ABD için sonun başlangıcı

ABD emperyalizminin İngiltere’yi de yanına alarak Irak’a karşı başlatmış olduğu emperyalist saldırı, yeni saflaşmalarla birlikte üçüncü bir dünya savaşını da tetikleyebilecek gerilimleri biriktiriyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünya dengelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve Sovyet Bloku’nun dağılmasının ardından ABD ve İngiltere’nin çıkarlarının diplomatik düzenleyici aygıtı konumuna dönüşen Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumların bile ayak bağı olarak görülüp bir tarafa itildiği zincirlerinden boşanmış bir emperyalist saldırganlığın dayattığı yeni saflaşmaların işaretleri 11 Eylül’ün hemen ardından kendini çok açık bir biçimde dışa vurmuştu.
Sovyet Bloku’nun dağılıp dönemin ABD Başkanı George Bush tarafından “Yeni Dünya Düzeni”nin (YDD) ilan edilmesi süreci, ABD’nin, batının diğer emperyalistlerini arkasına alarak davranabildiği dönemin de sonunu başlatmıştı. “Sol”un liberal kesimlerinin, “Lenin’in emperyalizm çağında savaşlar kaçınılmazdır” sözünün artık hükmünü yitirdiğini, dünyanın tek kutuplu barış dönemine kapı açan bir küreselleşme sürecine girdiğini iddia ederek destek verdikleri YDD’nin çöküşü, hem Lenin’in emperyalizm tezini harfiyen doğruladı, hem de bugüne kadar ABD’ye iman eden ideologların kafasını fazlasıyla karıştıracak gelişmelere sahne oldu. İçine girilen süreç, dün ortak hareket edenlerin bugün karşı karşıya geldikleri, yeni kutuplaşmaların doğduğu, bu kutuplaşmaların birçok ülkenin iç ve dış siyasetlerini derinden etkilediği bir dönemin kapısını açtı.
11 Eylül’ün ardından “terörle mücadele” doktirini etrafında, dünyayı “ya benden ya da terörden yanasınız” diyerek saflaştırıp, bütün etkinlik alanlarını bunun üzerinden yeniden yapılandırmaya yönelen ABD’nin, bu dizginsiz gidişinin yarın kendilerinin de sonunu getireceğini fark eden diğer emperyalistlerin itirazlarına rağmen Irak’a saldırının düğmesine basması, dünya emperyalist zincirinin halkalarının tümünü etkileyecek bir nitelik taşıyor. Balkan saldırısında ortak hareket ettiği AB’nin patronu Almanya ile Fransa’nın itirazlarının Rusya, Çin, Japonya gibi diğer etkin emperyalistlerin tepkileri ile birleşerek karşısına dikildiğini gören ABD’nin, Irak’a saldırıdan vazgeçerse başlayacağını öngördüğü geri düşüşünü önlemek için attığı adım, onun açısından, önlemeye çalıştığı sonun başlangıcı sayılabilecek bir dönemi de tetiklemiş oldu. Çünkü dünyanın diğer emperyalistleri bu savaşın, Irak’tan çok kendilerini, kendi etkinlik alanlarını hedef aldığını ve yarın Ön Asya’dan Pasifik’e kadar uzanan bir büyük adımın ön adımı olduğunu görüyorlar. Bu bölgedeki pozisyonlarını yitirmek istemeyen Almanya ve Fransa ile birlikte, Amerika’nın kapısına dayandığı Rusya ve gelişmeleri dikkatle izleyen Çin de, altlarındaki zeminde artçı şoklar yaratan depremin farkındalar. Tek tek hiçbiri Amerika ile silahlı bir mücadeleye girebilecek bir silahlı güce sahip olmayan bu güçlerin şu anda kullandıkları tercih, ABD’nin Irak’a dönük saldırısının hiçbir meşruiyeti olmayan bir çıkar savaşı olduğu tezinin yaygınlaştırılması ve bu yolla ABD’nin diplomatik açıdan sıkıştırılarak frenlenmeye çalışılması biçiminde seyrediyor. Amerika ise, elindeki güç yoğunlaşmasını dünyanın kayıtsız şartsız tek patronu olmaya vardıracak bir biçimde kullanırken, geçmişe göre çok daha büyük çaplı bir mayın tarlasının içine girmiş olmanın bütün risklerini taşıyor.
11 Eylül’de ikiz kulelerin vurulduğu New York dahil olmak üzere birçok Amerikan kentine de yayılan kitlesel protestolar, dünyanın her yerinde giderek yaygınlaşıyor. ABD ve İngiltere bu kez, emperyalist rakipleriyle birlikte, kendi halklarını ve dünyanın bütün halklarını daha önce hiç olmadığı kadar karşılarında buldular. 1. Körfez Savaşı sırasında, savaşı “kansız” bir biçimde sunarak gelecek tepkiyi azaltmaya çalışan CNN gibi medya tekellerinin tamamen çöktüğü bir savaş bu. Dünya halkları bu emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaya çalışan medya kurumlarının hiçbirine inanmıyor. Irak’tan yayın yapan Arap televizyonlarının gerek Irak’ın ortaya koyduğu direniş, gerekse ABD ve İngiliz güçlerinin giriştikleri katliamlara ilişkin olarak geçtiği görüntüler, onlarca yıldır hüküm süren bir yalan perdesinin yırtılmasını getiriyor. “Yenilmez” olduğu propaganda edilen Amerikan askerlerinin Arap televizyonları aracılığıyla dünyaya yansıyan çaresizlikleri ve Irak halkının ortaya koyduğu onurlu direniş, bu savaşın sonucu ne olursa olsun, ABD’nin yenilebilir olduğuna dair gerçeğin dünya halkları tarafından fark edilmesine yol açtı. “48 saatte” Bağdat’ı düşüreceğini öne süren Amerika ve ona bağlı propaganda merkezlerinin ortaya attıkları senaryolar, Irak halkının onurlu direnişi karşısında yerle bir oldu. Saddam’a karşı Amerikan birliklerine destek vereceği kesin bir dille propaganda edilen Şiilerin de Amerika’ya karşı savaşması, “kitle imha silahlarından arındırma” demagojisi ile Irak’a giren Amerikan güçlerini “kitle katliamları” yapmadan yol alamayacak bir noktaya kilitledi.
Tüm bu gelişmeler, bu savaşın sonucu ne olursa olsun, ABD açısından sonun başlangıcının da habercisi durumunda. Dünyaya egemen olmak isteyen bir emperyalist gücün dünya halkları gözünde kurmak zorunda olduğu meşruiyetin, bir daha inşa edilmesi kolay kolay mümkün olmayacak bir biçimde ortadan kalktığı gerçeği, bir başka gerçeği de ortaya koymaktadır: ABD bugün artık yalnızca silah zoruyla ayakta duran bir emperyalist güçtür. Ve yaşadıkları işsizlik, hak gaspları gibi birçok gerçeğin ABD’nin patronu olduğu sistemden kaynaklandığı görmeye başlamış olan işçi ve emekçilerin, dünya genelinde savaşın saldırgan güçlerine karşı ortaya koydukları direniş, dünya halklarının emperyalizme karşı direnişinin bundan sonra çok daha büyüyeceği bir döneme girildiğinin de işaretlerini vermektedir. Savaşın kapitalist politikaların ve içinde yaşanılan emperyalist barbarlığın, sosyalizmsiz bir dünyanın kaçınılmaz sonuçları olduğunun görülmeye başlanması, savaşlarla birlikte yeni bir devrimler döneminin potansiyellerini de içinde barındırmaktadır.

SAVAŞ CEPHESİNİN DERİNLEŞEN KAOSU
Savaşın daha ilk on gününde emperyalist cephenin derinleşen bir kaosun içine doğru sürüklendiği görülmektedir. Savaş karşıtı eylemlerin en kitlesel boyutta yaşandığı ülkelerden birisi olan İngiltere’de Blair köşeye sıkışmış durumda. En son teknolojik silahların kullanıldığı saldırılara, 1. Körfez Savaşı’nı fazlasıyla geriden bırakan bombardımana rağmen Irak halkının çetin bir direniş göstermesi, savaşa karşı ciddi bir muhalefetin örgütlendiği İngiltere’de Blair’i her geçen gün daha da köşeye sıkıştırıyor. Bunun ardından emperyalist saldırı koalisyonuna aktif destek veren İspanya’da da iktidar giderek yalnızlaşıyor. Savaş karşıtı gösterilere milyonlarca kişinin katıldığı İspanya’da Başbakan Jose Maria Aznar’ın Halk Partisi (PP) ile koalisyon yapan UNP, emperyalist işgalin yedinci gününe gelindiğinde, bundan sonra muhalefetle birlikte hareket edeceğini açıkladı. UNP, Irak işgalini protesto eylemlerine de katılmaya başladı. Seçimlerde Aznar’ın partisi PP ile ittifak yaparak milletvekili çıkaran UA partisi de parlamentodaki PP grubundan ayrılmayı tartışıyor. UNP ve UA’nın, Aznar’dan desteğini çekmesi durumunda hükümet parlamentodaki salt çoğunluğuna kaybetmiş olacak.
Savaş cephesinde yaşanan kaos, sadece İngiltere ve İspanya değil, emperyalist işgalin başını çeken ABD’de de firelerin yaşanmasına neden oldu. Tam bir katliam şebekesi olarak örgütlenmiş olan Bush yönetimi, savaşın ilk dokuz gününde stratejilerinin çökmesinin diyetini ilk kurbanlarını vererek ödemek zorunda kaldı. Irak’a saldırının Washington’daki en ateşli savunucularından biri olan Pentagon Savunma Politikası Kurulu Başkanı Richard Perle, savaşın dokuzuncu gününde görevinden istifa etti. 1980’lerde nükleer silahların kontrol altına alınmasına karşı çıktığı için “Karanlıklar Prensi” olarak anılan Perle, Irak’ın işgalinin “çok kolay olacağı”nı savunanların başında geliyordu.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve Yardımcısı Paul Wolfowitz’e çok yakın bir isim olan Perle’nin “kurban edilmesi”, Bush yönetiminde Irak’ın yarattığı ilk çatlak. Bu çatlağın giderek büyümesi de sürpriz olmayacak.

TÜRKİYE YÖNETENLERİ DE KAOSTA
Türkiye açısından da tüm çelişkiler geçerlidir. Amerikan işbirlikçisi medyanın yoğun bombardımanına rağmen, yapılan anketlerin halkın yüzde doksan beşinin savaşa karşı olduğunu göstermesi, ülke içinde yarım asrı aşkın bir süredir yürütülen Amerikancı propagandanın önemli oranda erozyona uğradığının bir işaretidir. Bugüne kadar ABD ile arasındaki ilişkiyi, her zaman Türkiye’nin arkasında olan “stratejik müttefik”le kurulmuş, doğru ve Türkiye’nin çıkarına bir ilişki olarak sunan Amerikancı güçler inanırlılıklarını yitirmiş durumdadır. Türkiye’yi, IMF dahil birçok kurumu da kullanarak savaşa sokmak isteyen Amerika’nın Türkiye ile arasındaki ilişkinin bir sömürü ve çıkar ilişkisi olduğu gerçeği, bugün düne göre çok daha geniş oranda kabul gören bir gerçek haline gelmiştir. Bu giderek yaygınlaşma eğilimi gösteren savaş karşıtı eylemlerin de etkisiyle Amerikancı iktidar güçlerini baskı altına alan bir gerçekliktir. Amerika ile halkın arasına sıkışmış olan işbirlikçi AKP hükümeti, bu baskının yarattığı çatlak nedeniyle tam bir kaos yaşıyor. Halkın gözünde yıpranmamak için ikinci tezkerede AKP’ye açık destek vermeyen generaller de bu kaosu kendi açılarından yaşıyorlar. İkinci tezkerenin Meclis’ten geçirilememesinin ardından Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, hükümetle aynı görüşte olduklarını bildirerek, Türkiye’nin sınırında gerçekleşen bu savaşa kayıtsız kalamayacağını öne sürmesi, “ateşin” artık onların da tutmak zorunda kaldıkları kadar yakıcı hale gelmesinin bir sonucuydu. Bugüne kadar “sadakat” gösterilen Amerika’nın taleplerinin karşılanmamasının kendilerini de Amerika karşısında güç duruma düşürdüğünü gören generaller, dışa bağımlı politikanın doğal bir sonucu olarak üslerin ve hava sahasının Amerika’ya açılmasına önayak oldular. Ancak buna rağmen Genelkurmay’ın da, savaşın ilk gününden itibaren televizyon ekranlarından eksik olmayan emekli generaller kadar “rahat” davranamadığı görülüyor. ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırı konusunda kendi güdümlerinde hareket eden BM’yi bile ayaklar altına alıp, bütün dünyayı karşısına alarak giriştikleri bu saldırının, daha kapsamlı bir savaşın çelişkilerini de içinde barındırdığını gören generaller, şimdi atılacak bir adımın Afganistan kadar kolay olmayacağının farkındalar. Genelkurmay Başkanı Özkök’ü, “Bu savaş, bizim savaşımız değil” demeye iten temel gerçeklerden birisi ABD’nin Kuzey Irak’ın denetlenmesi konusunda Türkiye’ye “mesafeli” durması ise, diğeri de bu savaşın içine gireni boğabilecek kadar riskler içerdiğinin görülmesidir.
Ancak bugüne kadar, bütün bölge politikalarını, Türkiye’nin çıkarlarını ABD’nin çıkarları içinde eritme üzerine kuran generallerin Amerika’ya desteklerinin sınırının nerede biteceği konusunda öngörüde bulunmak yanıltıcı olabilir. Çünkü bu, birçok değişken tarafından belirlenmektedir. Amerika’nın, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki talepleri konusundaki tutumunda olabilecek değişimler, Amerikan ve İngiliz birliklerinin savaştaki pozisyonu ve uluslararası dengelerde görülebilecek kimi değişimler, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün “sıkıyönetim düşünmüyoruz” yollu açıklamasından çark edilerek Kuzey Cephesinin bir kara savaşına açılmasına kadar varan ihtimalleri gündeme getirebilir.
Elbette bu noktada içeride gösterilen direnişin düzeyi de belirleyici olacaktır. Ve asıl önemli olan da içinden geçilen dönemin olanaklarından doğru bir biçimde yararlanıp, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin kurulması mücadelesinde mevzilerin güçlendirilmesidir. IMF programların terk edildiği, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerle yapılan ikili anlaşmalara son verildiği bir Türkiye kurabilmenin olanakları bugün düne göre çok daha güçlüdür. Kürt yoksullarının kimlik ve kültür taleplerinin karşılandığı, Kürt sorununun demokratik halkçı bir tarzda çözüldüğü bir Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelişmeleri kendisi için bir tehdit olarak görmeyeceği, ama bunun yerine geleneksel yöntemlerde ısrar edilmesinin, Irak Savaşı sırasında da görüldüğü gibi, Amerikan emperyalizmi ya da başka emperyalistler tarafından bir “koz” olarak kullanılabileceği gerçeği, herkes tarafından daha çıplak bir biçimde görülmüştür.
Bu gerçeklerden hareket eden yaygın bir aydınlatma ve örgütlenme faaliyetinin biricik aracı ise kuşkusuz günlük gazetedir. Emperyalist çıkarlar için savaş çığlıkları atan işbirlikçi medyanın, halkın gözünde itibar erozyonuna uğradığı bir dönemde, halk güçlerinin emperyalizme karşı birleştirilmesinde daha etkili başka bir araç yoktur.

Yeniden yapılandırma ve cumhurbaşkanlığı seçimi

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’nin siyasal tarihi boyunca, sancılı gelişmelere sahne olduğu ve askerlerin çoğu zaman bu sürece ağırlıklarını koydukları biliniyordu. Ancak, ABD ve AB ülkelerinin iltifatına fazlasıyla mazhar olmuş, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların sık sık memnuniyetlerini belirttikleri, ülke içindeki büyük sermaye örgütlerinin takdirle karşıladıkları ve birçoğunun da cumhuriyet döneminin en “uyumlu”, en “istikrarlı” koalisyonu ilan ettikleri bir hükümetin cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle böylesine bir ‘kriz’ noktasına gelmesi birçok çevre açısından sürpriz bir gelişme oldu. Kimileri de, seçilecek olanın eni sonu Anayasal açıdan ‘sorumsuz’ bir cumhurbaşkanı olduğunu düşünüyordu ve böyle düşünenler, bu düşünce tarzlarının doğal bir sonucu olarak aylardır süren bunca gürültüyü sermaye medyasının moda deyimiyle “Türkiye’de bir uzlaşma kültürü olmamasına” bağladılar.

KENDİLİĞİNDENLİĞE İZİN VERİLMEYEN BİR DÖNEM VE BİR SEÇİM
Ancak siyasi süreçleri en doğal dönemlerde bile tek tek bireylerin ya da kurumların iradeleriyle açıklamak nasıl sonu yanılgıya varacak bilimdışı bir yaklaşımsa, olağanüstü dönemlerde böyle açıklamak bilimin yerine tamamen idealizmi geçirmek olur.
Normal dönemlerde bile ülke içindeki siyasi dengelerin seyrini kendi doğal mecrasına bırakmayan büyük sermaye örgütleri, hâkim güçler ve onların bağlı olduğu uluslararası emperyalist kurum ve devletlerin, şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu yeniden yapılandırma döneminde olup bitene sessiz kalıp, cumhurbaşkanlığının belirlenmesini TBMM’nin iradesine bırakması düşülemezdi. Yeniden yapılandırma dönemleri, siyasi gidişatın köklü bir tahkimini öngördüğü için, böylesi dönemler, kendiliğindenliğe de hiçbir şekilde izin verilmeyen dönemlerdir. O zaman, yüklenen dönemsel misyonları açısından kritik ve önemli bir konumda bulunan cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaşanan gürültünün, art arda gelen tehdit ve şantajların nedenini anlamak için dönemin özelliklerini de öncelikle göz önünde bulundurmak gerekir.
1980’lerin ikinci yarısından, 1990’ların ikinci yarısına kadar geçen dönem, emekçi sınıfların mücadelesi açısından önemli bir derlenip toparlanma, yeniden örgütlenme ve güçlenme dönemi oldu. 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı tahribat ve dayattığı örgütsüzlüğün aşıldığı bu dönemde, emekçiler hükümet düşüren eylemler gerçekleştirdiler.
Ardından gelen 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi, Türkiye’de IMF ve Dünya Bankası programlarıyla hayata geçirmeye çalıştığı yağma ve talan politikaları için emperyalizmin aradığı “istikrarın” kaybının önüne geçmeye dönük bir müdahale olarak gündeme geldi.

TÜRKİYE’NİN “İSTİKRARI”, EMPERYALİZMİN BÖLGESEL “İSTİKRARI”NIN DA SİGORTASI
Türkiye’nin uluslararası emperyalist sermayeye sınırsız açılması için kapıda bekleyen özelleştirme, uluslararası tahkim, sosyal güvenliğin tasfiyesi, MAI, MIGA gibi emperyalist politikaların hayata geçirilebilmesi için öncelikle, emekçi sınıfları baskı altında tutacak, esnek çalışma eşliğinde sendikasızlaştıracak bir “istikrarın” sağlanması gerekiyordu ve 28 Şubat müdahalesine kadarki süreç bu planların hayata geçirilmesi bakımından elverişsiz bulunuyordu. Toplumun “ilerici” güç ve kurumlarını, işçi konfederasyonlarının yönetimlerini, yüksek yargı kurumlarını ve üniversiteleri “laik/anti-laik” kamplaşması etrafında harekete geçiren 28 Şubat generalleri böylelikle sistemin yıpranmış kurumlarını yeniden yapılandırıp tahkim ederek emperyalist sermayenin ihtiyaç duyduğu “istikrar” için yolu düzlemeye girişmiş oldular. Türkiye-İsrail-ABD askeri stratejik ortaklığı gibi ABD’nin bölgesel yeni savunma konseptinin gerektirdiği iç dizayn da, generallerinin öncülük ettiği hareketle sağlanmaya çalışıldı.
Ayrıca bu dönem, ABD Başkanı Bill Clinton’ın da Türkiye ziyareti öncesinde söylediği gibi Türkiye’ye Ortadoğu’dan Kafkaslar’a kadar bir dizi kritik bölgede özel bir misyon yüklenen bir dönemdi. Türkiye egemenleri, Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte ABD’nin Rusya’yı Rus toprağına hapsetme politikasının gönüllü bir neferi olmakta son 50 yıllık deneyimleriyle önemli maharetler gösterdiler.
Ortadoğu’daki komşularıyla ilişkilerini bozmayı göze alarak Irak’a karşı gerçekleştirilen ABD saldırısında hem üslerini kullandıran hem de savaş uçaklarıyla fiili destek veren Türkiye egemenleri, ABD ve AB egemenlerinin Balkanlar’da Yugoslavya’ya karşı giriştikleri saldırıya da fiili destek verdiler. Şu an Çankaya’da son günlerini yaşayan Demirel’in cumhurbaşkanlığı dönemi boyunca sıkça tekrarladığı “Türkiye bir dünya devletidir ve bölgesinin de en önemli güçlerinden birisidir” sözleri, aslında Türkiye yönetenlerinin üstlendiği gönüllü uşaklık politikasındaki kararlılığın da bir ifadesidir.
Ortadoğu’dan Balkanlar’a, oradan Kafkaslar’a kadar dünyanın “enerji ve petrol cenneti” olarak görülen kritik bölgelerde emperyalizmin gönüllü sıçrama tahtası olmaya soyunan, bundan kendini ihya edecek kadar bir nema sağlayacağını uman Türkiye yönetenleri için en önemli ihtiyaçsa, emekçi halka karşı sistemi güçlü tutacak bir “istikrardır.”
Bu başta ABD olmak üzere, Türkiye üzerindeki bölgesel çıkarları onunla çakışan AB egemenleri için de temel bir ihtiyaçtır. Yani emperyalizmin bölgesel çıkarlarının sağlanmasının aracı ve düzenleyicisi olabilecek bir Türkiye’nin öncelikle kendi içindeki “istikrarı” sağlam tutması gerekir. Türkiye’nin işbirlikçi sermaye örgütleri dışında ABD’nin de açıktan desteklediği 28 Şubat askeri müdahalesi, emperyalizmin bölgesel yeniden yapılandırma zincirinin Türkiye’deki halkası işlevini gördü.

TEHDİT, RÜŞVET VE ŞANTAJ
IMF’nin yıllardır dayattığı “özelleştirme” bu yeniden yapılandırma sürecinde Anayasa’ya girdi. Sosyal güvenliğin tasfiyesini öngören yasal değişiklikler ile uluslararası sermayenin önündeki engelleri kaldıracak Tahkim’le ilgili düzenlemeler yine bu süreçte kurumsallaştı. Ülkenin cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirdiği en önemli proje olan GAP’ta ABD’ye serbest ticaret bölgesi statüsünün verilmesi yine aynı sürecin bir parçası olarak gündeme geldi. Enerjiden iletişime kadar bir dizi stratejik alanın emperyalizmin talanına açılması da aynı şekilde bu “istikrarın” bir sonucudur. Tüm bunlar yapılırken emekçilerin ücretlerinin bile IMF tarafından belirlendiğine tanık olundu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündeme gelmesiyle gerek ABD ve IMF’nin, gerekse onların ekonomik ve politik hedeflerinin ülke içindeki işbirlikçiliğini yapan büyük sermaye örgütlerinin öncelikli kaygılarının “istikrarın” bozulması tehlikesi olduğunu belirtmeleri tüm bunlardan kaynaklanıyordu. Yukarıda sözü edilen ilişkileri yürütmek açısından çoğu zaman iktidardaki DSP- MHP-ANAP hükümetinden daha ileri maharetler gösteren ve bir yarı başkan gibi davranan Demirel’in görev süresinin uzatılması için ortaya atılan 5+5 değişikliğinin sağlanması için, milletvekillerine ömür boyu kıyak emeklilik sağlayan yasa değişikliği ile FP’nin kapatılmasını zorlaştıracak değişikliğin gündeme getirilmesi boşuna değildi. Emperyalizmin ve onun ülke içindeki işbirlikçilerinin ihtiyaç duydukları “istikrar”ın sağlanması için milletvekillerinden üst düzey yargı mensuplarına kadar devletin tepesini “rüşvete” bağlayan üçlü paket önerisi de bizzat “dürüst” imajlı politikacı Başbakan Ecevit eliyle gündeme getirildi. TBMM Genel Kurulu’ndaki ilk tur görüşmelerinde bu üçlü paket üstünde gerekli uzlaşma sağlanamayınca, Türkiye’deki çıkarlarını “istikrarın” bozulmamasına bağlayan IMF gibi kuruluşlar hükümetin bozulması ihtimalinden kaygı duyduklarını belirttiler.
ABD’nin görevini tamamlayarak ülkesine dönmeye hazırlanan Ankara Büyükelçisi Mark Parris, bir büyükelçiden çok sömürge valisi edasıyla, varolan hükümetin kurulmasını gerekli kılan koşulların devam ettiğini belirtti ve ülkesi açısından bu hükümetteki uzlaşmanın önemine işaret etti. Türkiye’ye verilecek dış kredide belirleyici etkiye sahip uluslararası düzeyde etkin kredi notu kuruluşları, hükümetin cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle bozulması durumunda “istikrarın” da bozulabileceğini ve bunun Türkiye’ye yabancı sermaye akışını olumsuz yönde etkileyeceğini açıkladılar.
Başbakan ve DSP Lideri Bülent Ecevit de tüm bu kurumların hislerine tercüman olarak, ikinci oylama öncesi ortağı ANAP’ı “istikrarı” bozmakla suçladı ve TBMM’deki ikinci tur oylamasının hükümetin geleceğini de etkileyebileceğini söyleyerek tehditler savurdu. Bununla da kalmayan Ecevit, görevini uzatmak için çırpınıp durduğu Demirel’in ifadeleriyle “rutin dışına” çıkarak TBMM kürsüsünden milletvekillerine oylarını açık kullanmaları çağrısında bulundu ve bunu yaparken Anayasayı ihlal etmekle kalmadı, baro başkanını da sözlerini çarpıtarak kendisine şahit gösterdi.

ABD’NİN VE GENELKURMAY’IN ‘İLGİSİ’!
Tüm bunlara rağmen Demirel yeniden cumhurbaşkanı seçtirilemeyince IMF’nin ve ABD Büyükelçisi Parris’in buyurduğu gibi yeni cumhurbaşkanını seçerken hükümeti dağıtmama kaygısı ön plana çıktı. Emekçi sınıfların derlenip toparlanma sinyalleri verdikleri bir dönemde dağılma korkusunu yaşayan hükümetin ayakta tutulması için burjuva medyanın manşetleri günlerce “istikrar bozulur” tehditleriyle doldu.
Emekçi yığınlarda, kendilerine karşı olan ve ülkenin hem bugününe hem de geleceğine kasteden bir “istikrarın”, tüm ülke ve halk için gerekli olduğu düşüncesi yaratılmaya çalışıldı. Demirel formülünün devreden çıkmasıyla birlikte, yeni cumhurbaşkanının kim olacağına ilişkin arayış süreci de tam em en “Kriz Yönetimi” ruhuyla hareket edilen, ortamı germe ve tehdit yollarının sıkça kullanıldığı bir süreç olarak yaşandı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın bir gazetenin haberine yanıt bahanesiyle “Biz bu işte varız” diyerek devreye girmesi de “cumhur”u yani halkı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tamamen saf dışı bırakan bir yöntemin hâkim olmasını kolaylaştırdı. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ile görüşen Ecevit, cumhurbaşkanının herhangi biri olamayacağını “Küresel dünyaya uygun” bir isim olması gerektiğini öne sürdü ve bu ismin belirlenmesi için halkın katılımının da sağlanacağını demokratik tartışma ortamının önünü kapatmak için de elinden geleni yaptı.
Koalisyon liderleri zirvesinde ortaya atılan isimlerden hangisinin cumhurbaşkanı seçileceğini şimdiden söylemek olanaklı değil. Aslında çok gerekli de değil. Çünkü isim belli olmasa da tarif yeterince açık. Seçilecek cumhurbaşkanı Ecevit’in, devletin en tepesinin görüşü olarak ima ettiği gibi herhangi biri değil, “küresel dünyaya uygun” biri olacak.
“Küresel” emperyalist dünyanın Türkiye’ye dayattığı yeniden yapılandırma projesini kumanda eden MGK’ya başkanlık edecek bir ismin belirlenmesinin kendiliğinden bir sürece bırakılması zaten beklenemezdi. Bu ismin belirlenmesinde yaşanan yoğun gerilim de, sürecin temsil ettiği emperyalist çıkarların yoğunluğundan kaynaklanıyor. Ancak, 1 Mayıs’a girerken emekçilerin saflarında giderek artan bir derlenip toparlanmanın gözlenmesi, emperyalist gericiliğin ve onun programını uygulayanların ihtiyaç duyduğu “istikrarın” kolayca sağlanamayacağının da işareti sayılabilir.
Siyasette kendiliğindenliğe hiçbir şekilde tahammül göstermeyen yeniden yapılandırmacıların yolunu kapatmak da kuşkusuz, emekçi saflarındaki büyümenin istikrara kavuşması ve bunun için de kendiliğindenliğe hiçbir şekilde tahammül gösterilmemesi ile mümkün olacaktır.

Mayıs 2000

Yoğunlaşan saldırılar ve artan imkânlar

Halk düşmanı politikalar konusunda, kendinden önceki hükümetleri geride bırakan, bu açıdan neredeyse üstüne yüksek bahis oynanmış bir yarış atı gibi doludizgin giden DSP-MHP-ANAP koalisyonunun bu tutumunu aynı kararlılık ve “azimle” sürdüreceğinin işaretlerini verdiği bir dönemden geçiyoruz.

IMF-ECEVİT “POLEMİĞİ” VE OLASI GELİŞMELER
Lastik işkolundaki grevlerden sonra, belediye işçilerinin grevlerini de demagojik bahanelerle yasaklayan hükümet, bir yandan IMF ve Dünya Bankası’nın ününe koyduğu saldırı programını istisnasız uygularken, diğer yandan emekçi sınıfların IMF’ye karşı olan tepkisini yedeklemeye dönük “efelenmelerden” de geri durmuyor. Başbakan Ecevit’in IMF Türkiye Masası Şefi Cottarelli’ye yönelik olarak, ülkeyi kendilerinin yönettiğini ve bu açıdan farklı anlamalar yaratabilecek tutumlardan kaçınmak gerektiğini söylemesi, emekçilerin gözünde çoktan yıpranan “halkçı” imajını düzeltmek, halkın IMF’ye olan tepkisini arkasına almak, sözde “ulusalcı” bir hava vermek gibi hesapların bir ürünüydü. Ne var ki, Ecevit’in daha sonra ikinci bir açıklamayla yumuşatarak düzelttiği bu tavrı, sadece bunlarla açıklamak da yeterli olmayacaktır. Ekonomideki kötü gidişte birlikte emekçi sınıfların, IMF-DB’nin politikaları ve bu politikaları uygulayan hükümetin, sermayenin saldırılarına karşı emekçilerin ülkenin birçok bölgesinde grev ve direnişlerle gösterdiği tepki, hükümeti her geçen gün biraz daha fazla sıkıştırmaktadır. Her saldırı ve her grev yasaklama kararı işçi ve emekçilerin sermayeye ve işbirlikçi hükümetine duyduğu öfkeyi daha da artırmaktadır. Ezilen sınıflar açısından kendi hak ve mücadeleleriyle ilgili hiçbir yasağın, onların tepkisini buharlaştıramayacağı, bilakis içerideki kaynama ile oluşan buhar basıncının kapağını her an fırlatabileceği bir tencere gibi bir durumu ortaya çıkardığı sosyal bir gerçekliktir. Bu sosyal gerçeği de herhalde en çok, “toplumsal patlama”lara karşı mücadele yöntemlerini üniversite ders kitaplarına kadar taşıyan ve her gün medyadaki yazarlarının ağzından dillendiren burjuvazi bilmektedir. Burjuva politikasına ömrünü vermiş, IMF’nin ve sermayenin “Karaoğlan’ının” bu gerçekliği bilmemesi ve hesaba katmaması düşünülebilir mi?
Dolayısıyla IMF ile Ecevit arasında şimdilik “tatlıya bağlanan” bu söz düellosunun açığa vurduğu gerilimin bundan sonra da sürebileceğini söylemek kehanet olmayacaktır, işçi ve emekçileri sefalet düzeyinin bile altında bir ücrete mahkûm eden, tarım üreticisini, yoksul köylüyü ürettiğinin maliyetini bile karşılayamaz duruma getiren, “reform” adı altındaki IMF paketleriyle önce emekçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettikten sonra, şimdi de köylüyü düne göre çok daha geri bir sefalet düzeyine iten, tarımı da dışa bağımlı hale getiren hükümet, tüm bu ve benzeri saldırılarının işçi ve emekçilerde, köylüde yarattığı öfkenin baskısını her geçen gün daha fazla üzerinde hissetmektedir.

KARANLIKTA YAĞMA
Şimdi de emekçilerin önüne sadece adı iş güvencesi olan iş güvencesi yasa tasarısı ile “esnek çalışma” saldırısını birlikte koyan hükümet ve patronlar, tünelin ucunda kendi saldırıları için gördükleri en son ışığı bile değerlendirmek istemektedirler. IMF’nin hükümetin önüne koyduğu yeni vergiler, zamlar, özelleştirmenin hızlandırılması programı ve emekçilerin düşük zam dayatması, mücadeleci sendikaları dağıtmak için kullanılan yüzde 10’luk işkolu barajı, sahte sendika yasası gibi bir dizi gelişme de bu saldırıların süreceğinin göstergeleridir. Özelleştirme politikasına paralel olarak süren işten atmalar da bu saldırıların başlıcalarındandır. Türk Telekom’un özelleştirilmesi için çıkarılan yasa ve buna bağlı olarak Telekom Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen yeni iş mevzuatı ilk etapta 14 bin işçinin işine son verilmesini öngörmektedir.
Bir başka saldırı da, enerji alanında sürmektedir. Nükleer santrale “ikna” etmek için halkı karanlıkta bırakma yoluna başvuran hükümet, son olarak da elektrikte bir rant sektörü oluşturmak amacıyla yine halkı karanlıkta bırakmakla tehdit etti. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in, Bakanlar Kurulu’nda görüştüklerini ifade ederek, enerji krizinden doğan bir “enerji tasarrufuna” gidileceğini açıklaması ve bu bahaneyle İsdemir ve Seydişehir Eti Alüminyum AŞ’nin, geçici olarak kapatılmasının gündeme gelmesi, hükümetin yağma ve talan politikasında sınır tanımadığını göstermektedir.

KÜRT SORUNUNDA “TERÖR” KONSEPTİNDE ISRAR: ‘GÜNEYDOĞU PLANI’, ECEVİT’İN SEFERİ
Öte yandan Kürt siyasi çevrelerinin ABD ve AB’den gelecek bir “çözüme” bel bağladıkları Kürt sorunu konusunda hükümetin ve MGK’nın sorunu bir “terör sorunu” ve “ekonomik geri kalmışlıktan” kaynaklı bir sorun olarak sunma tutumu yeni adımlarla sürmektedir. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında MGK’da görüşülerek kabul edilen ve Başbakan Ecevit tarafından imzalanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”, sorunu tamamen “terörle mücadele” sorunu olarak ele almakta ve bölge halkını, “sempatizan”, “PKK’lı” ve “Protestocu” gibi sabıkalı kelimelerle tanımlamaktadır. 107 maddelik planda Kürt yoksullarının kültür ve kimlik gibi taleplerinde hiç söz edilmemekte, köye geri dönüş projesi de Köykent ve Merkez-köy gibi “askeri denetim” merkezlerine bağlanmaktadır. Başbakan Ecevit’in, bir sefer havasıyla Eylül sonunda, Köykent ve Merkez-köy projelerinin pilot illerinden olan Siirt ve Şırnak’a gerçekleştirdiği gezideki açıklamaları da bu gerçeği doğrulayan bir başka gelişme olmuştur. Ecevit’in buradaki konuşmalarında bölge halkına “ıslah edilmesi gereken” insanlar gibi seslenmesi, kendisini daimi kadro talebini içeren pankartlarla karşılayan geçici mevsimlik işçilere ve borçlarının ertelenmesini isteyen çiftçilere geçiştirici yanıtlar verirken, “devlete yararlılıklar gösteren” korucuları işsiz bırakmayacaklarını, onları jandarma vb. işlere yerleştireceklerini söylemesi, “devlet gözünde makbul Kürt koruculaşmış Kürt’tür” anlayışının bir ifadesidir.
Öte yandan, yine aynı konuyla bağlantılı olarak Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen’in de katıldığı Tunceli’de gerçekleştirilen insan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu toplantısında insan hakları örgütleri ve temsilcilerinin devletin valisi ve başsavcısı tarafından “terörizm”le suçlanması, soruna “terör sorunu” olarak yaklaşmakta ısrar edildiğinin bir başka göstergesidir.
Bu gelişmelerin yanında ABD eski Büyükelçisi Mark Parris’e özel bir yakınlık gösteren bölgede Kürt siyasi çevrelerinin yönetiminde bulunduğu yerel yönetimlerin son olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye gösterdiği ilgi de, Kürt yoksullarının birçok noktadan gerici bir kumpas içine itildiğini göstermektedir. MGK’dan ya da AB ve ABD gibi merkezlerden demokrasi gelemeyeceğini bilen ve bunu her yeni gelişmede daha iyi anlayan Kürt ve Türk emekçilerinin bu sorunun gerçek sahipleri olarak kendilerini görmeleri, kalıcı ve gerçek bir demokrasinin ancak ortak mücadeleleri ile sağlayabileceklerini bilmeleri ve bu yönde kararlı adımlar atmaları sorunun çözümünün tek anahtarı olmaya devam ediyor. Hayat bunun dışındaki her formülün gerici karakterini her yeni gelişmeyle yeniden gözler önüne seriyor.

İKİNCİ KHK KRİZİ VE ÇATIDAKİ GERİLİM
Genelkurmay’ın garantörlüğünde yürütülen memurlarla ilgili KHK da, Meclis’in açılmasıyla birlikte gündemin yeniden üst sıralarına oturacak emekçi karşıtı düzenlemelerdendir. “İrtica” ile mücadele adı altında, grev, direniş ve iş yavaşlatma eylemlerinde öne çıkan kamu emekçilerini tasfiye etmeyi amaçlayan bu düzenleme üzerinden estirilecek olan psikolojik savaş Meclis’i diğer saldırı düzenlemelerini yasalaştırılması konusunda da baskı altına tutacaktır. Gündemde olan FP ve HADEP’in kapatılması, TCK’nın 312. maddesiyle ilgili tartışmalar da, yine egemen çevrelerce halkı kendi çıkarlarına göre kamplaştırmak ve arkasına almak amacıyla yönlendirilmekte ve yürütülmektedir. Meclis’in imzasını bekleyen tüm saldırı yasaları bakımından bu hava zaten, Sezer-hükümet krizine yol açan KHK’nın ele alındığı MGK toplantısından bu yana oluşturulmuştur.
Son olarak üç kamu bankasının özelleştirilmesi ile ilgili KHK’nın da, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından -özüne değil- biçimine karşı çıkılarak hükümete iade edilmesiyle birlikte Köşk’le hükümet arasında ortaya çıkan ikinci KHK krizi ise, yönetenler cephesindeki gerilimin bundan sonra da süreceğini göstermektedir.
Emekçilere karşı saldırılarını amansızca sürdüren, IMF, DB ve diğer emperyalist güçlerin talepleri doğrultusunda ülke kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekmekte hiçbir sakınca görmeyen yönetenler, bu saldırılarını sürdürürken kendi içindeki çatışmaları da beraber yaşayacaklardır. Emekçiler açısından potansiyel bir manevra imkânı demek olan bu durumun, saldırıların püskürtülerek dengelerin değiştirildiği bir noktaya varabilmesi de, emekçi sınıfların ve onların partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.

Ekim 2000

İsrail katliamları ve emperyalist zinciri kırmanın yolu

Emperyalist güçlerin kendi nüfuz bölgeleri olarak gördükleri yerlerdeki çatışmaları emperyalizmden bağımsız, yerel güçler arasındaki çatışmalar ve savaşlar olarak görmek, yanıltıcılığının ötesinde emperyalizmin işini kolaylaştıran büyük bir yanlıştır. Zira emperyalist güçler, onlarca yıldır hâkim oldukları, olmak istedikleri coğrafyalara, çok zorunlu olmadıkça kendileri müdahale etmiyor; kukla devletlerini kullanarak ya da bölgedeki karşıt güçleri kapıştırarak bir “barış gücü” kisvesi altında kendilerine meşruiyet zemini yaratıyor. Bu bir de İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği katliamın gerçekleştiği Ortadoğu gibi petrol ve enerji yatakları açısından dünya hegemonya mücadelesinin önemli merkezlerinden birinde geçiyorsa, o zaman daha kapsamlı bir bakışı da gerekli kılmaktadır.
Ortadoğu’daki ilişkiler, tarihi boyunca hâkim emperyalist güçler tarafından şekillendirilmeye çalışılmış, dünya emperyalist piramidindeki konum ve güçlerine göre emperyalist devletlerin bu bölgeye müdahaleleri söz konusu olmuştur. Bölgenin petrol kaynakları açısından dünya pazarındaki etkin konumu, bu bölgeye dönük emperyalist müdahaleleri daha bir kızıştırmış, onu dünyanın diğer bölgelerine göre, emperyalist hegemonya mücadelelerinden kaynaklanan çatışmalar açısından çok önemli bir merkez durumuna getirmiştir.
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi emperyalist devletlerdeki enstitüler, think-tankler (düşünce kurumları) açısından Ortadoğu’nun öne çıkan bir ilginin konusu olması da yine bu nedenledir. Pentagon’a bağlı düşünce ve proje üreten birçok kurum için bu bölge, hiç gözden kaçırılmaması gereken, sürekli yeni hamlelere gebe bir satranç tahtası gibidir. Bu satranç tahtasındaki şah, vezir, fil, at gibi etkin taşların dışında piyon gibi, işlevleri sınırlı taşların yaptığı ve yapacağı olası hamleler de, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerce belirlenmeye, çekilip çevrilmeye, yönlendirilmeye çalışılmaktadır.

RUSYA, İRAN VE IRAK’IN GÜÇTEN DÜŞÜRÜLMESİ
Ortadoğu, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve böylece emperyalistler arasındaki güç ilişkilerinin temelden değiştiği koşullarda, emperyalist müdahalelere daha açık bir hale gelmiştir. Bugünkü konumuyla bölgedeki emperyalist güçlerden biri olan Rusya’nın, son yirmi yılda, ekonomik olarak da ABD’nin ve uluslararası emperyalist mali kuruluşların eline düşmesi, hâkimiyet alanlarında öne çıkan milliyetçi ayaklanma ve çatışmalar, yaşadığı iç karışıklıklar, onu, Ortadoğu’daki eski iddialı konumundan geriye düşürmüştür.
“İslam devrimi” ile birlikte ABD’ye karşı tavır alan İran’ın, yaklaşık son beş yıldır ABD ile uyumlu bir bölge politikasına razı olması ve bu yöndeki ilişkilerini daha da derinleştirmesi, ABD’nin bölgedeki manevra alanını genişleten bir etki yapmaktadır. İran’la sekiz yıl süren savaşının ardından, ABD’nin ağır silahlı saldırısı ve ekonomik ablukasıyla karşılaşan Irak da, bugünkü konumuyla ABD’ye karşı tavır geliştirmek açısından eskisine göre daha mecalsiz bir durumdadır. Aynı şeyi Arap milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Kaddafi’nin Libya’sı için de söylemek mümkündür. Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ise bölgede ABD’nin saldırılarını meşrulaştıran ve kolaylaştıran iç gericilikler durumundadır.

İTTİFAK İSRAİL’İ CESARETLENDİRİYOR
Bunlarla birlikte Ortadoğu’da İsrail’in konumunu Arap halklarına karşı öncesine göre fazlasıyla güçlendiren ve ABD müdahalelerine de daha açık hale getiren çok önemli diğer gelişme de Türkiye-İsrail-ABD ittifakıdır. Son sekiz yıldır İsrail’le Türkiye arasında imzalanan ekonomik ve askeri işbirliği anlaşmaları İsrail’in bölgede kendisini daha “güvenli” hissetmesini ve pervasız davranmasını kolaylaştıran gelişmelerdir. Bu ittifakın Ortadoğu’nun Müslüman halkları için ifade ettiği anlam ise kaygı ve öfkedir. ABD, bu ittifakla, Ortadoğu’nun silahlanma düzeyi açısından en güçlü iki ordusunu kendi politikalarına karşı çıkacak her güce karşı birleştirmiş olmaktadır.
Tüm bu dengeler birbirini etkilemekte ve Ortadoğu’daki ABD pozisyonunun derinliğini ve hareket alanını belirlemektedir. Aynı şekilde 1948’de kurulan ve kuruluşundan beri ABD’nin desteğiyle, onun bölgedeki çıkarlarını düzenleyen bir kukla devlet olarak davranan İsrail’le Filistin halkı arasındaki uzun savaşın süreç içindeki vardığı basamaklar da, bölgedeki güç dengelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.

RUSYA’NIN TOPARLANMA SÜRECİ
Yukarıda özetlenmeye çalışılan siyasal dengeler içindeki önemli bir başka gelişme de, Putin’le birlikte Rusya’nın yeni bir toparlanma sürecine girmiş olmasıdır. Rusya, Putin’in başa geçmesiyle birlikte, önceden yitirdiği, yitirmekle yüz yüze kaldığı etkinlik alanlarındaki gücünü yeniden kazanmaya yönelik hamleler yaptı. Bunun dışında, sadece kendisine yönelik bir nükleer saldırı olması durumunda, nükleer silah kullanmayı öngören Nükleer Doktrini’ni yenileyerek bu koşulu kaldırdı ve kendi toprak bütünlüğü ve egemenlik ilişkileri açısından tehlike olarak gördüğü her durumda nükleer silah kullanmayı, doktriner olarak benimsedi. Bu arada Suriye’deki Rus üslerinin yenilenmesi kararlaştırıldı. Bölgenin etkin güçlerinden Suriye ile bu ilişkinin dışında, İran’da Rus mühendislerinin nükleer enerji santralleri kurması kararlaştırıldı. Rusya İran’a nükleer teknoloji satacak. Ayrıca Rusya’nın İran’a silah satışı da giderek yoğunlaştı.
Tüm bu gelişmeler, bölgenin tek hâkimi olmak isteyen ABD’yi bölgede son dönemde azami düzeye çıkardığı hâkimiyetinden Rusya’ya pay kaptırmamak için daha aceleci ve müdahaleci davranmaya yöneltti. Bugün için Rusya, bölgede ABD çıkarlarını tehdit eder düzeyde bir güç oluşturamasa da, gelecek açısından böyle bir tehlikenin potansiyel olarak bile var olması ABD’yi bu ihtimali hesap eden politikalara itmektedir. Keza Rusya şu an ABD ile açık bir hesaplaşmayı göze alabilecek bir durumun gerisinde gözükse de, bunun ileride daha farklı bir etkinlik noktasına varması ABD açısından önemli bir potansiyel risk demektir. Çünkü Rusya “yaralı” durumdayken bile Irak ya da Libya ile karşılaştırılamayacak düzeyde bir bölge gücüdür.
Ayrıca emperyalist diplomasi, bugün ulaştığı noktada emperyalistler açısından iç politika kadar etkin olunan bir alandır ve egemenlik ilişkilerinin gerektirdiği tarzda zaman zaman yeniden yapılandırılmakta, hareketli tutulmaktadır. Hiçbir nüfuz alanı emperyalistler açısından ilgi gösterilmeden bir kenarda duran ve sürekli emir-komuta bekleyen bir durumda değildir. Boş bırakılan bir bölgenin başka bir emperyalist tarafından bir gedik bulunduğunda girilebilecek bir yumuşak karın olarak değerlendirileceği, bütün emperyalistler tarafından, özellikle de ABD tarafından çok iyi bilinmektedir.

CAMP DAVID’DEN HAREMÜŞŞERİF’E
İsrail’le Filistin’in masaya oturtulduğu Camp David Zirvesi’nin çökmesi ve Filistin’in bağımsız devlet ilan edeceğini açıklaması, İsrail kadar ABD açısından da bir dize getirme ve burun sürterek kendi lehine yeni bir denge kurma tulumunu öne çıkartmıştır. Nazi bozuntusu ve İsrail kasabı Ariel Şaron’un 28 Eylül’de Haremüşşerif’e yönelik provokatif ziyaretinin patlattığı Filistin öfkesi ve İsrail terörü, ABD tarafından “uzlaştırıcı güç” maskesi altında bölgedeki pozisyonunu daha da pekiştirme fırsatı olarak değerlendirildi. Önce Pentagon ve CIA güdümlü ABD medya tekelleri tarafından “iki İsrailli askerin linç edilmesi” öne çıkarılarak İsrail saldırıları haklı gösterilmeye çalışıldı. İsrail tankları, helikopterleri, gemileri, füzeleri ve birlikleriyle gerçekleştirilen ve çoğu genç ve çocuk 200 dolayında Filistinlinin yaşamına mal olan saldırılar, ABD medyası ile onun “müttefiki” durumunda olan, dolayısıyla ona bağımlı bulunan ülkelerin medyasının düzlediği zemin üstünde gerçekleşti.
“ABD barışı”nın bugünkü halkasında gerçekleşen bu katliamdan sonra ABD iki tarafa “barış çağrısı” yapan güç olarak ortaya çıktı. “Saldır, gözdağı ver, karşındakini suçla ve ardından da kendi isteklerini dayatarak anlaşma yap” mantığı üzerine kurulu ABD barışı yine sahnedeydi ve halkının baskısı nedeniyle Camp David’te tam teslimiyete razı olmayıp bağımsız devlet ilan edeceğini açıklayan Arafat’ı cezalandırmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. ABD medyası daha önce “uzlaşmaya” yanaşmayarak Camp David’in çökmesine neden olan taraf olarak ilan ettiği Filistin tarafını son kanlı olayların sorumlusu olarak göstermeye devam etti.
Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde Ati D (Clinton), AB (Solana), Mısır (Mübarek), Ürdün (Abdullah), Filistin (Arafat) ve İsrail’in (Barak) katılımıyla yapılan zirve böylesi bir ortamda gerçekleşti. Ortada daha kuruluşundan bu yana yarım asırdır işgalci bir durumda bulunan İsrail’in yeni bir katliamı değil de, Filistin’in uzlaşmaz tavırlarının neden olduğu çatışma ortamı vardı ve bunu gidermek, daha fazla kişinin ölmesini önlemek(!) ABD ve Avrupalı emperyalistlere düşüyordu. Bu anlaşmada Arafat’a imzalattırılan gizli “güvenlik mutabakatının İsrail’in “güvenliği” üzerine şekillenmesi şaşırtıcı olmadı. Bu, bağımsız yaşayabilmek için bugüne kadar binlerce evladını yitiren Filistin halkı açısından tam anlamıyla bir “acı barış”tı. İmzalanan antlaşma, ABD’nin bölgedeki konumunu pekiştirmek açısından bir nifak belgesinden öteye geçmeyen Oslo Antlaşmasından daha da geriye düşürdü Filistin’in konumunu. Daha önce Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı ile “işgal altındaki topraklar” olarak anılan Batı Şeria-Gazze bölgesi, Şarm El-Şeyh’te “topraklar” olarak anıldı. Bu aslında İsrail açısından değil Oslo, kuruluşundan beri sağladığı en ileri mevziiydi. Böylelikle İsrail bölgede bir “işgal gücü” olmaktan tamamen kurtuluyor ve meşru bir konumda zikrediliyordu. Varılan anlaşmada Arafat ve beraberindeki heyet, katliamları soruşturacak komisyonun başında katliamların asıl tetikçisi olan ABD’nin bulunmasını kabul etti. CIA destekli bu gizli mutabakatın ardından Filistin yönetimi sokaklardaki eylemlerin sorumlusunu “Filistin’in emirlerine uymayan İslami hareketler” olarak gösterdi.

ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN MECALSİZLİĞİ
Ve İsrail, Şarm El-Şeyh’te varılan “anlaşmada” şiddetin sona erdirilmesinin istenmesine rağmen Filistin topraklarına saldırılarını sürdürdü. İsrail Başbakanı Barak “barış” sürecinin askıya alındığını açıklayarak arkasına aldığı destekle Filistin topraklarına yapılan saldırılara devam işareti verdi.
Ardından da, Filistin’in bağımsızlığını ilan etmesi durumunda “Apartheid planı” olarak adlandırılan “tek taraflı bölme” planını devreye sokma tehdidinde bulundu. Bu plan Filistinlilerin yaşadığı bölgeleri kuşatarak Filistin’i yalıtmayı, yani bir toplama kampına çevirmeyi esas alıyor.
Aslında Filistin davası bakımından düşünüldüğünde bu yalıtma planının ABD tarafından bölgesel ölçekte yaratıldığını, İsrail saldırılarının bunun üzerinden gerçekleştiğini söylemek abartı olmaz. Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan Arap Zirvesi’nden çıkan sonucun İsrail’i kınamaktan öteye gitmemesi bunun göstergesidir. 21 Arap ülkesinin katıldığı zirveyi terk eden Libya’nın dışında diğer ülkelerin sonucu yetersiz bulduklarını açıklamakla yetinmeleri bunun işaretidir. 1996’daki Arap Zirvesi’ne çağrılmayan ve bir süre öncesine kadar ABD’ye açıktan kafa tutan Irak ve bölgenin diğer etkin gücü Suriye dâhil hiçbir ülke, ABD’yi açıktan karşısına alan bir tutum sergileyemedi. Bu Ortadoğu’da ABD’nin bölgede kendisine tavır alan güçleri de siyasi olarak mecalsiz bir noktaya getirmesinin bir sonucuydu. ABD karşısındaki Arap milliyetçiliği geçmişe göre ciddi anlamda mevzi kaybetmiş ve bu, İsrail ile Filistin arasındaki dengelerin İsrail’in lehine daha da ağır basmasına olanak sağlamıştı. Siyasi ve moral değerler bakımından bu noktaya gelinmesinde, yukarıda değinildiği gibi, Türkiye egemenlerinin takındığı tavır da etkili olmuştu. İsrail’le son sekiz yıldır geliştirilen askeri ve ekonomik işbirliği ve ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, İsrail’i Filistin halkına ve diğer Ortadoğu halklarına karşı daha fazla şımartmış, bu şımarıklık hegemonya mücadelesiyle birleşince ister istemez kışkırtıcı bir rol de oynamıştı.

DÜZEN PARTİLERİ İSRAİL’E SELAM ÇAKIYOR
DSP-ANAP-MHP hükümetinin İsrail’in katliamcı tutumunu es geçerek göstermelik biçimde karşılıklı “diyalog” önermesi İsrail’i daha da cesaretlendirirken, Filistin halkının ve komşu Arap halklarının tepkisini çekmişti. 28 Şubat’ın hâkim güçlerinin zoruyla da olsa ABD-İsrail-Türkiye ittifakının altına imza atan Erbakan’ın geleneğini temsil eden FP içinden de İsrail’le karşı açıktan bir tavır gösterilmemiş, düzen partilerinin tümü İsrail’e karşı geliştirilecek böylesi bir tavrın kendi pozisyonlarını zora sokacağını düşünmüştü. Birçoğu böyle bir tavrı zaten gerekli de görmemiş, ABD’nin planı çerçevesinde, onun çizdiği diplomatik hat içinde davranmasını ülke çıkarları için gerekli saymıştı.
Ülke içinde İsrail karşıtı gösterilere karşı polisin takındığı tavır da, aslında çatıdaki politik tercihin bir yansımasından başka bir şey değildi. İşin daha çarpıcı noktası ise Filistin topraklarına ve halkına yönelik İsrail saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’nin İsrail’le sarmaş dolaş olması. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Amira Arnon, ülkesinin Filistin’e yönelik saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’de Çukurova ve GAP’ı gezerek toprak beğeniyordu. İsrail’in Türkiye ile geliştirdiği ittifak çerçevesinde Türkiye’de kurmayı amaçladığı serbest ticaret bölgesi kapsamındaki bu gezi sırasında Arnon, “Türkiye ile ilişkilerimiz askeri işbirliğinin çok ötesine geçti” diyor.
Tüm bunlar Türkiye yönetenlerinin 50 yıldır ABD ile girdiği efendi-uşak ilişkisinin bugün Türkiye’yi içine ittiği durumun nerelere vardığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Türkiye egemenlerinin dâhil olduğu bölge gericiliklerinin tümünün bugün Filistin’e karşı girişilen İsrail saldırıları ve ABD’nin bu saldırılar üzerinden kendi pozisyonunu daha derinleştirme ve geliştirme adımlarında pay sahibi olduğunu söylemek sadece gerçeği ifade etmek olacaktır.
Ve bugün İsrail-Filistin ilişkisi bağlamında oluşan tablo, emperyalizme karşı verilecek olan mücadelelerde halkların kardeşliği ve birlikte enternasyonalist bir dayanışma içinde davranmalarının gerekliliğini ve önemini göstermektedir. Ortadoğu’da emperyalist ABD zincirinin halkaları durumundaki tüm bölge gericilikleri, bölge halkları tarafından geriletilmeden, ABD’nin bölgedeki işgalci konumuna son verilmesi ve İsrail gibi “işgalci uydulardan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Ortadoğu halklarının, emperyalizme ve kendi gerici iktidarlarına karşı gösterecekleri kararlılığın düzeyi, İsrail’in Filistin ve diğer bölge halkları üzerindeki tehdidine de son verecek tek anahtardır.

Kasım 2000

Türkeş’in mirası ve ABD çıkarlarına dayanan kontrgerilla diplomasisi

Türkiye’deki ülkücü faşist hareketin “Başbuğ”u Türkeş’in gizli hesaplarının ortaya çıkması ile başlayan tartışmalar, Susurluk süreciyle birlikte devlet-çete, kontrgerilla tartışmalarında sıkça başvurulan “devlet sırrı” kavramının kapsamına giren icraatlara kadar boyutlandı.
Avrupa’daki Türk federasyonlarınca MHP’ye bağış adı altında toplanan ve Türkeş tarafından gizli hesabına geçirilen paraların, aile içi miras kavgasına yol açmasıyla birlikte Türkeş’in kızı Umay (Türkeş) Günay’ın basına yansıyan, “Bu paraları babamızın isteği doğrultusunda şimdi açıklayamayacağım, milletin menfaatleriyle ilgili yerlere transfer ettim” sözleri bu gerçeği “örtülü” olarak içeriyordu. Ardından Susurluk’un önemli isimlerinden DYP Lideri Tansu Çiller’in de Başbakan olduğu 1995 yılında MHP’ye “örtülü” ödenekten 2 milyon dolar verildiğinin basına yansıması ise, örtülü kalması istenen bu yüklü para transferlerinin, belki önemli bir bölümü Türkeş üzerinden döndürülen gizli ve “stratejik” işlerin, aslında devlet merkezli sistemli bir bütün oluşturduklarına işaret ediyordu.

MHP’NİN BESLENDİĞİ KAYNAK, “DIŞ TÜRKLER”
Bilindiği gibi, 12 Eylül darbesi öncesinde, devrimci muhalefetin önünü kesmek amacıyla devlet ve CIA güdümündeki sivil güçler olarak kullanılan ülkücü militanlara 1980’den sonra verilen yeni görev, yine benzer bir içerik taşıyordu. MHP’nin darbe sonrası dönemde benimsediği ve beslendiği iki ana damardan birisi, 1990’lann başında SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, dış müdahaleye daha açık hale gelen Türkî Cumhuriyetlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni coğrafyası haline getirmek hedefiyle açıklanabilecek “dış Türkler” motifiyken, ikincisi de PKK’yle mücadele adı altında şovenist çizgisinin tabanını daha da geliştirmekti.
Ancak MHP’nin Türkî Cumhuriyetler üzerindeki hesabı, aslında çokuluslu başka hesapların içinde yerli yerine oturmaktadır. SSCB’nin dağılması, ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçlerin iştahını kabartan bir alanı öncesine göre müdahaleye daha açık bir hale getirmişti. Yeni dönemin emperyalist kapışmaları içinde stratejik bir değere sahip olan petrol ve enerji açısından adeta cennet olan Hazar Petrolleri, Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar olan bölge, emperyalizm için önemli bir çekim merkeziydi.
Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere, batılı büyük emperyalistler için, herhangi bir alanda yürütülecek hegemonya mücadelesinde, alanın kendi özgülüne ilişkin yöntemler geliştirilmesi, beklenen “başarı” açısından özellikle kilit önemdedir. Bir bölgeye nüfus etmek için açık askeri işgal, söz konusu bölgenin yönetenlerinin işbirlikçileştirilmesi, söz konusu ülkenin ekonomisinin teslim alınması yoluyla o ülkeyi bağımlı kılmak; ABD Dışişleri Bakanları içinde stratejist yönüyle de öne çıkan Henry Kissinger’in altını çizdiği ve son Körfez müdahalesinde BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından da dile getirilen askeri destekli diplomatik müdahale gibi yöntemler, bunlardan belli başlıcalarıdır.

ABD’NİN BÖLGESEL STRATEJİSİNİN UZANTISI: ADRİYATİKTEN ÇİN SEDDİ’NE
Türkî Cumhuriyetlerim bulunduğu bölgenin ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin nüfuz alanına sokulması açısından en az riskli ve başarı şansı en fazla görüleni de, bunun, NATO’da NATO’nun büyük güçlerinin bölgesel jandarması olarak algılanan Türkiye’nin üzerinden gerçekleştirilmesiydi. ABD’nin ideolojik müdahale ve diplomatik ilişkilerin yanı sıra Irak’a olduğu gibi, Rusya’nın “arka bahçesi” olarak algılanan bölgelere, bir 3. Dünya Savaşı’na yol açabilecek askeri bir çıkarma yapmak yerine bunun bölgedeki zayıf Türkî cumhuriyetlerinin “ağabeyi” olan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden aşama aşama gerçekleştirilmesi çıkarlarına daha uygun bulunmuştu.
“ABD bizim stratejik ortağımızdır” açıklamasını dillerinden düşürmeyen, bu konsepti ortaöğretim ders kitaplarına bile geçiren Türkiye yönetenleri, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD’nin geliştirdiği stratejik hamleye denk düşen projeler geliştirmekte gecikmediler. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” politikası bunun bir ifadesiydi. Bu politika Turgut Özal ve Süleyman Demirel’li yıllar boyunca büyük bir emperyal proje olarak iç politikada kendi konumlarını güçlendirmek için de kullanıldı. Türkiye, Türkî cumhuriyetlerdeki bu emperyalist kapışmaya öyle daldı ki, Azerbaycan’da Aliyev’e karşı darbe girişimlerine kadar kontra diplomasisinin konusu olan bir dizi olaya imza atmaktan çekinmedi. Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarının taşıyıcısı olarak, Türkî cumhuriyetler üzerinde gerçekleştirdiği hegemonya mücadelesinin diplomatik yanında devletten devlete “kardeşçe” ilişkiler görüntüsü olsa da, alttan alta kurulan ilişkiler bunun çok ötesine gidiyordu. Bu tür işlerde, bu konularda rüştünü ispatlamış olan ve “Dokuz Işık Doktrini”nde “millicilik” görüntüsünü yer yer batıcılık karşıtlığına oturturken ABD’ye övgüler düzen Alparslan Türkeş ile kadrolarına ihale edildi. Hatırlanacağı gibi, bu yıllarda sarkık bıyıklı ülkücü militanlara bir ordu disiplini içinde rastlanan iki temel odaktan birisi Türkiye’deki özel tim örgütlenmesi iken, diğeri de Türkî cumhuriyetlerdeki milis güçlerdi.

TÜRKEŞ’İN KUMANDALARININ DIŞARIDAKİ KAPMLARI VE EYLEMLERİ
Bu gerçeğe, basma yansımış onlarca haberde ve bu konuda yazılmış çeşitli kitaplarda işaret edildiği bilinmektedir. Dr. Arslan Tekin’in kaleme aldığı “Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları” adlı kitapta şunlar söylenmektedir: “1992’de Ermeni Savaşı devam ederken Türkeş, Azerbaycan’a dört kişi gönderiyor. Bunların arasında Azeri kökenli olduğu için Atilla Kaya (Ülkü Ocakları Başkanı) var. Eğitim işini ise emekli uzman bir astsubay üstleniyor. Türkeş kampın adını da Rüzgâr Kampı koyuyor. Ancak bu dört kişi gidip amaçlarını Elçibey’e anlattıklarında. Elçibey izin vermiyor. Dört arkadaş Elçibey’den yüz bulamayınca Çeçenistan’a geçip Cevher Dudayev’le görüşüyor. Dudayev olumlu yaklaşınca Elçibey de kampın kurulmasına izin veriyor. Kampta Özbek, Türkmen ve Türkiye’den gelen gençler eğitilmiş. Bu kampta eğitilenlerin Gürcistan ve Ermenistan’da yaptığı çok büyük 5–6 bombalama olayı var.”
Türkî cumhuriyetler ve Azerbaycan’la girilen ilişkilerde güdülen bu politikanın bir ucu “kontrgerilla diplomasisine”, diğer ucu onunla bağlantılı olan Susurluk’a kadar varmıştır. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ın bir elinin Azerbaycan’da olduğu ortaya çıkmış ve bu “karanlık” ilişki hattının boyutları uyuşturucu işine kadar genişlemiştir. Azerbaycan icraatlarının Susurluk Raporu’na yansıdığı, Susurluk’la ilgili belgelerde sıkça anıldığı bilinmektedir.
Kontrgerilla örgütlenmesi, Türkiye’de nasıl bir siyasal konseptin siyasal hedefleriyle yürürken daha sonra bu organizasyonda yer alanların “milli çıkarları” (!) kişisel çıkarlara vardırmalarına kadar sarkmışsa, bu kirli ilişkiler, aynı pislikleriyle birlikte orada da gündeme gelmiştir. Kıbrıs’la birlikte Azerbaycan da kontrgerilla eğitiminden, kara para ve uyuşturucu işine kadar türlü kirli ilişkilerle gündeme geldiyse, bunun rastlantısal olduğunu, ya da kişisel etkenlerle açıklanabileceğini düşünmek, elbette saflıktan başka bir şey değildir. Bölgedeki emperyalist çıkar hesaplarının şemsiyesinde gerçekleşen bu çürümüşlük, rengini ve niteliğini tamamen bu çıkar hesaplarından almaktadır. ABD’nin taşeronu olarak gelişen bu yayılmanın, Avrupa’daki Türk derneklerince toplanan ve Türkeş’in kişisel hesabına aktarılan paralarla da desteklenmiş olması, MHP geleneğinin “millici” karakterine son derece uygundur. ABD ve CIA’nın kotardığı “Soğuk Savaş”ın mamulü olan bir doktrine dayanan milliyetçiliğin daha olumlu özellikler içermesi mümkün değildir.
MHP’nin “Dış Türkler” politikası, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD tarafından düğmesine basılan, Rusya’yı Rus toprağına hapsetme projesine bağlanmış ve o ilişkinin getirdiği tüm pislikleri de sözde “milli” bir örtü ile maskelemiştir. Türkeş’e dönemin Başbakan’ı Tansu Çiller tarafından “Örtülü Ödenek”ten para verilmiş olması da, bu politikaya son derece uygundur ve Çiller’in kişisel tasarrufu olarak sınırlandırılamaz. “Örtülü Ödeneğin” bir kontrgerilla ödeneğine dönüşmüş olduğu bu vesileyle bir kez daha doğrulanmıştır. Bu paraların hangi dış operasyonlarda nasıl kullanıldığı sorusu da, Türkeş’in kızının ima ettiği gibi bir “devlet sırrıdır.” 2. Kayıp Silahlar Davası sanıklarından Susurlukçu Korkut Eken’in, silahları dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın talimatı ile aldığını ve dış ülkelere gönderdiğini söyledikten sonra, bu silahların hangi ülkelerde kullandığı sorusunu “devlet sırrı” olarak örtülü bırakması, Eken’in bu açıklamalarını teyit eden Mehmet Ağar’ın da aynı tutumu alması, devletin “sır” parantezine alarak halktan sakladığı aynı gerçeğe işaret etmektedir.

KONTRGERİLLA DİPLOMASİSİNE KARŞI BAĞIMSIZ VE DEMOKRATİK TÜRKİYE
Halka “milli” bir söylemle kabul ettirilmeye çalışılan bu işbirlikçi taşeron politikası, kontrgerilla diplomasisi ile kol kola yürümüş, bu politikayı hayata geçirmek için Türkeş’in komandoları ile Eken ve Ağar’lar omuz omuza vermiştir. Bu karanlık ittifakın, dışarıdaki kamplarda yetiştirdiği ve kontra eylemlere sürdüğü kadrolarını, emekçi halk hareketinin yükselişiyle birlikte yurtiçine çekerek devreye sokması kimseyi şaşırtmayacak olan ihtimallerdendir. Ve emperyalizmin taşeronu olmaktan kurtulamamış bir Türkiye’nin komşuya darbe pişirmesinin önüne geçmek mümkün değildir. Bu karanlık ittifak, onu besleyen politikalardan arındırılmış bağımsız ve demokratik bir devlet düzeni ile bertaraf edilebilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin, emperyalist politika ve programlara karşı geliştirdiği mücadele, bunu sağlamaya yetenekli tek alternatiftir.

Mart-Nisan 2001

Dikişleri dökülen Kıbrıs politikası ve ipleri gererek çıkış arayışı

Yüzölçümü ile kıyaslandığında, üzerinde dönen politika yoğunluğu bakımından dünyada bir eşi daha bulunmayan Kıbrıs, son dönemde yeniden Türkiye gündeminin ön sıralarına oturdu. Hükümet değiştirildi. Kuzey Kıbrıs konusunda şahin politikaların baş savunucularından Başbakan Bülent Ecevit, kontrollü çok partili yapıya bile tahammül edemeyerek ve “kurtardığı” Kıbrıs Türkü’nün ne düşündüğünü bile hiç umursamayan bildik tavrıyla “KKTC” için başkanlık sistemi önerdi. MGK’nın son toplantısının ardından yayınlanan bildirgede, “Kıbrıs’ta entegrasyona gideriz” mesajı sert bir üslûpla yinelendi. Ankara yine, 1983’ten bu yana tüm dünyaya bağımsız bir devlet olduğunu kabul ettirmeye çalıştığı KKTC’nin kaderini belirleyecek konularda tek yetkili ağız olarak Yunanistan’a, Kıbrıslı Rumlara ve dünyaya mesajlar gönderdi. Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türkler yine kendi sahalarında, kendi adlarına başkalarının oynadığı bir maçın tarafları olmaya zorlanan insanlar konumuna itildiler.

DIŞARIDAN YÖNETİLEN ADA
“Çözümsüzlük” dengeleri üzerine oturan Kıbrıs siyasetinde, veriler olgunlaşmadan kesinleme yapmak çok erken, yanıltıcı sonuçlar verebilir. Ancak, Ankara’nın yıllardır güttüğü çözümsüzlükten başka bir şey üretmeyen politikalarının, onu artık tamamen yalnızlaştırdığı ve giderek derinleşen bir bataklığa sürüklemeye başladığı söylenebilir. Bu da, Kıbrıs’taki dengeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmek isteyen diğer gerici ve emperyalist güçlerin imkânlarını genişletmektedir.
Kuzey Kıbrıs’ta bugün gelinen nokta, geçmişten bugüne biriken “çözümsüzlüklerin” bir devamıdır.
Önce Osmanlı daha sonra da İngiliz emperyalizmi egemenliği altında yaşamış olan Kıbrıs, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni emperyalist dengelerin, yükselen yeni emperyalist güçlerin de çekim merkezi olmuştur. Ada’nın stratejik konumu, Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Balkanlar’da nüfuz kurmak isteyen emperyalistler için onu, mutlaka kendi kontrollerinde tutulması gereken bir “stratejik uçak” gemisi konumuna getirmiştir.
İngilizler, 2. Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs’ı bir pazarlık nesnesi olarak kullanmış ve Yunanistan’ı Almanya’ya karşı yanlarında savaşa çekebilmek için, Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermeyi teklif etmiştir.
2. Dünya Savaşı’nın sonrasında ise yeni dönemin emperyalist gücü olan ABD, Kıbrıs’ta pozisyon bulacak manevralara girişti. Yunanistan’daki iç savaş sırasında komünistlere karşı Yunan burjuvazisine destek veren ABD, Kıbrıs’ı “İngiliz sömürgeciliğinden kurtararak” Yunanistan’la birleştirmek isteyen EOKA’yı da destekledi. Bugün de dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi egemenliğini tesis etmek için “insani müdahale”, “barışın tesisi” gibi demagojilere sıkça başvuran ABD, o dönemde EOKA’nın ENOSİS emellerini, ileri ve insani talepler gibi gösterip kullandı. Kıbrıs’taki milli sorun, ABD için o günden bu yana, üzerinde oynanacak, çomak sokulacak, kaşınacak bir hegemonya olanağı olarak değerlendirildi.
EOKA’nın Ada’da giriştiği eylemlere karşı Türk egemenlerince Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. Ada’nın Yunanistan’a verilmemesi, Türkiye ile Yunanistan arasında “Taksim” edilmesi mücadelesi yürüten bu kontra tarzı oluşum da, Türk egemenlerinin adadaki pozisyonunu güçlendirmek, bulunduğu bölgedeki “azılı düşmanı” olarak gördüğü Yunanistan’a karşı mevzi kazanma mücadelesinin bir aracıydı.
1960’ta taraflar arasında imzalanan Londra Antlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’yi garantör olarak kabul ediyordu. Ancak, Türkiye ve Yunanistan’ın garantör ülke ilan edilmesi ve bunun bir sonucu olarak askeri güçlerinin adaya yerleştirilmesi, taraflar arasındaki gerilimin çözümünü değil, çözümsüzlüğün yeni dengelerle devamını getiriyordu. Çünkü bu, taraflar arasında “güvensizliğin” silahlı teyidi idi ve Ada’da üsleri bulunan İngiliz emperyalizmi yine “denetleyen” hâkim pozisyonunu sürdürüyordu. Bu antlaşma, Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Türklerin Kıbrıs’ın kuzeyine, kuzeyde yaşayan Rumların da güneye göç etmeye zorlanmasını öngörüyordu.
Bu güvensizlik ortamı, 1960–74 arasının, Kıbrıs’ın iki kesiminden emekçiler açısından, bir katliam dönemi olmasını getirdi.
1974’te Yunanistan’da egemen olan faşist Albaylar Cuntası’nın Kıbrıs’a müdahalesi üzerine, Türkiye garantör bir devlet olarak Kıbrıs’a müdahale etti. Ecevit’in başbakanlığı döneminde gerçekleştirilen bu müdahalenin amacı, “Kıbrıs’ın bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü korumak ve bozulan Anayasal düzeni yeniden kurmak” olarak ilan edildi. Bu harekâtla Kıbrıs’a yerleştirilen 40 bin dolayındaki Türk askerinin o günden sonra bir daha adayı terk etmemesi, uluslararası hukuka göre bir işgal durumu olarak tanımlandı. Ancak buna rağmen, Türkiye’nin “Misakı Milli sınırları” dışındaki askeri varlığı bugüne kadar sürdü.
Türkiye’de siyasal iktidarlar ve devlet bürokrasisi için bu harekât çoğu zaman iç politikada yaşanan tıkanıklıkları aşmak amacıyla kullanılmıştır. “Dış düşman”a karşı mücadele etrafında birleşme taktiği açısından Kıbrıs sorunu sık sık gündeme getirilmiştir. Türkiye egemenlerinin yanı sıra Yunanistan egemenleri de aynı yönteme sıkça başvurmuşlar ve halen başvurmaktadırlar.
ABD’nin ileri karakolu görevi üstlenilmiş de olsa, bölgesel olarak iddia sahibi bir ülke olarak kalabilmek, hem içte hem de dışta “güçlü devlet” imajına sahip olabilmek açısından Türkiye yönetenleri Kıbrıs’a özel bir önem vermişlerdir. Büyük bir imparatorluğu yitirmiş ve şu andaki konumu için de kanlı bir kurtuluş savaşı vermek durumunda kalmış olan Türk devletinin, Cumhuriyet kurulduktan sonraki tek seferinin Kıbrıs olması da ona, tarihsel bir anlam yüklemektedir.

KUZEY KIBRIS’TA PARTİ KURMAK İÇİN ANKARA VİZESİ ARANIYOR
Ancak Türkiye egemenleri 1974’den bugüne kadar uyguladıkları politikalar sonucu bugün yalnızlaşan, tıkanan bir noktaya gelmişlerdir. Bunun uluslararası nedenleri olmakla birlikte, Türkiye yönetenlerinin kendi izlediği politikaların da bunda önemli bir rolü olmuştur. Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ta kurulan her hükümete, yapılan her seçimde icazet alınacak merkez olarak kendisini dayatmıştır. Öyle ki Türkiye Kıbrıs’ı sadece EOKA’dan “kurtarmamış”, kendisinden farklı düşünen Kıbrıs Türkü’nden de kurtarmıştır. ABD ve AB gibi, Kıbrıs sorununda kendisini müdahil gören emperyalist odakların, “Çözümsüzlüğü Denktaş dayatıyor. Ankara Denktaş’ı ikna etmeli. Bizim Kuzey Kıbrıs’ta görüştüğümüz sivil toplum örgütleri çözüm istediklerini belirtiyorlar” tezini son dönemlerde sıkça dile getirmeleri bu nedenledir. Türkiye yönetenlerinin savunduğu “kurtarma” politikasının, Kıbrıs’ın onlardan “kurtarılması” gibi bir açmaza doğru sürüklendiği görülmektedir.
Kıbrıs tarihi, Türkiye yönetenlerinin Kuzey Kıbrıs’ı kendi vilayeti gibi gördüğünü kanıtlayan örneklerle doludur. Örneğin Kıbrıs’ta “muhalif” bir çıkış olarak Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin kuruluş çalışmaları sırasında Ankara’nın icazeti aranmıştır. Dönemin TC Büyükelçisi Ercüment Yavuzalp, anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “Avukat Mithat Berberoğlu beni görmek istedi, 5 Mayıs günü kendisini kabul ettim. Özker Yaşın’la birlikte CTP adında bir siyasi parti kurmayı öngördüklerini, partinin program ve tüzüğünü hazırladıklarını, bunları Ankara’ya gönderilmek üzere bana tevdi edeceklerini, yeşil ışık alır almaz parti kurduklarını ilan edip, tüzük ve programlarını topluma açıklayacaklarını, bunu da 19 Mayıs’ta yapmayı düşündüklerini söyledi. Müracaatım söylemekle yetindim.” (Aktaran Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim’in İflası, sayfa 140)
Görüldüğünü gibi, Kıbrıs’ta bir siyasi partinin kurulması için onay Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimleri ve kurumlarınca değil, Ankara’dan veriliyor.

ANKARA’NIN DİKİŞ TUTMAYAN ÇEŞİTLEMELERİ: “KKTC”, FEDERASYON, KONFEDERASYON
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kurulması da bu çözümsüzlük siyasetinin kendine yeni manevralarla çıkış arama çabasından öte bir anlam taşımamıştır. Aradan geçen 18 yıl içinde KKTC’yi isim babası Türkiye dışında tanıyan hiçbir ülke çıkmamıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında cunta lideri Evren, “kardeşim” dediği Pakistan’da dönemin cunta başı olan Ziya Ül-Hak’ın KKTC’yi tanıması için çaba sarf etmiş ancak başaramamıştı. Ankara son dönemlerde de Azerbaycan’dan KKTC’yi tanımasını istiyor, ancak bunu da başaramıyor.
Ankara uluslararası arenada bu konuda yaşadığı tıkanıklığı, KKTC’ye yansıtmış, Ada’daki pozisyonunu sağlama almak için çok sayıda Türkiyeli Türk’ü Ada’ya göç ettirmiştir. 200 bin dolayında nüfusa sahip olduğu belirtilen Kuzey Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türkü’nün oranı sadece 60 bin civarındadır. Türkiye egemenlerinin uyguladığı kolonileştirme tarzı yönetim anlayışı 30 bin dolayında Kıbrıs Türkü ailenin Kıbrıs’tan göç etmesine neden olmuştur. 30 bin aileden 25 bin kadarı İngiltere, ağırlıklı olarak da Londra’ya göç ederken, 3 bin dolayında aile Avustralya’ya, bin dolayında aile de Kanada’ya göç etmiştir. Türkiye’ye göç edenlerin sayısı ise sadece bin aile kadardır.
Bu, yuvarlak bir rakamla yüz bin kişi, yani Kıbrıs’ın şu anki nüfusunun yarısına denk gelen bir göç oranı, Kıbrıs’ın artık Kıbrıs Türklerinden de “kurtarılmaya” başlandığını göstermektedir.
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomisi ise, Ankara’nın “yardım”ına bağımlı, üretimden koparılmış bir yapıya sahiptir. Kıbrıs’ta AB’ci bir çözümü benimseyen TÜSİAD ve TÜSİAD üyelerinin elinde bulundurduğu medya organlarında, Kıbrıs’ın Türkiye’yi zayıflatan ve zarar eden bir KİT’e benzetildiğine sıkça tanık olunur. Örneğin Türkiye’nin yardım olarak gönderdiği 7 trilyon lirayı da batırıp “Güney”e kaçan Rauf Denktaş’ın dünürü Salih Boyacı, TÜSİAD üyesi olan kendi sahibi de benzer bir suçlama ile cezaevine konulan Sabah gazetesinde “Hortum Dünür” başlığı ile manşet olmuştur. (26 Ekim 2000)
Ancak Kıbrıs’ta “ver kurtul” politikasına gelen bu çevrelerin hiçbiri, Kuzey Kıbrıs’ın bir kara-para aklama merkezi, kumarhane ve uyuşturucu hattı durumuna getirildiğine değinmiyorlar. Türk Kontrasının ilk egzersiz yerlerinden biri olarak kullanılan Kuzey Kıbrıs, Çatlı’ya kadar uzanan Susurluk’un birçok kilit ismini de ağırlamıştır.
Bugün Kuzey Kıbrıs’taki kitle örgütü ve sendikaların oluşturduğu “Bu Memleket Bizim” platformunun oluşumu tüm bu politikalara bir tepkinin sonucu olarak şekillenmiştir. Mudilerin KKTC Meclisini basması karşısında OHAL tehdidinde bulunan Denktaş, kendisine karşı “Bu Memleket Bizim” diye bağıranların giderek kitleselleşmesinden ve bunun kendisini uluslararası arenada da sıkıntıya sokmasından duyduğu kaygı nedeniyle “Ulusal Halk Hareketi” adında karşı bir oluşumu devreye sokmuştur. TMT’nin legal versiyonu olan bu oluşumun başında Cumhurbaşkanı Denktaş’ın danışmanlığını yapan Taner Etkin’in bulunması da bunun açık bir kanıtıdır. Kıbrıs’ta uygulanan Ankara politikalarına ve Denktaş’a muhalefet eden Avrupa gazetesinin matbaasının bombalanması, sendikaların basılması da aynı sürecin eş zamanlı gelişmelerinden biridir. Kuzey Kıbrıs’ta UBP-TKP ortaklığına dayalı hükümetin dağılması, dağılan hükümette başbakan yardımcılığı görevinde bulunan Mustafa Akıncı’nın da dile getirdiği gibi Ankara’nın müdahalesi ile gerçekleşmiş bir gelişmedir.

ŞİMDİ DE ÇEKOSLOVAKYA MODELİ
Kuzey Kıbrıs’ta siyasetin Denktaş, Ecevit, MGK eksenli olarak şekillendirilmesi için yeni kamplaşma ve provokasyonların devrede tutulacağı anlaşılmaktadır. Başbakan Bülent Ecevit’in “Türkiye’nin bir ili, hatta ilçesi kadar olan KKTC’de bu kadar parti çok, KKTC için en iyisi Başkanlık sistemidir” görüşünü dile getirmesi, yeni dönem siyaseti bakımından işaret verici gelişmelerden birisidir. “Kıbrıs fatihi” Ecevit, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir ilçesi kadar olduğunu yeni öğreniyor olmadığına göre, bu geçmiş yönetim biçimlerinin iflasının teyidinden başka bir anlama gelmemektedir. Ecevit’in temsil ettiği çizgi, artık bir “çadır tiyatrosu” biçiminde bile olsa, bir demokrasi oyununun, Kuzey Kıbrıs’ta kendi politikalarını tartışılır hale getirebildiği görmüştür. Bu, dışta dikiş tutmayan Kıbrıs politikasının içeride de dökülmeye başladığını göstermektedir. Bu nedenle yeni dönemde Ecevit çizgisinin Kuzey Kıbrıs politikasında, Kuzey Kıbrıs’taki muhalif seslerin temsilinden arındırılmış bir yönetim anlayışına doğru gidilmektedir.
Ecevit’in bu açıklamasından sonra yapılan MGK toplantısında Rum Kesimi’ni sert bir dille suçlayan mesajlar verilmesi ve entegrasyon tezinin yinelenmesi Türkiye yönetenlerinin Kıbrıs politikasının sertleşerek sürdüğünün göstergeleridir. MGK’nın Denktaş’ın Kıbrıs görüşmelerine devam etmesi kararını alması ise, Türk tarafının çözümsüzlüğün ana tarafı olduğu görüntüsünü bertaraf etmek için benimsenen bir politikadır. Aynı zamanda emperyalistlere tepeden tırnağa muhtaç ve her türden emperyalist dayatmaya açık hale gelinen koşullarda, ABD ve Avrupa Birliği’nden kaynaklanan baskılar karşısında bir gerileme anlamına da gelmektedir.
Ecevit’in aynı açıklamasında Kıbrıs sorununun “çözümü” bakımından önerdiği, “Çekoslovakya gibi iki toplum, iki ayrı devlet kurabilir” tezi de, Ecevit’in temsil ettiği çizginin Kıbrıs’ta içine düştüğü bataklığın giderek derinleştiğini göstermektedir. Federasyondan konfederasyona dönen, şimdi de Çekoslovakya modelinden söz eden Ecevit’in temsil ettiği çizgi; sanki ülkenin kuşatılmamış, hatta satılmamış bir yanı kalmış gibi “bir de güneyden kuşatılmaya razı olmamak” türünden yeni saçma gerekçelerle güçlendirilmeye çalışılarak savunulan ’74 öncesine dönmeme, Ada’daki pozisyonunu yitirmeme kaygısını yansıtmaktadır.

RUM KESİMİ’NİN AB ÜYELİĞİ-AGSP VE ANKARA’NIN ENDİŞELERİ
Kıbrıs Rum kesimi açısından AB üyeliğinin ete kemiğe bürünmüş olması ve iki yıl kadar sonra AB’ye girebileceğinden söz edilmesi, Ankara’yı sıkıştıran faktörlerin başında gelmektedir.
Ankara’da durarak, Kuzey Kıbrıs’a şahin politikası biçenler, Rum Kesimi’nin AB’ye girmesi halinde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) ordusunu Kıbrıs’a davet edebileceği, bunun Türkiye’nin konumunu daha da zora sokacağını düşünmektedirler. Bu politikaların savunucularından biri olan Mehmet Ali Kışlalı bunu çok açık bir ifade ile şu sözlerle dile getirmiştir: “KKTC toprakları için dava kazanan, tazminat isteyen AB üyesi Güney Rumları neden AGSK -yeni adıyla AGSP- ordusunu Kıbrıs’a davet etmesin? Kimse ‘suret-i hak’tan görünüp… ‘olmaz… olmaz’ demesin. Neyse ki sorunun boyutlarının hem
Dışişleri Bakanlığı, hem de ülkenin savunmasından sorumlu Genelkurmay farkında.” (Radikal, 25 Mayıs 2001)
AB’nin NATO’ya karşı kendi ordusunu kurmak için oluşturma aşamasında bulunduğu AGSP ile ilgili tartışmalar da, Kıbrıs sorununun bağlandığı gelişmelerden birisidir. Ankara’nın, AB üyesi olmadığı için karar sürecine kabul edilmediği ve bu nedenle de dışında kaldığı AGSP’nin Kıbrıs’ta yeni dengelere dâhil olması Yunanistan’ın elini güçlendirirken Ankara’yı zora sokmaktadır. Bu da, ABD’nin Denktaş’ı görüşmelere katılmaya ve anlaşmaya zorlar, Kıbrıs’ta kendisine yer edinmesini sağlayacak bir “barışçıl” çözümü ve buna bağlı olarak Kıbrıs’ın AB üyeliğini desteklerken Ankara’ya daha anlayışlı davranır görünerek, hem Kıbrıs hem de diğer birçok temel alanda Türkiye üzerindeki vesayetini daha da güçlendirmesi ve yeni tavizler koparmasının aracı olabilecektir.
Dünya Bankası’nın başından gönderilen Kemal Derviş’e ekonomisinin rotasını teslim etmiş olan Ankara’nın, ABD’nin ipini tuttuğu IMF-DB gibi emperyalist kurumların kapısında dilenir konuma düşürüldüğü bir dönemde, ABD’nin Kıbrıs’ta da kendi desteğine mahkûm olan bir Türkiye üzerinde kazandığı pozisyonu siz düşünün. Bu gelişmeler 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dengelerde birçok stratejik bölge gibi Kıbrıs’a da göz diken, Kıbrıs sorununun “çözümü” için özel temsilci atayan ABD’nin manevra imkânını genişletmektedir. Birkaç yıl öncesine kadar Kıbrıs Rum Kesimi’ne füze satmak gerekçesiyle Kıbrıs sorununa kendisini dâhil etme egzersizleri yapan Rusya’nın bugün daha çok kendi “arka bahçesiyle” ve becerebildiği oranda da Ortadoğu ve Balkanlar’a uzanmaya çalışmakla yetinmesi de ABD için daha elverişli bir zemin oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorunu ile ilgili önümüzdeki dönemdeki gelişmeler, Ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren Atina ve Ankara ile birlikte, asıl olarak AB ve ABD’nin taktik savaşına sahne olacaktır. Başta Almanya olmak üzere AB, “AB üyeliği” yoluyla, Türkiye’yi (ve Denktaş’ı) gerileterek Kıbrıs’ın bütününü ya da bu noktaya gelebilmek üzere kısa vadede yalnızca Güneyi egemenlik alanı haline getirmeye çalışırken; ABD, her geçen gün daha çok sözünden çıkamaz hale getirdiği Türkiye’ye (ve Denktaş’a) AB karşısında ve AGSP dolayısıyla içine düşülen sıkıntılı durumdan çıkış reçetesi olarak kendisinin de “garantörlüğü”nü üstleneceği “bir miktar” gerilemeyi dayatarak, sağlayacağı bu “Türk gerilemesi”nin vazgeçilmez baş aktörü olarak Yunanistan’ı da Kıbrıs’taki kendi pozisyonuna razı edeceği kendi egemenlik emellerini gerçekleştirme peşindedir. Planının başarıyla gelişmesi durumunda, ABD’nin, politik olarak Kıbrıs’taki konumunu güçlendirirken, yeni garantörlerden olarak, örneğin uluslararası sorunlara yaklaşımda ciddi bir yakınlığa sahip olduğu İngiltere’nin adadaki üslerinin bir kısmında kendisine bir üs kapması şaşırtıcı olmayacaktır. Ecevit-Denktaş çizgisinin bu taktik savaşındaki kozları ise, öncesine göre daha da zayıflamıştır. (Nitekim Avrupa insan Hakları Mahkemesi’nin 10 Mayıs’ta Kuzey Kıbrıs adına ve Türkiye aleyhine aldığı karar, bu zayıflamanın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Karar bu siyasi sonucun yanı sıra, Denktaş yönetimi için uzun vadeli bir “emsal gösterme” tehdidini de içeriyor. Kıbrıs konusunda benzer davalar da yine AİHM’in gündeminde. Türkiye’nin emperyalizme işbirlikçilik sınırlarına sıkıştırarak gerçekleştirme peşinde olduğu kendi bölgesel emperyal çıkarları adına, ABD dayatmaları karşısında, “bölgedeki önemi”, “jeostratejik vazgeçilmezliği” gibi nedenler üzerinden temellendirmeye çalıştığı kendi görüş ve pozisyonlarında direnme imkânlarının ise, hele son krizin ardından hemen hiç kalmadığı, artık kimsenin gerekçelendirme zahmetine bile katlanmadığı net bir veri düzeyine yükselmiştir.)
Bu durum, siyasi kaosun dışında ekonomik bir kaosun da egemen hale geldiği Kuzey Kıbrıs’ta, provokasyonların büyümesine elverişli bir zeminin de habercisidir. Denktaş’ın dünürünün, Türkiye’den toplanan vergilerle yapılan yardımı hortumladığı Kıbrıs ekonomisi, ticaret-siyaset bağlantılarının iç içe geçtiği mafyatik bir ortama giderek daha fazla gömülmektedir. 30 Mayıs 2001 günü KKTC’nin tanınmış işadamlarından Rant Döviz Bürosu sahibi Mustafa Tanıl’ın boğazı kesilerek öldürülmesi, Tanıl’ın öldürülmesinin üzerinden 7 saat geçmeden, bu kez başka bir dövizcinin evine molotof kokteyli atılması gibi gelişmeler, Kıbrıs Susurluğu’nun sevdiği bir havanın Ada’nın Kuzey’ini yine sardığının işaretleridir.
Tüm bu gelişmeler içinde, komplo ve provokasyonlarla gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta emekçi halkın yedeklenmek istenmesine karşı uyanık olunmalıdır.
İki halkın kardeşliği ve emekçilerin birliği üzerinde yükselecek, Ortadoğu’da emperyalizmin dayanağı olmaktan kurtulup, askeri üslerden ve yabancı güçlerden arınmış bir Kıbrıs; hem Kıbrıs’ın her iki kesimden halkının barış içinde yaşaması, hem de Yunanistan ve Türkiye emekçileri için, Ortadoğu halkları için doğru, kalıcı ve halkçı bir çözüm için atılabilecek ve atılması gereken ilk adım durumundadır.

Haziran 2001

MGK’nın kıbrıs politikasının bir izdüşümü: Türk-iş’in kıbrıs raporu

Kıbrıs, bugüne kadar Türkiye için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda önemli bir iç politika meselesi olagelmiştir. Kıbrıs konusunda yaşanan siyasal saflaşmaların, diğer temel konularda da benzerlikler göstermesi tesadüfi değildir. Kıbrıs sorununa yaklaşım konusunda şoven politikalar benimseyenler, Kürt sorunundan, temel demokratik haklara ve oradan MGK’nın varlığına kadar uzanan yelpazede de demokrasiye kapalı bir yaklaşımın savunucusu olmuşlardır.
Kıbrıs’la ilgili olarak, demokratik açılıma kapalı bir yaklaşıma sahip resmi politikanın, aynı zamanda bir MGK politikası olması, en temel meselelerde MGK’ya dayanan bir politika yapmayı alışkanlık haline getirenlerin Kıbrıs politikasını da aynılaştırmıştır. Ancak konu Kıbrıs olunca, bunun MGK’ya endeksli düşünmeyi de aşacak düzeyde bir “milliyetçi” şemsiye tarafından, birbirine zıt gibi görünen bir dizi siyasi çevreyi konu etrafında birbirine bağladığı vurgulanmalı.
Örneğin, bugün MGK ile birlikte, ona sağdan ve soldan bağlanan MHP ile İP gibi partilerin yanı sıra, kısa sayılabilecek bir süre önce iktidardan uzaklaştırılan Erbakan ve partisi de, Denktaşçı bir konumdadır. Ve diğer bir dizi meselede birbirine karşıt bir konumda bulunan Cumhuriyet gazetesi ile Milli Gazete de Kıbrıs konusunda aynı hatta birleşen bir konumdadırlar.

GELENEKSEL KIBRIS TEZİNİN TEMEL YAKLAŞIMI: TÜRKİYE’NİN ADADAKİ ÇIKARLARI, KIBRISLI TÜRKLERDEN DAHA DEĞERLİDİR
Bu siyasi yapı veya gazetelerin yöneticilerine, “Kıbrıs, Türkiye açısından neyi ifade eder?” diye sorsanız, herhalde alacağınız yanıt aşağıdaki gibi olacaktır:
“Kıbrıs, Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından stratejik öneme sahiptir. Dışişleri Eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.
Kıbrıs’ta Türkiye’nin savunması ve güvenliği için tehdit içeren unsurların hâkim olması, Türkiye’nin geleceği açısından çok büyük tehlikeler yaratacaktır. Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve Güneydoğu Anadolu Projesi sonrasında Kıbrıs’ın önemi daha da artmaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs’ta dökülen şehit kanı ve Kıbrıs için yapılan harcamalar, Türkiye’nin geleceğinin savunulması demektir.”*
Yukarıda sayılan sağ ve sol şoven bütün güçlerin üzerinde birleşeceği bu tez, geleneksel Kıbrıs tezidir ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın, çözüm konusunda ayak sürürken sırtını dayadığı güç de bundan başkası değildir. Ancak yukarıdaki alıntı, ne yukarıdaki partilerden birine ait, ne de yukarıda sözü edilen gazetelerin herhangi birinden alındı. Bu görüşler, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olan Türk-İş’e ait.
Bu alıntı, “TÜRK-İŞ VE KIBRIS DAVAMIZ” başlığını taşıyan ve Türk-İş Yönetim Kurulu tarafından Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun 9 Ocak 2003 tarihli toplantısında da sunulmuş olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’ndan yapıldı.
Bu rapor, bir işçi konfederasyonunun, bir emek örgütünün, bir ulusal soruna ya da herhangi bir demokrasi gündemine nasıl yaklaşmaması gerektiğinin ibretlik bir örneğini sunuyor. Bir işçi örgütü bir ulusal soruna nasıl yaklaşır diye sorulduğunda, verilecek yanıt, hiç tartışmasız olarak açıktır: “Bir işçi örgütü, her şeyden önce söz konusu ulusal sorunun yaşandığı ülkede, o ülke emekçilerinin, halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını tanır ve ona saygı gösterir.”
Ayrıca, konu bir de Kıbrıs gibi, Kıbrıslılara bırakılmayan (yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, Türk-İş de, adada Türkler yaşamasa bile Türkiye’nin bu adayı bırakmaması gerektiği konusunda kararlı!) bir konu olunca, bu konuda gösterilecek tavır ayrı bir önem kazanıyor. Türkiye’de bir işçi örgütü, böyle bir soruna yaklaşırken elbette, sermaye politikacılarından ve şoven çevrelerden farklı davranarak, bu sorunun emekçileri şovenist politikalara yedeklemenin malzemesi olarak kullanılmasına karşı çıkmalıdır. Aksi taktirde, o da emekçilerin gözlerini bağlayarak onların gerçeği görmelerini engelleyen bir tutuma ortak olmuş olur ki, bir emekçi örgütü için herhalde bundan daha ciddi bir zaaf da olamaz. Ve Türk-İş’in Kıbrıs Raporu ile yapılan tam da budur. Raporu kaleme alanlar, bir metni okurken satır aralarını atlamayan dikkatli her okurun fark edeceği gibi, tarihi, mantık sınırlarını zorlayacak, dahası komik duruma düşecek kadar şovenist bir yorumla ele almışlardır.

ŞOVEN TARİH YAZIMININ GARABETİ
Rapordan yapılacak bazı alıntılarla birlikte bunu göstermeye çalışalım. Söz konusu raporun “KIBRIS ADASI’NDAKİ GELİŞMELER” başlığını taşıyan bölümü şöyle başlıyor:
“Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi. Osmanlı yönetimi, ilk aşamada birbirini tamamlayacak meslek gruplarından seçilen, 30 bin Anadolu Türkü’nü Kıbrıs Adası’na yerleştirdi. Kıbrıs, 1878 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye devretti. 1878 yılında adanın yönetiminin İngilizlere devri sırasında Türkler, ada nüfusunun yüzde 44’ünü oluşturuyorlardı ve arazilerin yüzde 50’sine sahiptiler.”
Böylelikle anlıyoruz ki, Kıbrıs üzerinde Türklerin hakkı (!) daha 16. yüzyılda başlıyor. Peki, antropologlara göre, 9000-10000 yıllık tarihe sahip bir ada olan Kıbrıs’ın ondan önceki tarihi ne olacak? Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda “Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi” denilirken, tıpkı konuya şoven perspektifle bakan bütün kaynaklarda olduğu gibi, işin bu yanı hiç önemsenmiyor. Eğer, o tarihte Osmanlı hâkimiyeti altına girdi ise, demek ki, ondan önce de orada başkaları yaşıyormuş ve Osmanlı gelip o tarihte orayı işgal etmiş. Ama, şoven tarih yazımı kendi işgallerini “hâkimiyet” olarak bir zafer edasıyla anlatmaya koşullandığı için, işgal ettiği her yere de babasının malı muamelesi yapıyor.
Bu cümleden birkaç satır sonra da başka bir garabet başlıyor. Osmanlı’nın, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini 1878 yılında İngiltere’ye devrettiğini öğreniyoruz. Demek ki Kıbrıslı Türkler, daha Osmanlı’dan başlayarak bugüne kadar, aslında öyle iddia edildiği gibi, uğruna can verilecek “yavru vatan evlatları” olarak görülmemişlerdir. Osmanlı, İngiltere’nin desteğini sağlayabilmek için onların vatanını çok rahat bir biçimde İngilizlerin yönetimine devredebilmiştir. Bugün de süren bu anlayışın Türk-İş tarafından da onaylandığını, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda yer alan şu ifadeler açıkça kanıtlıyor: “Dışişleri eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.”
İşin bu noktaya varması elbette sadece basit bir “milliyetçilik” değil, pervasız bir yayılmacılık anlayışının da ürünü. O kadar pervasız ve kör bir yayılmacılık ki, yeri geldiğinde “Onlar benim soydaşım” diyor, işine öyle geldiğinde onları yaşadıkları toprak parçası ile birlikte bir başka emperyaliste kiralayabiliyor ve bunun adı da “devretmek” oluyor!
Kıbrıs’ın tarihini böyle bir anlayışla yazan bir raporda, adadaki işçilerin tarihi de, elbette bundan nasibini alacaktır ve alıyor da:
“Lozan Antlaşması sonrasında Kıbrıs Rumları Yunanistan’la birleşmeyi (enosis) yeniden gündeme getirdiler. Kıbrıs Türkleri de özellikle 1942 yılından itibaren, hem İngiliz sömürgeciliğine hem de Rumların Yunanistan’la birleşme isteklerine karşı mücadele etmeye başladılar. Kıbrıs Türk işçileri de bu mücadeleye katıldı. Amele Birliği adıyla bir örgütlenmeye gidildi. Bu örgüt 1943 yılında adını Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirdi. 1945 yılında ise Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Teşkilatı kuruldu.”
Ancak, Kıbrıs’ın tarihine, o tarih içinde emek hareketinin şekillenişine ilişkin bugüne kadar yazılanlar, iyi ki Türk-İş’in bu raporundan ibaret değil. Bugüne kadar bu konuda resmi şablonlardan uzak durarak, tarih yazımının bilimsel kriterlerine özen gösteren kaynaklar da var. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Melek Fırat’ın aynı döneme ilişkin şu değerlendirmesi, adanın her iki tarafındaki şoven unsurlara eleştirel bir mesafede duran tutarlı bir özellik taşıyor:
“Kilisenin desteğiyle milliyetçi Rumlar, Kıbrıs İşçi Konfederasyonu’nu (SEK) kurarak işçiler arasındaki ilk bölünmeyi meydana getirdiler. Türkler arasında da çeşitli sendika kurma girişimleri yaşanmakla birlikte, en etkili hareket 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu’ydu. Siyasal amaçlarını sıralarken enosise karşı mücadele etmeyi ve AKEL’in Türk işçiler arasındaki gizli faaliyetlerini etkisizleştirmeyi ön plana çıkaran bu örgüt, PTUK (Kıbrıs Sendikal Komitesi) ve AKEL’in genel grev gibi eylemlerine katılan Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı kurarak, onların cemaatten dışlanmalarına neden olurken, Kıbrıslı Türkler arasında sol hareketin güçlenmesini de engelliyordu. Gerek AKEL’in zaman zaman taktik amaçlı programında enosise yer vermiş olması, gerekse Türk liderliğince örgütlenen Türk sendikaların AKEL ve PTUK üyesi Türkler üzerindeki baskıları ortak bir Kıbrıs sol hareketinin kurulmasını önledi. İngiliz yönetimine karşı mücadelede iki toplumu ortak bir paydada toplayabilecek tek hareket de böylece olanaksızlaştı.” (Türk Dış Politikası cilt 1, sayfa 595-596)
Böylesi bir perspektifin değil uzağında tamamen karşısında yer alan bir anlayışla yazılmış olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda, Kıbrıs’ta sendikal hareketin devamına ilişkin olarak da şunlar söyleniyor:
“Kıbrıs Türk işçileri 14 Aralık 1954 tarihinde TÜRK-SEN’i (Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Federasyonu) kurdular. TÜRK-SEN’in kuruluşunda Türk-İş’ten gelen ve köy köy dolaşarak işçilerin örgütlenmesine yardımcı olan bir heyetin büyük katkısı oldu.”

SINIFIN BÖLÜNMESİNE VERİLEN ONAY
İdeolojik bir tarih yazımının vazgeçemediği temel alışkanlıklardan birinin, olguları tamamen keyfi bir biçimde kullanmak olduğu bilinir. Kendisini “milli” bir davanın neferi sayan bir tarih yazıcısı, tarih yazımının gerektirdiği özeni daha baştan terk eder. Aktardığı tarihsel dönemi belirleyen faktörler ve olgular arasında ideolojik bir seçiş yapar. İşine gelmeyen olguları hiç olmamış gibi görmezden gelmeyi tercih eder. Ancak her ülkenin tarihi gibi, Kıbrıs’ın tarihi de kimseye ipotekli olmadığı için, belirli olguları görmeyerek tarihi çarpıtan yazarın bu çarpıtmaları, tarihin hafızasında onun peşinden gelir ve “Sen bir tarih çarpıtıcısından başka bir şey değilsin” diyerek yakasını bırakmaz.
Bu gerçek, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu için de geçerli elbette.
Raporda, özellikle görülmeyen gerçek özetle şudur: Yukarıdaki alıntıdan da görüleceği üzere, Melek Fırat’ın da aktardığı gibi, aslında Türk ve Rum işçiler, dışarıdan yapılan müdahalelerle aralarına nifak sokulmadan önce, aynı sınıfın birer üyesi olarak birlikte davranıyorlar, sınıf çıkarlarını birlikte savunuyorlardı. Türk ve Rum işçiler, aynı sendikal çatı altında birlikte örgütlenmekteydiler. Ve işçiler arasında sosyalizm bile telaffuz edilmeye başlanmıştı. Hatta 1 Mayıs 1958’de yaptıkları bir yürüyüşle 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı birlikte kutlamışlardı.
Ancak gerek, 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçileri Birlikleri, gerekse de Türk-İş’in raporunda “Benim desteğimle kuruldu” diyerek övündüğü TÜRK-SEN, bu açıdan sınıfın birliğini bölücü bir rol oynamışlardır. Rum faşistlerinin kontrgerilla faaliyetlerinin merkezi durumundaki EOKA’yla, ona karşı benzer bir amaçla kurulan ve kontra faaliyetleri açısından benzer bir eylem pratiği içinde olan TMT, bu bölünmeyi karşı cephelerden ama ortak katkılarla gerçekleştirmişlerdir. TÜRK-SEN de TMT’nin denetiminde kuruldu ve TMT yayınladığı bir bildiri ile Türklerin Rum işçilerle birlikte örgütlendikleri PTUK’tan istifa etmelerini, etmeyenlerin öldürüleceğini duyurdu. 22 Mayıs 1958’de de istifa etmeyen işçilerin vurulmasına başlandı. Arka arkaya üç işçi öldürüldü. Tüm bunlar, Ankara-Kıbrıs hattında, Özel Harp Dairesi kanalıyla ve bugünkü KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın liderlerinden biri olduğu TMT’nin icraatlarıdır. Ve Türk-İş’in raporunda bu bilgilerden hiçbirine yer verilmiyor ve sadece EOKA’nın katliamlarına değiniliyor. Çünkü, Türk-İş’in raporuna esas oluşturan anlayışa göre, “milli mesele” olan Kıbrıs, asıl olarak Türkiye’nin çıkarları açısından bir değer taşımaktadır ve eğer adadaki bir Türk işçi bu çıkarlarla tezat oluşturacak bir örgütlenme içindeyse, bunu hak etmiştir. Çok açık ki, iki tarafın faşist güçlerinin dışarıdan müdahalelerinden önce, Rum ve Türk işçilerin ortak bir örgütlenme etrafında hareket etmeleri ve birlikte sosyalizm mücadelesi vermeleri, İngiliz emperyalizmine karşı da ortak hareket etmeleri devrimci bir nitelik taşımaktadır ve eğer soruna “ulusal sorun” anlayışı üzerinden bakılacaksa, bundan daha onurlu bir vatan savunması da düşünülemez. Türk-İş’in raporundaki anlayış ise, “anavatan” merkezli kontra faaliyetlerin kurbanı olan, dolayısıyla sermayenin katlettiği Türk işçileri “kendi kayıbı” saymayacak kadar kör bir şovenizmden beslenmektedir.
Türk-İş raporundaki bu kör şovenizm adanın tarihinin sonraki dönemlerine dair tespitlerde de kendini göstermektedir. Kuzey Kıbrıs’ta, Türk işçi ve emekçileri, uzun bir aradan sonra ortak bir çatı altında bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” platformu da, Türk-İş’in raporunun hedefi olmaktan kurtulamıyor. Raporda bu platform için şu değerlendirmeler yapılıyor:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türkiye ile ilişkiler konusunda iki ayrı kesim oluşmuştur.
Bunlardan biri, son aylarda Kıbrıs’ta meydana gelen Denktaş karşıtı gösterileri düzenleyen Bu Memleket Bizim Platformu’dur.
Bu Platform, 1995 yılında başlayan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs’taki bazı sendikaları bir araya getiren ilişkilerden etkilenerek ve bu ilişkilerde yer alan bazı sendikaların önderliğinde 2000 yılında oluşturulmuştur.
Son yıllarda oluşturulan ve faaliyet gösteren ‘Bu Memleket Bizim’ Platformu, yayınladığı bildiride, temel görüşlerini aşağıdaki biçimde özetlemektedir:
‘Kıbrıs’ın kuzeyinde dağ gibi yığılan sorunların temeli siyasidir. Kıbrıs Türkü’nün kendi ülkesini yönetmesi engellenmektedir. Polisi ve askeri biz yönetmiyoruz. Merkez Bankası, Kıbrıs Türk Hava Yolları, Kıbrıs Türk Petrolleri gibi kurumlar bizim kontrolümüzde değildir. Bütün yatırımlar T.C. Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından yürütülmektedir. Siyasi kararlar, Koordinasyon Kurulu’nda alınmaktadır.”
Türk-İş’in raporunda, bu platformun AB’yi destekleyen bir yaklaşım içinde olması da eleştiriliyor ve bu Türkiye’ye karşı bir tutum olarak değerlendiriliyor. AB’nin ada üzerindeki amaçları konusunda uzun tahlillere yer verilen raporda, Türk-İş’in yaklaşımını göstermek açısından da şu bilgiye yer veriliyor: “Türk-İş tarafından 25 Aralık 2002 günü Ekonomik ve Sosyal Konsey Toplantısı’nda, Başbakan Abdullah Gül’e verilen öncelikli talepler bildirgesinde Kıbrıs konusunda aşağıdaki değerlendirmeler yer almaktadır:
Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’ı üyeliğe alma kararına karşı çıkılırken, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın önerisi temelinde sürdürülecek görüşmelerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Kıbrıs Türklerinin ekonomik, toplumsal ve siyasal hakları güvence altına alınmalı, Türkiye’nin garantörlük haklarını kısıtlayacak ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atacak düzenlemelerden kaçınılmalıdır.”
Bu görüşün Genelkurmay’ın Kıbrıs politikasından zerre kadar bir farkı olmadığı, “kırmızı kitabın” Kıbrıs sayfalarındaki anlayışın da bundan daha farklı olmadığı bilinmektedir.
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyeceksiniz ama, Kıbrıs Türklerinin sizden önce AB’ye girmesine karşı çıkacaksınız. Buradaki çifte standardın temel kaynağının Kıbrıs’ın Rumların ağırlıkta olduğu bir çatı altında AB’ye üyeliğinin Yunanistan’ın elini güçlendirirken, Türkiye’nin AB üyeliğine taş koyabilecek olması olduğu da biliniyor. Yani aslında, Türk-İş’in raporunda açıkça ifade edildiği gibi, “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin stratejik çıkarları adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin çıkarlarından önce gelir” anlayışı burada da kendisini gösteriyor.
Ayrıca Türk-İş, gerçekten Türkiye açısından da Kıbrıs açısından da AB’ye üyeliğe karşı çıkan, onun emperyalist bir birlik olduğunun altını çizen bir anlayışa sahip olsa ve Kıbrıs’taki “Bu Memleket Bizim” Platformu’nu da bu noktadan eleştirip yol gösterme misyonu yüklense, bu elbette, bir sınıf örgütüne, bir işçi konfederasyonuna yakışabilecek bir tutum olurdu. Ama, Türk-İş’in tutumunun bununla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Böyle bir anlayışa tamamen karşı bir rapor var ortada. Ve bu anlayışın doğal uzantısı da, Denktaş’ı protesto eden ve Türkiye’nin adaya müdahalelerine karşı çıkan “Bu Memleket Bizim” Platformu’nun etkisini kırmak için 19 Mayıs 2001 tarihinde kurulan “Ulusal Halk Hareketi”ni desteklemek oluyor. Raporda bu oluşuma övgü niteliği taşıyan genişçe bir bölüm bulunuyor.
MGK’nın Kıbrıs politikasının bir izdüşümü olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda üstü örtülen bir gerçek de, çoğu sendika olmak üzere toplam 42 örgütü bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde AB’ye karşı olanların da bulunuyor olması. Örneğin, Devlet Çalışanları Sendikası (Çağ-Sen) ile Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) AB’ye karşılar, ancak Kuzey Kıbrıs’taki en geniş emekçi birliğini bir iktidar alternatifi haline getirebilmek için, bu eleştirilerini koruyarak, bu ortak çatı altında çaba gösterdiler. Bununla birlikte, Türk-İş’in söz konusu raporu yayınlandıktan sonra kurulan Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) içinde, onun çatısı altında yine bu iki örgüt bulunuyor. Amaçlarını açıklarken, Aralık 2003 seçimlerinde başarılı olarak, seçim sonrası barış yanlısı yeni bir görüşmeci heyet oluşturma hedefinden söz eden BDH de, AB’ci bir çözümü desteklediğini deklare etmiştir. Ancak tüm bunlar, ada gerçeğine dışarıdan ve sadece Ankara’nın stratejik çıkarları açısından bakanlar tarafından görülemeyecek kadar farklı nedenlere dayanmaktadır.
Adada şu anda çözüme yakın bir başka alternatifin olmayışı, adadaki AB karşıtı güçleri, bu sorunu yaşamın diğer önemli sorunlarıyla birlikte ele alma ve diğer tüm sorunların üzerine çıkararak çözümsüz bir noktada kilitlenmeme tercihine götürmüştür. Çünkü, onlarca yıldır dış müdahaleler girdabında yaşayan ve yerli nüfusun önemli bir çoğunluğu tarafından bu nedenle terk edilmiş olan Kuzey Kıbrıs’ta, emek, demokrasi ve barıştan yana olan örgütlerde, bu çözümsüzlüğün getirdiği noktada AB’ye bakışta bir sınıf kayması oluşmuştur. Ancak bu kayma, dışarıda durup üstten konuşarak doğrultulabilecek bir kayma da değildir. Yoksa KSP’nin sadece Ankara’nın müdahalelerine değil, Yunanistan’ın adaya yönelik tutumuna da, emperyalist İngiltere’nin adadaki varlığına karşı da, AB’ye karşı da net bir karşı duruşu olduğu bilinmektedir. Bu örgütlerin, Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birlik bir bölümünü harekete geçirebilen “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde yer almaları da bu açıdan ilerici ve ilerletici bir nitelik taşımaktadır. Hayatın karmaşık ilişkilerinin dayattığı gerçeklerle yüzleşemediği için kendi kavanozundan çıkamayan “dezenfekte sınıf teorileri”nin devrimci bir nitelik taşıyamayacağı, devrimci bir politik platformun ancak hayatın canlı ilişkileri içinde ve onun zorluklarına çözüm arama cesareti göstererek inşa edilebileceği de bir gerçektir.
Ancak Türk-İş’in raporunu kaleme alanların zaten böyle dertleri olmadığı için, onlar işin bu kısımlarıyla hiç ilgilenmemişler.

BİR İŞÇİ KONFEDERASYONUNA YAKIŞAN
Oysa, Türkiye’deki bir işçi konfederasyonuna yakışan -ki Türk-İş, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olarak, bu açıdan daha fazla sorumluluk altındadır- hem adadaki işçi ve emekçilerin iradelerine saygı gösteren, hem de Türkiyeli işçi ve emekçilerin demokrasi ve barış mücadelelerine güç veren bir rapora imza atmasıdır. Bu da, öncelikle, Türkiye de dahil olmak üzere, adadaki tüm dış varlığa karşı, adadaki emekçilerin kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme haklarına sahip çıkmaktan geçer. Türkiyeli işçileri çatısında toplayan bir işçi konfederasyonunun böyle bir bakışa sahip olması, sadece Kıbrıs’ta yaşayan işçi ve emekçiler açısından değil, Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçiler açısından da ön açıcı bir nitelik taşıyacaktır. Çünkü Kıbrıs, Türkiye açısından sadece bir dış politika meselesi değil, Türkiye iktidarları ve siyasi odakları tarafından sık sık, işçi ve emekçilerin gözlerini bağlamak, onları kendi sınıf çıkarlarından uzaklaştırarak sisteme yedeklemek için kullanılan bir meseledir. Böylesi bir meselede, Türkiye iktidarını demokratik tavır almaya zorlayan bir Türk-İş, sadece Kıbrıs’taki işçi ve emekçilere büyük bir katkı yapmış olmakla kalmaz, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları açısından da iktidara hükmeden güçleri, demokratik bir tutum almaya zorlamış olur. Keza, bu yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, Kıbrıs, Türkiye açısından, Kürt sorunu başta olmak üzere diğer temel demokratikleşme sorunlarıyla zincirleme olarak bağlıdır. İktidara hükmeden sınıf ve güçler, bugün ya bu sorunların tümüne demokratik bir açılım gösterme ya da hepsini birden kilitleme seçenekleri ile yüzyüzedirler. Ve şu ana kadar görünen odur ki, bugün iktidara hükmeden güçler, bu sorunların tümünde açılıma kapalı bir noktada direnmekte, hepsi karşısında ortak bir karşı tavır göstermektedir.
Bir işçi konfederasyonuna yakışan da, bu kilidi açmak yönünde irade ortaya koyma, üyelerini bu yönde doğru bilinçlendirme ve çözümün önünde engel oluşturan gerici egemen güçleri geriletecek bir tutumu benimsemektir.

kutu

KSP’NİN PROGRAMI’NDAN

Yazımızda atıf yaptığımız ve 26 Eylül 2002 tarihinde kurulmuş olan Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP)’nin programı hakkında fikir vermesi bakımından, KSP Programı’nda yer alan bazı bölümleri aktarmayı gerekli gördük.

ASGARİ PROGRAMIMIZ
Çözüm: Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti
Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında, burjuvazinin hâkimiyeti ve bu hâkimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkânsızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkânsızdır.
Dolayısı ile KIBRIS SOSYALİST PARTİSİ Programı, tüm Kıbrıs’ta yerel burjuvazinin yenilgiye uğratılması, emperyalizmin zincirinin Kıbrıs’ta kırılmasını Kıbrıs sorununun çözümü için şart görür ve buna uygun olarak aşağıdaki programı tüm Kıbrıs’ta hayata geçirecek bir hükümet kurulmadan Kıbrıs sorununun çözülmeyeceğinden hareket eder.

Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti Programı (Asgari Program)
A. Siyasi Alanda
1. Kıbrıs’ta tüm yabancı güçlerin, Kıbrıs üzerinde mevcut tüm hak ve iddialarının reddi.
2. Kıbrıs üzerinde hak iddia eden emperyalist güçlerle işbirliği yapıp Kıbrıs’ın Rum ve Türk işçi ve halkına ihanet eden tüm büyük burjuvaların mallarının karşılıksız olarak devletleştirilmesi.
3. Kilise ve vakıf dahil, büyük toprak sahiplerinin topraklarının ve bu topraklar üzerindeki ev vb. taşınmazların karşılıksız olarak devletleştirilmesi. Boşaltılacak olan İngiliz, Türk ve Yunan askeri üs alanlarının ve bunlar üzerindeki taşınmazların devletleştirilmesi. Tüm bu toprak ve taşınmazların zorunlu göçler ve katliamlar nedeniyle mülksüzleştirilmiş Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk, Kıbrıs halkının tüm kesimlerine ve topraksız köylülere ve evsiz işçi ve memurlara dağıtılması.
4. Her iki milliyetten Kıbrıs halkının ulusal haklarının güvence altına alınması. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler ve diğer azınlıklar arasındaki milli ve dini düşmanlığı körükleyen tüm örgüt faaliyetlerinin yasaklanması.
5. Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti’ni iktidara getiren ve bu iktidarı koruyan esas güç olarak işçi ve emekçi kesimlerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi için gerekli tüm tedbirlerin alınması.
6. Kıbrıs işçi sınıfı saflarında milli-dini ayrılıklara dayalı örgütler kurulmasının, işçi sınıfının örgütlerinin milli-dini temellerde bölünmesinin yasaklanması.
7. Bu programın zaferi için çalışan tüm yabancı ve kaçak işçilerin zaferden sonra oluşturulacak yeni Kıbrıs’ta vatandaş olma hakkının verilmesi.
8. Bu programa uygun olarak yerleşim, dolaşım ve mülkiyet özgürlüğünün sağlanması.

İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ
Kıbrıs işçi sınıfının bugünkü mevcut şartlardaki çıkarları, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve bütünlüğünü savunmaktan ve sağlamaktan geçer. Kıbrıs işçi sınıfının çıkarlarının savunulması Kıbrıs’ın ve Kıbrıs işçi sınıfının milli ve dini temellerde bölünmesine son vermekten geçer.
Kıbrıs’ın bütünlüğünün ve bağımsızlığının sağlanması, ancak ve ancak Kıbrıs’ın işçi sınıfı örgütlerinin milli temeldeki bölünmüşlüğüne son vermekten, bir tek Kıbrıs, bir tek işçi sınıfı ilkesi temelinde, milli temellerde örgütlenmeyi reddeden, Kıbrıs çapında birleşik örgütler yaratmaktan geçer.
Kıbrıs’taki tüm işçi sınıfı parti ve sendikalarını birleşik parti ve sendikalar kurmaya çağırıyoruz.
Bu çağrıya uygun hareket etmeyenlerin işçi sınıfı saflarında burjuva milliyetçiliği yaydıkları ve dolayısıyla da Kıbrıs’ın milli temelde bölünmüşlüğüne karşı savaşı reddettikleri açıktır. Bu çağrıyı reddedenlerin sosyalizm adına konuştukları oranda bunların sosyal şovenler oldukları da açıktır.
Bu çerçevede, Kıbrıs’taki tüm işçi sendikalarını, işçilerin işkollarının, iş kanunlarının ve ücretlerin tüm Kıbrıs çapında eşitlenmesi için işbaşı yapmaya çağırıyoruz. Bu kampanya, Kıbrıslı Türk işçilere kıyasla daha iyi konumlarda duran Kıbrıslı Rum işçilerin konumlarını zayıflatmak sonucuna yol açmamalıdır. Kıbrıslı Türk işçilerin konumu hiç de sanıldığı kadar iyi, hele hele mükemmel değildir. Yukarıda bahsi edilen kampanya, Kıbrıslı Rum işçilerin durumlarını iyileştirme kampanyasını durdurarak değil, onların konumlarını iyileştirmek kampanyası ile birlikte yürütülmek zorundadır.
Tüm Kıbrıs’ta eşit işe, eşit ücret!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş yasaları!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş koşulları!
Ayrıca, işçi sendikaları ve partileri dışındaki tüm sendikaları, gençlik örgütlerini ve tüm demokratik, yurtsever örgütleri yukarıdaki tek Kıbrıs, tek örgüt prensibine uygun olarak hareket etmeye ve böylece şovenizme ve Kıbrıs’ın milli temellerde bölünmüşlüğüne darbe üstüne darbe vurmaya çağırıyoruz.
Bu meyanda yurtdışında bulunan tüm Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk demokrat ve yurtsever örgütleri de, bulundukları ülkelerde her alanda işbirliği yaparak ve birlikte çalışarak bu milli bölünmüşlüğe son vermeye çağırıyoruz.

DERHAL SINIRSIZ DOLAŞIM ÖZGÜRLÜĞÜ VE KARŞILIKLI ZİYARET HAKKI!
Partimiz, Kıbrıs işçi sınıfının yakınlaşmasını sağlamak için barış anlaşması gerçekleşene kadar beklemek gerektiğine inanmamaktadır. Her ne kadar, Güney’in ve Kuzey’in savaş kışkırtıcısı burjuva yöneticileri, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bencil çıkarlarını bir türlü uzlaştırıp anlaşamamakta ve savaş hazırlıkları yapmakta iseler de, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmadan da, halkımızın dolaşım özgürlüğü ve karşılıklı ziyaret hakkını yerine getirebilirler.

Bir provokasyon koalisyonu: Kızıl elma

“Kızıl elma koalisyonu” tartışması, geride bıraktığımız ayın politika gündemleri arasında en dikkat çekicilerinden bir tanesi oldu. Bu tartışmayı dikkat çekici kılan ve azımsanmayacak bir süre üzerinde yazılıp konuşulmasına neden olan şey ise, tartışmanın bir entellektüel tartışma olmasını aşan, tarihsel köklere ve güncel gelişmelere dayanan siyasal bir konunun üzerine oturmasıydı. “Kızıl elma”, siyasetin geçmiş birikimine yabancı olan kesimler ve genç kuşaklar açısından ilk bakışta yabancı bir kavram. Yabancı olması da doğal, çünkü uzunca bir süredir kullanılmayan bir kavram olarak, bu kez onu sahiplenenler tarafından değil, onu sahiplenenlere karşı onu eleştiren kesimlerce gündeme taşındı.
TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya gruplarının en büyüğünün, en küçük – ama “en solcu” olmakla övünen- gazetesi Radikal, Türk Solu dergisinin “Türk’ün ateşle imtihanı” başlıklı sayısının ardından, onu eleştiren bir uslupla, “Kızıl elma koalisyonu” manşeti ile çıktı. “Ulusal solcular ve ülkücüler dünyaya aynı pencereden bakıyor” diyen Radikal, manşetinin spotunda şu ifadelere yer verdi: “Kıbrıs’ta tavize, AB üyeliğine ve uyum yasalarına karşılar. ABD ile Avrupa’nın Türkiye’yi böleceği konusunda hemfikirler. Mitinglerde beraber slogan atıp, aynı yayınlarda birlik çağrısı yapıyorlar.”
Radikal, bu tespitini “Kızıl elma koalisyonu” başlığı ile manşetine taşırken, yüzlerce yıl öncesine dayanan bir efsaneye gönderme yapıyor ve manşetinden eleştirdiği bu güçleri “dinozorlukla” suçlamış oluyordu.

GERİCİ BİR BİRLİK
“Kızıl elma”, Türkler ve özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş olan bir semboldü. Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan veya dünya egemenliğini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak ya da top olarak tahayyül edilmekteydi. Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen egemenliğin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olmuştu.  Radikal, böylelikle, aslında daha çok “küreselleşme” sürecinin karşısında direnen -ama daha sonra değineceğimiz gibi gerici bir noktadan direnen- “solcu”ları hedefe koymuş oluyor ve “Sizin kafatasçı Türklerden ne farkınız var. Onlarla birleşerek Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyorsunuz” demiş oluyordu.
Nitekim, Radikal’in bu manşetinin hemen ardından, hem bu gazetede yer alan köşe yazılarında hem de, Sabah, Milliyet, Hürriyet, Zaman ve Yenişafak gibi küreselleşme programını savunan bütün gazetelerde konu tartışmaya açıldı ve “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturanlar hedefe konuldu. “Küreselleşmeci”lerin bu eleştirileri karşısında, eleştiriye konu olan kesimler de “Kızıl elma koalisyonu” adlandırmasını sahiplenmekte bir sakınca görmediler. Zaten bu kesimleri oluşturanlar, aslında önemli ölçüde siyaset dışına düşmüş ve marjinalleşmeye yüz tutmuş kesimler olduğu için Radikal’in manşeti ile başlayan tartışma bir anlamda onların ekmeğine de yağ sürmüş oldu.
Türk Solu dergisinin, hemen ardından “Kızıl elma konuşuyor” başlıklı bir kapakla çıkması ve kendilerine dışarıdan yapılan bu adlandırmayı sahiplenmesi bunun açık bir kanıtını oluşturdu.
Türk Solu bu sayısında “Radikal’in bir araya gelmekle ve koalisyon kurmakla suçladığı isimlerle bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik” diyerek iftiharla sunduğu yuvarlak masa toplantısında, şu isimleri bir araya getirmişti: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal, Yeni Hayat dergisi sahibi ve yazarı Hanifi Altaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkocağı İstanbul Şube Sekreteri Yrd. Doç. Burhan Baloğlu ve Ufuk Ötesi gazetesi sahibi ve yazarı Kemal Çapraz.
Erkal, Türk Solu’na kapak olan yuvarlak masa toplantısında şu ifadelere yer verdi: “Bugün dünün Sakaryası’na çekilmiş durumdayız. Artık daha geri gideceğimiz bir yer yok. O bakımdan ister istemez dün değişik kesimlerde olup da bugün Türkiye’de önce milli devlet diyen, önce milli birlik ve bütünlük diyen, önce Türkiye’nin üniter yapısı diyen, önce Türkiye’nin çıkarları diyen, ondan sonra diğer konuları ele alan aydınlarımız farklı bir yere gelmiştir. Bugün dünyamızın gerçeği Türkiye’den yana olanlarla, teslimiyetçi mandacı bir takım çevrelerin mücadelesidir.” Bu, cepheyi oluşturanların argümanlarını kendi ağızlarından aktarmak bakımından, söz konusu derginin aynı sayısındaki diğer bir isim olan Kemal Çapraz’ın, Türk Solu’nun sorusuna yanıt olarak verdiği şu sözlerine de yer vereceğiz: “Evet şimdi tehdit algılaması farklılaştı. Biz de, AB’yi ve Amerikan emperyalizmini öncelikli tehdit olarak gördük. Solda da bir ayrışma yaşandı. Öncelikle bölücü grup ayrı bir terör grubu olarak ayrıştı, onunla birlikte bir liberal sol çıktı. Ve son olarak milli sol veya ulusal sol dediğimiz, olayı sizin gibi koyan gruplar ortaya çıktı. Dünyanın her yerinde sol gruplar önce ülkem diyor. Ama bunu Türkiye’de görmek bizce mümkün değildi. Önce ülkem diyen bir sol Türkiye’nin ihtiyacıdır. Sonuç olarak benim açımdan öncelikli tehdit Amerikan emperyalizmi ve AB’dir, Yani milli solcularla ortak bir tehdit değerlendirmemiz var. ” (Türk Solu, 18.08.2003)
Türk Solu’nun, içinden türediği İP’in yayın organı Aydınlık dergisi de 10 Ağustos 2003 ve 17 Ağustos 2003 tarihli sayılarında “Kızıl elma koalisyonu” tartışmasına geniş yer verdi. Aydınlık’ta savunulan tezlerle Türk Solu’nda çıkan görüşler bire bir örtüştüğü ve aynı “koalisyonu” gönüllü olarak sahiplendiği için ayrıca ona da ayrıntılı olarak atıf yapmayacağız.
Aynı tartışmayla ilgili olarak Cumhuriyet gazetesinde, “Sağ ve soldaki isimler, Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı 6 Eylül’de Ankara’da kurultay topluyor”  üst başlığı ve “Ulusal güç birliği çağrısı” (23 Ağustos 2003) başlıklı bir haber yayımlandı.

SINIF PARTİSİNİN ÖNCEDEN TESPİT ETTİĞİ GERÇEK
Aslında bu gelişmelerin hiçbirisi dergimizin okurları ve sınıf partisinin kadroları açısından sır değildi ve çok önceden tespit edilmişti. Emeğin Partisi GYK Sekretaryası’nın Mart 2002 tarihini taşıyan genelgesinde, hem küreselleşmeci güçler hem de onlarla gerici bir noktadan kutuplaşan ve bugün küreselleşmeci güçlerin medya organları tarafından “Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan cephe arasındaki itiş kakış şu ifadelerle tespit edilmişti:
“Irak’a yönelik ABD saldırısının koşulları hızla ısıtılırken ABD’li savaş ağası Dick Cheney Ankara
ziyaretiyle; ‘Türkiye’nin fiyatı’nın ne olduğunu öğrenmiş ve Türkiye’nin operasyondaki muhtemel rolü
belirlenmiş bir biçimde ülkesine döndü. Türkiye, Filistin halkına yönelik Siyonist katliam karşısında
sözüm ona “tarafsız”lığını korurken, üstüne üstlük Irak’a yapılacak bir emperyalist saldırıda görev
üstlenmesi savaş bataklığına ülkeyi geri dönülmezcesine bağlayacağı kesindir. Öte yandan, AB’ye
uyum süreci “demokratikleşme” güldürüsü etrafında yürütülüyor. Emekçilerin söz, basın, örgütlenme (sendikal-siyasal) haklarını dışa atan, demokrasi sorununda eksen olarak AB kriterlerini temel alan bir zeminde toplum ‘AB’ci ya da AB’ye karşı’ biçiminde bölünmeye uğratılıyor.
AB’ye ‘karşı cephe’de görünen MHP, geleneksel Kemalist çevreler ve silahlı kuvvetlerin en azından
bir bölümü için temel itiraz noktaları olarak Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu ileri sürülüyor. Bu itirazlar aynı zamanda şovenizmi körüklüyor ve özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmanın başlıca
dayanaklarını oluşturuyor.”
EMEP GYK Sekreterya’sının Temmuz 2002 tarihli genelgesinde ise, bu tartışmanın AB tartışması etrafındaki yönüne dikkat çekilmiştir: “Avrupa Birliği tartışmaları başlıca üç saflaşma etrafında sürmektedir. Bunlardan ilkinin merkezinde ANAP ve TÜSİAD gibi gözü kapalı AB’ciler bulunmaktadır. Kürt milliyetçileri ve dinci partiler de bunların etrafında saf tutmuş durumdadır. Bu kesim Türkiye’nin geleceğini ve var olan “sorunların çözümünü” tümüyle AB’ye bağlamakta; AB dışında kalmış Türkiye için kaos manzarası çizmektedirler. İkinci saflaşmayı MHP, İP ve askerler oluşturmaktadır. Bunlar, özünde AB’ye karşı olmayıp Kürtçe eğitim, idam; Kıbrıs gibi konularda pazarlıkçı bir tutum takınmakta; “AB’ye girelim ama kendi şartlarımızla” demektedirler. Üçüncü saflaşma emek cephesi tarafıdır.”
Konjenktürel dengelere ve dönemin siyasi gelişmelerine göre, bu kamplaşmaya başka siyasi yapılarda dahil olmakla birlikte, kamplaşmanın özü, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi” sağın bazen açık, bazen de örtük ittifakı ile küreselleşmeci güçler arasındaki çatışmaya oturmaktadır.
“Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan siyasal odaklar, özünde egemen sınıfların,Türkiye’ye emperyalistler tarafından biçilen yeniden yapılandırma politikaları karşısında yaşadıkları sıkıntı ve gerilimden güç almaktadır. Kürt sorunundan, Kıbrıs’a kadar “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan güçlerin ortaklaştığı paydalar, Türkiye burjuvazisinin geleneksel kesimi ile bugün onunla rekabet halinde gözüken TÜSİAD’ın başını çektiği kesimi birbirinden ayıran bir özellik arz etmektedir. ABD ve AB her iki sorunun da bugün Türkiye egemenlerinin geleneksel politikalarından farklı tarzda çözülmesini dayatmakta, bunu da Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, Türkiye’yi kendi politikalarına yedeklemenin bir aracı olarak yapmaktadırlar. Ancak, AB’ye “onurlu girişi” savunduğunu belirten Genelkurmay’ın Kıbrıs ve Kürt sorunu ile ilgili seçeneklerde geleneksel siyasette ısrar eden tutumu, Türkiye’de “sağ”dan ve “sol”dan Genelkurmay eksenli siyaset yapan güçleri de aynı minvalde bir kutuplanmaya itmektedir. Bu noktada Genelkurmay’la yer yer açıktan, yer yer de örtük olarak çatışan TÜSİAD’ın çevresinde toplanan medya grupları, sermaye partileri ve “aydınlar”sa, Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslar’da etkin bir güç olabilmek için hem AB’nin dayattığı yeniden yapılandırma adımlarını dikkate alarak Kıbrıs ve Kürt sorununda adım atmak gerektiğini belirtmekte, hem de bunun yanında Irak’a asker göndererek, ABD’nin bundan sonraki işgallerinden pay alabilmenin hesabını yapmaktadırlar. Onlara göre, yeni dönemde etkin bir Türkiye ancak böyle var olabilir. Ancak TÜSİAD vb. güçler, bugüne kadar 12 Eylül başta olmak üzere Türkiye’de askeri darbeleri ve emekçilere dönük her türlü saldırıyı açıktan desteklemiş güçlerdir ve onların demokrasi anlayışlarında işçi ve emekçilere yer bulunmamaktadır. Onlar açısından demokrasi, kendi egemenlik alanlarını daha da büyüttükleri bir Türkiye’nin, kendi içinde yaşadığı tıkanıklıkları belirli esnemelerle aşarak sistemini sağlamlaştığı bir demokrasidir. Yani, Türkiye’deki ABD’ci ve AB’ci güçler, yani diğer bir adıyla küreselleşmeciler, emperyalist çıkarlara uyarlanmış bir sistemin ömrünü uzatmak için ne gerekiyorsa onu yapmak gerektiğini savunuyorlar.
Bugüne kadar soğuk savaş dengeleri içinde, “komünizmle mücadele” anlayışı ile şekillenmiş olan ülkücü çevreler de, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tek kutuplu bir dünyada, düne kadar “taşeronluğunu” ve tetikçiliğini yaptıkları Amerika’nın başlarına geçirdiği çuvalın şaşkınlığı içinde ne yapacaklarını bilmez durumdalar. Çünkü başbuğları Alparslan Türkeş bile AB’ye (O zaman Ortak Pazar’dı) laf söylerken, ABD’ye dil uzatmıyor, onunla ilişkilerde Türk Genelkurmayı ile eşgüdümlü bir biçimde bir NATO kurmayı olarak davranmaya özen gösteriyordu. Oysa bugün, bir ucu Kuzey Irak’taki Türkmenleri öldürmeye, bulundukları yerlere baskın düzenlemeye kadar varan bir Amerika var karşılarında.
Ancak, gerek ülkücü faşistleri gerekse onların “sol” versiyonu “Türk Solu” çevresi ile 28 Şubat sürecinden itibaren aynı militarist hatta hareket eden İP’i bugün bu noktada birleştiren şey, iddia ettikleri gibi ABD ve AB karşıtlığı değil, özünde sistem savunuculuğuna bağlanan bir gericiliktir.
“Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan odaklar, 12 Eylül öncesinden ders çıkardıklarını söylerken bile, aslında son yirmi üç yıldır dünyada ve Türkiye’de olan gelişmeleri değil, 12 Eylül cuntasının “sağ-sol çatışmasını, kardeş kavgasını önledik” demagojisini arkalarına alıyorlar.

“ENVER PAŞA” KIZIL ELMA RÜYASI İLE BÜYÜK BİR ORDUYU TELEF ETMİŞTİ
Dünyanın da, Türkiye’nin de otuz yıl önceki dünya ve Türkiye olmadığı bir gerçektir, ama bu, farklı sınıflar için farklı gerçeklikler ifade etmektedir. Bugün IMF ve DB politikalarında cisimleşen piyasa ekonomisi ile ABD ve AB’yi oluşturan güçlerin dünyayı ve Türkiye’yi kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırma planları eşgüdümlü olarak ilerlemektedir. Ve bunlara karşı çıkışın hem topyekûn bir karşı çıkış olması, hem de bunlardan çıkarı olmayan kesimlere dayanarak gelişmesi gerekir. Dolayısıyla bugün için esas olan -aslında Marks’tan beri esas olan!- emek ve sermaye bölünmesine dayanan bir siyasal kutuplaşmadır.
Dolayısıysa bugün “sol”cu olduğunu söyleyen, ancak işçi sınıfına dayandığı ölçüde gerçekten sömürüye, kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir solcu tavrı gösterebilir. Aksi taktirde piyasa solculuğu ya da militarizmin payandası olmuş bir “sol”, sistemin değirmenine su taşıyan bir “sol”dur. Böyle bir “sol”un vatanseverlik anlayışı ile bir ülkücünün vatanseverlik anlayışı arasında hiçbir fark bulunmadığı için de bugün “Kızıl elma koalisyonu” denilen şey çok kolaylıkla peyda olabiliyor.
Alman “Kızıl elması”nı kurmak için Hitler faşizmi tarafından savunulan Nasyonal Sosyalizmle, “Türk kızıl elma”sını savunan kesimler büyük bir benzerlik göstermektedir. Ayrıca, İttihat ve Terakki’nin, İngiltere ve Fransa’ya karşı Almanya’nın önünü açmak için giriştiği emperyal hayallerin Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarmak ve Türklüğü birleştirmek olduğu hatırlandığında, onların torunları olan bugünkü “Kızıl elmacıların” tutumlarının neye hizmet ettiği daha iyi anlaşılacaktır. “Irak’ın sadece güneyine değil, kuzeyine de asker gönderelim” anlayışını savunan “Kızıl Elmacılar”ın, “Antiamerikancılık”ları da bir hamasetten ibarettir. ABD’ye de muhalefet edermiş bir söylem geliştirilmiş olması, onların savunduğu politikaların pratiği tarafından zaten yalanlanmaktadır. Enver Paşa’nın, benzer bir hayalle ordularını nasıl telef ettirdiği hatırlandığında, ABD’nin yarattığı bataklığa, onun yüklerini hafifletmek, işgalinin bekçiliğini yapmak için Türkiye’den asker gönderilmesinin ve bunun Türkiye’nin “milli çıkarları” ile ilişkilendirilmesinin tamamen bir demagojiden ibaret olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Türk “Kızıl Elmacıları” kendilerini milli bir söylemle maskelemeye çalışsalar da aslında yaptıkları şey, objektif olarak “Amerikan kızıl elması”nın taşeronluğunu sürdürmekten ibarettir.
Bununla birlikte, yer yer “Kızıl elma koalisyonu” içinde anılan güçleri yedekleyerek kullanan, yer yer ise onunla çatışan ABD ve AB’ci küreselleşmeci güçlerin de, Türkiye’nin Bağdat’a asker göndermesini ve ABD’nin yayılmacı adımlarına bir “alt emperyalist” güç olarak destek vermesini savunmaları bir paradoks değildir. İkisi arasındaki çatışma, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi sağ” yapıların, küreselleşmeci güçlerin atmak istedikleri adımlara uyum gösterememe ve ayak sürümeleri durumunda başlamakta, yoksa her ikisi de emperyal hayaller konusunda ortak bir duygu ile hareket etmektedirler.
Türk emekçilerinin “kızıl elma” hayalleri ile gerici Türk burjuvazininin Türkiye’yi Amerika’nın kuyruğuna takma planlarına dolgu yapılması girişimlerine karşı, Türk’ü ve Kürt’ü ile bu topraklarda yaşayan halkların mücadele birliğini savunmak, hem şovenist gericiliği ideolojik olarak silahsızlandıracak hem de demokratik ve bağımsız bir Türkiye’nin önünü açacaktır.

KÜRT DÜŞMANLIĞI ÜSTÜNDEN BİRLİK
“Kızıl elma koalisyonu”nun oluşmasını hazırlayan bir diğer faktör de, sınıf dışı “sol” akımların siyaset dışına da düşmemek için kendilerine bir can simidi bulma çabasıdır. 28 Şubat askeri müdahalesinin “laik cumhuriyeti koruma” adı altında açtığı ve sözde “ilerici” güçler üzerinden hayata geçirmeye çalıştığı siyasal platform da bu türden “solcu”lar için adeta can simidi işlevi görmüştür.
Bu koalisyonu oluşturan güçlerden MHP, son seçimlerde barajın altında kalmış ve bir süredir esamesi okunmayan, kendi iç çatışmaları ile uğraşan bir siyasi yapı durumundadır. Seçimde barajı aşamazsa istifa edeceğini söyleyen Doğu Perinçek’in İP’i de bugün varlığı ile yokluğu belirsiz bir siyasi yapı özelliği taşımaktadır. 28 Şubat sürecinin ardından İP’in gençliğinden koparak gelişen Türk Solu ise, amaçladığı büyümeyi gerçekleştiremeden tokatlanmış bir yapı olarak, benzer bir özellik taşımaktadır. Bu koalisyon kapsamında “aydın” olarak sunulanların birçoğunun “aydın”lıkları da kendi cemaatleri ile sınırlıdır. Dolayısıyla bu koalisyon, aslında bu koalisyonu oluşturan yapıların yeniden hayat bulmak için giriştikleri bir adım özelliği taşıyor.
“Dış tehdit” olarak belirledikleri güçlere karşı tutumları bir söylemden öteye geçmeyecek olan “Kızıl elma”cıları ortak bir payda da bir araya getiren “iç tehdit” tespiti ise, önem taşımaktadır. “Bölücülüğe” karşı güç birliği ilan ettiklerini ilan eden bu güçler, kendi varlıklarını büyüterek devam ettirmek için, bundan sonra Kürt sorunu ile ilgili her türlü açılımı bir tehdit unsuru olarak ilan edecek ve bu konudaki propagandalarını yaygınlaştıracaklardır.
ABD emperyalizminin işgalinde bulunan Irak’ın kuzeyinde, Türkmenlerin ölümü ile sonuçlanan gelişmeler, “Kızıl elmacı”lar tarafından, kendi varlıklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyulan gelişmelerdir. Bir “provokasyon koalisyonu” olarak şekillenen “Kızıl elma”cıların, bu türden provokasyonları, paçasına yapıştıkları Genelkurmayı Irak’a asker göndermeye kışkırtmak için kullanmaları varlıklarının bir gereğidir ve bu yöndeki tutumlar önümüzdeki dönemin gelişmeleri olacaktır. Bununla birlikte, bu koalisyonu oluşturan güçlerin, Genelkurmay’a ve TBMM’ye “Bizi Kuzey Irak’a gönderin” türünden çağrılar yapmalarına bile şaşırmamak gerekir.
Kürt sorununu, Türk ve Kürt emekçilerini bölerek birbirlerine düşürmenin aracı olarak kullanan ve kendi siyasal varlığını bu bölünme üzerine kuran “Kızıl elmacı”lar, sınıf hareketini yedeklemek açısından olmasa bile “bağımsızlıktan” yana olan, ancak bir dizi başka politik etkiyi de üzerinde taşıyan kimi aydınları yedekleyebilme ihtimali bakımından bir tehdit içeriyorlar.
“Kızıl elma” koalisyonunu oluşturan çevrelerin, seslerini duyurabilmek ve taban bulmak için yönelecekleri temel alanlardan birisi ise, daha önce olduğu gibi yine üniversiteler olacaktır.
Bu çevrelerin provokasyonlarına ve taban bulma girişimlerine karşı yürütülecek olan propaganda, Türk ve Kürt emekçilerinin güç ve mücadele birliği üzerinden demokratik bir Türkiye’yi inşa etmek olmalıdır. “Kızıl elma koalisyonunu” oluşturan çevrelerin, emperyal hayallerle içini doldurdukları “milli”liğin yerine, komşu halklarla dayanışma içindeki bir Türkiye’nin tesisini savunmak ve bunun da ancak emperyalizmle hiçbir çıkar bağı olmayan bir sınıf, dolayısıyla işçi sınıfı eksen alınarak başarılabileceğine vurgu yapmak kilit önem taşımaktadır.

Bir tükenişin tarihi: CHP

“Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’de kuruldu. Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten ‘Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin’ devamıdır.
Başlangıçta ‘Halk Fırkası’ adını alan Parti, 1924 yılında ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’, 1935 yılında da ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ oldu.
1927 yılında ‘Cumhuriyetçilik’, ‘Halkçılık’, ‘Milliyetçilik’, ‘Laiklik’ CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsendi.
CHP’nin tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle özdeştir.
CHP kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde bağımsızlığını kazandı, Cumhuriyeti kurdu, saltanatı kaldırdı, hilafete son verdi ve Ulusal Birliği sağladı.
Hukuk, eğitim ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirdi.
1935 yılında daha önceki dört ilkeye ‘Devletçilik’ ve ‘Devrimcilik’ ilkeleri eklenerek ilkeler altıya çıkarıldı. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgeler.
CHP, ulusal sanayinin ve ekonominin geliştirilmesine öncülük etti.
II. Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçiş sağlayarak öncü misyonunu sürdürdü.
Bu dönemde parlamenter demokratik rejimin kurumsallaşmasına dönük değişimleri gerçekleştirme ve temel hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi verdi
1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı.
1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi.
Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü.
Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.
Bu temel ilkelerin ışığında ‘özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme’ ilkeleri de CHP programında yer aldı.”
Geride bıraktığımız ay bir kurultay yaşayan CHP’nin bugün geldiği noktayı değerlendirirken, kuruluşundan bugüne izlediği siyasi seyire de mutlaka göz atmak gerekiyor. Aksi taktirde, bugün yaşananlar, kişisel hırs ve ihtiraslardan oluşan rekabetler zincirinin basit bir halkası konumuna indirgenir ki, böyle bir noktadan bakarak doğru ve bütünlüklü sonuçlar çıkarmak da mümkün olmaz. Bugün olup bitenler, özünde “Bir tükenişin tarihi”nin günümüzdeki süreçleridir. Henüz noktalanmamış olan ve nereye varacağı yazı boyunca değinilecek bir dizi başka gelişmeye bağlı olan CHP’nin hikayesi nereye oturuyor sorusunu yanıtlarken, CHP’nin kendisine dair yaptığı resmi tanımlamadan başlamak anlamlı olabilir. Yukarıdaki uzun alıntı, CHP’nin resmi sitesinden. (1) CHP, sitesinde, “Parti tarihi” başlığı altında, kendi tarihini kısaca böyle özetlemiş.
Üstten bakarak, subjektif bir tarzda ele alınıp öykülenmiş olan bu tarih ne kadar gerçeği yansıtıyor? CHP, kendi tarihinde iddia ettiği gibi, “devlet partisi”nden “halkın partisi”ne, “düzen partisi”nden “değişim partisi”ne dönüşmüş müdür? “Emeğin üstünlüğü”, “demokratikleşme” gibi iddialar, CHP’nin tarihinde ve bugününde ne kadar yer bulmuştur ve bulmaktadır?
Tek parti döneminin olanaklarının yitirilmesinin ardından, tekrar hükümet olabilmesi neredeyse istisnai durum olan CHP’nin, bunu yaşamasının nedeni, eğer resmi söyleminde kendisine atfettikleri doğru ise, halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin onun kadrini bilmemesinden mi kaynaklanmaktadır?
Tüm bu sorulara verilecek yanıtlar, CHP’nin ve Türkiye’nin geçirdiği iç süreçlerle birlikte bağlandığı ve etkilendiği dış süreçlerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye siyasetinin kaderinde önemli bir yer tutmuş bu partiyi anlamaya çalışırken, hem içeriden hem de dışarıdan bir bakışa ihtiyaç var.
CHP’nin tarihi, diğer bir yanıyla bir düzen tarihidir. Hakim burjuva siyasetin bu en yaşlı partisi, uzun süre yönettiği ya da etkilediği düzenin en geleneksel temsilcisidir. Hükümet olmuş diğer sermaye partileri de, burjuvazinin bu en köklü ve partisinden (ya da ondan türeyenlerden) türemişlerdir.
CHP, bir kurtuluş savaşının ardından kurulan bir devletin kurucu partisi olmanın verdiği avantajları uzun bir süre yaşamıştır. Halk kesimlerinin yaşadığı yoksulluğa ve demokrasi yoksunluğuna rağmen, emperyalizmin siyasal boyunduruğundan kurtulmuş olmanın sağladığı heyecan, bu sürecin örgütleyici partisi olarak görülen CHP’ye bağlılığın belirli dönem yaşamasında etkili olmuştur.
Kurulan İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlar ve Kürt isyanlarına karşı takınılmış olan resmi tavıra rağmen, CHP, tüm bunları “uluslaşma süreci”nin gerekleri olarak sunmuş, genç cumhuriyeti yıkmak isteyen “iç ve dış düşmanlara” karşı kendisini bir teminat gibi göstermeye çalışmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, CHP’nin 3. Kurultayı’nı açış için yaptığı konuşma, bunu kanıtlayan bir tarih belgesi gibidir:
“Efendiler, Cumhuriyet Halk Fırkasının üçüncü büyük kongresini açıyorum. Bu münasebetle, fırkamızın muhterem murahhaslarını hürmetle selamlarken, duyduğum sevinç ve saadetin büyük olduğunu heyecanla arzederim.
Arkadaşlar;
Birinci umumi kongremiz, bundan on iki sene evvel, Sivas’ta bir mektep dershanesinde yapılmıştı.
Oraya gelen murahhaslar, türlü takipler altında, birçok müşküllerle karşılaşmışlardı. Müzakerelerimiz dahili ve harici düşmanlarımızın süngü ve idam tehditleri altında vukuu buluyordu. Fakat, Türk milletinin hakiki his ve emellerini temsil ettiğine kani bulunan kongre heyeti, milli vazifesini ikmal lüzumunu her mülahazanın üstünde tuttu. Takip etmekte bulunduğumuz prensiplerin ilk esaslarını tesbit etti. Ondan sonra da feragatle ve azimle o esaslar üzerinde yürüdü. Muvaffak oldu. Milli mefküreye tam iman ve onun icaplarına tereddütsüz tevessülün neticesi elbette muvaffakiyettir.
Bugünkü kongremizin işlerine başlarken, Sivas umumi kongresini yadetmekten maksadım: Onun, fırkamızca inkılabımızın tarihi bir hatırası olarak, mahfuz tutulmasında fayda gördüğümdendir. Millet için ve milletçe yapılan işlerin hatırası, her türlü hatıraların üstünde tutulmazsa, milli tarih mefhumunun kıymetini takdir etmek, mümkün olamaz.” (2)
Yapılan işler, “millet” için yapılmıştır ve “kıymetinin takdir edilmesi” de milli bir görevdir. CHP’nin kurtuluş süreci içinde takındığı bağımsızlıkçı tavır ve ülke çağdaşlaşması bakımından, –izlediği yöntemler tartışılır olsa da– Türkiye’nin modernleşme sürecinin inşası bakımından üzerinden atlanılamayacak özellikler taşısa da, milleti canından bezdiren ve giderek bir sınıf partisi olarak kristalize olan özellikleri de inkâr edilemez.
CHP, Kurtuluş Savaşı yıllarının getirdiği coşku ve heyecanın sağladığı desteği adeta bir sermayeye dönüştürmüş, 1930’lu yılların Kadro dergisi teorisyenlerinin formülasyonuyla “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle” anlayışına dayalı çağdaşlaşma politikasıyla ilelebet iktidarda kalabileceğini ummuştur.
Ancak, burjuvazinin güçlendirilmesine hizmet ederken, halkın her geçen gün belini büken bu politikaların sonuçları, sonunda CHP’yi vurmaya başlamıştır.

AVCIOĞLU’NUN KALEMİNDEN CHP’NİN TRAJEDİSİ
Solun Kemalist çizgiden sapmaması gerektiğini savunan Doğan Avcıoğlu’nun kaleminden de bu gerçeği okumak mümkündür: “Halkın güveninin boş laflarla değil, ona bir şeyler vererek kazanılabileceğinin başka bir çarpıcı örneğini, 1945 Toprak Kanunu’nun tek önemli uygulaması teşkil etmektedir. Kanun uyarınca, CHP iktidarı, Denizli bölgesinde Tavaslıoğulları’nın geniş arazisini kamulaştırmış ve üç-dört köye dağıtmıştır. Bu köyler devamlı CHP’ye oy vermektedir. Bütün bunlarla, bir bürokrasi meselesinin olmadığını söylemek istemiyoruz. Gelişme yolundaki bütün ülkelerde, hatta en devrimci ülkelerde bile, bir bürokrasi meselesi ortaya çıkmaktadır. Hele tutucu eşrafa dayanan bir parti ve bürokrasi ile yürütülmek istenen bir yenileşme hareketi –başarı şansı bir yana– kitlelerde hoşnutsuzluk ve tepki yaratacaktır. Üstelik bu yenileşme hareketi kitlelere bir şeyler vermezse hoşnutsuzluk daha da artacaktır. Kabul etmek gerekir ki, genç cumhuriyet çağdaş uygarlık yolunda büyük hamleler yapmakla birlikte, kitlelere pek bir şey verememiştir. Dünya buhranı, İkinci Dünya Savaşı gibi olağanüstü durumların ve kalkınma zorunluluklarının yarattığı sıkıntılar, kitleleri ezmiştir. Tarım ürünlerinde düşük fiyatlar, iş mükellefiyeti, el koymalar, yol vergisi v.b. artan eşraf sömürüsünün yanı sıra fakir kitlelerin sırtına yüklenmiştir. Bir ufak fikir vermek için demiryolu gibi haklı bir davayı gerçekleştirmek için alınan Yol Vergisi üzerinde duralım. 8 ilâ 15 lira arasındaki vergi, zengin fakir farkı tanımadan her ailenin yetişkin kişilerinden alınmaktadır. 5 yetişkin kişisi olan bir köylü ailesi 50 lira vergi ödemek zorundadır. Köylünün fazla para kullandığı yoktur. Paraya, en zorunlu ihtiyaçları, bir de vergi için başvurmaktadır. 50 lira vergi borcu dolayısıyla ürününü paraya çevirecektir. En yakın bakkala, tüccara, ağaya gidip ürününü değerinden aşağı bedelle satacak ve gerekli parayı sağlayacaktır. Hele 1929 buhranı patlayınca, buğday fiyatı 4 kuruşa kadar düşmüştür. 50 lira vergi ödeyebilmek için fakir köylü ailesinin bin kilodan fazla buğday satması gerekmiştir. Fakir köylü ailesine, ya yorganını sırtına vurup yolda çalışmak, ya da hapse girmekten başka bir yol kalmamıştır.”  (3)
Ağa ve tüccar egemenliğinde bir parti olarak gelişen Demokrat Parti, bu hoşnutsuzluktan geniş ölçüde yararlanmıştır. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde, CHP’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sürüp gelen yirmi yedi yıllık tek parti yönetimine son vererek iktidara gelen Demokrat Parti, İsmet Paşa yönetiminin ekonomi politikalarına ve faşist uygulamalarına öfke duyan halk yığınlarının desteğini almıştı. Geniş demokratik özgürlükler vaat eden ve böylece bir kısım “solcu” ve “aydın”ın da desteğini sağlamış olan DP, bu seçimlerde 408 sandalye kazanırken, CHP 69 sandalyeyi ancak kazanabilmişti.
Sosyalist Blok’un tek parti yönetim anlayışına karşı, Batı kapitalizminin çok partili siyasal yaşama geçişi destekleyen politikalarının sağladığı rüzgarın desteğini de arkasına alan DP’nin iktidar dönemi, SSCB ve halk demokrasilerine karşı tam bir düşmanlığın benimsendiği, ABD’ye olan bağımlılığın arttığı yıllar oldu.
CHP’nin ve Türkiye sosyal demokrasisinin bundan sonraki siyasal tercihleri de, uygulamalarıyla halkın gözündeki itibarı giderek yıpranan DP’den farklı bir sınıf politikası ekseninde hiç olmadı. CHP, çok uzun yıllar, sosyalizmin varlığı ve kazanımlarının etkisiyle belirlenen ve aynı zamanda ona karşı bir dalgakıran olarak kullanılan “sosyal devlet” politikaları üzerine oturan bir sosyal demokrasiyi benimsedi. Kendisini sol bir parti olarak tanımlayan CHP’nin, politika ve teoride sosyalizme ilgi gösterdiği kanallar da, sosyalizmin tarihinin ihanetçilerinin referans alınması biçiminde oldu. CHP geleneğinin kuramcılarından biri olarak kabul edilen İsmail Cem’in, “Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir” adıyla yayımlanan kitabında en fazla referans alınan iki isim, Bernstein ve Kautsky’dir. Cem, işçi sınıfının iktidarına karşı sınıf uzlaşmacılığının teorisyenliğini yapan, sosyalizm açısından karşı devrimci bir cephede bulunan 2. Enternasyonal’in bu ihanetçi şeflerini, sözde sosyalizmin mirasçıları olarak teorize etti ve bu kitabı Türkiye’de sosyal demokratlar arasında epey bir pirim de yaptı.
Aslında bu, CHP’nin kuruluş yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini sağlayan politikayla da son derece uyumlu bir tercihti. Bernstein ve Kautsky’nin temsil ettiği “sosyalizm”, sınıf uzlaşmacılığına karşı duran sosyalizm anlayışının tasfiyesi üzerinden kendini tanımlıyordu sonuçta.
CHP’nin, DP karşısında yitirdiği iktidarını yeniden kazanmasında ise, DP iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarında uyandırılan “refah ve zenginlik” umudunun, DP’nin uyguladığı sömürü politikalarıyla yok olması etkili oldu. 21 Ekim 1961’de yapılacak genel seçimlerde muhalefetin her türünü susturmak için TBMM’de “Tahkikat Encümeni” kurmaya kadar varan, basına çok güçlü bir sansür uygulayan ve CHP’nin “milli güvenliği tehlikeye soktuğunu” ilan eden Menderes’in DP’sine karşı, halk ve gençlik içinde oluşan hoşnutsuzluk üzerinden, devlet düzeyinde örgütlü CHP’nin asıl gücü harekete geçti.
“Atatürk’ün kurduğu ve Milli Kurtuluş Savaşını yürütmüş olan parti, derhal üniversite çevrelerinde, orduda ve genel olarak aydınlar arasında geniş bir tepkiyi örgütleyerek harekete geçirdi. Merkezi yurt  dışında bulunan TKP ve sol kamuoyu da, bu harekete katıldı. TKP, bu hareketi ‘faşizme karşı’ bir hareket olarak benimsedi.” (4)
27 Mayıs darbesine uzanan bir sürecin ardından da, burjuva demokratik anlamda görece özgürleştirici bir anayasanın benimsenmesinin ötesinde bir hamle yapılmadı, ve CHP bundan sonra da, iktidarı burjuva sağ bir partiye kaptırana kadar, bildiğimiz CHP’nin özünde bir değişim olmadı. CHP’nin kendi içinde yaşadığı değişim bakımından, 5 Mayıs 1972’de yapılan Beşinci Olağanüstü Kurultay, İnönü-Ecevit çekişmesine sahne oldu. Kurultayın gündemine göre, Parti Meclisi için güven oylaması yapılacaktı. Yapılan güven oylamasında Ecevit yanlısı Parti Meclisi kurultaydan 507’ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alınca, İsmet İnönü, 8 Mayıs 1972 tarihinde, 33 yılı aşkın bir süre bulunduğu genel başkanlık görevinden istifa etti.
İstifadan hemen sonra, 14 Mayıs 1972’de tüzük gereği toplanan özel kurultayda Ecevit, CHP Genel Başkanlığı’na seçildi. 5 Kasım 1972 tarihinde de İsmet İnönü, 49 yıldır üyesi olduğu, 33 yılını genel başkan olarak geçirdiği partisinden istifa etti. Bundan sonraki yıllarda, Ecevit’in, siyasi rakibi Süleyman Demirel karşısında “halkçı Ecevit” gibi sıfatlarla anılmasında ise, CHP’nin kendi tercihlerini aşan ve ülkedeki devrimci muhalefetin baskısından kaynaklanan bir politik söylemin Ecevit tarafından benimsenmek durumunda kalınmasının rolünü belirtmek gerekir. Zira, bu dönemin siyasal konjonktüründeki değişimin ardından Ecevit, “sol milliyetçi” bir söylemle hareket etmeye başlamış ve 12 Eylül darbesiyle yaşanan kesintinin ardından, kendisini bugüne getiren DSP’yi de, böyle bir anlayışla inşa etmiştir. Ancak CHP geleneği, Cumhuriyetin kurucu partisi olarak kullandığı avantajı 27 yıllık iktidarının ardından yitirmesiyle birlikte, bir daha uzun süreli bir hükümet dönemi yaşayamamıştır.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi sürecinde yaşanan milliyetçi kışkırtmaların, milliyetçi sol ile milliyetçi sağı birlikte yükselttiği sürecin de, özelliği hatırlanıldığında, konjonktürel dalgalanmalar dışında, CHP kökenli sosyal demokrasinin, Türkiye’de, sürekli tükenişi yaşayan bir tarihe sahip olduğu görülecektir. Ve bu söz konusu yükselişlerde benimsenen politikaların şoven politikalar olması, halkın bu konudaki önyargılarının kaşınması ve pekiştirilmesinin tercih edilmesi de, yine CHP kökenli sosyal demokrasinin demokrasiye kapalı, üniterci ve gerici karakterini göstermektedir.

GARAJA SOKULAN DEMOKRASİ
Ecevit’ten koltuğu devralan Baykal da, koltuğu ondan almak için tek atımlık barutunu kullanan Mustafa Sarıgül de, çekirdeğinde statükoculuk olan bir demokrasi anlayışına sahip oldular. Türk siyasal tarihine “Garaj operasyonu” olarak geçen olay, Mustafa Sarıgül’ün, Baykal’a bayrak açtığı son kurultayda çizmeye çalıştığı görüntünün aksine, tam anlamıyla şoven ve ırkçı bir kafaya sahip olduğunun belgesi gibidir.
Sarıgül’ün, 1987 yılında, Şişli’de sahip olduğu şirketin garajında, SHP İstanbul Milletvekili Ali Topuz öncülüğünde organize ettiği toplantı, “SHP’yi Aleviler ve Kürtler ele geçirdi” iddiası etrafında örgütlenmişti. Büyük gürültü koparan ve Kürt milletvekillerinin SHP’den ihracına kadar varan olayları tetikleyen bu toplantının kamuoyuna mal edilmesi için, Türkiye’nin en çok tirajlı gazeteleri olan Hürriyet ve Milliyet’ten muhabir bile getirilmişti. Bu operasyonun kamuoyunda ses getirmesinde etkili olan iki gazeteciden biri olan Hürriyet Ankara Bürosu’ndan Emin Koç, şu anda CHP Yozgat milletvekili ve Baykalcı olarak biliniyor.
Mustafa Sarıgül’ün, ABD gezisinde “ana muhalefet partisi lideri” gibi karşılandığını öne sürerek, arkasına aldığı medya desteği ile oluşturduğu kamuoyunun baskısının kendisine CHP liderliğini getirebileceğini umduğu kurultay, Baykal’ın yeniden başkan seçilmesi ve Sarıgül’ün de umulandan daha fazla oy almasıyla noktalandı.
Baykal’ın, Sarıgül’ün rüşvetçiliğine dair propagandanın yanında ABD ile ilişkilerine dikkat çekmeyi diğer bir argüman olarak kullanmasında, 1 Mart tezkeresinde Türkiye halkının CHP iktidarını da baskılayan tercihinden yararlanma pragmatizminin etkili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Zira, CHP tarihi bakımından, “bağımsızlığa” dair politikalar, Atatürk’ün CHP’nin 3. Kurultayı’nı açarken yaptığı konuşmada kalmıştır. Türkiye’nin NATO’ya giriş tercihi, ABD politikalarına angaje olma çabaları, azılı Amerikancı Menderes’ten önce, İsmet İnönü ile başlamıştır. Bazı Kemalist tarihçilerin üzerinden atlamayı seçtikleri bu gerçek, Baykal’a kadar uzanan bütün CHP tarihine şekil veren gerçektir.
Sarıgül’ün aldığı oyda, onun kendi etkisini aşan bir oranın yakalanmasında Baykal’ın yaşadığı tükeniş de etkili olmuştur. Baykal, bugün büyük ölçüde 1 Mart tezkeresindeki tercihinden ötürü kendisine oy veren CHP’lilerin aradığı lider olmadığı için, ancak “yaralı başkan” olarak seçilebilmiştir. Baykal’a duydukları tepki nedeniyle Sarıgül’e destek veren CHP delegeleri açısından da, durum benzerdir.
Bir tükenişin tarihinin bugünkü sayfalarını yaşayan CHP açısından, ne K. Derviş’in koltuğu altında “solculuk” taslayan ve fırsatçı bir biçimde ortaya atılan, ancak ciddi bir politik açılım ve program ortaya koymayan Zülfü Livaneli ne de benzer bir tarzda hareket eden Hurşit Güneş bir yeniden doğuşu temsil edebilecek özellikle sahipler.
Temel olarak iki nedenle. Birincisi Livaneli ya da Güneş veya bir başka CHP’linin tarihi, demokratik bir Türkiye’yi inşa edecek cesarette bir programı ve buna uygun bağımsızlıkçı bir ekonomik politikayı savunabilecek özelliklerden yoksundur. Çünkü CHP’nin tarihi zaten bu özelliklerden kopuşun tarihidir. Kuruluşunda bu özelliklerin bir kısmını nispi düzeyde temsil edebilen CHP artık miadını doldurmuş bir partidir.

BUNDAN SONRASI
CHP’nin, hâlâ belirli bir düzeyde oy alarak ana muhalefet partisi konumunda olmasında ise, bir muhalefet yapması değil, başka faktörler belirleyicidir.
Bu faktörler arasında en başta geleni, geniş emekçi yığınların henüz CHP’ye ve iktidara alternatif olarak bir başka güce tam güven duyamamasıdır.
Bir siyasal partinin tükenmesi, hemen iflas ederek tasfiye olması anlamına gelmiyor. İşçi sınıfı ve emekçiler kendi sınıf partileri etrafından birleşinceye kadar, CHP ya da başka burjuva partilerin hükmünü icra etmeye devam edeceği de açıktır.
CHP’nin yaşadığı son kurultay, Baykal’ın ömrünün de çok fazla uzun olmayacağını göstermiştir. Ancak, bundan sonra önemli olan, umudunu CHP’ye bağlamış olan emekçilerin, yarın Baykal ya da Sarıgül’den görece farklı, ama özünde aynı burjuva programa hizmet eden bir başka isim etrafında birleşme tehlikesine karşı yanıt oluşturabilmektir.

(1) www.chp.org
(2) Hikmet Bila, CHP Tarihi 1919-1979, ANKARA, 1979
(3) Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, sf. 242-243, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968,
(4) İlhan Akdere, Zeynep Karadeniz, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, sf. 205, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 1994

“Tek başına iktidar”dan gerileyen ve kuşatılmış AKP’ye; AKP için “balayı dönemi” bitti

12 Eylül generallerinin ve büyük sermayenin desteğini arkasında alan Turgut Özal’ın ANAP’ından sonra, benzer bir destekle tek başına iktidar olan AKP Hükümeti, bir süredir ciddi bir dağınıklık ve gerileme içinde. AKP ile ilgili olarak yayımlanan analiz ve yorum yazılarının bazılarında, bu, bir “çözülme” süreci olarak değerlendirilirken, kimilerinde de daha temkinli davranılarak, AKP’nin yıpranma ve güç yitirme dönemine girdiği biçiminde değerlendiriliyor.
Önümüzdeki sürecin, bu değerlendirmeleri yapanlardan hangilerini doğrulayacağı görülecek. Ama kesin olan bir şey var ki, AKP, büyük bir iç ve dış destekle iktidara geldiği dönemin AKP’si değil. Bu gerçek, AKP’ye kamuoyu araştırmaları yapan Pollmark şirketinin 4 Nisan 2005 tarihli “AKP hükümeti trend raporu” ile de ortaya konuldu. Pollmark’ın araştırmasına göre, AKP hükümetine destek, 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri en düşük düzeye indi. Bu ankete göre, 2005’in Ocak ayında hükümeti başarılı bulanların oranı yüzde 58.5 iken, Mart ayında 23 puan gerileyerek, 35’e indi. Hükümetin ekonomik performansı ise, aynı ankete göre, 2005 Ocak ayında yüzde 62.1 iken, Mart ayında yüzde 44.7 oldu. Anket, AKP’ye destek oranını yüzde 33.7 olarak gösterirken, Erdoğan’ın siyasetçi olarak beğenilme düzeyinin ise, 2005 Ocak ayında yüzde 31.6 iken, Mart ayında yüzde 22 olduğunu ortaya koydu.
AKP’nin, sırtını dayadığı emperyalist güç merkezleri tarafından da, artık “şüphe” ile karşılanmaya başlandığını gösteren veriler var.

ERDOĞAN VE PARTİSİ İÇERİDEN VE DIŞARIDAN KUTAŞILMIŞ DURUMDA
Yeni-Muhafazakar kliğin sözcüleri, Washington’un hoşnutsuzlukların,ı Wall Street Journal (“Yeniden Avrupa’nın Hasta Adamı”) ve Middle East Quarterly dergisinde (“Yeşil Sermaye: Türkiye’de İslamcı Politika”) yayımlanan yazılarla dile getirdiler. Bu yazılarda, AKP “gizli ve sinsi İslamcılıkla” suçlandı. ABD ile birlikte AKP’nin sırtını dayadığı ve içeride de elini güçlendirecek bir koz olarak gördüğü AB ile ilişkiler bakımından da, “izlemeye alındığını” gösteren işaretler çeşitli vesilelerle yansıyor. AB ülkeleri, Kıbrıs sorunundan Kürt sorununa, Ermeni sorunundan uyum yasalarının uygulamaya geçmesine kadar bir dizi konuda, Erdoğan hükümetine daha temkinli yaklaşmaya başladılar. Bu, AKP’yi ve Erdoğan’ı yakından izleyen İslami çevreler tarafından da hissediliyor ve tartışılıyor.
Örneğin İslamcı yazar Ali Bulaç, gazeteci Neşe Düzel’in sorularına verdiği yanıtta, son dönemlerde yaşanan şovenist kışkırtmaları da bu bağlamda değerlendirerek, şöyle diyor: “AK Parti, Türkiye’yi AB sürecine intibak ettirecek bir fikri altyapıya sahip değil. Zaten toplumu da AB sürecine iyi hazırlayamadı. 2002 seçimlerinden sonra kendini bir anda IMF ve AB sürecinin içinde buldu. Bu yol haritalarını başarıyla uyguladıkça, hem toplumda problemler ortaya çıktı hem de bazı kesimler bu süreçte avantajlarını kaybetti, huzursuz oldu. Şimdi bu kesimler AK Parti’nin zaaflarından yararlanıp bir atraksiyon yapmaya, bir kaos ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Bir ‘altın vuruş’ yapabilirler. Altın vuruş ise intihardır. Bundan toplum, hepimiz zarar görürüz.” (Radikal, 18.04.2005)
Bulaç, AKP’nin AB sürecinin gereklerini yerine getirecek bir hazırlığa sahip olmadığını belirtirken, elbette, bunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinde AB’yi önemli bir zorlayıcı güç olarak görüp söylüyor. AKP’nin bu zaafından yararlanıp ona karşı “altın vuruş” yapmak isteyen güçleri de, yine şovenist kışkırtmalarla eş zamanlı olarak gündeme giren “derin devlet” tartışmalarında görebiliriz. Bulaç, gündeme dair tartışmalarda siyasi bir tarafın temsilcisi olarak konuşuyor ve “derin devlet” tartışmalarında eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de, Yavuz Donat’a yaptığı açıklamaların ardından, CNN-Türk’te söylediği (17.04.2005) “derin devlet askerdir” saptamasını paylaşan biri olarak kendi endişesini dile getiriyor.
Bulaç, AKP’nin geleneksel tabanının beklentilerini de bilen biri olarak, aynı röportajda, AB bağlamında AKP’yi zayıflatan bir başka yorumda daha bulunuyor: “Kürtlerin, Alevilerin hak ve özgürlüklerine karşı duyarlı olan AB, Sünni çoğunluğun başörtüsü, imam-hatip ve YÖK gibi hak ve özgürlük taleplerine duyarsız kaldı. AK Parti’yi destekleyen kesimler AB’den düş kırıklığına uğradı.”
Bulaç, bu tespitleri yaparken, aslında, kendisinin üç dileğini de, söylemeden, bu röportaja yediriyor: “Türkiye AB sürecinden kopmamalı; AKP kendisine karşı girişilen ‘derin kuşatma’ya karşı uyanık olmalı; AKP, AB’nin taleplerini yerine getirirken, kendi geleneksel tabanının taleplerini de bu özgürlükler parantezinin bir yerine yerleştirmeyi başarmalı.”
Ama hayat, ne Ali Bulaç’ın dediği gibi, ne de Erdoğan Başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra “Ben onun eski danışmanıydım” diyerek ortalığa dökülüp iktidar kompartımanında kendisine de bir yer bulmaya çalışan Mehmet Metiner’in benzer dileklerine bakarak yönünü tayin ediyor.
Olup bitenlere bakıldığında, akılcı gibi görünen, ancak siyaseti etkileyen çok yönlü faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde, birçok bakımdan da kurgusal bir nitelik taşıyan bu türden analizler, olsa olsa, konuyla ilgili olarak yapılacak ciddi bir değerlendirmenin tartışma nesnesini oluşturabilirler. Çünkü AKP’nin, hele 11 Eylül olaylarının AB kamuoyundaki etkisi ortadayken, İslami tabana ödün vermesi, hem AB’cilik yapması hem de geleneksel İslamcı tabanın gönlünü hoş etmesi, ancak kurgusal olarak mümkün olabilir. Ayrıca AKP, AB’nin Kürt sorunundaki beklentilerini karşılamaktan da uzak durmaktadır. Bu da, belki AKP’nin tabanında bir yer tutan “milli görüşçü” kesimi hoşnut edebilir, ancak AB’yi memnun etmez. Ve ne AKP’nin geleneksel tabanı, ne AB, ne de AKP’ye karşı bir “altın vuruş”u kollayan “derin güçler”, Ali Bulaç öyle istiyor diye, AKP’nin sepetindeki yumurtalara dönüşmez.

HÜKÜMETİN İÇİNDE BULUNDUĞU TABLO
AKP hükümetinin bugün içinde bulunduğu tablo şu unsurlarla tarif edilebilir:
–    En yoksul kesimlerin oyunu alarak iktidara gelen Tayyip Erdoğan ve partisi; daha güven oyu almadan hazırladığı “Acil Eylem Programı” ile en büyük sermaye çevrelerinin hükümeti olacağının işaretini vermişti. O günden bugüne de, giderek daha çok sermayenin ihtiyaçlarına duyarlılığını artıran, iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin taleplerine özel önem veren bir hükümet oldu. Yoksulların içinden çıktığını iddia edip, işsizliğe ve yoksulluğa sor verme vaadiyle oy alan bir hükümet, geçen yıllar içinde, sadece sermayenin taleplerine kulağını açarken; işçiyle, memurla, köylüyle, emekliyle kavgalı hale geldi. Hükümetin yoksullara verdiği ise; Erdoğan’ın bir gün kalkıp; “yoksullara  şu kadar kömür dağıtın”, “İlk öğretim kitaplarını bu yıl parasız verin”, “Ramazanda belediye aşevlerine yardım edin”, “emekli maaşlarına benden şu kadar zam yapın” gibi, tamamen popülist, ianeci, ulufeci, vatandaşı dilenci konumuna iten bir “yardım tarzı” uygulamalarıyla sınırlıdır. AKP Hükümeti, bunu yaparken de, modern sosyal güvenlik kurumlarını yeren, onların problemlerini büyüten, vatandaşı bu kurumlardan uzaklaştıran ve nihayet özel sigortacılığı sosyal güvenliğin yerine geçiren politikaları hayata geçirme yönünde bir tutum almıştır.  Bu arada, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinde bilinen adımlar atılmıştır. Dahası, gerçek ücretlerin sürekli düşmesi, kârlar artarken işsizliğin büyümesi, işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının hak-hukuk tanımayan bir gözü karalıkla ortadan kaldırılması (İş Yasası, SSK Yasası değişiklikleri, Kamu Personel Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Yasası vb.), iki buçuk yıl boyunca, hükümetle emekçi yığınlar arasındaki ilişkileri geren kopuşturucu etkenler olarak rol oynamıştır. Yoksulların sıkıntılarına son vermek için iktidar olduğunu söyleyen bir hükümetin; icraatını, borsadaki başarıları, kârların ve rant gelirlerinin artması, ihracat rakamlarının yüksekliği, IMF’ye borç ödeme başarısı, yoksullara ve işsizlere yansımayan bir “ekonomik büyüme” gibi “makro iktisat” verileriyle savunma çelişkisi giderek büyümekte, ve bu çelişki de, geniş emekçi yığınlarla hükümet (dolayısıyla AKP) arasındaki gerilim ve uzaklığı artırmaktadır. Kısacası, Tayyip Erdoğan’ın iki buçuk yıllık hükümetinden, en zenginler, dış ve iç sermaye odakları, uluslararası finans çevreleri, vurguncular, hortumcular, havada vurup tavana yiyenler memnundur. Ama alın teriyle geçinenler, işçiler, memurlar, köylüler, bütün değerleri üretenler ise, bu hükümetin uygulamalarından paylarını düşük ücret, işsizlik, yoksulluğun artması, yaşama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi olarak almıştır.
–    İç ve dış kronik sorunlar, kronik sorun olmaya devam etmektedir: AKP hükümetinin, iktidarının ilk aylarında, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Kuzey Irak sorunu gibi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarında, bu sorunları kronik olmaktan çıkaracak adımlar atacağı izlenimi uyandırılmıştır. Ancak geçen sürede, AKP hükümeti, bu sorunları Kemalizmle hesaplaşmak, kendisine siyasi rant sağlamak üzere kullanıp bu alanlarda adım atıyor gibi görünürken, aslında bu sorunları çözme cesaret ve birikiminde bir hükümet  ve parti olmadığını da göstermiştir. Türkiye’nin demokratikleşmesinden dış politikasına, komşularıyla ilişkilerine kadar pek çok konuyla ilgili Kürt sorununda hükümet, “Kürt sorunu yok dersek yok olur” diyerek işi başa almış; Kopenhag Kriterleri ve “AB’ye uyum”la sınırlı bazı zorunlu yasal değişiklikler dışında, bu konuyla ilgili hiçbir adım atmayarak, önceki hükümetlerin inkarcı, asimilasyoncu çizgisinde ısrar etmiştir. Dahası pek çok konuda ANAP’ın, CHP’nin gerisine düşerek, bölgede az çok gelişen barış ortamını bozacak girişimlerden de geri durmamıştır. Bu konuda şimdi geldiği nokta ise, ABD’ye Kongra Gel’i dağıttırmak için dil dökmek, Kuzey Irak’ta bile bir Kürt devletini savaş nedeni saymak, Kürt demokrat hareketini içerden bölmek için planlar ve politikalar geliştirmektir. Kıbrıs konusunda da hükümetin tutumu farklı olmamış; sanki Kıbrıs’ı bir sorun olmaktan çıkaracağı havası yayılmasına karşın, adada yapılan referandumun arkasından, sorun, bir içi politika malzemesine ve “AB’ye girişe bilet”e  dönüştürülmüştür. Bunca çabadan, aradan geçen iki buçuk uzun yıldan sonra, bu iki önemli konuda hükümet, kendisinden önceki hükümetlerin “kırmızı çizgiler”le bezenmiş politikalarına geri dönmüştür. Bu da, AKP’den kronik sorunlara çözüm bekleyen çevreler için yeni bir hayal kırıklığı olmuştur.
Nitekim AKP, öncüllerinin deneyimiyle, özellikle askeri kanatla çatışmamaya dikkat ederek, genel olarak “statüye”, “statükoculuğa” karşı mücadele ediyor görünürken, arkasında mevziilenmiş olan TÜSİAD’ı, ABD ve AB’yi öne çıkararak, örneğin Genelkurmay’ın onlarla karşı karşıya getirilmesi taktiğini izlemiştir.
Kıbrıs konusunda, Denktaş-Demirel-Ecevit-Genelkurmay çizgisinin karşısına çıkarak; “Böyle politika olmaz, Kıbrıs’tan askeri çekip, toprak dayatmasından, bağımsız devlet dayatmasından vazgeçmeliyiz” demek yerine; tersine, bu tezin arkasından dolaşıp, sanki Türkiye’nin böyle bir politikası yok ve hükümet de bu konuda angaje değilmiş gibi; Genelkurmay ve öteki geleneksel Kıbrıs politikası savunucularını, Annan Planı üstünden BM ve AB ile karşı karşıya bırakmıştır. Hal böyle olunca, Denktaş ve öteki “sivil odaklar”, hem ağlayıp hem de Annan Planı’na boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
Böylece hükümet, Kemalist odağa geri adım attırırken, hem elini yakmamış hem de Kemalistlere en iddialı oldukları konuda bir darbe vurmuştu.
Benzer bir hamle de, Kuzey Irak politikalarında yaşandı.
Kuzey Irak’ı kendi hinterlandı sayan Türkiye’nin, Kuzey Irak Kürtlerini zapturapt altına alıp, orada statükoyu korumayı başarırsa, Türkiye Kürtlerini de sıkı denetimde tutacağı hesabı üstünden oluşturduğu strateji karşısında, AKP hükümeti; Kuzey Irak’taki “kırımızı çizgileri”, ABD ile de işbirliği içinde kaldırmıştır. Burada da AKP, sanki kendisi hükümet değilmiş gibi, Genelkurmay’la Amerika’yı karşı karşıya bıraktı ve Amerikan baskısı karşısında, Genelkurmay, geri adım atarak, bölgedeki inisiyatifini geri çekerek, resmen değilse de fiilen, “kırmızı çizgiler” stratejisinden vazgeçti.
Ne var ki, geçtiğimiz yılın sonlarından başlayarak, gerek Kıbrıs’ta gerekse Kuzey Irak’ta, “kırımızı çizgiler” stratejisine geri dönüldü. Üstelik bu sefer hükümet, geçmiş iki yıl boyunca, bu stratejiyi bozmak üzere, bunun üstünden, bu stratejiyi oluşturanlarla hiç mücadele etmemiş gibi; “kırmızı çizgiler stratejisini” benimsediğine vurgu yaptı. Dolayısıyla hükümet, Genelkurmay ve sivil Kemalist odaklar karşısında, iki yıl içinde kazandığı mevzileri son altı ay içinde kaybederek, iktidar mücadelesinde önemli bir geri adım atmak zorunda kaldı.
Bir başka söyleyişle; en önemli muhaliflerini yenilgiye uğrattığını düşündüğü anda, AKP hükümeti, kendisini iki yıl önceki mevzilerinde buldu.
Dahası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök tarafından 20 Nisan 2005 günü yapılan ayrıntılı açıklama, AB’den Kürt sorununa, Kıbrıs’tan Ermenistan’a, “irtica tehdidinden” Yunanistan’la ilişkilere kadar bir dizi konuda, AKP’nin çevresine bir “kırmızı çizgi” çeker nitelikteydi. TSK ile AKP’nin karşı karşıya geldiği noktalarda açıklamaların son döneme kadar Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan gelmesi, Özkök’ün ise, “ılımlı komutan” tavrı ile uzlaştırıcı bir misyonda görülmesi, hükümetin, son tahlilde, TSK karşısında ezilmeden yoluna devam ettiği havasını yaratırken, Özkök’ün, adeta bir “ulusal sesleniş” özelliğindeki son açıklamaları, bu dengeye de bir fren koymuş oldu.
Askerliğin kısaltılması ve bedelli askerlik gibi konularda Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaların Genelkurmay tarafından “tekzip” niteliğindeki karşı çıkışlarla yanıtlanması da, yine, TSK’nın AKP karşısında yitirdiği mevzileri geri alma politikasıyla bağlantılı bir mevzi savaşı olarak değerlendirilebilir. Genelkurmay, AKP’nin, bugüne kadar, kendisini AB ve ABD ile karşı karşıya bırakarak geriletmesi karşısında, şimdi onu, bu iki emperyalist merkez karşısında itibar erozyonuna uğradığı anda sıkıştırarak, adeta preslemiş oluyor.
Ayrıca Genelkurmay’ın AKP’yi sıkıştırdığı noktaların, Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt sorunu gibi Türkiye’de onlarca yıldır üstünden politika yapılan ve “milli sorun” düzeyine yükseltilmiş konularda olması ise, hükümetin açmazlarını daha da derinleştirebilecek özellikler taşıyor. Özkök’ün açıklamalarında ABD ile ilgili kısımların “PKK için adım atmıyor” gibi bildik bir serzenişle sınırlı kalması, bunun yanında ABD ile “dostluğa” vurgu yapılması, AKP iktidarını “sinsi” bulmaya başlayan Washington’un bu “endişelerini” de arkasına almaya yönelik bir içerik taşıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD ile birlikte yürürken, AKP’siz yürüme gibi formüle de “yeşil ışık” anlamına gelen bu tutum, bir süredir ABD tarafından da “not edilen”, değerlendirilen ve tartışılan bir seçenek.

EMEKÇİLER AÇISINDAN DA OLANAKLARIN GELİŞTİĞİ BİR SÜREÇ
Kuşkusuz ki; Genelkurmay’ın ve sivil Kemalist çevrelerin AKP hükümeti ile mücadelesinde kayıp ve kazanımlarının, devrimci demokrat güç odakları bakımından doğrudan anlamı yoktur. Ama; bu güçlerin çarpışmasından, özellikle de AKP hükümetinin pervazsız uygulamaları bakımından zorlanacağı bir ortamın ortaya çıkması, sisteme karşı mücadele eden güçler açısından da olanaklar içeriyor. ABD, Genelkurmay, AB, TÜSİAD ya da bir başkası, bu süreci, kendi çıkarlarına uygun yeni bir hükümet arayışı açısından değerlendirebilirler ve AKP içindeki istifaları da, kendi seçeneklerini bulmaya başladıkları noktada daha da derinleştirmeye yönelebilirler.
İşçi ve emekçiler açısından ise, bu süreç, yeni bir arayışa kapı açmaktadır. En son SEKA ve TEKEL direnişlerinde, TÜPRAŞ, PETKİM ve TELEKOM gibi işletmelerin işçilerinde ve ailelerinde de açıkça görülmektedir ki; dün AKP’ye oy verenler, bugün artık gerçeğe eskisinden farklı yaklaşmakta, AKP’ye ya da başka düzene partilerine oy vermenin, kendileri bakımından, işsizlik ve yoksulluğun kader, eğitim ve sağlığın ise paralı olduğu bir düzene oy vermek olduğunu anlamaya başlamaktadırlar.
Bu, Türkiye için son derece önemlidir; çünkü bundan, emekçilerin örgütlü ve mücadele edebilecek durumda olan kesimlerinin, hak mücadelesi üstünden, sistemin başındaki hükümetle karşı karşıya geldiği ve geleceği, bu karşılaşmada, emekçilerin hükümetin sınıfsal konumununu sorgulamaya başladığı anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla bugün, ücret, iş güvencesi, daha iyi çalışma koşulları ya da özelleştirme nedeniyle hükümetle karşı karşıya gelen emekçi yığınların, sadece hak mücadelesi içindeki emekçiler değil, ama aynı zamanda muhalefetin dayanaklarını oluşturan/oluşturacak yeni güç merkezleri, kendi deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla siyasi bir tutum almaya da yatkın hale geldikleri merkezler olduğu anlamı çıkar.
BES’in ve sağlık emekçilerinin eylemleri, AKP’nin sandığı gibi, hükümete karşı emekçilerin tepkisinin SEKA’nın belediyeye devrinden sonra da kesintiye uğramayacağını göstermiştir.
Bu gelişmeler, AKP iktidarının altındaki toprağın giderek kaydığının işaretidir ve hükümeti kuşatan güçlerden biri olarak işçi ve emekçilerin, yeni iktidar arayışına da damgalarını vurmaları, elbette onların politik güçlerinin, partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.
Bitirmeden eklemeliyiz ki, “taban” kaygısıyla kendini dış destekçilerine beğendirememesine, rakipleriyle mücadelesine ve vaadlerine karşın işçi ve emekçilere ancak daha çok işsizlik ve yoksulluk vermesine bağlı olarak, AKP hükümetinin zayıflamakta oluşu ve düşüşe geçmesi süreci, kuşkusuz işçi ve emekçilerin mücadele olanaklarını çoğaltıcı etkide bulunacaktır. Ancak bu sürecin, aynı zamanda, hem güç kaybı ve gerilemeden kaynaklanarak ve üstelik süreci tersine çevirebilmek üzere işçi ve emekçilere yönelik AKP ve hükümetinin saldırılarının pervasızlaşarak artacağı bir süreç ve hem de onunla çatışarak mevzi kazanmaya yönelmiş “derinlikler”dekileri de kapsayan güçlerin, provokasyonları da içereceği bugünden görülmüş hamleleriyle, bu hamlelere dayanaklık edecek bir dizi gerici saldırı, yönlendirme ve dayatmalarla sömürülen ve ezilen kitlelerin güçlerinin dağıtılması, mücadelelerinin yönünün değiştirilmesi ve yedeklenmelerini zorlayan zor bir süreç olması beklenmelidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑