkaç satırlık kısa haber olarak görülmektedir. Bu tür emekçi eylemleri, kendi içindeki bölünmelerden doğan sorunlarla da polis ve jandarma ile çatışmalar gibi, kamuoyuna yanlış mesajlar ileten ve çoğunluğun bu eylemlere karşı tepki duyacakları yönleriyle gündeme getirilmektedir. Bu yüzden de işçiler çoğu zaman alanlara çıktıklarında; sadece patronları ve hükümeti değil, basını da lanetlemekte, gazeteleri yakmakta, TV muhabirlerini protesto etmek ihtiyacı duymaktadırlar.
Kuşkusuz ki; emeğe ve emek mücadelesine karşı tutum, emek mücadelesine konulan ambargo basın ve TV kuruluşlarının programcıları ya da muhabirlerinin icat ettiği ve uyguladığı bir tutum değil; emperyalist stratejistlerin belirlediği “konseptle” doğrudan bağlantılı bir tutumdur. Ve bu tutumun temelinde; emeğin değer yaratmadığı, değer yaratıcı olan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğu, dolayısıyla grevlerin, direnişlerin, işçilerin, emekçilerin hak ve özgürlük mücadelelerinin meşru olmadığı tezlerinin sermayenin en örgütlü olduğu alan olan medyada ifade bulması vardır. Elbette bu tutum sadece medyada değil, başka türden bir görünüm altında düzen politikacılarının şahsında ortaya çıkmakta; örneğin 10–20 yıl önce şiirlerini okuyana 7,5–15 yıl hapis cezası reva görülen Nâzım Hikmet’in şiirleri Türkeş, Kazan gibi en gerici politikacıların dilindedir. Düzenin ideologları ve propagandacıları bu tutumu, “demokrasinin yeni normlarının yüksekliğinin ifadesi olarak propaganda etmektedir. Böylece düzen politikacılarının Nâzım şiirleri okuması, Lenin’den alıntılarla konuşmalarını süslemeleri; ilerici, demokratik kesimler arasında bir kez daha bölünme yaratma, düzen ve onun demokrasi anlayışı konusunda hayaller yayılmasının vesilesi olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’de, son yıllarda yüz binlerce işçinin sokağa çıkmasının burjuva medyasında ciddi bir yer tutmamasının, kimi çok satan basın organlarında on binlerce işçinin 1 Mayıs eylemlerinin üçüncü sınıf bir mankenin sevgilisiyle bilmem hangi barda ettiği kavgadan daha az yer tutmasının nedeni, 1 Mayıs’ın insanları artık ilgilendirmemesinden değil, sermayenin emeğe ve emek mücadelesine karşı olan tutumundan, onu “sessizlikle boğmak” amacıyla uyguladığı taktikten dolayıdır. Ya da; TİSK’in sendikacıların deyimiyle “işçi babası” olarak tanımlanan Genel Başkanı Refik Baydur; “dostu” olan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral ve Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu önünde; TİS sürecinde ortaya çıkan grevlerin “haksız” ve “ideolojik” olduğunu, iddia edebiliyor ve hükümetin grevleri yasaklamasını bile az bularak “grevcilere karşı daha sert davranılmasını” istiyorsa, IMF Türkiye Masası Sorumlusu olan kişi, patron örgütlerini gezip “İşçiye zam yapmayın” diyebiliyorsa, bu sistemin sahiplerinin emeği ve emek mücadelesini “gayri meşru” ilan etmeye heveslendiğinin, bu yolda da hayli mesafe kaydettiğinin ifadesidir.
Yani, yerine göre “sosyalizm” üstüne tartışmaları teşvik eden, sınıfsız sosyalizm savunucularına destek sunan ve burada kendisine “demokrat” payesi çıkaran sermaye emek ve emek mücadelesi karşısında tam bir “görmedim”, “duymadım”, “bilmiyorum” tavrına bürünmektedir. Gelişmeleri görmek zorunda kaldığında ise onu, kriminal (adi suçlu) bir vaka, terörist, bölücü gibi “konseptin karalama kalıplarına” oturtan bir form içinde sunmaktadır.
Bir başka söyleyişle 10–20 yıl öncesinde sermaye ve emperyalist mihraklar; işçi hakları mücadelesine hoşgörüyle bakarken sosyalizmi kötülüyor, gayri meşru bir sistem olarak tanımlayıp karalıyor ya da adını hiç anmıyordu. Şimdi ise, emek ve emek mücadelesi böyle bir kategoride bulunmaktadır.
Dolayısıyla 10–20 yıl önce; sosyalizmle işçi sınıfının, emek mücadelesinin birleştirilmesinde sorun işçi yığınlarına sosyalist fikirleri taşımak için sosyalizme fiili bir meşruiyet kazandırmaktı. Bugün ise, sorun emek güçlerinin birleştirilip sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin önündeki engelleri temizlemek; bu mücadelenin toplumsal meşruiyetine yönelik saldırıları püskürtmektir.
EMEP’in kuruluşundan beri; EMEP ile çeşitli türden “sosyalist” partiler arasındaki önemli çatışma noktalarından birisi de budur. Onlar; sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir sosyalizm fikrinin daha çok tekrarlanmasıyla sosyalizmin yayılıp, geniş kesimlerde itibar bulacağını savunurken; EMEP, emek mücadelesi, işçi ve emekçi talepleri etrafında işçi sınıfının ve onun etrafında tüm emekçi halkın birleşeceği bir mücadele hattının hayata geçirilmesini savunmaktadır. Dolayısıyla bu mücadele hattı; sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak güçlerin hareketlenmesinin hattıdır. Bu hareketlenme elbette emekçi hakları, demokrasi ve bağımsızlık talepleri etrafında bir mücadele olarak ilerlemesi; bu mücadele içinde gerçek bir sosyalizm propagandasıyla sınıfın, emekçilerin ileri kesimlerinin sosyalizme kazanılmasının dayanağı olacaktır.
İP, SİP, ÖDP gibi “sosyalist” olduklarını iddia eden partiler ise; işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinden bağımsız, onların hareketlenmesiyle doğrudan ilgisi olmayan sosyalizm anlayışlarına uygun olarak, “sosyalizm” sözcüğünü “her derde deva” olarak göstererek, sosyalizm propagandası yaptıklarını iddia etmektedirler. Ama aslında, emek mücadelesinden, işçi sınıfından ayrı ele alınmış bir sosyalizm mücadelesinin, uluslararası sermayenin “küreselleşme konsepti”yle çok uyumlu bir yaklaşım olduğu yukardan beri söylenen çerçevesinde de açıkça görülmektedir. Bu partilerin de sosyalizmi ele alışlarının, emek mücadelesini, işçi ve emekçi sınıflarının mücadelesi karşısındaki küçümseyici tavırlarının bu konseptle pek uyuştuğu yine dönemin saklanamaz olgularından birisidir.

KÜRESELLEŞME ÜTOPYASI VE EMPERYALİZMİN DÜNYA HEGEMONYASI MÜCADELESİ
‘Globalizm’in Türkçe karşılığı olarak kullanılan “küreselleşme” kavramı, yeni ve her derde deva bir kavram olarak sunuldu. Emperyalizmin her soydan ideologları ve propagandacıları; dünyanın küreselleştiğini, dolayısıyla sömürü, üretim, değer, devrim, yurtseverlik, sömürgecilik hatta kapitalizm, sosyalizm gibi son birkaç yüzyıldır toplumsal gelişme içinde son derece önemli rol oynamış kavramların içeriklerinin tamamen değiştiğini; hatta “tarihin sonu”na gelindiğini iddia etmektedirler. Bu yaklaşımla teknolojideki her yeni gelişme, “yeni” ve “tarihte görülmemiş” bir devrim olarak sunulmakta, “küreselleşme” önüne geçilmez bir gelişme, ilerleme olarak propaganda edilip, sistemin kavramlar hiyerarşisinin en tepesine oturtulmakta, “küreselleşme”ye karşı çıkanlar “gerici”, “statükocu” olarak ilan edilmektedir.
Üstelik bu propagandayı yürütenler, sadece kapitalist propaganda merkezleri de değildir. Tersine, çeşitli vesilelerle, yukarıda da belirtildiği gibi, saf kapitalist propaganda merkezleri, daha sureti haktan bir çizgiye çekilip, eski Marksist çevrelerin bu alanda icrai sanat etmesine, sermayenin koçbaşı olarak rol oynamalarına yardımcı olmaktadırlar. Emperyalist propaganda çevrelerinin bu alanda yürüttükleri kampanya öylesine baskın bir biçimde sürdürülmektedir ki, sol çevrelerin önemli bir kesimi; “Küreselleşme kaçınılmaz ve mademki sermaye küreselleşerek dünya hegemonyasını yenilemek ve pekiştirmek istiyor öyleyse ona karşı mücadele edecek olan emek de küreselleşmelidir. Eğer sermaye emeğin küreselleşmesine izin verirse, küreselleşme emekçiler için de iyi olabilir” demektedirler. Dahası; bu çevreler, küreselleşmenin önlenemeyeceğine inandırıldıkları için, “Mademki engelleyemiyoruz, bari faydalanalım” formülünü benimsemektedirler.
Elbette ki, böylesi pespaye bir pragmatizmin sınıflar mücadelesiyle, Marksist devrim anlayışıyla, sınıflar mücadelesinin deneyimleriyle, işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolüyle bir ilişkisi olamaz. Bu ancak kahve politikacılarının, burjuva düzen partilerinin kırıntısıyla geçinmeyi emek yanlısı politika sayan çevrelerin tutumu olabilir. Sermayenin “küreselleşme” politikaları karşısında bu teslimiyetçi çizgiyi eleştiren Prof. İzzettin Önder; bu çevreleri sadece küreselleşme taraftarlığı ile değil, “onların söyledikleri gibi küreselleşmenin engellenmesinin mümkün olmadığı doğru bile olsa” deyip bu çevrelerin tutumunu, kanser hastasını tedavi etmeye çalışan hekimin ahlaki tutumuyla karşılaştırıp; “Kanserli hasta nasıl olsa ölecek, öyleyse tedavi gereksizdir” diye hastayı tedavi etmekten vazgeçmesiyle karşılaştırarak, bu tutumu “ahlaki” bakımdan da kabul edilmez gördüğünü her platformda yeniden yeniden ifade etmektedir. Ülkemizde ÖDP; bu tarz politikanın ve bu tarz bir küreselleşme yanlılığının temsilcisi olarak öne çıkmakta, “emek de küreselleşsin” görüşünü savunarak; hem bu çerçevede uluslararası sermayeye karşı mücadele edeceğini söylemekte, hem de AB içinde işçilerin de birleşerek bir güç olacağını öne sürerek AB’ye Türkiye’nin girişinin hoş görülebileceği bir yaklaşım sergilemektedir.
Aslında bu yaklaşımın ÖDP’nin orijinal görüşü olmadığı gelişmeleri az çok izleyenler için bilinmez bir şey değildir. Çünkü bu görüş, ^aslında uluslararası planda savunulan, kimi eski Marksist “yeni sol”, Troçkizmin çeşitli versiyonu kimi fraksiyonlar ile çeşitli sınıf işbirlikçisi sendikal merkezlerin, sosyal demokrat çevrelere kadar uzanan, emek yanlısı görünmeyi hâlâ ticari bulan ama sermayeyle esas sorunlarda uzlaşmış siyasi çevrelerin görüşüdür.
Kapitalizmin nimetlerinden yararlandığı için onunla tam uyum içindeki orta sınıflardan başlayarak, kapitalizmin dışlayıp sokağa fırlattığı kent yoksularına (işsizler, evsizler, sınıf dışı, yarı proleter, lümpen kitleler vs.) uzanan bu “Emek de küreselleşsin” iddiasında dile getirilen “küreselleşme karşıtı” görünümlü tutum; bir yanıyla da son aylarda; “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi şiirsel ve romantik bir sloganla hareket etmektedirler. İşçi sınıfının uluslararası karakterini de öne sürerek, küreselleşmeye cepheden karşı çıkışları “milliyetçilik” olarak da niteleyip kendisine teorik zemin oluşturduğunu düşünen bu çevreler; gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıf dışı, yoksul, dışlanmış kimi kesimlerin kapitalizme karşı “kör öfkeleri” üstünde de militan bir görünüm sergilemeye yönelmişlerdir.” Otonom”, “evsiz”, “anarşist” gibi önadları da olan bu çevrelerin, lümpen kesimlerin kapitalizme öfkesinin, tepkisini ve orta sınıf kökenli; işçi sınıfıyla bağlantılı olmayan bir sosyalizm ve kapitalizm karşıtlığı anlayışı ile birleştirme politikası olarak biçimlenen bu politikalar, “radikal görünümlü”, “protestocu” (1 Mayıs’ta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kimi kırıp dökme eylemleri ve WTO ve IMF’ye karşı gösterilere katılanların bir bölümünü bu çevreler oluşturmuştur) ama istikrarsız ve ciddi güç biriktirme imkânlarından yoksun bir karakter taşımaktadır.
Kuşkusuz ki; “küreselleşme” gibi, uluslararası sermayenin, emeğe, dünya emekçilerine karşı topyekûn saldırısı karşısında; bu istikrarsız çevrelerin “öfke tepkileri” ile orta sınıfların büyük sermayeyle uzlaşmak üzere oluşturduğu “Engelleyemiyorsak yararlanalım” formülünün bileşkesi olarak öne sürülen “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” formülasyonunun içeriği, slogandaki romantizme karşın mücadelenin gerçekleriyle uyuşan, ilerlemesi için dayanak olan değil, onun yolunu karartan, onun yerine kendisini geçirmeyi amaçlayan, işçi sınıfı mücadelesinin kendi hedeflerinde yürüme imkânlarını daraltan bir platform olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz ki; kent yoksullarının tepkisi, işçi sınıfı merkezli bir mücadelenin unsuru olmaya son derece yatkın ve ancak onun tarafından disipline edildiği ölçüde de kapitalizmin dünya hegemonyasına karşı mücadelede bir mücadele odağı olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden kent yoksullarının tepkisinin doğruluğu ya da yanlışlığının tartışmanın yeri burası olmadığı gibi onların tepkilerinin haklılığı da su götürmezdir. Burada bu hareketin konuyla ilgili yanı, kapitalizmin dışladığı bu kesimlerin öfkesinin orta sınıf sosyalisti çevreler tarafından sermayeyle uzlaşmalarının dayanağı yapılması, bu amaçla “küresel saldırıya karşı küresel direniş”in de bu işçi sınıfı dışı yoksul çevrelerin tepkilerinin birleştirilmesini gösterip bunun üstünden sermayenin küresel saldırısına meşruiyet tanınması için dayanak sunmalarıdır.
Kuşkusuz ki, gelişmiş kapitalist ülkelerin en yoksul kesimlerinin tepkisi olarak biçimlenen “küresel saldırıya karşı küresel direniş” ifadesi ve bu ifadenin işçi sınıfı dışı içeriği kuşkusuz en çok; işçi sınıfı dışı ya da sınıflar dışı bir sosyalizm anlayış odağı olarak faaliyet gösteren ÖDP’de yankı bulmuştur.
Nitekim 1 Mayıs öncesi ÖDP, bu hareketin sloganlarıyla çıkmış ve böylece; son kongresinde “emekçi sınıflara yönelme” kararı sonrasında ilk kez; ezilenlerin taleplerine ilgi gösterdiğini de gösterme fırsatı (ÖDP’nin orta sınıf konforuna alışmış ve orta sınıf koşullarına uydurulmuş mücadele çizgisinden en yoksul kesimlerin taleplerine ilgi göstermesi ÖDP’nin emek mücadelesine bir ilgisi gibi görünür ve bu bir “olumluluk” gibi algılanırsa da; bu, yukarıdaki eleştirilerimizi ortadan kaldırmadığı gibi, orta sınıfların kent yoksullarının acılarını nasıl kullandığını göstermesi bakımında da iyi bir örnek teşkil eder.) bulmuştur.
Bu tür bir “küreselleşme karşıtlığı” Türkiye’de ÖDP tarafından bilinçli bir biçimde, daha bilinçsiz olarak da önümüzdeki günlerde, muhtemelen çeşitli sol gruplar tarafından benimsenen bir çizgi olarak popülerleşecektir dersek bir kehanette bulunmuş olmayız.
Soruna daha yakından bakıldığında şunu hemen söyleyebiliriz ki; işçi sınıfı mücadelesinin “küreselleşmesi” ve işçi sınıfının sermayeye karşı dünya ölçüsünde karşı koyması için, uluslararası sermayenin dünya hegemonyasını pekiştirme amacıyla öne sürdüğü “küreselleşme politikaları”nı dayanak yapması, ona teslim olması gerekmez. Tam tersine işçi sınıfı, üretim ilişkileri düzeyinde daha kapitalizmin bir dünya sistemi olarak biçimlendiği günden beri zaten “küresel karakterli” bir sınıftır. 1., 2., ve 3. Enternasyonaller bunun açık ve çok somut siyasal düzeydeki kanıtlarıdır.
Bugün de hemen her işkolunda sendikalar, uluslararası düzeyde merkezlere sahiptir. Bu sendikal merkezler sık sık uluslararası kongreler yapmakta, kararlar almaktadır, ancak, işçilerin sermaye karşısında birleşmesi karşısında bu merkezler bir otorite olmadığı gibi, yönetimlerini sermayenin uşakları tarafından tutulmuş olmasından dolayı ortaya çıktıkları misyonu sürdürememektedirler.
Bu bile göstermektedir ki; sermayeye karşı uluslararası planda mücadele, uluslararası amaçlı işçi örgütlerinin olup olmaması sorunu değil, böyle bir platform etrafında birleşilip birleşilmemiş olmasıdır.
Bu yüzden de; bugün sermayenin “küreselleşme” amacı nasıl ki, asıl olarak “küreselleşme” iddiasıyla uygulamaya soktuğu politikalarsa; işçi sınıfı ve emekçiler de sermayenin bu politikalarına karşı açıktan ve cepheden mücadele içinde kendi uluslararası birliklerini, kendi enternasyonallerini yeniden kurup geliştirme imkânına sahip olacaklardır. Sınıf partisi ve sınıftan yana, emek yanlısı partilere düşen de böyle bir mücadele çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmaktır. Kaldı ki; kapitalizmin dünyayı “tekleştirme”, yani bir ya da birkaç ülkenin çıkarları doğrultusunda “küreselleştirme” girişimleri yeni değildir. Bütün 18. ve 19. yüzyıl; İngiltere’nin “serbest ticaret ilkeleri”ni (ki; İngiltere en gelişmiş sanayi ülkesi olarak ticarete tam serbesti istiyor, her tür gümrük engelini ticaret özgürlüğünü engelleyen bir davranış olarak görüyordu) herkese kabul ettirmek ve dünyayı bu ilkeler etrafında birleştirmek için giriştiği, diplomatik entrikalar, sömürgeleştirme ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle savaşla geçti.
İngiltere’nin bu zorlamaları ve diğer kapitalist ülkelerin dünyanın yeniden paylaşım talepleri; yani dünyanın “küreselleşmesi” için yeni ilkeler dayatmaları 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yol açtı.
Emperyalistlerin dünyayı “küreselleştirme” çabaları; 1917 Ekim Devrimi’ne yol açarak büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı ama sermayenin saldırıları sürdü: Bu sefer faşizmi kullanarak, hem sosyalizmi yıkmak hem de rakip kapitalistleri ortadan kaldırma amaçlı faşist ilkeler etrafında dünyanın “küreselleştirilmesi”ne girişildi.
Bilindiği gibi bu saldırı da Stalingrad önlerinde tuzla buz olurken; kapitalistler; doğrudan saldırılarla yenemeyecekleri sosyalizm karşısında daha sinsi yöntemlerle, içeriden saldırıları da ekleyerek çabalarını sürdürdüler.
Küreselleşme için üçüncü büyük girişim 1980’lerin sonunda SB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle başladı. Bu sefer sosyalizmi yenilgiye uğratmanın ve ABD gibi büyük ve en azından şimdilik başlıca büyük kapitalist ülkelerin çoğunun desteğini alan bir patrona da sahip olarak üçüncü bir “küreselleştirme” dalgası başlatıldı. Bu sefer dünyanın, temelinde serbest ticaretin olduğu, ebedi barışa ulaşma, demokrasinin her yerde uygulandığı, refahın paylaşıldığı, uluslararası adaletin gerçekten uygulandığı bir dünya olarak küreselleşeceği ilan edildi.
Kapitalizmde; yani kendisine kârı esas almış, emeği hor gören, rekabetin her tür ilişkinin önüne geçtiği bir sistemde barış, adalet, demokrasi, işçilerin emekçilerin refah içinde olduğu bir toplum olabilir miydi? Dahası, ülkelerin var olduğu, ulusal sınırların, ulusal çıkarların hâlâ söz konusu olduğu, milyarlarca insanın günde bir doların altında bir ücrete çalışmaya zorlandığı ama birkaç kişinin servetinin orta boy ülkelerin gelirlerinden daha fazla olduğu bir dünyada barış içinde bir kürselleşeme sağlanabilir miydi? Elbette bu olamazdı. Aslında bunu herkesten iyi de, gelişmiş kapitalist ülkelerin, diplomatları, politikacıları biliyordu. Ama onlar için önemli olan küreselleşmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, “dünyanın küreselleştirilmesi ideali” uğruna girişilecek saldırılara meşruiyet kazandırmaktı. Yani, dünya ölçüsünde gümrüklerin kaldırılmasıyla geri ülke pazarlarının tümüyle emperyalist ülkelerin sermayesine açılması, özelleştirme yoluyla belirli gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin yerli sanayi ve tarımlarının çökertilmesi; dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası tekellerin yağmasına açılması… Ve elbette bunların önlenmesi için ulusların, halkların, işçi sınıfı ve emekçilerin her tür karşı duruşunun; barış ve refah içinde, demokratik bir dünya kurulmasını engellemek isteyen, meşru olmayan, insan toplumunun ilerlemesinin önünde direnen gerici barikatlar olarak sunulmasıdır. Yoksa kapitalizm var oldukça, dünyanın söz edildiği bir biçimde küreselleşmesi, elbette ki bir “kapitalist ütopyadır.

KÜRESELLEŞME POLİTİKALARI VE DÜNYANIN YAĞMALANMASI PLANI
Küreselleşme adı altında çok yönlü olarak sürdürülen kampanya; kimi zaman karşımıza, AB, NAFTA, ASEAN, WTO, MAI, MI-GA, GB gibi ekonomik-politik birlikler ve anlaşmalar, kim zaman NATO gibi askeri paktlar, kimi zaman “insan hakları” ve “demokrasi” konulu görünen forumlar, konferanslar biçimindeki faaliyetler olarak çıkmaktadır. Ama bütün bu farklı amaç ve bileşimde görünen örgüt ve platformların ortak amacı; ABD ve birkaç gelişmiş emperyalist ülkenin dünya hâkimiyetini pekiştirmesi ve sürdürmesinden ibarettir. Bunu, kimi doğrudan, kimi de dolaylı olarak gerçekleştirmek için devreye sokulmuşlardır.
Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bir avuç gelişmiş ülkenin ve onların dünyanın her köşesinde mevzilenmiş işbirlikçileri tarafından yağmalanması demek olan “küreselleşme” politikaları; bazen; “uygarlığın, dünyanın her köşesine götürülmesi”, “demokratik normların yaygınlaştırılması” gibi propaganda ile bazen de; Körfez’de, Yugoslavya’da, Kafkasya’da, ya da Afrika’da olduğu gibi bölgesel savaşlar, ırk kırımları ve kabile savaşları olarak dayatılmaktadır. Bu yüzden de; emperyalizmin maskesi düşürülmeden, süreçler yakından analiz edilmeden, olup biteni anlamak son derece güç olmaktadır.
Boyutları bakımından “küreselleşme” bahaneli saldırının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
a- Saldırının hayata geçiricisi, kimi yerde ABD, kimi yerde bir Avrupa ülkesi, kimi yerde IMF ve Dünya Bankası, kimi yerde bir hükümet veya birkaç hükümetler grubu olmasına karşın sermayenin “küreselleşme” saldırısı, “tek merkezlidir. Bu tek merkezden belirlenen politikalar, dünyanın her köşesinde eşgüdümlü sürdürülmektedir.
b- Saldırının hedefi, çoğu zaman sadece işçi sınıfı gibi görünmektedir. Çünkü sermayenin uluslararası saldırısı, pek çok ülkede, çoğu zaman işçi haklarına (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, işçi haklarını düzenleyen yasaların ortadan kaldırılması, vb. yönelik olarak ortaya çıkmaktadır) saldırı olarak biçimlenmektedir.
Ancak biraz daha yakından bakıldığında görülmektedir ki; saldın, tüm işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına (sosyal haklarına) yönelmiş olarak sürse de; aslında özelleştirme, sosyal hakların ortadan kaldırılması, emekçilerin en önemli haklarından sayılan parasız eğitim ve sağlığın, karşılığı ödenen bir ticari ilişkiye indirgenmesi, tarımın serbest piyasanın insafına terk edilmesiyle geniş köylü yığınlarının sefalete ve yoksulluğa sürüklenmesiyle tüm halka yönelmiş bir saldırıdır.
c- “Küreselleşme” saldırısı, merkezi emperyalist ülkelerin çıkarı uğruna bütün geri kalmış ülkelerin gümrük duvarlarının kaldırılması, ülkelerin emperyalizmin açık pazarı haline getirilirken kendi tarım ve sanayilerinin çökertilmesiyle, aslında emperyalizme karşı bir “ulusal sorun” boyutuna da yükselmektedir. Dolayısıyla saldırı, ülkeye, ulusa, ulusal ekonominin çökertilmesine ve ulusal bağımsızlığın ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırı olarak ilerlemektedir.
Yukarıda üç madde halinde sıraladığımız; kısacası emperyalist ülkeler dışındaki tüm dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalanması amaçlı emperyalist stratejinin hedefi, aslında “küreselleşmecilerin” yeni, yeni keşfettiği bir şey değildir. 20. yüzyılın başlarından itibaren Lenin ve izleyicileri, Marksist-Leninist partiler emperyalizmin bu karakterini göstermek için pek çok istatistik yayınladı, derin analizlere başvurdular; bilimin imkânlarından yararlanarak emperyalizmin eğilimlerini, giderek bu eğilimlerin dünyayı nasıl bir kaosa sürüklediğini gösterdiler. Bugün olan ise; artık bu gerçeğin herkesçe görülür biçimde “açık” ve “somut” olması; ekonomi ve siyaset eğitimi görmemiş bir işçinin, okuma yazmada zorlanan bir köylünün bile IMF ve Dünya Bankası dayatmaları ile kendi ekmeği ve işi arasında bağlantıyı açıkça görür hale gelmesidir.
Çünkü 1. Emperyalist Paylaşım döneminde emperyalizm; dünyanın şurasındaki işçi, burasındaki köylü ve emekçiler için, çeşitli ülkelerin, kendi aralarındaki çıkar çatışmaları nedeniyle “insanlığı savaşa sürükleyen bir olgu”ydu. Dolayısıyla da, savaşa gidenler için son derece hayati, açık ve kurtulunması gereken bir şeyken, savaşın dışında kalmış işçiler ve halklar için uzaktaki, bir “kötülük” olma ötesini aşmıyordu. Belki işgal edilmiş eski sömürgeler ve yeni sömürgeler için de emperyalizm daha somut bir düşmandı, ama onların dışındakiler için öyle yakın ve hemen, acilen savaşılması gereken bir tehlike olarak görünmüyordu.
2. Paylaşım Savaşı’nda durum biraz daha farklıydı ve emperyalizm, birkaç faşist ülkenin, dünya egemenliği çabası olarak görülüyordu. İngiltere ve ABD gibi azılı emperyalistler bile, bu savaşın kurbanıymış gibi algılanıyor, onların en azından uygarlaşmış, akıllanmış emperyalistler olarak görülmesi gerektiği düşünülüyordu.
Bu durum, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; ABD dışında emperyalist bir devletin kalmadığı bir biçime bile büründürüldü. Ve Maocular başta olmak üzere pek çok “sol çevre” için Avrupalı emperyalistler, emperyalist bile görülmedi. ABD ise; orada burada gerici güçlere, cuntalara destek veren, dolayısıyla dünyanın pek çok ülkesindeki işçi ve emekçiler için pek dolaylı bir düşman olarak görüldü. Ancak aydınlar, demokratlar, işçi sınıfının ileri kesimleri ve politikleşmiş öğrenci çevreleri, Amerikan emperyalizmi ile milyonlarca emekçinin ekmeği, işi, geleceği, demokrasi, sömürü, her türden zorbalık ve gericilik arasındaki dolaysız ilişkiyi fark edebiliyordu.
Bu nedenledir ki; hemen her ülkenin Marksistleri, yurtseverleri, anti-emperyalistleri; kitaplarının, dergilerinin ve gazetelerinin en önemli bölümlerini emperyalizmin nasıl işçi sınıfı ve halkların düşmanı olduğuna, ücretten sosyal haklara kadar pek çok şeyin emperyalist yağmadan dolayı azaldığını anlatmak için pek çok olguyu analiz etmeye, kılı kırk yaran tahliller yapmaya ayırdılar.
Son 10 yılda ise; bu durum tamamen değilse de, önemli ölçüde değişmiştir. Emperyalizmle batı kapitalizmi, onların politikalarıyla işçilerin ücretlerindeki azalma, işsizlik, sosyal hakların ortadan kaldırılması, ülkelerin tarım ve sanayilerinin çökertilmek istenmesi vb. arasındaki ilişki; her işçi, emekçi, okuryazarlığı bile tartışmalı köylüler tarafından görülür hale gelmiştir. Bu yüzden de; hak arayan işçiler, tarımla ilgili dertlerini dile getiren köylüler, “Kahrolsun IMF ve Dünya Bankası”, “GB’ye, WTO’ya hayır”, “MAl’ye hayır”, “IMF emrediyor hükümet uyguluyor”, “IMF’ci hükümet istifa”, “Artık patronlar fedakârlık yapsın”, “Bağımsız Türkiye” diye pankartlar taşıyarak ve sloganlar haykırarak sokağa çıkmaktadır. Yine işçiler; hükümetin yüzde 25 ücret zammı dayatmasının arkasında, IMF’nin, “küreselleşme politikalarının, Dünya Bankası’nın, ya da Türkiye’nin AB ülkeleri ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmalarının, en azından “dünya pazarlarında rekabet edeceğiz” demagojisinin yattığını görmektedir. Bunun içindir ki; işçiler, çok sıradan hakları için bile mücadeleye atılıp, bir iki adım attıklarında; “Biz kendi haklarımız için değil, bütün halkın çıkarları, ülkemizin bağımsızlığı için mücadele ediyoruz” diyerek, tüm işçileri, halkı mücadele hatlarında, mevzilerinde birleşmeye çağırmaktadırlar. Dahası, her işçi toplantısında ücret ve sosyal haklar için mücadele için başlayan tartışma, hemen IMF’nin, sermayenin, emperyalizmin politikalarının tartışılmasına, uluslararası sermayenin amaçları ve ülkenin çıkarlarının korunmasına dönüşmektedir. Ya da, işçiler ve emekçiler, basit hakları için mücadele ettiklerinde karşısına IMF, hükümet, Dünya Bankası’nın yetkilileri el ele tutuşmuş gibi çıkarak, “böyle yaparlarsa, küreselleşmeye zarar verecekleri” kendilerine pek çok yolla hatırlatılarak; eğer mücadelede ısrar ederlerse, “emperyalizme karşı mücadele etmiş olacakları” söylenmektedir.
Dolayısıyla bugün düne göre; işçi sınıfı ve emekçi yığınların emperyalizme karşı mücadelede kafası daha açıktır. Sorunu kararıp anlaşılmaz hale getirenler; bir ayağı anti-emperyalizmde öteki ayağı kapitalizme hayranlıkta olan burjuva aydın çevrelerinin, uluslararası sermayenin çok açık politikalarını “açıklayayım” derken, “anlaşılmaz” hale getirmesindedir. Bu yüzden de; özelleştirmenin, esnek çalışmanın, taşeronlaştırmanın, tarımın desteklenmesinin, ulusal sanayinin korunması ve ulusal bir enerji politikası oluşturmanın zorunluluğunu işçiler, emekçiler, köylüler anlıyor da; örneğin kendisine aydın, demokrat, ilerici diyen pek çok bilim adamı anlamıyor, işçinin, emekçinin tepkisini en iyimser yaklaşımla “anlamsız” buluyor.
Ya da örneğin, ÖDP’ye üye işçi, bütün bu sermaye politikalarının uluslararası sermayenin çıkarı uğruna hayata geçirildiğini fark edip, kendi partisinin kararsızlığına karşı çıkıyor da; ÖDP yöneticileri sermaye tarafından “anlaşılmayız”, “banal bulunuruz”, “aşırı, marjinal görünürüz” kaygısıyla özelleştirmeye açıkça karşı çıkmakta kararsızlığa sürükleniyor; Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen bir pozisyon alıyor; ya da küreselleşen dünyada, işçiler de küresel olsun ki, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkabilsinler diye, kapitalist propaganda merkezlerinin yalanlarını gerçek kabul edenlerin düşebileceği sefil durumlara düşüyor.
Çünkü işçilerin, emekçi sınıfların dünyada olup bitene az çok ilgi duyan kesimleri;
a- “AB’ye, özelleştirmeye ‘evet’, ama işçi haklarının, emekçilerin kazanılmış haklarına, halkın sosyal kazanımlarının ortadan kaldırılmasına, ABD’ye, emperyalizme “hayır”, demenin mümkün olmadığını, bu çelişkili durumda ısrar etmenin emperyalizmin dünya egemenliği stratejisinin yedek gücü olma anlamına geldiğini; .
b- “Ulusal çıkar burjuvadır”, “Küreselleşme iyidir ve işçilerin enternasyonal dayanışmasını güçlendirir” gibi fantastik fikirler öne sürerek, emekçiler arasında kafa karışıklığı yaratmanın, aydınları oyalamak, emperyalist propaganda odaklarının oyuncağı derekesine düşmek anlamına geldiğini;
c- “Özelleştirme, esnek çalışma, serbest piyasa, rekabet, liberalizm ekonominin gereğidir” demek, bütün bu kavramların sınıf karakterinin olmadığını, herhangi bir sınıfın politikalarıyla ilgisinin bulunmadığını öne süren, pespaye bir sınıf-dışılık, sınıflar-üstü politika budalalığı olduğunu, her gün daha açıkça fark etmektedirler. Bunun için de, dünyanın her köşesinde her gün benzer taleplerle mücadele eden güçler, henüz bu mücadeleleri uluslararası çapta birleşecek kadar büyüyüp istikrar gösteren bir karakter kazanmamışsa da, bunun da farkına varmakta; İsviçre’deki işçiyle, Güney Afrika’da-ki, Rusya’daki işçiyle Arjantin’deki işçi ve hemen her ülkedeki köylüler, kent ve kır emekçileri benzer taleplerle, geleceğe dair ortak kaygılarla doludurlar. Ve bütün bu ülkelerde, uluslararası sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfı asıl güç olarak, bazen yüz binleri, milyonları kapsayan kitleler halinde karşı durmakta, tüm diğer sınıflara yeni bir umut ve güven kaynağı olarak harekete geçmektedir. Dolayısıyla, son on yıl içinde, sermayenin “küresel saldırısına karşı direnişin omurgasının kimin olacağı, sadece tarihsel değil günlük kanıtlarla da ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla, dünya işçi sınıfı ve sınıfın dünya görüşünü kendisine kılavuz edinen partiler de; emperyalizme karşı mücadele içinde; küreselleşmeye karşı yürütülen seferberlik içinde işçi sınıfının politik bilinç ve diğer emekçi yığınlarını emperyalizme ve dünyanın yağmalanmasına karşı seferber etmeyi öğreneceği bir hareketlenme içinde bulunmaktadır. Sosyalizm de, bu mücadele içinde yeniden işçi sınıfı içinde itibar kazanma, itibarını yenileme, yeni koşullarda tüm halklar için kurtuluş umudu olarak yeniden rolünü oynama pozisyonuna geçecektir.
Yeni Dünya Düzencilerinin en “akıllısı” ve küreselleşmenin akıl hocası George Soros, “Eğer önlem alınmazsa, bunun sonu çöküştür” diye kendi sisteminin sonunu da ilan etmiştir. “Sosyalizmin ebediyen öldüğünün ilan edilmesinin üstünden daha 10 yıl geçmeden, kapitalizmin akıllı, az çok aklı başında bilim adamları; işçilerin, yoksulların her yeniden kıpırdanışında “Yoksa Marx haklı mıydı?” sorusunu dehşet içinde yeniden soruyorlar. WTO ve IMF toplantıları, henüz işçilerin ana kitlesi tarafından değil, ama sistemin yarattığı yoksul yığınlar, işsiz kitleler tarafından ortaya konan tepkiyle yapılamaz hale gelmiş bulunuyor.
Sosyalizm, kapitalist merkezler için henüz bir karabasan değilse deş sosyalizmi hayata geçirecek güçler, onun gerçek sahipleri ayağa kalkmak için silkiniyor. Sosyalistler ise onları hazırlamak, onların kendi düzenlerini kurmalarına yardım etmek için, gecesini gündüzüne katıyor.

Haziran 2000

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS ÜZERİNE

İlki geçen yıl Mayıs ayında Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’nın 2.’si, 29 Ağustos – 1 Eylül tarihleri arasında Fransa’nın Annecy kentinde toplandı. Konferansa aktif olarak 14 ülkeden 250 sendikacı katıldı. Konferansın sonuç bildirgesine uyacaklarını, alınan kararları ülkelerinde uygulayacaklarını söyleyen ülkelerle birlikte konferans 20’den fazla ülkeyi kapsayan bir coğrafyada etkili oldu. Bu ülkeler: Türkiye’nin dışında Avrupa’dan Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, İngiltere, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Avusturya, Rusya, İsviçre, Danimarka, Yugoslavya’nın yanı sıra Filistin, Benin, Burkina Faso, Ekvador’, Kolombiya ve Peru’dan sendikacılar ‘küreselleşme’, ‘sendikalarımızın durumu’, ‘uluslararası dayanışma’ konularını tartıştılar.

Türkiye delegasyonunun sunduğu deklarasyon
Sınıfın gücünden beslenen, mücadeleci bir sendikacılık ihtiyacı

2. Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na Türkiye delegasyonu bir deklarasyon sundu. Haber-İş Sendikası İstanbul 1 no’lu Şube Başkanı Levent Dokuyucu tarafından okunan deklarasyon metnini yayınlıyoruz.

Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın sayın temsilcileri!
1999 Eylülü başında Türkiye-Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, öncelikle, ilk konferans olmanın da verdiği yükümlülükle; “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusunu ortaya atmış ve bu soruya verilecek yanıt temelinde, uluslararası mücadeleci bir sendikacılık hareketinin de başlatılmasını amaçlamıştı.
Bugün, burada bizleri bir araya getiren, Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın geçtiğimiz bir yılı kapsayan süreci göstermiştir ki; Ören Konferansı’nın ortaya attığı soru ve bu soruya verilen yanıt; uluslararası planda yankı bulmaktadır ve bizim etkimizle olduğu kadar bizden bağımsız olarak da ileri işçi kesimlerinde, sınıf kaygısı güden sendikacılar arasında en azından hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği, daha mücadeleci bir sendikacılık için harekete geçmek gerektiği fikri itibar kazanmaktadır. Bizler yükümlülüklerimizi yerine getirdiğimiz ölçüde de; attığımız adım büyüyüp, sermayeye karşı, uluslararası işçi sınıfının insanlık toplumunu ileriye doğru götürdüğü büyük yürüyüşünün önemli adımlarından birisi olma şansını elde edebilecektir.
Ören Konferansı; konferansta ortaya atılan soruyu yanıtlarken, sendikal hareketin çıkış yolunun da “mücadeleci, sistemle uzlaşan değil mücadele eden sendikacılığa dönmekten” geçtiği tespitini de yapmıştı.
Hiç kuşkusuz, Ören Konferansı’nda ortaya atılan ve yanıtı aranan “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusu bugün de sendikal hareketin temel sorusu olma özelliğini koruyor. Çünkü sendikal hareketin karakteri gereği, sadece soruya genel bir yanıt vermek ötesinde; mücadelenin üstünde yükseleceği zemin ve her yeni olgu karşısında bu sorunun yeniden yeniden yanıtlanması ihtiyacı, her geçen gün daha büyük, daha yakıcı bir önemle karşımıza çıkmaktadır. Ve bundan böyle de çıkmaya devam edecektir. Dahası; soruya genel yanıt vermek ve en ileri kesimlerin bu soruya verilen yanıt etrafında birleşmesi de yetmeyecektir. Sınıfın ileri kesimleri ve onlar aracılığı ile uluslararası işçi sınıfının ana gövdesi mücadeleci bir sendikacılık hareketinin etkisi altına girmeden, soru ve ona verilen yanıtın yeniden yeniden verilmesi, yanıtın kapsamının genişletilip derinleştirilmesi en önemli görev olmaya devam edecektir.
Sendikal hareketin dünya ölçüsündeki sorunlarının devasa boyudan göz önüne alındığında, bir yıl içinde bu sorunların boyutlarının nereden nereye geldiğini kesin ölçülerle tespit etmek zordur. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, geçen bir yıl içinde sermaye cephesinden işçi sınıfına, emek mücadelesine yönelen uluslararası saldırının şiddeti ve genişliği artmıştır. Bu saldırının genişlemesi yanı sıra, kendisini sermaye ile uzlaşma temelinde tanımlamış olan geleneksel sendikacılığın sınıf işbirlikçisi rolü ve bu rolün hareket içinde yarattığı büyük tahribatın boyutları çok daha açık bir biçimde görülür hale gelmiştir.
Elbette ki; bu durum, bir yandan sermaye kesimlerinin saldırılarını cesaretlendirir, onların işbirlikçisi ve yine onların politik-ideolojik etkisi altındaki sendika yöneticileri kastı arasında sendikacılığın geleceği için karamsarlığı yoğunlaştırırken, sendikal hareketi, içine sürüklendiği bataktan çıkaracak güçlerin harekete geçmesinin meşruiyet temellerinin herkes için görülür hale gelmesinin imkânlarını da artırmıştır.

* * *
İşçi sınıfının sendikal hareketinin geçmişine ve bugünkü karşı karşıya olduğu sorunlara, Ören Konferansı’nda ortaya atılan soruya verilen genel yanıt çerçevesinde baktığımızda, düne göre bugün şu tespitleri daha kesin bir biçimde yapabiliriz:
A) Kapitalizmin ideologları ve propagandacıları, “tarihin sonuna gelindiği” ve dolayısıyla artık sınıflar mücadelesinin, dolayısıyla işçi ile kapitalist, emek ile sermaye gibi karşıtlıkların eskiye ait karşıtlıklar olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüşlerini, artık insanlığın “sanayi toplumu’nu aşıp “sanayi-ötesi toplum”a geçtiği, artık “bilgi çağıma ulaşıldığı gibi “masum” ilericilik taşıyan belirlemeler yaptıktan sonra asıl noktaya dönüp; “emeğin artık-değer yaratmadığı”nı, değer yaratan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğunu iddia ederek, emeği, dolayısıyla emeğin sahibi olan, emek-gücünü kol kaslarında taşıyan işçiyi ve işçi sınıfını da “tarih öncesine” ait, eskiden kalmış ve dolayısıyla da dağılan ve çözülmeye mahkum bir “sınıf” olarak tanımlıyorlar.
B) Kapitalizmin ideologları; 1990’ların başında ilan ettikleri Yeni Dünya Düzeni ile sosyalizmin insanlığa vaat ettiği “barış içinde, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız bir dünya” tasarımını, kendisine adapte ederek; “barış içinde, adil, refahın paylaşıldığı bir dünyanın kapitalizm tarafından gerçekleştirilebileceği”ni iddia etti. “Küreselleşme” olarak ifade edilen politikaları da; bu amaca giden dünyanın yolu olarak gösterdiler. Ama gerçekte; Yeni Dünya Düzeni, emperyalizmin en büyük güçlerinin, dünya hegemonyasını pekiştirmenin planıydı ve küreselleşme ise; birkaç en gelişmiş ülkenin ve başlıca uluslararası tekellerin dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamasının, emeğin sömürüsünün hat safhaya çıkarılmasının ve aynı zamanda bu yağma ve sömürüye karşı çıkabilecek güçlerin, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların örgütlü güçlerini dağıtmanın programıydı. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, her biri sistemin ideolojik motifi olarak da kullanılan toplam kalite yönetimi, kalite güvencesi, standardizasyon, akreditasyon, verimlilik gibi kavramlarla ifade edilen, işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar, işte bu programın unsurları olarak her ülkede yaygınlaştırıldı. Ve bu programa karşı hemen bütün dünyada sadece işçiler değil, köylüler, memurlar, mühendis, avukat, muhasebeci, doktor gibi orta sınıfların “alt kesimleri” de tepki göstermekte, çoğu zaman işçilerle aynı taleplerle, IMF, WTO, MAI gibi küreselleşme kurumlarının şahsında şekillenen politikalara karşı çıkmakta, kitlesel protestolara başvurmaktadırlar.
C) Uluslararası sermayenin yukarıdaki iki maddede belirlenen tutumu ve dünyayı yeniden yapılandırma girişimi; sendikal alanda da özgün politikaların uygulanmasını getirdi. Emeğin değer yarattığı ve sistemin vazgeçilmez bir dayanağı olduğunu, bu yüzden de yasayla belirlenmiş hakları bulunduğunu kabul eden kapitalist anlayış; işçinin örgütlenme ve hakları için mücadele etme hakkını da en azından lafız olarak kabul ediyordu. Ve bu anlayışı ebedi ve toplumsal gelişmenin son aşaması sayan son yarım yüzyılın uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi sendikacılık anlayışı; sendikaları bu sistem içinde ücret ve çalışma koşullarını iyileştiren ama aynı zamanda da sistemi koruyan, bu amaçla da sınıf hareketini denetim altına almanın kurumları olarak biçimlendirdi.
Devrimci işçi hareketinin ve sosyalizmin uluslararası burjuvazi karşısındaki başarıları ve kapitalizmi baskı altına alması son yarım yüzyıl içinde burjuva ideologlarının “sosyal devlet ” diye tarif ettikleri ve gelişmiş kapitalist ülkelerde daha açık görüldüğü gibi, işçilerin de kimi haklarının yasalara geçirildiği koşullarda (bu haklar bir yandan işçi hareketinin ileri atılımının bir sonucu iken, öte yandan burjuvazi tarafından sınıf hareketini kontrol etmenin rüşveti olarak kullanıldı) işçiler ve sendikalar açısından da kimi avantajlar ortaya çıktı:
İşçinin düzenli bir işi olması, (işçinin girdiği işte uzun yıllar çalışmasının sağlandığı koşullar) belirli iş güvencesine sahip olması ve refahtan az çok pay alması gibi etkenler, uzlaşmacı sendikacılığı, işçi yığınları tarafından da kabul edilir kıldı. Kapitalistler de; soruna aşağı yukarı böyle baktılar. Nitekim patronlar nezdindeki meşruiyet ve yasalardaki haklara dayanarak kendisini tanımlayan, yasalar içinde mücadeleyi ilke düzeyine yükselten uzlaşmacı sendikacılık, esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeronlaştırma, rekabet ve piyasa ekonomisi olarak ifade edilen koşulların öne çıkmasıyla, elinden oyuncağı alınmış geri zekâlı bir “yetişkin”e dönüştü. Çünkü artık kapitalistlerin; kazanılmış haklara, sendikalı olmaya, işçilerin toplu olarak pazarlık yapmasına, eskiden kazanılmış olan sosyal haklarına (belirli bir işgünü, tatil günü, hafta sonu tatili ve bayram tatilleri, paralı yıllık izin, hastalık izni vb. izinleri gibi) bir saygıları yoktur. 300 yıllık işçi sınıfı mücadelesinin kazananlarının ortadan kaldırılması için başlatılan (fiili durumlar yaratarak, işsizlik baskısını kullanarak, yeni yasal düzenlemelere girişilerek vs. vs.) girişimlere, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamaları da eklenerek geleneksel sendikacılığı işlevsizleştirmiş, onu sürekli kan kaybına sürükleyen, işçi karşısında itibarsızlaştıran, patronlar karşısında da derbederliğini açığa çıkaran bir kaosa sürüklemiştir. Ve süreç; giderek sendikalı olmanın tanınmaması, toplusözleşme ve grevin “gayri meşru” ilan edilmesi doğrultusunda ilerlemektedir. Türkiye’de, geçtiğimiz yaz binlerce işçinin grevinin sudan gerekçeler öne sürülerek hükümet tarafından yasaklanması, patronların işçilerin ücret taleplerini, sosyal hak taleplerini, topluca iş bırakma vb. yolla patronları sıkıştırmalarını “ülkenin uluslararası piyasalarda rekabet gücünü azaltan zararlı, ülke çıkarına aykırı eylemler olarak suçlanmasının giderek daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanması ve bu tutumların sadece geri kalmış ülkelerde değil, en gelişmiş ülkelerin yetkilileri ve patron kuruluşları tarafından ifade edilmeye başlanması, bu sürecin nereye doğru gittiğinin verileridir.
Sermaye; bütün bu hak-hukuk tanımaz saldırılarını “emeğin değer yaratmadığı”, insanlığın artık “sanayi-ötesi toplum”a, “bilgi çağı”na geçtiği ideolojik dayatmalarına dayandırmaktadır. İşçi haklarına saldırı, sosyal güvenlik sistemini tahrip, işçi ailesinin giderlerini gözetmeyen “bireysel sözleşme”ye dayalı işçilik, gelecek işçi kuşaklarının yetiştirilmesini de gözeten bir asgari ücret tanımlamasının ücretin temeli sayılmasının artık “çağdışı”, “eskiye ait istekler” olarak nitelendirilmesi de, yine aynı ideolojik saptamaya; “emeğin değer yaratmaktan çıktığı” saptamasına dayandırılmaktadır.
Kısacası; bugünün kapitalisti, 18. yüzyılda olduğu gibi, güvencesiz, örgütsüz, tek başına kalmış, çalışmadığı gün aç kalmaya mahkûm olan çıplak işçiyle, “bireysel sözleşme” yapmak istemekte; bu amacına varmak için de her yolu mubah görmektedir.
İşte; “yeni sendikacılık”, “mücadeleci sendikacılık”, kapitalistler bakımından bu ölçüde “ileri” hedeflere yönelen bir saldırıyı püskürtmekle karşı karşıyadır.

* * *
Bu gelişmeler çok açık göstermektedir ki; dünya işçi sınıfı, tarihin hiçbir döneminde sermaye tarafından böylesi kapsamlı, planlı ve vahşi bir saldırının hedefi olmamıştır.
Yine, burjuva propagandası tarafından koparılan “işçi sınıfı yok oluyor, nicel olarak bile ortadan kalkıyor” yaygaralarına karşın, son elli yıl içindeki gelişmeler göstermektedir ki dünyanın bütün ülkelerinde işçi sınıfı hem nicel (en geri ülkede bile işçilerin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir) hem de nitel (eğitilmişlik, kültürel düzey, toprakla bağı vb.) bakımından tarihte görülmemiş biçimde büyümüş, büyümeye de devam etmektedir.
Ama aynı zamanda; işçi sınıfı, dünya genelinde, bu ölçüde ortak sorunlarla ve bu ölçüde kapitalist sömürünün azgınlaşması ve vahşice saldırısının yarattığı somut taleplerle birbirine yaklaşmamış; taleplerde bu derece dolaysız ortaklaşmamıştır. Bu durum, işçi sınıfı hareketinin ulusal ve uluslararası düzeyde birliğinin ve bağımsız bir biçimde örgütlenmesinin koşullarını tarihte hiç olmadığı kadar genişletmiştir.
Yine dünya işçi sınıfının ve birer birer ülkelerdeki işçilerin çıkarları ve tabii talepleri hiçbir dönemde bugün olduğu kadar; diğer emekçi sınıflarla (köylüler, memurlar, mühendisler, doktorlar, esnaf ve zanaatkârlar, kent ve kır emekçileri ile) bu ölçüde yakınlaşmamıştı.
Yine tarihin hiçbir döneminde, ezilen uluslar ve geri kalmış ülke halklarının emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi; uluslararası işçi sınıfının emperyalizme ve kapitalist tekellere karşı mücadelesiyle bu ölçüde iç içe geçmemişti.
Yani uluslararası işçi sınıfı ve birer birer ülkelerdeki işçiler; bütün tarihleri boyunca, böyle zorluklarla karşılaşmadıkları gibi, böylesi geniş bir ittifak temeli ve taleplerin bu kadar açık yaklaştığı bir dönem de görmemişlerdi.
Bütün bu gelişmeler sendikal harekette iki eğilimi hızla belirginleştirmektedir. Geleneksel, uzlaşmacı sendikacılığın temsilcisi sendika yöneticileri kastının sermaye ile daha çok yakınlaşmasını, varlıklarını sermaye önünde daha çok boyun eğerek, işbirlikçilikte daha ileri adımlar atarak sürdürme eğilimini güçlendirirken, aynı zamanda, tabandaki işçi yığınları içinde de; mücadelesiz hak elde edilemeyeceği fikri ve bu fikrin devamı olarak da harekete geçme eğilimleri güç kazanmaktadır.
Gündelik ilişkiler içinde işçilerin “geri” kesimleri içinde, umutsuzluk, karamsarlık, boş vermişlik, sorunlardan kaçma vb. olarak yansıyan mücadeleden geri durma eğilimleri sıkça rastlanan bir tutumsa da, bunun, “uzlaşmacı sendika yöneticileri kastı”ndan yansıdığı ve ileri kesimlerin öne çıktığı her durumda işçi yığınlarının onları izlediği gerçeği de pek çok kez tanık olduğumuz bir durumdur. İşte hareketin, bizim asıl dikkatimizi çekmesi gereken ve politikalarımızı üstünde şekillendirmemiz gereken yönü, bu ikinci yönüdür. Çünkü sınıfın mücadele isteği ve onun en ileri temsilcileri olarak bizlerin rolü, sınıfın ana gövdesini sendikal mücadeleye, mücadeleci bir sendikacılık çizgisine çekmektir.
* * *
Bu çerçeveden ve yukarıdaki koşullardan, önümüzdeki görevlere baktığımızda şunları söyleyebiliriz:
1) işçi sınıfı hareketinin bugün en temel zaaflarından birisi, sendikalarıyla sınıfın ana kitlesinin bağlarının kopmuş olmasıdır. Bu durum, kendisini, sendikasız ama sendikalı olmak isteyen milyonlarca işçinin var olmasına karşın, sendikaların üye kaybediyor, mutlak olarak küçülüyor olmasında açıkça ortaya koymaktadır. Bu çelişkiyi aşmanın yolu da sendikaların yeniden işçiyi; ücret, sosyal haklar, çalışma saatlerinin azaltılması vb. sendika olmanın temel kriterlerinin yeniden hatırlanması, işçilerin bu en genel çıkarlar etrafında birleştirilmesi görevini yeniden öne çıkarması gibi görevlerin yerine getirilmesinden geçmektedir. Dahası bugün sendikalar sadece uzlaşmacı sendikacılık tutumunu benimseyen seçilmiş sendika yöneticilerinin bürokratik tarzları tarafından işçiden koparılmamakta, aynı zamanda, “sendika uzmanı” adı altındaki görevliler tarafından da bürokrat bir tarza çekilmektedir. Pek çok yerde pek çok sendika fiilen bu “eğitilmiş” uzmanlar tarafından yönetilmektedir. Bu duruma son vermek, sendikal hareketin sağlıklı bir yola girmesi için önemli olduğu kadar, “sendika uzmanları”nın da kendi rollerine dönmesi bakımından önemlidir. Ama elbette sorunun bu yanı tek başına ele alınıp çözülecek bir şey değildir. Tersine bu durum, sendikal hareketin yenilenmesi, işçiyle bütünleşmesi sürecinde çözümleyebileceği bir sorundur. Ancak daha bugünden konferansımız bu konuya dikkatleri çektiği ölçüde, sendikaların, işçi tarzında yeniden yapılanması için yürüteceği faaliyeti daha bütünlüklü olarak yerine getirebilecektir.
2) Emperyalizmin “küreselleşme” saldırısını boşa çıkarmak için dünyanın her köşesinde bu saldırıya karşı çıkan işçiler ve tüm diğer emekçilerle ortak davranışa, dayanışmaya girmek için mücadele etmek, tutumumuzun anlaşılması emekçiler içinde yaygınlaşması için son derece belirleyicidir. Bu çerçevede, bütün ülkelerde, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamalarına karşı mücadelenin desteklenmesi, geri ülkelerin tarım ve sanayilerini yıkmayı amaçlayan politikalara karşı bu ülkelerdeki tepkilerin desteklenip yaygınlaştırılması, gelişmiş ülkelerde de balıkçılar, çiftçiler, taşımacılar gibi sektörlerde tepkilere yol açan yeni liberal politikalara, ülkeler düzeyinde ve uluslararası düzeyde destek verilmesi, diğer emekçi kesimlerle dayanışma, uluslararası tekellere karşı mücadelenin genelleşmesi için önemli bir dayanak olacak mahiyettedir.
3) Kazanılmış hakların korunması, sosyal güvenlik sistemlerinin tahrip edilmesinin önlenmesi (ve elbette iyileştirilmesi, bu fonlara devlet katkısının artırılması), yasalara geçmiş, TİS’lerle gelenek haline getirilmiş, iş güvencesinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması, yararlanılabilir bir işsizlik sigortası sisteminin tüm ülkelerde yaygınlaşması için çaba harcanması, emeği koruyan yasa ve TIS maddelerinin pazarlık masasına konmaması, kazanılmış ekonomik ve sosyal hakların savunulması, 35 saatlik iş haftasının tüm ülkelerde geçerli hale gelmesi, sendikal örgütlenme özgürlüğünün önündeki (baraj, sendikaya üye olmayı caydıran yaptırımlar vb.) maddelerin kaldırılması, TİS prosedürünün basitleştirilmesi (bürokrasiden arındırılması, kısa süreli çalışanlar için bile TİS yapılabilir bir prosedür geliştirilmesi) ve kısaltılması için ulusal ve uluslararası alanda çabaların yoğunlaştırılması, önümüzdeki dönemin önemli talepleridir.
4) Uzlaşmacı sendikacılığın temsilcileri ile az çok mücadeleden yana tutum alan sendikacılar arasındaki çatışmada, mücadeleden yana yer alan sendikal kesimlerle birleşmek ve onların daha ileri bir hatta yönelmelerine yardımcı olmak, günümüz sendikal çalışması içinde son derece önemlidir. Bu konuda; sekterliğe, her koşulda geçerli formülasyonlar öne sürmeye, bugün gelinen noktada şu ya da bu nedenle uzlaşmaya tepki gösteren sendikal çevrelerin daha önceki siyasi tutumları vb. bahaneleri öne sürme eğilimlerine karşı durma ve sendikal yöneticileri, sınıfın sendikacılıkla ilgilenen kesimler içindeki “büyük bölünmeyi”, mümkün olduğu kadar emekten yana olanların lehine gerçekleştirmek için gereken politik beceriyi göstermek sendikal hareket içinde mevziler kazanmak için belirleyici öneme sahiptir. Bu süreç aynı zamanda geleneksel sendikaların yeniden mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde dönüştürülmesi süreci olarak ele alınmak, uzlaşmacı sendikacılık yanlılarım sendikaların yönetimlerinden tasfiye etmek süreci olarak da değerlendirilmelidir.
5) Sınıf içinde kapitalistlerin uygulamalarına karşı, çeşitli işyeri ve işkollarında ortaya çıkan tepkileri birleştirerek; tepkiyi tek bir hedefe; sermayenin saldırılarının püskürtülmesine yöneltmek, tepkilerin etkisini artıracağı gibi, aynı zamanda sınıf hareketinin birleştirilmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda sendikal hareket içinde sınıfın en geniş kesimleriyle uzlaşmacı sendika yöneticilerinin yaygın bir biçimde karşı karşıya gelmesinin bir vesilesi olacağı için; uzlaşmacı sendikacılık eğilimlerinin ve onların temsilcilerinin gerçek rollerinin işçiler tarafından görülmesini de kolaylaştıracaktır. Dahası işçi hareketinin salt kendi sınıf talepleriyle sınırlı kalması onu daraltan ve yalnızlaştıran bir durumdur. Sendikal hareketin uzlaşmacı sendikacılık çemberini kırarken en önemli dayanaklarından birisi de köylüler, kamu emekçileri ve diğer emekçi sınıflarla taleplerinin çok açık biçimde görülecek tarzda yaklaşmış olmasıdır. Ve işçi yığınları diğer emekçi sınıfların taleplerini destekledikleri ölçüde kendi taleplerini de elde etme imkânına kavuşacaklardır. Bunun içindir ki sendikalar ve sınıf kaygısı duyan sendikacılar, sınıfı yalnızlıktan ve darlıktan kurtaracak olan bu yönelişi geliştirmek ve yaygınlaştırmak yükümlülüğündedir.
6) Az çok ilişkilerimizin geliştiği her ülkede, biçimi ülkedeki mücadele ve bizlerin sendikalar içindeki konumlanmamız tarafından belirlenen mücadeleci bir sendikacılık odağı olarak davranmak; önümüzdeki süreçte, bir sendikal çekim merkezi olmamızın önemli bir adımı olacaktır. Bu bir yandan ülkelerin koşullarına göre, uzlaşmacı sendika yöneticileri arasındaki her çelişkiden de yararlanarak var olan sendikalar içinde etkimizi artıracak girişimleri sürdürmek biçiminde olurken öte yandan da, birer birer ülkelerde, konferansın aldığı kararların yaygınlaştırılması, uzlaşmacı sendikacılığın çözümsüzlüğüne tepki gösteren sendikacıların dayanağı olacak biçimde bu kararların yaygınlaştırılması için çeşitli araçlar geliştirmek gerekmektedir. Ancak bu konuda adım atmanın ilk koşulu olarak konferansımızın kararlarını her araçla yaygınlaştırıp, işçilerin, her namuslu sendikacının tartışmasına ve onları zenginleştirmesine açmayı öğrenmemiz gerekmektedir.
7) Konferansın aldığı kararların birer birer ülkelerde yaygınlaştırılması sendikalar ve geleneksel sendikacılık çizgisinde her gün, her vesile ile ortaya çıkan çelişmelerin doğru bir biçimde derinleşmesi için, bu kararların sendikacılar arasında ve işçi yığınları içinde; işyerleri, işkolları, ulusal ve uluslararası düzeyde toplantılar organize etmek, bu toplantıların düzenlenmesinde, ülkelerin mücadeleci sendikacıları (tabii ki; mücadeleci sendikacıların denetimindeki sendika merkezleri ve bölge ve şube yönetimleri arasında da) arasında, yıl içinde ikili ya da çok taraflı olarak yapılacak görüşmelerle başka ilişkilerin geliştirilmesi, ülkelerdeki sendikacıların ve ileri işçilerin diğer ülkelerdeki mücadeleci sendikacılarla yüz yüze gelmesini sağlayacak dayanışma ziyaretleri düzenlenmesi ve fikir alışverişinin, etkileşimin artırılması için ülkeler arasındaki ilişkilerin sıklaştırılıp daha düzenli hale getirilmesi gerekmektedir.

* * *
Avrupa merkezli söylemle “sosyal refah devleti” yılları olarak ifade edilen yıllarda uzlaşmacı sendikacılık, kendisine bir meşruiyet temeli bulurken; kimi ülkelerde düzen partilerinin, (sosyal demokrat partiler, sosyalist partiler vb.) politikalarının dolgu maddesi işlevini gördü. Ya da; Türkiye’de olduğu gibi “partiler-üstü siyaset”, “partiler-dışı sendikacılık” adı altında en gerici partilerle, anti-komünist organizasyonlarla birleşti.
Ne var ki; sendikal haklar ve ekonomik bakımdan nispeten iyi koşullar, sendikaların bu gerici düzen partilerinin peşinden sürüklenmesine tepkiler gelişmesine yol açmadı.
Bugün, yukarıda belirlemeye çalıştığımız koşullardan dolayı; sendikal hareketin sistem partilerinin peşinden gitme ya da politika dışında kalma imkânı hızla ortadan kalkmaktadır. Dahası, sendikalar ekonomik taleplerle ilgili olarak bile ayağa kalktıklarında, karşılarında devletleri, IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi uluslararası sermaye merkezlerini bulmaktadırlar. Bu durum, sendikaların, siyasal bir tutum almasını zaten zorladığı gibi, aynı zamanda sermayenin yeniden yapılanma politikalarından zarar gören diğer emekçi sınıflarla birleşme sorununun da çözümlenmesini dayatmaktadır. Bu yüzden de sendikaların siyasetin dışında kalma çabaları, onları tümüyle işlevsiz hale getiren bir labirente sürüklemektedir.
İşçi sınıfının tarihsel misyonu ve sendikal hareketin sınıflar mücadelesindeki yeri bir yana bırakılsa bile, bugün, sendikacılık siyasetle uğraşmak, üstelik herhangi bir siyasetle de değil; kendi sınıf çıkarlarından kaynaklanan bir siyasetle uğraşmak durumundadır.
Bu nedenledir ki; Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı, artık bir fikir açıklığına ihtiyaç duyulan bu konuyu da gündemine alıp tartışmalı, ülkeden ülkeye ifade farklılığı olsa da; “sendikal hareketin siyasallaşması ihtiyacı”nın gereğine ve sendikal hareketin içine sürüklendiği kaostan kurtulması arasındaki dolaysız bağa dikkat çekmelidir.
Umuyoruz ki; konferansımız; sınıf hareketinin önümüze koyduğu sorunları çözümleyip üstüne düşeni yapmak için gereken inisiyatifi gösterecektir.

2. uluslararası sendikal dayanışma konferansı sonuç bildirgesi
— Fransa’nın Annecy kentinde İkinci Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na katılan, sınıftan yana mücadeleci sendikacılar ve sınıf örgütleri olarak, tekellerin ve emperyalizmin sömürüsüne maruz kalan herkese, uluslararası dayanışma ve mücadele çağrısı yapıyoruz.
—Küreselleşme” ve Yeni Dünya Düzeni, kapitalist sömürünün ve emperyalist saldırganlığın gittikçe yoğunlaşması anlamına gelmektedir. NATO ve diğer emperyalist güç odaklarının, ülkelerin bağımsızlığını hiçe sayarak buralara müdahale etmeleri dünya barışı için oldukça tehlikelidir.
— Sermayenin, metaların ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngören Avrupa’daki kapitalist birleşme ve genel olarak emperyalist küreselleşme; işsizliği, yoksulluğu ve sosyal adaletsizlikleri artırarak sermaye cephesini tahkim etmektedir. Oysa bilim ve teknikteki ilerleme ve isçiler tarafından üretilen zenginlikler; halkların sorunlarının çözülmesi ve emekçilerin yasam düzeyinin dünya çapında düzeltilmesi için olanak sunmaktadır.
— Fakat bu birikim ve olanaklar, kapitalistlerin kârlarını artırmanın bir aracı haline getirilmekte, insanlığın yararına kullanılması yönündeki özlemler emekçilerin aşırı sömürüsü üzerinden sermaye biriktiren tekellerin egemenlik duvarına çarpmaktadır. Bir taraftan milyonlarca insan açlıkla boğuşurken ve asgari geçim koşullarına dahi sahip olmayan milyonlarca emekçinin yaşamını sürdürmesi temel sorunken, kapitalistler kârlarına kâr katmaktadır.
— işçi sınıfının ve insanlığın geleceği asla kapitalist düzende değildir. Haklarını koruma ve yenilerini elde etme, radikal toplumsal ve politik dönüşümler talep etme ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması yönündeki talep ve özlemler, giderek daha can alıcı bir anlam kazanmaktadır.
— Avrupa ve dünya işçi sınıfı, sermayenin ve onun politik temsilcilerinin kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesini amaçlayan çok yoğun bir saldırısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu neoliberal saldırı dalgasının ardında, tekellerin daha fazla kâr için kıran kırana rekabeti ve kapitalizmin krizi belirginlik kazanmaktadır.
— Sosyalist sistemin çöküşünün ardından işçi sınıfına dayatılan koşulların olumsuz sonuçlarını şimdi yavaş yavaş görüyoruz. En başta çalışma hakkı tehdit altındadır. Kapitalizmin doğasında bulunan işsizlik, önemli boyutlarda seyretmektedir ve uzunca bir zamandan beri sosyal bir olay halini almıştır. İşçilerin satın alma gücü dramatik bir biçimde düşüş göstermektedir. Sosyal haklar budanmakta, sosyal güvenlik sistemi giderek daha fazla oranda sermayenin insafına terk edilmekte, başlıca kamu sektörleri özelleştirmeye tabi tutulmaktadır. Sağlık, eğitim hizmetleri gibi kamu hizmeti olan her şey metalaştırılmaktadır. Çevre tehdit altındadır. Çalışma biçimleri, işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin aleyhine döndürülmektedir. Sömürüyü yoğunlaştıran yeni biçimler ortaya çıkmakta, esneklik, iş hayatının vazgeçilmez kuralı durumuna getirilmekte, günlük çalışma saatleri artırılmakta, düzenli bir işgünü, iş güvencesine dair haklar ve toplusözleşmeler tehdit altındadır. Demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmaktadır.
— Bütün bu gelişmeler; bir yandan işçi sınıfının haklarını ortadan kaldırırken öte yandan da, ulusal ve uluslararası planda işçilerin birleşip sisteme karşı mücadele etme imkânlarını hızla genişletmektedir. Dahası, bütün ülkelerde işçilerin; köylüler, kamu emekçileri, esnaf ve zanaatkârlar gibi çeşitli emekçi kesimlerle birleşme, sermayeye ve tekellere karşı mücadele etme imkânları da büyümektedir.
İşçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğinin, her ülkede diğer emekçi sınıflarla ittifakının zemini, şimdiye kadar görülmedik ölçüde somut ve güncel olgular olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Konferansımız, bu gelişmenin küçük ama anlamlı bir adımıdır.
— Sendikal harekette yaşanan olumsuzluklarda, sınıf işbirlikçi sendikacılığın payı büyüktür. Bu tür sendikacılık ve temsilcileri, kapitalist yeniden yapılanma önlemlerinin ve sosyal demokrat ve muhafazakâr hükümetlerin halk düşmanı politikalarının destekçisi durumundadır;
Sınıf işbirlikçiliği emekçilerin demokratik, ekonomik, sosyal haklarının savunusu için sınıf mücadelesini terk ederek iflasa saplanmıştır; Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu kurum olarak işçi sınıfının çıkarlarına aykırı ve sermaye destekçisi tehlikeli reformist bir politika izlemekte; emekçileri sömürü sistemine entegre etmeyi hedeflemektedir.
Sınıf mücadeleci çizgide duran güçler, sınıf düşmanıyla girişilen bu uzlaşmayı red ve teşhir etmektedirler. İşçi sınıfının mücadeleci birliğini savunmakta, emekçileri emperyalizm ve tekellere karşı mücadele için örgütlemektedirler. Mücadeleci sendikacılık, bu perspektiften hareketle şu talep ve görevlerin gerçekleştirilmesi için uluslararası dayanışmayı ve ortak eylemi gerçekleştirmeli, Avrupa ve dünya çapında güçlerini koordine etmelidirler.
Bunun için:
1. Ücret, çalışma koşulları, sosyal sigorta hakkı gibi 20. yüzyıl boyunca işçi ve emekçi mücadeleleriyle kazanılmış hakları, bugünkü hakların korunmasında ve yenilerinin kazanılmasında dayanak yapmalıyız.
2. Bütün ülkelerde sendikal hak ve özgürlüklerin tanınmasını talep ediyoruz, grev hakkını, sendikal eylemi yasaklayan, toplusözleşmeleri ortadan kaldıran işçi düşmanı ve anti-demokratik tüm yasalar iptal edilmelidir.
3. Sendikalarımızın yeniden güç kazanması temel hedeflerimizden biridir ve sendikaların üye sayılarını artırmaları yönündeki çabaları desteklemek, organize etmek erteleyemeyeceğimiz bir görevdir.
4. Emek güçlerinin eylemini ulusal ve uluslararası düzeyde daha ileri bir tarzda koordine etme ihtiyacına dikkat çekmek istiyoruz.
5. İşsizliğe karşı çıkmak ve cins, dil ve din ayrımı olmaksızın, işsizlerin sınıfın bir parçası olduğu bilinciyle davranmak, sendikaları bu konuda duyarlı hale getirmek en başta bizlere düşen bir görevdir. IMF, DB, DTO ve G7 gibi kuruluşların işçi ve halk düşmanı emperyalist politikalarına karşı mücadele etmek, konferansımızın dikkat çektiği noktalardan birisidir.
6. Avrupa’da ve tüm dünyada barışın savunulması, Atlantik ittifakının, -NATO’nun- lağvedilmesi. Başta Balkanlar, Irak, Ortadoğu ve Avrupa’da olmak üzere, bütün dünya ülkelerinden emperyalist kuvvetlerin geri çekilmesi için mücadele sendikal hareketin göz ardı edemeyeceği talepler arasındadır.
7. Sosyal, demokratik ve çevre hakları için sürekli mücadele, özelleştirmelere, ağır vergi yüküne karşı çıkmak, sağlık ve eğitimin özelleştirme yoluyla metalaştırılmasına karşı durmak, işçilerin uluslararası talepleri olarak biçimlenmiştir.
8. Ücretler düşmeksizin haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi (saat sorunu ülkeden ülkeye fark edebilir), haftada beş gün ve günde 7 saatlik çalışma talebi somut ve günceldir.
9. Sendikal hareketin büyük sermaye önünde diz çökmesine karşı çıkıyoruz. Avrupa Sendikalar Birliği ve diğer reformist sendika merkezlerinin uzlaşmacı çizgilerine karşı mücadele ediyoruz.
10. Değişik ülkelerin sendikal örgütlerinden sendikacıların yer aldığı ve uluslararası planda konferans kararlarını koordine edecek ve 3. toplantıyı hazırlayacak bir komite oluşturulmuştur.
11. işverenlere, sermayenin hizmetindeki hükümetlere ve Brüksel komisyonunun kararlarına karşı çıkacağız ve mücadeleci sendikacılık anlayışlarını desteklemek yükümlülüğümüzün gereğini yapacağız.
12. İlk ortak eylemimiz 2001 yılı Haziran ayında Cenevre’de ILO toplantıları esnasında yapılacaktır. Bu eylem, tek tek ülkelerde gerçekleştirilen etkinliklerin bir devamı olarak görülmelidir. Ortak sloganımız şu olacaktır: “Emperyalist Yeni Dünya Düzenine karşı, mücadelemizi uluslararasılaştıralım!”

Daha ileri bir sendikal konferans için
İHSAN ÇARALAN

Birinci toplantısı Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans’ın ikinci toplantısı, Fransa’nın Annecy kentinde yapıldı.
Gerek toplantılar sırasında yapılan konuşmalar içinde, gerekse toplantının arkasından, katılan sendikacılar tarafından sıcağı sıcağına çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Muhtemelen de yıl boyunca, sendikal hareketin çeşitli sorunları vesilesiyle, sendikal konferans ve bu konferansta alınan kararlar üzerinden de değerlendirmeler yapılacaktır. Ancak burada, toplantının kazanmış bulunduğu tarihsel önem, toplantının içeriği ve önümüzdeki döneme ilişkin bazı yönleri üstünde durmakta yarar olacaktır.
Aslında; sendikal hareket içindeki “açmazlar” ve “arayışın” bir sonucu olarak, kendisine “sendikal konferans” ve “uluslararası” sıfatını takan pek çok toplantı yapılmaktadır. Ve önceki yıl Ören’de, bu yıl da Annecy’de yapılan toplantı da uzaktan bakıldığında, bu çok sayıdaki toplantıdan birisi gibi görülebilir. Ancak, bu toplantı sırasında bir delegenin söyledikleri; bu toplantının diğerlerinden farkını ortaya koyar mahiyetteydi. Toplantıyı düzenleyen sendikacılarla siyasal bakımdan da hayli farklı bir görüşe sahip olan ve toplantıya ilk kez katılan bu sendikacı; “Ben daha önce de çok çeşitli uluslararası sendikal toplantılara katıldım. Ama bu toplantı gerçek bir sendikal toplantı; katılanlar da gerçekten sendikacılar ve hissediyorum ki onlar işçileri temsil ediyorlar” diyerek toplantının diğer “uluslararası sendikal toplantılarla” farkını ortaya koydu. Gerçekten de; sendikal hareketin bu kadar dağınık, ama çıkış arayışlarının da bu ölçüde yaygın olduğu bir dönemde, her birkaç kişiyi bir araya getiren, internetin başına geçip, sağa sola e-mail atarak, toplantıya icabet edecek bir “çokluk” sağlayıp, uluslararası bir sendikal toplantı yaptığını ilan edebilmektedir. Dahası bu toplantıya katılanların çoğunluğu seçilmiş ya da bir biçimde sınıfın bir kesimini temsil eder pozisyonda da olmayabilmektedir. Ve bunlar genellikle çeşitli partilerin ya da siyasi çevrelerin sendikacılığa, işçi sorunlarına ilgi duyan görevlileri, işçi üyeleri ya da sendikalarda görevli ama konferans düzenleyenlerle bir biçimde ilişkili “uzman”lar olmaktadır. Toplantılarda da daha çok genel ve entelektüel düzeyde tartışmalar yapılmaktadır. Ve bu pek çok sayıdaki toplantının birkaçı dışındakilerin bir devamlılığı yoktur. Bu devamlılık, hem toplantıların birbiriyle bağlantısı bakımından hem de toplantı öncesinin hazırlıkları ve sonrasında da alınan karaların ne olup olmadığı, hangi tepkinin geldiği, çağrılara uyulup uyulmadığı bakımdan söz konusu olmamaktadır.

ULUSLARARASI KONFERANS’IN KAZANDIĞI POZİSYON
Uluslararası Sendikal Konferans’ın henüz “ikinci toplantısı” yapılmıştır. Ama şu açıkça görülmektedir ki; her iki toplantının da bir ön hazırlığı olmuştur. Bu ön hazırlık, sadece teknik olarak değil; konferansta ele alınacak konular ve konferansın amaçları çeşitli işçi ve sendikal çevrelerde tartışılarak başlamış; ön hazırlık sırasında çıkan fikirler konferansa taşınmış, konferansta alman kararlar da çeşitli ülkelerin sendikacılarının en azından duyarlı kesimleri arasında tartışılmıştır. İkinci konferans hazırlığı da, birincisindeki sürecin devamı olarak düzenlenmiş ve birincisine göre nispeten daha geniş çevreler konferans öncesi tartışmalara katılmıştır.
Demek ki; sonuncusu Annecy’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, en azından üç özelliği ile bütün diğer “uluslararası sendikal konferans” vb. adlar altında yapılan toplantılardan ayrılmıştır.
1. Bu konferansa katılanlar, işçiler tarafından seçilmiş (kimi profesyonel, kimi olmadan sendikaların çeşitli kademelerinde görev yapan) sendikacılardır. Dolayısıyla da bir kitlesel temsil konumuna sahiptirler.
2. Bu konferansın bir devamlılığı vardır. İkincisi birincisinin devamıdır; üçüncüsü de ikincisinin devamı ve onun koyduğu tuğlaların üstüne yenilerini koymak için yapılacaktır. Aynı zamanda bu devamlılık hem konferansın hazırlayıcıları bakımından hem de katılımcıların omurgası bakımından söz konusudur. Bu hem konferansın giderek ortak amaç ve fikirler etrafında daha çok yoğunlaşmasını hem de sendikal bir odak olarak şekillenip, uzlaşmacı sendikacılığa karşı mücadeleci sendikacılık odağı olarak tanınıp gelişmesine imkân tanıyacak bir özellik olarak tezahür etmektedir.
3. Konferansa katılan sendikacılar, kişisel görüşlerinden de öte, çeşitli ülkelerde az çok duyarlı sendikal kesimlerin, ileri işçi kesimlerinin konferansa yönelik önerilerini alıp bu toplantıya katılmışlar; dolayısıyla da konferans en azından bazı ülkelerde işçilerin de ilgisi içinde, sonuçları da merakla beklenen bir etkinlik olarak gerçekleşmiştir.
Sorunların ele alınışı, içeriği ve benzerlerine girmeden, sadece işçi hareketi içinde bugün almış bulunduğu pozisyon itibariyle de bu konferans, son derece önemli bir role sahip olmuştur. Ve elbette misyonu ve sorumluluğunun ağırlığı da böylece son derece ciddiye alınacak biçimde artmıştır. Dolayısıyla konferansın eksiklerine yöneltilecek eleştiriler ve konferansın üçüncü toplantısının hedef ve görevlerini belirlemede; önceki iki konferansın gösterdiği bu olumlu yönelişin geliştirilmesi son derece önemlidir. Çünkü ilk iki toplantı; ne yapılması gerektiğini, aslında böyle bir konferansın hangi görevleri yerine getirirse anlamlı olmaya devam edeceğini göstermiştir. Ve kendisini tekrarlayan, bir öncesiyle bağlantı kurmayan ve sendikal hareketin uluslararası sorunlarını çözme cesaret ve ataklığını taşımayan bir uluslararası sendikal konferansın da benzer addaki başka girişimlerden kendisini ayırıp uluslararası işçi sınıfı hareketi içinde bir seçenek olamayacaktır.

ÖREN’DEN ANNECY’E AŞILMASI GEREKEN SORUNLAR
Uluslararası Sendikal Konferans’ın Ören’de yapılan ilk toplantısının konusu; elbette, “sendikal hareket nereye gidiyor; biz bu gidişatı nasıl sınıf lehine çevirebiliriz?” olarak özetleyeceğimiz bir çerçevedeydi. Ve konferansa katılan sendikacılar, gerek sendikal hareketin sorunları, gerekse çözümleri konusunda ciddi bir görüş alışverişi yaptıkları gibi, temel konularda da görüş yakınlığı içinde olduklarını gördüler. Ve dolayısıyla; “ilk olma”, “başka ülkelerde de neredeyse aynı şeyleri düşünüyor ve yapıyor, yapmak istiyor” olduğunun görülmesinin verdiği coşku ve heyecan, tabii böyle bir konferansın başlatılmış olmasının yarattığı özgüvenle birleşerek, Ören’in “ana başarısı” oldu ve ikinci toplantı bu heyecanla hazırlandı.
Ancak şu hemen söylenebilir ki; ikincisinin sonundan bakıldığında; birincisi ile ikinci konferans arasındaki sürecin yeterince etkin ve konferansın sınıf hareketi bakımından kazandığı pozisyon ve önüne koyması gereken görevler bakımından öneminin yeterince kavranarak hazırlandığı söylenemez. Annecy’deki tartışma, Ören’deki tartışmayı çok az aşan bir çerçeve çizebildi. Çünkü gerek hazırlık aşamasında her ülkede, geniş işçi tartışmalarının yeterince yapılamaması (bazı ülkelerde daha iyi, bazılarında daha az yapılmış olabilir ama sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde, geniş tartışmalar açmak, bu tartışmaların sonucu olarak da ileri işçi çevrelerinin önemli bir kesimini konferansla bütünleştirmek mümkündü) konferansın ikinci toplantısında hissedilen en önemli zaaflardandı.
Bu durum kaçınılmaz olarak konferansın bileşimini de etkiledi ve çok daha geniş sendikal kesimlerin konferansa katılımı mümkünken, ikinci toplantıya, birinci toplantıya katılan kesimleri çok az aşan bir katılım oldu. Burada katılımın azlığı ya da çokluğundan söz ederken, katılan kişi ya da ülke sayısını kastetmiyoruz. Tersine konferansa katılan sendikal kesimlerden söz ediyoruz. Örneğin her iki konferansa da, kendisine “sınıf sendikacısıyım” diyen kesimler büyük bir yoğunlukta katılırken, şu anda sendikal hareket içinde olan, uzlaşmacı sendikacılıkla birleşmeyen, ama bir çıkış yolu arayan çok değişik renkte kesimler olduğu, bunların sendikal hareket içinde oldukça geniş bir yelpaze oluşturduğu düşünüldüğünde, konferansın iki toplantısında da “darlık”ın son derece önemli bir problem olarak ortaya çıktığını söylemek, gerçeği tespit etmek olacaktır.
“Darlık”ın bir nedeni elbette, konferansın henüz yeni ve yeterince duyurulmamış olmasıdır. Ama bugün için asıl önemli yanı ise, konferansın düzenleyicisi ve katılımcılarının en azından bir bölümünün, farkında olarak ya da olmayarak, konferansı; bir sınıf sendikacılığı merkezi olarak görmeleridir, diyebiliriz. Oysa bu uluslararası sendikal konferansın ilerlemesi ve sınıf hareketi içinde rol oynamasının vazgeçilmeyecek koşulu; bugünkü sendikal gidişattan hoşnutsuz olan ve bu durumu değiştirmek için çaba göstermek isteyen herkesi, her sendikal kesimi toparlayan bir platform olmasıdır. Bu yüzden de; konferans toplantılarına katılanların çoğunluğunun “sınıf sendikacısıyım” demesi, konferansın olumluluğu değil, acilen aşılması gereken zaafıdır. Elbette ki; konferansın üçüncü toplantısı, ikinci toplantıda da dile getirilen bu zaafı aşmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.
Konferansın ikinci toplantıda ortaya çıkan zaaflarından birisi de; konferanstaki tartışmaların genel kalması; tartışma konuları ve tartışılacak sorunların, birinci toplantıyı aşan bir “aktüel gündem”e sahip olmamasıydı, diyebiliriz. Toplantının hemen sonrasında yapılan “kısa değerlendirme toplantıları”nda ve toplantı aralarında çeşitli ülkelerden katılan sendikacıların aralarındaki sohbetlerde de bu konu en çok yakınılan konu olarak tezahür etti.
Şöyle ki;
Sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar ve konferansa her seferinde yeni ülkelerden sendikacıların katılacağı düşünüldüğünde, her konferans toplantısı, bir yanıyla sendikal hareketin genel sorunlarını, gidişatını, bu gidişat içinde alacağı pozisyonu yeniden yeniden tartışacaktır. Ama ortalama bir-bir buçuk yılda bir sendikal hareket bir “sıçrama” yapmayacağına göre; sendikal hareketin çeşitli yönleri üstünde bilgi alışverişi, o yıl belirlenen sorun üzerinde uluslararası planda kimi etkinlikler düzenlenmesinin konferans gündemine girmesi vb. bir ya da iki önemli konuda tartışmaların yapılması gerektiği, ikinci konferans süreci içinde açıkça ortaya çıkmıştır. Örneğin Annecy’deki toplantı; “esnek çalışma”, “yeni teknolojilerin sendikal harekete etkileri”, “sendikal bürokrasiye karşı mücadele ve sendikalarda yeni bir dönüşümün imkânları”, “sendikal yasaların demokratikleştirilmesi için kampanyalar” vs. gibi özel bir ya da iki konuda tartışıp, bu konuda kararlar alarak, sendikal hareketin sorunlarını bu konu etrafında tarif edip uluslararası planda görevler saptayabilirdi. Özellikle konferans sonrasında yapılan görüşmelerde ve konferans sonrası çeşitli ülkelerden gelen sendikacıların değerlendirmelerinde bu “boşluğa” dikkat çekildi. Ve bu konuda; üçüncü toplantıyı düzenlemekle görevlendirilen sendikacıların uyarılması haklı bir uyarıydı.
Konferans sırasında, sendikal konferansın dikkate alması gereken yönlerden birisinin de “somutluk” olduğu ortaya çıktı.
Kuşkusuz, konu uluslararası olunca, soyutlamalar, genelleştirmeler kaçınılmazdır. Ama bu genelleştirmelerin yanı sıra, somut, uygulanabilir kararlar alınması, konferansın şu ya da bu ülkenin bir kentinde şu kadar sayıda sendikacının iki üç gün süreyle yaptığı bir tartışma olmaktan çıkıp; uluslararası planda yeni bir sendikacılık anlayışı etrafında mücadeleci sendikal çevrelerin mevzilendirilmesi faaliyeti olarak ele alındığında anlamlı olacaktır. Bunun bir yolu ise, gündelik hareket içinde, başlangıç olarak sembolik düzeyde de olsa, sendikalar ve işyerleri arasındaki ilişkilerin, sendikacılar ve ileri işçi kesimleri arasındaki dolaysız ilişkileri de kapsayan, (örneğin eğitim gezilerinin bu çerçevede değerlendirildiği) dayanışmaların, işyerleri ve işkolları ötesinde mücadeleci bütün sendikacıların ve sendikal çevrelerin katılmasının önünü açacak somut kararlar almayı üçüncü toplantının gündemine taşımak da içinde bulunulan hazırlık sürecinde dikkate alınması gereken konulardan birisidir. Çünkü bu tür somut dayanışma eylem ve ilişkileri, ancak farklı ülkelerdeki hareketin koşulları ve ihtiyaçları arasında doğru ilişkiler kurulmasıyla mümkündür, Bu yüzden de ülkelerden ve işçi tabanından gelecek isteklerle biçimlendirilecek bu kararlar, ancak konferansın hazırlık toplantısı sırasında ortaya çıkabilir ve bu çalışmalar sırasında gelecek somut öneriler bu nedenle de önem taşımaktadır.

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS’IN 3. TOPLANTISI İÇİN
İlk iki konferansın sonuçları üstünden yapmaya çalıştığımız bu değerlendirmenin amacı, elbette Uluslararası Sendikal Konferans’ın Üçüncü Toplantısı’nın konferansın tarihsel rolüne daha uygun bir biçimde hazırlanması içindir. Bu yüzden de; yukarıda aktarmaya çalışılan eksik ve zaafları, giderilmesi gereken ve önümüzdeki bir yıl içinde aşılacak zaaflar olarak ele almak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında; her şeyden önce, Konferansın ikinci toplantısının aldığı kararlar ve bu sayımızda tam metnini yayımladığımız “Sonuç Bildirgesi”nde dikkat çektiği sorunlar üstünden konferansın hem tanıtımı hem de kararlarının sınıf içinde yaygınlaştırmasını yıl içindeki çalışmamızın ana unsuru olarak değerlendirmemiz gerekir. Elbette bu karar ve belirlemelerin yaygınlaştırılıp hayata geçirilmesi aynı zamanda konferansın üçüncü toplantısına da hazırlık, aslında konferansın üçüncü toplantısını yığınlar arasında yapmak anlamına gelmektedir. Çünkü sonuçta üçüncü toplantıya gidecek öneriler ve görüşler, hatta kimlerin gidip neleri savunacağı, bu toplantılarda ortaya çıkacaktır. Ve bu süreç böyle değerlendirilebildiği ölçüde yukarıda konferansın ilk iki toplantısı için sözü edilen olumsuzluklar aşılabilecektir.
Elbette ki, bu çalışmaların daha somut uluslararası planda başlatılabilmesi için, çok vakit geçirilmeden konferansın üçüncü toplantısının gündeminin de belirlenmesi önemlidir. Ama en önemlisinin, konferansın amaç ve kararlarının sınıf tabanında yayılması, toplantıya hazırlık sürecinin, en geniş işçi ve sendika çevrelerini içine çekecek biçimde, öyle bir iki toplantıyla sınırlı kalmayacak tarzda yürütülmesidir. Başlangıç noktası bu olursa, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz tüm zaaflar ikincil ve aşılması kolaylaşmış zaaflar derekesine düşecektir.
Uluslararası Sendikal Konferans’ın iki toplantısı, üçüncüsünün daha kapsayıcı ve daha işlevsel olarak toplanabileceğini göstermiştir. Dahası, bu konferansın uluslararası işçi sınıfı hareketinin mücadelesinde son derece önemli bir dayanak görevi görmeye aday olduğunu göstermiştir. Görevlerimizi bu temel iki yaklaşım üstünden belirlediğimiz ve yerine getirdiğimiz ölçüde üstümüze düşeni yapmış oluruz. Daha azına da razı olmamak gerekir.

Kasım 2000

Atina’da üçüncü uluslararası sendikal konferans

Uluslararası Sendikal Konferans’ın üçüncüsü, 1–2 Haziran 2002 günleri Atina’da toplandı.
Konferansa 16 ülkeden 250 dolayında delege katıldı. İki gün boyunca çeşitli ülkelerden 78 delege, gündemle ilgili söz alıp konuştu.
Konferans; uluslararası sendikal hareketin başlıca sorunlarını tartışırken, bu sorunların aşılması için neler yapılması gerektiğini ayrıntılı olarak ele aldı.
Konferansa, üç ayrı ülkenin delegeleri tarafından üç bildirge(1) sunuldu. Bu genel bildirgeler dışında, “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği” ile ilgili bir bildirge de ayrıca, Türkiye delegasyonundan, İşçi Sağlığı ve Iş Güvenliği Uzmanı Dr. Celal Emiroğlu tarafından sunuldu.
Konferans’ın üçüncü toplantısının temel belgeleri olarak sunulan üç bildirge şöyle:
1. Bildirge; Türkiyeli konferans delegeleri tarafından sunulan, “Sendikalar ve sendikal mücadelenin geleceği üzerine” başlıklı bildirgeydi. Bildirge, sendikal hareketin bugün üstünde yükseldiği zemini tanımlayarak; sendikal hareketin içinde bulunduğu kaostan çıkması için yöneleceği temel hedefleri ortaya koyuyordu. Bildirge, bu temel hedeflerden birincisini; işçi yığınlarının yeniden sendikal mücadelenin ana gücü olarak sahneye çıkmasını teşvik eden bir işyeri örgütlenmesi ve işçilerin en temel haklarının savunulup geliştirilmesi temelinde bir mücadele olarak tarif ederken, ikinci hedef olarak da, sendikaların politikleşerek; sınıfın çıkarları temelinde bir politik mücadeleye yönelmelerini işaret etmektedir.
2. Bildirge; İtalyan konferans delegelerinin sunduğu; “Avrupa işçilerinin temel mücadele cephesi” başlıklı bildirgeydi. Bu bildirge; özelleştirme, esnek çalışma, uluslararası rekabet, istihdam politikaları, ücretlerdeki sürekli düşüş eğilimi gibi işçinin günlük yaşamına dolaysız etkide bulunan gelişmeleri yorumlayarak, bu gelişmelerin sendikal harekete getirdiği yükümlülükleri tartışan bildirgeydi.
3. Bildirge; Belçika delegasyonu adına, Jef Bruynseels tarafından kaleme alınan “Terörizme karşı mücadele gerekçesiyle, tırmandırılan emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadele üzerine” adlı bildirgeydi. Avrupa’da ve dünyada militarizmin, askerileşmenin ve silahlanmanın yükselişine dikkat çeken bildirge, bu gelişmelerin işçi hareketi ve sendikal harekete getirdiği yeni sorumluluklar ve mücadele imkânlarını irdelemekteydi.
Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki; Özgürlük Dünyası okurları için, bu bildirgelerin bazı kavramları kullanış biçimi ve olup biteni değerlendirmeleri pek anlaşılır olmayacaktır. Bu da gayet doğaldır. Çünkü bu sendikal çevrelerin pek çoğu, mücadeleci bir sendikacılık, işçi sınıfının sermaye karşısında bugünkü mevzilenişi bakımından ortak hedeflerde asgari düzeyde de olsa birleşmektedirler. Ama bu sendikal çevreler; politik ve ideolojik bakımdan aynı platformda değillerdir. Ve kuşkusuz; sendikal platform içindeki ilişkiler geliştiği ve daha da önemlisi uluslararası işçi sınıfı hareketi ilerleyip eylem ve dayanışma fikri gelişip ortaklaştığı ölçüde, bu sendikal çevreler arasında ortaklaşılan amaç ve ilkeler çoğalacaktır. Ama bugün henüz bu yolun başında bulunulmaktadır. Bu yüzden bildirgelerde kavramların kullanılışı ve içeriklerinin farklı olması, orada öne sürülen önerilerin bazılarının Özgürlük Dünyası okurları ve Türkiye’nin mücadeleci sendikacıları için çok anlamlı olamaması da gayet doğaldır. Bildirgeleri okuyup değerlendirirken bu kaçınılmaz farklılıkları gözden uzak tutmamak gerekir.

SENDİKAL HAREKETTE KONFERANSLAR DÖNEMİ
Uluslararası Sendikal Konferans’a katılan Türkiye delegasyonunun “bildirgesi”nde de ayrıntılı olarak ele alındığı gibi; 1990’lı yıllar, geleneksel, reformcu, uzlaşmacı sendikacılığın çöküşünün herkesçe görülebilir hale geldiği yıllar oldular. Bu nedenledir ki, “Son 10–12 yıl içinde sendikal hareket içinde ve çeşitli siyasi çevrelerde, ‘Sendikalar nereye gidiyor?’ sorusu, en çok sorulan soru olmuştur” dersek bir abartı yapmamış oluruz.
Ve bu yıllar boyunca, bu sorun etrafında; kimi zaman sendikal bürokrasinin, kimi zaman burjuva liberal çevrelerin, kimi zaman sendikaların bu hale düşmesinden “üzülen” “siyaset çevreleri”nin, aydınların düzenlediği pek çok panel, konferans, sempozyum gibi toplantılar yapıldı; bu toplantılarda “yeni tezler” öne sürülüp, “sendikaların nereye gittiği”ne dair “nihai açıklamalar” getiren broşürler, kitaplar yazıldı. Kimisi bu gidişattan “işçi sınıfının artık sınıf olarak öneminin kalmadığı, robotların çağının başladığı”, kimisi “sendikaların sınıf örgütü olarak bittiği ama sivil toplum örgütlerine dönüşerek yeniden güçleneceği” vs. türünden sonuçlar çıkardı, bu yönde tezler öne sürdü.
Ancak; her biri ortaya atıldığında çağın “yeni” ve “eksiksiz” birer tanımlaması gibi görülen bu ve benzer tezlerin ömrü sadece birkaç yıl sürdü. Özellikle de 90’ların ortasında, işçilerin, en gelişmiş ülkeler de dâhil yeniden sahneye çıkar gibi olmasıyla, bu tezler, daha üstünde fazlaca tartışılmadan bir köşeye atıldı; daha yazılırken moda olan kitaplar birdenbire demode oldu, çağ üzerine ultra-Marksist açıklamalar ortalıktan çekildi. Ve bu yeni tezlerin hızla itibar yitirmesine paralel olarak da, çeşitli; ulusal, daha çok da başlarına “uluslararası” takısı getirilen “konferans” toplantıları ortaya çıktı. Başlıca işçi merkezlerinde ortaya çıkan bu konferans girişimlerinin ortak özelliği; sendikal hareketin sorunlarına çözüm aramaktı. Ortaya çıkan bu konferansların bir diğer ortak özelliği de; “sınıfı yok sayan” değil, en azından söylemde varlığını ve etkinliğini kabul eden bir çizgiye sahip olmalarıydı. Bu konferansların önemli bir bölümü; belki tam da; “işçi sınıfı artık tarihe mal olmuş bir sınıftır” demeye hazırlanan Troçkist, liberal sosyalist, eski Marksist çevrelerin de içinde olduğu çeşitli aydın, işçi, sendikacı çevrelerce toplandı. Ve pek çoğu; büyük iddialarla, kendisini “tarihi yeniden başlatacak girişim” olarak tanımlayan; yenisinin çok daha geniş çevreleri temsil eden sendikacılarca yapılacağını ilan eden bildiriler yayınladı. Kimisi, birkaç oturumluk tartışmalarla tamamlandı.
Özellikle Avrupa ve Latin Amerika merkezli olarak (ABD gibi, bu tür işçi etkinliklerine kapalı bir ülkede bile pek çok konferans vb. toplantılar düzenlendi.) birçok “uluslararası” ve “sendikal” konferans toplandı. Bu konferansların hemen hepsinin ortak konusunu; “Sendikalar nereye gidiyor ve içinden bulunulan sorunlar nasıl aşılacak” sorusuna yanıt arayışı oluşturdu.

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS SAĞLAM BİR TEMELE SAHİP
Kısacası şu söylenebilir ki; “1990’ların son birkaç yılı dünyada bir sendikal konferanslar dönemiydi” denecek kadar çok sendikal konferansa sahne oldu.
Ve tahmin edilebileceği gibi; bu konferansların pek çoğu, hamasi hedefler ilan eden sonuç bildirgeleri ile ve yeniden toplanmak niyetini de ifade ettiler.
Türkiye’de, Ören’de, Mayıs 1999’da toplanan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı; işte böyle bir ortamda, bir yandan, “tarihin sonu geldi” yaygaralarının biraz geriye itilse de alttan alta, sinsice ama yıkıcılığı daha artmış olarak sürdüğü ve Avrupa merkezli ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkede; farklı ülkelerden işçilerin benzer taleplerle bir hareketlenme içinde olduğu koşullarda, yukarıda sözü edilen çok sayıdaki konferansları da harekete geçiren etkenler altında toplandı. Ve sadece; ilki 1999 Mayıs’ında Türkiye’de Ören’de, ikincisi 2000 Eylül’ünde Fransa’da Annecy’de yapılan “Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı” bir süreklilik kazanarak; üçüncü toplantısını Atina’da yapmış bulunuyor.
Geçen süreye bakıldığında, Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na sağlam bir temel ve devamlılık sağlayan iki önemli dayanağın olduğu görülür. Bu dayanakların başında; bu konferansın toplanmasında inisiyatif gösterenlerin; aktif olarak sendikacılık yapan mücadeleci sendikacılar(2) olması gelir.
Dünya işçi sınıfının ve sendikaların tümü düşünüldüğünde; az sayıda sendikayı ve ülkeyi temsil eden bu sendikacılar; dünyanın bugünkü koşullarında azımsanmayacak bir işçi kesimini temsil etmektedirler. Sendikacıların bu temsili ve kendi ülkelerindeki işçilere karşı sorumlulukları, Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na süreklilik kazandıran bir unsur olmuştur. Ve böylece; konferans toplantılarının öncesi ve sonrası çalışmalarla Konferans, işçi hareketinin sorunları üstünde tartışan, bunu hareketin bir ihtiyacı olarak yapmaya yönelen bir organizasyon olmuştur.
Nitekim, Atina konferansı sırasında da konferansın bu niteliğine sıkça vurgu yapılarak; konferans öncesi çalışmaların konferansın temsil niteliğini artırdığı, onu sınıfın gerçek sorunlarıyla daha içli dışlı hale getirdiğine dikkat çekilerek, pek çok delege tarafından, önümüzdeki yıllarda bu çalışmalara daha da önem verilmesi istenmiştir.(3) Ve geçen süre içinde görülmüştür ki; konferansta yapılan tartışmaların bu türden toplantı ve etkinlikler yoluyla yayılması, konferansa çeşitli işçi çevrelerinin önerileri ve görüşleriyle gelinmesi; sadece tartışılan fikirlerin yaygınlaşması bakımından değil, konferansta gerçekten sınıfın daha geniş kesimlerinin temsil edilmesi bakımından da önemlidir. Çünkü pek açıktır ki; “sendikal konferans” denilerek ifade edilen şey iki günlük toplantı olarak ele alınırsa, orada sadece bir fikir alışverişi yapmış; aralarında bir fikir birliği sağlama gayretine düşmüş birkaç yüz kişinin faaliyetine indirgenmiş olur. Ama bu iki günlük faaliyet, toplantı öncesi aylarda çeşitli işçi çevrelerinin faaliyetlerinin toplamı olarak ele alınır ve konferans bu çalışmaların bir devamı olarak gerçekleşebilirse, o zaman toplantıya katılan çevrelerden çok daha geniş kesimlerin temsil edildiği gerçek bir sınıf hareketi aracına dönüşür. Ve bu isteğin hemen tüm delegasyonlar tarafından ifade edilmiş olması; Uluslararası Sendikal Konferans’ın sınıf duygusunun, kendi zeminini sağlamlaştırma gayretinin bir ifadesi olduğu kadar, kendisini kalıcı yapan etkendir de.
Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansının sürekliliğinin diğer bir dayanağı ise, bu konferansa katılan sendikal çevrelerin omurgasını, sınıf mücadelesi kaygısı duyan; hareketin bugünü ve yarını arasında bağ kuracak, sınıfın uzak amaçlarına da bağlanmış politikleşmiş sendikal çevrelerin (sınıf sendikacılığı fikrinde birleşmiş) oluşturmuş olmasıdır. Bu durum hem konferansın istikrarına hem de sorunları ele alış düzeyine önemli katkılarda bulunmaktadır.
Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı 3. toplantısını da yaparak ve sendikal hareketin gerçek sorunları üstünde tartıştığını, bundan sonra da hareketin bir ihtiyacı olduğunu göstererek devamlılığını kanıtlamıştır; ancak bunlar, her şeyin “mükemmel” gittiğini de göstermemektedir.
Nitekim konferans sırasındaki tartışmalarda, hemen her ülkeden delegelerin ifade ettiği gibi, konferansın birer birer ülkelerde yaygınlaştırılması istenmiş; bu konferansa katılacak pozisyonda çok sayıda işçi çevresinin, mücadeleci sendikacıların katılımı için yeterli çabanın gösterilmediği eleştirilmiş (ya da özeleştiri olarak ifade edilmiştir), bundan böyle konferansa katılabilecek her çevrenin katılımı için çaba harcanması gerektiği genel bir kabul görmüştür.
Kuşkusuz, birer birer ülkeler bazında görülen bu darlık, daha çok ülkenin katılımı konusunda da vardır. Bu konu da konferans sırasında ele alınmış, özellikle son konferansta Afrika ve Latin Amerika’dan delegeler olmamasına dikkat çekilmiştir. Yine bu çerçevede konferansın “Avrupa merkezli mi”, yoksa tüm dünya sendikacılarına açık mı olacağı da gündeme gelmiş; ama ilk başladığı gibi, tüm dünyanın sendikacılarına, sendikal çevrelerine açık olan bir konferans olarak devamına karar verilmiştir. Bu çerçevede konferansın adının “Avrupa Sendikal Konferansı” olarak değiştirilme istemi de kabul görmemiş; “Uluslararası Sendikal Konferans” adıyla devamına karar verilmiştir.
Kuşkusuz ki; Uluslararası Sendikal Konferans, sendikal hareketin taşıdığı sorunlarla boğuşmak durumundadır ve bu sorunlar ona da şu veya bu ölçüde yansımaktadır. Yansımazsa bir terslik vardır zaten. Ve bu sorunlar; “şu çevre varsa ben yokum”, “dar ama sağlam sendikacılarla birlik olma”dan konferansı günlük polemiklerin aracı olarak değerlendirme eğilimlerine kadar varabilmektedir. Bunların, sendikal hareketin sorunlarının devasa boyutları karşısında olmaması gereken, ama aynı zamanda da, sendikal hareketin dağınıklığı ve geleneksel sorunlarının bir devamı olarak, kaçınılmayacak sorunlar olduğu da bir gerçektir.
Ancak bu ve ayrıntıya inildiğinde karşılaşılabilecek daha pek çok benzer soruna karşın, Uluslararası Sendikal Konferans, giderek sorunları daha derinlemesine tartışan ve daha geniş işçi kesimlerini temsil eden, bütün bunlardan da önemlisi, Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden sendikacıların ve işçi temsilcilerinin giderek önemini daha derinden hissederek katıldıkları bir konferans olarak şekillenmektedir.
Şöyle ki; Ören, hatta Annecy Konferansı sırasında, merkezi Avrupa ülkelerinden sendikacılar, bu konferansı, Türkiye, Latin Amerika, Balkan ülkeleri, Asya ve Afrika ülkelerinden işçilerin sorunlarının tartışıldığı, kendilerini de bu ülkelerdeki sendikalara ve işçi hareketine destek için katıldıkları bir konferans gibi görmekteyken, Atina Konferansı’nda, sorunun kendi sorunları da olduğuna özel olarak vurgu yapmışlardır. Vurgu yapmayanların ses tonlarından, kürsüdeki mimiklerinden bile artık kendilerinin de sorunlarından söz ettikleri hissedilmiştir. Bunun, kuşkusuz ki; konferansın bundan sonraki yıllarda, hem bu ülkelerden katılımı artırıcı hem de sorunları ele alış düzeyini yükseltici bir etken olacağından kuşku duyulamaz.
Her üç konferansı da yakından izlemiş birisi olarak şunu belirtebilirim ki; Atina’da ilk (Ören) Konferans’ın coşkusu, heyecanı yoktu (elbette bu anlaşılır bir şeydir), ama ilk konferanstan beri, sorunları ele alışta; ele alınan sorunların niteliğinde ciddi bir ilerleme olduğu da bir gerçektir. En başta da gelişmiş ülkelerin delegelerinin sorunları kendi sorunları olarak almaya başlamaları, yanı sıra genel ve siyasi sorunlardan öte sendikal hareketin nesnel durumu üzerine yapılan analizler ve bunlardan çıkarılan sonuçlar; getirilen öneriler, (yayınladığımız bildirgelerde okuyucunun fark edeceği sorunlara karşın) konferansın giderek sendikal hareket içinde, aynı zamanda fikri bakımdan da bir ağırlık oluşturacağının işaretlerini taşımaktadır.
Elbette ki, bu konferansın “sonuç bildirgesi”(4) ve yukarıda sözü edilen temel metinleri üstünden değerlendirmeler yapılacak; konferansta söylenenlerin, ortaya konan görevlerin anlamı ve içeriği irdelenecektir. Nitekim bu girişimlerin çeşitli illerde yapılmaya başlandığını da biliyoruz. Ama bütün bunların, aslında “konferansın 4. toplantısı” için bir hazırlık anlamına geldiği bilinciyle yapılması önemlidir. Ve işçiler; uluslararası işçi hareketinin, sendikal hareketin sorumluluğu bilinciyle bu değerlendirmeleri yaptıkları, buradan kendilerine görevler çıkardıkları ve ortaya çıkan deneylerini sonuçlarını konferansın dördüncü toplantısına götürecekleri düşüncesiyle bu çalışmalara katıldıkları ölçüde; çalışmalar işçi hareketi içinde gerçek yerine oturacaktır.

Dipnotlar
(1) Bu bildirgelerden; Türkiye, İtalya ve Belçika delegasyonu tarafından sunulan bildirgelerin tam metinlerini Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında “Konferans Belgeleri” olarak yayımlıyoruz.

(2) Uluslararası Sendikal Konferans’ın Fransa’daki toplantısına katılan bir Avrupa ülkesinden sendikacılar; bunu, “Biz Avrupa’daki pek çok sendikal konferansa katıldık, ama hiçbirinde böyle gerçek sendikacıların katıldığı ve sorunların böyle sınıf duygusuyla ele alındığı bir nitelik yoktu” diye açıkça ifade etmişlerdi.

(3) Türkiye delegasyonu, Atina Konferansı öncesi ve sonrasında yaptığı değerlendirmelerde; bu soruna dikkat çekerek, bu konferans öncesi çalışmaların yeterince yapılmamış olması konusunda kendisini eleştirmiştir. Dahası, çeşitli işçi ve kamu emekçileri çevrelerinden de, konferans öncesi çalışmaların yetersizliği, hatta kendi katılımlarının da bu çalışmaların doğru yapılmamış olması nedeniyle yetersiz kaldığı konusunda görüşler ifade edilmiştir.

(4) Konferans’ın “sonuç bildirgesi” metni henüz elimize ulaşmadığı için Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında Konferans Sonuç Bildirgesi’ni, konferansın belgeleri arasında yayımlayamadık.

‘Demokratikleşme paketi’ AKP hükümeti’nin özgürlük anlayışının belgesidir

Haftalar boyunca büyük bir gizlilik içinde hazırlandı.”Herkesin şaşıracağı sürprizler”, “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi”, “sessiz devrim mahiyetinde bir paket”, “herkesin şaşıracağı sürprizler olacak” … gibi spekülasyona açık ve merak artırıcı nitelemelerle propaganda edildi.
Sermaye basınının “bağımsız” kesimleri de yandaş basını aratmayacak övgülerle karşıladılar bu adına “demokratikleşme paketi” denilen paketi; içindeki birkaç rüşvet maddesini abartıp öne çıkardılar; “kamu çalışanlarına türban serbestisi” gibi Hükümet’in muhafazakar toplum oluşturma planının bir parçası olan girişimi kadınlara tanınan bir özgürlük olarak çarpıtarak AKP Hükümeti’ne övgüler yapmanın vesilesi yaptılar.
“Yetmez ama evet”çiler, yine, eskisi kadar şevkle olmasa da, pakette bir keramet keşfetmek için kılı kırk yaran değerlendirmelerde bulundular. Hükümetin “kırt katır kırk satır seçeneğinden de beter”, “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçeneklerini “seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesi” ya da “sıfırlanması” olarak propaganda ettiler.
Ancak bu “paket”ten, ülkede demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarının az çok genişletilmesini “samimi” olarak bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bu pakette önceki paketlerdeki kadar bile özgürlükler açısından “kazanım” sayılacak bir şey yoktu. Bu yüzden de ülkenin ihtiyacı olan özgürlüklerin ne olduğunu, demokratikleşmenin hangi yollardan geçerek ilerleyeceğini bilenler için pakette hiçbir sürpriz yoktu. Çünkü bu Hükümet’in ne geldiği siyasi geleneğin demokrasi kültürü, ne bugün arkasında birleşmiş olan güçler, ne de iç ve dış koşulların oluşturduğu iklim, ondan bir gerçek demokratikleşme, özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusunda ciddi bir adım beklemeye olanak tanımıyordu. Dahası, böyle hükümetlerin az çok demokratik adımlar atması için demokrasi güçlerinin baskısı da yetersizdi. Onun için de Hükümet’ten “demokratikleşme adımı” beklentisi olanlar, bu paketle ilgili “dağ fare bile doğurmadı” içerikli değerlendirmeler yapmak zorunda kaldı.
Bunu fark ettiği için de, Başbakan Erdoğan, daha paketi açıklarken, bu paketin demokratikleşme adımlarında bir son değil “sürecin bu aşamasında ülkenin ihtiyacı” olanın bu olduğunu, zamanı gelince başka paketlerin de çıkarılacağını söyleyerek, “dağ fare bile doğurmadı!” eleştirilerinin önünü kesmeyi amaçladı.
Kısacası demokratikleşme paketi; Temmuz ayının ortalarından başlayarak 30 Eylül’e kadar “içinde ne olacak, ne olması gerekir?” gibi sorular etrafında tartışıldı. 30 Eylül’den beri de, paketin içinden çıkanların özgürlüklerle ilişkisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ihtiyacının özgürlüklerin nasıl ve hangi doğrultuda genişletilmesini gerektirdiği tartışması sürüyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma, bir yandan “tıkanma” alametleri ortaya çıkan “barış süreci” ve bu sürecin ilerlemesinin gereği “Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi tartışmaları”, öte yandan da yerel seçim sürecinde AKP Hükümeti tarafından seçimde halk yığınların kafasını karıştırmak için malzeme olarak kullanılacak olması bakımından gündemdeki yerini koruyacaktır.

‘PAKET’Çİ ZİHNİYET DEMOKRASİ FİKRİYLE TEMELDEN ÇELİŞİR!

“Paketin içinde ne olduğu” bir yanıyla önemlidir; ama bundan da önemlisi demokrasi anlayışıdır. Çünkü özgürlüklerin kazanılması mücadelesi anlayışı, kapalı kapılar arkasında, kimi bürokratlar ve siyasi bir partinin “bu işlerden anlayan adamları” tarafından oluşturulan “demokratikleşme paketleriyle” özgürlük getirileceği tutumuyla temelden çelişiktir. Bu gerçeği, bu süreçte bu paketin içindeki maddelerin kamuoyunda tartışılıyor olması ve Meclis’ten geçirilmesi de değiştirmez.
Çünkü demokrasi yasaların orasında burasında özgürlüklerin serpiştirildiği bir yönetim biçim değildir. Tersine demokrasi, vatandaşların ülke yönetimine bir biçimde katıldıkları, yasaların oluşturulmasında sorumluk ve rol üslendikleri bir yönetim biçimidir. Bu anlayış ve demokrasinin az çok “halk yönetimine yaklaşan” bu biçimi, burjuvazi iktidarını sağlamlaştırıp kendi yönetim biçimini kurumlaştırırken büyük ölçüde ortadan kaldırsa, demokrasiyi güdükleştirse de, halkın demokratik kazanımları diyebileceğimiz, grev hakkı, sendikalaşma ve sınıf olarak örgütlenme hakkı, gösteri hakkı, basın ve ifade özgürlüğü hakkı, inanç özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı, etnik ayrıcalıklar son verilmesi,… gibi kazanımlar yeni düzenin anayasasında, yasalarında fiili uygulamaları içinde sürmüştür. O gelişmiş ülkelerdeki demokrasiyi demokrasi yapan da, bu kazanımların az çok anlamlı biçimde yaşamaya devam etmesi olmuştur.
Evet, Batı demokrasilerinin kökleri burjuva devrimlerine dayanır; ama demokrasinin halk yığınları ve işçi sınıfının yararlanabileceği normlara ulaşması doğrudan işçi sınıfının ve halkların bütün 18-19 ve 20. yüzyıl boyunca süren demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin ürünü olmuştur. Öyle ki, Türkiye gibi ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrası çok partili rejimlere geçilmesi, sendikal örgütlenmenin kısmen de olsa serbestleşmesi ve sendikaların kurulmasına izin verilmesi, insan hakları ve çeşitli demokratik normların şeklen de olsa yasa ve anayasalara girmesi,… o dönemlerdeki hükümetlerin ve devlet adamlarının gönlü bolluğunun değil, kapitalizmin sosyalizm karşısında kendi mevzilerini sağlamlaştırmak, sosyalizmin baskısını azaltmak için uluslararası planda işçi sınıfı ve halklara vermek zorunda kaldığı tavizlerdendir. Yani Türkiye’de çok partili rejime geçiş, insan hakları ve demokrasi tartışmalarının kerameti, ne İnönü’nün bir gün kalkıp “artık demokrasiye geçelim” demesinde, ne de Menderes’in büyük bir demokrasi kahramanı olmasındadır. Tersine İnönü de Menderes de aynı siyasi kültürden gelmiş, aynı ölçüde demokrasi kültüründen yoksun ve aynı gerici sınıfların belki sadece farklı fraksiyonlarının sözcüleri olan politik figürlerdir. Onlar sosyalizm ve kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki dünya ölçüsündeki büyük mücadelenin yol açtığı dönüşümde kendilerine rol bulmuşlardır. Hepsi o kadar!
Ama gerçekte en gelişmiş diye tanıdığımız ülkelerde bile demokratik haklar ancak mücadeleye elde edilmiş, kazanılan haklar çoğu zaman, büyük altüst oluşlar, büyük devrimlerin arkasından egemenler tarafından tanınmak, anayasalara geçirilmek zorunda kalınmıştır. Başka bir söyleyişle, demokrasinin gelişmesi ve demokratik hakların halk yığınları tarafından kullanılır olmasının en ileri durumları, yığınların mücadele içinde oldukları ve ülkeleriyle ve kendilerinin kaderlerinde söz sahibi olmak üzere ileri atıldıkları dönemlerde olmuştur. 1917 Şubat Devrimi’nden sonra yazdığı bir makalede Lenin, Şubat Devrimi’yle birlikte Avrupa’nın en gerici ülkesi olan Rusya’nın iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi haline geldiğine işaret eder. Bunun ölçütü olarak da, Lenin, yasa ve anayasaları, seçimleri,… değil işçilerin, köylülerin ve askerlerin kendi talepleri etrafında serbestçe örgütleniyor olması, kendi matbaalarını kurup kendi basınlarını çıkarıyor olması, taleplerini dile getirmek için gösteri hakkını serbestçe kullanıyor olmalarını ve nihayet İşçi ve Köylü Sovyetleri’nin yasada ve anayasada hiç yeri olmamasına karşın fiilen “ikinci bir Meclis” gibi çalışıyor olmasını gösterir. Yani Rusya’nın otokratik döneminin yasalarında resmen değişim olmamıştır, işçilere, halka yeni haklar tanıyan bin anayasa da yoktur, ama gerici Rusya iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi olmuştur!
Bunu, aslında, bütün devrim dönemleri için söyleyebiliriz. Ya da bırakalım devrim dönemlerini, halk yığınlarının kendi talepleri için mücadeleye atıldığı her dönemde yasalarda ne yazarsa yazsın, özgürlüklerin alanı genişler; anayasanın, yasaların, hükümetin, yetkili makamların ne dediğini kimse umursamaz olur.
Burada elbette hakların anayasaya, yasalara geçmesi önemsizdir denmiyor. Ama bu hakların elde edilmesi mücadelesinin, halk yığınları tarafından benimsenmiş olmasının, onların öneminin farkına varılmış olması için mücadelenin önemine dikkat çekilmek isteniyor.
Nitekim AKP Hükümeti ile özgürlüklerin genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesin isteyen halk kesimleri arasındaki çatışma noktası da buradadır.

‘ ‘ÜSTTENCİLİK’ PAKETİN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞININ ANA KARAKTERİDİR
AKP Hükümeti ve onun ideologları, Kemalistleri ve devrimcileri “üsttenci”, “halkın isteklerini umursamayan”, halkın değerlerini ayak altına alanlar olarak gösterip, kendilerini de “gecekonduya girerken ayakkabısını çıkarıp girenler”, gelenek ve göreneğe saygılı, halkın isteklerine duyarlı, “üsttenciliğe”, “buyuruculuğa” karşı kişiler olarak göstermekten çok hoşlanırlar.
Ancak AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden beri meydanlarda “halkın efendisi değil hizmetkarıyız” söylemine hiç ara vermediği halde, geçekte tamamen üsttenci bir tutumla, özgürlükler, yasaların düzenlenmesi, kentsel dönüşüm, çevrenin korunması,…  gibi konularda halkın ne dediğini, ne istediğini umursamayan, tamamen üsttenci, buyurucu, hatta kendi bakanlarını da çoğu zaman bir tarafa iten “Başbakanın ağzından çıkanı yasa kabul eden” bir politika tarzı benimsemiştir.
En son “demokratikleşme paketi” bu üstenci tutumun hem meyvesi, hem de zirvesidir. Çünkü AKP Hükümeti “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi” dediği bu paketi, halktan büyük bir itina ile saklayarak hazırlamıştır. Yıllardır özgürlükler için mücadele eden Kürtlerin, Alevilerin, bu ülkenin aydınlarının, demokratlarının, ilerici devrimci güçlerinin onlarca yıldır uğruna mücadele ettikleri özgürlükleri ve demokrasi taleplerini hiç umursamadan, kendi partisinin ihtiyaçlarını gözeten bir “düzenlemeler paketi” hazırlayarak adına da “demokratikleşme paketi” demiştir.
Kuşkusuz ki paket, bu hayliyle en iyimser nitelemeyle, demokrasiyi; halkın iradesini 4-5 yılda bir yapılan seçimlere, bu süre içinde de Meclis’te çoğunluğu ele geçiren Hükümet’in ülkeyi keyfince yönetmesine indirgeyen AKP ve hükümetinin demokrasi anlayışının ifadesi olmuştur.
Demokrasi kavramının tarihsellik içindeki oluşumu dikkate alınarak, demokrasi, en popüler biçimiyle, “halkın halk tarafından idare edildiği düzen” olarak tarif edilir. Burada da dayanak, köleler, yabancılar ve kadınlar dışındaki kentin bütün yetişkin nüfusunun oluşturduğu meclislerin kenti yönetmesi biçimindeki antik Yunan’ın “doğrudan demokrasisi”dir.
Nüfusun kalabalıklaşması, ülkelerin büyümesi, imparatorlukların oluşmasıyla “doğrudan demokrasi” fiilen gündemden kalkıp, doğrudan demokrasi anlayışı yerini temsil demokrasiye bırakırken, burada da ilke, bütün yöneticilerin, önemli devlet görevine gelenlerin halk tarafından seçilmesi ve yine halk tarafından görevden alınabilmesi esasının mümkün olduğunca korunması olmuştur. Daha doğrusu, demokratik normlar, şurada burada yazılı bir “norm olmayı” aşarak, bir yönetim tarzına dönüştüğü ölçüde temsili demokrasi de, her kademeden yöneticilerle milletvekillerinin halk tarafından seçilip halk tarafından görevden alınabildiği bir sitem olarak görülmüştür. Ancak şu da bir gerçek ki, burjuva dünyasında bu ilke ancak halk mücadelelerinin yükseldiği ve egemenlerin kendi iradelerini yeterince etkin göstermedikleri dönemlerde etkili olabilmiştir; bugün de bu ilke geçerlidir.
Erdoğan ve AKP’nin ideologları; zaten kendisi de demokratik normlar bakımından pek çok sorunla malul olan bu temsili demokrasi anlayışını, seçimden seçime halkın oy kullanmasına; barajlar, parti liderlerinin sultası, eşit olmayan seçim yarışı koşullarıyla,… halkın iradesinin Meclis’e yansımasının iyice daraltılmış olduğu “sandığa” indirgemektedir. Dolayısıyla seçildikleri süre içinde ülkeyi akıllarına geldiği gibi yönetme hakkını elde ettiklerini ve dört yıl dolmadan kendilerinin görevden çekilmesini istemenin bile “darbecilik”, “komploculuk” olduğunu (Gezi direnişçileri böyle suçlandı) iddia etmektedirler. Dahası, bunlara göre, yasaların, mahkeme kararlarının, hükümetin aldığı kararların denetlenmesi ve iptal edilmesi,… gibi gelişmiş her demokrasini olmazsa olmazı olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi bile halkın iradesini gölgelemektedir! Nitekim Başbakan Erdoğan, meydanlardan “o kuvvetler ayrılığı ilkesi var ya, o kuvvetler ayrılığı ilkesi, elimizi kolumuzu bağlıyor” diye yakınmaktadır.
Ve bu zihniyet, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diyenleri, (kuşkusuz ki darbeciler de böyle diyebilirler) de “Vay bunlar seçime karşı, sandığa karşı, demek ki darbe yoluyla iktidara gelmek istiyorlar” diye karalamaktadır.
Evet, elbette sandık olmadan, seçim olmadan demokrasi olmaz. Ama bir kere seçildi diye de, seçilmişlerin, bir dahaki seçime kadar mutlak bir sultan gibi ülkeyi kafasına göre idare etmesinin demokrasiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü, AKP ve Erdoğan’ın şikayet ettiği yargının “seçilmişler” ve hükümetler üstündeki denetimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gelişmesi, uzun halk mücadeleleri karşısında egemenlerin kendi iktidarlarının sınırlanmasını kabul etmek zorunda kalarak taviz vermelerinin bir ifadesidir. Ve bunlar, hem demokratik kazanımları egemenlerden koruyan, hem de demokrasinin geliştirilmesinde demokrasi güçleri için de dayanak teşkil eden kazanımlardır. Kuvvetler ayrılığı da bu açıdan önemlidir. Onun için de seçilen, “madem halk beni seçti, ben de istediğim gibi ülkeyi yönetirim” diyemez.
Demokrasilerin olmazsa olmazı seçilenin seçen tarafından görevden alınabilmesidir. Bunun için de süre vb. diye bir şey yoktur. Bir Meclis ve ona dayanan hükümet, yasal bakımdan dört yıllığına, beş yıllığına bile seçilse, halk indinde itibar kaybına uğramışsa, bu süre dolmadan da görevden alınabilir, bunu için halk yığınların çeşitli kesimleri gösteriler, mitingler, grevler vb. yoluyla görüşünü ifade edebilir, hükümeti istifaya çağırabilir. Nitekim en son Tunus’ta bu mekanizma işlemeye başlamış, AKP’nin “kardeş partisi” halkın çeşitli kesimleri ve sendikaların baskısıyla istifa etme kararı almıştır.
Burada demokratik olmayan bir şey yoktur. Tıpkı Gezi Direnişi’nde “hükümet istifa” talebini yükselmesinin hiçbir anti demokratik yanı olmadığı gibi.

‘GERÇEK BİR DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’ NEYİ İÇERİRDİ!
Eğer bu “demokratikleşeme paketi”ni hazırlayanlar, Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, Gezi direnişçilerinin, çevrecilerin, kadın yığınlarının, gençlerin, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin on yıllardır… çeşitli vesilelerle haykırdığı talepleri dikkate alsaydı, bu paket bir demokratikleşme adımı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Tersine Hükümet ve iktidar partisi, bütün bu istekleri, bütün bu uğrunda canlar verilmiş, cezaevlerinde yatılmış, işkencelere katlanılmış talepleri yok sayarak, kendilerince ve bu taleplerin de üstünü örterek, bu mücadeleleri karalayıp itibarsızlaştırmayı da amaçlayan bir propaganda eşliğinde bir “paket” düzenledi.
Bugün Türkiye’de şöyle bir yasalar elden geçirilirse, özgürlükleri sınırlayan, gerçekte bir işlevi olan olmayan, pek çok madde bulunabilir. Ve “demokratikleşme” adı verilen 15-20 maddelik paketler yapılırsa, onlarca paket çıkarılabilir. Bu Türkiye’nin halklarının ne istediği ve ülkenin nasıl bir demokratikleşmeye ihtiyacı olduğu dikkate alınmazsa, bu paketlerden her biri “büyük bir demokratikleşme adımı” olarak da ilan edilebilir.
Ama bu türden paketlerin çıkarılması Türkiye’de demokrasiye ne katar denirse; bu soruya verilecek yanıt, ne yazık ki; “Hemen hemen hiçbir şey”dir!
Şimdi AKP’nin “demokratikleşme paketi”nde olduğu gibi!
Kısacası, elbette bir ülkede zaman zaman anayasa ve yasalar değiştirilerek, yeni düzenlemeler yapılarak özgürlüklerin genişletilmesi, demokratik normların iyileştirilmesi konusunda adımlar atılabilir. Ancak bu düzenlemeler ülkenin demokratikleşmesine ve toplumun ilerlemesinin ihtiyaçlarına yanıt veriyorsa, anlamlıdır.
Ancak, bugün Türkiye toplumun ihtiyacıyla “büyük bir demokratikleşme hamlesi” olarak propaganda edilen paketin içeriği karşılaştırıldığında, Başbakanın dayandığı “bu son paket değildir. İhtiyaç duyulduğunda yeniler yapılır” tezini de çökertmektedir. Çünkü bu paketin Türkiye toplumunun bugün geldiği aşama ve demokratikleşmenin ilerlemesi için yapılması istenen düzenlemelerle bir ilgisi yoktur.
Çünkü bugün, Türkiye’de son çeyrek yüzyıldır süren mücadeleyi izleyenler bilmektedir ki, Türkiye toplumun demokratikleşmesi için üç önemli alanda ciddi düzenlemelere ihtiyaç vardır.
1-) Kürt sorununun çözülmesi için yapılması gereken “yol temizliğine” ilişkin, anadilde eğitim hakkından KCK tutuklularının serbest bırakılması ve Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılmasından KCK üye ve yöneticilerinin legal siyasete dönüşlerinin sağlanmasının önünü açılmasına,… ilişkin düzenlemeler. Çünkü Kürt halkı, kadını ve erkeği ile yaşlısı ve genciyle, öncesi bir yana, 30 yıldan beri her yolla ulusal hakları ve özgürlüğü için mücadele ediyor. Talepleri de çok açık. Ve gelişmeler, Kürt halkının taleplerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin anahtarı haline getirmiştir. Bu yüzden Kütlerin başlıca taleplerini içermeyen ve onların önünü açmayan bir “demokratikleşme paketi”, sadece boş değil, aynı zamanda oyalama ve mücadeleyi saptırma amaçlı pir paket olur.
2-) Bu paketin bir “demokratikleşme paketi” olması için, Alevilerin inanç özgürlüğünü de kapsayan, Cemevlerin ibadethane olarak kabul edilmesi ve devletin elini dinden dinin de devletten çekmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, zorunlu din derslerinin ve devletin din eğitimi vermesinin yasaklanması,… gerçek bir laisizm yoluna girilebilmesi için gerekli düzenlemeleri, en azından bu doğrultudaki kimi düzenlemeleri içermesi gerekirdi. Çünkü son çeyrek yüzyılın demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin en önemli dinamiklerinden birisi olarak Aleviler, çeşitli adlar altında örgütlenen Alevi örgütleri, bu doğrultudaki talepler için mücadele ediyorlar. Pek çok Alevi örgütü ve her vesileyle (mitingler, gösteriler, paneller,…) bu görüşleri dile getiriyorlar. Ancak Hükümet’in hazırladığı “demokratikleşme paketi”nde bu taleplerin kenarından bile geçilmezken, yeni hazırlandığı iddia edilen “Alevilere özel” pakette de bu taleplerin olmadığı, tersine Alevilerin küçük bir bölümü tarafından dile getirilen “dedelere maaş” ve ”Diyanet’te temsil”,… gibi Alevilerin mücadelesini Sünniliğin himayesinde bir Aleviliğe indirgeyen düzenlemelerle (Cemevlerin ibadet yeri olmasının kabulü bile yoktur pakette) Alevilerin mücadelesi bölünüp etkisizleştirilmek istenmektedir.
3-) Basın ve halkın haber alma özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasından Terörle Mücadele Yasası’nın ve özel yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına, Toplu Gösteri ve Yürüyüşler Yasası’nın yeniden düzenlemesinden seçim barajının kaldırılmasına, özel hayata müdahaleyi önleyecek düzenlemelerle azınlıkların haklarından emekçilerin örgütlenme ve mücadelelerinin (grev hakkının ve TİS hakkının kullanılmasını önündeki engellerin kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması) önündeki engellerin kaldırılmasına,… bireysel kolektif özgürlükler alanının genişletilmesidir. Ki bu talepler için bu ülkede 150 yıldan beri, aydınlar, devrimciler, demokratlar, kültür insanları, ilerici demokrat güçler, kısmen de olsa sendika ve emek örgütleri, sınıf partisi,… bu ülkenin demokrasi güçleri ağır bedeller ödemişlerdir ve 12 Eylül’den beri de bu güçler, demokratik bir Türkiye için mücadele etmekte, taleplerin de her vesileyle dile getirmektedirler. Ancak söz konusu “paket”, bu alanda yürütülen özgürlükler ve “Demokratik bir Türkiye” mücadelesini de görmezden gelmiş; bu paketi hazırlayanlar, Türkiye’nin demokratikleşmesinin başlıca taleplerinin rastlantıyla bile pakete sızmaması için özel bir çaba harcamıştır.
Onun içindir ki, bugün demokrasi mücadelesinin üç başlıca bileşenini ve bu üç başlıca alanda kesintisiz biçimde süren mücadelenin taleplerini görmeyen bir “demokratikleşme paketi”nin hiçbir kıymeti olmaz. Olamıyor da.

DEMOKRATİKLEŞMENİN DEĞİL MUHAFAZAKARLAŞMANIN BELGESİ BİR PAKET
Demokratikleşme belgesi olarak propaganda edilen “paket”, gerek içeriği gerekse de ana zihniyeti bakımından demokratik bir Türkiye’ye doğru değil “muhafazakar” bir toplum oluşturmaya destek vermek amacıyla hazırlanmıştır.
İçerik olarak pakette; Kürtçe alfabenin harfleri olan X, Q ve W’nin alfabeye alınmasa da kullanılmasını serbest bırakma, özel okullarda bakanlık izniyle de olsa Kürtçe öğretimin serbest bırakılması (aslında serbest değil sınırlı biçimde), memurlara siyasi partilere üye olma hakkı, köylerin ve kentlerin, Türkçe olmadığı için değiştirilmiş isimlerinin kaymakam, valiler ve hükümet tarafından “uygun görülmesi halinde geri verilmesi” gibi dört madde, “bu pakette yer alması iyi olmuş” denecek maddelerdir. Ama bunlar ötesinde, “kamu çalışanlarının türban takmasının serbest bırakılması”, seçim sisteminde mevcut sisteme karşı sunulan “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçenekleri, paketin asıl amacını göstermektedir. Yine Mor Gabriel Kilisesi’nin mallarının iadesinin de hiç ilgisinin olmadığı halde pakete konmasıyla, paketin “azınlıkları koruyan” bir amacı olduğu havası verilmek istenmiştir.
Çünkü paketteki on sekiz “başlığa” bakıldığında, Türkiye’nin demokratikleşmesi için değil, Hükümet’in “muhafazakarlaşma” amacına hizmet edecek biçimde, asıl olarak da AKP’nin seçmen tabanının duyguları ve isteklerine yanıt verecek biçimde düzenlediği anlaşılmaktadır. Ki, “nefret suçları”yla ilgili ilk bakışta olumlu denecek düzenlemenin de bu kadar detaylı ele alınmasıyla, aslında, dinin sosyal yaşama müdahalesinin, gelenek ve göreneğin, eleştirileri de kapsayacak biçimde, ifade özgürlüğünü tehdit eden bir Demokles Kılıcı olarak tasarlandığı görülmektedir.
AKP Hükümeti, paketin hazırlayıcıları ve iflah olmaz liberaller, buradaki amaçlarını gizlemek için bu paket sanki herkese özgürlük getiriyormuş gibi bir hava estirmektedirler. Öyle ki, mevcut sistemden daha kötü iki ayrı seçim sistemi önerilirken bile, en azından mevcudu korumayı esas almaktadır AKP Hükümeti. ”Bakın biz illa da yüzde 10 barajı olsun demiyoruz. Yüzde 10’u beğenmiyorsanız iki seçenek daha sunuyoruz. İsterseniz, yüzde 5 barajlı ‘daraltılmış bölge’, isterseniz yüzde sıfır barajlı ‘dar bölge’ seçim sitemini tercih edebilirsiniz” diyerek, “kırk katır mı kırk katır mı” seçeneğinden bile berbat “seçenekler” öne sürmektedir paket.

ÖZGÜRLÜK BAŞI BOŞLUK DEĞİLDİR VE GERİYE DOĞRU DA OLMAZ!
“Paket”e bakınca açıkça görülmektedir ki, AKP Hükümeti, her tür “serbestleşme”nin özgürlük olduğu yanılgısını kullanmaktadır.
Gerçekte ise her serbestilik özgürlük değildir.
“Serbestlik”, zamandan ve içinden geçilen koşullardan bağımsız olarak alındığında, “başıboşluk”tur. Ve “bu başıboşluk durumu” asılında özgürlük fikriyle de çelişir. Çünkü özgürlük, aynı zamanda toplumun ilerlemesinin önündeki engellerin kaldırılması ile oluşan ilerlemenin serbestleşmesi, bu serbestleşmenin bireyin hareket alanının da genişletmesi durumudur.
Şöyle ki;
Örneğin ulusların kaderlerin tayin hakkının anayasal bir hak haline gelmesiyle ülkedeki farklı etnik grupların özgürleşmesi, dolayısıyla etnik çatışmalara son verilmesiyle halkların kardeşleşmesinin önünün açılması, ezilen hakları ve milliyetleri baskı altında tutmanın gereği olarak uygulanan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri yapma özgürlüğü, kültür ve sanat hayatındaki sınırlamaların kaldırılması,… toplumsal bakımdan özgürlüklerin böyle genişlemesinin aynı zamanda bireylerin özgürlük alanını genişletmesi gibi.
Yine örneğin inanç özgürlüğünün sağlanması, farklı din ve mezhepler üstündeki baskıların kalkması ve bu baskıların gereği olan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bilimin ilerlemesi ve din ve gelenek-göreneğin eleştirisinin imkanlarını genişleteceği için, sosyal yaşamda olduğu kadar bilim ve kültür hayatında da özgürlüklerin sınırlarının genişlemesini getirir. Bu da, kaçınılmaz olarak bireylerin de özgürlük alanını genişletir.
Ya da işçilerin sınıf olarak örgütlenme hakların olması, onların birleşerek ve sermayeye karşı mücadele ederek, kendi haklarını genişletme imkanı getirirken, aynı zamanda birleşip kendi basınlarını kurma, dolayısıyla sınıf olarak ifade ve basın özgürlüklerini kullanmalarını, özgürlük sınırlarını genişletmelerini getirir. Ki, bu, aynı zamanda, ülkenin demokrasi yaşamında, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne işçiler ve emekçiler için de pratik bir değer kazandırır; ülkedeki temel özgürlüklerin alanını da son derece genişletir.
Liberallerin özgürlükle ilgili tutumunu kendileri için çok elverişli bulan sermaye partileri; özgürlükleri, bu büyük etnik gruplar, inanç çevreleri ve sınıfsal ihtiyaçlardan koparıp bireyin özgürlüğüne indirgeyerek, özgürlük mücadelesinin içini boşaltmakta, bireyin özgürlüğünü savunma adı altında aslında özgürlük mücadelesine karşı mücadelenin merkezleri olmaktadırlar.
Yukarıdaki örnekler çerçevesinde bakıldığında; Kürdün Kürt olmasına ve birey olarak Kürt olmanın gereğini yapmasına bir engel yoktur. Ama örgütlenme ve Kürt ulusal kimliğine dair haklarla ulusun kendi kaderine sahip olması gibi kolektif hakları olamadıkça ve bunun için mücadelenin serbest olmaması durumunda Kürt bireyin “her hakka sahip olması”nın bir kıymeti yoktur. Onun için de Kürt vali, Kürt vekil, –tek bir tane bile yoktur, ama– Kürt general olması, Kürdün Kürtçe konuşması, Kürtçe müzik yapması Kürtlerin özgür oldukları anlamına gelmez. Tıpkı bir Alevinin Alevi inancını gereğini yapmasının Alevilerin inanç özgürlüğüne sahip olduğu anlamına gelmediği, bunu ancak Alevilerin öteki inanç gruplarıyla eşitlendiği laik bir toplumda olabildiği gibi! Ya da tıpkı bir işçinin grev hakkına sahip olmasının grevin sınıfın hakkı olarak kullanılmadığında işçi için hiç bir anlama sahip olmaması gibi.
Kısacası özgürlükle “serbest olma” (başıboşluk) aynı şey değildir ve çoğu zaman da karşıttırlar.
Yoksa geriye doğru, toplumun daha geriye doğru savrulmasını amaçlayan serbestleşme talepleri, örneğin devrimci kazanımların ortadan kaldırılmasını isteme, faşizm propagandasının serbest olması, savaşı, saldırganlığın övme, işkencenin serbestleştirilmesini savunma, sömürünün önündeki engellerin kaldırılmasını istemeyi serbestleştirme…özgürlüklerin genişletilmesi değildir.
“Türban takma” da, eğer kendi başına bir kadının başını örtüp örtmemesi olsaydı, elbette üstünde bir tartışma bile olmazdı. İsteyen başını açar isteyen de örtebilirdi. Ancak gerçek bu kadar basit değildir. Çünkü kadının başının örtmesi sorunu ve onun bugünkü siyasi biçimi olarak türban, İslam’da kadının ikinci cinsliğinin, kadını eve hapseden zihniyetin, (ekonomik koşullar kadını evden fiziki olarak çıkarmaya yönelik işlevsel olsa da manevi bakımdan evde tutmanın) bir sembolü, dini siyasete alet eden siyasi odaklar tarafından kadınlara için tarif edilmiş bir üniformadır.
Burada çelişki, elbette geniş bir kadın kesim için “türban”ın “özgürlük talebi” gibi sunulmasından da öte, kadınların azımsanmayacak bir kitlesinin bunun bir özgürlük talebi olduğuna inandırılmış olmasıdır.
Bu yüzden de, kamuda ya da başka bir alanda türban ya da kadına bir üniforma giydirme dayatmasının bir “özgürlük seçeneği” gibi sunulması kabul edilmezdir.
Bu yüzdendir ki, türban takılmasına karşı çıkmak, bu dini sembolün kadınların üstünde taşınmasını bir hak, bir özgürlük alameti olarak sunulmasını eleştirmek önemlidir. Ama bundan, kadınların türban takmasının yasaklanmasının savunulmasını, şu ya da bu görevi yaparken türbanlı ya da başı açık kadınlar arasında ayırım yapma ya da tercihte bulunulmasının savunulması da aynı ölçüde kabul edilemezdir.
Bu gerçekler ışığında bakıldığında, “türban özgürlüğü”, böyle durumlarda sıkça örnek verildiği gibi, karanlığa doğru giden bir gemi üstündekilerin geminin arkasında doğru koştuklarında aydınlığa doğru koştukları sanmaları gibi bir aldatmacadır.
Bu pakette, yanıltıcı bir “özgürlük” de seçimlerle ilgilidir.
AKP Hükümeti’nin yıllardır gölgesinde keyif çattığı yüzde 10 barajının artık savunulacak bir yanı kalmadığı bir dönemde, “daha kötüsünü” seçenek olarak sunarak, bu paketle halka, siyasi partilere görünüşte “seçenekler” sunmaktadır.
Bu “demokratikleşme paketi”yle, Hükümet, yüzde 10 barajını düşürelim ya da kaldıralım demiyor; “ya yüzde 10 barajlı sistem sürsün ya da şu iki sistemden birini kabul edin, yüzde 10 barajdan kurtulun!” diyor. Sanki dünyada başka sistem yokmuş, sanki Türkiye’nin demokratik kamuoyu barajsız, partilerin yarışma koşullarının az çok eşitleneceği ve mümkün olduğu kadar az oyun heder olacağı, “milli bakiye” gibi sistemlerin üstünde tartışmıyormuş gibi. Böylece AKP, bir yandan “bakın ben dayatmıyorum. Özgürlük taraftarıyım. Size de seçenekler sunuyorum. Bu üç seçenekten istediğinizi seçin!” diyor. Hem de aslında yüzde 10’u dayatmakta ısrar ediyor. Çünkü diğer iki seçenek AKP dışındaki partiler için çok daha kötü seçenekler. Bu da, AKP ve hükümetinin özgürlük kavramını ne kadar içi boş bir kavrama dönüştürdüğü ve onun özgürlük ipine sarılanları nasıl daha berbat bir seçeneğe zorladığını göstermektedir. Seçim sitemleri “tercihi” dayatması da onun bu anlayışının tipik bir ifadesi olmuştur.

AMAÇ DEMOKRATİK DEĞİL, MUHAFAKAR TÜRKİYE
Burada akla “peki, bu AKP neden kendine pek bir maliyet de getirmeyecek demokratikleşme taleplerini kabul etmemektedir” sorusu akla gelebilir.
Bunun yanıtı çok açıktır. Çünkü AKP Hükümeti, Türkiye’nin başlıca sorunlarının çözülerek demokratik bir ülke olarak ilerlemesi amaçlı bir stratejiye sahip değildir. Onların temel hedefi, “muhafazakar bir Türkiye toplumu oluşturmak”, bu amaçla “dindar nesiller yetiştirilmesi”dir!
Böyle bir toplum da, dini değerlerin, gelenek ve göreneğin referanslarının egemen olduğu toplumdur ve bu toplumun ana yönelimi özgürlükten yana değil, gelenek ve göreneklere bağlılık, dini akitlere sadakat ve dini referansların tüm toplum hayatına ve bireyin gündelik yaşamına nüfuz etmesi doğrultusundadır.
Bu, yani “muhafazakar bir toplum oluşturma” ideali, özgürlüklerin alanını genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesiyle temelden çelişir. Bu yüzden de, AKP Hükümeti, demokrasi ve özgürlükten herkesten çok söz ederek liberal kesimleri yedekleyip, toplumun özgürlük talebini istismar etmekte, böylece de kendi amaçlarına adım adım varmak üzere, gerici manevralarını bu özgürlükçülük arkasına saklayabilmektedir. Bu durum, kendisine, görünüşte özgürlükçü, demokrasinin sınırlarının genişletmek için sürekli reformlar yapan bir hükümet görüntüsü sağlarken, gerçekte var olan özgürlüklerin sınırını bile daraltılması imkanını sağlamaktadır. Nitekim AKP Hükümeti, 11 yıllık iktidarı boyunca, görünüşte AB ve demokratik normlarına daha yaklaşıyor gibi görünürken (AB’nin son ilerleme raporunda bile Hükümet’in özgürlükleri genişletme çabası övülmekte), Türkiye’de cezaevleri siyasi tutuklularla doldurulmakta, basın davaları artmakta, azınlık inanç çevrelerinin, bilim, kültür yaşamı, medya ve gazetecilerini üstündeki baskı, yargıdaki partizanlık, sendikalaşma, TİS ve grev hakkının fiilen kullanılamaz hale getirilmesi,… doğrultusundaki kuşatma ve bireyin sosyal yaşamına yönelik baskılar görülmemiş biçimde artmaktadır.
Kısacası, AKP ve Hükümeti’nin “demokratikleşme” dediği adımlar, bir yandan toplumda bir hükmü kalmamış “yasakları” ortadan kaldırarak özgürlükçülük ve demokratlık taslamakken, öte yandan kendi amaçları doğrultusunda eğitimin organizasyonunun, üniversitelerin, bilim kültür ve sanat alanının kadrolaşma, din ve gelenek-göreneğin değerleriyle baskılanarak, muhafazakar toplum amacı için “dindar nesiller yetiştirme”nin aktif inşacıları haline getirilmeleri doğrultusunda hızlı adımlar atmak olarak şekillenmektedir. Onun içindir ki, toplumu gerçekten özgürleştirecek “anadilde eğitim”, Kürtlerin statüsünün tanınması”, gerçek bir laiklik ve inanç özgürlüğü, siyasetin, kültür, sanat ve bilim üstündeki baskı ve engellerin kaldırılması, emekçilerin örgütlenme ve mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması, basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması,… gibi özgürlükleri genişletecek ve Türkiye’nin demokratik normlarını yükseltecek anayasa ve yasal düzenlemelere AKP ve Hükümeti yanaşamaz, yanaşmamaktadır.
Çünkü o zaman kendi “muhafazakar toplum inşa” planını baltalamış olur.
Çünkü AKP ve geleneği demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi gibi bir siyasi kültüre, bir siyasi geleneğe sahip olmadığı gibi, tersine her tür özgürlük fikriyle çelişen bir hamura sahiptir.
Çünkü “muhafazakar toplum”, en masum haliyle bile özgürlüklerin değil biat etmenin, özgür vatandaşın değil kulluğun geçerli olduğu toplumdur.

DEMOKRATİKLEŞMENİN YOLU HALKLARIN ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA MÜCADELESİNDEN GEÇER
Bunu aşaman yolu ise, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının gerçek demokrasi talepleri uğruna vereceği çok boyutlu bir mücadeleden geçer. Ancak o zaman, AKP iktidardayken de gerçek özgürlükle ilgili talepler elde edilebilir. Aksi halde kapalı kapılar arkasında hazırlanan paketler sadece kamuoyunu aldatma ve bilincini karartma amaçlı düzenlemeler, özgürleşme ve demokratikleşme diye yutturulur. AKP Hükümeti de bu konuda çok ustalaşmıştır.
Bu yüzden de, AKP’ye ve Hükümeti’ne karşı mücadele sadece siyasi ve ekonomik taleplerle sınırlı değil, ideolojik alanı da kapsayan, onun muhafazakar toplum oluşturma girişimleri ve bu amacın felsefi-ideolojik dayanaklarına karşı da çok çetin bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’nin uzun yıllar içinde birikmiş mücadele deneyimi,  son yarım yüzyıl içindeki altüst oluşları da kapsayan büyük mücadeleler, Kürtlerin, Alevilerin, işçi sınıfı ve emekçilerin hak mücadeleleri ve nihayet Gezi’de ortaya çıkan büyük halk direnişi göstermektedir ki, Tükiye’nin demokratikleşme ve özgürlük mücadelesi birikimi büyük bir potansiyele sahiptir. Bunu görmek ve özgürlük ve demokrasi için buradan ilerlemek esastır. Bugün görev de, bu büyük potansiyeli bir demokrasi gücüne dönüştürmektir. Yerel seçimle başlayan önümüzdeki iki yıl, bu büyük gücün birleştirilmesi için son derece geniş olanaklar sunacak özellikler taşımaktadır. Tabii ki değerlendirebilirsek!

‘Demokratikleşme’ derken kim ne yapıyor?

“Demokratikleşme”, son yılların en popüler kavramı oldu.
Bir zamanlar “demokrasi” diyenin dilini kesen burjuva-gerici siyaset erbabı, “Kuran’da demokrasi yoktur. Hâkimiyet Allah’ındır” diye fetvalar ışığında açıkça demokrasi düşmanlığı yapan gerici-şeriatçı takımı, bir zamanların cunta organizasyonları ustası ABD gibi emperyalist ülkelerin sözcüleri bile; “demokrasi”den, “demokratikleşme”den,  başka ülkelere “demokrasi” götürmekten dem vurur oldular. Ve öyle ileri gittiler ki; demokrasi mücadelesine katıldığı için yıllarca cezaevlerinde yatanları, uzun demokrasi mücadelesi içinde emek vermiş kişileri, partileri beğenmez oldular.
Ortamda at izi it izine böylesine karışınca; sermayenin propaganda ve ideoloji merkezleri; “Demek ki burjuvazi artık demokratikleşti”, “TÜSİAD artık demokrasinin savunucusu”, “Amerikan emperyalizmi artık egemenlik değil demokrasi götürüyor”; “demokrasiyi korumanın ve geliştirmenin tek yolu AB’ye girmek” gibi amiyane formülasyonları, hiçbir zaman kanıtlanmayan ama kanıtlanmasına da ihtiyaç duyulmayan doğrular olarak dayatma fırsatını kaçırmadı, kaçırmıyorlar da.
Bu genel gidişat içinde Türkiye elbette ki, pek çok ülkeden farklı bir pozisyonda bulunuyor. Çünkü; Türkiye, ne Batı Avrupa ülkeleri gibi demokrasi sorununu “zamanında” çözmüştür ne de Suudi Arabistan gibi bir despotik krallıktır. Tersine Türkiye; bir yandan Kurtuluş Savaşı ve 150 yılı aşkındır süren bir demokratikleşme mücadelesinin kazanımlarının yanı sıra, geleneksel Osmanlı despotizminin kalıntılarını ve Amerika ve Batı emperyalizminin “komünizme karşı mücadele” programının uzantısı olan cuntalar ve darbelerle karışmış bir sözde çok partililiğin çatışmalarını yaşayan bir ülkedir. Bütün bunların da ötesinde Türkiye; Kürt sorunu ve Şeriat sorunu gibi demokratikleşmenin iki başlıca sorununu çözememiş bir ülke olarak, “demokrasi sorununu acilen çözümlenmesi gereken bir sorun” olarak yaşayan bir ülkedir.
2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında, Batı emperyalizmi kampında yer alıp bu kampın içinde biçimlenen Türkiye’nin iktisadi ve siyasi yapısı; son çeyrek yüzyıldan, özellikle de son 10 yıldan beri, başlıca ABD tarafından, kimi zaman “Yeni Dünya Düzeni politikaları”, kimi zaman “küreselleşme politikaları” denilen politikalar doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi içinde sadece ekonomik değil, siyasal yapısı bakımından da bir kaosa sürüklenmiştir.
Bu yüzden de; Sovyetler Birliği’nin çöküşünden başlayarak gelişen olaylar, Kürt sorununun çözüm ihtiyacını dayatmış olması, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının eski siyasi sistemle gitmelerinin mümkün olmadığını görmüş olmaları eklenince; egemenler için; ekonomide IMF-Dünya Bankası çizgisine, siyasette AB’ye ve onun “normlarına” teslim olmaktan başka seçenek kalmamıştır. AB de Türkiye’ye kendi koşullarını dayatmıştır. Bu dayatmalardan birisi de; serbest piyasacılık üstüne oturtulmuş bir siyasi liberalizmi içeren Kopenhag Kriterleri olmuştur.
Bu konudaki gelişmelerin boyutlarını, AB’nin isteklerinin neler olduğunu her gün, şimdi 7. si “tartışılmaya” başlanan “uyum paketi tartışmaları” içinde izliyoruz.
Görünüşte, ortada bir tartışma; pek çok fikrin birbiriyle çatıştığı bir demokrasi tartışması yaşanıyor gibi dursa da; gerçekte tartışmanın kendisi, demokrasi fikrini dumura uğratan bir dayatmacılık ve kısırlığa sürüklenmiş; demokrasi denilen şeyin, ezeli ve ebedi normları olan, dolayısıyla da taşlaşmış ve bir takım “ilkeler” toplamından ibaret, AB’nin ise bu kutsanmış ilkelerin cenneti olduğu ve Türkiye’nin bu cennete girerek, çektiği cehennem azabından kurtulacağı propagandası sürdürülmektedir.
“Demokrasi paketleri”nin oluşturulmasında tümüyle, “kâğıt üstündeki normlarla benzeşme” esas alınmakta, kapalı kapılar arkasında oluşturulan bu metinler, sadece Genelkurmay’la, MGK gibi platformlarda konuşulduktan sonra, hükümet-asker-Cumhurbaşkanı arasındaki bir konsesus etrafında yasalaştırılmaktadır. Eğer bir “demokrasi tartışması”ndan söz edilecekse, bu, bunlar arasında bir tartışma olmaktadır.
Geniş yığınların acil demokrasi talepleri (Kürt sorununun halkların kardeşliği, hak ve dillerin eşitliği temelinde çözülmesi, halkın siyasete müdahalesinin önündeki engellerin kaldırılması, işçilerin örgütlenme ve özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması, bütün siyasi tutukluların serbest bırakılması ve siyasal kısıtlılığın kaldırılmasını da kapsayan bir genel siyasi af, Kürtlerin kültürel ve siyasal haklarının tanınması, herkesin eşit koşullarda yarıştığı bir siyasi partiler ve seçim sistemi… gibi) ise; “bölücülük” olarak, demokrasi sorununun dışında bir asayiş ve “güvenlik sorunu” olarak görülmeye devam etmektedir. Kısacası, “demokrasi paketleri” ve bunlar üstündeki tartışma, tümüyle “kâğıt üstü kriterler” ve sermayenin güç odakları arasındaki iktidar ve rol paylaşımının tartışılıp “sonuçlandırılması” zemininde hazırlanıp piyasaya sürülmektedir. Asıl demokrasi isteyen halk kesimleri ise, bu tartışmanın da, paketlerin de, yasalar üstündeki düzenlemelerin de dışında tutulmaya çalışılmakta; tartışmaya, dilekçe vererek ya da kitlesel bir biçimde sesini duyurarak katılmaya kalkanlar ise, TCK’ın 169. maddesinden (terör örgütüne yardım ve yataklık etmekten) tutuklanmakta, mahkemelere sevk edilmektedir.

‘DEMOKRATİKLEŞME’ KAĞIT ÜSTÜNDE YAZI MI YOKSA MÜCADELE Mİ?
Burada, bu görünüşün arkasındaki gerçeğe biraz daha yakından bakarsak; demokratikleşme ve demokrasi mücadelesinin bundan sonra çizgisinin ne olması gerektiği konusuna ışık tutacak bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
Burjuvazinin propaganda merkezleri, “demokrasi”yi, insanlığın tattığı en nadide, en leziz, en kusursuz meyve olarak sunmaktadır. Dolayısıyla da, burjuvaziye, insanlığı kurtarmak için demokrasiyi insanlığa sunmuş tek sınıf misyonu yükleyerek, hamlesini işçi sınıfına, halka karşı ideolojik bir silaha dönüştürmektedir.
İş, böyle mistik bir havaya sokulunca da; tartışma, gerçeğin aranması, demokrasinin hangi sınıfların hangi amaçlarıyla birleşen bir yönetim biçimi olduğu, bunun bugünkü anlamının ne olduğu sorunundan çıkıp, “kâğıtta yazılmış olan kriterlere evet mi hayır mı”ya dönüşerek, paketlerle, ya da AB’ye girerek, Türkiye’nin demokrasi konusunda zafer kazanacağı iddiası tartışılmaz bir gerçek olarak dayatılmaktadır.
Burada hemen belirtelim ki; kendi tarihi içinde, tıpkı köle sahipleri ve derebeyleri gibi, burjuvazi de, hiçbir zaman ezilenlerin söz ve ifade özgürlüğü hakkı gibi bugün demokrasi denilence anlaşılan şeylerle ilgili bir amaç beslememiş, bu tür hakların derdine düşmemiştir. Tersine burjuvazi, kendisini ortaçağın egemeni soylular karşısında eşitleyecek haklar talep ederek işe başlamıştır. İstediği, ticaret özgürlüğü olmaktan ileri gitmemiş, tüm cilalı özgürlük laflarının gerçek temelini bu oluşturmuştur. Bunu isterken; “tüm yurttaşların yasalar önünde eşitliği”ni öne sürerek, feodallerin ezdiği köylü yığınlarını ve soylulara çeşitli vergiler ödemekten bıkan kent halkını yedekleyerek kendi düzenini kurmuştur. Dolayısıyla, burjuva toplumunu önceki toplumlardan ayıran özellik olan “yurttaşların yasalar karşısındaki eşitliği”, toplumun demokratikleşmesinin temelini oluşturmuş, burjuva demokrasisi diye bilinen ilkelerin hayat bulmasının zeminini yaratmıştır.
Burjuva devletin demokratik ya da despotik bir karekterde olmasının elbette ki, burjuva devletin sınıfsal yapısıyla bir ilgisi yoktur. Burjuva devleti ister demokratik, ister despotik ya da faşist olsun; sınıf karakteri burjuvadır. Demokratiklik ya da demokratik olmama durumu onun “biçimi”yle ilgilidir. Ve elbette devletin biçiminin “demokratik olması”, onun bir şiddet aracı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tersine onun, şiddeti daha sistemli kullanan bir mevzide olmasına yardımcı olur. Onun için V.İ. Lenin’in demokrasiye dair şu tanımı bugün de olup biteni çok çarpıcı bir biçimde açıklamaya devam etmektedir: “Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden birisidir. Öyleyse her devlet gibi demokrasi de şiddetin, örgütlenmiş olarak sistemli bir biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı bu. Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir. O halde bundan şu sonuç çıkar ki demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır. Ama nihayet bu da bir devlet makinesidir. Ne var ki burada nicelik niteliğe dönüşür, başka bir söyleyişle bu aşamaya erişildikten sonra demokratizm burjuva toplum olmaktan çıkar ve sosyalizme doğru evrimleşir. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa kapitalizm artık tutunamaz.” (V.İ. Lenin, Devlet broşürü)

SERMAYE İLE İŞÇİ SINIFI ARASINDAKİ MÜCADELE OLARAK DEMOKRASİ MÜCADELESİ
17. ve 18. yüzyılda gelişen kapitalizm, burjuva demokrasisinin gelişmesinin zeminini oluşturmuştur. Ama, burjuvazi ve onun kapitalizminin demokrasi mücadelesine katkısı, bundan daha ileri olmamıştır. Ancak, burjuva demokrasisinin nimeti olarak sunulan genel oy hakkının yaygınlaşması, düşünce ve ifade özgürlüğü, genel oy ve iktidarların genel seçimlerle belirlenmesinin halk yığınları için anlamlı olmasını sağlayan demokratik kurumların şekillenmesi, halkın iktidarın oluşumunda rol oynayan bir pozisyona geçmesi gibi şeyler, çoğu zaman burjuvaziye rağmen işçi sınıfının ve öteki halk kesimlerinin mücadelelerinin ürünü olarak burjuva demokrasisini eteğe kemiğe büründürmüştür.
1789 Büyük Fransız Devrimi, 1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nün talepleri ve bu talepler karşısında burjuvazinin Fransız Devrimi’nde bile aristokrasi ve toprak beyleriyle uzlaşmak için olmadık entrikalar çevirmesi; 1848’de işçi sınıfına silah çevirmesi ve kralcılarla ve soylularla işçilere karşı birleşmesi; Paris Komünü’nde ise komüncüleri katletmesi bile, kendi başına; demokrasiye burjuvazinin katkısının ne olduğunu göstermeye yeterlidir. Çünkü; burjuva demokrasisinin normlarının ve kurumlarının az çok şekillendiği, 1789 ve sonraki yüzyıl boyunca; demokrasi mücadelesi, soyluluk, krallık gibi gerici güçlere karşı olduğu kadar egemen burjuvaziye karşı bir mücadele olarak da şekillenmiştir. Çünkü; karşıtlarını yenilgiye uğratıp az çok egemen konuma geldiği her yerde burjuvazi, hemen, işçi ve köylü yığınlarına karşı en gerici güçlerle birleşerek saldırıya geçmeyi nerdeyse bir ilke düzeyine yükseltmiştir. Bu nedenledir ki; burjuva demokrasisi ve ona atfedilen “erdemleri”, burjuvazinin eseri, onun tarafından geliştirilip, kendiliklerinden topluma verdikleri imkânlar olarak görmemek gerekir.
Dahası 1917 Ekim Devrimi sonrasında burjuvazinin demokrasi karşısındaki tutumu daha da düşmancadır. Çünkü artık burjuva demokrasisi, onun için, sadece yönetim biçimlerinden birisi değil, aynı zamanda sosyalizme karşı mücadelesinde ideolojik bir silahtır da.
Burjuva demokrasisinin bir ideolojik silah olarak kullanılması; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonrasında klasik sömürgeciliğin tasfiye edilmek zorunda kalınması ve sömürgeciliğe karşı girişilen anti-emperyalist mücadelelerin bir demokrasi mücadelesi olarak da gelişmesi sürecinde açıkça görüldü. Bu süreç, aynı zamanda, gelişmiş ülkelerde demokrasinin sadece bir olanak ve genel olarak haklar olmaktan çıkarak, halkın ve işçi sınıfının kullanabileceği bir takım kurumlara kavuşması (genel oy hakkının hemen bütün halkı kapsayacak biçimde yaygınlaşması, halkın devlet yönetimine müdahale imkânlarının artması, gelişen işçi sınıfı mücadelesinin yerel ve merkezi yönetimler üzerinde etkili olması…), sosyalizm ve kapitalizm arasındaki mücadelenin ve Ekim Devrimi’nin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve halkın demokratik kazanımlarını artırma olarak yansımasının süreci oldu.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sömürgeciliğin tasfiyesi için ortaya atılan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen “ilkeler”de ifadesini bulan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması (burjuva demokratizminin uluslararası alanda vardığı en ileri noktadır) bile; sömürgeciliğe başkaldıran ülkelerin örtülü biçimde Amerika’nın ve öteki gelişmiş ülkelerin hegemonyasına girmesine dayanak edinilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin 1936 Anayasası ise, kapitalist gelişmiş ülkelerde adeta bir paniğe yol açtı. Çünkü; demokrasileri ve bireysel haklara verdikleri önem ile övünen gelişmiş kapitalist ülkelerde bireysel hakların aslında bir aldatmaca olduğu 1936 Sovyet Anayasası ile açıkça ortaya çıktı. Bu anayasada ortaya konan bireysel haklar, kapsamı ve kullanılırlığının yanı sıra hakların sosyal yaşam imkânlarının genişletilmesi ve sosyalist devletin imkânlarıyla desteklenmesi (sağlık, eğitim, iş imkânları, söz ve düşünme özgürlüğünün kamu tarafından kâğıt ve matbaa imkânına varan bir biçimde desteklenmesi, mahkeme heyetlerinin bile seçimle işbaşına getirilmesi, bireyin ve haklarının gelişmesi için toplumun imkânlarının seferber edilmesi…) en gelişmiş ülkelerde dahi görülmüş şey değildi.  Bu durum, kaçınılmaz olarak kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ve halklarını etkiledi ve onların sosyalizme daha büyük bir sempati duymalarına neden oldu. Bu, aynı zamanda, gelişmiş ülke burjuvazilerinin sosyalizm karşısında duydukları endişenin büyümesine neden oldu ve faşizmi, sosyalizme karşı bir seçenek olarak kullanmalarını da kışkırttı.
2. Dünya Savaşı’nın ardından, faşizmin yenilgiye uğratılması sonrasında yeniden kurulan Avrupa’da, anayasalar yapılırken, burjuvazi, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısı altında ve kendi anayasasını ona benzetme gayreti içinde olmak zorunda kaldı.  Ve  kişisel haklar, onları destekleyen sosyal haklar, halkın istekleri, önceki dönemlerde görülmedik biçimde burjuva anayasalara girdi. Ve bir yanıyla “sosyal devlet” diye ifade edilen devlet görevleri, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısıyla, bu anayasal temel üstünde biçimlendi.
Kuşkusuz ki; burjuvazinin devrimci çağına dair “demokrasi” fikri, onun bütün umursamazlığına karşın yine de devrimcidir. Çünkü, emperyalizm çağında burjuvazinin, burjuva demokrasisi karşısındaki tutumu, onu; kendisinin bir yönetim biçimi, bir siyasi olgu olmaktan çıkararak, ideolojik bir fenomene, işçi sınıfı ve halklara karşı bir silaha dönüştürmüştür.
Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blok ve sosyalist blok olarak açıkça bölünen dünyada; kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı savaş olarak, yarım yüzyılı kapsayan “Soğuk Savaş” döneminde çok açıkça görülmüştür.
Kendisini “demokrasi bloğu” olarak tanımlayan, başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist blok; komünizmi önlemek için baskı kampanyaları düzenlemek, aydınları, demokratları, ilericileri baskı altına almakla kalmamış, geri ülkelerde darbeler düzenleyerek despotik krallıklara sınırsız destek vermeyi “demokrasinin korunması” olarak sunarken; ileri güçlere, halkın istekleri doğrultusunda gelişen halk demokrasilerine (Kore, Vietnam gibi) silahlı müdahaleler yapmayı da kendi demokrasisinin bir gereği olarak ortaya koymuştur.
“Soğuk Savaş” dönemi boyunca; emek hareketi kontrol altına alındığı ölçüde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi ikili bir karakter göstermiş, bir yandan bu haklar işçi sınıfının, halkın kazanımı olarak şekillenirken, öte yandan, işçi sınıfını ve halkı sisteme bağlamanın, onları anti-sosyalist, anti-komünist kampanyaya katmanın bir dayanağı olarak kullanılmıştır.
Ancak emek hareketi, kontrol altına alındığı ölçüde; yasalar ve anayasalarda haklar konusunda ne denirse densin, demokratik hakların kullanımında gerilenmiş; en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, halk yığınlarının siyasete, ülke yönetimine katılımı/müdahaleleri giderek imkânsızlaştırılmıştır.
Bir bakıma, burjuva demokrasisinin “nimetleri” hakkında övgü ne kadar artmışsa, gerçek yaşamdaki yerleri daralmıştır.
SB’nin çökmesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına paralel olarak gelişen olaylarla, bu durum, daha da gözle görülür hale gelmiştir.
Yeni Dünya Düzeni, burjuva demokrasisinin “yeni altın çağı” olarak ilan edilirken, aynı sürece paralel olarak gelişen neo-liberal politikaların sonuçları da alınmaya başlanmış; bütün burjuva partileri (muhafazakârlardan euro-komünistlere, sosyalistlerden “üçüncü yolcu”lara kadar) liberal politikalarda ortaklaşıp; aralarındaki ekonomik ve siyasi program farklarını ortadan kaldırmışlardır. Böylece, halkın seçimler yoluyla siyasal iktidara müdahale imkânı” olarak demokrasi işlevsizleşirken; bireysel haklar üstüne, bireyin özgürlüğü üstüne yapılan spekülatif tanımlamalarla; özgürlük, “bireysel başı boşluğa”, demokrasi ise, siyaset-dışılığa, “sivil toplumcu” laf ebeliğine dönüşmüştür.
Başta sendikalar olmak üzere emek örgütlerinin etkinliği azaltılarak siyasetin dışına sürüklenmesi, burjuva politikacıların madrabazlıkları üstünden politikanın kötülenerek aşağılanması, emekçilerin, sınıf siyasetinin dışlanıp bireyselliğin öne çıkarılması; yasalarda, haklar ve özgürlüklere ilişkin olarak ne söylendiğini önemsiz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin bu “altın çağında” demokrasinin beşiği olan Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde faşist ve ırkçı partilerin yükselişi; geniş yığınların politikanın dışına itilmesi bütün bunlardan da öte; merkez bankalarından başlayarak, ekonomik ve sosyal yaşamın başlıca kurumların siyaset alanının dışına çıkarılarak tekellerin temsilcilerinin yönetimine verilmesi; aslında halk yığınlarının siyasete katılmaması, katılsa bile, bu katılımın, ülkenin gidişatına müdahale olmaktan çıkarılması demektir.  

TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ İLE İLGİSİ OLMAYAN ‘DEMOKRATİKLEŞME’ ÇABALARI
Türkiye’nin egemenlerinin demokrasi karşısındaki tutumu da; tümüyle Batılı emperyalistlere paralel olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk 25 yılı, Kürt sorunu ve Şeriat sorunu bahanesiyle; Kurutuluş Savaşı’nın kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, özgürlüklerin sınırlandığı yıllar olarak gelişmiştir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in demokrasi yönündeki vaatlerine karşın, süreç, her tür işçi ve halk örgütlenmesini, hak mücadelesini yasaklayan bir “Takriri Sükun Yasası” (Yasa, Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek 1925’te çıkarılmış, her tür dernek, sendika vb. örgütlenmeler bireysel ve sınıfsal haklarla, CHP ve ona bağlı bazı resmi örgütler dışında tüm örgütler yasaklanmış ve bu 1946’ya kadar sürmüştür) dönemi olmuştur.
2. Dünya Savaşı sonrasında “çok partili” düzene geçiş; genellikle CHP’nin ve İnönü’nün bahşettiği bir şey olarak sunulursa da; aslında uluslararası alanda yenilgiye uğrayan faşizmin ve onunla işbirliği içindeki ülkelerin “yeniden yapılandırılması”nın sonucudur. Ve “Soğuk Savaş”a paralel olarak da “çok partili demokratik düzen” diye övülen bu sistem, komünizme karşı mücadele adı altında, özgürlüklerin yasal yoldan ya da fiilen kısıtlandığı, yasakların kol gezdiği, ilericilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin katledildiği, sisteme karşı çıkanların cezaevlerine doldurulup işkencelerden geçirildiği, ırkçıların, şovenistlerin, Şeriatçı güç odaklarının el altından ve çoğu zaman da açıkça teşvik edildiği, militer ve sivil faşist odakların örgütlenip kontra güçler olarak ortalığa salındığı bir “demokratikleşme” dönemi olmuştur. Bunun için kimi zaman doğrudan askeri cuntalar, polis güçleri, sıkıyönetim gibi yöntemler kullanılırken kimi zaman da ırkçı-milliyetçi ve Şeriatçı güç odakları desteklenip yönlendirilerek, demokrasi mücadelesi boğulmaya çalışılmıştır.
Özellikle 1980 sonrasında Kürt sorunu üstünden gelişen olaylar bir iç savaşa dönüşmüş; kontra güçler, özel kuvvetler, her tür hak ve özgürlüğün ayaklar altına alınması, binlerce kayıp ve faili meçhul, on binlerce siyasi mahkûm, birer işkence evine dönen cezaevleri ile tarihin en karanlık sayfaları yazılmıştır. 
Bu yanıyla bakıldığında, son yarım yüzyıl, Türkiye’de; Türkiye egemenlerinin, “şekli bakımdan demokrasiye önem verir” görünürken, halkın hak ve özgürlüklerinin kullanılması anlamında bir demokrasi ve demokrasi mücadelesini engellemek için her yola başvurdukları bir süreçtir.
Nitekim Lenin, demokrasinin sınıf mücadelesi ve halkın talepleri bakımından önemine değinirken, “Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.” diyerek, demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesinin bağlantısına dikkat çekiyordu. Ne var ki; son yıllarda burjuvazi, demokrasisini halkın bu “müdahalesi”nin dışında tutmak için elindeki her imkânı kullanmış, halkın oyunun, isteklerinin sistemin işleyişiyle bağlantısını keserek, “demokrasi”yi, boş laf yığınına dönüştürmeyi başlıca iş edinmiştir.
1990’ların sonları ise; Türkiye’de “demokratikleşme”, AB’ye girme ve “Kopenhag Kriterleri”ne indirgendi.
Aslında sorunun bu yanı, bu yazıya “3 No’lu belge” olarak eklenen, EMEP’in 3. Genel Kongre Raporu’ndan aktarılan bölümde tartışılmaktadır. Ancak burada şunu belirtelim ki; hükümetlerin, “Biz demokratikleşmeyi AB istediği için değil, halkın ihtiyaçları gerektirdiği için yapıyoruz” demeleri tam bir aldatmacadır. Tersine onlar bunu; uluslararası sermayenin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin sermaye güçlerinin yeniden yapılandırılmasına bağlanmış olarak ve onların istekleri doğrultusunda yapıyorlar. AB de, kendi yayılmasını “Kopenhag Kriterleri” üstünden yaparak, bu kriterleri, diğer ülkeleri kendi bünyesine dahil etmenin, onları etkinlik alanına çekmenin bir dayanağı olarak kullanmaktadır.
Nasıl ki, gelişmiş kapitalist ülkeler, “demokrasilerini” dünyanın paylaşılmasının bir aleti olarak kullanıyorlarsa; 11 Eylül sonrasında ABD ile AB arasındaki mücadelenin bir boyutu da demokrasi alanında kendisini göstermiş; ABD insan hakları, bireysel özgürlükler, kişi hakları alanında büyük bir geri adımla her şeyi “güvenliğe” tabi kılarken, AB ülkeleri, ABD ile burada bir “sınır” koymaya yönelmiştir. Önümüzdeki süreçte de, ABD ile AB arasındaki paylaşım mücadelesinde “demokrasi”-“güvenlik” çatışmasının daha da önem kazanacağını söyleyebiliriz. (İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalist kampın faşist ve “demokratik” kamp olarak bölünmesi gibi.) 

SINIF PARTİSİ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Peki Marksistler, sosyalistler, işçi sınıfı hareketi ve sınıf partisi bakımından demokrasi ve demokrasi talepleri etrafında bir mücadele nasıl bir şeydir?
Elbette ki; demokrasi mücadelesi; laf olsun diye ya da çoğu solcu grubun sandığı gibi, geniş yığınları aldatıp “demokrasi” diye toparladıktan sonra çaktırmadan sosyalizme gidilen bir “hileli yol” değildir. Tersine, demokrasi mücadelesi, sosyalizme giden yolda bir uğrak, mücadelenin geçmesi gereken ve daha da önemlisi, bu mücadele içinde işçi sınıfının dostlarını, düşmanlarını tanıdığı, taleplerin ne kadarının demokrasi mücadelesine sığıp ne kadarının sığmadığını gördüğü, müttefiklerini kazanıp eğittiği, kendisini iktidar olmaya, sosyalizme hazırladığı bir siyasi devrim aşamasıdır. Bu nedenledir ki; demokrasi mücadelesi, hem toplumsal gelişmenin bir aşaması hem de işçi sınıfının ve onun müttefiklerinin iktidara hazırlandığı bir süreçtir.
Nitekim uluslararası planda da; hemen kurulması sonrasından başlayarak SB, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tavizsiz bir biçimde savunarak, sömürge sisteminin çözülüşünü kışkırtan bir tutum takınırken, öte yandan, bu sömürgelerdeki anti-emperyalist ve demokratik kurtuluş mücadelelerini (maddi, ideolojik, siyasi) her yolla desteklemiş; onların, emperyalist ülkelerin karşısında bağımsız ve demokratik ülkeler olarak ayağa kalkmaları için çalışmıştır. Doğu Avrupa ve Uzak Asya’daki halk cumhuriyetleri, Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki pek çok demokratik hükümetlere sahip olan ülkeler, bu, kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki mücadelenin çatlağında doğup gelişmişlerdir. Soğuk Savaş döneminde “demokrasi üstünden” süren mücadelenin bir boyutu da; bu ülkelerin hangi doğrultuda gelişecekleri mücadelesi olmuş; SB’ndeki “geriye dönüş”e bağlı olarak, bu ülkelerdeki anti-emperyalist demokratik devrimler de gerileyerek, SB ya da ABD’ye yaklaşan bir “sıradan kamplaşma”nın unsurları haline sürüklenmişlerdir.
Yukarıdan beri söylenenleri göz önüne aldığımızda şunları söyleyebiliriz: İşçi sınıfı hareketi bakımından demokrasi mücadelesi ve talepleri konusunda liberallerle, çeşitli türden burjuva demokratlarıyla emek hareketi ve sınıf partisinin asıl çatışma noktası, onların daha uzlaşmacı demokratlar, Marksistlerin, sosyalistlerin, sınıf partisinin daha radikal demokrasi talepleriyle ortaya çıkması değildir. Belki çoğu zaman böyle bir şey de vardır. Ama, onlarla bizleri ayıran asıl farklılık, sınıf partisinin demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermaye güçleri karşısında iktidar mücadelesine, sosyalizme bağlamış olmasıdır.
Burada, bu yazının giriş bölümünde Lenin’den yapılan aktarmanın ikinci bölümünü yeniden hatırlatmak yeterlidir. Lenin bu bölümde şunları söylüyordu: “…demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır…”  Dolayısıyla; Lenin’in sözünü ettiği “imkân”ın “gerçek” olabilmesi ise, sınıf partisinin; demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermayeye karşı iktidar mücadelesine bağlamada göstereceği yaratıcılık ve başarıya bağlıdır.
Bu durum, sadece genel olarak demokrasi mücadelesi bakımından değil, birer birer talepler açısından da böyledir. Örneğin bir “genel af” talebini, emekçilerin iktidar mücadelesinin bir parçası olarak alıp, bu mücadele etrafında birleştirdiği güçleri, bir yandan bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine, öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar mücadelesine bağlamayan bir sınıf partisi, kendini, burjuvazinin, liberallerin yedeklemesinden kurtaramaz. Bu, aynı zamanda; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından anti-emperyalist mücadele taleplerine kadar, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi alanının bütün talepleri için de geçerlidir.
Türkiye’nin egemen sınıfları; “demokratikleşme paketleri”yle, Türkiye toplumunun özgürlüksüzlükten, ayrımcılıktan, asimilasyondan bıkmış olan geniş emekçi kesimlerini kendi arkalarına alarak, sistemlerini yenilemek istemektedir. Onun için de; sistemin, statükonun eskimiş olan yanlarını; sanki bunlar başkaları tarafından konulmuş ve bugüne kadar getirilmiş gibi suçlamakta; kendilerinin de ezelden beri demokratik bir Türkiye savunduğu izlenimi vermeye çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, Türkiye’nin egemen güç odaklarının en önde gelenleri, eski bürokrasilerini, eski yasalarını, eski anayasalarını, eski yönetim tarzlarını eleştirerek, “yeniden yapılandırmayla” sistemi kusurlarından arındıracaklarını, herkesin isteklerini karşılayacak bir biçime dönüştüreceklerini iddia etmektedirler. Kürtlerin, İslamcı kesimlerin, ilericilerin, demokratların, devrimcilerin sisteme yönelik tüm eleştirilerinin giderileceği imajını veren egemen güç odakları; böylece, bütün bu kesimleri, sömürücü, baskıcı sistemlerinin restorasyonu, Amerikan uşaklığı ve uluslararası sermayeye bağımlılığın artmasının yedek gücü olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar. Böylece; sistemin arkasında olup da son yıllarda dağılmış olan kitle gücünü yenilemek istemektedirler. Ve bütün politikalarının bağlandığı şey ise; piyasa sisteminin önündeki engelleri kaldırarak, sermayenin sınırsız dolaşımı için ortamı idealleştirmektir. Yasa değişiklikleri de, Kopenhag Kriterleri üstüne yanık nutuklar da, paketler de, egemenler tarafından, son tahlilde bu amaca hizmet için, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegrasyonunun sağlanması için kullanılmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı ve sınıf partisinin politikaları da; demokrasi talepleri etrafında işçi sınıfı ve halkın mücadelesini birleştirme; bu mücadele içinde işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların dostlarını düşmanlarını öğrenmesini sağlayarak, bir siyasi bilinçlenmeyi gerçekleştirme, işçi sınıfı ve halk yığınlarının; sermaye güçlerinin iktidarının yerine kendi iktidarlarını kurma amacına hizmet eden politikalardır; öyle olmak durumundadırlar. Sınıf partisi, demokrasi mücadelesini bu amacına bağlar; bu amacı gözeterek politikalarını geliştirir. “Paketler”, “af yasası”, “bireysel özgürlükler” ve tüm öteki demokratik hakların elde edilmesinde asıl gözetilmesi gereken de budur. Bu mücadelede başarının kriteri, halkın bu mücadeleye ne ölçüde katıldığı, işçi sınıfı ve müttefiklerinin bilinçlerinin nereden nereye geldiğidir.
Demokrasi mücadelesinde yeni mevziler kazanıldığının, başarılı bir mücadele hattında ilerlenip ilerlenmediğinin kıstası da budur.
Bu kriter, elbette sınıf partisinin, yığınlar içindeki çalışmasının ve ajitasyonunun kapsamını da belirler. “Af yasası”nın sadece genel olarak kitle iletişim araçları tarafından dillendirilmesinden de öte, iş ve hizmet birimlerinde, semtlerde, mahallelerde, halkın ve işçilerin bulunduğu her alanda tartışmaya açılmasının, bütün öteki demokrasi taleplerinin aynı biçimde halk arasında tartışmaya açılmasının zorunluluğunun arkasındaki neden; sınıf partisinin, bu mücadeleyi en başta işçi sınıfını birleştirmek ve onunla müttefikleri arasında bilinç bağlantısını kurmak istemesindendir.
Kuşkusuz ki, demokrasi mücadelesi; kendi başına bir mücadele değildir. Tersine, Türkiye gibi bir ülkede demokrasi mücadelesi, bir yandan anti-emperyalist mücadele, ülkenin bağımsızlık mücadelesiyle, öte yandan işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıfların mücadelesi ile sıkı bir bağlantı içindedir, öyle olmak zorundadır.
Nitekim bugün; sınıf partisi ve Blok güçlerinin, bir yandan demokratik hakların ilerletilmesi olarak ortaya çıkan; genel af, anadilde yayın ve eğitim, mevcut yasalardaki antidemokratik maddelerin ayıklanması, emek mücadelesinin ve işçi ve emekçi örgütlenmelerinin önündeki engellerin kaldırılması mücadelesi ile Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesi ve emperyalizme karşı mücadele, pek çok alanda iç içe geçmektedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi mücadelesi ile anti-emperyalist mücadele, anti-emperyalist mücadele ile emeğin haklarının savunulması daha çok yakınlaşmaktadır.
Bütün bu alanlardaki gelişmelerin birleştirilmesinin kriteri de; bu mücadelelerin her birinin kendi başına değil, emekçilerin iktidar mücadelesinin bileşenleri olarak alınıp bağlanmasıdır. Bunu da sınıf partisi, çalışmayı bu perspektifle, bu zenginlikle ve yaratıcılıkla örgütleyerek yapar.
Dolayısıyla; sınıf partisinin perspektifi açısından, bütün gündelik mücadele ve demokrasinin acil taleplerinin bağlanma noktası; emekçi sınıfların, sermaye iktidarı yerine kendi iktidarlarını kurma mücadelesidir. En basitinden en karmaşığına bütün başlıca talepler uğruna mücadelenin odağı; işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesine hizmet etmesidir.

BELGE-1

SOVYETLER BİRLİĞİ 1936 ANAYASI’NIN BAZI MADDELERİ*

Madde 15) Birlik cumhuriyetlerinin egemenlikleri, sadece SSCB Anayasası’nın 14. maddesinde gösterilen unsurlarla sınırlıdır. Bunun dışında her Birlik Cumhuriyeti egemenliğini bağımsızca uygular. SSCB, Birlik cumhuriyetlerinin egemenlik haklarını korur.
Madde 16) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyetin özelliklerini göz önüne alan ve SSCB Anayasası’yla tam bir uyum içinde oluşturulmuş anayasaya sahiptir.
Madde17) Her Birlik Cumhuriyeti, SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahiptir.
Madde 18) Birlik cumhuriyetlerinin alanları, onayları olmaksızın değiştirilemez.
Madde 18a) Her Birlik Cumhuriyeti yabancı devletlerle doğrudan ilişki kurma, anlaşmalar yapma, karşılıklı diplomatik temsilcilerle konsolosluk temsilcileri bulundurma hakkına sahiptir.
Madde 18b) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyet askeri birliklerine sahiptir.
Madde 19) SSCB yasaları, bütün Birlik cumhuriyetlerinde aynı hükme sahiptir.
Madde 20) Herhangi bir Birlik Cumhuriyeti’nin yasasıyla Birlik yasasının uyuşmadığı durumlarda Birlik yasası geçerlidir.
Madde 21) SSCB vatandaşları için ortak bir Birlik yurttaşlığı saptanmaktadır.
Birlik cumhuriyetlerinin yurttaşları SSCB yurttaşıdır.

MAHKEME VE SAVCILIK
Madde 103) Yargılama bütün mahkemelerde, yasalarla özellikle öngörülen durumlar dışında, halk jürisinin katılımıyla yapılır.
Madde 109) Halk mahkemeleri, bir mıntıkada yaşayan yurttaşlar tarafından genel, doğrudan ve eşit oy hakkı temelinde, gizli oyla üç yıl için seçilir.
Madde 110) Yargılama, Birlik cumhuriyetinin ya da özerk cumhuriyetin ya da özerk bölgenin diliyle yapılır. Bu dili konuşamayanların bir tercüman yardımıyla dosyaları inceleme ve mahkeme önünde anadilini konuşma hakkı korunur.
Madde 111) Duruşmalar, SSCB’nin bütün mahkemelerinde, yasayla istisnalar öngörülmediği sürece, açıktır; sanığa savunma hakkı tanınır.
Madde 112) Yargıçlar bağımsızdır ve sadece yasalara tabidirler.
Madde 117) Savcılık organları her türlü yerel organdan bağımsız olarak çalışırlar ve sadece SSCB Başsavcılığı’na tabidirler.

YURTTAŞLARIN TEMEL HAKLARI VE TEMEL GÖREVLERİ
Madde 118) SSCB yurttaşları çalışma hakkına, yani harcadıkları emeğin niteliğine ve niceliğine göre ücret aldıkları bir iş güvencesi içinde olma hakkına sahiptirler.
Çalışma hakkı, ekonominin sosyalist örgütlenmesi, Sovyet toplumunun üretim güçlerinin sürekli büyümesi, ekonomik kriz olasılığının ortadan kaldırılması ve işsizliğin tasfiye edilmesiyle güvence altına alınmaktadır.
Madde 119) SSCB yurttaşları dinlenme hakkına sahiptirler.
Dinlenme hakkı, işçi ve ücretli memurlar için sekiz saatlik işgününün saptanması, çalışma koşulları zor olan bir dizi meslek için işgünü süresinin 7 ve 6 saate indirilmesi ve çalışma koşulları daha da ağır olan bazı işletme bölümlerinde ise, bu sürenin 4 saate düşürülmesi, işçi ve görevliler için her yıl paralı izin verilmesi ve emekçilerin hizmetine sunulmuş sanatoryum, dinlenme yurtları ve kulüplerden oluşan kapsamlı bir ağla güvence altına alınmıştır.
Madde 120) SSCB yurttaşları, yaşlılık, hastalık ve sakatlık durumlarında maddi bakım görme hakkına sahiptirler.
Bu hak, işçi ve ücretli memurların sosyal güvenliğinin, devlet hesabına, giderek daha fazla gelişmesi, emekçilere parasız sağlık hizmeti sunulması, emekçilerin hizmetine sunulmuş kapsamlı bir tedavi merkezleri ağıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 121) SSCB yurttaşları eğitim hakkına sahiptirler. Bu hak, genel temel eğitim zorunluluğu, parasız yedi yıllık eğitim, iyi notlara sahip yüksekokul öğrencileri için devlet bursları sistemiyle, anadilde öğrenim, işletmelerde, Sovyet çiftliklerinde, Makine ve Traktör İstasyonları’nda emekçilerin parasız üretim, teknik ve tarımsal eğitiminin örgütlenmesiyle güvence altına alınmıştır.
Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın, erkekle eşit haklara sahiptir.
Bu hakların gerçekleştirilme olanağı, çalışma, emeğinin karşılığını alma, dinlenme, sosyal güvenlik ve eğitim hakkı konusunda erkekle eşit kılınmasıyla güvence altına alınmıştır.
Kadının yükü ana ve çocuğun devlet koruması altında olması, çok çocuklu ve yalnız annelere devlet yardımı sağlanması, paralı hamilelik izni verilmesi, geniş bir doğumevleri, çocuk bahçeleri ve kreşleri ağının kurulmasıyla hafiflemiştir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Bir ırka ya da milliyete ait olduğu için herhangi bir yurttaşın haklarını, ne surette olursa olsun sınırlayan ya da yanı nedenle bir yurttaşa doğrudan ya da dolaylı imtiyaz tanıyan, aynı şekilde, ırksal ya da milli bir dışlama ya da ırksal ve milli bir nefret propagandası yapan bir ırkı ya da milliyeti horlayanlar hakkında yasal kovuşturma yapılacaktır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a)     Konuşma özgürlüğü,
b)     Basın özgürlüğü,
c)     Miting ve toplantı özgürlüğü,
d)     Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kâğıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 126) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve halk yığınlarının, örgütsel alanda kendi başlarına davranma yeteneklerinin ve politik faaliyetlerinin gelişmesi amacıyla SSCB yurttaşlarına toplumsal örgütlerde, sendikalarda, kooperatif birliklerinde, gençlik örgütlerinde, spor ve savunma örgütlerinde, kültür birliklerinde, teknik ve bilimsel derneklerde birleşme hakkı sağlanmıştır. Bu arada işçi sınıfıyla diğer emekçi kesimlerin en aktif ve kararlı yurttaşlar, sosyalist sistemin gelişmesi ve sağlamlaşması için mücadelenin öncü gücünü ve emekçilerin gerek toplumsal, gerekse de iktidar organlarının yönetici çekirdeğini oluşturan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) içinde birleşirler.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 129) SSCB, emekçilerin çıkarlarını savundukları için veya bilimsel faaliyetleri nedeniyle ya da ulusal kurtuluş mücadelesi yürüttüklerinden dolayı kovuşturulan yabancı ülke yurttaşlarına iltica hakkı tanır.

SEÇİM  SİSTEMİ
Madde 134) Tüm emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili seçimi SCCB yüksek sovyetine, Birlik cumhuriyetleri yüksek sovyetlerine, emekçi milletvekilleri, reyon ve bölge sovyetlerine, özerk cumhuriyetler yüksek sovyetine, özerk bölgeler emekçi milletvekilleri sovyetlerine, ilçe, reyon, il ve kırsal yerleşim bölgelerinin (staniza, köy, kutor, kışlak, oba) emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili, seçmenlerce genel, eşit, doğrudan ve gizli oyla seçilir.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden servet durumundan eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.
Madde 136) Milletvekilleri eşit seçimle seçilir: Her yurttaşın bir oyu vardır; bütün yurttaşlar seçimlere aynı temelde katılırlar.
Madde 137) Kadınlar erkeklerle aynı seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 138) SSCB orduları saflarında bulunan yurttaşlar, diğer bütün yurttaşlar gibi seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 139) Milletvekilleri doğrudan seçimle seçilirler: Kırsal alanlardaki ve kentlerdeki emekçi milletvekilleri sovyetlerinden, SSCB Yüksek Sovyeti’ne kadar bütün emekçi milletvekilleri sovyetleri, yurttaşlar tarafından doğrudan seçimde seçilir.
Madde 140) Milletvekili seçimlerinde oy verme işlemi gizli yapılır.
Madde 141) Seçimler için aday gösterilmesi seçim çevrelerine göre olur.
Aday gösterme hakkı toplumsal örgütlere ve emekçi birliklerine tanınmıştır. Komünist Parti örgütleri, sendikalar, kooperatifler, gençlik örgütleri, kültür dernekleri.
Madde 142) Her milletvekili, seçmenlerine, kendisinin ve emekçi milletvekilleri sovyetinin çalışmalarına ilişkin hesap vermekle yükümlüdür ve her zaman seçmenlerin çoğunluğunun kararıyla, yasalarda anlatılan biçimde görevden alınabilir.

BELGE-2

BİR TANIK ANLATIYOR**
O mutlu günlerin bir meyvesi tarihte yerini aldı: Yeni Sovyet Anayasası o yıllarda doğdu.
Sovyetler Birliği hep demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. Batı da bunu hep yalanladı. Sovyet politik seçim sistemini burada ayrıntıları ile izlemek olanaksız. Amerikalılar, Sovyet seçim sistemi ile ilgili ne düşünürlerse düşünsünler, Sovyet halkı bu seçimlere en az bizim kadar enerji ve umutla
katıldı. Onlar yalnız adaylar için oy vermekle kalmadılar, isteklerini Nakaz’a, ‘Halk Talimatları’na yazdırdılar ve bunlar gelecek hükümetlerin programlarında ilk sırayı aldılar.
1934 seçimlerinde kocam bir ay süreyle seçim dönemi işçisi olarak çalıştı. Seçim bölgesindeki herkesi ziyaret ediyor, onları yalnız seçime katılmaya değil, hükümetin yapmasını istediklerişeylerin bir listesini de hazırlamaya teşvik ediyordu. Daha önce hiç oy vermemiş bir yaşlı kadını anlatmıştı. Önce, “Benim Sovyet iktidarına ne yararım dokunur ki” demişti. Ama biraz düşünüp
mutfakta asılı olan çamaşırlara bakınca hükümetten daha fazla, herkesin yararlanabileceği çamaşırhane yapmasını istemeye karar verdi. Ve en sonunda bunu elde etti de. Moskova Kent Sovyeti o yıl, 48.000 ‘halk talimatı’ aldı ve bunların hepsini üç ay içinde bildirmek zorundaydı.
Bunların pek çoğu kuşkusuz aynıydı ya da merkezi hükümete aktarılmaları gerekiyordu, ama bunların pek çoğu şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde halka yeniden bildiriliyordu. Kent Sovyeti, halk gönüllü yardım ederse isteklerin karşılanabileceğini bildiriyordu. ‘Sovyet Demokrasisi’ yalnızca seçimlerde verilen oy sayısı -bu, 1926’da yüzde 51’den, 1934’te yüzde 85’e yükselmişti.- ile değil, bir adayın, toplayabileceği ve hükümet görevlerine yardım edecek gönüllü sayısı ile de ölçülüyordu.
Örneğin vergi ve mesken komisyonundaki işlerin çoğunu gönüllüler yapıyordu. Otuzların sonunda Howard K. Smith, bu durumun yarattığı havayı fark etmiş ve Moskova’yı ziyareti sırasında şöyle demişti: “İnsana öyle geliyor ki, her küçücük birey, bir devletin kurulmasında çok önemli bir görev yüklendiğini hissediyor. Bu hava bana bir sözcüğü hatırlattı: ‘Demokrasi’.”
Ne var ki 1922 Anayasası’ndan beri büyük değişiklikler olmuştu. Toprağın genel zenginliği kamuya aitti. Halk artık cahil değildi. Çalışma yerinden, doğrudan ve eşit olmayan koşullar altında verilen oy artık uygun değildi. Her yerde halk ulusal kahramanlarını biliyordu ve doğrudan bunlar için oyunu kullanabilirdi. 6 Şubat 1935’te Sovyetler Kongresi, Anayasa’nın, ulusun değişen yaşamına uygun hale getirilmesine karar verdi. 31 tarihçi, iktisatçı, politik bilimci, Stalin’in başkanlığı altında yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirildi. Yeni taslak halkın isteklerine ve sosyalist devletin gereksinmelerine daha uygun olacaktı.
Anayasanın kabul ediliş yöntemi çok ilginçti. Bir yıl süreyle komisyon, ortak amaç için insanların örgütlendikleri -hem devlet hem de gönüllü kuruluşların- bütün tarihi biçimlerini inceledi. Sonra hazırlanan teklif 1936 Haziran’ında hükümetçe geçici olarak kabul edildi ve 6 milyon adet basılarak halka sunuldu. Tasarı, 36 milyon kişinin katıldığı 527 bin toplantıda tartışıldı.  Aylarca bütün gazeteler, halkın gönderdiği mektuplarla doluydu. 154 bin değişik teklif yapıldı. Bunların çoğu aynı konulardaydı ve diğer pek çoğu da anayasadan çok bir bir ceza yasasında yer alacak nitelikteydi.
Bu halk yoklamasında fiilen 43 değişiklik önerisi yapılmış oldu.
Kremlin Sarayı’nın büyük beyaz salonunda 1936 Aralık’ında Anayasa Meclisi için 2016 delege toplandı. Bu, sanayi, tarım ve bilim alanlarında seçkin bir yer edinmiş “yeni halkın” kongresiydi. Çiftçiler artık eskisi gibi hububat yetiştiricileri” başlığı altında değil “uzman” olarak gelmişler, çoğu rekor sahibi, traktör sahibi, traktör sürücüleri, harman makinesi operatörleri bu toplantıya katılmışlardı.
Büyük sanayi kuruluşlarının müdürleri ile, ünlü sanatçılar, doktorlar, Bilim Akademisi Başkanı da vardı. Bu, Sovyetler Birliği’nin, İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonuna doğru yeni temsil biçimiydi.
Anayasa, ülkedeki değişmeleri yansıtıyordu. Devletin biçimi ve temel mülkiyet biçimleri ile başlıyordu: Toprak, kaynaklar, sanayi, “devlet mülkiyeti, bütün halkın serveti” idi. Kolektif çiftliklerin kooperatif mülkiyeti ile, vatandaşların kazançları ile elde ettikleri “kişisel mülkiyet”leri ve taşınabilir eşyaları “yasa ile korunuyordu”. Seçimler 18 yaşını bitirmiş bütün yurttaşların katılacakları, “genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla” yapılacaktı.
“Yurttaşların Hakları ve Görevleri” kısmı, satır satır alkışlanacak nitelikteydi. Bunlar, bir ulusun güvence altına aldığı en kapsamlı haklar listesiydi. Yaşama hakkı 4 başlık altında toplanıyordu:
‘Çalışma hakkı, dinlenme hakkı, eğitim hakkı, maddi destek hakkı’. Özgürlük hakkı altı paragrafta sıralanıyordu: ‘Ulus ya da ırk ayrımı gözetmeksizin’ vicdan özgürlüğü, tapınma, konuşma, basın, toplanma, gösteri yapma ve örgütlenme özgürlükleri ile keyfi tutuklama, ev ve haberleşmenin ihlali gibi konularda tanınan hak ve özgürlükler bir bir sırlanıyordu. Bu anayasa, o sırada Almanya’da iktidarda bulunan Nazi Faşizmi’ne doğrudan bir meydan okuma idi. Naziler, demokrasiye ‘eskimiş ve günü geçmiş’ diyorlardı. Oysa bütün Sovyet sözcüleri, demokrasi ve sosyalizmin ‘tükenmez’ olduğunu söylüyorlardı. Hitler, ‘üstün ve adi ırklardan’ söz ediyordu, Stalin’in ona verdiği yanıt şimdiye değin insan eşitliği konusunda yapılan en kapsamlı sözleri içeriyordu: “Ne dil, ne derinin rengi, ne kültürel geri kalmışlık, ne politik gelişme düzeyi ulusal ve ırksal eşitsizliği haklı gösterebilir.”
Bütün Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan, buz gibi sokaklara dökülüp bu olayı şarkılar ve bandolarla kutladılar. Bütün dünyadaki işçiler bunu içtenlikle selamladılar. Uzak bir ülkeden, Çin’den Bn. Sun Yat-Sen, “İnsanlığın en büyük başarısı” diyordu. Romain Rolland sakin Cenevre Gölü’nden, “Bu, şimdiye değin insanlığın rüyası olan büyük sloganlara yaşam verdi: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” ….

BELGE-3

EMEP 3. GENEL KONGRE RAPORU’NDAN
b) Egemenler siyasal alandaki iddialarından da vazgeçmiştir. Ülke ekonomisini, ülkenin kalkınıp sanayileşmesine dair plan ve programlarını IMF ve Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye güçlerine bırakan Türkiye’nin egemen sınıfları, siyasi alandaki amaçlarını; yani Türkiye’nin demokratikleşmesi ve siyasal alana dair sorunlarının çözülmesini de “AB’ye giriş” umuduna bağlamıştır. Baskı altındaki Kürtler, Aleviler, laikliğin kurbanı olduğunu düşünen dini çevreler, ifade özgürlüğü tehdit altındaki aydınlar, demokratlar, 10-20 yıldır cezaevlerinde tutulan binlerce siyasi tutuklu ve hükümlüye de AB’ye girme hedefi gösterilmekte; “Eğer AB’ye girilirse, Türkiye mamur, müreffeh, tam demokratik, hiçbir baskının olmadığı bir ülke olacak” denilerek, bu çevrelerin özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi de büyük patronların AB’ye girme politikasının yedeği haline getirilmek istenmektedir.
Bu yüzden de demokratikleşmeye dair tüm adımlar; “AB istedi” diye atılmaya çalışılmakta; demokrasi denilince yaşlanmış ve bu anlamıyla da aslında demokratik niteliklerini kaybetmeye yüz tutmuş “AB normları” tartışılmaz, değişmez ve kutsanmış “demokrasi normları” olarak propaganda edilmektedir.
Demokrasi ve özgürlük isteyenlere; “Ya AB ya da baskı ve zulüm” ikilemi sunulmaktadır. AB’ye girme isteği “açıkça biat etme”ye evrildiği için, son 3-5 yıl içinde AB merkezli baskılar da bir dayatmaya dönüşmüş; tıpkı IMF’nin ekonomi ve sosyal alandaki “yasa” dayatmaları gibi AB de “demokratikleşme paketleri” dayatmaktadır.
Son 10 yıl içinde bütün düzen partileri sermayenin bu idealini benimsemiş; AB’ye girişi, büyük amaç, “milli dava” ilan etmişlerdir.
Egemen sınıflar; yüz yıllık iddialarının iflasından, halkın yoksulluk ve sefalete itilmesinden, işsizlikten, enflasyondan, ülkenin IMF ve Dünya Bankası’nın eline düşmesinden demokrasi yoksunluğuna, baskı ve zulmün ülkeyi yönetmenin başlıca aracı olarak kullanılmasından, kayıplardan, işkenceden faili meçhul cinayetlerden, hatta Kürtlerin ezilmesinden, kısacası kötü, çağdışı, bürokratik, anti-demokratik statükoyu çağrıştıran ne varsa hepsinden, kendileri adına bugüne kadar ülkeyi yöneten partileri sorumlu tutmuşlardır.
Bütün sistemin sıkıntılarından, açmazlarından, çözümsüzlüklerinden, yetmiyormuş gibi yoksulluk ve işsizlik belasından öfkesi tepesine çıkan halk yığınlarının önüne bu partiler “kurban olarak” atılmış; sermaye medyası, patron örgütleri ve onların her köşe başındaki sözcüleri; “Bütün bu olup bitenin sorumlusu işte bunlardır” diye düzen partilerini göstermiştir.
Böylece, son 50 yıl içinde halk indinde zaten itibarı sıfırlanan ve sermayenin “siyaset alanında yeniden yapılanması”nın ayak bağı olan partiler tasfiye sürecine sokulmuştur. Elbette bu yapılırken; asıl sorumlular bu partilerin arkasındaki asıl sahipleri büyük patronların, bankaların, tekellerin, askeri ve sivil yüksek bürokrasinin (ve elbette ki Türkiye’yi dışardan yönetip denetleyen Avrupa ve ABD’nin, emperyalist sisteminin), soygun ve sömürü sisteminin olup bitendeki asli sorumluluğu gizlenmek istenmiştir. Bunda da en azından “şimdilik” başarılı olmuşlardır.
Çünkü; 3 Kasım 2002 seçimleri ile halk, sermayenin, patronlar sınıfının en eski, en köklü ve en geleneksel partilerine ağır bir tokat vurmuş, böylece burjuva siyaset arenasının tortuları da temizlenmiştir. Ama bu aynı zamanda egemenlerin ve arkalarındaki uluslararası sermaye güçlerinin “siyaset alanını yeniden yapılandırma”ya yönelik işlerini kolaylaştırmıştır. Bunu, sermayenin en önde gelenleri; seçimin sonucunu görünce “demokrasi bayramı” ilan ederek göstermişlerdir.
Ama bundan, siyaset alanında sorunların bittiği, her şeyin olağan mecrasına girdiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla siyaset alanında, eski partiler (CHP Meclis’te olmadığı için bu halk tokadından şimdilik kurtulmuştur) alanın dışına itilerek bir temizlik yapılmıştır.
Ancak, AKP ve CHP tarafından doldurulmuş gibi görünen çok önemli bir “boşluk” vardır. Şimdi; yakın gelecek için AKP ve CHP durumu idare edebilir ama, sürgit böyle olamayacağı için de; bir yandan patronlar öte yandan da emek güçleri kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda bu boşluğu doldurma çabasında olacaklardır.
Partimiz, siyaset alanında sermayenin “yeniden yapılanma”sına müdahale ederek; bu alandaki boşluğu halkın iktidara yürüyüşünün vesilesi olarak değerlendirmek yükümlülüğü ile karşı kaşıyadır.
Çünkü; AKP-CHP’den oluşan Meclis ve tek parti hükümeti, “istikrar arayan” sermaye güçlerinin “demokrasi bayramı” ilan ettikleri bir tablodur. Ama, bu sadece gerçeğin görünen yanıdır. Bu iki parti, seçmenlerin oylarının sadece yüzde 41.5’ini almıştır. Halk iradesinin yüzde 58.5’i Meclis dışına itilmiştir. Bu az-çok demokrasinin olduğu bir ülkede kabul edilir bir “Meclis dışı” oran değildir. Öte yandan laiklik-şeriat sorunu, Kürt sorunu, geleneksel asker ve sivil yüksek bürokrasinin seçilmişler karşısında üstünlüğüne şimdi “üst kurullar” eklenmiştir.
Böylece; temel sanayi ve hizmet alanlarının başta Meclis olmak üzere, seçilmiş kurumların denetimlerinin dışına alınmasıyla demokrasinin gelişmesinin ekonomik kanalları da tıkanmıştır. Bu tablo içinde “demokratik açılım” için tek çıkar yol olarak öne sürülen AB ise; bir yandan Avrupa ve Amerikan demokrasisinin güdükleşip yozlaşması, demokratik kurumların etkisizleşmesiyle öte yandan “töröre karşı güvenlik” sloganıyla malül, “şekli bir demokrasi” olarak, Türk ve Kürt her milliyetten Türkiye halkının gerçek bir demokrasi ve özgürlük talebini karşılamaktan uzaktır.
Sermaye adına iktidara gelen partiler ise; “AB normlarına uygun” ama öz itibariyle antidemokratik bir yönetimi devam ettirme azmindedirler. Ve halkın tepkileri yoğunlaştıkça da; iktidarı ve sistemi koruma güdüsüyle, “kırmızı kitabı”, “Milli Siyaset Belgesi”ni “kavrayıp” statükoya sarılacaklarını gösteren alametler daha şimdiden ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Partimiz, bütün bu gelişmeleri ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak; demokrasinin gelişmesi; halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda mücadelenin ilerletilmesi için gayretlerini yoğunlaştıracak; her yeni gelişmeyi demokrasi mücadelesinin ileri atılımının vesilesi olarak değerlendirecektir.
Demokrasi mücadelesi, halkın iktidar mücadelesidir. Bu yüzden de halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda bir mücadele; işçi sınıfı başta olmak üzere halkın geniş kesimlerinin bu mücadeleye çekilmesi ve mücadele içinde siyasal bilincinin ve örgütlenme düzeyinin yükselmesi partimizin asıl dikkat noktasıdır. Dolayısıyla demokrasinin, AB’den, ABD’den ithal edilmeyeceği ya da “yukarıdaki seçkinlerden”, “aydınların gayretlerinden” beklenen bir “proje” olamayacağını göstermek, bu türden
“demokrasi anlayışlarını” mahkûm etmek partimizin çalışmalarının diğer bir yanını oluşturmaktadır.
Demokrasi mücadelesi alanında partimizi diğer partilerden ayıran en önemli yaklaşım; partimizin demokrasi sorununun halkın iktidar mücadelesine bağlamış; demokrasi mücadelesini de; halkın acil demokratik talepleri etrafındaki mücadelenin örgütlenmesini; demokrasi güçleriyle gerici sermaye güçleri arasındaki çatışma üstünden bu mücadeleyi geliştirmeyi esasa almasıdır.
Bu mücadelenin başlıca somut dayanaklarını şöyle sıralayabiliriz:
1-) Egemenliğin kayıtsız koşulsuz halkın olduğu bir demokrasinin engellerini ortadan kaldırmak için mücadele: Bugüne gelen statükonun temeli halkın, onun seçilmiş temsilcilerinin değil, bir avuç azınlığın çıkarları üstünde şekillenen devletin başlıca kurumlarının başındaki asker ve sivil bürokrasinin şu veya bu biçimlerde “seçilmiş” olanların bile karşısında üstünlüğünü esas almaktadır.
Halkın seçtiği temsilcilerin bütün öteki devlet kurumları ve resmi yetkililer karşısında tartışılmaz üstünlüğünü esas alan bir demokrasi için mücadele, partimizin demokrasi anlayışının esasıdır.
Seçilmiş halk temsilcilerinin (parlamentonun) denetimi dışında hiçbir kurumun ve hiçbir faaliyetin olmadığı, vali, yargıç gibi “resmi görevlilerin” de seçimle geldiği, halkın isteği ile görevinden alınabildiği bir demokrasi için mücadele, sorunun esasını oluşturmaktadır.
Egemen sınıfların kendi parlamentolarını artık bir yük, bir bürokrasi olarak gördüğü, ekonomik alandaki tüm kurumları ve faaliyeti, hatta merkez bankalarını bile parlamentoların denetimi dışına çıkardığı, parlamentoları “seçilmişlerin lak lak ettiği kurumlara” indirgemesi günümüzde; halkın temsilcilerinin ekonomik, idari, yargısal bütün alanlarda halkın iradesinin temsilcileri olarak denetleyici rolünün öne çıkarılması, aynı zamanda yozlaşan burjuva demokrasisiyle de hesaplaşma anlamına gelmektedir.
2-) Kürt sorununun çözümü, demokrasi mücadelesinin en önemli konularından birisidir. Halkların kardeşleşmesi, gerici ve emperyalizm işbirlikçisi güçler karşısında birleşmeleri için halkların kardeşliği ve eşit haklara sahip olmaları, dillerin eşitliği ve kültürlerin serbestçe gelişimine yol veren önlemlerin alınması için mücadele önkoşuldur. Bu mücadele içinde her milliyetten emek güçleri de birleşme imkânını bulacak, yerli ve uluslararası sermaye güçlerine karşı sınıf kardeşliği ile birleşerek, ülkenin geleceğine el koyacak bir pozisyona yöneleceklerdir. Demokrasinin bir laf yığını, “kutsal normlar” olmaktan çıkıp, halkın bilincinde yer etmesi, hakları kullanma alışkanlığının oluşması da bu mücadeleler içinde gelişip olgunlaşacaktır. İşçi sınıfı enternasyonalizmi, pratikte bu mücadele içinde anlamlanacak; farklı uluslardan işçilerin birliği ve halkların kardeşliği bu somut mücadelenin ateşinde pekişecektir.
3-) Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası’ndaki, partiler arasında eşitiliği bozan; sistem partilerini emekçi sınıf partileri karşısındaki avantajlı duruma getiren tüm yasa maddeleri iptal edilmelidir.
Yüzde 10 ülke barajı, “milletvekili yeterliliği”ne ilişkin sınırlamaları kaldıran, halkın verdiği bir tek oyu zayi etmeden temsilini sağlamayı amaçlayan, siyasi partilere bütçeden para verme, partilere seçim yardımı yapma geleneğine son veren, partilerin uluslararası ilişkiler önündeki sınırları kaldıran, bütün partilerin mümkün olduğu kadar eşit koşullarda seçimlere girmesini sağlayan bir seçim ve siyasi partiler yasası için mücadele, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Partimiz bu alanda da demokrasi mücadelesini geliştirmek, baskıcı, ayrımcı, egemen sınıfların seçimleri kazanması için, hazırlanmış siyasi partiler ve seçim düzenini bütün
unsurları ile teşhir etmeye devam edecek, bu alandaki taleplerin ısrarlı takipçisi olacaktır.
4-) 1982 Anayasası’nın tümden kaldırılarak, yerine halkın demokratik bir biçimde seçtiği temsilcilerin yapacağı bir Anayasa konması mücadelesi, önümüzdeki dönemin mücadele alanlarından birisi olacaktır. Yaşananlar, sorunun sadece bir Anayasa sorunu olmadığını da göstermektedir. 125, 146, 159, 168, 169, 312 TCK yasa maddeleri ile, DGM, YÖK, RTÜK yasası demokrasi mücadelesinin hedefleridir. CMUK, Polis Selahiyetleri Yasası, İller İdaresi Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Basın Yasası, TİS ve sendikalar yasaları gibi pek çok yasa da emekçilerin ve halkın istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenip, antidemokratik maddelerden ayıklanmak ihtiyacındadır.
Dolayısıyla demokrasi mücadelesinin bir alanı da mevcut yasaların kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi mücadelesi olarak şekillenmektedir.
Bu yasaların önemli bir bölümünden egemen sermaye güçleri de rahatsızdır, bu yasaları “piyasanın gelişmesine engel” görmektedirler. Dolayısıyla, onlar da bu yasaları değiştirmek için hükümet ve parlamentodaki etkilerini kullanacaklardır. Bu yüzden önümüzdeki dönem aynı zamanda piyasacılığa karşı bir mücadeleyle iç içe geçmiş bir demokrasi mücadelesi dönemi olarak şekillenecektir. YÖK Yasası’nda daha şimdiden böyle bir gelişim gündeme gelmiştir. Hükümet ve öteki piyasacı güç odakları YÖK Yasası’nı, üniversitenin paralı hale getirilmesi başta olmak üzere piyasanın ihtiyaçlarına uydurulmasını engel olarak gördükleri için değiştirmek istemektedirler. Burada partimiz diğer demokrasi güçleriyle birlikte parasız, demokratik, bilimsel özerkliğe sahip bir üniversite mücadelesi etrafında YÖK’ün yeniden düzenlenmesi mücadelesi vermekle karşı karşıyadır. Benzer bir durumun RTÜK Yasası’nda da gündeme geleceğinden kuşku duyulamaz.
5-) Türkiye, dünyada en çok siyasi hükümlü ve tutuklunun, en uzun süre cezaevinde yattığı ülkelerin en başındadır. Bugün de dokuz bin dolayında siyasi tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde bulunmaktadır. İdam cezasının kalkmış olması mevcut tablo karşısında hiçbir şeydir ve sadece hükümeti, devleti sıkıntıdan kurtaran bir gelişmedir. Dahası bugün de; “anadil için dilekçe” veren, duvara afiş asan kişiler bile TCK 169. maddeden cezaevlerine konmaktadır.
Gerçekte ise pek çok kişi 20-25 yıldır cezaevinde tutulmaktadır ve binlerce kişi çok daha uzun bir süre cezaevlerinde kalmaya adaydır.
Bu yüzden de; gerçek bir demokratikleşme için koşullardan birisi de ayrımsız bir genel siyasi aftır.
Bu af, tüm tutuklu ve hükümlülerin salıverilmesi, cezalarının sonuçlarını da ortadan kaldırarak, siyasetle uğraşmalarının engellenmemesini de kapsamalıdır.
6-) 3 Kasım 2002 seçimi; halkın acil siyasi taleplerin önemini ortaya koyduğu gibi, partimizin ve blok partilerinin bu talepleri değerlendirebildiğinde, mücadeleyi “önyargılar” değil bu gerçekler üstünde kurarlarsa, nasıl yenilmez bir güç olunacağını göstermiştir. Dahası, politika yapmanın sadece talep tespit etmekten öte “bu talepleri gündeme getirme sanatı” olarak da son derece önemli olduğu hem seçim hem de sonrası gelişmeler içinde bir kez daha doğrulanmış bulunmaktadır.
Partimizin 3. Genel Kongresi, Türkiye’nin demokratikleşmesine dair bu genel saptamaları da gözeterek, demokrasinin gelişmesi için siyaset alanındaki her yeni gelişmeyi ve bu gelişmelerin yarattığı fırsatları değerlendirecek; mevcut siyasi tablonun kendisine yüklediği; halkın iktidara yürümesi için halk muhalefetinin örgütlenmesi için gerekli girişimleri yapacaktır.
7-) 3. Genel Kongre sürecinin başlamasının hemen öncesinde, iç ve dış sermeye çevrelerinin, Kemal Derviş’in önderliğinde organize ettikleri “hükümeti ele geçirme operasyonu”nun bir “erken genel seçim”le sonuçlanması burjuva siyaset arenasını altüst etmişti. 3 Kasım seçimi, hem Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğünü, hem halkın ulaştığı bilinç düzeyini gösteren önemli olgular ortaya çıkardı. Her şeyden önce, halkın düzen partilerinden, IMF’ci, AB’ci, partilerden artık bir şey beklemediği ortaya çıktı. Bu durum geniş halk yığınlarının, geleneksel olarak peşinden sürüklendiği partileri bırakarak; bir “arayışa yönelmesi” biçiminde oldu. Bu yüzden de oylar; Meclis’te yer almayan ve neredeyse siyasi bakımdan bütün etkinliğini yitirmiş CHP ve “yeni bir parti” olduğu iddiasıyla ortaya çıkan AKP’de toplandı. Bir başka söyleyişle seçim; halkın artık karşısına, milliyetçilik, dincilik, sosyal demokrasi, sağcılık, muhafazakârlık gibi kavramlarla birbirinden “ayrılan” ama aynı programı uygulayan partilere itibar etmediğini gösterdi. Bu iki seçim arasında geçen üç buçuk yıl içinde; önceki seçimin galibi görünen beş partinin beşinin de barajın altında kalmasını sağlayan bir “değişiklik” demekti ki; bu bile bu seçimin pek çok yönüyle irdelenmesini gerektirecek bir gelişmeydi.
Kürt sorunu gibi Türkiye’nin en eski ve en önemli sorunu konusunda; ırkçı şoven partilerin kışkırtmalarının geniş halk yığınları nezdinde etkisini yitirdiği, en azından etkisizleştiği; iki halkın kardeşleşmek için gösterilecek çabalara yanıt vereceği ortaya çıktığı gibi, Kürt emekçilerin, Türk emekçileriyle birleşmeden kendi kurtuluşlarının da gerçekleşemeyeceğini hissettikleri de önemli ölçüde ortaya çıktı. Blok; hem Kürt hem de Türk kökenli emekçilerin ileri kesimleri arasında coşkuyla karşılandı. Ve bloğun geleceğe dair önemli rol oynayacak bir adım olduğu da görüldü.
Bu ortamda partimizin tarihsel rolü, Kürt ve Türk kökenli emekçilerin birliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde; halkın iktidara yürümesinde oynaması gereken rol, bu rolün dayanaklarına ilişkin önemli olgular ortaya çıktı.
Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bloğun, nasıl bir hedefle örgütlenmesi gerektiği, hangi taleplerle ilerleyeceği gözler önüne serildi.
Dahası partimizin; halk yığınlarıyla birleşmesi, emek hareketinin yenilenmesi, sendikalar başta olmak üzere emek örgütleriyle ilişkilerin yenilenmesi ve bu örgütler içindeki rolü bakımından da son derece önemli veriler olarak ortaya çıktı. Bunun da ötesinde partimiz, kendi örgütlenmesinin, çalışma tarzının yenilenmesi; yığınlarla ilişkileri bakımından da sorunları aşmak için önemli bir pozisyon elde etmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla seçimler; partimiz açısından, alınan oydan bağımsız olarak son derece önemli bir deneyim olmuştur. Bu deneyimin derslerinden öğrendiklerimizi hayata geçirdiğimiz ölçüde seçim bir deneyim olmakla kalmayıp; bir başarı haline de gelecektir.
3. Genel Kongremizin kararları bu dersleri başarıya dönüştürmenin kararları da olacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑