‘Havet’ten ‘evet’e sol AB’cilik ve fikir babalarının durumu*

Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için şartlı müzakere tarihinin alındığı 17 Aralık sonrası yoğunluğunu kaybeden AB tartışmaları, AB Anayasası’nın onaylanması vesilesiyle tekrar alevlendi. Söylenenlerin çoğu, AB’nin küresel ölçekteki gelişmeler içinde bulunduğu platformda Anayasası’nın ne gibi bir işlev göreceğini tartışmaktan uzak kaldı. Anayasa tartışmaları da –tek tek maddelerinde taşıdığı olumluluk ve olumsuzluklara bakılarak– AB tartışmalarındaki yanılgıya düştü. AB tartışmalarında, konunun küreselleşmeyle olan bağlantısı kopartılarak, tekil konularda getireceği bazı olumluluk veya olumsuzluklar çerçevesinde yanıtlar aranması yanılgısı yaşanmıştı.
AB’ye “sol”dan “evet” diyen ve bunu “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” söylemleriyle temellendiren cephe** Anayasa üzerinden kendisine dayanak aradı. Bu cenahtakilere göre, Anayasa sonuçta bir uzlaşma ürünü; “yeni liberalizm ile sosyal korumacılık arasında gerilim”e göre şekilleniyor. Ekonomi ve para politikası açısından pek çok “sorunlu” yanı bulunmasına rağmen, Avrupa Anayasası’nın siyasal ve sosyal haklar açısından mevcut AB hukukundan daha ileri düzenlemeleri içerdiğinin gözardı edilmemesini isteyen “evet”çi cenah özetle şunları savunuyor: Anayasa, ETUC’un (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) taleplerinin yer bulması sonucunda, serbest piyasanın kesin üstünlüğüne değil sosyal piyasa ve tam istihdam kavramına dayanıyor. Anayasa yetersiz, ancak ileriye doğru atılmış bir adım. Piyasanın dizginlenmesine yönelik pek çok madde bulunan Anayasa’nın reddi ultra-liberallare, nasyonalistlere yarar. Anayasa’ya “hayır” denmemeli, piyasayı dizginleyen daha ileri bir Anayasa ve sosyal bir Avrupa için mücadele edilmeli…
Tek tek cevap vermek yerine, yukarıdaki indirgemeci tavır, elbette bütünlüklü bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Yazı da bunu amaçlamaktadır, fakat yeri gelmişken, yukarıdaki tezin dayanak noktalarındaki zaaflara kısaca değinelim.
ETUC’un katkılarıyla Anayasa’da yer aldığı söylenenlerin, aynı anda yaşamda karşılık bulması mümkün müdür? ETUC’un emeğe dair politik alternatif arayışlarından vazgeçerek, yeni bir lügat geliştirdiği dikkatlerden kaçırılmadan cevaplandırılmalıdır. Bu lügat ki, esneklikle iş güvencesini, özelleştirme ile sosyal hakları, AB ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün korunması ile “daha iyi iş, daha fazla istihdam, daha çok sosyal hak” vurgusunu aynı metnin ve cümlelerin içinde bütünleştirmeye yarıyor. Kimilerince sendikaların başarısı olarak alkışlanan bu durum, pratikte yaşam buluyor mu? Elbette ki bulmuyor. Örneğin, Anayasa, Topluluk Adalet Divanı kararlarını bağlayıcı kabul etmekte. Adalet Divanı’na göre toplu pazarlık hakkı, piyasa hukukunun üstündedir. Oysa, Avrupa Birliği müktesebatı, Batı demokrasinin başlıca kriteri olan toplusözleşme kurumunu bertaraf ederek hazırlandı. Toplusözleşme süreci, sendika ve AB bürokrasinin ortak tutumuyla işlevsiz hale getirildi. 2004 yılında birçok sektörde yaşanan ve büyük kayıplarla sonuçlanan toplusözleşme süreçleri, bunun kanıtıdır. Giderek yaygınlaşan sözleşmeli personel uygulaması ve yaşanan toplu işten çıkarmalar sonucu sendikalardaki hızlı erime süreci, sendikalardan kurtulup azgın rekabetin önünü açarken, toplusözleşmeleri de rafa kaldırmıştır. Maalesef, Anayasa’nın toplusözleşmeyi piyasa hukukunun üstünde görmesi, çıplak gerçeği değiştirmiyor.(1)
Anayasa’ya destek fikrini savunanların tezleri, daha önce, Jürgen Habermas’ın*** 2003’te “Avrupa’nın Rönensansı” başlıklı manifestosuna destek vermek amacıyla dile getirilmişti.
Habermas, manifestosunda, Avrupa Birliği’nin, ne salt bir piyasa birliği ne de verili bir kültür birliği olmadığını, AB’nin yurttaşlık merkezli demokratik bir kültürü paylaşan siyasi bir birlik olduğunu, buna dayanan Avrupa’yı tasarlayan Anayasa’nın desteklenmesi gerektiğini öne sürmüştü. Destekçiler, Türkiye Solu’nun bu “tasarı”nın hem içinde hem de “geliştirici bir unsuru olması gerektiğini” söylemişlerdi.(2) Kısacası Habermas’ın kozmopolit Avrupa modelini benimsememiz istenmiş, ABD’ye karşı kapitalizmin diğer hegemonik gücü AB’ye destek vermemiz salık verilmişti.

‘EZBER’ BOZULDU MU?
Habermas’ın manifestosu ve Cezayir bağımsızlık hareketine, Küba devrimine verdiği destek ile tanınan romancı Juan Goytisolo’nun yazdığı ‘Akla Dönüş’ adlı yazısında Türkiye’nin AB üyeliğini savunmasının ardından, öğütlerin peşi sıra ithamlar da gelmişti: “Tüm eserlerinde Avrupa-merkezcilikle mücadele eden Goytisolo’nun bu tavrı, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen herkesi Avrupa-merkezci olmakla suçlamayı ve AB’ye hayır demeyi, solculuğun ve muhalif olmanın gereği sayanların ‘ezberini bir kez daha bozdu’…” vb…
“Ezberi bozulmak” kavramı, ortaya çıkan her konuda eskisinden farklı şeyler söyleyebilmek adına, “yeni” küreselleşmiş dünyanın bütünlüklü bir kavranılışına sahip olmadan, tek tek konulara kendi sınırları ve cazibeleri çerçevesinde yanıtlar aramanın meşrulaştırıcı aracı haline geldi. Oysa “yeni” küreselleşmiş dünyanın yeni, bütünsel bir eleştirisini yapabilmek için tarihsel “ezber”lere ihtiyaç vardır. Çünkü şimdiki zaman geçmişin (tarihin) bir ürünüdür ve gelecek de bugün yapılana bağlıdır. Olgu ve olaylara tarihsel bakılmadığında, “…zaman bütünlüğünü yitirir, unsurları ayrılır, hatta birbirlerini dışlar hale gelir. Süreç ve gelişme yönü gibi kavramlar diyalektiğini yitirirler. Açıktır ki, tarih bilinci ve gelecek fikri olmadığında, esasta açıklanacak bir şey de yok demektir. ‘Şimdiki zaman’cılık da, aslında hiçbir şeyi açıklamıyor, gösteriyor, sergiliyor, tarif ediyor, en iyi durumda betimliyor sadece. Çünkü bilinmektedir ki, bir şeyi açıklayabilmek için, onu diğer şeylerle ilişkilendirmek ve bu ilişkilerin özgünlüğünü anlayabilmek için de onu bütünlüğü ve tarihselliği içinde ele almak gerekiyor.”(3) Bütünlük ve tarihsellik çabasını –kendi söylediklerinin orijinalliği, derinliği, yeni bir yanı olup olmadığının incelemesini yapmadan– “ezberi bozulmak” kavramıyla yok saymak, gerçekçi olmadığı gibi, iyi niyetli bir yöntem olamaz.   
Ezberleri olmayanların, “niyet”leri bir yana, bugünü tasvir eden tezlerinde de problemler var. Bu platformda bulunanlara göre, “Türkiye’yi dışlamaya çalışan Hıristiyanların, neo-liberal elitlerin Avrupası’nın karşısında, halkların, emeğin Avrupası, ABD saldırganlığına karşı uluslararası toplum, kardeşlik ve barış diyenlerin Avrupası vardır.” Bunların referans aldıkları Habermas da, Fransa-Almanya-Belçika ekseninde ABD’ye karşı direnme hattı önermişti. İster istemez, “AB, dünyaya barışçı bir demokrasi sunmak mı istiyor ki, ABD saldırganlığı karşısında AB çatısı altında direnme çağrısı yapılıyor” sorusu akla geliyor! AB dünyada daha aktif bir rol oynayabilmek için, ABD’nin mali ve askeri gücü karşısında kendisinin de askeri gücünü artırması gerektiğinin farkında. Bu nedenle, savunma harcamalarını iki katına çıkardı. Gelecekte petrol ve hegemonya için mücadele kızışacak. Ortadoğu petrolüne bağlı olan Avrupa, gerilim arttığında, Türkiye’nin ordusu ve stratejik konumuna daha çok ihtiyaç duyacak. Bu nedenle AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Werheugen açık açık, “Türkiye’nin AB’ye girmesini Kafkaslardaki çıkarlarımız belirleyecek” demişti. İleride AB ordusu içinde Türkiye askeri kuvvetlerinin stratejik kaynaklara sahip üçüncü dünya ülkelerine saldırması da olasıdır. Şimdi, böyle bir tablo karşısında, Türkiye’nin AB’ye girmesini istemenin, AB’nin emperyalist stratejilerini güçlendirmenin dışında bir anlamı olabilir mi?

ANLAMAYI BULANDIRAN İDDİA: ‘AB MERKEZCİLİĞİ’NİN ALTI OYULDU’
Eski ezberleri olmayanların bir diğer savunusu şöyle: “Avrupa-merkezci fikirler, esas olarak Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlık üzerinden var olmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa-merkezciliğe karşı çıkmanın, Avrupa-merkezciliğin altını oymanın yolu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir.” Bu söylem, genişleme ve derinleşme sürecini doğru ve bütünlüklü kavramaktan çok bulanıklaştırmaya hizmet ediyor.
Süreç, AB sermayesi açısından da tekvücut bir süreç olarak yaşanmıyor. Ticaret ve rekabet üzerindeki ulusal kısıtları kaldırma yönünde Maastricht Anlaşması ile birlikte, egemenlik alanını genişleten tekelci sermaye, yeniden bölüşümcü siyasetlere, yüksek ücret uygulamalarına kapıyı da kapatmıştır. Bu adımla birlikte tekelci sermaye, AB rekabet gücünü güvence altına almak üzere, farklı bölgelerde, farklı toplumsal ve endüstriyel rejimleri yürürlüğe koyma olanağını da elde etmiştir. Tekelci sermayenin dış pazar arayışları, AB’yi yeni bloklara yönlendirmiştir: “AB, Afrika ve Akdeniz havzasında yer alan azgelişmiş ülkelerin bir grubuyla ayrıcalıklı ticaret ilişkileri ağı kurmak amacıyla AB merkezli bir bölgesel ticaret rejiminin temellerini atmış bulunmaktadır. Bu açıdan AB’nin Akdeniz bölgesindeki ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve protokolleri dikkat çekicidir. 2010 yılında Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi’nin (AASTB) ortaya çıkmış olacağı şimdiden bilinmektedir. Bu bölgede yer alacak olan ülkeler şunlardır: Fas, Cezayir, Tunus, Malta, Mısır, Ürdün, İsrail, Filistin, Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Türkiye. 1995 yılında o zaman 15 devletten oluşan AB, bu ülkelerle Barselona Deklarasyonu’nu imzalamış, böylelikle kendi kontrolünde bir alt çevre ülke bloğu oluşturmuştur. Barselona Deklarasyonu sadece Avrupa Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi hedefini içermemekte, aynı zamanda, Avrupa Akdeniz İşbirliği (AAİ) adı altında bu bölgelerin dış ilişkiler politikalarında ve bu anlamda askeri ve güvenlik konularında AB ile ortak hareket etmelerini öngörmektedir. Dolayısıyla 2010 yılına gelindiğinde bütün Akdeniz havzasını siyasi olarak kontrol edebilecek olan bir AB ortaya çıkmış olabilecektir.”(4)
Avrupa menşeli uluslararası sermayenin şemsiye örgütü niteliğinde olan ERT (Avrupa işadamları yuvarlak masası) içindeki güç dengesi de kaydı. Korumacı “neo-merkantilist” projenin savunucuları güç kaybederken, saldırgan neo-liberal projenin savunucularının ağırlığı artıyor. Saldırgan genişlemeci tutum güç kazanırken, Türkiye ile ilgili raporun gizli oylanmasını protesto eden yeşillerin ve sosyalistlerin, Türkiye ve AB bayrakları ile yaptıkları “Türkiye’ye evet” eylemine bakarak, “Avrupa-merkezcilik darbe almıştır” demek gerçekçilikten uzaktır.

POLİTİKANIN DIŞINA DÜŞMEK
Olguları kendi gerçekliğinden kopararak yapılan yorumlar, yorumcuyu ister istemez “çok düz”, “kestirme” sorulara ve sonuçlara götürüyor: Avrupa’nın sağcıları, ırkçıları sokaklarda Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı eylemler yapıyor. Üstelik Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu AB üyeliğini destekliyor. Öyleyse; Türkiye halkının AB’yi istemesinin ardındaki duyarlılıkları ve Avrupa sağının Türkiye karşıtlığını hiçe sayan Türkiye solunun radikal bir AB karşıtlığına soyunması apolitizmdir! AB üyeliğini isterken, aslında daha iyi bir eğitim, daha iyi bir iş, insanca bir yaşam, daha demokratik bir ülke isteyen Türkiye halkının çoğunluğuna ulaşmak pekala mümkündür!
Aslında kestirme sorulara verilen kestirme cevaplarla varılan sonuçlar, “halka ulaşmak” adına hayal pompalamayı meşrulaştırıyor. Oysa hayal pompalamadan, AB’ye girebilmek için Türkiye’nin, işçi ve emekçilerine ödeteceği bedelleri (gerici-şoven söylemlere başvurmadan) halka anlatarak, politika yapılabilir. Milli gelirini artırmak için emeği sürekli yağmalayacak düzenlemeler yapan, ücretleri yabancı sermayenin iştahını kabartacak şekilde düşük tutmayı hedefleyen, köylü nüfusu milyonlar halinde toprağından koparmayı planlayan, sendikasızlaşma sürecini derinleştiren, sosyal güvenlik haklarını gerileten Türkiye’nin, tüm bunları AB için yaptığını anlatmak politikadır.(5) Bu sürecin emekçi, yoksul çocuklarını eğitimden koparacağını, ucuz işçi olarak sefalet koşullarında çalışmaya iteceğini göstermek, hayal aşılamaya göre daha zor olmasına rağmen, bir görevdir.
Türkiye, tüm bunları hayata geçirip AB’ye alınsa dahi, dolaşımın serbest olmayıp sınırlandırılacağını halka anlatmak, halkın AB’den beklentilerini toz duman eden, onu gerçekle yüz yüze bırakan etkili bir politikadır. Çünkü yoksulluktan, işsizlikten, baskıdan bunalmış insanların en büyük beklentisi, AB’ye gidip, geçmişte Avrupa’ya giden ülke vatandaşları gibi, refah seviyesini yükseltmek. Tabii ki, açlık sınırında yaşayan insana, soyut bir şekilde “AB’de sömürü var” demek etkili olamaz, ama somut konuşabilmek için çokça “malzeme” var.
Bu somutlar üzerinden politika üretmek yerine, enerjiyi “AB’ye evet”e harcamak politika olamaz. Zaten sermaye cephesi AB için yeteri kadar enerji harcıyor. Elde etme mücadelesi yerine halkı beklentiye sokmak, emek cephesinin politikasını tasfiye etmenin dışında bir anlam taşımaz.
“Politikasızlık” söylemiyle; AB’ye karşı çıkmanın solu içe kapattığı, ve bu durumun, içe kapanan solu, milliyetçilerin arkaik “mandacı işbirlikçi”, “Türkiye’yi küçültme” gibi söylemlerini kullanmaya yönelttiği “eleştirileri” birlikte yapılmaktadır. Ayrıca, “Türkiye’de AB karşıtlığının kitlesel damarını sosyolojik olarak faşistler ve radikal İslamcıların oluşturduğu” savunularak, “sol” uyarılmaktadır. Kuşkusuz, anti-emperyalist mücadele yerine, “ulusalcı” etiket altında milliyetçi şoven bir kampanya yürüten, tüm demokratik gelişmelere karşı görüntü veren, tüm yasal düzenlemeleri Türkiye’yi bölmek ve parçalamak paranoyası üzerinden değerlendiren bir tutum mevcuttur. Ülke faşistlerinin AB karşıtı söylemleri olduğu da doğrudur. Ama bu doğrular, AB karşıtlığının tüm cephelerini, hepsinin aynı kapıya çıktığı tezi üzerinden mahkûm etme sonucunu doğurmaz.
Türkiye’de AB’ye yönelik çelişik siyasal tavır ve ideolojiler, pratiğin karmaşıklığının sonucudur. Pratiğin karmaşıklığı karşısında, ana ideolojik eğilimlerin de bulanık siyasal ortaklıklar ile çelişik ideolojik eklemlenmelere dönüşmesi doğaldır: Sol olduğunu iddia edip AB yanlılığını liberal tavırla destekleyenler; sol konumu benimseyip AB karşıtlığını milliyetçi tavırla ortaya koyanlar; liberal olup milliyetçi bir tepkiyle AB’nin karşısında konumlananlar vs…
Sınıfsal tavırlar yerli yerine oturacak ve birçok soru pratikte cevabını bulacak. Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü Evrensel gazetesindeki köşelerinde netleşecek sorulara şu örnekleri vermişlerdi:
“Halen uygulanmakta olan ve en son stand-by anlaşmasıyla üç yıl daha devam edeceği bağıtlanan IMF baskısından bunalan küçük sermaye grupları, müzakerelerin dayatacağı yeni ekonomik düzenlemeler sonucunda yok olma tehdidiyle karşılaştıklarında, üst sermaye gruplarıyla aynı liberal pozisyon içerisinde yer alabilecekler midir?”
“Hukukun üstünlüğüne vurguyla AB’ye liberal ideolojik desteklerini sürdüren ‘sivil toplumcu’ grupların hiç değilse bir kısmı, iş yasası değişikliğinden, kamu yönetimi reformuna, sosyal güvenlikle ilgili yasa tasarısından, yönetişim kurullarına değin uzanan ve Türkiye halkının anayasal kazanımlarını budayan hukuksal saldırılar karşısında, liberal söylemlerini yalnızca bireysel özgürlük arayışına sadık kalarak sürdürüp, savunabilecekler midir?”
“AB karşıtı ulus temelli siyasal konumlanışın saf, gerçek sahiplerinin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ siyasal oluşumlar oldukları hatırlanacak olunursa, bu konuma yakınlaşan ve ısrarla bağımsız sol olduklarını iddia eden gruplardaki çözülmenin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ ideolojiye doğru bir savrulma içereceğini beklemek yanlış mı olur?”(6)
Pratiğin herkesi kendi yerine iteceği gerçeğinin üstünü atlayarak, ideolojik ve siyasal çelişkilerinin doğal varlığını “AB’ye evet”e tahvil etmek, en hafif deyimiyle şark kurnazlığıdır.

‘HAVET’ KARIŞIKLIĞI
“Bugünkü AB sermaye egemenliğine dayalı bir yapı. Asla demokratik bir yapıya sahip değil. Seçmenler bir tarafa, hükümetlerin ve parlamentoların bile alınan kararlarda hiçbir etkisi yoktur. Söz-yetki-karar kesinlikle AB oligarşisine aittir. AB süreci, demokratikleşme patırtıları arkasında işletilen bir liberalleştirme ve özelleştirme makinasından başka bir şey değildir. Avrupa Anayasası da, sosyal haklara daha fazla saldırı, daha fazla özelleştirme, daha fazla askeri harcamayı öngörüyor. Bu koşullarda solun ‘AB’den yanayım’ şeklinde bir politika yürütmesinin, var olan egemen sınıf siyasetinin pasifçe desteklenmesinden başka bir manası da yoktur.” AB’ye ilişkin bu doğru değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, sosyalizm adına ‘Biz AB üyeliğine evet diyoruz’ denmesinin doğru olmadığını söylemelerinin ardından, kendi formüllerini patlatıyorlar: “AB’ye evet demeye hayır!”(7)
“AB’ye evet demeyen” bu strateji, “emeğin Avrupası”nı öngörüyor. Bu stratejiye karşı yapılan eleştirilere, “emeğin Avrupa’sı” savunucularından Ufuk Uras Birgün’deki yazısında şu cevabı veriyor: “Başka bir Avrupa’nın mümkün olduğu tezine karşı, sermayenin Avrupası’nın mahsurlarını anlatıp durmanın ve bizi hızlandırılmış bir kursa tabi tutmanın bir manası yoktur. Sermayenin Avrupası’na karşı olunduğu için zaten emeğin Avrupası için mücadele edilmektedir.”
“Emeğin Avrupası” stratejisinin bir özgünlüğü var mıdır? “Emeğin Avrupası”nın enternasyonalist bir içeriğe sahip çizgisi var mıdır? Bu soruların cevaplarına, “emeğin Avrupası” kavramının fikir babası, aynı zamanda bu stratejinin Avrupa’daki müttefiki ETUC’un tutumundan yola çıkarak ulaşılabilir.
“Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi ETUC’tur (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu-ASK). 28 ülkeden 61 ulusal konfederasyon ile farklı sektörlerden 14 Avrupa federasyonunu birleştiren ETUC, uluslararası tabanını harekete geçirmek için hiçbir ciddi çaba göstermeyen bir yapıya sahip. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birisini oluşturan ETUC, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş durumda.
ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden tutumu, serbest dolaşıma karşı aldığı tutumda açıkça görülüyor. Emeğin serbest dolaşım hakkına, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın birliğe dahil edildiği ilk genişleme dalgasından bu yana, geçici kısıtlar konuluyor. 2004 yılında, 10 eski Doğu Avrupa ülkesi, emeğin serbest dolaşımını kısıtlayan azami yedi yıllık geçiş sürelerini kabul ederek, AB’ye üye oldular.
Bu üye oluş süreci, çarpıcı bir gerçeği açığa çıkardı. Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” tezlerinin mimarı ETUC olduğu görüldü. Emeğin serbest dolaşım hakkı üzerine kısıtlamalar konulmasını savunan ETUC, aynı zamanda, Doğu Avrupa sendikalarını bu yönde ikna etmeye çalıştı. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasında bulunan “gelir uçurumu”nun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine, uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan “korunma stratejisi”ni tercih etti. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığı da artmış durumda. ETUC ve bağlı sendikalarının bölücü pozisyonunun gerçek temelleri, kuşkusuz, Avrupa sendikal hareketinin, başta Avrupa Merkez Bankası olmak üzere, neo-liberalizmin bütün kurumsal dayatmalarına teslim olmuş olmalarında yatmaktadır. Neo-liberal düzenlemeler sonucu sürekli üye kaybeden, yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan ve bu sürecin sebebini göçe bağlayan Avrupalı sendikalar, maalesef ne tek tek ülkelerde ne de uluslararası düzeyde bir sınıf mücadelesi yürütecek durumda. 
ETUC, bu tutumuyla, ne Batı Avrupa işçi sınıfını Doğu’nun düşük ücretlerinden koruyabilmiş ne de üretimin parçalanarak Doğu’ya aktarılmasını engelleyebilmiş durumda. Her gün bu süreci daha da genişletecek bir hamle hayata geçiriliyor. Bunlardan sonuncusunu, AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve çalışma koşullarının, standartların daha düşük seviyede olduğu ülkeye göre belirlenmesini sağlayacak olan “AB Hizmet  İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi, Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak. Yani aynı işyerinde, biri Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat, diğeri herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat düşük ücrete çalışabilecek.(8) Sendikal bürokrasinin tutumu, yalnızca, emek hareketi içinde önemli bölünmeler yaratmayı başarabilmiştir.
Tek Avrupa pazarı siyasetine insani bir yüz kazandırmak amacıyla imal edilerek, metinlere yerleştirilen “sosyal boyut” söylemleri, sadece sendikaları neo-liberal düzenlemelerle yedeklemiş, yabancı düşmanlığıyla mücadele kapasitelerini eritmiştir. Dolayısıyla mevcut “emeğin Avrupası” siyaseti, genişlemiş AB içindeki emek bileşenlerinin güçsüzleşmesi ve emeğin çalışma koşullarının daha da esnekleşmesiyle sonuçlanmıştır.

MADALYON AYNI, YÜZLER FARKLI
AB’nin genişleme sürecinde, aday ülkelere, “refah toplumu” yerine saldırgan piyasa kurallarının ihraç edilmesi, “sosyal Avrupa güçleri”nin de sınıf kardeşlerine pastadan pay kaptırmak istememesinin yanı sıra bir başka somut durumun da netleştirilmesi gerekiyor. Netleşmesi gereken, “sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın birbirinden farklı şeyler olup olmadığıdır.
Bunlar aynı madalyonun farklı iki yüzüdür. Avrupa sermayesi, duruma göre gönül kazanmak için madalyonun “sosyal” yüzünü, duruma göre kitleleri ehlileştirmek için “ırkçı” yönünü kullanıyor. AB sermayesi, bir yandan ücret ve çalışma koşullarının esnekleştirilmesiyle rekabete dayalı ekonomik yolda hızla ilerlerken, diğer taraftan da karşısındaymış gibi gözüktüğü “korumacı” yaklaşımların yarattığı gerilimden de alabildiğine yararlanmaktadır.
Volkswagen, Siemens, Daimler 2004 toplusözleşme dönemlerinde görüldüğü gibi, “fabrikayı taşırız” tehdidiyle sermaye, dayattığı tüm koşulları işçilere kabul ettirirken, bir yandan da, bunun sorumluluğunu yabancı işçide gören, sermayeyi aklayan tutum körüklendi. Doğu Avrupa ülkelerinde milliyetçi ve yabancı düşmanı güçler, AB dayatmalarının sendikaların ve emeğin pazarlık gücünü olağanüstü düşürmesi, yepyeni sendikasız sektörler yaratması, işsizlik, toplumsal kutuplaşma vb. sonuçlarından palazlandılar.
ETUC bürokrasisinin AB Komisyonu ile eş zamanlı yürüyen çabalarına karşın, “Avrupalılaşmanın”, “yüksek hak standartlarının” somut faydasını göremeyen, aksine koşulları ağırlaşan Avrupa işçi sınıfı “bütünleşmeci” heves taşımıyor. Özellikle Avrupa’nın göçmen, güvencesiz, kaçak işçi havuzlarındakiler, “bütünleşmenin”, sürekli olarak toplumsal yaşamın daha da diplerine doğru itilmek olduğunu, kendi deneyimleriyle biliyorlar.
“Sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın kardeşliği uyarıları da, “havet”çi ve “evet”çileri pek tatmin etmiyor. Ufuk Uras’ın cevabında bu tatminsizlik her halinden belli oluyor: “Bu tartışmalar süredursun, biz ‘Başka bir Avrupa ve Türkiye’ için, neoliberal AB politikalarının mağdurlarını örgütlemenin yollarını arıyoruz. Örneğin, AB’nin tarım politikaları karşısında, ülkenin birçok yerinde örgütlenen çiftçi sendikaları, Jose Bove ve arkadaşlarıyla ortak bir hat örme mücadelesi içindeler.**** Sakın bu arkadaşlarımız, bu tür tartışmalara bakıp da, ‘acaba çabalarımız nafile bir iş mi’ zehabına kapılmasınlar. Bilmeliyiz ki, hiçbir skolastik tartışma, devrimcilerin mücadele kararlılığının ve iradesinin yerini alamaz. Biz kendi işimize bakalım.” (9)
Çok iddialı olmasına rağmen tartışmaya çok açık bir itiraz. 2004 yılı içerisinde bir etkinliğe katılmak için Türkiye’ye gelen Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası İlişkiler Komisyonu üyesi Pascal Pavie, AB’ye katılımı “Avrupa Birliği cennete açılan kapılar değil” sözüyle uyarmıştı. Uras’ın adını andığı ve son on yıla damgasını vuran küreselleşme karşıtı eylemlerin tanıdık siması Jose Bove de, “Üreticinin Sesi” Nisan sayısı için yaptığımız söyleşide, mücadelede birleşmek için AB’ye girmeye gerek olmadığına dikkat çekmişti. Ülke üreticilerini, dünya köylülerinin buluşma adresi olan, 80 ülke ve 100’ü aşkın örgütü bünyesinde barındıran Via Campesina’ya (Köylü Platformu) davet etmişti. Tartışmanın can alıcı noktası da burada başlıyor: Sermayenin AB’siyle aynı zeminde buluşan “emeğin Avrupası” yerine, başka açılımlara, tarihin öğrettiği enternasyonal birleşmeye yönelmek.

MEKANSAL YANILSAMA
Enternasyonal dayanışmanın yolu, sermayenin oluşturduğu bloklarda bir araya gelmek midir? “Başka bir Avrupa sloganı herhangi bir somut içeriğe sahip midir?” sorularına olumlu cevap olası değil. Kendini Marksist, devrimci, sol olarak tanımlayan güçlerin, işçilerin, çiftçilerin, öğrencilerin neo-liberalizmin azgın saldırısına, sosyal hakların kısıtlanmasına, işsizliğe ve düşük ücrete “hayır” demesi, sadece Avrupa’yla sınırlı değil. Bu talepler, zaten artık dünyanın her tarafından haykırılıyor. Bu taleplerin alt alta dizilişi, herhangi bir özel sol siyaseti ifade etmez. Bunların dışında, Avrupa işçi sınıfının çıkarlarını devrimci bir iktidar mücadelesi perspektifiyle savunmak için “emeğin Avrupa’sı” planı, en az –ABD’nin Kafkaslardan Afrika’ya uzanan Büyük Ortadoğu Projesi karşısında– “Emeğin BOP”u tutumunu almak kadar anlamsızdır.
Emeğin Avrupası” siyaseti, sınıf kardeşliği ve işçi sınıfının bütünsel, bağımsız çıkarlarını temsil etmek yerine, bu çıkar bütünlüğü içinde özel bölünmeler yaratan, enternasyonalist olmayan bir içeriğe sahiptir. “Emeğin Avrupası” adına sarfedilen, “Senden daha demokratik bir camiaya girmek, bu sayede kendi demokratikleşme mücadeleni hızlandırmak ve o camiadaki gerilemeye onların emekçileri ile birlikte karşı durmak” gibi indirgemeci söylemler, sadece yanılsamaya yol açıyor: İşçilerin mücadele birliğinin mekânsal bir otomatiğe bağlı olduğu yanılmasına.

—————-
DİPNOTLAR
* Avrupa çatısında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “sermayenin Avrupası’na, neo-liberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem de hayır olarak tanımlanan “havet”çi bir yaklaşım sergileyen çevreler bulunuyor. Tutumları, giderek “evet”e dönmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda “havetçi” ve onu da geride bırakarak “evetçi” bir yaklaşım benimseyenler, bu tutumlarına sol bir meşruiyet kazandırmak amacıyla da “emeğin Avrupası” ya da “sosyal Avrupa” kavramlarını kullanıyorlar.
** Bu cephede, sendikal bürokrasiden sosyal demokratlara, kimi medya mensuplarından AB konusunda kafa karışıklığı içindeki kimi aydın çevrelere kadar birçok kişi yer alıyor.
*** Jürgen Habermas: Frankfurt Okulu’nun yaşayan en önemli temsilcilerinden. NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısına “evrensel insan hakları” söylemiyle destek verdi, Almanya’nın operasyona katılmasının savunucusu oldu. Bu tutumu temsil ettiği Frankfurt Okulu’na oldukça uygun. Söz konusu okul, ortayolcu, liberal sosyal solcu, Marksizm adına esasta bulanıklık, kuşkuculuk ve kafa karışıklığı yaratan tutumuyla bilinir.
**** Yazının bütünlüğü içerisinde vurgulanması pek önemli olmasa da, değinilmesinde yarar var; çiftçi sendikalarının ülkenin birçok yerinde örgütlendiği doğru değil. Sendikanın çabasını küçümsemiyoruz, hatta sendikal çalışmayı önemli buluyoruz; fakat söylemin inandırıcılığına dikkat çekmek istiyoruz. Örgütlendiği yerlerde (üç dört ilde Üzüm-Sen, Fındık-Sen, Tütün-Sen örgütlendi) çiftçiyle fazlaca buluşabildiği söylenemez. Bu sendikaların ülkedeki köylülerle buluşamadığı durumda uluslararası mücadeleyi örgütlediği/örgütleyeceği söylemi inandırıcı değil.
——–
1) Bkz: Nuray Sancar, “Avrupa’nın bize verecek demokrasisi kalmadı”, Evrensel Kültür, Ocak
2005.
2) Bkz: Rıdvan Akar, “Tartışamazsak üretemeyiz”, Birgün, 6 Ocak 2005.
3) Bkz: Önsöz, “Bilim ve düşünce kitap dizisi 1”, “Varoluşçuluk ve Sartre “, Evrensel Basım
Yayın, 2004.
4) Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü, “Merkezde uyum ve çelişki”, Evrensel, 25 Aralık
2004.
5) Bkz: Yüksel Akkaya, “AB’nin Çalışma Yasalarına Etkileri”, Özgürlük Dünyası, Aralık 2004.
6) Konunun detaylı incelemesi için Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü. “AB: Dört tarz-ı
siyaset ve ideolojik çözülmeler”, Evrensel, 18 Aralık 2004.
7) Bkz: Oğuzhan Müftüoğlu, “Sorular, yanıtlar, tartışmalar”, Birgün, 7 Ocak 2005.
8) Bkz: Serdar Derventli, “Avrupa Birliği standartlarına göre…”, Evrensel, 18 Ocak 2005.
9) Bkz: Ufuk Uras, “Herkesin Avrupası kendine”, Birgün, Ocak 2005.

‘Üçüncu yol’a bütünlüklü bakabilmek

İngiltere seçimlerini Tony Blair’in liderliğindeki İşçi Partisi’nin bir kez daha kazanması, Türkiye medyasının hem neoliberal hem de sosyal demokrat kalemlerinin bazılarınca oldukça olumlu karşılandı. Olumlu yaklaşımcılara göre, muhafazakâr Margaret Thatcher’dan sonra, Tony Blair’in İşçi Partisi’nin İngiltere’de üst üste üçüncü defa seçimi kazanmasından alınacak çok ders var. Bu yorumlara göre, “İngiltere halkının ‘solcular iş bilmezler, ekonomiyi yönetemezler’ ön yargısını kıran Blair ve arkadaşları solu yenilediler, ‘solcular da ekonomiyi iyi yönetebilir’ kanaatini vererek iktidara geldiler, iyi de yönettiler ve bunun için üçüncü defa seçimleri kazandılar. Öyleyse bu başarıdan mutlaka ders çıkarılmalıdır.”
Seçim sonuçlarından herkesin kendi ideolojik duruşuna ve donanımına göre dersler çıkaracağı muhakkak. Neoliberal köşe yazarları, seçim sonuçlarından çıkardıkları derslerle, CHP’ye liberal “akıl vermeye” başladılar. Akıl veren liberallere göre, “demokrasi”de bazı sorunları sağ, bazı sorunları “sol” daha iyi çözer. Türkiye’nin böyle bir iktidar nöbetleşmesi yapamamasının, Türkiye’de demokrasinin “sol” kanadının bulunmaması anlamı taşıdığını düşünen bu liberal akılcılara göre, böylesi bir kanat eksikliğinin sorumlusu CHP’dir. Ve CHP, şu sonucu çıkarmalıdır: “Blair ve arkadaşları hem ‘ekonomi dili’ni iyi konuştu, hem muhafazakâr değerlerle barışıktılar. CHP’nin de, İşçi Partisi gibi kendini yenilemesi ve halkla barışık olması gerekir.” Bu düşünceyi paylaşanlar, sistemin, AKP’nin uyguladığı siyasi ve ekonomik politikaları, üzerine “sosyal sos” ekleyerek hayata geçirecek, “sol” gözüken partiye olan ihtiyacını CHP’nin karşılamasını istemektedirler. 
“Blair”ci sosyal demokrat “kimlikli” yazarlar da, Irak işgali gibi 21. yüzyılın ilk büyük savaş suçunu Bush’la paylaşmasına karşın, Blair’in zaferinin temelinde yatan politik anlayışının “sol” tarafından örnek alınması gerektiğini savunuyorlar. Söz konusu politik anlayışın teorisyeni, “Üçüncü Yol” kitabının yazarı Anthony Giddens’in “sosyal piyasa ekonomisi” kuramlarının dikkate alınmasını öneriyorlar. Giddens’e göre, günümüzde “sol” savunmacı bir kimliğe bürünmüş, sağ ise, gelenek ve göreneğin önlerine çıkardığı engeller ne olursa olsun, piyasa güçlerinin serbestçe işlemesini savunarak radikalleşmiştir. Bu durumda “sol”, her iki çizginin dışında, “Üçüncü Yol” u izleyip, küreselleşmenin sosyal boyutunu ihmal etmeden, neoliberal politikaları dizginlemeye yönelmelidir. Bizim “Blair”ci sosyal demokratlar da, bu yolu tavsiye ediyorlar.
Hem liberallerin hem de sosyal demokratların birleştikleri nokta, Anthony Giddens’in “Üçüncü Yol”u. Yani; devletçilikten ayrılan, liberal politikalara bir-iki sosyal boyut ekleyen, küreselleşmeyi reddetmeyen “sosyal piyasa modeli” fikrinde birleşiyorlar. “Blair’in başarısı nedir? Ortada bir başarı var mıdır? Türkiye için uygulanabilecek bir model midir?” sorularından önce, “Üçüncü Yol” un temel tezlerinin ne olduğunun cevaplandırılması gerekiyor.

NAMIDİĞER ‘PİYASA SOSYALİZMİ”
Blair, iktidar yürüyüşünde, 21. yüzyıla dönük, üzerinde uluslararası düzeyde mutabakat sağlanmış merkez sol bir proje olarak, “Üçüncü Yol” un yaratılması gerektiğini vurgularken, yoğun tartışmaları da beraberinde getirmişti. 1997 seçimleri öncesi, “sol”un bir “iç reform” geçirmesi gerektiğini düşünen Tony Blair, İşçi Partisi içinde sendikaların etkisini kırmış, parti ekonomik programını piyasa ekonomisine göre belirlemişti. İktidarı süresince, Thatcher’ın özelleştirme politikalarını sürdürdü, piyasa ekonomisini kararlılıkla uyguladı. Thatcher’dan farklı olarak, sağlık, konut ve sosyal yardım gibi politikalara biraz daha fazla önem verdi.
Blair’in “piyasa sosyalizmi” diye de adlandırılan modeli, kaynağını, Giddens’in “Üçüncü Yol” tezlerinden alıyordu. “Üçüncü Yol”, politik değerler, ekonomi, yönetim, ulus ve refah devleti olgularına yeni açılımlar getiriyordu! Buna göre*:
1. Küreselleşme, kültürel farklılık, bilimsel ve teknolojik değişim vb. meselelerde yaşanan değişim, sağ-sol gibi ayrımları anlamsızlaştırmıştır. Bu çerçevede, “Üçüncü Yol”, merkezin modernleştirilmesi çabasıdır. Bu süreç, sosyalist, toplumcu bir sosyal adalet anlayışını kabul etmekle birlikte, sınıf siyasetini reddetmekte, sınıflararası bir destek zemini aramaktadır. “Üçüncü Yol”, otoriterliğe karşı çıkmakta, fakat kendisini de salt neoliberal bakış açısından ayırarak, yönetimi reddetmemekte. Neoliberallerin ileri sürdüğü “yönetim özgürlüklerin düşmanıdır” tezinin tersine, kaynakların ortak kullanımını sağlayabilecek yönetimlerin, özgürlükleri geliştirileceğini savunmaktadır.
Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Üçüncü Yol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, bu burjuva öğretilerin tümü, farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar var oldukça, sınıflar arasındaki çelişki de var olacaktır. Sınıflar arasındaki çelişkilerin varlığında, sermaye birikiminde yaşanan her tıkanmanın, egemen sınıf lehine düzenlemeleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. “Üçüncü Yol”’un sosyal adalet anlayışı, sermaye açısından işler iyi giderken işleyebilir ve kısmen aldatıcı olabilir. Fakat işlerin tersine gitmesi ve sermaye birikimi sürecinde tıkanma yaşanması halinde, nelerin olduğunu tarih defalarca göstermiştir.
2. Ekonomik alanda, “Üçüncü Yol”, yeni bir karma ekonomi anlayışından yanadır. Bu karma ekonomi, devlet ve özel sektör arasında denge gözeten eski karma ekonomi anlayışından farklıdır. Toplumsal hayatta, ekonomik olanla ekonomik olmayan arasında denge sağlama iddiasındadır. “Üçüncü Yol”, hükümete düzenleyici bir rol biçmektedir. Örneğin tekelciliğin tehdidi söz konusu olduğunda, rekabetin korunması için hükümet müdahale eder, yasal düzenlemeler yapabilir.
“Üçüncü Yol” un temel sorunlarından biri de, burada yatmaktadır. Piyasa güçlerinin serbest hareketi için yapılan düzenlemelerin yaratacağı yıkıcı rekabet ortamında işçilerin düşeceği duruma, “Üçüncü Yol” nasıl bir çözüm bulacak? Maliyetleri düşürmek için az sayıdaki işçi ile çok daha fazla üretim gerçekleştirme arayışındaki sermayenin yoğun sömürüsü altındaki işçi, toplu sözleşmelerle mi korunacak! “Üçüncü Yol”, bu konuda, “işçilerin fiziksel ve sözleşmeye dayalı koşulları iyileştirilmeli” tezini savunuyor. Peki, küresel rekabet esnek çalışmayı dayatır, toplu sözleşme hakkını ortadan kaldırırken, işçi, nasıl ve hangi araçlarla haklarını koruyacak? Küreselleşmenin ekonomik kurallarına karşı çıkılmadan –ki “Üçüncü Yol” karşı çıkmıyor–, hem Türkiye tekstil sanayi işçilerinin hakları korunup hem de ülke tekstil ürünlerinin Çin tekstil sanayi ürünleriyle rekabeti nasıl sağlanacak?!
3. Tarihsel olarak, sosyal demokratlar, devlet ve hükümetin alanını genişletmeye çalışırken, neoliberaller, bu alanı olabildiğince daraltmaya çalışmışlardır. Bu çabaları, “sorun hükümettir” ya da “çözüm hükümettir” anlayışı olarak değerlendiren “Üçüncü Yol”, devlet ve hükümetlerin yeniden yapılandırılmasının gerekliliğini ileri sürer. Yeniden yapılandırma sürecinde, devlet demokratikleştirilmelidir. “Üçüncü Yol”’un demokrasi anlayışına göre, güç, yukarı ve aşağı doğru dağıtılmalıdır. “Üçüncü Yol”un “gücün aşağıya doğru dağıtılması”ndan kastı, demokrasinin merkezden yerelliğe ve bölgelere doğru genişletilmesidir. “Gücün yukarıya doğru dağıtılması”ndan kastı ise, merkezden uluslararasılaşmaya doğru açılma, yani, gücün uluslararası kurumlara dağıtılmasıdır. Kamu etkinliklerinde saydamlık, referandum, doğrudan demokrasi olanaklarını genişletmek gibi ifadeler, “Üçüncü Yol”un demokrasi anlayışının temel taşlarını oluşturmaktadır. Bu temel taşların sivil toplum kurumları aracılığıyla yerli yerine oturtulması öngörülmektedir.
Giddes’in bu tezini, uluslararası sermaye, “yönetişim” kavramıyla aynen savunuyor. Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kurumlar, Giddens’in kavramlarına uygun işleyiş için yasal düzenlemelerin yapılmasını ülkelere şart koşuyorlar. Örneğin, Türkiye’nin, uluslararası anlaşmalara göre, hayata geçirmesi zorunlu olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, şu kavramlarla tanımlanıyor: “Yerelleşme, etkinlik, açıklık, saydamlık, hesap verebilirlik, kaynakların verimli kullanılması.” Bu yasayla, tam da Giddes’in bahsettiği gibi, gücün yerele kaydırıldığı, piyasaların işleyişini kolaylaştırıcı, “düzenleyici” bir devlet işleyişi öngörülüyor.
Yasanın Meclis’in gündemine gelmesiyle birlikte, kendisini emekten, demokrasiden yana sayan kesimlerden de, yasaya, “ilerici”, “bürokrasiyi azaltıcı, halka hizmeti kolaylaştırıcı”, “demokrasiyi geliştirecek unsurlar içeriyor” gibi nitelikler atfedilmişti. Bu kesimlerin yasaya destek gerekçeleri, şöyle özetlenebilir: Merkezi yönetimi, birçok alanda uygulama ve yukarıdan temsil konumundan çıkarıp küçültmesi, rol dağılımını yerellere doğru genişletmesi, yasanın desteklenmesini gerektirir. Yerel idare ve inisiyatiflere katılım, karar ve temsiliyet olanağı getiren yasa; devlet ve siyasetin sivilleştirilmesini sağlayacaktır. Yasa, devlet-birey, devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve birey haklarının devlet karşısında korunması açısından yeni bir alan açacaktır. Bu da, bireysel, sosyal hak ve özgürlüklerin genişlemesi, özlük haklarının korunması anlamına gelir. Yerel idari yapıların yetkilerinin artırılması, “yerinde çözüm” yaklaşımına güç kazandıracaktır.
Yasanın hangi sınıfın, hangi güçlerin stratejisinin bir unsuru olduğuna bakmaksızın yapılan değerlendirmeler, ister istemez, Giddens’le örtüşen ve yukarıdaki özete benzer sonuçlara götürür.
Bu yasa, çok açıktır ki, Türkiye’nin egemenlerinin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye ile uluslararası sermaye güçlerinin entegrasyonuna hizmet eden bir yasa olarak hazırlanmıştır. Egemen sınıflar, kendi sistemlerini değiştirmek için, ekonomide, siyasette, hizmetler alanında önemli değişiklikler yaparken, bunu idari yapıyla tamamlamak, yapılan işlerin idari yapıdaki karşılığını da oluşturmak durumundadır. Dolayısıyla; “illerin özerklik kazanması”yla amaçlanan, yerel, ulusal, uluslararası sermayenin oluşturduğu “özel sektöre” bağımlı yeni küçük merkezler yaratmaktır. Yerelleşme ile birlikte, yönetme yetkisi, “yönetişime” dönüşecek. Yerel yönetimler, yönetişim aracılığıyla, özel sektörle birlikte, yönetiyormuş gibi yapacak, gerçekte yöneten ise, sermaye olacak. Birbiri ile rekabet etmeleri, katma değer yaratmaları beklenen her ilin yönetimleri, özel sektörün belirlediği yerel projeleri uygulayacak. Yönetişimde, güçlü olan belirleyici olacak. Belirleyici olan, sivil toplum kuruluşlarını da kontrolünde tutan sermaye olacak. Yönetişim anlayışı, güç-iktidar-çıkar ilişkilerinin yeniden üretildiği yeni birimler oluşturacak. Kapalı kapılar ardında gerçekleştirilenler, bundan böyle, “saydamlık” adına, hukuki meşruiyet üzerinden açıktan gerçekleştirilecek.
4. Modern ulus devletlerin yükselişinden önce, ülkeler, sahip oldukları politik aygıtların yetersizliği nedeniyle, kesinleşmemiş sınırlara sahiptiler. “Üçüncü Yol” un tezine göre, bugünün ulus devletlerinin sahip oldukları sınırlar, diğer alanlarla karşılıklı bağlar ve her türden uluslarüstü gruplaşmalarla girdikleri ilişkiler nedeniyle, yeniden kesinliklerini kaybetmektedirler ve Avrupa Birliği bunun en tipik örneğidir. “Üçüncü Yol”, karmaşık (kozmopolit) bir ulus oluşturma sürecini savunuyor. Başkasına karşıtlıkla oluşturulan yalıtkan ulus kavramının yerini, artık kapsayıcı, açık ulusal kimlikler almalıdır. Bu tümüyle modernleştirici bir süreçtir.
Yaşanan savaşlar, işgaller ve gelişmeler, emperyalistler arası çelişkilerin sürdüğünü, Giddens’in bahsettiği sürecin, ulus devletlerin aşılması değil, işlev değiştirmesi anlamına geldiğini gösteriyor.
5. Refah devletini sonuna kadar savunma çizgisine de, neoliberallerin refah sistemini güvenlik sorununa indirme anlayışına da karşı çıkan “Üçüncü Yol” un refah devleti, bir taraftan risk ve güvenlik arasında, bir taraftan da bireysel ve kolektif sorumluluk arasında köprü olma iddiasındadır. Riske karşı sigorta prensibi korunurken, diğer taraftan da, riskin harekete geçirici yanı kullanılmalıdır! Bu model, aynı zamanda, uluslararası yoksulluk, eşitsizlik, aile sorunları, tam istihdam gibi koşulları da göz önünde bulundurmalıdır.
Kağıt üzerinde bu iddiaları öne süren “Üçüncü Yol” un teorisyeni Giddens, maalesef, yükselen eşitsizliklerle nasıl baş edileceği, evrensel bir sağlık yardımının nasıl oluşturulacağı, iş toplumuna doğru mu gidiyoruz yoksa ondan uzaklaşmakta mıyız gibi temel soruların cevaplarını vermiyor.
“Üçüncü Yol”un sadece temel tezlerini ele alıp, genel hatlarıyla dikkat çektiğimiz çelişkilerinin, pratikte nasıl açığa çıkıp görünür olduğu, İngiltere’de yaşanlar üzerinden görülebilir.

“ÜÇÜNCÜ YOL”UN İNGİLTERE SERÜVENİ
Blair, Margaret Thatcher ve halefi John Major’ın başbakanlığında geçen 18 yıllık uzun Muhafazakâr Parti iktidarının ardından, 1997 seçimlerinde, yüzde 43 oy oranı ve büyük parlamento çoğunluğu ile iktidara geldi. İktidara gelişi sonrasında, ‘Yeni Sol’un (“Üçüncü Yol”) dünya prömiyerini yapan lider, yeni “Sol” anlayışını, “Sadece işçi sınıfının değil, tüm ulusun başbakanı olacağım” gibi cümlelerle pazarladı. Parti tüzüğündeki ‘kamu mülkiyetinin vazgeçilmezliği’ni, yani devletçiliği esas alan 4. Madde’yi değiştiren Blair, artık çalışan kesimin sendikal taleplerine ilgi göstermezken, sendika liderlerine; “Size de, patronlara da aynı uzaklıktayız” diyordu. Fakat Blair’in sosyalizmle liberal serbest piyasa ideolojisinin harmanlanmasından oluşan “Üçüncü Yol”unun, ‘daha geniş bir sosyal tabana’ değil de, ‘işverenlere’ yaradığı anlaşıldıkça, işçi sendikaları ile parti arasındaki gerilimler arttı.
2001’deki seçimleri de, oyları gerilemesine ve Avam Kamarası’ndaki sandalye sayısı düşmesine rağmen, zaferle sonuçlandıran Blair, bu zaferinin ardından, bir önceki seçimde kullandığı “Eğitim, Eğitim, Eğitim”, “Önce Okullar ve Hastaneler” vb. sloganları bir kenara bıraktı. İkinci döneminde, savaşlara para ayırmayı seçti. ‘BM’yi sollayarak’, Irak’a 45 bin asker yolladı. Dış politikada, İngiltere’yi “Avrupa’nın merkezine” yerleştirme iddiasının yerini Washington’ın yanında savaş politikasının alması, Blair’e karşı muhalefeti yükseltti. Savaş karşıtlarının muhalefetine ve Kraliyet Başsavcısı’nın savaştan önce bu savaşın “gayrimeşru” olduğuna dair yazdığı raporun tam seçim arifesinde kamuoyuna açıklanmış olmasına rağmen, Blair, son seçimi yine de kazandı. Üstelik üst üste üçüncü kez seçilme rekorunu egale ederek!
İngiltere, savaş koalisyonunun ABD’den sonraki ikinci büyük aktörü olmasına rağmen, savaş karşıtı kamuoyunun da çok güçlü olduğu bir ülke. Seçim tartışmaları, büyük ölçüde Irak savaşı ekseninde yürütüldü. Blair, geçen seçime oranla büyük oy kaybetti, iktidar olmasına rağmen, Blair’in liderliği tartışma konusu oldu, ama sonuç olarak, İngiltere’de Irak savaşı tartışmasına rağmen, hiçbir şey değişmedi. Neden değişimin olmadığı ve Blair’in üçüncü kez seçimi kazandığı yönündeki sorulara verilen yanıtlar, iki noktada toplanıyor: Ekonomideki başarılar ve muhalefetin yetersizliği.
Muhalefetin yetersizliği tespiti, “Muhafazakârlara ne oldu?” ve “Güçlü savaş muhalefeti siyasi bir alternatif oluşturamadı mı, yoksa savaş suçlusu Blair’i cezalandırmak istemedi mi?” sorularının cevaplandırılmasını zorunlu kılıyor. Birinci sorunun yanıtı; “Muhafazakârlar, İşçi Partisi’nin muhafazakârlığına çarptılar”dır. Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi, iktidarı süresince alabildiğine sağa savrulduğu için, muhafazakârların politikalarını anlamsız kıldı. Bu açıdan varlık gösteremeyen Muhafazakâr Parti, diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, “göç” teması etrafında yabancı karşıtı bir propaganda ile oy toplamaya çalışmaktan öteye gidemediği için, yetersiz kaldı. 
Savaş muhalefetinde ise, ağırlıklı olarak, “savaş karşıtı muhalefet İşçi Partisi’ne oy vermemeye dönüşürse, karşı taraf güçlenir, dahası, sosyal politikalardan medet uman kesimler  cezalandırılmış olur” fikri öne çıktı. Irak politikalarına karşı çıkmakla birlikte, “sosyal politikaları hâlâ çok önemli” diyen bu ağırlıklı grup, İşçi Partisi’nin ekonomik alanda başarılı olduğunu savunuyor. Irak savaşında Blair önderliğindeki İşçi Partisi’nin sorumluluğunun her şeyin önünde gelmesi gerektiğini düşünenler, “savaş suçlusuna oy verilmemesi” çağrısı yaptılarsa da, azınlıkta kaldılar.
Muhalefetin yetersizliğinin yanı sıra, Blair zaferinin ikinci gerekçesi olarak ekonomi politikalarındaki başarıların(!) gösterildiği, yukarıda belirtilmişti. Verilere göre, işsizlik ve yoksulluk sınırının altında kalanlar azaldı. Yüzde 10’luk “en yoksul kesim”in milli gelirdeki payının daha da küçülerek, yüzde 3.3’e düşmesini, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun büyümesini, ne Blair ne de Blair’i alkışlayan neoliberaller pek önemsiyor. Blair’in özelleştirme programının, ulusal sağlık sistemini parçalamış, Batı Avrupa’daki en kötü ulaşım ve altyapı sistemini yenilememiş olması pek tartışılmıyor. Bu başarının(!) mimarının 1997’den beri Hazine Bakanı olan Gordon Brown olduğunu ve Blair’in yıprandığı için, liderliği ekonominin patronu Brown’a bırakması gerektiğini düşünenlerin sayısı, hiç de az değil. 
Tüm bunların yanı sıra, Blair’in iktidarda kalabilmesi, egemen sınıfın, karşısındaki hareketin mücadeleyi sonuna kadar götürme kararlılığı içinde olmadığını ve seçeneğinin bulunmadığını bilerek, bildiğinde diretmesi durumunun bir sonucudur. Burjuvazinin, alternatifi ve kararlılığı olan bir sınıf mücadalesi karşısında yenilmemek için “taviz”ler verdiği, mücadeleyi sönümlendirmek ve yolundan saptırmak amacıyla yeni taktikler geliştirdiğini, tarih defalarca göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşananlar, tarihin en somut örneklerini oluşturmaktadır.
Bir yandan, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefiklerin faşizmi yenilgiye uğratması sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırırken, diğer yandan, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi. Savaş ve savaş sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmişti. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler, hem ekonomik talepleri hem de demokratik, sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleri için mücadelelerini yükseltmişlerdi. ABD’de binlerce ekonomik talepli grevler yaşanırken, Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde 1946 ve 1947 yıllarında politik grevler yoğunlaşmıştı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Böylesi bir ortamda, emperyalist güçlerin, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında kayıtsız kalmalarının bedelinin çok ağır sonuçlara yol açma olasılığının yüksek olması, onların yeni tavizler vermelerini kaçınılmaz hale getirmişti. Söz konusu tavizler ‘sosyal devlet’ uygulamalarıyla dünya gericiliğinin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak verildi. Emperyalist kapitalizm, böylelikle, politik temellerini yenilemenin koşullarını da yarattı. Bugün ise, İngiliz emperyalizminin, gerek İngiltere’deki işçi hareketinin düzeyi, gerekse de uluslararası emek mücadelesinin durumu açısından, bildiğinden şaşmasını gerektirecek bir durum söz konusu değil.

BLAİR’İN EKONOMİK BAŞARISININ SIRRI!
Blair’in ekonomi politikalarının başarılı olup olmadığı sorusunun cevabına, ilk seçim zaferi öncesindeki ekonomik göstergelerle başlanmalıdır. İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de, işsizliğin göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda, Blair, ilk seçim zaferine imza atmıştır.

Blair’in ekonomik göstergeler iyiyken gelen zaferi; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül ediyordu. Zira Blair, yoğun işçi-emekçi muhalefetiyle iktidara gelmedi. Örneğin, aynı dönem, Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin hükümete gelmesi, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesinin bir sonucuydu. Bu hükümet değişikliği, Fransa’daki işçi direnişlerinin, nispeten geri bir noktadan başlayan, ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp, somut sonuçlar vermeye başlamasının ardından yaşandı. Bu nedenle, rahatlıkla söyelenebilir ki; Fransa’daki değişiklik, işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeydi.
İngiltere için, böylesi bir hareket söz konusu değildi. Bu durum, tabii ki, İngiltere’de hoşnutsuzluğun bulunmadığı anlamına gelmiyor. 1997 seçimleri öncesinde, yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair’e yöneldikleri doğrudur. O dönem, liberal ekonomi politikaların, geldiği noktada İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamasından dolayı, bu kesimin de, Blair ve partisini seçtiği biliniyor. Fakat Blair’in seçim zaferindeki asıl etkenin, burjuvazinin desteği olduğu görmezden gelinemez.
Peki, neden İngiliz burjuvazisi, açıktan ve tüm gücüyle Blair’i desteklemiştir? Bu sorunun cevabı, İngiliz emperyalizminin hedef ve ihtiyaçlarıyla yakından ilişkilidir. 1995 yılının ortalarında, sanayi kapasite kullanım oranını yüzde 58’e ulaştıran İngiliz sermayesi, hem kapasitesini hem de sermaye birikimini daha da büyütmeyi hedefliyordu. Bir yandan, yenilemeye çalıştığı sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yönelen, diğer yandan ise, hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse etmeyi hedefleyen İngiliz emperyalizmi için, Blair biçilmiş kaftandı.
İngiliz sermayesi, emperyalist planlarını yaşama geçirirken “ayak bağı” olabilecek, temposunu düşürebilecek hareketleri, işçi sınıfıyla çatışmaya girmeden halletmeyi hedefliyordu. Ayrıca, 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırladığı emperyalist atılım sırasında oluşabilecek toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek politik vizyona ihtiyaç duyuyordu. Blair “Üçüncü Yolu”, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umutla da, İngiliz burjuvazisinin yukarıda belirtilen ihtiyaçlarına her bakımdan cevap verebilecek nitelikteydi.
İşçi Partisi, artık, yeni çizgisiyle, sağ ya da “sol” değil, merkez bir partiydi. Blair; Katolikti, ‘sol’cuydu ve de sosyal piyasayı savunuyordu. İzlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda çözülmeye başlayan “toplumun iç birliği” için, “Hristiyan sosyalist” Blair’in birleştirici bir duruşu vardı. Tam da İngiliz emperyalizminin istediği duruş. Her pazar kiliseye giden Blair, bugün için de, ABD öncülüğünde girişilen toplumun dağılan dokusunu cemaat ülküsüyle yeniden güçlendirme ve dinler üzerinden halkları emperyalist politikalara bağlama görevini layıkıyla yerine getirebilecek bir “siyasetçi tipi”dir. Özgürlük Dünyası’nın birçok yazısında vurgulanan “yeni Orta Çağcılık” tanımına uygun bir şahsiyet. Oysa Blair’in fikir babası Anthony Giddens, ‘En son ihtiyaç duyacağımız, yeni bir Orta Çağcılık’ diyordu. Ama Giddens’in karşı çıkmadığı küresel sermaye birikimi, sanatta, bilimde, felsefede, politikada yeni bir Orta Çağ’a ihtiyaç duyuyor. Küresel birikim sürecine karşı çıkmayan “Üçüncü” ya da herhangi bir ‘yol’un alternatif üretme şansı yok. Bu nedenle, “Üçüncü Yol”, Blair elinde, otoriter neoliberalizm ve militarizmi örtmekte kullanılan edebi bir incir yaprağına dönüşmüş durumda.
Yeniden, Blair’in ekonomi politikalarındaki başarılarına (1975’ten beri ‘en düşük işsizlik oranı’ olan yüzde 3 ve ‘son 30 yılın en düşük yıllık enflasyon oranı’ olan yüzde 2.3 rakamlarına ulaşıldı) dönersek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İngiliz sermayesinin bir noktaya getirdikten sonra Blair’e teslim ettiği ekonominin bugünkü başarısı, emperyalist politikalardan, savaş politikalarından ayrı düşünülemez.
İngiltere’de “işçi, işsiz, köylü, öğrenci, memur, sosyal devletin kanatları altındadır” saptaması yaparak, Tony Blair hükümetinin “içeride toplumcu”, yani “sosyalist” olduğundan da söz edilemez. Bu sınıfların “sosyal devletin kanatları altında” olması, emperyalist sömürüden kendilerine pay verilmesinin yanı sıra İngiltere’deki emek mücadelesinin bir kazanımıdır.
Son 10 yılın İngiltere’sinde, emekçi mücadelelerinde bir yükseliş söz konusu. İngiltere’de 2003 yılında iki kez, sayıları 500 bin ile 1 milyon arasında değişen işçi ve emekçiler, alanlara çıkarak, Blair hükümetinin politikalarını ve Irak’ın işgal edilmesini reddettiler. Blair Hükümeti’nin uygulamalarına karşı işçilerde biriken öfkenin bir sonucu olarak, İngiltere’deki savaş karşıtı eylemlere sendikalar çok geniş katılım gösterdiler. Taşınan pankartların çoğunda, önde gelen sendikaların isimleri yazılıydı. Özellikle 8-10 sendikanın değişik kentlerden onlarca şubesi sürekli eylemlerdeydi. 
Sağlıkçılardan öğretmenlere, itfaiyecilerden demiryolu işçilerine, posta işçilerinden madencilere, on binlerce işçi ve emekçi, savaş karşıtı eylemlerde yerlerini aldılar. Bu durum, işçi ve emekçilerin yükselen mücadelesinin örgütlü bir şekilde savaş alanına yansımasıydı. Blair döneminde yükselişe geçen söz konusu mücadele, kısmî kazanımlar elde etmiş ve bazı “iyileşme”lerin hayata geçirilmesinde zorlayıcı güç olmuştur. Yoksa, İngiliz işçi sınıfının muazzam tarihsel birikiminden kendisine dersler çıkarmış olan İngiliz burjuvazisinin, son dönem yükselen mücadeleler karşısında göz yumduğu “iyileştirme”leri, kendiliğinden vermesi beklenemez.

YAŞANAN İKİLEMLERİN KAYNAĞI
Emperyalist iktidar savaşlarından alınan payın bir miktarını, ülkedeki sınıf mücadelesinin zorlamasının sonucu olarak, kendi sınırları içerisinde sus payı olarak dağıtan İngiltere gibi ülkelerde, muhaliflerin büyük çoğunluğu, içlerinde bulundukları sistemi derinlemesine sorgulayamıyorlar. Bunun için, ‘Savaşa karşı çıkalım ama bunu yapmak için bizim işsizleri cezalandıramayız, önceliğimiz onlar olmalı’ ikilemini yaşıyorlar.
Türkiye’de de aynı yanılgı ve ikilemler yaşanmaktadır. İngiltere’nin dış politikasını, ülkeleri işgal ettiği için “emperyalist”, kendi firmalarını tekelci yöntemlerle desteklediği için “faşist” diye nitelendiren birçok kişi, İngiliz İşçi Partisi’ni içeride “toplumcu” olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, Blair’in “toplumcu” yanının örnek alınması gerektiğini savunuyor. Bir kısmı ise, “Türkiye Tony Blair’ler tarafından sömürülen bir ülke; İngiltere gibi sömüren ülke olmadığı için, içeride sosyal politikaları hayata geçirecek kaynak bulamaz. Bu nedenle Blair modeli bize uymaz” diyorlar.
Bilinç bulanıklığını ortadan kaldırmak için, meseleye içeride “toplumcu”, dışarıda “emperyalist” ayrımı yapmaksızın, sınıf mücadelesi perspektifinden bütünlüklü bakmak gerekiyor. Emperyalist ülkelerde hükümet olan “sol” partiler, Lenin’in “Emperyalizm” kitabında açık biçimde ortaya koyduğu gibi, sosyal-emperyalist ya da sosyal-şoven partilerdir. Şöyle yazar Lenin: “Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır. Emperyalizmin geleceği konusunda ‘genel’ tutku, onu coşkuyla savunmak, her yönden süsleyip püslemek, günümüzün özelliği işte budur. Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine de sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran bir Çin Seddi yoktur. Bugün Alman ‘sosyal demokrat’ partisi denen partinin önderlerine pek haklı olarak ‘sosyal emperyalistler’, yani sözde sosyalist, gerçekte emperyalist deniyor.”**
Lenin’in bu emperyalist karakter teşhirinin ardından, bir kez daha vurgulamak gerekir ki, Tony Blair hükümetinin piyasa üzerine serpiştirdiği sosyal “sos”lar, bizim gibi ülkelerin sömürüsünden elde edilen kârın küçük bir kısmının “sus payı” olarak içeride dağıtılması olmakla birlikte, bu dağıtım otomatik olarak verme biçiminde tezahür etmemektedir. Emperyalist olmanın sunduğu söz konusu dağıtım olanağı, mevcut mücadelenin kopardıklarının onun dengesinin altüst olmasına yol açmayan bir “oynama payının” varlığıdır. Günümüzde zaten daraltılan da, bu oynama payıdır. Tekelci rekabet ve emperyalist büyük güçlerin birbirlerinin gücünü kırma ve rakibin etki alanlarını daraltma politikası yoğunluk kazanırken, emperyalist gericilikle işçi sınıfı ve bağımlı-ezilen halklar arasındaki çelişki gittikçe derinleşmektedir. Bu nedenle, İngiliz işçi sınıfının mücadelesinin olmadığı koşullarda, halihazırda var olan sosyal olanakların sürmesi imkansızdır, çünkü tekelci rekabet dolayısıyla, İngiliz sermayesi bu hakları hemen gasp edecektir. Tıpkı; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından izlenmek zorunda kalınan taviz politikasının, savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra değişmesi örneğinde olduğu gibi…
Bu gerçekleri gözardı ederek, Tony Blair’in “Üçüncü Yol” adını verdiği “sosyal emperyalist” politikaya karşı tutarlı bir tavır almak olanaksızdır. Tony Blair’lerin dünyadaki politikalarına karşı çıkmak, ancak,  Tony Blair’in reklamını yaptığı “Üçüncü Yol”una karşı çıkmak ve bu “Üçüncü Yol”un “içerideki” uygulamalarının “toplumcu” politikalarla hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymakla olanaklıdır. Sorun ya da olguların kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınması, yanlış sonuçlara götürür.
Buradan hareketle, bütünlüklü bir değerlendirmenin ışığında “Üçüncü Yol” şöyle tanımlanabilir: Dizginsiz küreselleşme karşısında küçük düzeltmeler, bazı küçük demokratik açılımlar önerse de, kapitalizmin tahakkümünü kabullenmenin, küreselleşmenin önlenemez bir dinamik olduğu varsayımıyla, kâr mantığı çerçevesinde bir dünyaya rıza göstermenin ideolojisidir.
** Lenin, Emperyalizm, s. 132-133., Sol Yayınları

Çiftçi eylemleri neyi gösteriyor?

Çiftçi eylemleri sık sık duyulur oldu. Neredeyse her gün bir başka bölgeden farklı ürün üreticilerinin eylemleri yazılı, görsel, işitsel medyada yer almaya başladı. Bir gün soğanların çöplere atıldığı, nehirlere döküldüğü haberleri geliyor, bir başka gün ıspanakların hayvan yemi yapıldığı. Bir yandan karpuzların piyasa sürülmeden ucuzlamasından dolayı tarlada çürümeye terk edildiği bilgisi geliyor, diğer yandan turunçgil üreticilerinin eylem yaparak ürünlerini sokağa döktükleri haberi. Bir gün hububat üreticilerinin ürünlerini yola dökmelerinin görüntüsü yansıyor ekrana, ertesi gün bir başka ürün üretenlerin yolu trafiğe kapattıklarının…
Eylemlerin arkasında, birinde MHP il teşkilatı, bir diğerinde DYP il örgütleri, bazısında ziraat odaları, bazısında başka bir üretici örgütünün yer alması, gerçeğin üzerinden atlanmasına yol açmamalıdır. Sürekli savunmaya çekilen üreticinin artık sıkıştığı, savunmada kalamadığı açıkça görülmektedir. Kendi kendilerine çözüm yolu aramaya koyulan üreticiler, hayal kırıklığı yaşıyorlar. Herhangi bir üründen zarar eden üretici bir başka ürüne yöneliyor. O üründen bir yıl kâr etse, ikinci yıl yoğun üretimden dolayı zarar edip, vazgeçiyor. Yaşadıklarını kabul edip emek yoğun ürünlere yöneliyor, kendisini geçimlik pozisyondan yarı geçimlik pozisyona itiyor, ama yine de olmuyor, olmuyor.
AKP Hükümeti, sürekli tarımı desteklediğinin propagandasını yapıyor. Çeşitli kurumlar tarafından hazırlanan raporlar da, AKP’nin bu propagandasını destekliyor. Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından, tarım konusunda çalışmalar yürüten Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden iki profesöre hazırlatılan, “DTÖ ve AB’deki gelişmeler ışığında 21. Yüzyılda Türkiye Tarımı” raporunda şu ifadelere yer verilmekte: “Tarıma yapılan transferlerin Yurtiçi Gayrisafi Milli Hasıla içindeki payı tekrar eski seviyesi olan yüzde 4’e yükselmiştir. Tarım sektöründe yüksek oranda korumalarla sağlanan piyasa fiyat desteği de tekrar yüzde 80’lere ulaşmıştır. Transfer göstergelerindeki gelişmeler, politikalarda kalıcı ve köklü değişiklikleri taşımaktan uzaktır.” TÜSİAD raporu, IMF ve Dünya Bankası patentli tarım reformunda sapmaların olduğunu düşünüyor.
Verilere bakıldığında, hükümetin tarıma yönelik harcamalarında gerçekten de bir artış görülüyor. 2004’ün Ocak-Mayıs dönemine göre, 2005 aynı döneminde tarımsal kesime yapılan destekleme, yüzde 70.4 oranında yükseldi. Hatta hükümetin harcamadan yana böylesi “cömert” bir tavır içine girmesi, erken seçim tartışmalarını bile beraberinde getirdi. Bu noktada üretici eylemlerindeki artışın nedeni önem kazanıyor. Desteklendiği halde eylem yapan üreticiler “kötü niyetli” kişiler mi? Yoksa tarım kesimini içten içe kaynatan, öfke birikmesine yol açan çok ciddi sorunlar mı yaşanıyor?

VERİLERİN YORUMA YER BIRAKMAYAN ÇARPICILIĞI
Çiftçilerin son dönem eylemlerinin nedenini anlamak için, tarımın tablosuna iyi bakmak gerekir. Son beş yılda dünyanın en fazla gelir kaybına uğrayan çiftçisi, Türkiye çiftçisidir. 1999 yılında uygulanmaya başlanan IMF güdümlü ‘‘Tarım Reformu’’ nedeniyle, Tarım kesimine aktarılan kaynaklar, üç yılda 4.3 milyar dolar azaldı. Tarımsal gelirde büyük oranlı düşüşler yaşandı. Dünyanın en pahalı gübresini ülke çiftçisi kullanıyor. Uygulanan IMF güdümlü politikaların sonucu olarak, verimlilik açısından son derece önemli bir girdi olan gübrede tüm destekler kaldırıldı. Desteklerin kaldırılmasının yanı sıra, TÜGSAŞ’a bağlı gübre fabrikaları kapatıldı, satıldı. Elde kalan son fabrikalar da özelleştirilme sürecinde. 1999 yılında 1 kg amonyum nitrat 38 bin lira iken, 2003 yılında 230.300 TL’ye yükseldi.
Dünyanın en pahalı elektriğini kullanan çiftçi de bu ülkede bulunuyor. AKP, iktidara gelir gelmez, tarımsal sulamalara verilen desteği kaldırdı. 2002 Aralık ayında, yaklaşık 102 bin lira olan tarımsal sulamada kullanılan elektrik fiyatını yüzde 34,4 artırarak, 138 bin liraya çıkardı. Sanayide kullanılan elektriğin fiyatı 121 bin Lira iken, tarımsal sulamada kullanılan elektriğin fiyatı 135 bin lira. Kültür balıkçılığı ve kümes hayvancılığında kullanılan elektriğin fiyatı 141 bin; soğuk hava depolarında kullanılan elektriğin fiyatı ise 145 bin lira. Hayvancılık işletmeleri ve seralarda kullanılan elektrik, ticarethane gibi fiyatlandırılıyor. Yakın zamanda sanayi kesimi için yapılan bir araştırmanın sonuçları duyuruldu ve dünyanın en pahalı elektriğini ülke sanayiinin kullandığı açıklandı. Oysa, Türkiyeli üretici köylü, elektriği sanayiciden bile daha pahalıya kullanıyor.
Bu çerçevede, üreticiler, en düşüğü 50 milyar TL olan elektrik borçları ile karşı karşıya kaldılar. Hükümet, bu borçlara karşı eylemlerin ve tepkilerin artması üzerine, sulamadan kaynaklı borçların faizlerini sildiğini açıkladı. Hükümet, tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerjisinin 660 trilyon TL ana parası dışındaki borcunun faizlerinin silineceğini, borcun, tarımsal TEFE ile yeniden yapılandırılarak, 36 ay taksitlendirileceğini belirtti. Yaklaşım, üretici açısından yakıcı bir soruna geçici çözüm bulma kolaycılığını yansıtıyor. Doğrudan Gelir Desteği ödemesi uzun süreler geciktirilirken üreticiye herhangi bir faiz ödemesi yapılmamasına koşut olarak, üreticiden elektrik enerjisi bedeli alacağı tahsil edilirken de faiz alınmaması doğal sayılmalı. Ancak, yetkililerin açıklamalarında ana para dışındaki faizlerin silineceği belirtilmesine karşın, borç, “Tarımsal TEFE” ile yeniden yapılandırıldı. “Tarımsal TEFE”, piyasa faiz oranlarının bir miktar altında olmakla birlikte, neticede, bir faiz uygulamasıdır. Oysa, bu alanda uygulanacak kalıcı yapısal önlem, tarımda kullanılan elektrik enerjisi bedelinin sübvanse edilmesi olmalıydı.
Dünyanın en pahalı mazotunu kullanan çiftçi de, maalesef Türkiye’de. 1999 yılında 260 bin lira olan mazotun litresi, 2003 yılında 1 milyon 400 bin liraya çıkmıştı. 2005 Haziran ayında, 1 milyon 900 bin lirayı buldu. Geçtiğimiz yıl, DGD parasından bir miktarı kesilerek, ‘‘mazot desteği’’ adı altında, çiftçiye ödeme yapıldı. Azami 500 dekara kadar olmak kaydıyla, 3.9 milyon TL/dekar destek sağlandığı ifade ediliyor. Türkiye tarım sektöründe 2.5 milyon ton düzeyinde mazot kullanılırken; 4.1 milyon tarım üreticisinden ancak 2.6 milyonu, 26 milyon hektar tarım alanının ancak 16 milyon hektarı için DGD başvurusu yapabildiğinden, ‘mazot desteği’nden üreticinin yüzde 60’ı, tarım alanının ise yüzde 63’ü yararlanabiliyor. Kaldı ki, toplamı 640 trilyon olan destek, DGD’nin içinde kaybolmakta ve tarımsal faaliyet dönemlerinde ödenmediğinden, gerçek bir destek niteliğine kavuşamamaktadır. Başbakan, bu yıl mazota 300 bin lira destek verileceğini açıkladı. “Devede kulak” sayılabilecek olan bu rakam, geçen yılki gibi, dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği var sayılarak ödenecek. Ancak tarlaya hububat ekilecek ise, bir dönümde 15 litre, mısır ekilecek ise 20 litre, pancar ekilecekse 30 litre, ayçiçeği ekilecek ise 20 litre mazot tüketiliyor. Sulama pompasında harcanan mazot, bunun dışında. Hükümetin sadece 8 litre üzerinden hesap yapması ve bunun da çok azını karşılaması, desteği sözde kılıyor.
Türkiye’de tarımsal alt sektörler içinde en büyük çöküş, hayvancılık alanında yaşanıyor. Bunda; girdi maliyetlerinin yüksekliği, çayır ve meralardan yararlanma olanaklarının çeşitli nedenlerle kısıtlanması gibi etkenler yanında, Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve YEMSAN özelleştirmeleri başat rol oynadı. Israrla özelleştirme uygulamalarını savunan, TŞFAŞ ve TEKEL’in de özelleştirilerek yabancı sermayeye geçişine yönelik uygulamaları sürdüren hükümetin, hayvancılık alanında yaşanan çöküşü engellemek için, EBK Kombinalarından kalanları, bakanlık bünyesinde toplamaya çalışıyor. Bu durum, hükümetin, kamusal piyasa düzenleme gücü olmaksızın tarım politikası uygulanamayacağı gerçeğini fark etmesi açısından, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Fakat tablo hiç iç açıcı değildir. Karma yemin (sığır) kilosu 2000 yılında 93.000 iken, 2003 yılında 242.000 TL’ye yükselmiştir. 2005 Mayıs ayı itibariyle, fiyat, 360 bin TL’dir. Artış oranı, üç kattan fazladır. Bu artış, hayvancılıktaki yüzde 10’luk üretim düşüşünün en başta gelen nedenlerinden biridir. Şu anda hayvancılıkla uğraşan üreticilerimiz, sattıkları 1 kilo süt karşılığında 1 kg yem alamaz duruma gelmişlerdir.
Tarımsal üretim etkinliğini artırabilmenin araçlarından biri de, tarımsal kredinin ucuz ve kolay ulaşılabilir olmasıdır. Geçen yıl, Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatiflerine olan toplam 2.7 katrilyonluk borçlarını ödeyemeyen ve haciz kıskacı altında olan üreticilerin borçları yeniden yapılandırıldı. Yine, 2004 yılında 2 katrilyon TL’nin üzerinde selektif kredi hacmi “yaratılmasına” karşın, kullanılan kredi miktarı, Ziraat Bankası’ndan 307 trilyon, tarım kredi kooperatiflerden 234 trilyon olmak üzere toplam 604 trilyon TL ile sınırlı kaldı. Bu verilere rağmen, Başbakan yaptığı açıklamada, 2005 yılı için tarımsal kredi hacminin genişletilmesini üreticiye müjde olarak sundu. Oysa veriler göstermektedir ki, giderek gerileyen bir tarımsal yapı ve azalan tarımsal gelir söz konusu iken, tarım üreticisinin faizle para kullanması mümkün olmuyor. 2004 yılının kredi hacminin neredeyse 1.5 katrilyonluk kısmı kullanılmamış iken, Başbakan’ın “2005 yılında 2.5 katrilyon TL’lik kredi hacmi yaratma” müjdesi, üreticiye inandırıcı gelmiyor.
Don, sel, fırtına, kuraklık, heyelan gibi doğal afetler karşısında en çaresiz çiftçi de Türkiye’de. Ülkemizde sık sık görülen doğal afetler karşısında tarımsal ürünü kaybetmek, devlet tazmini için yeterli şartı oluşturmuyor. Devlet yardımı, “tüm mal varlığının yüzde 40’ının yitirilmesi” gibi garip ve bir o kadar da ağır bir şarta bağlandığından, çiftçi devletten yardım alamıyor, doğal afetler karşısında çaresiz kalıyor. 2004 yılı içinde, yalnızca yaşanan don felaketinden dolayı ülke çiftçisinin uğradığı zarar, 1.5 katrilyon TL’dir. Yapılan ödeme, uğranılan zararın 40’ta birini bile karşılayamamıştır. Meyve-sebzede, pamukta, fıstıkta, kayısıda uğranan zarar, üreticiyi yıkıma uğratmıştır. Buna rağmen, Başbakan, tarımsal afet yaşayanlara 52,5 trilyon kaynak ayırdıklarını söyleyip, bununla övünebiliyor. Başbakan, aynı zamanda, Nevşehir ve Niğde yörelerinde görülen ve “kanserli patates” olarak anılan hastalıklı patatese karşı ivedi önlem aldıklarını, patates üretimine sınırlama getirildiğini, zarara uğrayan üreticilere 15 trilyon TL destek ayrıldığını, her fırsatta belirtiyor. Fakat korkunç gerçeğin üzerinden atlıyor; mantar hastalığından ötürü, pek çok tarlada en az 30 yıl patates yetiştirilemeyecek. Oysa mantarlı patates tohumları dışarıdan ithal edildi. Hastalıklı patatesin tüm vebali Tarım Bakanlığı’nda. Çünkü ithal edilecek tohumlukların incelenmesi için, yurt dışına, mantar ve virüs konusunda değil, bakteri konusunda uzman ziraat mühendisleri gönderildi.
Ülke çiftçisi, sağlıklı işleyen bir Tarım Sigortaları Yasası’na halen sahip değil. Şu an Meclis’te yasallaşmayı bekleyen Tarım Sigortaları Yasa Tasarısı’nın, üreticilere can simidi olmak yerine, özel şirketlere kaynak aktarmak gibi bir işleve sahip olduğu görülüyor. Tasarının içeriği kısaca şöyle: Yasayla, olası doğal afetlerin tazmin edilmesi için ödenecek tarım sigorta pirimlerinin yüzde 50’sini Hazine’nin ödemesi planlanıyor. Geriye kalan yüzde 50’lik bölümü, üretici ödeyecek. Ödenen primler bir havuzda toplanacak. Çiftçin zarar görmesi durumunda, eksperler tespitte bulunacak ve zarar, oluşturulan havuzdan karşılanacak. Uygulama, devletin yükünü hafifletmeyi hedefliyor. Özel şirketler şu anda da tarım sigortası yapıyorlar, ama üreticiler buna yanaşmıyor. Yanaşmamalarının nedeni ise, primlerin çok yüksek fiyatlı olması değil. Asıl neden, Gayrı Safi Milli Hasıla’dan en az payı alan çiftçilerin tarım sigortalarına ayıracak paralarının bulunmaması. Çiftçilerin büyük bir kısmının prim ödeme sorunu yaşayacak olması dikkate alınmaksızın, Tarım Sigortaları Kanunu ile, çiftçiler, zorunlu olarak özel şirketler tarafından sigortalanacak. Bu sigorta sistemine girmeyen çiftçilerin, zarar oluştuğunda, zararları kesinlikle karşılanmayacak. Tasarının sakıncalı bir diğer yanı ise, üreticilerden alınan primler ile Hazine’nin sağlayacağı kaynağın toplanacağı havuzun yönetiminin bir sigorta şirketinde olması. Bankacılıkta yaşanan ‘‘batık’’ olaylarının ardından, Türkiye’deki denetim otoriteleri ve mali sisteme güven duyulabilir mi? Kısa süreli aralıklarla ekonomik krize giren Türkiye’de, birikimler, kriz dönemlerinde nasıl korunacak? Sigorta şirketi batarsa ne olacak? Bu sorulara cevap veremeyen tasarı, şirketleri güvence altına almış durumda. Üreticilerle yapılan anlaşmaların üzerine çıkan hasarlarda, devlet şirketlere bu hasar fazlasını ödeyecek! Şirketler yerine üreticiyi güvenceye alan bir yasa hâlâ ihtiyaç.
AKP Hükümeti, çiftçiyi yeniden üretime döndürdükleri için, 2002’de 6 bin 300 olan yurt içi traktör satışının 2004’de 30 bine çıktığını ifade ediyor. Oysa ki, traktör satışı, 1997’de 48 bin, 1998’de ise 49 bin idi. Eğer iddia edildiği gibi, çiftçi üretime dönseydi, son iki yılda, Çukurova ve Ege’de pamuk, İç Anadolu’da buğday ekim alanları boş kalmaz; ekilen tarım arazisi, 2002 yılında 18 milyon 123 bin hektar iken, 2003 yılında 17 milyon 549 bin hektara inmezdi. Ülke çiftçisi, ürettiği için cezalandırılan bir pozisyonda. 2000 yılından bu yana uygulanan IMF güdümlü politikalar sonucu, son beş yılda, Türkiye’de, tarımsal fiyatlarda yüzde 13 düzeyinde bir reel düşüş olmuş, ekili alanlarda ise 450 bin hektarlık bir azalma görülmüştür.
Dünün en büyük tütün üreticisi olan Türkiye’de, tütün üretiminde, son üç yılda, yaklaşık yüzde 40 oranında bir azalma olmuştur. TEKEL’in içki fabrikalarının özelleştirilmesinin ardından, üzüm fiyatları, bu yıl, geçen yıla göre, yüzde 25-30 gerilemiştir. Şeker pancarına konulan kota sonucu, pancar üretimi gerilemiştir. Genetiği değiştirilmiş mısır ithalatı ve nişasta bazlı şeker kotalarının her yıl Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 50 oranında artırılması sonucu, pancar üreticileri engellenirken, yabancı mısır üreticileri ödüllendirilmektedir.

HEDEFTE OLMANIN TAŞIDIĞI KAÇINILMAZ POTANSİYEL
Türkiye tarımı böylesi bir tabloya sahip. Birçok iktisatçı, politikacı, sosyal bilimci bu tabloya bakmadan, soyut bir şekilde, 21. Yüzyıl’da Türkiye tarımın mutlaka rekabetçi bir yapıya kavuşturulması gerektiğini belirtiyor. Bu söylemlerini, “Dünya Ticaret Örgütü, AB, IMF ve Dünya Bankası kararlarının artık her türlü desteği ortadan kaldıracağını, oluşacak olan yeni koşullarda, ülke tarımın ayakta kalabilmesi için, rekabet edebilir bir yapıda olması gerektiği” tezine dayandırıyorlar. “Rekabetçi tarım sektörü” söylemiyle kastedilen şudur: Hiçbir devlet desteği olmadan, tarımın, piyasa fiyatlarından üretim faktörlerini edinebilmesi, diğer sektörlerle bu açıdan rekabet edebilmesi ve ürününü, makul bir kârla, işleyen piyasalarda satabilmesidir.
Yukarıdaki ülke tarımına ilişkin veriler dikkate alındığında, Türkiye tarımının, kendiliğinden, rekabete uygun hale gelmesi imkansızdır. Türkiye’de tarımın verimsizlik, çok parçalı ve küçük olma, teknolojik gerilik gibi yapısal sorunları da dikkate alındığında, rekabete açılması, yıkımdan başka bir anlam ifade etmiyor. Dünya tarımına da, aynı emperyalist merkezlerden, aynı politikalar dayatılıyor. Uluslararası kuruluşların verilerine göre, 1,5 milyar insan tarımla uğraşıyor ve bunlardan 1.3 milyarı (traktör, hayvan gibi  olanaklara sahip olmadığından), eliyle üretim yapıyor. Böylesi bir yapıda, kapitalist tarımın hakim olmasının doğal bir sonucu olarak, tarımdan kopup varoşlara akacak nüfus, AB ve ABD’deki gibi milyonlarla değil, yüz milyonlarla ifade edilecek. Brüksel’de “rasyonellik” masalı anlatılırken, AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılı arasında, tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. AB’de 10 yılda ortaya çıkan bu tablonun, Latin Amerika, Asya, Afrikaya doğru yayıldığında ortaya çıkaracağı sonuçlar, çok daha dramatik olacak.
2001’de DTÖ’ye dahil olan ve DTÖ kurallarını uygulamak zorunda kalan Çin’in iktisatçılarına göre, önlerindeki 10 yılda, ülkelerinde, 250 ile 400 milyon arasında köylü, topraklarını terketmek zorunda kalacak. Can alıcı soru burada yatıyor: “Daha şimdiden Çin’in büyük kentlerinin varoşları topraksız köylüler tarafından ‘istila edilmişken’, yarım milyara varan köylü nüfusunun varoşlara ulaştığı durumda söz konusu kentler ve oradaki ‘muhtemel yaşam’ nasıl ‘korkunç’ bir hal alacaktır?” Kısacası, Dünya Ticaret Örgüt (DTÖ), IMF’nin, Dünya Bankası’nın (DB) benimseyip dayattığı neolibarel politikalar, bugün tasarlandığı biçimiyle uygulanmaya devam ederse, ortaya çıkacak tabloyu hayal etmek bile ürperticidir.
Özgür Üniversite forum serisi içinde yer alan “Küreselleşme Çağında Tarım Sorunu” başlıklı kitaptaki “Kapitalizm ve Yeni Tarım Sorunu” başlıklı yazısında Samir Amin, kapitalist yıkıcı etkiye karşı, “piyasayla” köylü tarımı arasında bir düzenleme tasarlamak gerektiğine dikkat çekmiş. Amin, bahsettiği düzenlemelerle, ulusal ve bölgesel düzeyde, koşullara uygun olarak, şunların hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmiş: “Ulusal üretimi korumalı, gıda güvenliğini sağlamalı ve emperyalizmin gıda silahı etkisizleştirilmelidir. Tarımsal fiyatların ‘dünya pazarı’ fiyatlarıyla bağını koparmak gerekir. Yavaş da olsa, köylü tarımında sürekli verimliliği artırarak, kırlardan kentlere göçü denetim altına almak mümkün olabilir. Dünya pazarı denilen düzeyde de, muhtemel arzulanır düzenleme, bölgeler arası anlaşmalar yapılabilir.”
Türkiye’de tarımsal soruna çözüm aramak yerine, tarımsal nüfusu azaltmak adına, tarımı kökten halletmek –ulusal ve uluslararası sermayenin dayatmaları sonucu– tercih ediliyor. Bu tercih, üreticileri sıkıştırıyor. Sürekli savunmaya çekilen üretici, artık savunma stratejisi de geliştiremez durumda. Çoğalan çiftçi eylemleri de, şu an gelinen noktanın doğal bir sonucudur. Yayılma, kitleselleşme potansiyeli taşımaktadır. Tıpkı emperyalist saldırıların direk hedefi konumundaki SEKA, Seydişehir Alüminyum, Ereğli Demir-Çelik, Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri, TÜPRAŞ, TEKEL, Telekom gibi.
İşyerini savunmayı vatanı savunmayla eşdeğer görüp mücadeleye atılan Seydişehir işçisinin tavrını, üretim yaptığı toprağını savunmayı vatan savunusu sayan çiftçi de gösterme eğilimi taşımaktadır. Birçok Anadolu kentinin sosyo ekonomik yapısında çitçilik önemli bir yer tuttuğu için, kent halkıyla köylü hareketinin buluşması kolaydır. Bu duruma en iyi örnek, Tokat’ta, TEKEL’in özelleştirilme girişimine karşı yapılan mitingtir. Esnaf, çiftçi, işçi bu mitingde bir araya gelerek, kitlesel bir mitinge imza atmıştır.
Özelleştirme hedefindeki işletmelerin emekçilerine yönelen saldırılar ile çiftçilere yönelik saldırılar, sermayenin uluslararası hareketinin parçasıdır. Saldırılar, tüm işçi, emekçi ve köylüleri hedefliyor ve saldırıların etkisiz kılınması, ülke düzeyinde bir karşı koyuşu gerektiyor. Saldırılara karşı birleşik, yaygın ve etkili bir mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğunu ve hedefini taşıyan sınıfın partisinin köylü hareketini dikkatle izlemesi ve hareketin taşıdığı potansiyeli değerlendirmesi, hedefleri ve misyonu açısından bir zorunluluktur.

SÖMÜRÜ İLİŞKİLERİNE BAKIŞ: Faiz, rant ve kâr hattında durum!

Sömürünün özet tanımı şöyledir: Birinin ürettiği değere (artı değer) bir başkasının el koyması hali. Türkiye ekonomisine ilişkin veriler, Türkiye’de sömürü ilişkilerinin giderek derinleştiğine (işçi ve emekçilere, ürettikleri artı değerden giderek daha az pay verildiğine) işaret ediyor. Bu yazının hedefi, faiz, rant ve kâr hattında süren sömürü ilişkilerine güncel bir ışık tutmak!
Resmi verilere göre, Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 2,2 oranında büyüdü. Dünya rekorları kıran, Çin ile yarışan yüzde 9’luk büyüme oranlarından (üstelik yumuşak iniş beklenen bir yılda) yüzde 2’lere düşüş adeta ekonomik bir çakılmaydı. Üstelik nüfus artışı hesaba katıldığında, bu neredeyse sıfır büyüme demek. Ama ilginçtir ki(!) birileri, çakılmak yerine, adeta uçuşa geçti. Forbes dergisinin “En zengin 100 Türk” araştırması bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. En zengin 100’ü gösteren bu listeye göre, Türkiye’nin 35 olan dolar milyarderinin sayısı 44’e yükselmiş (demek ki, ekonominin yüzde 2,2 büyüdüğü bir yılda milyarderlerin sayısı yüzde 25 artmış).
Söz konusu bu milyarderlerin kişisel servetleri de artıkça artmış. 100 zenginin toplam serveti, yaklaşık olarak, 118 milyar dolara ulaşmış. Liste başındaki Ferit Şahenk’in kişisel serveti 3 milyar 400 milyon dolar. Sahip olduğu “üretim araçları”nın değeri dahil değil buna. Ferit Şahenk 800 milyon dolar koymuş geçen yılki servetinin üstüne. Saniyede 25 dolar kazanmış. Demek ki, 16 saniyede bir asgari ücret (400 dolar) kazanmış. Listenin ikinci sırasında Koç ailesinden Semahat Arsel yer alıyor. Serveti, 3 milyar 200 milyon dolar. O da, geçen yıl servetine 600 milyon dolar daha koymuş.

ÇALIŞMA SAATLERİ VE GELİR İLİŞKİSİ
Ferit Şahenk’in, Semahat Arsel’in kişisel servetlerine kattıklarını üreten işçi ve emekçiler ne kattılar acaba kişisel servetlerine? İşte bu sorunun cevabını aramak için verilere baktığımızda, “çalış senin de olur” söylemini doğrulayacak en ufak bir veri olmadığını görüyoruz!
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı “Factbook 2013” başlıklı çalışması, bunlardan biri. Çalışmada üye ülkelerin çalışma saatlerinin karşılaştırılması da yer alıyor. Çalışanlar; Türkiye’de, Almanya’dan yılda 464, Fransa’dan 401, İngiltere’den 252, İspanya’dan 187, Japonya’dan 149, İtalya’dan 103 saat fazla çalışıyor.
Araştırmada göze çarpan çok daha vahim bir durum daha var. OECD’nin araştırmasına göre, Türkiye’de çalışanlar, yılda ortalama 1877 saatini işte geçiriyor. 8 saatlik iş günü hesabıyla, yılda 235 gün çalışıp, 130 gün tatil yapıyoruz sonucu çıkıyor ki, bu gerçekçi değil. Çünkü bu ülkede, sayıları 3 milyonu bulan memurlar ve kamu işçilerinin dışında çok az emekçi bu ülkede 8 saat çalışma şansına sahip. 130 gün gözüken çalışma günlerinin 104’ü “cumartesi-pazar” diye düşünülebilir. Ama bu ülkede cumartesi çalışmayan işyerlerinin sayısı da azınlıkta kalıyor.
Öyleyse OECD verileri eksik mi? Bu, tamamen hesaplama yöntemiyle alakalı bir durum. Yıllık ortalama çalışma süresi, yıl boyunca çalışılan toplam saatin, istihdamdaki ortalama kişi sayısına bölünmesiyle bulunuyor. Veriler, part-time ve tam zamanlı çalışanlar dahil olmak üzere, kendi işinde veya bir işyerinde çalışanları kapsıyor. Türkiye’de, referans haftasında 1 saat çalışanları bile, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) istihdam edilmiş kabul ediyor. Bu da ortalamayı düşürüyor. Oysa geçici, eksik istihdam çıkarıldığında, Türkiye’de çalışma saatlerinin OECD ortalamasının çok çok üzerinde ve de uzun olduğu biliniyor.
Şimdi bu gerçeği bir kenara bırakarak, çalışma süresi bakımından Türkiye’nin geride bıraktığı ülkelerin gelir durumuyla Türkiye’ninkini karşılaştıralım!

Tabloda sol eksende yıllık çalışma süreleri (saat), sağda ise yıllık hanehalkı net gelirleri ($) yer alıyor. Her ülkeye ait soldaki dikey grafik yıllık çalışma süresini, sağdaki ise yıllık net geliri gösteriyor.
Tabloda açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin emekçileri onca çalışmaya rağmen “emeğinin karşılığını” hiç mi hiç alamıyor. Türkiye’de emekçiler 1877 saat çalışma karşılığında sadece 10997 dolar kazanırken; Japonlar, daha az, yani 1728 saat çalışarak, Türkiye’dekilerin 2 katı (23458 dolar) kazanıyor.  Amerikalılarsa, 100 saat daha az çalışmalarına karşılık, Türkiye’dekilerin 3 katı (37708 dolar) kazanıyor.
Böylesi bir tablonun ortaya çıkmasının ardında, uluslararası iş bölümü ve bu iş bölümünde Türkiye’ye düşen rol yatıyor.  Küreselleşme denen süreçte, “merkez ülkeler” (Japonya, ABD, AB) bilişim, iletişim, tasarım türünden katma değeri yüksek işleri ve finansı kendinde ellerinde tutarken.. Asya, Latin Amerika, belli Afrika ülkeleri, kısmen Doğu Avrupa ve Türkiye’yi adeta kendi atölyelerine çevirdiler. Otomobil, beyaz eşya, gıda, tekstil vb. dayanaklı mal üretimi bu coğrafyalara kaydırıldı. Keza çevre sorunları yaratan demir-çelik, gemi, kimya gibi sanayiler de… Bir zamanlar dokuma ve gıda atölyelerinden ibaret imalat yapılan Türkiye’de, bugün otomotiv endüstrisinin en büyük “ihracatçı” durumuna gelmesi de bu işbölümünün sonucudur. Büyük bir bağımlılıkla gerçekleşen Türkiye’nin otomobil ihracatı, mevcut durumu özetler niteliktedir.
Yabancı sermaye ile kaynaşan ve “merkez”in tanıdığı inisiyatif ölçüsünde gelişebilen Türkiye gibi ülkelerin ihracatları hep “en ucuza üretme” şartına bağlanmış durumda. İşte bu dibe doğru yarışın emekçiler açısından neticesini TÜİK verileri ortaya koyuyor. TÜİK’in yoksulluk verilerine göre; Türkiye nüfusunun yüzde 30’u kişi başına ortalama ayda 475 liranın altında, yüzde 16,1’i de 339 liranın altında bir gelirle yaşıyor. Çalışanların üçte ikisi (toplam nüfusun dörtte biri), aylık, ortalama brüt 1088 lira veya altında bir gelire sahip. Yani, toplumun çok geniş kesimi, ayda net 800 liradan daha az parayla geçiniyor.

ÜRETİP TÜKETEMEZ HALE GELME!
Geçen yıl Türkiye ekonomisin yüzde 2,2 gibi düşük bir büyüme performansı göstermesinin en büyük etkenlerinden biri, tüketimin azalması. 2012 büyüme verilerine bakıldığında, hanehalkının bir önceki yıla göre daha az tükettiği görülüyor.
Bu bir tercih değil! Vatandaş geçen yıl tükettiğinden daha az tüketmek zorunda kalmış.
Çünkü geliri, günlük gıdasını, giyimini, ulaşımını vb. çoğaltacak kadar artmamış. Ekonomi hangi oranda büyürse büyüsün, ihracat hangi oranda artarsa atsın, insanlar, emekçiler yani, refahtan giderek daha düşük pay alıyor. Gelir dağılımı bozuldukça bozuluyor. Bir yandan dolar milyarderlerini çoğaltan sistem, diğer yandan asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bile tüketim yapamayan vatandaşlarının sayısını artırıyor. Ekonomi fren yaparken, lüks konut, lüks otomobil satışlarının artması bundan… 2013 Mart ayı otomobil satış verilerine göre, her birinin değeri 500 bin lirayı bulan 3 adet Ferrari, 40 adet Porsche satılmış. Bunlardan daha düşük ama lüks kategorisindeki BMW, Mercedes, Audi satışları da, bin ile 2 bin adet arasında, tam gaz gitmiş.
Burada şu soru akla gelebilir: “İnsanlar harcanabilir gelirlerini harcamıyor da, tasarrufa mı yöneltiyor?”
Bu sorunun cevabı açıkça hayırdır! Milli gelirin yüzde 20’si büyüklüğünde olması gereken iç tasarruflar, 2012 yılında milli gelirin yüzde 14’ü büyüklüğünde. Demek ki, insanlar para harcıyor. Hatta yurtdışından gelen ve (cari fiyatla) milli gelirin yüzde 5.2’sine ulaşan dış kaynağı da ceplerindeki paraya katarak harcıyor.
TÜİK’in gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, hane halkının toplam gelirinin yüzde 44’ü maaş ve ücret geliri. Yüzde 4’ü yevmiye… Yüzde 18’i emekli, dul, yetim aylığı… Demek ki, ülke hanelerinin 3’te 2’sinin harcaması, maaş, ücret artışına bağlı! TÜİK’e göre, 19,5 milyon hane bulunduğuna göre, 13 milyon ailenin durumu bu!
Maaş ve ücretler sürekli baskılandığı için, geliri yaşamını sürdürmesine olanak vermeyen vatandaş da çareyi borçlanmakta buluyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre, hane halkımızın banka ve banka dışı borçlarının toplamı, harcanabilir gelirlerinin toplamının yüzde 54’üne ulaşmış durumda. Bu oran, 2009 yılında yüzde 36,4 ve 2010 yılında yüzde 45,8, 2011 yılında se 51,7 idi.  Giderek artan bu oran sonucu, vatandaş, kendisine yetmeyen gelirinin bir kısmını da giderek daha fazla oranda faize ayırmak zorunda kalıyor. Veriler, hanehalkının, harcanabilir gelirinin yüzde 5’i oranında faiz ödediğini gösteriyor. Bu demektir ki; ürettiği değerden işçiye, emekçiye giderek daha az pay veren sermaye, verdiğinin de yüzde 5’ini faiz olarak geri alıyor.
Ürettiği değere sermayenin giderek artan oranda nasıl el koyduğunu, Forbes dergisinin “100 en zengin Türk” anketine dönerek bir kez daha hatırlayalım. Forbes’in hesabına göre, en zengin 100’ün toplam serveti, yüzde 25,8 artarak, 117,8 milyar dolara ulaşmış. Bu servet artışları, ekonominin hızlı büyüdüğü, istihdamın belirgin biçimde arttığı, ortalama yurttaşın yaşam standardının az da olsa yükseldiği bir yılda mı yaşandı? Cevap: Hayır! Ekonomin çakıldığı bir yılda yaşandı tüm bu artış.
En zengin 100 zengin, yılda 24.75 milyar lira yeni servet artışı edinmiş. Geriye kalan 74 milyon 999 bin 900 kişi (nüfusu 75 milyon kabul edersek), yıl boyunca didinmiş, alın teri dökmüş, iş kazasında sakat kalmış ya da can vermiş, ama nafile. Ancak 250 milyon dolar artırabilmiş. Bu rakamı 100 ile çarpınca, en zengin yüz kişinin servet artışına (250 milyon TL x 100= 25 milyar) ancak ulaşabiliyoruz. Ülkenin yüz zengini ülkenin tamamının 100 katı kadar servet artırdığına göre, demek ki, ülkenin 1 zengini bütün ülkeye bedel!
Forbes 100’deki 87 kişi, bir biçimde gayrimenkul sektöründe iştigal ediyormuş (konut fiyatları giderek şişerken, memleket inşaattan geçilmezken, beklenmedik bir durum değil bu iştigal.) Rakamsal bazda Forbes 100’ün servetine en büyük katkıyı ise 14,4 milyar lira ile bankacılık sektörü yapmış.

KAPİTALİZMİN SACAYAKLARI
Yazı boyunca dikkat çekilen üretilen artı değere en tepedekilerin el koyması, dış kaynak girişi, bankacılık ve inşaat sektöründeki büyüme gibi olgular bizi bir yere götürüyor. Kapitalist ekonominin gerçeğine.. Kapitalist ekonominin sacayaklarına, yani faiz, rant ve kâr’a… Dış kaynak getirenin hedeflediği birikimi faiz, inşaat sektöründeki hızlı büyümeyi de rant kavramıyla değerlendirmemiz gerekiyor.
Faiz, rant ve kâr, toplumda üretilen artık-değerin paylaşılma biçimleridir. Artık değer, sanayide, tarımda ve hizmet sektöründe emekçiler tarafından üretilir. Kapitalist sınıf tarafından da kâr, faiz, rant olarak bölüşülür.
Dış kaynak bir ülkeye niye gider? Cevap net: Kâr ve rant için.
2002-2012 döneminde Türkiye’ye giren 485 milyar dolar dolayındaki dış kaynağın ağırlığı, (380 milyarı), kredi ve sıcak para. Bu şekilde gelenler, 100 milyarın üzerinde faiz ve rant elde edip gittiler. Bu ülkenin emekçilerinin ürettiği değeri alıp götürdüler. Yabancı sermayenin yüzde 20’si de, yani 100 milyar dolara yakını, son 10 yılda doğrudan yabancı sermaye olarak giriş yaptı. Bunlar da, yeni yatırımdan çok, ağırlık olarak, özelleştirilen KİT’leri, yerli bankaları satın aldılar. 10 milyarca lira kâr elde edip yurtdışına transfer ettiler.
2002-2011 dönemine Türkiye’de çalışan sınıfın yarattığı değerden yabancılara 109 milyar dolar ödenmiş. Bu rakamın 59 milyar doları, kredi faizi olarak yabancı finansörlere gitmiş.
Borsaya ve devletin borçlanma kâğıtlarına gelen ‘sıcak para’ spekülatörleri, yurtdışına 31 milyar dolar transfer etmiş. Geriye kalanını da, doğrudan yatırımların kâr olarak götürdükleri oluşturuyor. Bakıldığında, bu ülkeye her 100 dolarlık doğrudan yatırım yapan yabancı sermayenin, karşılığında 21 doları kâr olarak dışarı çıkardığı görülüyor.
Türkiye ekonomisi, tıpkı bir eroinman bağımlısı gibi dış kaynak gereksinimi duyuyor. Yabancı kaynak geldikçe de, bu ülkenin emekçilerinin yarattığı artık değeri yutup gidiyor.
AKP ekonomisinin üç temel direği: Ucuz emek, dış kaynak ve inşaat sektörü! Dış kaynağın hedefi faiz ve kâr transferi.
AKP’nin 10 yıllık iktidarı dönemindeki sermaye birikimi sürecine damgasını vuran sektörün inşaat olduğu malum. 2002 sonrasında iç tüketim kışkırtıldı. İç tüketimde de inşaat üstünden birikim devri açıldı. Bankalar, tüketimi pompalamak için, tüketici kredisine yüklendikçe yüklendi. Konut kredisi için kampanyalar patladı. Sermayenin yeşili, büyüğü, sanayicisi, finansçısı… Tümü nemalandı bu süreçten.
İnşaat harcamaları, toplam yatırımlardan giderek daha büyük pay alıyor. İmalat sanayine yönelik, üretime yönelik yatırım harcamaları azalıyor. Sanayinin inşaat karşısında ezilmesi hali! İnşaat sektöründeki iştahın sebebi ise rant! Bir rant alanı olarak inşaat sektörü de üretilen değerleri yutuyor.

HÜKÜMETİN YARATTIĞI SÖMÜRÜ ALANI!

Böyle bir üretim sistemi içinde devletin vergi toplama yöntemi de, emekçileri ikinci kez sömürü kıskacına alıp boğazını sıkıyor. “Hükümet vergileri kimden topluyor ve kime harcıyor?” sorusuna yanıt aradığımızda, bunu açıkça görüyoruz.
Verginin büyük bir kısmını ödeyenlerin milli gelirden az payı alanlar olduğunun altını çizmek gerekir. Türkiye, gelir vergisi, servet vergisi gibi doğudan vergileri toplayan bir ülke değil. Daha çok KDV, Özel Tüketim Vergisi, Özel İletişim Vergisi gibi dolaylı vergi toplayan bir ülke.
Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde dolaylı vergi toplamada ilk üç ülke içerisinde yer alıyor.
Meksika ve Şili’den sonra en yüksek orana sahip olan Türkiye’de, toplam vergi içerisinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’lerde…
Bu durum, vergi adaletsizliğinin bir göstergesi! Zira dolayı vergi yükünü, düşük gelirliler daha ağır, yüksek gelirliler daha hafif hisseder. Türkiye’de doğrudan vergilerde de adaletsizlik söz konusu. Çünkü gelir vergisinin de yüzde 68’ini bordro mahkûmu emekçiler ödüyor. Türkiye’de vergi toplanmıyor. Emekçilerden zoraki kesiliyor. Türkiye’de, bir asgari ücretli yüzde 15 vergi verirken, 500 büyük firmanın vergi yükü yüzde 5 ila yüzde 8 bandında.
Sermaye geliri elde eden ve sayıları 1,8 milyonu bulan beyannameli mükelleflerin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı ise, sadece yüzde 1.
İşte çarpıçı bir örnek: BİM marketler zincirinin toplam gelirleri içinde vergi yükü sadece yüzde 0,8 (binde 8)…  Tablo genel olarak böyle; çünkü sermaye geliri elde edenler, çok sayıda harcama kalemini masraf yazabiliyor, böylece vergi matrahını küçültebiliyorlar. Ayrıca, son derece cazip muafiyet, istisna, indirim ve ertelemeden yararlanabiliyorlar. Sürekli gündeme gelen vergi uzlaşmaları ve vergi afları ile vergi borçlarından kurtuluyorlar.
Türkiye’de zorunlu harcamalar ve ücretliler üzerinde vergi yükü fazla olmasına rağmen bir takım lüks ürünlerde vergi oranının sıfır olması da bir diğer çarpıcı adaletsizliği oluşturuyor. Et, süt, eğitim, sağlıkta KDV yüzde 8. Pırlanta, elmas gibi kıymetli taşlar ve külçe altında ise KDV yok!
AKP iktidara gelir gelmez Kurumlar Vergisi oranını yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirdi. Artan oranlı gelir vergisi tarifesinin basamak sayısını 6’dan 4’e geriletti. Ve gelir vergisi üst diliminin oranını yüzde 40’tan yüzde 35’e indirdi. Ücretliler lehine 5 puan indiriminden vazgeçildi. Özel indirim uygulamasından da vazgeçilerek, daha ziyade patronların işine yarayan ‘asgari geçim indirimi’ uygulamasına geçildi. AKP, kendinden önceki hükümet tarafından hazırlanan ‘Nereden buldun?’ uygulamasına iktidara gelir gelmez son verdi.
AKP, vergiyi bordro mahkumu işçi ve emekçilerden ve çoğunu emekçilerin ödediği tüketim üzerinden almayı tercih ederek, fabrika dışında da ikinci bir sömürü alanını katmerleştirdi.

SÖMÜRÜYÜ ARTIRAN FAKTÖRLERE YOĞUNLAŞMA
Acımasız bir uluslararası rekabet ortamında patronlar malı en düşük maliyetle üretmenin yollarını arıyorlar. İşçiyi en düşük ücretle çalıştırmak, işçinin çalışma süresini uzatmak, işçinin çalıştığı süre içindeki üretim miktarını yani verimliliği artırmaya yönelik esnek çalışma biçimlerini dayatmak… Bunların tümü, işçilerin daha çok ve daha yoğun artı değer üretmesi için sömürü mekanizmasını derinleştiren uygulamalar.
AKP Hükümeti de, Türkiye burjuvazisinin daha çok sömürebilmesi ve ucuz emek üzerinden ekonominin dönmesi için ha bire yeni düzenlemeleri devreye sokuyor. Hükümetin ‘taşeron uygulamasını sınırlıyoruz’ diyerek, sınırlamayı değil, tersine yaygınlaştırmayı hedefleyen yasa taslağı, buna örnektir. Hükümetin, taşeron işçilerin kıdem tazminatına erişmekte yaşadıkları sorunları ve ihlalleri bahane ederek, kıdem tazminatı uygulamasını ortadan kaldıracak kıdem tazminatı fonunu gündeme getirmesi, başka bir örnektir. Genişleyen taşeron uygulamasının yanına kiralık işçilik de eklenerek, ‘modern köleliğin’ önünü açacak özel istihdam bürolarını gündeme getirmesi, aynı ‘kutsal’ amacın bir sonucudur. Sendikalı olmayı zorlaştıran, küçük işletmelerde imkânsız hale getiren yasal düzenleme de ha keza öyle!
Tüm bunlar, Hükümetin Orta Vadeli Programı, 2012 Şubat ayında açıkladığı “Ulusal İstihdam Stratejisi”yle uyumludur. Her biri, “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” hedefinin unsurudur. Hükümet hedefleri birer birer pratiğe döktükçe, sömürü katmerleştikçe katmerleşmektedir.

AB’nin aslına rücu süreci

Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu yazıda, yaşanan süreç özetlenecek olmanın yanı sıra, sürecin, AB tarımına ve müzakereler boyunca Türkiye tarımına etkileri tartışılacak.
AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neoliberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Söz konusu programlar, ABD ve Japonya gibi ülkelerle girişilen “küresel” rekabette ucuz emek kullanmanın, emek verimliliğini (daha az sayıda işçiyle daha fazla üretim sağlayarak) artırmanın, esnek çalışmanın önünü açıyor. Tüm bunlar, artı değer oranı ve miktarını yani kapitalist sömürüyü sürekli arttırmanın yöntemleri.
Kapitalistin, rekabet ortamında ayakta kalabilmesi için, diğerlerinden daha fazla sermaye birikimi gerçekleştirmesi gerekiyor. Bunun için, elde ettiği artı değer oranıyla miktarını artıracak yöntemler geliştiriyor. Bundan dolayıdır ki, AB işçi haklarıyla genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor.
AB’nin yaşadığı liberal dönüşüm sürecine uygun olarak, genişleme süreçleri de farklılıklar gösteriyor. AB’nin Güney genişlemesi (Portekiz, Yunanistan, İspanya’nın üyelikleri) ile Doğu genişlemesi (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti vb.), entegrasyon projesinin niteliği açısından oldukça farklı. Güney genişlemesi, başlangıçta Fordist birikim modeli içinde şekillenmiş birliğin, açıkça liberal tonlar taşıyan bir entegrasyon siyasetine dönüşmeye başladığı yıllara denk geldi. Ama yine de, Güney genişlemesi, yalnızca Batı Avrupa şirketlerine kapıların ardına kadar açılması önceliğini içermiyordu. O dönem, kapitalist birliğe meşruiyet zeminin sağlanması amacıyla, 1970’lerde başlamış olan demokratikleşme sürecinin güçlendirilmesi hedefi diğer faktörler kadar önemliydi. Bu siyasi amaca denk düşecek şekilde, Portekiz, Yunanistan, İspanya ile uzun geçiş dönemi uygulamalarının geçerli olması konusunda mutabakat oluşturulmuştu. Bu çerçevede üç ülkeye, AB’nin o dönemki bölgesel kalkınma ve birleşme politikalarından doğan yüklü mali yardımlar yapıldı. Eski Doğu Bloğu ülkelerine doğru genişleme sürecinde ise, revizyonist sistemin çökmüş ve soğuk savaş döneminin sona ermiş olması dolayısıyla, kapitalist sisteme meşruiyet kazandırma ihtiyacı azalmıştı. Üstelik Doğu Bloğu ülkeleri de, yaşadıkları çöküşün ardından, liberal söyleme kayıtsız şartsız uyum sağlama yoluyla meşruiyet arayışına girmişlerdi. AB, üye ülkelerin kabul edilme sürecindeki müzakerelerde, bu ülkelerin iktisadi ve siyasal politikalarında söz sahibi oldu. Bu ülkeler, aday ülkeler hukukunu AB’nin kriterlerine göre belirleme, entegre edilmeleri için seri özelleştirmeler yapma mecburiyetinde bırakıldılar. Güney Avrupa genişlemesinden farklı olarak, AB, dar bir alanda uyum baskısını azaltan ve entegrasyonun kendisine maliyetini düşüren politikaları hayatı geçirdi. Hayata geçirilen politikalar entegrasyon sürecinin bedelini aşağı katmanlara kaydırmayı hedefliyordu; daha düşük sosyal ve ücret standartları, sendikal olarak örgütlenmemiş büyük kesimin varlığı vs…
Entegrasyonun bedelini aşağı katmanlara kaydırma politikalarının yıkıcı etkileri Doğu Almanya ve Polonya örneklerinde açıklıkla görülüyor. “Berlin Duvarı”nın yıkılışının ardından Doğu Almanya halkında yaşanan iyimserlik, sürecin, kendilerini kendi ülkelerinde yaşayan yabancılar konumuna düşürmesiyle, son buldu. Doğulular, iki Almanya’nın “birleşeceğini” umarken, Batı’nın Doğu’yu kayıtsız şartsız teslimiyet almasıyla yüz yüze kaldılar.
Doğu Almanya’nın 40 yılda oluşturduğu her şey değersizleşti. Yaşanan felaketin çarpıcılığını, Cenk Aygül’ün İktisat dergisinin 154. sayısındaki yazısından uzun bir alıntıyla ortaya koyalım:
“Bir zamanlar sosyalist kampın en sanayileşmiş ülkesi olan Doğu Almanya’nın bütün tekstil, deri, konfeksiyon, optik ve elektronik fabrikaları kapatılmış, Interflug havayolları, Pentakon fotoğraf makineleri, araba fabrikaları gibi devasa şirketler dağıtılmıştır. Bu acımasız özelleştirme sonucunda Doğu Almanya sanayisizleştirilmiştir. Kapitalizmle birlikte bütün sorunlarının çözüleceğini sanan kitleler, 1994 itibariyle işçilerin yüzde 77’sinin işlerini kaybettiklerini ümitsizlikle görmüşlerdir. Bütün Doğu Almanya sanayii 7 milyon işçi ve 4 milyon hektar toprak ile birlikte Treuhandanstalt adlı kayyuma devredilmiştir. Bundan sonrası özelleştirme öyküleri içinde ibret verici bir olaydır. Doğu Almanya’nın son sosyalist hükümeti, devletin toplam sermaye stoğunu, 1989’da 15 trilyon mark olarak hesaplarken, Kasım 1989’da kurulan Treuhandanstalt, kuruluş tarihinde bunu sadece 750 milyar mark olarak hesaplamıştır. Bir yıl sonra, 1990 yılında hesaplamalar 400 milyar marka kadar düşürülmüş, 1991 yılında ise, toplam sermaye stoğunun hiçbir değeri olmamış, Treuhandanstalt 1994’te faaliyetlerine son verirken bir de 209 milyar marklık bir açık bırakıp gitmiştir… Doğu Alman Markı’nın Batı’nınkiyle değiştirilmesinin etkisi, Doğu Alman sanayiinin müşterisi olan Doğu Avrupa ülkeleri ve başta Sovyetler Birliği’nin, Alman markı ile ticaret yapamaması olmuştur. Doğu Alman şirketleri pazarlarından koparılmıştır.”
Almanya sürekli olarak Doğu’ya büyük kaynak aktardığını propaganda etmektedir. Fakat kaynağı üretim yerine sanayiyi çökertmeye harcadığını belirtmemektedir. Doğu Almanya sanayiini dört yılda bitiren özelleştirme çalışmaları için 121 milyar marklık bir harcama yapılmıştır. Bu harcamaların sonucu, Doğu Almanya işçilerinin dörtte üçünün işlerini kaybetmesi, çalışan şanslı gurubun ise, Batı’daki sınıf kardeşlerine göre daha düşük ücret almaya mahkum olmasıdır. Şu an Batı Almanya’daki işsizlik oranı yüzde 7,5 civarındayken, Doğu Almanya’da yüzde 20’lere dayanmıştır.
Doğu Avrupa ülkelerini, Doğu Almanya gibi, bütünüyle sanayisizleştirmek hem maliyeti hem de stratejik önemi bakımından AB için kabul edilemez durumdu. Fakat bu ülkelerdeki ekonomik yıkım da az olmamıştır. 1989-1994 yılları arasında, Doğu Avrupa ülkelerinde milli gelir, sınai üretim ve yatırımlar azaldı. Doğu Avrupa ülkelerinin ticareti yön değiştirdi. Daha önce “sosyalist” blok içinde gerçekleştirilen ticaret AB lehine gelişti. Özellikle Almanya’nın doğrudan yatırımları da arttı. Bu süreçte, AB, Doğu Avrupa ülkelerinde bölgesel destekleme programları uygulamaya koydu. Doğu Avrupa’da Euro-bölgeler kuruldu.
Polonya Euro-bölgelerinde neredeyse bütün insiyatif ve yatırımlar Almanya kaynaklı. Bu durumun yanı sıra, Euro-bölgelerinde Almanya lehine eşitsizlik olması, bu bölgelerdeki faaliyetlerde Polonya ve Almanya’nın ekonomik çıkarlarının birbiriyle sürekli çelişmesi, en AB yanlısı Polonyalıların bile tepkisine neden oluyor. Sadece Almanya’nın doğrudan yatırımlarının 20 milyar doları bulduğu Polonya’nın durumunu, yine Cenk Aygül’ün yazısından alıntıyla ortaya koyalım:
“Sosyalist dönemin ağır sanayi yatırımlarının devalüe edilerek, sanayi yapısının inşaat malzemeleri, otomobil montajı, gıda işleme, mobilya ve enformasyon teknolojilerine hapsedildiği görülmektedir. Sanayisinin yapısı, küçük ve orta ölçekli firmaların yoğunlukta olduğu, orta teknolojili ve temel tüketim ürünleri üretime dayanan bir biçime dönüşmektedir. Bu yapıda çok fazla tezahürat edilen otomobil üretimi ve enformasyon teknolojileri ise, yüksek teknoloji kullansalar bile, yaratılan katma değer açısından bakıldığında, ikili emek süreçlerine en çok dayanan sektörlerden oldukları görülmektedir.  
“Bir başka deyişle, daha çok katma değer üreten, araştırma geliştirme, tasarım gibi alanlar ‘merkez’deki fabrikalarda ve birimlerde gerçekleştirilirken, montaj ve ucuz emeğe dayanan alanlar Polonya’ya kaydırılmaktadır.”
Polonya örneği ayrıca şunu göstermiştir: Almanya doğrudan yatırım yapsa bile, bu yatırımları kendi sanayiini güçsüzleştirecek şekilde yapmamaktadır. Yatırımlarını, ya Polonya pazarında Almanya hakimiyetini sağlayacak ya da değer üretiminde Almanya sanayiinin avantajını artıracak şekilde yapmaktadır. Bu yatırım şekli, tüm merkez ülkelerin yatırımları için geçerlidir.

TARIMDAKİ TEZAHÜR
Buraya kadar, sermayenin bir birliği olmasının doğal sonucu olarak, AB’nin kendi içindeki liberal düzenlemelerin işçi ve emekçi kesimler aleyhine işlediği, entegrasyona dahil etme sürecinin de, merkez ülkeler lehine cereyan ettiğine dikkat çektik. AB’nin içindeki her şey neo-liberal yasalara göre dönüştürülüyor. Dönüşüm gerçekleştikçe, ideolojik manüplasyon kavramları (çok kültürlülük, halklar arası kardeşlik vb.) da bir bir buharlaşıyor. Tarımın bu sürecin dışında kalması elbette beklenemezdi.  
AB bütçesinin yüzde 40 kadarının tarım sübvansiyonlarına gitmesine rağmen AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılları arasında tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticilerin ise kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Portekiz’de, AB’ye girişten sonra, köylü nüfusunun yarısı yok oldu.
AB, küçük üreticilerin aleyhine düzenlemelere devam ediyor. Bu düzenlemelerden biri, “AB şeker reformu”. AB, 2003 yılında başlatılan Ortak Tarım Politikası reform süreci kapsamında, şeker politikalarında değişikliklere girişti. Reform, üretilen şeker maliyetini düşürmeyi ve Nişasta Bazlı Şeker üretimini artırmayı kapsıyor. Temel hedef ise, pancar fiyatını 47 Avro/ton’dan 25 Avro/ton’a düşürmek. Şeker üretim maliyetini ise, ton başına 600 Avro’dan 350 Avro’ya indirmek. Üye ülkelerde şeker üretim maliyetlerini düşürmeyi ve şeker pancarı üretimini kısıtlamayı  hedefleyen bu uygulama sonucu AB üyesi ülkeler arasında, şeker pancarı tarımının ancak 6-7 ülke tarafından sürdürülmesi bekleniyor. Şeker reformuna uyum toplantıları başlatan Türkiye’nin, bugünkü şartlarda, AB’nin öngördüğü maliyetlerde bir üretim gerçekleştirmesi ise imkansız. Bu, şeker pancarı üretiminin sonlanması anlamına geliyor.
Küçük üreticilerin aleyhine, birliğin merkez ülkeleri ve tekelleri lehine düzenlemeler gerçekleştiren AB’nin, tarımını korumayacağı, rekabet edemediği koşullarda tarımdan vazgeçeceği hiçbir şekilde söylenemez. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında, gelişmekte olan ülkeler ile ABD ve AB arasındaki en büyük kavgalar, tarım sübvansiyonları üzerine oldu. DTÖ’nün 2001 yılı Kasım ayında Katar’da yapılan toplantısında anlaşma yapılmaması üzerine, 2003 yılına kadar toplantılar dondurulmuştu! 2003 yılında Meksika’daki toplantı da, zengin ülkelerin, özellikle tarımlarına yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştı. DTÖ, 2003 sonunda bir kez daha toplanmak istendi, fakat; gelişmiş ülkelerin, görüşmeler öncesinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapması dolayısıyla zirve gerçekleşmemişti. 2004 Temmuz’unda Cenevre’de toplanan DTÖ zirvesinde ise, ABD ve AB’nin, tarımda desteklerin, ihracat sübvansiyonlarının ve gümrüklerin önce azaltılıp sonra kaldırılacağını söylemeleri üzerine, bu doğrultuda bir çerçeve anlaşması  imzalanmıştı.
13-18 Aralık 2005 tarihleri arasında, DTÖ, Hong Kong’ta toplanacak. Fakat geçen yıl imzalanan çerçeve anlaşmaya rağmen, atılmış bir somut adım yok. Uluslararası görüşme ve pazarlık sürüyor. Bu yılın Kasım ayı içerisinde, her hafta, ABD, Avustralya, Brezilya, Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerin (toplam 30 gelişmiş ve gelişen ülke) temsilcileri, diplomat ve müzakerecileri, tekrar tekrar bir araya gelerek, bir çözüm, bir anlaşma zemini üretmeye çalışıyorlar. Fakat tarım konusunda, yine serbestleşmeye en çok direnen gelişmiş ülkeler, ABD, AB ve Japonya.
AB’de, bir dizi “reformlar” içeren “gündem 2000” çerçevesinde, 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. 2003 yılında sübvansiyonları azaltma girişimi yapılıp, yeni destekleme kuralları getirildi. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda, üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
AB, egemenliğini kaptırmak istemediği ve rekabet edemeyeceği ürünleri korumakta ısrar ediyor. Tüm serbest ticaret söylemlerini “hikayeleştiren” bu tutum, tekstil sektöründe de açıklıkla görülüyor. DTÖ toplantılarında, 1995 yılında yapılan anlaşmalarla, 2005 yılı başında tekstil kotaları kalkacak denildi. Ancak özelikle 2005 yılının başında Çin ihracatını artırınca, AB hemen girişlerini artırdı: Çin ile Avrupa’nın tekstil ve hazır giyim ticaretine, Çin’in DTÖ üyesi olması için yapılan anlaşma çerçevesinde dayatılmış geçici sınırlamaların üç yıl için mümkün olabileceği maddesini hemen gündeme getirdi. AB, üç yıl bu uygulamayı sürdürecek. ABD’nin de, aynen AB gibi, Çin’e geçici önlemler getiren bir anlaşma imzaladığı açıklandı.

STANDART KELEPÇESİ
Yukarıda anlatılan örneklerde görüldüğü gibi, AB, ABD, Japonya gibi büyük emperyalist ülkeler, rekabet edemeyeceklerini düşündükleri sanayilerini, tarım ürünlerini koruma altına alırken, “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” diye adlandırdıkları ülkelerden serbest piyasa “tavizleri” istiyorlar. Piyasalara hakim olmalarının bir yöntemini bu “tavizler” oluştururken, AB açısından bir diğer yöntemi, tek taraflı dayatılan “standart” uygulamaları oluşturuyor.
AB İlerleme Raporu’nun açıklandığı 9 Kasım 2005 tarihi öncesi ve sonrasında, tarıma yönelik tartışmalar, AB müzakere sürecinin tarımdan götürüp getirecekleri medyada yoğun bir şekilde yer aldı. Yapılan değerlendirmelerde, “standart” uygulamaları, genelde şu cümlelerlerle kalite artışı olarak sunuldu: “Tarımda AB’ye uyum sağlandığında tarım nüfusunun eğitimi artacak, ürün kalitesi yükselecek. Ticaret serbestleşeceği için fiyatlar ucuzlayacak.”
Standartlar, “Sütte hastalıklı hücre sayısı azalacak”, “Sütü robotlar sağacak”, “Sağlıksız mezbahaneler kapanacak” sözleriyle anlatıldığında, kimsenin itiraz edemeyeceği bir olumluluk kazanıyor. Ama standartlar, süt kotası konacağı, Türkiye’de toplam süt üretiminin 3,5 milyon tonunun kayıtlı olduğu bilinerek, geriye kalan 7 milyon tonun asla piyasaya giremeyeceği, milyonlarca “sütlük hayvan”ın “etlik” olacağı gerçeğiyle düşünüldüğünde, üstü kazınan “olumluluk”un ardındaki gerçek hiç de iç açıcı olmuyor. Üstelik, buna, Türkiye’nin AB’ye verdiği “22 bin ton et alma” sözünün yerine getirilmesi isteği eklenince, durum iyice olumsuzlaşıyor. Avrupa Birliği Tarım Protokolü uyarınca, 7 yıl önce Türkiye, AB’den her yıl toplam 22 bin ton et ithal edeceğini taahhüt etmişti. Ancak 1996 yılında İngiltere’de deli dana hastalığının ortaya çıkması nedeniyle, Türkiye, AB’den et ithalatını sağlık gerekçesi ile durdurmuştu. AB, şimdi imzalanan anlaşmaya uyulmasını istiyor. Bu istek, zor durumdaki hayvancılığı daha da zorlayacak, hatta yıkıma götürecek bir içeriğe sahip. Hayvan hastalıkları ile mücadele için, Türkiye, bütçesinden 17 milyon YTL ayırıyor. Bu ödeneğin 7 milyon YTL’si, zaten AB ile ortak veterinerlik projesi için harcanıyor. Geriye kalan 10 milyon YTL’lik kaynak hayvan sayısına bölündüğünde, hastalıklarla mücadele için, hayvan başına 5 Yeni Kuruş (50 bin lira) ayrıldığı ortaya çıkıyor. Bu rakamlarla standartları yakalamak imkansız. AB kaynak aktarmıyor. Hükümet bütçeden pay veriyor. “Bu şartlarda standart nasıl yakalanacak” sorusu boşlukta kalıyor. Ama AB’nin cevabı hazır: “Siz şap ülkesisiniz, standartlar uygun değil. Sizden et ithal etmeyiz. Fakat siz bizden et alma sözünüzü yerine getirin.”
“Standart” kavramı, asla tek yönlü anlaşılmaması gereken bir kavram. Örneğin TMO, AB’ye uyum mevzuatı bakımından, 10 yıllık alım politikasını belirlemiş durumda. TMO, her yıl “asgari alım” miktarını arttıracak. 2006 yılında “10 tonun”, 2007 yılında “15 tonun”, 2008’de “20 tonun” altında alım yapmayacak. İlk bakışta, “Güzel zaten biz TMO’nun üst sınır koymasına karşıydık” dedirtebilecek bir uygulama. 2014 hedefi ise, AB’nin alt sınırı olan “80 ton” olacak. Bu asgari tutarın anlamı şu: 2008’de “20 ton’”un altında, 2014’te ise “80 ton”un altında ürün getirene, “kusura bakmayın alamayız” denilecek. Türkiye şartlarında oldukça yüksek bir üst sınır. Türkiye’de 80 ton hasat yapabilen çiftçi sayısı oldukça düşük. Söz konusu sınır, buğday üreticilerinin büyük bir bölümünün sonunu getirecek.
AB ile müzakerelerde en zorlu alanlardan birinin tarım olduğu konusunda herkes hem fikir. Müzakere edilecek 35 başlıktan 3 tanesi doğrudan tarımla ilgili: “Tarım ve kırsal kalkınma”, “gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve bitki sağlığı” ve “balıkçılık”. İşletme yapısı küçük, ürün planlaması yapılmayan, Avrupalı üreticiden daha az destek alan Türkiye üreticisinin, tüm teknolojilerden yararlanan Avrupalı tarım tekelleriyle ile hiç rekabet şansı yok. Uyumu en zor alanlardan biri olan tarımda, Türkiye, tek başına başının çaresine bakacak.
Öte yandan genişleme öncesi tarım yardımı düzeyi, yılda 520 milyon Euro ile sınırlandırıldı. AB Ortak Tarım Politikası (OTP)’nın Türkiye’de uygulanması halinde ise, 11.3 milyar Euro kaynak gerekiyor. Tarıma şu anda ayrılan kaynak 4 katına çıkarılmalı ki, AB’nin kaynak vermemesi durumunda, Türkiye tarımı, AB sürecinden en az zararla çıkabilsin. Mali kaynak aktarılmazsa, yalnızca yaş meyve ve sebze, fındık ve bakliyat alt sektörleri rekabetçi olabilecek. Diğer alanlarda ise, AB tarımsal ürünleri Türkiye pazarını dolduracak.
AB’nin Türkiyelilerin AB ülkelerinde dolaşımına kısıtlama getirmesi de, işsizliğin yoğunluğu kadar, söz konusu süreçle ilgili. Sürekli tarım nüfusunun azaltılmasını isteyen AB, çerçeve anlaşmalar doğrultusunda hayata geçirilecek politikalar sonucu, milyonların tarımsal üretimden kopacağını biliyor. Polonya’ya süreli sınır getiren AB’nin, Türkiye için, serbest dolaşımın, belli bir zaman dilimi belirtmeden sınırlanmasından söz etmesi, tarımdan kopacak milyonlarca emekçiyi Anadolu coğrafyasına hapsetmek istemesiyle alakalı.

SONUÇ YERİNE
Kapitalist süreçlerde sermaye sadece emekle çatışmaz. Aynı zamanda, yoğun olarak, rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde de davranır. Kapitalizmde sermayeler arasında amansız çatışmalar yaşanır. Bir alanda başatlığı ele geçiren sermaye, aynı alandaki benzer teknoloji kullanan rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde davranır. Zira, her sermaye dokusu, üretici piyasasında olduğu kadar, tüketici piyasasında tek olmak ister ki, kârını en yüksek noktaya çıkartabilsin. DTÖ toplantılarındaki kavgaların ardında da, ülkelerin kendi sermayelerinin rekabet güçlerini koruma mantığı yatar.
Bir yandan Türkiye gibi ülkelerin tarımını yıkıma sürükleyen, bir yandan kendi tarımını koruyan, bir yandan da büyük çiftçilerin, tekellerin lehine düzenlenmeler yapan bir AB tablosudur karşımızdaki. Bu tablo, AB’nin bütün önemli politikalarını biçimlendiren sermaye sahiplerinin oluşturduğu büyük “hissedarlar” topluluğu yapısına uygundur. AB sanayii ve topraklarının büyük bir bölümü, AB genelinde iç içe geçerek, AB düzeyinde bir sınıf olma peşinde olan tekelci burjuva ittifakının elindedir. AB özel banka, finans ve medya sektörü de, bu onların kontrolündedir. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını baskılayarak güçlerini artırmayı hedefleyen söz konusu sermaye ittifakı, sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel girişimleri çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.
AB’nin ABD’ye karşı daha uygar ve insancıl olduğu, neoliberal kapitalizme karşı “sosyal” kapitalizmi tercih ettiği, ABD emperyalist saldırganlığına karşı barışı ve uluslararası hukuka saygıyı savunduğu, ABD’nin ırkçılığına karşı çok kültürlülüğü temsil ettiği yönündeki söylemler sadece ve sadece efsanelerden ibarettir. İşçi sınıfının mücadeleleri ve sosyalizm tehdidi karşısında oluşturulan “sosyal hizmet ve güvenlik” anlayışı, yeni düzenlemeler ve gelişmelerle pul pul dökülüyor. Yani AB aslına rücu ediyor.
AB aslına rücu ederken, çıkarılacak sonuçlardan biri, Türkiye’nin ekonomik standartlarının düşük olmasının AB açısından doğuracağı sorunları tartışmak değil, aradaki fark nedeniyle, Türkiye’nin çıkarlarının farklı istikamette politikalar izlemeyi gerektirdiğidir.
Türkiye çiftçileri açısından çıkarılacak ikinci sonuç, İngiltere ve Fransa arasında yaşanan kavgada yatıyor. Bugün AB bütçesinin yüzde 40 kadarı tarım sübvansiyonlarına gidiyor. Tarımı koruma ve destekleme, özellikle Fransız tekellerinin vazgeçemedikleri bir konu. AB tarım bütçesinden en büyük payı Fransa alıyor. İngiltere’nin bu duruma itirazı var. Fransa’nın İngiltere’yle bu alanda kavgayı sürdürmesi ve  tarım konusundaki korumacılığı azaltmak niyetinde olmamasının sebebi aslında iç politikaya ilişkin… Fransa köylüsü çok örgütlü. Çiftçi sendikaları çok etkili ve büyük bir oy potansiyeline sahip. Yabana atılamıyorlar.
Sayıları 25 milyonu bulması rağmen, Türkiyeli çiftçilerin, örgütlü hareket edip, iktidara taleplerini dayatabilecek bir güç oluşturduklarını söyleyebilmek imkansız. 100 bin kişilik miting yaptıklarında dahi, dikkate alınmak yerine, hükümet sözcüleri tarafından azarlanabiliyorlar. Oysa geçmişte, çiftçiler, örgütlü olmasalar dahi, dikkate alındıkları günleri gördüler. 1950’li yıllarda kırlardaki üretim ilişkileri ve küçük köylülüğün yaygınlığı, seçimle iktidara gelen partilerin, bu güçlü kitleye karşı hassas davranmalarını gerektiriyordu. 1950’lerde Demokrat Parti’nin politikaları öncelikle çok sayıda köylü üreticiyi “tatmine” yönelmişti. Köylünün büyük bir kısmının ilk defa pazar için üretim yapması ve ekonomik durumlarında kısa sürede iyileşme sağlanması, köylülerde politikaya karşı bir duyarlılık yaratmıştı. Tek dereceli seçim köylünün sayısal gücünü ön plana çıkarınca, kırsal yapının çoğunlukla küçük üretici birimlerinden oluşması, partilerin iktisadi politika önerilerini etkilemeye başladı. Partiler, programlarını, kırsal ekonomiye fayda sağlayacak şekilde hazırlamaya mecbur kaldılar.
Bu durum uzun yıllar sürdü. Seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin tarıma destek mahiyetindeki fiyat politikalarını sürdürmelerinin sonucunda, dünya fiyatlarının düşmeye yüz tuttuğu dönemlerde dahi, tarım sektörü, dünya pazarının olumsuz etkisinden yalıtılmış oldu. Tarımda kullanılan esas girdiler hep sübvanse edildi. Gübre, tarım ilaçları, traktör, yakıt ve geliştirilmiş tohum fiyatlarının sübvanse edilerek düşük tutulması, iç ticaret hadlerinin 1960’lar ve 1970’ler boyunca (1971 askeri müdahale dönemi hariç) tarım lehine genişlemesi sağlandı.
Gelinen noktada da, bazı partiler köylüleri oy deposu olarak görüyor, ama iktisadi politikalarını açıklar ve parti programlarını oluştururken, köylülerin adını dahi anmıyor. Çünkü, MHP’sinden AKP’sine, DYP’sinden CHP’sine kadar, tüm sermaye partileri için küreselleşme politikaları bunu gerektiriyor. Hızla yok oluşa doğru sürüklenen üretici köylüler, hala bu ülkenin en geniş toplumsal kesimini oluşturmalarına rağmen, taleplerine yönelik bir programın hayata geçirilmesini sağlayamıyorlar. Üreticilerin, 1950-70’li yıllardaki gibi, dikkate alınmayı sağlayabilmeleri ve yok oluş sürecine barikat kurabilmeleri için artık sayısal çoklukları yetmiyor. Fransa’daki gibi dikkate alınmaları, Fransa’daki gibi örgütlenmelerine ve örgütlü hareket etmelerine bağlı.  Bu nedenledir ki, Türkiyeli çiftçiler, tohumları atılan, uç vermeye başlayan Tüm Üretici Köylü Sendikası’nı (Tüm Köy-Sen), Fransa deneyiminden “ders” çıkararak sahiplenmeliler…

Fındık Mitingi ve Köylü Hareketinin Potansiyeli

Ordu’da düzenlenen yüz bin kişilik fındık mitingi, miting sonrası 20 bin çiftçinin sahil yolunu saatlerce trafiğe kapatmasıyla birlikte ülke gündemine, popüler söyleyişle “bomba” gibi düştü. Türkiye’nin herhangi bir yerinde dile getirilen üretici tepkileri içinde Ordu mitingi, atıfta bulunulan örnek bir eylem olarak öne çıktı. Fındık mitingi, üreticinin bir anlık, gelip geçici bir öfkesi miydi? Bulutsuz havada çakan bir şimşek miydi?

Sorulara doğru cevap verilebilmesi ve ön açıcı doğru bir deneyim elde edilmesi için, eylem öncesi gelişmelerin ve ülke üreticisinin içinde bulunduğu durumun iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun yapılması halinde, bundan sonra olabilecekleri kestirebilmek, köylü öfkesini örgütlülüğe dönüştürme çabalarında öngörüyle hareket etmek kolaylaşacaktır. Siyasi iktidarlar tarafından 6.5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları; çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor. Uygulanan programın bu sonuçları ortaya çıkaracağını öngörmek için kahin olmaya gerek yoktu. Söz konusu sonuçların doğacağına Özgürlük Dünyası’nın eski sayılarında defalarca dikkat çekilmişti. Bugün de geleceğin okunması zor değil!

 

TAHAMMÜL EDİLEMEYEN ÖZERKLİK
1 Haziran 2000’de çıkarılan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası’yla, birlikler sözde ‘özerk’ hale getirildi. Ama ‘özerklik’ olmadığı, hükümetin Fiskobirlik’e yönelik müdahalesinin hiç eksik olmamasıyla defalarca kanıtlandı. Hükümet, hükümet olur olmaz, stoklarındaki fındığı, verdiği talimatla, Fiskobirlik’e, aldığı fiyattan sattırdı. Birkaç tüccarın önünü açarken, birliğin zararına hareket etti. Birlik yönetiminin, “özerk bir kuruluş” olduğunu söyleyerek, fiyat ve pazar politikasını kendisinin belirleyeceğini açıklaması, hükümet ile Fiskobirlik yönetimi arasındaki gerginliği artırdı.
ÖNCE TARİŞ SONRA DİĞER BİRLİKLER
GELİŞMELERİN GİTTİĞİ YÖN!
SONUÇ NİYETİNE

Fiskobirlik, 2003-2005 yılları arasında, fındık fiyatlarını yüksek açıkladı. Bu durum, ihracatçıların, AKP içinde etkisi olan fındık lobisi ve Fiskobirlik’e söz geçirememekten şikayetçi AKP üyelerinin öfkesini kabarttı. 2002 yılında fındığın tonunun ortalama ihraç fiyatı 2 bin 290 dolar iken, 2003 yılında 3 bin 750 dolar, 2004 yılında 10 bin 490 dolar oldu. 2005 ürünü fındıkların 6 bin dolardan alıcı bulması ve ülkeye büyük döviz girişi sağlaması da öfkeyi dindirmedi. Kontrol edemediği birliği ele geçirmek isteyen AKP hükümeti, bu yılın başında yapılan Fiskobirlik Genel Kurul seçimlerinde, birlik yönetimine karşı alternatif bir liste hazırladı. Hazırlanan karşı listenin AKP’ye ait olduğu, Başbakan Danışmanı Cüneyd Zapsu’nun “söz konusu girişimin hata” olduğu yönündeki söylemleriyle teyit edildi. Seçimde 420 genel kurul üyesinin sadece 103’ünün oyunu alabilen AKP’nin hazırladığı liste, seçimi kaybetti. Sonuç, hükümet ve birlik arasındaki iplerin iyice gerilmesine yol açtı.

AKP’nin bu yenilginin faturasını birlikten bu yıl çıkardığına kanıt olabilecek gelişmeler yaşandı. Bu yıl, Fiskobirlik, üreticiden 7 milyon taahhüdüyle aldığı fındığın parasının çoğunu ödeyemedi. Birliğin üreticiye borç ödeyebilmek için 13 bankaya yaptığı kredi başvurusu ise sonuçsuz kaldı. Bankaların kapılarını kapatma kararının, Fiskobirlik’in bilançolarına bakılarak verildiği açıklanmasına rağmen, ortada çelişkili bir durum söz konusu… Fiskobirlik’in deposunda 50 bin ton fındık var. Bu, 300 trilyon eder. Birliğin 630 bin dekar arazisi, 323 deposu, 3 anonim şirketi, alışveriş merkezleri var; tüm bunlar 1 katrilyon lira eder. Söz konusu mal varlığına karşılık bankaların tüketici kredisi verebilmek için birbiriyle yarıştığı bir ortamda, birliğe kredi verilmiyor. Bu durum, ancak hükümeti etkisi altına alan fındık lobisinin gücünün Fiskobirlik’e kredi verilmesini engellemesiyle açıklanabilir.

 

TÜRKİYE’NİN PETROLÜ OLABİLECEKKEN!

Hükümet, gelinen noktada, Fiskobirlik’i devre dışı bırakan bir karar aldı. Uzmanlık alanı olmamasına, hiçbir deneyim taşımamasına rağmen, Toprak Mahsulleri Ofisi’ni (TMO) fındık alımıyla görevlendirdi. Fındığa, fındık üreticisine düşmanca tutum sergilemeyi sürdürdü. Oysa fındık, Türkiye’nin petrolü sayılabilecek bir ürün. 1970 yılından bugüne 14 milyon ton fındık üretilmiş, bunun 13 milyon tonu ihraç edilmiş. Fındıkta dünya fiyatı yoktur. Türkiye fiyatı vardır. Çünkü dünyadaki fındık üretiminin yüzde 75’i Türkiye’de üretilmekte ve dünya fındık ticaretinin de yüzde 85’i Türkiye’nin elinde. 2004 fındık rekoltesinin düşük olması, Türkiye’nin fındığını 10 dolara ihraç edebileceği, 2 milyar dolarlık döviz girdisi sağlanabileceğini gösterdi. Henüz  Fiskobirlik’in elindeki 50 bin ton fındık satılmadığı halde, geçen yılki fındıktan 1 milyar 800 milyon dolarlık gelir elde edildi. Doğru politikalarla yıllık 2 milyar dolar gelir her zaman elde edilebilir. Aksi iddialar yersizdir.

İddialardan biri, “Fındık rekoltemiz fazla, fiyat yüksek olursa, fındık ihracatımız düşer. Ülkemizden başka ülkelerde fındık ekimi teşvik edilmiş olur” şeklindedir. Bu ve benzeri propagandalarla, fındık fiyatları sürekli düşük tutulmaya çalışılıyor. Oysa ne fındık rekoltesinin yoğunluğu ne de fındık fiyatlarının yüksek oluşu ihracat miktarını azaltmaz. Fındık ihracatı, tamamen çikolata tüketimine paralel bir seyir izler. Ne üretimle ne de fiyatla doğrudan bir ilgisi vardır. Çikolata sanayiinin talebini diğer fındık üreticisi ülkelerin, şu anki üretim miktarıyla, karşılayabilmesi mümkün değil. Başka ülkelerin fındık üretimine yönelmesi de söz konusu olamaz. Fındık üretimi en erken 5 ila 7 yıl sonra verim verir. Bu uzun sürenin dışında, ABD ve AB ülkelerinde fındık üretiminin pahalı olması, diğer üretici ülkelerin üretim miktarlarını artırmalarının önünde engel oluşturuyor. Ayrıca istatistikler, bir üretim artışının değil, başlıca fındık üreticisi ABD ve AB ülkelerinde fındık üretimin teşvik edilmemesi nedeniyle üretim düşüklüğünün yaşandığına işaret ediyor. Hemen belirtmek gerekir ki, çikolata sanayii açısından, diğer ülkelerin ürettiği fındığın, kalite bakımından, Türkiye’de üretileni yakalayabilmesi mümkün değil.

İhracatçılar Birliği verileri de, ihracatın fiyatla ilgili olmadığını gösteriyor. Fındıkta, 1992 yılında ihraç fiyatı 232 dolarken, ihraç edilen fındık 173 bin tonla sınırlı kalmış. Fakat 1993 yılında ihracat fiyatı 396 dolara çıkmasına rağmen, ihracat, bir önceki yıla göre 60 bin ton artmış. 1996/1997 yılında ise fiyat 453 dolara çıkarken, ihracat miktarı da 200 bin tonu aşmış. Yani, hem fiyat, hem de ihracat artıyor. En fazla ihracat 2002-2003 sezonunda yapılmasına rağmen, son 10 sezonda en az döviz kazanılan (594 milyon dolarla) yıl, bu dönem oldu. Çünkü 2002-2003 sezonunda fındık fiyatları düşük tutuldu.

Ülke fındığına yatırım yapan, Giresun’da tesis kuran, alan, işleyen, satan ve Almanya Hamburg Borsası sert kabuklu yemişler başkanı olan Mr. Thomas Haas Rıckertsen şöyle diyor: “Avrupa fındık sanayicisi, eğer fındıktan çıkmak veya kaçmak isterse, bu 15 yıl alır. Bu çok zor ve 15 yılda tarımda neler yaşanacağını kimse tahmin edemez. Bizim için fındığın bedelinin 7-8-9 milyon olmasının çok kıymeti yok. Bizim Türkiye’den beklediğimiz üç şey var. Birincisi kaliteli fındık, ikincisi paramızı verdiğimiz anda fındık bulmak, üçüncüsü ise bizimle iş yapan Türkiyeli  ihracatçıların kontratlarına sahip çıkmaları.” Fındık, Avrupalı çikolatacıların vazgeçilmezi. Bu şartlarda fındık Türkiye’nin petrolü olabilir. Ama bu kaynak değerlendirilmediği gibi, devletten darbe yiyor. Neden acaba?

Cevap AKP hükümetinin sarsılmaz savunucusu olduğu programda yatıyor. 2000’lerin başlarından bu yana tarımda –tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan– liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etmede IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, birliklerin devre dışı bırakılması, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Tüccar ve ihracatçı karşısında üretici örgütü olarak Fiskobirlik, fındık fiyatını yüksek tutmaya çalışıyor. Ancak bunu gerçekleştirebilmesi için piyasada olması, başka bir ifade ile fındık alabilmesi gerekiyor. Fiskobirlik dengeleyici unsur olarak fındık alımı yapamadığı zaman, tüccar-ihracatçı karşısında örgütsüz kalan üretici, ürününü bu kesime ucuza satmak durumunda kalıyor. Tüccar ve ihracatçı, fiyatı sürekli aşağıya çekme çabasında. Yaşananlar bunun en güzel örneği. Fiskobirlik son üç yıldır piyasadan fındık alımı yapınca, fiyatlar yükseldi. Geçtiğimiz sezon piyasaya girip fındık alımı yaptığında, fındık fiyatı 7 YTL civarındaydı; fakat kaynak sıkıntısına düşüp borcunu ödeyemez hale geldiğinde, fiyatlar 2 YTL civarına geriledi. Fiskobirlik olmayınca üretici eziliyor. Çünkü üreticiyle alıcılar arasında bilgi ve finansman eşitsizliği var. Örgütsüz yüz binlerce üretici karşısında bir avuç alıcı, aralarında kolaylıkla anlaşarak, finansman gücü zayıf çiftçinin malını ucuz fiyatla satın alıyorlar.

Söz konusu durum tüm birlikler için geçerli, bu yolla birlikler tasfiye edilmek isteniyor. Ve bu sürece yeni gelinmedi. Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası sürecin ilk adımıydı. Yasa 2000 yılında yürürlüğe girdi. Yasanın amacı, “birlikleri özerk hale getirmek, birliklere yönelik devlet müdahalesini ortadan kaldırmak” olarak açıklandı. Tarım kooperatiflerine olan devlet müdahalelerinin kaldırılması, ilk başta kulağa çok hoş geliyordu. Çıkarılan yasa metni ve ana sözleşme hükümleri incelendiğinde, bu yasayı hoş karşılamak mümkün değildi. Çünkü yeni yasa, tarımsal kooperatifçilerin yıllardır özlemle bekledikleri türden bir düzenleme değildi. Niyeti ele veren düzenlemeler, henüz birinci maddeden başlıyordu. Bu maddeye göre, birlikler özerk hale gelecek ve mali yönden bağımsız olacaklardı. Mali yönden özerklik değil, bağımsızlık! Neden acaba? Birliklerin mali bakımdan bağımsız kılınmasını amaçlamak, bunların kendi kaderleriyle baş başa bırakılacaklarını peşinen ilan etmekti.

Sonraki maddelerde, kooperatif ve birliklerin fabrikalarının anonim şirket statüsünde kurulması ve işletilmesi zorunlu hale getiriliyordu. Faaliyetlerinin kooperatifçilik alanına doğru daraltılması, birlikleri işlevsizleştirmeye yönelik tasarımın bir parçası olmanın dışında bir anlam ifade etmiyordu.

Kooperatif ve birliklerin ne sanayi işletmeleri ne de ilk işleme tesisleri rehin ve hacze karşı korunmamıştı. Eski düzenlemede var olan koruma mekanizmaları kaldırılmış durumdaydı. Böylece, birliklerin sadece fabrikalarını değil ilk işleme tesislerini dahi ellerinden çıkarmalarının yolu açılmış olmakta; salt sanayi faaliyetlerini değil, ticari faaliyetlerini de sürdürememe riskiyle karşı karşıya bırakılmaktaydılar. Amacın bu olduğu belliydi. İstenen; sadece aracılık eden, depo işlevi gören bir birlikti. Anlayış buydu!.. Piyasayı dengelemeyen (dengeleyebilme gücü olmayan) bir kooperatif ve birlik sistemi… Amaç buydu!..

Zeytinde de birliğin devre dışı bırakılması için tüccarların lobi faaliyetleri başladı. 2 Ağustos günü, Ege İhracatçılar Birliği’nde, “2006/2007 zeytin ve zeytinyağı ihraç politikalarının belirlenmesi” gündemi ile olağanüstü bir toplantı yapıldı. Ege İhracatçılar Birliği, benzer bir “olağanüstü” toplantıyı, 2005/2006 kampanya dönemi öncesinde, “Zeytin ithalatının serbest bırakılması” gündemi ile geçen yıl Eylül ayında yapmıştı. Bu toplantı, ithalatın serbest bırakılmasını isteyen bir kısım zeytin tacirinin isteği ile yapılmış, ancak ithalat serbestisi isteği, üreticilerin, kooperatifleri TARİŞ’in ve diğer bir kısım zeytincilerin tepkileri nedeni ile reddedilmişti.

Mart ayından bu yana, çeşitli yayınlar ve toplantılarda, bir kısım zeytin taciri tarafından, bu sezon Türkiye zeytinyağı üretiminin 250 bin ton olacağı, zeytin ekim alanlarının genişlediği, bu nedenle üretimin artacağı, ürünün elde kalacağı, bu nedenle uluslararası pazarda rekabet edebilmek için tedbirler alınması, her türlü ithalat ve ihracatın serbest bırakılması vb. gerektiği yolunda söylemler yayılmaktaydı. Peki, şimdi Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçı Birlikleri olağanüstü genel kurulunun yapılma nedenleri nelerdir? Eylül 2005 toplantısı ile reddedilen zeytin ve zeytinyağı ithalatının serbest bırakılması ve rafinajlık yağın da dökme olarak ihracatının serbest bırakılması isteği tekrar neden gündeme getirildi?

AB üyeliği, üretimin arttığı, pazar kaybedildiği vb. gerekçelerinin tümü, yalnızca, bu ülkede yerle bir edilen tarımın son kalesi zeytin sektörü bakımından da, uluslararası tekellerin tedarikçisi bir ülke ve üreticileri haline getirilme isteğinin ağızda dolaştırılan baklalarıdır. Amaç; sektörü denetim altına almak, üreticiyi köleleştirmek, kooperatiflerini ortadan kaldırmak, yaygın üretimi gerçekleştiren küçük çaplı sanayiini yok etmek, yatırımlarını işlevsiz kılarak devre dışı bırakmaktır. Azim ve kararlılık ve fındıkta Zapsu olur da zeytinde olmaz mı “hayıflanması” ile yerine getirilmeye çalışılan; boşluk oluşmuş bir dönemde boşluğu doldurarak, “efendiler”in stratejisine uygun olarak verilen bu görevlerdir…

Ülkemiz zeytinyağının en büyük dökme ihracatçı firmasının sahipleri, basından da izlendiği üzere, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yürütülen yolsuzluk operasyonu kapsamında tutuklanma kararı ile aranmaktadır. Ve şirket, borçluları tarafında haczedilmiş durumdadır. Kötü ünlü şirket hazır batmışken, yerine yeni vurguncu adayların olmaması düşünülemez. İşte bu “heyecan” içindeki iki firma, sektörün Zapsusu olmaya soyunmuş durumdalar. Peki bunlar kimdir? Gasparini, zeytinyağında dünyada tedarikçi en büyük firmalardan biridir. İtalyan firmasıdır. Yıllardan bu yana ülkeyi tedarikçi tutmak, kilosu bir dolara üreticinin elinden zeytinyağlarının alınmasını gerçekleştirmek, komisyon ve tatlı kârlarla kasalarını doldurmak için oyunun yeni bir versiyonu piyasaya sürülüyor.

Hedefte tüm birlikleri işlevsizleştirmek var.

 

Türkiye’nin, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda uyguladığı “Tarımsal Reform Programı”nın, Türkiye tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, üreticilerin bugünkü öfkesini anlaşılır kılıyor. Ortaya çıkan sonuçların anlaşılabilmesi için, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporun belli başlı başlıklarına bakmak bile yeterli.

Rapora göre:

* 2002-2003 “reform” döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.

* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.

* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.

* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.

* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesi’nde bulunmaktadır.

* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.

Raporda yer alan bilgiler dışında, 2000-04 döneminde, tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Şekerpancarı üretimi, 18.8 milyon tondan 13.5 milyon tona düşürülmüştür. Tütün üretimi yüzde 36, ekici sayısı yüzde 53 azalmıştır. Hayvancılıktaki erime devam etmektedir. Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40.6 milyon baştan 25.3 milyon başa, sığır sayısı 11.4 milyon baştan 10.5 milyon başa gerilemiştir. Uygulanan politikalar, bölüşüm ilişkilerinin çiftçi/köylü aleyhine, yerli ya da yabancı mali sermaye lehine dönüşmesine yol açmıştır. Çiftçi hızlı bir şekilde yoksullaşıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. Kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36.8’i yoksul iken, bu sayı, 2004 yılında yüzde 42.3’e yükseldi. Tüm bunların neticesinde, 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1.3 milyona ulaştı. Kısacası tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor.

 

Bütün ürünlerde sorun yaşanıyor. Fındık üreticisi ise ürününü maliyetinin üzerinde satabilen şanslı çiftçilerden iken, artık onlar için de, bu şans ortadan kalkmış durumda. Öfke patlaması bundandır. Diğer üreticilerde de öfke birikmiş ve ara ara küçük eylemlerle olsa da patlamaktadır. Narenciye üreticilerinin Hatay Dörtyol’da yaptıkları son basın açıklaması şöyle bitmektedir: “Fındık üreticileri Ordu’da kapatacak bir yol bulduysa, biz de Çukurova’nın bir bölgesinde kapatacak bir yol bulabiliriz. Taleplerimize kulak verilmemesi halinde de kapatacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın!

Bu öfkeyi bir potada toplayıp, doğru yola kanalize edebilmenin bir aracı olarak Tüm Üretici Köylüler Sendikası (Tüm Köy-Sen) ortada durmaktadır. Ordu’da, doğru zamanda, doğru şekilde yapılan küçük bir çalışmayla, binlerce kişi sendika pankartının arkasında alana gelmiştir. Bu durum, şimdilik bir öfke patlaması olarak duran köylü hareketinin, demokratik bir halk hareketinin parçası haline getirilebileceğinin de göstergesidir.

Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.

Türkiye tarımının girdiği sarmaldan kurtulabilmesi, çokuluslu tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarının terk edilmesine bağlıdır. Tabii ki, tek başına terk etmek yeterli değildir, aynı zamanda, kendi çiftçisi ve insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin özgül iklim ve toprak koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesi de gereklidir. Hedefi olan mücadele böylesi bir programa sahip olmalı ki, köylü hareketinin taşıdığı potansiyel doğru yola, protestoculuğun ötesinde doğru yola kanalize edilebilsin.

Ulusalcılar ve Sol AB’cilerin Buluştuğu Nokta

Türkiye, yükselen ya da yükseltilen milliyetçi dalganın eksen kaymalarına yol açtığı bir süreç yaşıyor. Köpürtülen milliyetçi dalgayla oluşan zeminde, sınıf eksenli bakış ve kavrayıştan ulusal eksenli bakış ve kavrayışa kaymaların yaşandığı gözleniyor. Demokratik haklar, laiklik, Kürt sorunu, Avrupa Birliği gibi birçok meselede sınıfsal yaklaşımlara sahip olduğu bilinen birçok akademisyen ve aydında da “Kızılelmacı” bir dilin hakim olmaya başladığı görülüyor. Örtük ve geride duran “Kemalist damar” öne çıkıyor.

Sendikal alanda da dönemin havasına uygun bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Söz konusu çaba, içinde, uzlaşmacı ‘sarı sendikacılığı’ aşan bir tehlikeyi barındırıyor: İşçiyi ‘pasifleştirme’nin ötesinde, ulusal ve uluslararası ölçekte farklı milliyetlerden sınıf kardeşlerine düşmanlaştırma… Bahsi geçen anlayış, her şeyin önüne “ulusal”ı koymanın yanı sıra sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, enternasyonalizm gibi kavramların ya içini boşaltıyor ya da kavramsal çarpıtmalara yöneliyor.

Sözde ‘sol’ eğilimli “Kızılelmacılar”a göre, işçilerin hakları için mücadele etmelerine rağmen hak kayıplarına uğramalarının nedeni, işçi haklarına saldırının aslında ülkeye saldırı olduğunu görememeleridir*: “İşçi ve sendikacılık hareketi, 1992-93 yıllarından itibaren sürekli olarak mevzi kaybetmektedir. En öne çıkan kayıplar şöyle özetlenebilir: Gerçek ücretler sürekli olarak gerilemektedir. İşsizlik artmaktadır. 2003 yılında kabul edilen 4857 Sayılı İş Kanunu ile birçok işçi hakkı yok edilmiştir. Özelleştirmelerle işyerleri kapanmaktadır. Taşeronlaştırma, fason üretim ve evlerde çalışma yaygınlaşmaktadır. Sosyal güvenlik haklarına yönelik sistemli bir saldırı vardır. Sendikasızlaştırma yaygınlaşmaktadır…

Bugün yapılması gereken ilk iş, bu başarısızlığın sebebini doğru olarak teşhis etmektir.

İşçi ve sendikacılık hareketinin büyük bölümü, bu saldırıları sadece işçilere yönelik adımlar olarak ele almakta, bu nedenle de milletimizin diğer kesimlerinden kopmaktadır. AB ve ABD merkezli işçilere yönelik saldırılar, esasında Türkiye’yi parçalamaya, milletimizi bölmeye ve birbirine düşürmeye yönelik saldırının birer unsurudur. Eğer işçi ve sendikacılık hareketi bu gerçeği kavrarsa, politikalarını yeniden biçimlendirirse, hem ülkemizin bağımsızlığı, hem de işçilerin çıkarları açısından başarılar elde edecektir.

İşçi haklarına yönelik sıralanan saldırılar, sadece Türkiye’ye özgü olmayan, uluslararası ölçekte sınıfa yönelik saldırılardır. Ülkemizi parçalamaya yönelik saldırılar olarak değerlendirilen sınıfın kazanılmış haklarının gasbı, emperyalist merkezler AB ve ABD işçi sınıfına da yöneltilmiştir. Saldırılar, kapitalist sermaye birikiminin ihtiyacına uygun olarak hayata geçirilen neoliberal politikaların bir sonucudur. Dünya çapında işçi sınıfına yönelik saldırıların, ülkeyi parçalamaya dönük paranoyalarla açıklanması “abesle iştigaldir” denilerek geçilebilirdi. Fakat, söz konusu mantığın işçi sınıfını milliyetlere göre bölme ve düşmanlaştırma tutumu, bazı kavram ve kavramaları hem mahkum etmeyi, hem de yerli yerine oturtmayı zorunlu kılıyor.

‘ENTERNASYONALİZM’ HAYAL Mİ?

Avrupa Birliği’ne milliyetçi argümanlarla karşı çıkanlar, anlayışlarını sınıf ilişkilerine de taşımaktalar. Bu alandaki en kristalize olmuş örneği, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitap oluşturuyor.

Sermayenin değil, emeğin Avrupa’sı” söylemi ile Avrupa Birliği’ni (AB) savunan kesimlerle polemik iddiasında… Fakat iddianın ortaya konuşu, konuların ele alınışı, yürütülen mantık ve varılan sonuçlarıyla tartışma, tehlikeli bir mecrada yürüyor. Kitap ‘Havet’çiler** olarak tanımlanan ‘Emeğin Avrupası’ savunucularının yanılgılarıyla savaş verirken, kendisi handikaplara yol açıyor. ‘Havet’çilerin, işçi sınıfının dayanışmasının, Avrupa Birliği’ne girmeden de sağlanabileceğini gösteren “enternasyonal” deneyimleri görmezden gelen tutumu, Kızılelmacılarda açıktan redde dönüşüyor: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları ve sendikaları, bu mücadelede (Türkiye’nin kurtuluşu mücadelesi) müttefikimiz değildir; düşmanımızın müttefikidir… Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümleri, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir… Avrupa’da halkın yüzde 90’ı işçi sınıfıdır. Hükümetler işçi sınıfının desteğine sahip hükümetlerdir. ‘Sermayenin Avrupası’ ile ‘emeğin Avrupası’ arasında bir fark yoktur. Avrupa işçi sınıfından hayır beklemek hayaldir…

Avrupalı işçilerle ülke işçisini karşı karşıya getiren bu sözler, Yıldırım Koç’un kitabından alındı. Karşı karşıya getirişin tersini; enternasyonalist dayanışmayı, sermayenin dünya genelinde dayanışma içinde gerçekleştirdiği saldırılara karşı birlikte mücadeleyi savunanları ise Koç, “saflıkla”, “hayalcilikle” ya da “emperyalist sömürüyü gizlemeye çabalamakla” suçluyor.

Enternasyonalizm tutumunun önem kazanması; doğrudan, işçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız bir sınıf olarak çıkmasıyla yakından ilgilidir. İngiltere’de toplanan Uluslararası Emekçiler Birliği (1. Enternasyonal), Komünist Manifesto’da yer alan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını şiar edinmiştir. Şu ülkenin işçileri, bu ülkenin işçileri olarak bir ayrım yapılmamıştır. Dünyayı tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştirmeyi amaçlayan kapitalizm karşısında işçilerin bütün dünyada ortaklaşması gerektiği vurgulanmıştır. Ekim devriminin ardından, 1919’da kurulan 3. Enternasyonal (Komintern), sloganı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen haklar birleşin” noktasına taşımıştır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi için büyük çaba harcanmıştır. Bu çaba, değişik ülkelerden işçilerin sınıf sendikaları çatısı altında bir araya gelmelerine hizmet etmiştir. İşte böylesi tarihsel bir mirasın sonucudur, İngiltere’deki madencilerin grevine dünyanın her yerinden işçi örgütlerinin para yağdırması; Fransız, Belçikalı ve Avustralyalı liman işçilerinin İngiltereli madenciler için dayanışma eylemleri yapması. 1989-1990 Zonguldak madencilerinin grevi ve Ankara Yürüyüşü sırasında da, yine uluslararası bir dayanışma örneği yaşandı. Avustralya’da dayanışma eylemleri yapılarak, Türkiye’nin kömür ithalatı durduruldu.

İşçi sınıfı için enternasyonalizm; ulusların ve halkların kardeşliği temelinde; ırk, din, dil, milliyet ve coğrafya farkı gözetmeksizin, tüm işçilerin ve ezilen halkların birleşmesi; sınırların bu temelde anlamsızlaşıp ortadan kalkmasının amaçlanmasıdır. Evet, işçi sınıfı enternasyonalizminin amacı, sınırların olmadığı, ulusların ortadan kalktığı tek bir insanlık dünyasıdır. Geçmişte kurulmuş üç işçi sınıfı enternasyonalizminin hedefi de budur. Bugün de, gerçek bir enternasyonalizm, işçi sınıfının şahsında, onun örgütleri (sendikalar, sınıf partileri, değişik uluslararası işçi birlikleri) arasında yaşatılmaya çalışılmaktadır. Yapılması gereken, bu çabaların güçlendirilmesidir. Hangi milliyetten olursa olsun, kapitalizm karşısında çıkarları ortak tek bir sınıf oluşturması ve buradan kaynaklanan uluslararası dayanışma ihtiyacının ötesinde, sermayenin bir ülkeden diğerine çok hızlı bir şekilde üretim kaydırması yaptığı bir dünyada, tek tek ülkelerde işçi ve emekçilerin mücadelelerinin başarıya ulaşması, böylesi bir dayanışmaya ihtiyacı artırmaktadır. Sermayenin üretim kaydırması tehdidini, farklı ülkelerdeki işçileri rekabete sokarak sömürüyü artırmanın aracına dönüştürdüğü bir dünyada, farklı ülkelerdeki işçilerin dayanışması elzemdir. Enternasyonalist dayanışma, küreselleşmiş kapitalist dünyada yakıcılığını daha açıktan hissettiriyor. Buna rağmen Avrupa’daki sendikaların duruşu ve tutumundaki sınıf-dışılık, AB işçi sınıfıyla dayanışmanın reddine dönüştürülüyor: “Türkiye’den TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ ve KESK’in üyesi bulunduğu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC), emperyalist bir güç olan Avrupa Birliği’nin parasıyla ayakta durabilmekte ve faaliyet gerçekleştirebilmektedir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, Avrupa Birliği’nin beslemesidir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu eski Genel Sekreteri Emilio Gabaglio’nun bir yönetim kurulu toplantısında yaptığı açıklamaya göre, örgüt, yaptığı faaliyetlerde harcadığı paranın yüzde 85’ini, Avrupa Birliği’nden almaktadır… Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun emperyalist Avrupa Birliği’nin beslemesi olmaktan kurtarılabilmesi çok zor gözüküyor. Ona umut bağlayanların işi ise daha da zor.

Biz de rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Avrupa Sendikalar Birliği ve onun sendika bürokratları, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, zamanlarını, işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası”nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere, onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler. Bu nedenledir ki, “Emeğin Avrupası” adına AB’ye evet diyenlere, “Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) hali anlatılmıştır. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birini oluşturan ETUC’un, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş olmasına dikkat çekilmiştir. ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden bu tutumunun serbest dolaşıma karşı aldığı tavırda açıkça görüldüğü anlatılarak, “Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun ETUC olduğu görüldü. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasındaki bulunan gelir uçurumunun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan ‘korunma stratejisi’ni tercih etti” denildi. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığının da artmış durumda olduğunun altı çizildi. (Bkz: Bülent Falakaoğlu, “Havet’ten ‘Evet’e Sol AB’cilik ve Fikir Babalarının Durumu”, Özgürlük Dünyası, sayı 154)

Yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan, bu sürecin sebebini göçe bağlayan, aynı zamanda mali açıdan bağımlı Avrupalı sendikalar, maalesef uluslararası bir mücadele yürütecek durumda değil. Peki bu gerçeklik, AB’li işçilerle birleşik bir mücadele ve dayanışma içerisine girmenin önünde engel midir?

EŞİTLEYEREK ÇARPITMA

Yukarıda sorulan sorunun cevabı, sendikal bürokrasi ile işçi sınıfının düz bir mantıkla eşitlenmesi halinde, ‘evet, engeldir’ şeklinde olur. Bu olumsuz cevabı verdirmek niyetinde olanlar, Avrupalı işçileri, sermayenin neo-liberal saldırılarına maruz kalmayan tuzu kurular olarak gösterme gayreti içerisindeler: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde ücret/gelir düzeyleri sürekli olarak yükselmektedir.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde çalışma koşulları iyidir ve daha da iyileşmektedir.”.. “Avrupa Birliği ülkelerinde gelişkin bir sosyal güvenlik sistemi mevcuttur.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde işçi sınıfı hayatından memnundur.

Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), neo-liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neo-liberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Ortaya konan projeler, hayata geçirilen uygulamalar, Japonya, ABD gibi rakipleriyle rekabet edebilir AB’yi hedefliyor. Bundan dolayıdır ki, AB, işçi haklarını ve genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor. Örneğin, “AB Hizmet İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak! Yani aynı işyerinde, biri, Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat; diğeri, herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat, düşük ücrete çalışabilecek.

Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan hızla çıktığı bir süreç yaşıyor. 1475 sayılı Yasa değişikliğinde, tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması tesadüf değil. Agenda 2010 programının içeriğine bakmak bile, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının hangi yöne doğru gittiğini anlamak için yeterlidir: Sağlık alanında, sigortalara ödenen primlerde işverenin payı azaltılacak. Sigortalıların primleri ise artırılacak. Her doktora gidişte 10 Avro muayene parası ödeme uygulaması başlatılacak. Altı haftalık hastalıktan sonra ücretin yüzde 70’inin sigortalar tarafından ödenmesine son verilecek. Emeklilik maaşı hesaplanmasında yeni formül bulunacak. Maaşın yüksekliğinin yeniden hesaplanması ve emeklilik maaşı hakkının kısıtlanmasıyla maaşlar azaltılacak. Agenda programının dışında, işsizlik sigortasındaki değişikliklerden, şimdilik Avrupalılara kabul ettirilemeyen AB Anayasası’na kadar bir dizi düzenleme örneklenerek, liberalleşen AB’nin sosyal hakları budaması anlatılabilir. Fakat uzatmaya gerek yok; Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya sokaklara dökülen işçiler, emekçiler, öğrenciler her şeyi özetliyor.

SINIFIN KAZANIMLARINI EMPERYALİST MERHAMETE(!) BAĞLAMA

Ulusalcı anlayışların çarpıttığı bir diğer nokta, hak ve özgürlüklerin elde ediliş biçimi: “Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümü, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir!.. Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının siyasal tercihleri, aldatılmanın değil, kısa ve orta vadeli çıkarlarının yansımasıdır ve emperyalist sömürü devam ettiği sürece bu çizgi sürecektir.

Düz bir mantık: Emperyalist ülkelerde haklar için mücadele etmeye gerek yok!.. Emperyalistler, sömürüden aldıkları payları emekçi sınıflara karşılıksız verirler. Sınıf mücadelesi tarihini inkar eden bu mantık, sermayeyi de kendi ülkesinin işçi sınıflarına ‘merhametli’ gösteren bir çarpıtma tutumu içerisinde. Oysa, dünya işçi sınıfı kültürüne “Kızıl Sendikacılık” kavramını kazandıran, günümüzün en büyük emperyalist gücü ABD’nin işçi sınıfıdır. Amerikan işçi sınıfı, oldukça sert ve çatışmalı bir sınıf mücadelesi tarihine sahiptir. Direnen, mücadele eden işçilere giydirilen kırmızı önlükler, zaman içinde mücadeleci sendikaları tanımlamak için kullanılır olmuştur. Amerikalı işçilerin 1884 yılında 8 saatlik iş günü için başlattıkları mücadele, daha sonra dünya emekçi halklarının mücadelesine ışık tutmuştur.

Avrupa işçi sınıfının sadece kendilerine değil, dünya işçi ve emekçilerine kazandırdıkları, inkar edilemez boyuttadır. Çalışma koşulları ve işçilerin yaşamını ilgilendiren konularda evrensel nitelikli sözleşmelerin oluşmasında, Avrupalı işçilerin imzası bulunuyor. Örnek, Versailles Barış Anlaşması’nın girişi bölümünü oluşturan İşçi Hakları Bildirgesi… Sendikaları kapatan Hitler ve Mussolini faşizmi bile Avrupa işçi sınıfını mücadeleden alıkoyamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin işçilerin mücadelesinin gelişmişliği ve sosyalizmden korkusu ile oluşturduğu “sosyal devlet” modeli ile işçi sınıfı geniş ekonomik ve sosyal haklar kazanmıştır. Söz konusu haklar, kapitalist sistem tarafından bahşedilen haklar değildir ama Avrupalı işçi ve emekçilerin, kora kor mücadelelerinin devrimlerin eşiğinden dönmesi ve hâlâ mücadeleci ruhu bünyesinde taşıyor olmasının burjuvaziye verdiği korkunun kazanımlarıdır. Fakat “sosyal devlet” modelinin, sendikaları, mücadeleci geçmişlerini inkara ve sistemle uzlaşmaya götürdüğü bir gerçektir. Artan kâr oranlarının da etkisiyle işçilere yüksek ücret verilmesi, talepler üzerinden mücadele yerine sendikaları masa başı çözümlere yöneltmiştir. Bu yöneliş, sendikaların, 1970’lerden başlayıp günümüze dek süren erimelerinin sebebidir. Kâr oranlarının düşmesi, sosyalizm tehdidinin şimdilik ortadan kalkması ve sendikaların gücünü yitirmesiyle birlikte, Avrupa da dahil, emekçilerin kazanılmış haklarının gasbına yönelik dünya ölçeğindeki saldırılar, sermayenin merhametinden söz edilemeyeceğinin göstergesidir.

Sadece Avrupa’da değil, Türkiyeli işçi ve emekçilerin sendika kurmaktan, 8 saat iş gününe kadar pek çok hakkı kazanmasında, Avrupalı işçilerin mücadelesinin payı reddedilemez bir gerçektir. Sadece bu bile, işçi ve emekçilerin enternasyonal dayanışmasının ve küreselleşme ile birlikte sermayenin sürdürdüğü saldırılara karşı birlikte mücadele etmenin önemini ortaya koyuyor. Fakat “ulusalcılar”, AB’ye karşı çıkma adına, sınıfın kazanımlarını emperyalist hibe gösterme çarpıtmasının yanı sıra, “Avrupalı işçiler, senin cebinden alınan paralarla böyle rahat” diyerek, işçiler arasında düşmanlığı körüklüyorlar.

İŞÇİYE KENDİ BURJUVAZİSİNİ SEVDİRME TAKTİĞİ

Enternasyonalizmin özünü, Birinci Dünya Savaşı çıktığında, Alman devrimci Karl Liebknecht’in “asıl düşman evdedir” şeklindeki tutumunda görebiliriz. Rosa Lüksemburg’un “Bizden Fransız veya başka yabancı kardeşlerimizi öldürmemizi bekliyorlarsa onlara kesinlikle ‘hayır’ yanıtını vermeliyiz” şeklindeki çağrısı ise, enternasyonalizmin gerçek yaşamda ne anlama geldiğinin mükemmel bir örneğidir. Ulusalcılar, sadece Avrupalı işçilere yönelik tutumlarıyla değil, enternasyonalizmin özünü oluşturan değerleri reddedişleriyle de enternasyonalizmin uzağındalar. “Türkiye’ye sahip çıkılmadan hiçbir işçi sorunu çözülemez”, “İşçi misin? Önce vatan diyeceksin” vb. sloganlar, sınıf-dışı tutumun, enternasyonalizmin özüne uzaklığın kanıtıdır.

Alıntılanan ve ulusalcılar tarafından dillendirilen benzeri söylemler, memlekete “sahip çıkmaya” değil, aslında işçilere kendi burjuvazilerini sevdirmeye hizmet ediyor. Ulusalcılara göre, yerli sermaye sevilesidir! Onlara göre, TÜPRAŞ’ın Koç’a, Erdemir’in OYAK’a, PO’nun Doğan’a satışı, eleştirilecek bir özelleştirme uygulaması değildir. Hatta yabancı sermayeye gitmediği için alkışlanmalıdır. Yakın zamanda gördük; Türkiye’nin en büyük kamusal varlığı TÜPRAŞ, Shell ile işbirliğindeki Koç’a satılınca, tüm ulusalcılar onay verdiler. Cumhuriyet Gazetesi, İlhan Selçuk imzalı başyazılarında, özelleştirmelere karşı çıkanları “kaba” solculuk yapmakla itham etti. Hatta gazete yönetimi, daha ileri giderek, özelleştirmelere karşı çıkan Korkut Boratav ve İzzetin Önder’in yazılarına son verdi.

TÜPRAŞ’ı satın alan Koç-Shell ortaklığıydı. Yani dünya petrol deviyle bütünleşmiş “yerli sermaye”. Sermaye birikimi sürecinin eğilimlerini iyi okumak gerekir. Türkiye burjuvazisinin son 10 yıldaki yönelimlerini iyi okumak gerekir. Aksi halde ulusal sermaye yanılgısına düşülür.

Ulus-devletlerin ilk döneminde (sermayenin kendisine birikim ve güvenli bir ortam oluşturmak için ulus devletleri var ettiği süreçte) bir dereceye kadar geçerli olan ulusal sermaye ölçütünün günümüzde bir değeri kalmamıştır. Küreselleşme döneminde, sermaye kendisine sınır tanımamakta, tüm yerküreyi dolaşabilmektedir. “Ulusal sermayeler”, dünyaya hakim olan uluslararası sermayeye (merkez emperyalist ülkelerin sermayesi) eklemlenmiştir. Artık tekelci büyük sermayeye “ulusallık” atfedilemez; bu niteliğin, ancak tekelci emperyalist sermayeyle bütünüyle birleşmemiş küçük ve en çok orta sermaye bakımından sözünü etmek olanaklı olabilir.

Ulusalcıların kendilerine dayanak ettikleri ve kendisi de bir sermaye grubu olan ordunun kurumu OYAK da, kuşku yok ki, küresel piyasanın kurallarına uygun olarak, dışa açılma ve eklemlenme stratejisiyle hareket ediyor. Özelleştirme ihalesinde Erdemir’e en yüksek teklifi veren OYAK, dünya çelik devi Arcelor ile ortaklık yapacağını açıklamıştı. Fakat Rekabet Kurumu satışa onay vermemişti. Devir için tanınan sürenin dolmasına iki gün kala, OYAK, Erdemir’i tek başına aldığını açıklamıştı. OYAK’ın ülkenin büyük sermayesi olmasının gereklerine uygun refleksler göstermesi, ulusalcıları hayrete düşürüyor. Örnekse, OYAK’ın, bünyesindeki, Oyak Bank’ın satışı için yabancı ortak arayışı karşısında, Ankara Ticaret Odası Başkanı’nın “ülkede ulusal sermaye kalmamış” tepkisi vermesi… Tabi ki asıl şaşkınlık, OYAK Yönetim Kurulu’nun, 20 Haziran 2007 tarihli basın toplantısında, Oyak Bank’ın tamamını Hollandalı ING Grubuna sattığını açıklamasıyla yaşandı. Eee ne de olsa, Erdemir’i almadan önce Oyak Grubu’nun, 7 Eylül 2005’te Antalya’da çalışanları ve iş ortağı ile düzenlediği toplantıda Oyak Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Korgeneral Yıldırım Türker, Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy ve salondaki herkes kırmızı beyaz tişört giymişti. Bu tişört daha sonraki günlerde “milli sermaye hareketi sembolü” olarak anılmıştı. Erdemir ihalesini OYAK’ın kazanmasının ardından, bir çok patron ve Cumhuriyet Gazetesi başta olmak üzere bazı yayın organları tarafından ‘yerli sermaye’ propagandası yapılmıştı. Erdemir’in Hilton Oteli’nde yapılan ihalesi sonrasında basın açıklaması yapan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Erdemir’in milli sermayede kalmasından dolayı duyduğu mutluluğu ifade ederek şu sözleri sarf etmişti: “Kamuoyu huzurunda, Türk sanayiinin mutlu geleceği için OYAK’a her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu ifade ediyorum. Türk iş adamlarının da, birlikte iş yapabileceklerini gösterdik. Biz bir meşale yaktık. Bunun Edirne’den Diyarbakır’a, İzmir’den Van’a karşılık bulduğunu da gördük. Artık, her bölgedeki iş adamlarımız, bir araya gelerek, Ortak Girişim Grupları kuruyor. Buradan ülke olarak, büyük bir ders çıkarmış olmalıyız. Bu önemli ihaleyi kazanan Oyak’ı tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz. Bütün Türkiye’yi Oyak’a destek olmaya çağırıyorum.” O dönem milli formayla sahaya indiği için alkışlayanlar, bugün yaşadıkları hayal kırıklığı nedeniyle derin bir sessizliğe gömüldüler.

“Önce vatan” denilerek, aslında, burjuvazi ile işçi ve emekçilerin çıkarları aynı noktada buluşturuluyor. Bu buluşturmanın sonuçları, 2001 krizinden sonra açıkça görülmüştü. Kriz sonrası, “ulusal sermaye” olarak adlandırılan kesimler, “Aynı gemideyiz” diyerek, işçileri fedakarlık yapmaya çağırmışlardı. Bu çağrı, yerli sermayenin krizden büyük hasar gördüğünü ve dönemin vatana sahip çıkmayı gerektirdiğini düşünen ulusalcılar tarafından olumlu karşılandı. Dahası; bu çağrı, dönemin Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından “İki zeytinin birini veririz” sözleriyle somut destek gördü. Sıfır zamlar imzalandı, hatta ücretler düşürüldü, toplu sözleşmeler delindi. Bu fırsattan yararlanılarak, İş Yasası esnekleştirildi ve işçilerin hakları açıktan gasp edildi. Yüz binlerce işçi işten atıldı. Daha az işçiye, daha ucuza, daha çok iş yaptırılır oldu. Sadece imalat sanayiine bakıldığında, reel ücretlerde son 4 yılda yüzde 25’e varan düşüşler yaşandığı görülüyor. Aynı dönemde ise, üretim artışı yüzde 33 oldu. Üretim ve verimlilik arttı, ücretler düştü. Sermaye krizi atlattı, işçi, ucuz ve ağır çalışma koşulları “krizi”ne itildi. Vatan değil, ama büyük sermaye kurtuldu!

Elbette ki, emperyalizm karşısında ulusal çıkar savunulmalıdır. Türkiye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmak gerekir. Bu, ulusal ve uluslararası sermayenin politikalarına çomak sokmak ve işçi ve emekçileri kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirebilmek için gereklidir. Söz konusu gereklilik, emperyalizmle işbirlikçilik temel bir niteliği olan “yerli burjuvazi” söz konusu olduğunda, dümen kıracak bir yapıya sahip değildir.

Ulusalcıların ulus devlet içerisinde tüm sınıfların çıkarlarını ortaklaştıran “sakat” anlayışı, emperyalizme karşı uluslararası mücadele perspektiflerine de yansıyor. “Emperyalist ülkelere darbe vurmak”tan anlaşılan, emperyalist ülkelere rakip olacak bir devletin ortaya çıkması bile değildir; emperyalist devletlerden birine karşı diğerine dayanarak ve aralarında manevralarla “pay” ya da “komisyonu” artırmaya “ulusallık” ve “darbe vurma” adı verilmektedir!

Bu anlayışa göre, Çin’in hızlı ve başarılı ekonomik büyümesi, dünya emperyalist sistemine önemli darbedir. Çin, dünya kapitalizmini kendi silahıyla, ucuz mallarla vurmakta ve bu süreçte uluslararası şirketlerle emperyalist devletler ve işçiler arasındaki çelişkiden başarıyla yararlanmaktadır. Çin devleti ile Çin işçi sınıfı bir tutuluyor. Bu anlayışa göre, Çin’de bir işçinin 50 dolara çalışıyor olmasının pek bir önemi yok. Çin’de emekçi sınıfların üzerinden milyarlarca dolar kâr da elde edilebilir, ama uluslararası arenada Çin başarılıysa, Çin işçi sınıfı da başarılıdır ve emperyalistlere darbe vuruyordur! Ve Türkiye işçi sınıfına da “ulusallık” adına ve üstelik işçi yandaşı görüntüyle önerilen budur: Türkiye işçi sınıfının, burjuvazisinin uluslararası rekabet edebilirliği adına, on milyonlarca Çin işçisi gibi “pirinç lapasına talim etme”yi gönüllüce kabullenmesi!

BAYRAKLI MİTİNGLERE TAŞINAN HASTALIK

Ulusalcı anlayış, sadece işçilerle burjuvazinin çıkarlarını ortaklaştırarak sınıfı yanlışa sürüklemiyor, aynı zamanda, ülke içindeki işçileri de bölüyor. “Önce Türkiye diyeceksin” anlayışı, işçileri, sınıf olarak en çok zarar göreceği milliyetçilik ve şovenizm platformuna çağırıyor. Örneğin Türk-İş, her zaman bu çağrıya uygun hareket ediyor. İşçi sendikası olarak iş-ekmek-özgürlük savaşında kararlılık göstermesi gerekirken, “önce Türkiye” söylemiyle bütünleşerek, barışı savunması gereken Kıbrıs sorununda, Ermeni soykırımı konusunda, Türkiye’nin Yunanistan’la olan çatışmalarında taraf olmakta, egemen sınıfla birlikte savaşmaktadır. Sınıf çıkarına olan Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü konusunda da, sendikalar aynı olumsuz tavrı göstermekte ve bayrak gösterilerinde (neye hizmet ettiğine ve sınıf içerisinde yol açtığı bölünmeye bakmaksızın) yer almaktadırlar.

Oysa işçi sınıfı, kendi içinde her türden milliyetçiliği aşan bir birliği gerçekleştirdiğinde, işçi sınıfının özelliklerine sahip bir sınıf tutumu gösterme imkanı elde edebilir. Uluslararası saldırılara karşı uluslararası bir birlik kurma ihtiyacında olan bir sınıf olarak, işçi sınıfının dünya görüşü, her tür milliyet, din, ırk ayrımcılığını reddeder. Sınıflar mücadelesi tarihinin gösterdiği gerçekliktir bu. Bu nedenledir ki, işçilerin birliği adına, Kürt sorununun çözümü, işçi sınıfının, burjuvaziye bırakmaması gereken görevlerinin başında gelir. Ulusalcılara göre ise, Kürt sorununun çözümü yönünde demokratikleşme, baştan reddedilmesi gereken bir taleptir. Çünkü ulusalcılar, “AB bu konuda çözüm önerileri sunuyorsa, demokratikleşmenin adını anmak AB’nin emperyalist politikalarına destek vermektir” düz mantığına sahipler.

Yani demokrasiyi, özgürlüğü, barışı ve insan haklarını savunmak, Avrupalı emperyalistlere hizmet etmek anlamına geliyor ulusalcılara göre!

Son dönem, Çağlayan’dan İzmir’e, milyonların alanları doldurmaları için Cumhurbaşkanlığı tartışmaları üzerinden laiklik ve bağımsızlık özlemlerini çekiştirip istismar eden ulusalcı güçlerin işçi ve emekçileri, halkı bölüp arkalarında saflaştırmaya yönelik çabalarına tanık olundu. Ve bu çabalardan etkilenmede yazı boyunca dikkat çekilen tehlikelerin tümü mevcut. Sınıfı kamplar etrafında bölme, düşman AB ve ABD karşısında yerli sermayeyi sevme vs… Oysa, alanlarda çokça eleştirilen AKP’nin ABD ve AB icazetli politikaları, içeride TÜSİAD çatısı altındaki büyük sermaye desteği olmadan yaşama geçirilebilir miydi?

Sermaye bir güçtür, girdiği alanları sömürür, tüm siyasal kararları kendi yönünde oluşturur, halkları ideolojik aygıtlarla uyutur, bunu aşan durumlarda da, gözünü kırpmadan, güç ve baskı kullanır. Askeri darbeler bunun kanıtıdır. Siyaseti ve silah gücünü de sermayeden ayrı düşünmek yanlıştır, yanılgıdır! Ve ulusallık adına, bu yanılgının yoğun bir biçimde yaşandığı, sermayenin ulusalının(!) kayrıldığı, orduya açık ya da gizli selam çakıldığı bir süreçten geçiyoruz.

TARİHSEL MİRASIN REDDİNDE BULUŞMA

Yaşanan süreç, “Sol AB’cilik” diye tanımladığımız, ÖDP’yi de içine alan “liberal sol” ile ulusalcıların farklı açılardan aynı noktada nasıl buluştuklarının örneklerini sunuyor. Sol AB’cilik, “emeğin Avrupası”nın inşası söylemiyle, Türkiye’nin Avrupa sermayesinin çıkarlarının çatısı olan AB’ye girmesine “evet” diyor. Avrupa işçi sınıfıyla birleşmenin yolu birliğe girmekmiş gibi gösterilirken, aslında işçi sınıfının enternasyonalizm deneyimi görmezden geliniyor. Her tehlikenin Avrupa’dan geldiğini düşünen ulusalcılar da, “AB’ye hayır” derken, enternasyonalizm deneyimini görmezden gelerek, AB işçi sınıfını da düşman ilan ediyor.

Ulusalcılar, ülke işçi ve emekçilerini bölecek milliyetçi bir tutum takınıp, Kürt sorununu inkar ederken, işçi sınıfının dil, din, ırka göre ayrımını değil birliğini esas alan enternasyonalist dünya görüşünü reddediyorlar. AB’nin Kürt sorununda ortaya koyduğu talepleri destekleyen “sol AB’ciler” aslında, bu noktada da ulusalcılarla buluşuyorlar. Çünkü onlar da Marksizmin bu konudaki bakışını reddediyorlar. Söz konusu çevreye göre, Kürt sorunu üstünden politik mücadele yürütmek, ezilen ulus milliyetçiliğiyle uzlaşmaktır. Bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulus milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.

İki ayrı uçta gözüken, biri kapalı diğeri açık toplum savunusu içindeki ulusalcı ve liberal sol hareket, bir noktada; işçi sınıfının enternasyonalizm deneyiminin reddi noktasında buluşuyorlar.

Oysa yapılması gereken şudur. Her siyasi parti, örgüt ve kişi, kendi ülkesini devrimci mücadelenin başlıca zemini edinmelidir. Ulusal sınırların mücadele zemini edinilmesi, ulusal sınırlarla bölünmüş ulusal devletlerin tarihsel olarak verili olmasındandır. Fakat ulusal sınırlar içerisinde yürütülen mücadele enternasyonal içerikte olmalıdır. Ulusal sınırlar içerisindeki mücadele, Avrupa ve dünya ölçeğinde (proleter enternasyonalizm gereğince), sendikal, politik, ideolojik vb. birlik ve dayanışmayı örme mücadelesiyle birleştirmelidir.

———

* Yazı boyunca yapılan alıntılar, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitabından ve www.antiemperyalizm.org sitesinden alınmıştır.

** Havet: Avrupa çatısı altında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “Sermaye’nin Avrupası’na, neoliberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem hayır tutumunu benimseyenler için kullanılan kavram.

Direksiyondaki IMF Aracı nereye sürüyor?

Öyle ya da böyle, görülüyor ki, IMF, en azından gelecek beş yıl boyunca dünya ekonomisine yön vermekte kullanılacak olan en önemli kurum olacak. Ve şu anda, bu role uygun olarak, IMF’nin şekline, söylemine, yapısına ve sermayesine ayar veriliyor.

Daha bir yıl öncesine kadar, Türkiye’den başka belli başlı müşterisi kalmamış, çalışanlarının dahi ücretlerini nasıl ödeyeceğini düşünen, sinek avlayan bir dükkan sahibine benziyordu… Fakat o, her zaman küllerinden doğmayı başarmış bir aktördü. Ne zaman böyle itibardan düşse, çok geçmeden bir küresel ‘ekonomik felaket’ yaşanır ve ardından ona yeni bir sorumluluk verilirdi.

Bu sefer de aynen öyle oldu. Bir felaket yaşandı, hem de 100 yılda bir görünebilecek cinsten… Ve, IMF yeniden göreve çağrıldı. Son G-20 toplantısından çıkan sonuçlara bakıldığında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rolü üstlenmesi öngörülen kurumun IMF olduğu görülüyor. ABD’nin G-20 gündemine getirdiği yeni tasarıma göre, IMF, bütün G-20 ülkelerinin uymayı taahhüt ettikleri koordineli ekonomi politikalarına hangi ölçüde uyduklarını denetleme görevini de üstlenecek.

ABD, artık G-7 veya G-8 şemsiyesi altında, AB ve Japonya ile birlikte dünyayı “Al gülüm ver gülüm” kendi çıkarları doğrultusunda yönetemeyeceğinin farkında. Bu nedenle, dünyaya yeni bir çeki-düzen verilmesi döneminde, bu ihtiyaç çerçevesinde, daha 1998’de Asya krizi sırasında kurulan G-20’ye (gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülkeden oluşuyor) yeni bir misyon yükledi. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile bulunmuyor. Bu nedenle, IMF’ye verilen ‘denetleme’ görevi, aslında G-20’nin sekretaryasının IMF’ye verilmesi anlamına da geliyor. G-20’nin mutfağının IMF’ye devredilmesini, basit bir teknik düzenleme olarak değerlendirmemek gerek. ABD’nin gittikçe zayıflayan küresel hegemonyasının yeniden tesisi yolunda stratejik bir adımla karşı karşıyayız.

Kimilerine göre, IMF değişti. Bu tezin sahiplerine göre, “IMF artık eski sömürücü, ülkeleri krize sürükleyen değil, krizden çıkmaları için çaba harcayan bir yapı. Artık yoksulluktan ve sosyal politikalardan bahseden sorumlu bir kuruluş. Protesto edilmesi gereken ‘günahkar’ bir kurum değil…

G-20 zirvesinde önemli görevler verilen IMF, 6-7 Ekim tarihlerinde ikizi Dünya Bankası ile İstanbul’da yıllık zirvesini gerçekleştirdi. İstanbul’da yapılan yıllık toplantıların sonuç bildirisinde, bundan böyle küresel alanda İstanbul Kararları olarak anılacak ve belki de, birçok ana akım iktisatçısı tarafından referans gösterilecek bir dizi karar açıklandı. Alınan kararlar, iki açıdan değerlendirmeye muhtaç. Birincisi; kararlar, krizden çıkış bakımından neleri öngörüyor ve öngörüler, ülkeler ve emekçileri için ne ifade ediyor? İkincisi; kararlar IMF’nin değiştiğine işaret eden bir içeriğe sahip mi?

KARARLARDA HAYIR VAR MI?

”İstanbul Kararları”nın, önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek G-20 ile IMF-Dünya Bankası Bahar Dönemi toplantılarına da esas teşkil edeceği vurgulanıyor. IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları kapsamında alınan ”İstanbul Kararları”nın, küresel ekonomik ve finansal mimariyi yeniden yapılandırma çalışmalarına önemli katkılarının olacağı vurgulanıyor.

Kararlardan ilki, IMF’nin görev tanımının gözden geçirilmesi. Piyasa ekonomisi anlayışı terk edilmedi. Kâr ve rekabet merkezli bir kurgunun yerini “insan ihtiyaçlarına, toplumsal dayanışmaya” dayalı bir zihniyetin aldığı yolunda bir belirti bulunmadığına göre, IMF’nin yetkilerinin genişletilmesi hayırlı bir gelişme olabilir mi?

Küresel krizi tetikleyen finans sektöründe riskler azaldığı, işlerin yoluna girdiği ileri sürülüyor. Ancak buna karşılık, henüz tüm problemler aşılamadığı da belirtiliyor. Toparlanmanın, ne zaman başlayacağı bir yana, yavaş olacağı kararlara da zemin sağlıyor. Üstü örtük olarak “reel sektör riskleri devam ediyor” uyarısı yapılan bu ifadeyle, aslında istihdam yaratmayan bir iyileşme süreci vaat ediliyor. Krizden çıkış kısa zamanda gerçekleşmeyecek ve IMF’ye göre, kriz, işsizlikle ve beraberinde getirdiği yoksullukla ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenilmeden aşılacak.

İkinci karar, esnek kredi hattının daha çok ülkeye açık hale getirilmesi. Bu program, krizle birlikte zaten yürürlüğe konmuştu. IMF’nin web sayfasında, temel göstergeleri istikrar sergileyen ülkeler için tasarlandığı vurgulanıyordu. Bu şartlarda, sürdürülebilir dış dengeler, sürdürülebilir kamu borçları, mali istikrar şeklinde sıralanıyordu. İlk müşteri ABD’nin sadık partneri Meksika oldu. O da 47.5 milyar dolarlık borçlanma olanağını henüz kullanmadı. Macaristan, Ukrayna gibi krizdeki ülkeler, zaten kapsam dışı kaldılar, “acı reçete” stand-by’a razı oldular.

İstanbul kararlarına göre, krizden çıkış önlemleri için, ülkeler arasında tam bir işbirliği ve uyum gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin, küresel toparlanmanın lokomotifi olmaya devam edeceği ileri sürülüyor. Sistem içi çözüm arayışlarının amentüsü sayılan işbirliği ve uyum ifadelerinin, tüm IMF belgelerinde olduğu gibi, burada da anılması hiç de şaşırtıcı değil aslında. Krizler, gelişmekte olan ülkelere, yani daha doğru bir isimlendirmeyle, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere bağımlı geri kapitalist ülkelere, “çevre ülkeler”e gelişmiş “merkez”in hegemonyasından kurtulmada önemli imkanlar sağlıyor. Fakat IMF gibi merkez hakimiyetindeki örgütlerce işbirliği ve uyumun gerekliliğine inandırılan bağımlı ülkeler, “çevre ülkeleri”, buna biat ettiğinde bu imkanlar da kaçmış oluyor.

Canlandırıcı önlemlerin erken terk edilmesinin krizden çıkıp toparlanma girişimlerine olumsuz etkide bulunabileceği, önlemlerin geç terk edilmesinin de kamu açıklarını yükselterek, enflasyon ve nihai olarak da faizleri yükseltici bir baskı yapacağı ifade ediliyor. Krizin aşılmasında kamusal finansmana icazet veren bu ifadeyle, alınan tedbirlerden vazgeçilmesinde zamanlama hususu öne çıkarılıyor. Oysa, kamusal finansman, her şey bir yana, piyasaya müdahale anlamı taşıyor ve her nasılsa IMF, kriz konu olduğunda, müdahaleciliği görmezden geliyor. İlk uyarı, kamusal finansmandan vazgeçmeme uyarısı… Aslında bu, “Hükümetler sermayeye karşı sorumluluklarını yerine getirsin” anlamına geliyor. “Kamusal finansmanın sınırlarını çiz” şeklindeki ikinci uyarı ise, “kamusal finansmanı abartmayın” anlamında. Bu uyarı, enflasyonun sermayenin getirisini azaltması hususunda önem taşıyor. Ancak bu yapıldığında, ortaya çelişik bir durum çıkıyor ve krizin çözümünü talep cephesinde arayan IMF’nin, “enflasyon olmadan talep nasıl yaratılacak?” sorusuna muhatap olması gerekiyor.

Yaygarası kopartılan kararlardan biri de, “gelişmekte olan ülkelerin hem kotalarının arttırılması, hem de G-20’nin yönetiminde daha fazla söz sahibi olmaları…” IMF ve Dünya Bankası’ndaki kota ve oy hakkı ile yeniden yapılanma reformlarının en kısa sürede gerçekleştirilmesi, uluslararası kuruluşlarda ”aşırı temsil edilen” ülkelerin IMF’deki yüzde 5, Dünya Bankası’ndaki yüzde 3’lük kotasının az temsil edilen ülkelere aktarılması benimseniyor. Bu konuda, gelecek yılki IMF-Dünya Bankası bahar dönemi toplantıları ve 2011 yılına kadar nihai bir sonuca ulaşılması gerektiği belirtiliyor.

Başta Çin olmak üzere, diğer “yükselen ekonomiler”in IMF’deki söz hakkı artacak, ama bu artış, oransal olarak, bir anda batı ekonomilerinin ve elbette IMF’nin “ana sermayedarı” Amerikanın kontrolünü kaybettirecek kadar olmayacak. Bu, aslında Çin başta gelmek üzere, en gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerin dışında kalan “yükselen ekonomiler” denen belli başlı ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarının artmasının doğal bir sonucu. Ancak IMF’de yüzde 5, DB’de yüzde 3 kota artırımı, ABD’nin yüzde 17 civarındaki oy gücüyle veto hakkını ortadan kaldırmıyor. Belçika, Hollanda gibi bazı AB ülkeleri aleyhine kozmetik iyileştirmeler sağlıyor. G-20’nin sekretaryasının zaten IMF’ye verilmesi ise, daha demokratik bir dünya görünümü altında fonun icraatlarının meşrulaştırılmasını amaçlıyor. Zor yerine rıza mekanizmalarını harekete geçirecek bir aldatmaca gibi görünüyor.

Hemen hatırlayalım. Küresel kriz yaşanmadan önce IMF’nin varlığı tartışılır hale gelmişti. Çünkü kriz öncesi dünya dengeleri değişmişti. Bir bütün olarak “merkez” denen gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler açık verirken, “çevre ekonomiler” fazla verir durumdaydı. Yarım yüzyıllık emperyalist ülkeler ile yarı sömürgeler arasındaki kaynak akımları tersine dönmüştü. Geçmiş yıllarda “acil ödemeler dengesinin finansmanı” misyonunu yüklenen IMF, bu misyonunu yitirmişti. Cari işlemler açığı veren az sayıda ülke ise, kriz öncesi tüm dünyada çılgınca dolaşan sermayeden kolayca kaynak bulur hale gelmişti.

2007 yılı sonunda, Türkiye ile birlikte IMF denetiminde sadece 11 ülke vardı. Türkiye hariç, hiçbirisi gelişmekte olan ülkeler kategorinde yer almayan, az gelişmiş sayılan ülkelerdi. IMF’nin ülkelerden alacağı olan yaklaşık 10 milyarın yüzde 70’i Türkiye’nindi. Kısacası, IMF’nin Türkiye’den başka ciddi bir müşterisi yoktu. IMF’nin, çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyeceği belirtiliyordu. IMF’nin işlevi sorgulanmaya başlanmıştı. 2007 yılında hazırlanan bir rapor, IMF’ye finansman ihtiyacını piyasadan karşılamayı öneriyordu.

İki çözüm gündeme gelmişti. Birincisi, IMF kotalarında gelişmekte olan ülkelerin payını ve dolayısıyla oy güçlerini artırmaktı. Nitekim 2006’da, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 4 ülkenin kotası artırıldı. İkincisi ise, IMF’yi, küresel düzeyde iktisat politikalarını gözetleyen ve denetleyen kuruma dönüştürmekti. Krizle birlikte her iki şık da gündeme geldi. Önce piyasaya sürülmesi için merkez ülkelerin merkez bankalarının katkılarıyla oluşturulan fonun denetimi IMF’ye verildi. Son G-20 toplantısında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rol IMF’ye verildi. Küresel krizi, IMF ile G-20’nin ortak yönetmesi kararlaştırıldı. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile olmadığı hesaba katılınca, IMF’nin asıl aktör olması kaçınılmaz. Bu da, ABD egemenliği demek. Çünkü ülkelere dünya ekonomisindeki göreceli ağırlıklarına göre kota verilen IMF’de, ABD’nin kotası yüzde 17. İcra komitesinde karar almak için ise, yüzde 85 çoğunluk gerektiği için, Amerika fiili veto hakkına sahip oluyor.

Bu durum, aslında, bugünlerde ortaya atılan “Dünyanın yönetimi G-20’ye kaydı; Çin, Hindistan, Brezilya artık söz sahibi” söylemlerini tekzip eder nitelikte. Böyle olmasa dahi, adı geçen ülkeler kuşkusuz sosyalist değiller ve tabii ki, krizi emekçilere yıkan kapitalist çözümlerin dışında herhangi bir çözüme de sahip değiller. IMF’yi yetkili kılmalarından da zaten ne yapacakları belli. Yetki, bir emperyalist kurumdan diğerine geçince, sonucun değişmesini beklemek zaten abesle iştigal.

KEMERLER GEVŞİYOR, YOKSULAR DÜŞÜNÜLÜYOR!

Krizin en önemli nedeni olarak gösterilen finans sistemini daha sıkı bir şekilde denetlenme tedbiri de, IMF’nin değiştiğini söyleyebilmeyi gerektirecek bir içeriğe sahip değil. Sistem içi bir önlem olan Tobin vergisinin (ülkelerin uluslararası sermaye hareketlerinden korunmasına yarayacak bir tür döviz işlemleri vergisi) süreç denetimi sağlayan özelliği dikkate alındığında ve elde edilen hasılatın yoksullukla mücadele gibi insani bir amaçla kullanılabileceği düşünüldüğünde, önemi artıyor. Fakat IMF, buna dair olumlayıcı bir yanıt vermiyor ve temsil ettiği sermayeyi dizginleyici içerikli bir vergi olması nedeniyle, bu yanıtı gelecekte de veremeyeceğe benziyor.

Bir diğer iddia ise, IMF’nin kemer sıkıcı değil, artık gevşetici programlar önerdiği iddiasıdır. Oysa IMF, bu süreçte çifte standart uyguluyor. Küresel krizle birlikte ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere, büyük kapitalist ülkeler, depresyondan, kamu harcamalarını artırmak yoluyla genişlemeci mali politikalar ve faizleri 0’a yaklaştırarak gevşek para politikalarıyla sıyrılmaya çalışıyorlar. IMF bir yandan onları bu yolda teşvik ederken, diğer yandan stand-by imzalayan Macaristan, Ukrayna, Litvanya, Pakistan gibi ülkelerin iflahını kesiyor. Onları, daraltıcı politikalar uygulamaya, kamunun ekonomideki rolünü azaltmaya zorluyor. Sırbistan’a örneğin, kamu çalışanlarının en az beşte birini işten çıkarma talimatı verdi.

Finansal kriz ortamında, İzlanda ve Ukrayna’nın sermaye kaçışını frenlemek için döviz işlemlerine ve sermaye hareketlerine kısıtlamalar koydu. Stand-by anlaşmalarında, bu konuda da “asimetrik” ögeler var: İzlanda için, “sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların, döviz piyasaları istikrara kavuşuncaya kadar kaldırılmaması” öneriliyor. Ukrayna ile imzalanan stand-by programı ise, tam tersine, “döviz işlemlerine konan vergilerin ve kısıtlamaların mümkün olduğunca çabuk kaldırılması” koşulunu içeriyor.

Kısaca, aynı hastalığa tam zıt reçeteler uyguluyor. “Merkez”i oluşturan gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere “kıyak”, İzlanda gibi sermayenin sığınma alanlarına kayırma, geriye kalan ülkelere “acı” reçete…

IMF’ye yönelik bir asılsız yakıştırma da, IMF’nin yoksullukla mücadeleyi öne çektiği iddiasıdır. IMF’nin yoksul ülkelere faizsiz kredi verme kararı alması, iddianın kanıtını oluşturuyor. Dünyada faizler, neredeyse sıfır düzeyine inmiş durumda. Karşılıksız kredi verilse, iddia kısmen inandırıcı olabilirdi. Fakat bu koşullarda imkansız… Pakistan’da tüketicilerin ve çiftçilerin korunmasına yönelik sübvansiyonların kaldırılmasının hedeflenmesi, IMF’nin ne kadar yoksul dostu olduğunu anlatmaya yeter de artar bile.

TÜRKİYE IMF İLİŞKİLERİ: KARŞITLIK MI, UYUM MU?

Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamamış olması, hükümete ‘böbürlenme’ imkanı doğurdu. Fakat gerçekte durum farklı. İstanbul’daki zirvenin ardından, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’dan şu açıklama geldi: “Ekonomi düzelmeye girdiği için kemer sıkma politikasına başlamak gerekebilir.”

Nitekim, kemer sıkmanın işareti, hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program’da (OVP) ve 2010 yılı tahmini bütçesinde geldi. 2009 yılında, milli gelirin yüzde 6,6’sı düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe açığının (metinde kamu açığı denilmesine rağmen merkezi yönetim bütçe açığı öngörüsü veriliyor), sürekli azalarak, dönem sonunda (2012 yılında), yüzde 3,2’ye gerilemesi planlanıyor. Açığın küçültülmesi ise, bütçe harcamaları üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Vergi yükü aynı kalırken (2010 yılı hariç), bütçe harcamalarının payı dönem boyunca küçültülüyor. Sosyal güvenlik primleri hariç vergi yükü, 2009 yılında yüzde 17,7 iken, bu rakam, 2010’da 19,4’e yükseltiliyor. Daha sonraki yıllarda ise, bu düzeyin korunması öngörülüyor. 2009 yılında milli gelirin yüzde 28,2’si düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe harcamalarının, sürekli azalarak, dönem sonunda, yüzde 25,6’ya gerilemesi planlanıyor.

Öte yandan, bütçe harcamalarının küçültülmesi, kamu çalışanları ve yatırımlar üzerinden gerçekleştiriliyor. Çünkü hem personel harcamalarının, hem de yatırımların payında ciddi bir gerileme öngörülüyor. Bu kurgudan anlaşılıyor ki, önümüzdeki üç yıl boyunca bir kemer sıkma planı devreye girecektir. Bu dönemin en sancılı yılı ise, 2010 yılı olacaktır. Çünkü bu yılda hem bütçe harcamalarının payı küçülüyor, hem de vergi yükü artmış oluyor. Ancak hemen belirtelim, kemer sıkmanın öngörülen dozda olup olmayacağı olası iki önemli gelişmeye bağlı. 2010 yılında olası bir erken seçim ve/veya IMF ile olası bir anlaşmada doz yükselebilir de yumuşayabilir de.

OVP’de yer alan diğer hedefler ise, geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu kez de yineleniyor. Oysa yinelenenlerin (sosyal harcamalar artırılacak, istihdam desteklenecek, bölgesel gelişmişlik farklılıklarını azaltan harcamalara önem verilecek, yaşam kalitesi yükseltilecek, kayıtdışılık azaltılacak vb.), öngörülen kurguda hiç mi hiç gerçekleşebilme olasılığı bulunmuyor. Çünkü bu işler için bütçeden herhangi bir kaynak öngörülmüyor. Sosyal devleti tasfiye etmeyi, kemerleri sıkmayı öngörmüş bir kurgu, olsa olsa bu sorunları daha katmerleştirir.

Hükümetin IMF’ye ayak dirediği noktalardan biri de, IMF’nin sağlık harcamalarının kısılması talebiydi. Şimdi, katılım paylarının artırılması yanında, sağlıkta ciddi tasarruf planlanıyor. 2010 bütçesinde eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin milli gelir paylarındaki gelişme de, bunu doğruluyor. Eğitimin payı, 2008 ve 2009 yıllarında (2009 yılı için verilen rakam başlangıç ödeneğidir) yüzde 3.2 ve 3.1 iken, bu oran, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 3.7, 3.6 ve 3.5 oluyor. Sağlığın payı ise, 2008 ve 2009 yıllarında yüzde 1.4 ve 1.2 iken, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 1.5, 1.4 ve 1.4 düzeyinde belirleniyor. Burada, illa devam eden bir uygulama veya politika aranıyorsa, o da, sosyal devletin ihmal ve tasfiye edilmiş olmasıdır.

Bütçe büyüklükleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, görülüyor ki, 2010 yılında kemerler sıkılacak ve bu politika, 2012 sonrasına kadar sürdürülecektir.

IMF, özellikle belediyelere merkezi bütçeden aktarılan kaynağın kısılmasını dayatıyordu. Sağlık gibi, hükümet, ciddi siyasi rant elde ettiği bu alanda da, IMF’nin diretmesi karşısında ayak diriyordu. Fakat OVP’de bu sorun da halledildi: “Merkezi bütçeden belediyelere aktarılan kaynak kısalacak, belediyelerin ek gelirler elde etmesine yönelik düzenlemeler yapılacaktır.

Açıkça, “Belediyelere merkezden para yok. Vatandaşı yolabilmelerinin önü açılacak” deniliyor. Geriye, bir tek, Gelir İdaresi’nin IMF’nin denetimine açılması meselesi kalmıştır. IMF, yeni bir Duyunu Umumiye anlamına gelen bu talep karşısında itirazını sürdürmektedir. Geriye kalan tüm sorunlar, OVP ve gelecek yılın tahmini bütçesindeki düzenlemeler ile halledilmiştir.

SONUÇ YERİNE

Kısaca özetlemek gerekirse, IMF, İstanbul’da, krize ve geleceğe dair yeni bir söylem geliştiremediği gibi ve bu anlamda hiçbir sorumluluk da almıyor…

Gerek IMF’nin, gerek DB’nin 65 yıllık faaliyetleri dünya halklarına acılar, zulümler, yoksulluklar, yoksunluklar yaşatmanın tarihidir. Hep uluslararası sermayeden ve onların yerel temsilcilerinden yana, emek karşıtı politikaların dayatıcısı olmuşlardır. Türkiye’de, son 51 yılın 27’sini IMF denetim ve gözetiminde geçirmiş sade yurttaşların, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, köylülerin bu politikalardan çok canı yanmıştır. IMF, karşımıza her zaman hastalığın tedavisini bilen, sabırla reçetelerini yenileyen usta bir doktor kimliğiyle çıkarılıyor. Suçlu ise, hep perhizi bozan, ilaçları aksatan, sonra da nedamet getirip IMF’nin ocağına düşen ülkeler…

Şimdi aynı görüntü sürdürülmek isteniyor. Oysa IMF’nin, tedavi eden değil, sermayenin ve emperyalist ülkelerin çıkarlarını gözeterek oluşturulmuş, süründüren reçeteleri var. Bugün kapitalizmi krizden kurtarmakla görevlendirilen IMF’nin değiştiğine inanarak, ondan medet ummak, hastalarını defalarca felce uğratan doktora bir kez daha kanmaktır. AKP’nin IMF karşıtı olduğunu düşünmenin de, doktorun asistanı tarafından aldatılmak anlamına geleceğini, yukarıda aktardığımız planlar açıkça ortaya koyuyor.

Fikret Başkaya’nın Liberaller ve Devletçilerle Kesişme Noktası

 

 

fikret başkaya’nın liberaller ve devletçilerle kesişme noktası

BÜLENT FALAKAOĞLU

 

Toplumu anlama ve yaşananlara müdahale adına ortaya konan düşünce ve eylemin ‘doğru’ olabilmesinin yolu nedir?

Öncelikle gereken, doğru bir tarihsel referans ve (gerçeğin bir yanını ele almanın ötesine geçmiş) bütünlüklü bir çerçevedir.

Bugün ikilik üzerinden şekillenen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Birincisi devleti yücelten düşünce ve eylemlilik (Bugün kendisini Ergenekonculukta açığa çıkaran düşünce). İkincisi ise her şeyin sorumlusu olarak devleti suçlayan neoliberal düşünce ve eylemlilik (sol liberal, muhafazakâr liberal, İslami liberal).

Her iki düşüncenin de temel aldığı tarihsel referanstan farklı olarak, tarihsel gerçekliği algılayacak bir çerçeveniz yoksa, her iki kesimden çok farklı düşünseniz de, varacağınız sonuç aynıdır. Buna en iyi örnek, Marksist bir çizgide olduğunu savunan “Fikret Başkaya’nın 1908 Devrimi’ne, Cumhuriyet’e ve devlete yaklaşımıdır. Başkaya, “Cumhuriyet neden kopuş değildir1 başlıklı yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de rejimin niteliğini tartışmaya niyetli birinin iki şeyden sakınması gerekiyor. Birincisi, resmî tarihten ve resmî ideolojiden uzak duracak; ikincisi, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan arınmış bir yaklaşıma sahip olacak.” Elbette resmî tarihten ve de gerçekliği değil de kendi ‘cemaatinin’ doğrularını dayatan Avrupa merkezli manüplasyondan uzak durmak önemli… Fakat bu uzak duruş, tek başına, doğru ve bütünlüklü bir analiz için yeterli değil.

Başkaya yazısında şöyle diyor: “Mantığının ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kapitalist üretim tarzının kapitalist olmayan [prekapitalist] üretim tarzlarını, sosyal formasyonları kendi mantığıyla uyumlandırması, dönüştürmesi, biçimlendirmesi, biçimsizleştirmesi söz konusudur. Dolayısıyla Osmanlı sosyal formasyonu ikili aşınmaya maruz kaldı. Kapitalist üretim tarzının ve onun emperyalizminin etkisine maruz kalan Osmanlı yönetici eliti [egemen sınıfı], söz konusu aşınmayı durdurmak, mümkünse tersine çevirmek üzere önce ‘kendine dönme ‘girişiminde’ bulundu, baştaki duruma dönmeyi’ denedi. Böyle bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira hem geri dönüş, geride kalmış olanı ihya etmek mümkün değildir, hem de zaten arzulanır bir şey de değildir. O zaman olumsuzluğu bertaraf etmek, imparatorluğu yaşatmak üzere Avrupa’nın sömürgeci/emperyalist ülkelerine benzeme tercihi gündeme geldi. İşte Nizam-ı Cedid denilen sayfa böylece açılmış oldu. O aşamadan sonra peş peşe Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ve söylem, kılık-kıyafet, ‘davranış kalıbı’ vb. ithal edildi. Bütün bunlarla amaçlanan, hiçbir zaman Eski Rejimi dönüştürmek, yeni bir şey yapmak değildi. Yeni kurumsal yapılar, söylemler, vb. yeninin değil, eskinin hizmetindeydi.” Başkaya’dan yaptığımız ve tırnak içinde verdiğimiz alıntının tezi şöyle özetlenebilir: Osmanlı İmparatorluğu içsel dinamiklerden yoksun, tamamen dışarıdan bir kuşatma altında. Güçlü devlet tarihsel olarak toplumdaki olması gereken tüm ara kurum ve gelişmeleri önlüyor.

Oysa Osmanlı toplumunda, tüm feodal toplumlarda olduğu gibi, “en kalın çizgilerle, tarımsal üretimi gerçekleştirenle, bu tarımsal artı ürünü doğrudan kontrol edenler var. Bu eşitsiz bir ilişkidir. Eşitsiz ilişkinin temelinde ise “toplumsal artı” yatar. Toplumsal artı kendi başına sınıfsal bir karşıtlığı ifade eder ve dolayısıyla yapısal dönüşüm aracıdır. Bu araç hem ekonomik modelleri, hem de ekonomik girişimlerin toplumsal düşünsel değişimlerin dönüştürülmesini sağlayan bir araçtır. Bu yönüyle toplumsal değişme evrenseldir.

ÇATIŞMALARDAN AZADE SOSYAL SINIFSIZ TOPLUM MU?

Başkaya’ya göre, peş peşe gündeme gelen yenilikler, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir ‘yenilik’ anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Çünkü, “Malum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti… Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegâne amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak, yaşatmaktı…

Aynı sistemin hem ‘bireyci’ hem de ‘devletçi’ olmak üzere iki farklı yüzü olamaz mı? Kapitalizmin piyasacı ve devletçi yüzü, aynı madalyonun farklı yüzleri değil midir, aralarında çatışma olsa da? İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘merkeziyetçiler’ ile ‘ademi merkeziyetçiler’ arasında da çatışmalar yaşanmıştır.2 Fakat birini ilerici, diğerini tutucu ilan etmek niye? Farklı uygulamaları savunsalar da farklı hedeflerinin olduğu söylenebilir mi? Bu sorunun yanıtını şimdilik bir kenara bırakıp, Başkaya’nın bu tespitini dayandırdığı ve bu tespitten vardığı sonuca bakalım: “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu, devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu. İkincisi de, Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı, ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu…] bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik’ kazandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir.

Başkaya’nın analizi, hem liberallerin hem de devletçilerin yaptığı gibi, tarımsal topraklardaki üretim biçimine sınıflarüstü bakılmasının bir sonucu. “Sınıflarüstü tarımsal topraklar”ın varlığı, kuşkusuz sınıflarüstü bir devlet varsayımıyla örtüşüyor. Toprakların tüm mülkiyeti devlete ait olunca, toplumda temel üretkenlik olan tarımsal faaliyetin getirisi olan artı-ürün üzerindeki tek söz sahibi de merkezî siyasal iktidar oluyor. Bu iki varsayımın doğal sonuçlarından biri, sipahiyi3üretim birimlerine zaman zaman uğrayan bir posta memuru veya vergi tahsildarı” yapmasıdır. Diğeri, reayayı “güçlü merkezî siyasal iktidarın” koruyuculuğu altında “özgür köylüler” olarak nitelemesidir. Sipahiyi ‘posta memuru’ olarak göstermenin bir diğer sonucu, toplumda siyasal iktidar ile reaya arasında başka toplumsal sınıfların ve tabakaların olmadığı ve dolayısıyla toplumun içsel dinamiklerden yoksun olduğu yönündedir.

Güçlü devlet geleneği ve toplumsal sınıfların yokluğu temelindeki yaklaşım, bugün birçok teorinin temelini oluşturuyor. Liberal sol söylemin teorik yapısındaki temel varsayım, Osmanlı’nın sınıflarüstü devlet geleneği ile sivil toplumun yokluğudur. Buna göre, Türk tarihi, güçlü devlet mekanizması ile güçsüz çevre arasındaki mücadelenin tarihidir. Tarihi anlamak açısından oldukça kolay bir açıklama tarzı. Başkaya da, maalesef, aynı kolaycı yöntemi seçmiş. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda tımar ve zeamet sahipleri, babadan ve atadan bu topraklara sahip kişiler vardı. Tımarlı sipahilerin yanı sıra, merkezi siyasal ‘malikâne hissesi’ denen uygulamanın olduğu bölgelerde, malikâne kısmı, bağımsız toprak beyinin üstün mülkiyet hakları ve kısmen yararlanma hakları varken, merkezî siyasal iktidar sadece 1/10 üzerinden reayadan ürün çekebiliyordu. Malikâne hissesinin yanı sıra merkezî siyasal iktidarın tam olarak hâkimiyet kurumadığı, artı-ürün üzerinden bir hak iddia edemediği tam anlamıyla özel mülkiyetin olduğu yerler de vardır. Yani artı ürünü kontrol eden merkezin dışında kesimler var.4

Uzatmayalım ve yeniden vurgulayalım: Tüm sanayi öncesi toplumlar, tarımdan elde edilen tarımsal artığın varlığına bağlı olarak, zorunlu bir sınıflar düalitesine sahiptir. Artı ürünün merkeze aktarılması sürecinde, yani tarımsal artının dolaşım sürecine girmesiyle, bu artının farklı kişilerin eline geçmesi, toplumda farklı sosyal grupların varlığına neden olur. Osmanlı toplumunun somut görünümü, reaya ile yerel toprak sahibi konumundaki erkat beyi, sipahi, vakıf yöneticisi arasındaki süregelen temel ilişki, aynı zamanda toplumdaki temel sınıfsal kompozisyondur. Diğer yandan reayanın tarımsal artısına el koyan yerel birimle, merkezî siyasal iktidar (Saray, Sultan) arasındaki ilişki, artığın bir kısmını ele geçiren diğer sosyal grupların (tefeci, tüccar, merkezî siyasal iktidarın kadroları) varlığına neden olmuştur. Bu ilişkilerin toplumsal artı üzerinde yoğunlaşması, doğal olarak toplumsal yapının dinamik bir zeminde yer almasına neden olmuştur. İçsel dinamiklerden yoksun olduğu tezi gerçekçi değildir. Osmanlı toplumunda içsel dinamiklerin yokluğu üzerine oluşturulmuş açıklama biçimleri, Osmanlı’da hiçbir zaman büyük toprak sahipliğinin olmadığını savunurlar. Yer yer İzmir, Trakya bölgesinde kurulan çiftlikleri de tamamen gelişen dünya kapitalizminin dışsal müdahalesine bağlarlar. Oysa toplumda süregelen eşitsiz ilişki, sürekli olarak zenginliğin kaynağı olan toprak üzerinde yoğunlaşmıştır. Binlerce yıl süren küçük köylülüğün değişim süreci, önce iç dinamiklerin etkisiyle, sonra ise dışsal-toplumsal etki karşısında hızlanmıştır.

BURJUVAZİ YOK MUYDU?

Buraya kadar toplumun içsel dinamiklerinden, kırsal alanın dönüşümünden bahsettik. Peki, bu dönüşüm sürecinde işçiler ve burjuvazi oluşmadı mı? Bu cephelerden bir muhalefet yükselmiyor muydu? Başkaya’ya göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti: “Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi… 1876’da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet5 olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi.6 Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’ten itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü.

Bir iç dinamik ve sınıfsal karşıtlığın varlığından yukarıda bahsetmiştik. Şimdi konuyu ayrıntılandıralım: Öncelikle sormak gerekir; Osmanlı’da sınıflar var mıydı? Sayın Başkaya da takdir eder ki, sınıflar varsa, sınıflar arası çatışma da kaçınılmazdır. 1908’e baktığımızda, dört sınıftan bahsedebiliriz. Birincisi, feodal, yarı-feodal bir yönetici sınıf… Saltanatçı, hilafetçi büyük toprak sahipleri… İkincisi köylü. Üçüncüsü burjuvazi. Banker, finans, tefeci, ticaret burjuvazisi vs… Finans kapital, uluslararası kapitalizmin, emperyalist tekellerin elinde… Osmanlı Bankası’na İngiliz ve Fransız sermayesi hâkim. Duyun-u Umumiye de onların elinde. Ama Osmanlı burjuvazisi de mevcut. Toprakların kiraya verilmesiyle oluşan Kesim Düzeni’yle birlikte Osmanlı toplumunda burjuva sınıfının etkinliği çoğalır. Bürokrasideki yozlaşma (rüşvet, yolsuzluklar), devlet olanaklarının sömürülmesini getirir. Bürokratlar, devletin olanaklarını ‘özel sektöre’ (sadece değil, ama kuşkusuz en fazla emperyalist sermayeye) aktarırlar. 1. Meşrutiyet dönemi, 1876 Anayasası’nın ilanı sonucu oluşturulan parlamentonun milletvekili Vasilaki’nin sözleri önemli bir kanıttır. Şöyle demiştir: “Madenlerimizi, ormanlarımızı, külfetsiz ve kayıtsız kolay bir yolla yerli ve ecnebi sermaye sahiplerine ihale edelim. Yerin altındaki zenginliğimiz ortaya çıksın. Biz de yabancıların zenginliğini memleketimize getirelim. Bir devletin ahalisi ne kadar zengin olursa o kadar kuvvetli ve ulu olur.” (Meclis-i Meb’usan zabıt ceridesi, 2 Haziran 1877)7

Bu konuşmadan da anlaşılmaktadır ki, 1800’lü yılların sonunda, ülkede, madenleri ve ormanları ele geçirecek yalnızca yabancı değil, yerli sermaye de bulunmaktadır. Meclisteki bu sermayedarların hepsi de, Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren burjuva sınıfının bizdeki eşitleridir.

Osmanlı’daki dördüncü sınıf olarak işçi sınıfını gösterebiliriz. Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısı ya da kapitalistleşme sürecine ilişkin tartışmaların önemli bir ayağını Osmanlı’da işçi sınıfının bulunup bulunmadığı tartışmaları oluşturur. Bir işçi sınıfının olmadığını ileri sürenlerin dayanak noktası, Osmanlı Devleti’nde kapitalizmin gelişmemesi olmuştur. Böylelikle ‘kapitalizmin olması için işçi sınıfı olmalıdır. İşçi sınıfı yoksa kapitalizm de yoktur’ sonucuna gidilmiştir. Oysa kötü yaşam koşullarına karşı mücadele eden işçiler vardır. 1908 Ağustos’undan başlayarak, Osmanlı tarihinde geniş boyutlarda ve sürelerde grevler yaşanır. Toplam 110 grev sayılmıştır. Bu koşullarda işçi yoktur denebilir mi? Kapitalist üretim ilişkileri, (hâkim olmasa da), toplumda görülmüyor denebilir mi?

Örneğin işçi yığınları maden sanayinde görülür. Zonguldak madenlerinde, işçilerin angarya olarak çalıştırılması için tüzük çıkarılmıştır. Bu tüzüğe göre, Zonguldak Köylüsü, –13 yaşından 50 yaşına kadar olanlar– bir ayda 15 gün tarlada, 15 gün de madenlerde çalışmakla zorunlu kılınmışlardır. İşçilerin tedavi merkezi yoktur. Hastalanan işçi bir ata bindirilerek köyüne gönderilir.8

İşçilerin yoğun olduğu bir diğer alan, demiryollarıdır. Anadolu’da ilk demiryolları İngiliz sermayedarları tarafından 1856’da kurulur. Bu tarihten sonra, kapitalistler, demiryolları yapımına göz dikerler.

Greve giden tramvay görevlileri, Dok işçileri, Paşabahçe cam üfleyicileri, tütün tekeli müstahdemleri… Bunların her biri işçi sınıfının varlığının bir göstergesidir.

1908 Devrimi, dünya kapitalizminin o dönemdeki bazı gelişmelerine denk geldi. Bütün dünyada demiryolları yapılıyor, limanlar kuruluyordu. Dünya pazarının gerçekten muhteşem bir gelişme gösterdiği dönemdi. Bunların Osmanlı dünyasına bir yansıması vardı. Liman ve ticaret yolları üzerindeki kentler; İzmir, Trabzon, İzmit, Selanik, Van inanılmaz bir atılım gerçekleştiriyordu. İzmir’de makine üreten fabrikalar kuruluyor, Anadolu’da manifaktürde bir sıçrama yaşanıyordu. Dökümhaneler Anadolu’daki şehirlerde oluşuyordu. Çarlık Rusyası’na ürün üretecek kadar gelişmiş imalâthaneler söz konusuydu. Ege civarında dış piyasaya çalışan büyük çiftlikler vardı. Bütün bu kapitalist sıçrama, aslında pazar ekonomisinin geliştiğinin bir göstergesiydi. Osmanlı’nın monarşik yapısına bütün bu gelişmeler dar geliyordu. Bir sıçramaya ihtiyaç vardı ve tam bu ihtiyacın bir karşılığı olarak 1908 Devrimi patlak verdi.

 

İKTİSADİ SÜREÇLE SİYASİ SÜRECİ AYRIŞTIRMA YANLIŞLIĞI

Başkaya, aynı tavrını, Cumhuriyet’in ilanında sürdürmektedir: “1923’te Cumhuriyet’in ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi… Oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi… Gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi, ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. Bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı. Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi? Anayasa’da gerçi hakimiyet bilâ kayd-ı şart milletindir yazlıydı, ama bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dikta rejimlerinin yasallığı bir retorikten ibarettir. Zaten anayasa rafta bir metin olarak kalmıştı… Meclis de bilinen anlamda bir meclis değildi. Mustafa Kemal’in bizzat atadığı üyelerden oluşan bir meclisti… Ben buna meclis-i memuran demekte bir sakınca görmüyorum… Türkiye’de kavramın gerçek anlamında bir parlamento hiçbir zaman var olmadı…

Georg Lukács’ın9 sözünü hemen hatırlatalım; “her burjuva devrimi bir hayal kırıklığıdır”.10 Burjuva devrimlerinde zafer alanlarında özgürlük ön plana çıkar (Başkaya’nın dediği gibi, aslında bunlar retorikten ibarettir), ancak devrim tamamlandığında, bu özgürlük baskılara dönüşür. Niçin? Çünkü burjuvazi, toplumun içinde azınlıkta kalan bir sınıftır. 1908 Devrimi’nin sonunda da, Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu azınlık, “bürokratik elit”e dönüşmüştür.

Buradaki temel soru şudur, bu “elit” ne adına hareket etmektedir? Unutmamak gerekir ki, devlet burjuva yaratmaz, olanı geliştirir. Burjuvazinin varlığından bahsettik. “Yönetici elit”, sözcüsü ve temsilcisi olduğu var olan burjuvaziyi geliştirmek için mi vardır, yoksa başka bir sınıf için mi?

Kapitalizmin düzenlenme ihtiyacı her zaman vardır. Kapitalizmin kâr güdüsünün beslediği anarşik özü, tekil ve toplu çıkarlar arasında ortaya çıkan çelişkilerde ifadesini bulur. Bu çelişkilerin kapitalist sistemin çıkarlarına göre bertaraf edilmesi gerekir. Sistemin kendini yeniden üretmesinin koşullarının sağlanmasının, önünün açık tutulmasının kritik aktörü devlettir. Söz konusu işlevin nasıl ve hangi yollarla hayata geçirileceği zaman ve mekâna bağlı bağımlı bir sorundur. Zaman ve mekâna bağlı olarak farklı kurgular oluşturulur. Burada karşımıza, karşılıklı içsel bağları olan iki kurgu çıkar: ‘Egemen ideoloji’ ve ‘resmî ideoloji’… Bu kapitalizm-devletçilik-liberalizm zincirinin anlaşılmasında hareket noktasıdır.

Her iki kurgu da sürekli değişen, hareketli bir doğaya sahiptir. Egemen ideolojî resmi ideolojiyi içerir. Egemen ideoloji, sistem olarak, kapitalizmin meşruiyetini sağlamaya dönük bir kurgudur. Bunun görevlisi devlettir. Devletin kendi meşruiyetini sağlamaya dönük kurgusu, egemen ideolojiyle zaman zaman gerilim yaşayabilir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de tek parti dönemi, iki kurgu arasında bir uyumun söz konusu olduğu bir süreçken, çok partili hayata geçişle, iki kurgu arasında gerilim de yaşanmıştır. Ancak söz konusu gerilimin sınırı, sistemin topyekûn üretiminin gereklerine bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne hüküm süren egemen ideoloji, burjuva ideolojisidir. Uygulamaya geçirilen, devletçi ya da liberal, resmî ideolojinin sınırları, bu gerçeklik içinde belirlenir. Bu gerçeklik ihmal edildiğinde, ister istemez, resmî ideoloji tartışmaları, Kemalizm ve kerameti kendinden menkul bir devlet üzerinden yapılıyor. Tartışmaların resmî ideoloji üzerinden yapılması, devletin dayandığı sınıfsal temelin göz ardı edilmesine, devlete toplumsal yapıdan bağımsız bir var oluş biçilmesine yol açmaktadır.

Devletin baskıcı yapısı, Başkaya’nın sürekli vurguladığı moderniteye aykırı mıdır? Unutmamak gerekir ki, faşizm de bir modern zaman uygulamasıdır. Mesele, baskı değil, devletin baskıyı ne adına yaptığıdır. Cumhuriyet’in baskı biçimiyle, Osmanlı’nınki aynı şeye mi hizmet etmektedir? Başkaya’ya kalırsa, evet: “Sınıfsal ilişkiler düzeyinde de hiçbir yenilik söz konusu değildi. Üretim ve mülkiyet ilişkileri olduğu gibi kaldı. Emekçi halk çoğunluğu [küçük ve yoksul köylüler ve işçiler] lehine en küçük bir değişiklik söz konusu olmadı, ama toprak ağalarının lehine düzenlemeler unutulmadı. Kır kesiminde küçük ve yoksul köylülerin akıbeti toprak ağalarına, mütegallibeye ve jandarmaya teslim edildi. Cumhuriyet rejiminin övünç kaynaklarından biri de, kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce tanınmış olmasıdır. Kullanılmadıktan sonra bir hakkı şeklen tanımanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Dernek kurmanın, parti kurmanın, kendini ifade etmenin, muhalefetin, basın özgürlüğünün, akademik özgürlüğün, vb. mümkün olmadığı, daha da önemlisi seçimlerin olmadığı koşullarda kadınlara seçme seçilme hakkı tanınsa bunun ne önemi var? Velhasıl Cumhuriyet denilen rejimin cumhuriyetle ilgisi, görüntüden, söylemden ibaretti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu.

Başkaya’ya göre, Cumhuriyet, kapitalist temelde örgütlenmiş bir proje değil. Cumhuriyet Halk Fırkası bünyesinde tek parti olarak örgütlenen siyasi irade, ileriye dönük kurgulanan projenin taşıyıcısı değil. Oysa uygulamaları, söz konusu projeye meşruiyet sağlamaya, sürekliliğini garanti altına almaya dönük uygulamalar. Ve kapitalist sermaye birikiminin rasyoneli içinde anlam kazanıyor. ‘İktisat dışı zor’ olarak ifade edilen mümkün tüm mekanizmalar kullanılmıştır. Kapitalist sermaye birikiminin iradi müdahalelerle düzenlenip yönlendirildiği bu sürecin esas aktörü, devletin yaptırım gücünü elinde tutan siyasal kadrolardır.

Söz konusu kadronun verili toplumsal koşullara iradi müdahalelerle11 işleyiş mekanizmalarını oluşturduğu kapitalist kurgunun meşruiyetini sağlamak için formüle ettiği altı ok (devletçilik, laiklik, halkçılık, devrimcilik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk), aynı zamanda iktidara meşruiyet sağlamaya dönüktür. Beş ilkeden asla taviz vermeyen (burada ilkelerin, içeriklerine ve anlamlarına uygun bir biçimde hayata geçirildikleri kastedilmiyor), tartışılmasına dahi tahammül göstermeyen, kendi bildiğini katı şekilde uygulayan siyasal iktidar, sadece bir ilkede esnek davranıyor. O da, iktisadi hayata dair olan devletçilik ilkesidir. Tabii söz konusu esneklik, döneme hâkim olan pragmatizm ile ilişkilidir. Mümkün tüm olanakların ve alternatiflerin sermaye birikimi sürecine hizmet etmesini sağlamak, kapitalizmin kendi mantığında vardır. Bu anlamda, siyasal iktidar, mevcut güç dengelerini kendi lehine çevirdiği bu süreçte, verili toplumsal yapıda ve uluslararası konjonktürde kapitalist sermaye birikiminin gereklerine cevap verecek biçimde, devletçilik olarak adlandırılan uygulamalara başlamıştır.

Yani, işler, Başkaya’nın, “Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda ve benzer imparatorluklarda köklü bir devlet/halk yabancılaşması söz konusudur. Bizde söz konusu yabancılaşma cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti ama bir farkla: Cumhuriyet rejimi halkı ‘adam etmek’ istiyordu” dediği gibi değildir. Burada ‘adam etme’ adına yapılanlar, toplumu, öngörülen kapitalist projeye göre yeniden biçimlendirmektir. Bu, öyle “bir farkla” denilerek hafife alınabilecek bir durum değildir. Köklü bir dönüşümün göstergesidir. Üretim biçiminin, mülkiyet ilişkilerinin toptan dönüştürülmesinin çabasıdır bu… Fakat devletçiliğe yönelik eleştiriler, iktisadi süreçle siyasi sürecin ayrılığına dayalı olunca, ister istemez görülemiyor dönüşüm.12

 

KAÇARKEN ‘BATIDAN BAKIŞ’A TUTULMAK

Çok farklı disiplinler (tarih, sosyoloji, iktisat), çok farklı düşünenler (sağ-sol söylem, liberal-devletçi vb.), bütünlüklü bir çerçeve kullanmadıklarında, çok rahat ortak noktada buluşabiliyorlar. Buluşturan ‘mitos’, ‘güçlü devlet’tir… Bir taraf, güçlü devleti ve onun bürokrasisini her şeyin suçlusu ilan ederken, diğer taraf, ne kadar adalet dağıtıcı, geleneklerin koruyucusu olduğundan dem vurarak, devlete güzellemeler yapıyor. Aynı mitos, farklı çıkış noktalarından hareket eden farklı akımları, aynı noktada buluşturuyor. Başkaya da, en çok eleştirdikleri ve çatıştıklarıyla, (yanlış çerçeve kullanmasının kurbanı olarak) maalesef kesişiyor.

Bir diğer ihtimal, Başkaya’nın kendi eleştirdiği tuzağa düşmesidir. Başkaya, bu yazının eleştiri konusu yaptığı makalesine şöyle başlamıştı: “Türkiye’de geçerli rejimi anlamak isteyen, resmî tarihten, resmî ideolojiden ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan uzak durmalıdır.” Oysa, Başkaya’nın yaptığı gibi, Osmanlı’yı gelişmeye kapalı, içsel dinamiklerden yoksun ilan etmek, Osmanlı feodal sisteminin işleyişinin Batı’yla ilgisi olmadığını iddia etmek, Avrupa merkezli bakış açısının ta kendisidir. Marx da, ilk dönem çalışmalarında, Osmanlı’nın artığa el koyma biçimini ATÜT olarak adlandırılan Osmanlı Asya Tipi Üretim Tarzı olarak adlandırmış, fakat, tamamlanmasa da, bu konudaki tezlerini değiştirmiştir. Osmanlı’da artı ürüne, kuşkusuz Weber’in ‘patrimonyal despotlar’ı da el koymuyordu. Osmanlı toplumunda da, diğer sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi, artı ürüne, yerel birimler, yerel toprak sahipleri ya da merkezî siyasal iktidarın onayını alan sorumlu konumdaki yerel beyler vb. el koyuyordu. Yerel birimlerin artı ürüne el koyması, başta uzlaşma içinde olduğu merkezî siyasal iktidar, toplumsal ideoloji ve diğer yapıların desteklediği bir ilişkiler sistemi içinde gerçekleşmiştir. Bu bütünlük içsel ve dışsal etkenlerle bozulduğunda, başka bir sürece doğru hızla yol alınmıştır. Buradaki makas değişikliğini görememek, Batı merkezli ‘statik’ bakışla örtüşmektir. Ne diyelim; yanlış metodoloji, feci sonuç…

 

DİPNOTLAR

1 bkz: www.ozguruniversite.org

2 Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasal çözümü, devletin bekası için meşruti düzenin korunması etrafında şekillenmişti. Bu doğrultuda meşruti rejimi ilan eden güç olarak İttihatçılar, rejimi korumak amacıyla onunla özdeşleşmeye gayret etmişlerdi. Bu siyasal tutumun özü, “devletin bekası için meşruti yönetimi elzem, meşrutiyetin sürekliliği için İttihat ve Terakki’nin koruyucu gücünü” esas kabul etme etrafında şekillenmişti. Bu tutuma karşı muhalefet güçleri gelişti. Muhaliflerin içinde en güçlü kesim “ademi merkeziyetçi Jön Tükler” olmuştu. Osmanlı liberal hareketinin etkili ve önde gelen ismi Prens Sabahattin’di. İkinci Meşrutiyet’in ilanında inkâr edilemez rolü bulunan Prens Sabahattin ve yakın adamları, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra harekete geçtiler. 14 Eylül 1908 tarihinde, ademi merkeziyetçi programa sahip olduğunu savunduklarını Ahrar Fırkası’nı kurdular. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Toplumsal Tarih, Ekim 2008)

3 Sipahi: Osmanlılarda toprak sahibi bir sınıf, atlı asker.

4 Bkz: Fuat Ercan. “Kırsal Yapıda Toplumsal Değişme”

5 Birinci ve İkinci Meşrutiyet birbirinden ayrılmalıdır. 1908 Devrimi’nde Sultan’ın varlığı simgeseldir. Yetkileri elinden alınmıştır. Oysa birincisinde durum tam tersidir. Mutlakiyet kesinlikle yıkılmamıştır. 1876 Anayasası’nda Sultan’ın kutsal kişiliği korunur. Eylemlerinden ötürü kimseye karşı sorumlu değildir. Nazırları atayan da, görevden alan da kendisidir. Parlamentoyu toplantıya çağıracak olan da, feshedecek olan da kendisidir. Yalnızca yasaları ve özellikle bütçeyi milletvekilleri onaylayacaktır. Bu konuda bkz: Aykut Kansu. 1908 Devimi, İletişim Yayınları.

6 Bu konuda bkz: Arif Koşar, “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008

7 Osmanlı İmparatorluğu tarihi, Cem Yayınevi

8 Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, Tarih ve Devrim Yayınevi.

9 Georg Lukács, Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisi. Sınıf bilinci teorisi ile öne çıkmış bir isim.

10 Benzeri bir vurgu ve üst tabaka devriminin özellikleri ve sonuçları için bkz: Arif Koşar. “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008.

11 Söz konusu iradi müdahalelerle, kapitalist birikimin ihtiyaçlarına uygun ulus devlet yaratılırken, İslami ve Kürt cephelerinde açılan yaralar hâlâ onarılamamıştır. Vurgulamak gerekir ki, buradaki despotizm, siyasal iktidarın kişisel tercihlerinden değildir, geçmişten kopma ve yeni sistemi inşa adına yapılmıştır.

12 Cumhuriyetin kadrolarında 1908 Devrimi’nden beri gelen kadrolar var. Güçlerini sadece bürokrasiden almamışlardır. Kapitalist sermaye birikimine uygun koşulları yerine getirirken, kendileri de sermaye biriktirerek burjuvalaşmışlardır. Devlet olanakları ile ulusal burjuva olmak, 30’lu yıllarda sermaye için tartışmalara da yol açmıştır. Kendilerini liberal olarak tanımlayan aydınların devletçiliğe yönelik eleştirilerinde öne çıkardıkları vurgu, birtakım kişilerin devlet eliyle zenginleştirilmesi ve bu ilişkinin getirdiği çürümüşlüktür. Aslında çürümüşlük olarak tarif edilen, o koşullarda geçerli olan kapitalist birikim mantığına son derece uygundur.

Ekonomik Kriz Nereye Gidiyor- Paketler Neden Çözümsüz?

ekonomik kriz nereye gidiyor

paketler neden çözümsüz?

BÜLENT FALAKAOĞLU

Kriz, artık bütün ekonomik göstergelere yansımış durumda.

2008’de kapanan işyeri sayısının yüzde 58 artması, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 20 azalması, Hızla tırmanan işsizlik, Aralık’ta yüzde 17 düşen sanayi üretimi, bu göstergelerden sadece birkaçı.

İşsizliğin ‘resmen’ yüzde 12.3’e yükseldiğini gösteren son veriler (Kasım ayına aittir) ise, krizin vatandaşın hayatına daha doğrudan etkisini gözler önüne serdi. Kasım’da işsiz sayısı geçen yıla göre 645 bin kişi artmış. Resmi veriler, işsiz sayısının 3 milyon kişiye dayandığını gösteriyor. İşsizlerin 524 binini bu dönemde işten ayrılanlar oluşturdu. Türk-İş’in verilerine göre ise, sadece Bursa’da, Ocak ayında günde 280 kişi işten çıkarıldı. İş-Kur’a iş bulmak amacıyla yapılan başvurular, Ocak ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 95 artarak, 151 bin 530’a ulaştı. İşsizlik ödeneğinden yararlanmak için başvuranların sayısı da, Ocak ayında, 78 bin 555 olarak belirlendi.

Sanayi üretimi azaldıkça, kapasite kullanım oranı da düşüyor. Kapasite kullanımdaki düşüklük işsizlik anlamına geliyor. Sanayide kapasite kullanım oranı, Ocak ayında, geçen yılın aynı ayına göre 16.5 puan birden azaldı ve yüzde 63.8 seviyesine düştü. Kapasite kullanımı, son 20 yılın en düşük düzeylerinde… Aralık’ta yüzde 17 gerileyen sanayi üretim endeksini oluşturan sektörlere bakıldığında ise, otomotiv, metal ve tekstil sektörlerindeki gerileme görülüyor.

2008’de uluslararası ‘doğrudan yatırımlar’, önceki yıla göre, yüzde 20 dolayında azaldı. Çoğu özelleştirmeler yoluyla gelen bu kaynak, hükümetin beslendiği önemli kaynakların başında geliyordu. Doğrudan yabancı yatırım, 2007’de 21.9 milyar dolar iken, 2008’de 17.7 milyar dolar oldu. 2009 için beklenti ise 10 milyar dolar. Oysa daha bir yıl önce, Türkiye’nin yükselen bir değer olduğu, uluslararası alanda dolaşan paradan büyük paylar alacağı, önemli oranda doğrudan yatırım çekeceğinden dem vuruluyordu.

Ekonomide küçülme, bütçe açığı, işsizlik rakamlarının büyümesi ardından, elektrik tüketimi de, küresel krizin Türkiye’yi teğet geçmediğini bir kez daha gösterdi. Ocak 2009’daki tüketim, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 10 azaldı; böylece elektrik tüketimi, 2001 krizinden bu yana en düşük düzeye geriledi. Şubat’ın ilk günlerine ilişkin verilere göre, azalış sürüyor. Günlük azalma ciddi; boyutlarda, geçen yıl günde 600 milyon kilovat saat olan elektrik tüketimi, bu yıl günde 540 milyon kilovat saate düştü. Günlük tüketimdeki daralma, elektrik tüketiminin, yıl sonunda, tahminlerin yüzde 15 altında gerçekleşeceği sinyalini veriyor. Enerji Bakanlığı, bu sene içinde, elektrik tüketiminde düşüş değil, yüzde 10 oranında bir artış bekliyordu.

Kısacası, her şey tepe taklak olmuş durumda. Türkiye, giderek ağırlaşan ekonomik bunalımın girdabında. Sanayi üretimi, Ağustos’tan bu yana, her ay hızlanarak küçülüyor. Hizmetler sektörü küçülmekte. Bu büyük sektörün, ticaret, taşımacılık, depolama, pazarlama, reklam, hatta finans gibi daha alt-kollarındaki değişmeler, büyük ölçüde, sanayi sektöründeki ve dış ticaretteki değişmelerin etkisi altında. İthalat ve ihracatın toplam değeri, 2008’in son üç ayında büyük oranda düştü. Sanayi ve dış ticaret rakamları, 2008’in bir küçülme yılı olduğunu (TÜİK yeni “sürprizler” üretmezse) gösteriyor. İmalat sanayinde kapasite kullanım oranları, Ocak 2009’da, bir önceki yıla göre yüzde 21 dolaylarında gerilemiş bulunuyor.

MERKEZDE DERİNLEŞME

Krizin merkez üssü ABD’de de durum iç açıcı değil. Küresel ekonomik krize ilişkin gelişmeler gündeme damgasını vurmayı sürdürüyor. Amerikan Merkez Bankası (FED), ABD ekonomisinin bu yıl yüzde 0,5 ile yüzde 1,3 arasında daralacağını öngörüyor. İşsizlik oranı, yüzde 9 civarında seyrediyor. Evini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalan 9 milyon Amerikalı bulunuyor. ABD Başkanı Barack Obama, konut kriziyle mücadele planı kapsamında 75 milyar dolar harcamayı öngörüyor. Bu planla, en fazla 5 milyona yakın kadar borçlunun finanse edilmesi ve haciz sınırına gelen yine en fazla 4 milyon kişiye yardım edilmesi amaçlanıyor.

ABD’nin sanayi üretimi istikrarlı bir biçimde düşüyor. Her hafta 100 binlerce kişi işsizlik maaşı başvurusunda bulunuyor. 100 milyar dolarlık önlem paketlerinden isteyen isteyene. ABD’li otomobil üreticileri General Motors (GM) ve Chrysler, ABD hükümetinden 22 milyar dolar ek kredi istiyor.

ABD’nin, gelişmeleri bir tehdit olarak algıladığı, bizzat Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis C. Blair tarafından açıklandı. Blair, ülkenin güvenliği açısından en büyük tehdidin “terörizm” olmadığına işaret ederek, “artık ulusal güvenliğimiz açısından öncelikli tehdit küresel krizdir” demektedir.

Diğer kapitalist merkez AB’de de işler iyi gitmiyor. AB’de, bu yıl 3.5 milyon kişinin işini kaybedeceği ve 2008 sonunda yüzde 7 civarındaki işsizlik oranının, 2010’da yüzde 9.5’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Dış ticaret açığı, 250 milyar Avroya dayandı. Oysa Avro Bölgesi 2007 yılında dış ticaret fazlası veriyordu. AB Komisyonu’nun Şubat ayı istihdam raporunda, küresel krizden en fazla olumsuz etkilenen sektörler arasında metal, otomotiv, finans ve lojistik sıralandı. Alman Federal Eyalet Temsilciler Meclisi (Bundesrat), Almanya Federal Cumhuriyeti tarihindeki en büyük ekonomik yardım paketi olan 50 milyar Avroluk ikinci konjonktür paketini onayladı.

Sadece emperyalist ülkelerde değil, kriz, tüm dünyada derinleşiyor. Uluslararası Sendikalar Birliği (ITUC), önümüzdeki 11 ay içinde 50 milyon emekçinin işsiz kalacağını ve 200 milyon insanın daha mutlak yoksulluğa kayacağını söylüyor. Onlar da, tıpkı Avrupa’daki sendikalar gibi, “sosyal bir saatli bombanın çalışmaya başladığı görülmelidir” diyerek ‘uyarıda’ bulunuyor. Bu tablo, başta ABD olmak üzere, dünyanın “büyük” ve zengin ülkelerinde, hükümetleri, dev boyutlarda ekonomiyi canlandırma paketleri açıklamaya zorladı. Bu önlemler, söz konusu ülkelerdeki talep açığını kapatarak, ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyor. Ama sonuç ortada.

KRİZİN ORTASINDA!

Hiçbir paketin çözüm ol(a)madığı ortada. Çözüm olamaması da anlaşılır bir durum. Çünkü yaşanan kriz, birilerinin iddia ettiği gibi, hemen düzeltilebilir olanlardan değil. Yaşananların, kısa dönem, 3-5 yıllık “iş çevrimleri” ile 3-5 bankanın açgözlülüğünün yol açtığı kısmi finansal çöküntülerle ilişkisi yok.

Yaşanan genel bir ekonomik krizdir. Bu eğilim bir kez başladığında, durdurmak hiç de kolay değildir. Lakin genel bir krizi, ekonominin tümüyle durması, herkesin işsiz kalması olarak da düşünmemek lazım. Böyle bir sonuçla karşılaşılacaksa bile, bunu, bugünden yarına gerçekleşecek bir olasılık olarak görmek doğru değildir.

Şimdi de uzun sürecek genel bir kriz dalgasının ortasındayız. Daha önce, SSCB’nin çöküşüyle sağlanan “pazar genişlemesi”nin, refah devletinin ilgasının, uluslararası entegrasyonun ve aşırı sermaye birikiminin nimetleri ile bölgesel ve diğer krizler ertelenmiş ya da nispeten daha kolay atlatılmıştı. Bugünkü kriz ise, kapitalizmin ‘anayurdu’nda başladı ve tüm dünyayı aynı zaman sürecinde etkisi altına aldı. Bu yüzden daha ağır ve atlatılması daha fazla bedel istiyor. Bu yüzden, ortalık öyle bir yangın yeri ki, kazın ayağının sanıldığı gibi olmadığı bariz.

Toplamı trilyon dolarları bulan önlem paketleri yetersiz kalıyor. Yetersiz kalması da kaçınılmaz. ABD Senato’sundan geçen son ekonomik paket sonrası da aynı hava estiriliyor: “Duruma hakimiz, krizi düzeltme safhasına girildi.” Oysa yaşananlar tersini söylüyor. Kapitalizmin merkezi ABD’de bankaların tamamının özel sektörün elinden alınması gündemde…

Açıklanan paketlerle krizin işsiz bıraktıklarına iş imkanı yaratmanın imkansız olduğu konusunda hemfikir olanlar ezici çoğunlukta. Çünkü dünya ticareti durma noktasında. Umut bağlanan Çin’in durumu da giderek kötüleşmekte.

ABD’nin tetiklediği kriz, Çin ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya başladı. ABD’deki resesyon Çin’in ihracatını düşürdü, Çin ekonomisinin büyüme hızı daha hızla düşmeye başladı. Çin’in, değil dünya ticaretini canlandırmak, kendi ekonomisini korumasının dahi olası görülmediğini öngören dünya çapında tanınmış kapitalist iktisatçıların sayısı her geçen gün artıyor. Kapitalist sistemin akıl hocalığının yapıldığı Davos Zirvesi’ndeki tartışma konularından biri de, Çin ekonomisinin 2009’da küçüleceği teziydi.

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, merkez ülkelerde, banka sistemini ayakta tutmak ve ekonomiyi canlandırmak için devletin olanaklarını (yani halkın vergilerini) kullanan hükümetler, “ulusal firmaları”nı koruyacak önlemler alıyorlar. Örneğin Fransa Hükümeti, Renault’a, “Fabrika kapatacaksan, işçi çıkaracaksan önce Fransa dışındakilerden başla” diyor. Her ülkenin bu tür önlemler alması halinde, dünya ticaretinde bu yıl başlayan küçülmenin sürmesi ve bütün ülkelerde bu durumun yeni işsizler yaratması kaçınılmaz görünüyor.

Merkez ülkelerden Türkiye gibi ‘Yükselen Pazar’ (YP) diye tanımlanan ülkelere akan özel dış sermayenin, küresel riskin artması ve emperyalist ülkelerin banka sistemlerinde acil kaynak ihtiyacının doğması nedeniyle geri dönme eğiliminin güçlenmesi, bağımlı ülkeleri dış kaynak darboğazına itiyor. Türkiye gibi “sıcak para”ya bağımlı ülkelerin daha ağır sorunlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.

Kapitalist sistemin 1970’li yıllarda yaşadığı krizi aşmak için hayata geçirdiği “yapılanmalar” kendini tüketmiş durumda. Dünya ekonomisinin son 25-30 yıldaki gelişimine piyasalaşma ve küreselleşme süreçleri damga vurdu. Reel ekonominin üretim süreçleri parçalanarak küreselleştirildi. Finansal sermaye hızla büyüdü. Sınır ötesi sermaye hareketleri, krizleri ağırlaştırıcı işlev gördüler. Finansal araçlar sistemin yapısını karmaşık hale getirirken, petrolden buğdaya, her ürün, finansal spekülasyon metaı haline getirildi.

Dünya ekonomisinin ‘2002-2007’ arasında yaşadığı büyüme, bu aşırı finansal sermaye, ucuz işçilik ve kamu kaynaklarının yağmalanması ile finanse edildi. Amerikalılar, bu ortamda, Çinlilerin “tasarrufunu” kullanarak, tüketimini sürdürebildiler. Çin, Amerikalılara ve dünyaya ucuz mal satarak, dünyanın önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelebildi.

Şimdi, küresel finans sisteminin, bu yükü taşıyamayarak, çöküşün eğişine geldiği noktadayız. Piyasanın gizli elinin asılsız bir efsane olduğu bir kez daha açığa çıktı. Kısaca; küreselleşme masalı, propagandasını yaptığı ideolojik değerleriyle birlikte çöktü. Devletin ekonomiye müdahalesine en fazla karşı çıkılan iki ülkede, ABD ve İngiltere’de, hükümetler, devletin olanaklarını, yani vergi mükellefinin sağladığı kaynakları kullanarak, banka sistemini ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Ürettiği “yeni değerleriyle” birlikte küreselleşmenin fiyaskosu koşullarında, kapitalist sistem çözümsüzlük içinde debeleniyor. Kapitalist sistemin karşılaştığı sorunları, gelecekte daha büyük sorunlara yol açacak şekilde ve ancak geçici olarak çözebildiği gerçeğinin çırılçıplak görülebildiği bir süreç yaşanıyor. Bir kez daha vurgulayalım, bu genel bir kriz. Bu koşullar altında ne küresel finans sistemini ayağa kaldırmak, ne küresel oyunu yeniden kurmak olası değil. Sancılı bir geçiş süreci yaşanacak. Süreci kapitalist devletler ve sermayeler arasındaki çatışmalar (bu süreçte savaş da güçlü bir ihtimaldir) ve elbette ki sınıflar mücadelesi belirleyecek. Yani açıklanan önlem paketleri değil… Davos’ta yapılan 2009 zirvesinde, sistemin efendilerinin hiçbir çözümünün olmadığı açıkça görüldü.

SÜRECİN SİYASAL SONUÇLARI OLACAK

Elbette ki, sürecin güç dengelerini etkilememesi ve siyasal sonuçlar doğurmaması beklenemez. ABD, hegemonik gücünün tehlikeye girdiğini, tek merkez olamayacağını görmüştür. Ulusal İstihbarat Direktörü Blair’in şu sözleri, ABD’nin duyduğu kaygının özetidir: “Kısa vadenin güvenlikte önceliği, küresel kriz ve krizin jeopolitik etkileridir. Ekonomideki düzelme süreci ne kadar uzarsa, ABD’nin stratejik çıkarları o kadar zarar görecektir.” Bu sözler, krizin jeopolitik ve jeostratejik sonuçlarına ilişkin önlem çağrısı niteliğindedir.

Siyasal sonuçlar doğurması da kaçınılmazdır. Küresel ekonomideki hızlı bozulma işsizliği hızla artırırken, Fransa’dan İngiltere’ye, Rusya’dan Çin’e, kabaran toplumsal tepkilerin ilk sinyalleri alınıyor. Davos’ta yapılan değerlendirmelerde, bunun siyasi sonuçlara da yol açabileceği dile getirildi zaten. Avrupa Birliği ülkelerinde “kriz masası” çoktan oluşturulmuş durumda. 27 AB ülkesinin özel görevlileri, Brüksel’de gerçekleştirdikleri toplantı üstüne toplantılarda, Fransa, Yunanistan, İngiltere’deki gelişmeleri kaygı verici bulduklarını dile getirdiler. 2009 yılı içinde, Almanya, Bulgaristan, Letonya, Litvanya’da yapılacak seçimlerde, ‘uç güçlerin’ etkin olmaması için neler yapabileceklerine dair “kafa patlattılar.”

Türkiye’de de, hem tepkiler, hem de siyasi sonuçları olan, benzeri bir süreç yaşanmaktadır. Türkiye’nin göstergelerini, resmi rakamlara göre aktarmıştık. Ama gerçek tablo, resmi rakamların gösterdiğinden çok daha “karamsar”dır. İşsizlik verileri önemli bir göstergedir. Türkiye İstatistik Kurumu, işgücü olarak 24.3 milyon kişi saptıyor. Fakat, açıkladığı işsizleri ve istihdamdakileri topladığımızda karşımıza 21 milyon kişi çıkıyor. Çünkü İstatistik Kurumu, işsiz sayılması gereken 3 milyon kişiyi işsiz saymıyor.

Gerçek işsiz sayısını görmek için, 3 milyona yaklaşan açık işsizlere, “umudunu yitirmiş”, “iş aramayan, iş bulursa çalışacak”, “mevsimlik”, “eksik istihdam” başlıklarındaki işsizlerin de eklenmesi gerekir. Nitekim bu örtülü işsiz kategorilerinde, son 1 yılda daha yüksek artışlar dikkati çekiyor. Örneğin, umudunu yitirmişlerin sayısı 717 bine çıkmış bulunuyor. “İş bulursam çalışırım” diyenlerin sayısı, 1 milyon 40 binden 1 milyon 251 bine çıkmış. Mevsimlik çalışanların sayısı 409 bin. Bunlar ve diğer hesaba katılmayanlar dahil edildiğinde, işsiz sayısı 6 milyonu aşıyor. İşsizlik oranı da, yüzde 12’lerden yüzde 26’lara çıkıyor.

Sanayi üretimindeki düşüş 2001 yılıyla kıyaslandığında da, bir sonuç çıkarılabilir. Aşağıdaki tabloda durum net olarak gözükmektedir.

Sanayi kesimi % aylık büyüme trendi (2001 ve 2008)

Tablo, 2001 yılına benzemektedir, ama koşullar 2001’inkiyle aynı değildir. 2001 yılında, dünya olumlu bir ekonomik hava içindeydi. İhracatta sorun yoktu, çünkü kurdaki değişim de ihracata yaramıştı. Öte yandan hızla girmeye başlayan “sıcak para”, iç borçların dönmesinde büyük kolaylık sağlamıştı. Emekçilerin gelirleri reel anlamda kayba uğratıldı. İşçi, emekçi ve üretici köylülüğe ağır faturalar ödetildi. Buralardan kısılanlar, ‘sıkı mali disiplin’ adı altında, sermaye kesimlerine aktarılarak, iç borç sorunu halledildi. Dış açık büyüdü, ama küresel likidite bolluğuyla, o sorun da halloldu. Kısacası, o zaman, dış konjonktür çok elverişliydi. Oysa 2008 ve 2009 yılında, dış dünya berbat bir durumda.

“Bu durum ne gibi sosyal ve siyasal sonuçlar doğurur?” sorusuna cevap vermeden önce, “Bu kötü göstergelere rağmen hükümet ve Başbakan’ın rahatlığı nereden geliyor?” sorusuna cevap vermek gerekir.

Ekim-Aralık 2008 aylarına ait ödemeler dengesi tablosuna, 2008’in son üç ayına bakıldığında, ciddi bir döviz çıkışı gözükmektedir. 2008’de 23 milyar dolarlık bir çıkış görülmektedir. Bu kadar büyük bir çıkışın, döviz piyasası kanalıyla, finansal sistemi sarsması gerekmez miydi? Fakat, Ekim-Aralık 2008’de Türkiye’ye gerçekleşen 12,5 milyar dolarlık kayıt-dışı döviz girişi, bu soruyu şimdilik geçersiz kılıyor. Bu krizde sessiz sedasız ekonomiye giren 12,5 milyar doların, vatandaşların yastık altlarından, kasalarından kaynaklandığı düşünülmüyor. Yorumlar, “Ülke dışından birileri, AKP iktidarına kaynağı gizli bir can simidi uzatıyor.” şeklinde.

Peki, seçim sonrası? Seçimden sonra, uluslararası sermayenin yaptırımlarının artması güçlü bir olasılık. Borsa’daki gücü, Türkiye’nin cari açık kırılganlığı gibi etkenlerle eli bir hayli de güçlüdür. AKP iktidarının bugünkü gibi gitmesi mümkün değildir. Önümüzdeki dönem, Türkiye’de krizinin etkilerinin daha çok açığa çıktığı bir dönem olacak. Emek cephesinin muhalefeti ve hükümet partisinden kopuşu, AKP iktidarını zayıflatıp yıpratacaktır. AKP uluslararası ve ulusal sermayeyi gözetmezse, kurlarda beklemediği sıçramalar, şirketlerin borç içinde batmaları vb. etkenlerin altında kalacaktır. Dümen suyunda kulaç artışını sürdürürse, emek cephesinin şu anki cılız tepkilerinin çok çok ötesinde bir tepki ile karşılaşacak, daha fazla yıpranacaktır.

SONUÇ YERİNE

Pratik, her gün, hem dünya genelindeki “krizin dibi göründü”, hem de bizdeki, “kriz bizi teğet geçecek” sözünü hemen, anında tekzip ediyor.

Milyarder spekülatör George Soros bile, gülerek, “Bırakın dibi görmeyi, kriz yeni başlıyor. Dibin yakınında herhangi bir yerde olduğumuza dair bir işaret yok” diyor. Kredi derecelendirme kuruluşu S&P de, ekonomik krizin henüz “dip” yapmadığını, ne zaman yapacağını bilmediklerini açıkladı. Dev borsaların geçen yıl yüzde 50’ye yakın değer kaybetmesinin ardından, ABD’deki başkanlık değişimi ve yeni başkan Obama bir umut olarak sunulmuştu. Şimdi Wall Street, son altı yılın en düşük seviyesine gerilemiş durumda. Avrupa borsaları değer yitirmeye devam ediyor. Citigroup ve Bank of America’nın kamulaştırılacağı söylentileri yaygınlaştı. Tüm dünyada reel sektörler feci şekilde vurulmaya devam ediyor.

Onca devlet müdahalesine rağmen, krizin dibi bulunamıyor. Bu, bizatihi kapitalizmin krizi, kapitalizme içkin bir kriz. Otuz yıldır ayak sesleri duyulan bu büyük krizin en son ertelenebileceği nokta burasıydı. Burada da deniz bitti.

Bu durumda, doğru olan tutum, bu kriz ne zaman biter türü boş beklentiler beslemek, bu enkaza üzülmek yerine, bu yığıntının ortasından yeni bir hayatı, yeni bir geleceği filizlendirme çabalarını artırmak olmalıdır. Kriz eğer yeterli düzeyde mücadele geliştirilebilirse insanlığa bunun fırsatını da sunabilecektir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑